hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NÜZUL SIRASINA GÖRE TEBYîNÜ'L -KUR'AN İŞTE KUR'AN ve VİDEOLARI Hakkı Yılmaz > İniş Sırası ile Sureler > 73.Enbiya Suresi

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 15. August 2009, 02:21 PM   #1
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart Enbiya Suresine Giriş

GİRİŞ
Enbiya [Peygamberler]suresi Mekke’de 73. sırada inmiş olup adını surede kıssaları özet olarak nakledilen “peygamberler”den almıştır. Kıssaları nakledilen bu peygamberler İbrahim (as), İshak (as), Yakub (as), Lut (as), Nuh (as), Davud (as), Süleyman (as), Eyyûb (as), İsmail (as), İdris (as), Zülkifl (as), Zünnûn [Yunus] (as), Zekeriyya (as) ve İsa (as)’dır. Diğerlerininkine kıyasla İbrahim peygamberin kıssası, onun putperest kavmiyle olan mücadelesi ekseninde çekici bir üslupla ve herkesi etkileyen kanıtlarla geniş bir şekilde anlatılmıştır.
Sonra da Resulullah’ın gönderilişinin amacının âlemlere rahmet olması olduğu vurgulanır.
Nübüvvet [elçilik] müessesesi surenin ana temasıdır. Bununla beraber Al*lah’ın birliği, öldükten sonra dirilme ve hesaba çekilme gibi inanç ilkeleri da işlenen konular arasındadır. Ayrıca ibret alınsın diye hem insanın biyolojik yapısında hem de kâinatta bulunan delillere dikkat çekilerek Allah’ın kud*reti gözler önüne serilmiştir.
Sure birçok necmden oluşmuştur. Ayetlerinin birbirleriyle olan münasebeti dikkate alındığında, surenin bir kerede veya yakın aralıklarla indiği, tamamlandığı anlaşılmaktadır.


https://youtu.be/3Y4N9PhllYI Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 396. Bölüm Enbiya Suresi 1.Bölüm

https://youtu.be/Vko7BqiiU4k HakkıYılmaz Kuran ve İslam 397. Bölüm Enbiya Suresi 2. Bölüm

https://youtu.be/NBFLCouFoeY Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 398. Bölüm Enbiya Suresi 3. bölüm

MEAL:
RAHMAN RAHÎM ALLAH ADINA
1 – İnsanlar için hesapları yaklaştı. Onlar ise aldırmazlık içinde, yüz çeviricidirler.
2, 3 - Rablerinden kendilerine gelen her yeni öğüdü/ hatırlatmayı ancak oyun yaparak ve kalpleri eğlenerek dinlerler. Ve o zalimler aralarında şu fısıltıyı gizlediler: “Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey midir? Artık görüp dururken büyüye mi gidiyorsunuz?”
4 – De ki: “Benim Rabbim gökte ve yerde her sözü bilir. Ve O, en iyi işiten, en iyi bilendir.”
5 – Aksine onlar: “Bunlar karmakarışık düşlerdir; yok yok, onu kendisi uydurdu; yok yok, o bir şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir ayet [mucize] getirsin” dediler
6 - Onlardan önce yok ettiğimiz hiçbir karye [memleket] iman etmemişti. Şimdi bunlar mı iman edecekler?
7 - Ve Biz, senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz olgun kimseleri gönderdik [elçi yaptık]. Haydiyin, siz bilmiyorsanız zikir ehli olanlara [Tevrat’ı bilenlere] soruverin.
8 – Ve Biz onları yemek yemez birer ceset kılmadık. Onlar sürekli kalıcılar da [ölümsüz] değillerdi.
9 - Sonra Biz, onlara, o vaadi [verdiğimiz sözü] yerine getirdik. Böylece onları ve dilediğimiz kimseleri kurtardık. Aşırı gidenleri de helak ettik.
10- Hiç kuşkusuz Biz, size, öğüdünüz/ şan şerefiniz içinde olan bir kitap indirdik. Buna rağmen hala akıllanmayacak mısınız?
11 – Biz, zalim olan nice kentleri de kırıp geçirdik. Onlardan sonra da başka toplumları var ettik.
12 – Öyle ki onlar azabımızın şiddetini hissettikleri zaman ondan topukluyorlardı [hızla uzaklaşıp kaçıyorlardı].
13 – - Topuklamayın! [Hızla uzaklaşıp kaçmayın]; sorgulanmanız için, içinde şımarıp azdığınız şeylere ve evlerinize dönün.-
14 – Onlar: “Yazıklar olsun bizlere! Şüphesiz biz gerçekten zalimler imişiz” dediler.
15 – İşte onların bu çağrıları, onları biçilmiş bir ekin ve sönmüş ocak [kül] haline getirinceye kadar son bulmadı.
16 – Ve Biz göğü, yeryüzünü ve aralarındaki şeyleri, oyun oynayanlar olarak yaratmadık.
17 - Eğer Biz, bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu kendi katımızdan edinirdik; eğer Biz, yapanlar olsaydık.
18 – Bilakis Biz hakkı batılın başına çarparız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsın o [batıl], yok olup gitmiştir. Ve Allah'a yakıştırdığınız vasıflardan dolayı size yazıklar olsun!
19, 20 - Göklerde ve yeryüzünde olan kimseler de yalnızca O'nundur. O’nun katında olan kimseler de O'nun kulluğundan büyüklenmezler ve usanmazlar, gece gündüz ara vermeyerek tesbih ederler.
21- Yoksa onlar yeryüzünden birtakım ilahlar edindiler de onlar mı canlandıracaklar [onları diriltecekler]?
22 - Eğer o ikisinde [yer ile gökte] Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de kesinlikle kargaşa içinde olurdu [düzenleri bozulurdu]. O halde Arş'ın Rabbi olan Allah, onların nitelemekte oldukları şeylerden münezzehtir.
23 – O [Arşın Rabbi Allah], yaptığından sorumlu olmaz, onlar ise sorumlu olacaklardır.
24 - Yoksa onlar, O'nun astlarından bir takım ilâhlar mı edindiler? De ki: “Kesin delilinizi getirin. İşte şu, benimle beraber olanların öğüdüdür ve benden öncekilerin öğüdüdür." Bilakis, onların çoğu gerçeği bilmezler. Artık onlar, yüz çevirenlerdirler.
25 – Ve Biz senden önce hiçbir elçi göndermedik ki, ona: “Gerçek şu ki Benden başka ilâh diye bir şey yoktur. Onun için bana ibadet edin” diye vahyetmiş olmayalım.
26 – 28- Ve onlar: “Rahman çocuk edindi” dediler. O [Rahman], bundan münezzehtir. Aksine onlar lütuflandırılmış kullardır. Onlar, O’nun sözünün önüne geçemezler; onlar, yalnız O’nun emriyle iş yaparlar. O, onların [Rahman’ın çocukları saydıkları şeylerin] önlerinde olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve onlar, O’nun hoşnut olduğu kimselerden başkasına şefaat edemezler. Bununla birlikte onlar O’nun haşyetinden [O’na duydukları derin saygı ve sevgiden dolayı ondan uzaklaşma korkusundan] tir tir titrerler.
29 – Ve onlardan her kim: "Ben, şüphesiz O'nun astlarından bir ilâhım" derse, artık Biz onu cehennemle cezalandırırız. İşte zalimleri Biz böyle cezalandırırız.
30 – Ve şu kâfir olan kimseler, gökler ve yer bitişik bir halde idi de Bizim onları [o ikisini] ayırdığımızı ve hayatı olan her şeyi sudan kıldığımızı görmediler mi? Buna rağmen hâlâ inanmıyorlar mı?
31- Ve Biz, yeryüzünün içinde, onlar sarsılmasın diye sağlam kazıklar kıldık. Ve orada yollarını bulsunlar diye bol bol yollar kıldık.
32 – Ve Biz, gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise, onun [gökyüzünün] ayetlerinden yüz çevirenlerdirler.
33 – Ve O, geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yaratandır. Hepsi bir yörüngede yüzmektedir.
34 – Biz, senden önce de hiçbir beşer için sonsuzluk kılmadık. Peki, sen öldün de onlar sürekli kalanlar mıdırlar?
35- Her nefis [kimliği olan varlık] ölümü tadıcıdır. Ve fitne olmak üzere, sizi Biz, şer ve hayır ile belâlandırırız. Ve siz yalnız Bize döndürüleceksiniz.
36 – Ve o inkâr etmiş kişiler seni gördükleri zaman, sadece, seni alaya alıyorlar; “İlâhlarınızı anıp duran bu mudur?” Hâlbuki onlar Rahman’ın zikrini inkâr edenlerin ta kendileridir.
37 - İnsan aceleden yaratılmıştır. Size yakında alametlerimi göstereceğim. Şimdi siz Benden acele istemeyin.
38 – Ve onlar [inkâr eden kişiler], “Eğer doğrular iseniz, bu vaat ne zamandır?” diyorlar.
39 - Bu küfretmiş kişiler ateşi yüzlerinden ve sırtlarından men edemeyecekleri ve kesinlikle yardım da olunmayacakları zamanı bir bilseler!
40 – Aslında o [bu azap], onlara ansızın gelecek de kendilerini şaşırtacaktır. Artık onu geri çevirmeye güçleri yetmeyecek ve onlara mühlet verilmeyecek.
41- Ve hiç kuşkusuz senden önce birçok elçiyle alay edildi de içlerinden alay edenleri, o alay ettikleri şey kuşatıverdi.
42 - De ki: "Geceleyin ve gündüzün sizi Rahman'dan kim koruyabilir?" Aslında onlar, Rablerinin zikrinden yüz çevirenlerdir.
43 - Yoksa onlar için, Bizim astlarımızdan, onlara engel olan bir takım tanrılar mı var? Onlar [O tanrılar] kendilerine yardıma güç yetiremezler. Onlar tarafımızdan desteklenmezler de.
44 – Aslında Biz, onları [o kâfirleri] ve atalarını kendilerine ömür uzun gelinceye dek yararlandırdık. Peki, şimdi Bizim yeryüzüne gelip onu etrafından eksilttiğimizi görmüyorlar mı? O halde üstün gelen onlar mıdır?
45 - De ki: "Ben sizi ancak vahiyle uyarıyorum." Uyarıldıkları zaman sağırlar çağrıya kulak vermezler.
46 - Ve şüphesiz, Rabbinin azabından bir esinti onlara dokunursa, kesinlikle ‘Eyvah bizlere! Şüphesiz biz zalimler imişiz’ diyeceklerdir.
47- Biz kıyamet günü için “kıst [hak edilen pay] terazileri” koyarız; hiçbir kimse, hiçbir şeyce haksızlığa uğratılmaz. (O şey) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getiririz. Ve hesap görenler olarak Biz yeteriz.
48, 49 – Ve ant olsun ki, Musa ve Harun'a Furkan’ı; ve gaybde Rabblerine haşyet duyan, Saat’ten [kıyametin kopmasından] içleri titreyen takva sahipleri için bir ışığı ve öğüdü verdik.
50 - İşte bu [Kur'ân] da Bizim indirdiğimiz mübarek bir öğüttür. Şimdi siz bunu inkâr eden kimseler misiniz?
51 – Ve ant olsun ki, Biz daha önce İbrahim’e rüşdünü vermiştik. Ve Biz onu bilenler idik.
52 – Hani o [İbrahim], babasına ve kavmine: “Israrla kendisine tapınıp durduğunuz heykeller nedir?” demişti.
53 - Onlar: “Biz atalarımızı bunlara tapanlar olarak bulduk” dediler.
54 – O [İbrahim]: “Ant olsun ki sizler ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz” dedi.
55 - Onlar: “Sen bize hakkı mı getirdin, yoksa sen oyun oynayanlardan mısın?” dediler.
56, 57 – O [İbrahim] dedi ki: “Bilakis, Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki, onları O yaratmıştır. Ben de buna şahitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra, ben putlarınıza kesinlikle bir tuzak kuracağım.”
58 – Sonra da o [İbrahim], ona müracaat etsinler diye kendilerine ait büyükleri dışında bunları parça parça etti.
59 – Onlar [Kavmi], “Bizim tanrılarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, kesinlikle zalimlerdendir” dediler.
60 – Onlar [Bazıları] “Onları anıp duran bir genç duyduk. Onun için “İbrahim” deniliyor” dediler.
61 – Onlar, “O halde ona tanık olmaları için onu [İbrahim’i] insanların gözleri önüne getirin” dediler.
62 – Onlar, “Ey İbrahim! Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?” dediler
63 – O [İbrahim]: “Aksine, onu şu büyükleri yaptı. Konuşabiliyorlarsa haydiyin onlara sorun” dedi.
64 - Bunun üzerine kendi kafalarına [vicdanlarına] döndüler de: “Şüphesiz siz, zalimlerin ta kendisisiniz” dediler.
65 – Sonra onlar yine kendi kafalarına döndüler: “Ant olsun ki bunların konuşmayacağını bilirdin” dediler.
66, 67 - O [İbrahim]: “O halde, Allah’ın astlarından size hiçbir şeyce fayda vermeyen ve size zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Size de, Allah’ın astlarından taptıklarınıza da üff [yazıklar olsun]! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” dedi.
68 – Onlar [kavmi]: “Eğer yapanlarsanız, şunu tahrik edin [yandırın] ve tanrılarınıza yardım edin” dediler.
69 - Biz: “Ey ateş! İbrahim'e karşı soğuk ve güvenli ol” dedik.
70 – Ve ona bir düzen kurmak istediler de Biz kendilerini daha fazla hüsrana uğramışlar kıldık.
71 - Onu da, Lût'u da, âlemler için, içinde bolluklar bulunan topraklara kurtardık.
72- Ve Biz ona İshak’ı, ilave olarak da Yakup’u bağışladık. Ve hepsini iyi kimseler yaptık.
73- Ve Biz onları, bizim emrimizle kılavuzluk yapan önderler kıldık. Ve Biz onlara hayırlar işlemeyi, salâtı ikame etmeyi, zekâtı vermeyi vahyettik. Ve onlar, sadece Bize kulluk yapanlar idiler.
74 - Ve Lut; Biz ona bir hüküm, bir ilim verdik. Onu çirkin işler işleyen kentten kurtardık. Şüphesiz onlar, kötü bir kavimdiler, fasıklar idiler.
75 – Ve Biz onu [Lut’u] rahmetimizin içine girdirdik. Şüphesiz o, salihlerdendir.
76 – Ve Nuh’u; hani o daha önce nida etmişti de Biz de ona cevap vermiştik. Sonra da Biz kendisini ve ehlini [ailesini, yakınlarını, inananlarını] büyük sıkıntıdan kurtardık.
77 – Ve ayetlerimizi yalanlayan kavmine karşı ona yardım ettik. Şüphesiz onlar kötü bir kavimdiler de Biz onları topluca suda boğduk.
78 - Davud ve Süleyman'ı da; hani onlar, kavmin koyunlarının, içinde geceleyin yayıldığı ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Biz de, onların hükmüne şahit idik [kavmin yasalarının ne olduğunu biliyorduk].
79 - Sonra da Biz, onu Süleyman’a hemen iyice kavrattık. Ve hepsine yasa ve ilim verdik. Davud’la beraber tespih etsinler diye, dağları ve kuşları buyruk altına aldık. Ve Biz yapanlarız.
80 – Ve Biz, sizin kötülüğünüzden sizi korumak için, sizin için zırh yapımını ona öğrettik. Artık siz şükredenler misiniz?
81- Ve Süleyman’a, içinde bolluklar oluşturduğumuz toprağa doğru onun emriyle akıp giden kasırga halindeki rüzgârı … (boyun eğdirdik). Ve Biz her şeyi bilenleriz.
82- Ve şeytanlardan, kendisi için dalgıçlık eden ve bundan daha düşük iş yapan şeytanları da …[boyun eğdirdik]. Ve Biz onlar için koruyucular idik.”
83, 84 – Ve Eyyûb; hani o: “Şüphesiz bana zarar dokundu. Sen merhametlilerin en merhametlisisin” diye Rabbine nida etmişti de Biz, Onun için icabet etmiştik. Sonra ondan zararlı olan şeyleri kaldırdık. Ve katımızdan bir rahmet ve kulluk edenlere bir öğüt olmak üzere, kendisine ehlini [ailesini, yakınlarını] ve kaybettikleriyle bir mislini daha verdik.
85 – Ve İsmail, İdris ve Zülkifl; hepsi sabreden kimselerdendi.
86 - Onları da rahmetimizin içine girdirdik. Şüphesiz onlar salih kişilerden idiler.
87- Ve Zünnûn’u [kılıç sahibini, Ninovalı’yı]; hani, öfkelenerek gitmişti de kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı. Sonra da karanlıklar içinde, “Senden başka ilah diye bir şey yoktur! Seni tespih ederim. Şüphesiz ben zalimlerden oldum!” diye seslenmişti.
88- Sonra da Biz, ona cevap verdik ve onu, gamdan/ üzüntüden kurtardık. Ve işte, inananları Biz böyle kurtarırız.
89, 90 – Ve Zekeriya; hani o, Rabbine: “Rabbim! Beni tek başıma bırakma, sen varislerin en hayırlısısın” diye seslenmişti de Biz, onun için icabet etmiştik. Ve kendisine Yahya’yı ihsan ettik. Ve onun için eşini düzelttik [doğum yapmaya elverişli hale getirdik]. Şüphesiz onlar hayırlarda yarışıyorlar, umarak ve korkarak Bize yalvarıyorlardı. Ve Bize karşı derin saygı duyuyorlardı.
91- Ve o, ırzını titizlikle koruyan kadın; işte Biz, ona ruhumuzdan üfledik. Ve kendisini ve oğlunu âlemler için bir ayet [mucize] kıldık.
92 – Şüphesiz bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde bana kulluk edin.
93 – Halbuki onlar [müşrikler], işlerini aralarında paramparça ettiler. Hepsi yalnızca Bize dönücülerdir.
94 – Öyleyse kim inanmış olarak salihatı işlerse onun emeği için nankörlük edilmeyecektir. Biz, hiç şüphesiz onu yazanlarız da.
95 – Ve helak ettiğimiz bir kent üzerine, “kendilerinin dönmemeleri” haramdır [dönmemeleri düşünülemez].
96 – Hatta Ye'cûc ve Me'cûc [akıncılar] açıldığı zaman, onlar, yüksek tepeden akın edip çıkarlar.
97 - Ve gerçek vaat yaklaştığı zaman o küfretmiş olan kişilerin gözleri dönüverir: “Eyvah bizlere! Kesinlikle biz bundan gaflet içindeydik. Aslında biz zalim kimseler idik."
98 – Kesinlikle siz ve Allah’ın astlarından taptıklarınız, cehennemin odunusunuz [yakıtısınız]; siz oraya gireceksiniz.
99, 100 - Eğer onlar [Allah’ın astlarından tapınılan şeyler] ilâh olsalardı, oraya girmezlerdi. Ve hepsi orada temelli kalacaktır. Orada onların bir inlemeleri vardır. Bunlar orada bir şey işitemezler de.
101, 102- Şüphesiz tarafımızdan kendilerine “En Güzel” hazırlanan kimseler; işte onlar, ondan [cehennemden] uzaklaştırılmışlardır. Onlar, onun [cehennemin] uğultusunu duymazlar. Onlar, nefislerinin istediği şeyler içinde sürekli kalıcıdırlar.
103 - O en büyük korku onları üzmez ve kendilerine melekler: “İşte bu, size söz verilmiş olan gününüzdür” diye ilka eder dururlar [akıllarına getirirler].
104 – Biz, göğü, kitapların dürüldüğü gibi dürdüğümüz zaman, yaratmaya ilk başladığımız gibi -katımızdan verilmiş bir söz olarak- onu iade edeceğiz [yeniden var edeceğiz]. Şüphesiz Biz yapanlarız.
105 – Ve ant olsun ki Biz, Zikir’den [Tevrat’tan] sonra, Zebûr'da da ‘Şüphesiz yeryüzüne ancak Benim salih kullarımın mirasçı olacak’ yazdık.
106 - Şüphesiz bunda [Kur'ân'da] kulluk eden toplum için kesinlikle bir ulaşma [iletilen mesaj] vardır.
107- Biz seni de ancak, âlemler için bir rahmet olarak/ rahmet için gönderdik.
108 - De ki, “Bana ‘İlâhınız ancak tek bir ilâhtır’ diye vahyolunuyor. Şimdi siz müslümanlar mısınız?"
109 – 111- Buna rağmen eğer yüz çevirirlerse: “Size dosdoğru / eşit [tarafsız] olarak açıkladım ve tehdit olunduğunuz şey yakın mı, uzak mı bilmiyorum. Şüphesiz O [Allah], sözden açığa vurulanı bilir, gizlediğiniz şeyleri de bilir. Ve ‘belki bu gecikme sizi denemek ve bir süreye kadar faydalandırmak içindir’ ben bilmiyorum” de.
112 – De ki: “Rabbim! Aramızda gerçekle hükmet” ve “Bizim Rabbimiz, o Rahmandır, sizin nitelemeleriniz üzerine yardımı istenendir”.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 15. August 2009, 02:22 PM   #2
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

TAHLİL
1 – İnsanlar için hesapları yaklaştı. Onlar ise aldırmazlık içinde, yüz çeviricidirler.
2, 3 - Rablerinden kendilerine gelen her yeni öğüdü/ hatırlatmayı ancak oyun yaparak ve kalpleri eğlenerek dinlerler. Ve o zalimler aralarında şu fısıltıyı gizlediler: “Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey midir? Artık görüp dururken büyüye mi gidiyorsunuz?”
Surenin ilk ayetinde, hesaba çekilme zamanları [ölümleri] yaklaşmış olmasına rağmen hâlâ işi ciddiye almayan, büyük bir aymazlık içinde vahiyle mücadele etmeye devam eden Mekkeli müşrikler konu edilmiştir. Pasajın diğer ayetlerinde ise kendilerine tebliğ edilen her yeni vahiyle alay eden bu müşrik elitlerin çevirdikleri dolaplar deşifre edilmektedir. Onlar Resulullah’ı kastederek kendi aralarında “Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey midir? Artık görüp dururken büyüye mi gidiyorsunuz?” diye fısıldaşmakta ve vahiy aleyhinde propaganda yapmaktadırlar.
1. ayetin “İnsanlar için hesapları yaklaştı” şeklindeki ilk cümlesi nedeniyle akıllara “Bu ayet ineli yaklaşık bin beş yüz sene olmasına rağmen hâlâ kıyamet kopmadığına göre bu yaklaşmanın anlamı nedir?” sorusu gelebilir. Bu soruya verilecek cevap son derece açıktır: Hesap, ölümle birlikte başlamaktadır. Ölen kişi için zaman durmaktadır. Allah’a göre ise zaman diye bir şey yoktur. Ölen için kendi ölümü ile kıyametin kopuşu arasında hiçbir fark söz konusu değildir.
Nitekim Kur’an’da haşr esnasında herkesin ölüm ile dirilme arasındaki zamanı çok kısa bir süre olarak algılayacağı bildirilmektedir:
Ve Sur’a üfürülmüştür. Bir de bakmışsın ki, onlar kabirlerinden Rablerine doğru akın ediyorlar.
Onlar: “Eyvah başımıza gelenlere! Yatıp uyuduğumuz yerden bizi kim kaldırdı/uyandırdı? Bu, Rahman’ın vaat ettiği şeydir. Gönderilen elçiler de doğru söylemişler dediler [derler].
Sadece bir tek çığlık olmuştur. Bir de bakmışsın ki, hepsi huzurumuzda “hazır ol”a geçirilmişlerdir.
Artık bugün kişi herhangi bir şeyce zulmedilmez. Ve sadece yapmış olduklarınız ile karşılıklandırılırsınız. (Ya Sin/51-54)
Kim ondan [Bizim verdiğimiz zikirden; Kur’an’dan] yüz çevirirse, şüphesiz o, kıyamet günü; Sur’a üfürüldüğü gün, sürekli içinde kalacakları bir yük yüklenecektir. Ve kıyamet günü onlar için bu ne fena bir yüktür! Biz suçluları o gün, gözleri göğermiş olarak toplayacağız.
Aralarında fısıldaşacaklar: “Siz dünyada sadece ‘on’ kaldınız.”
-Biz aralarında ne konuşacaklarını daha iyi biliriz.- Yolca en üstün olan “Siz ancak bir gün kaldınız” diyecektir. (Ta Ha/100- 104)
Ve onlar, O’nun [Allah’ın], onları toplayacağı günde, sanki onlar sadece gündüzden bir saat kalmışlar gibi, aralarında tanışırlar. Allah'a kavuşmayı yalanlayan kişiler, doğru yoldan gidenler olmadıklarından kesinlikle ziyana uğramışlardır. (Yunus/45)
Ve kıyametin kopacağı gün günahkârlar bir saatten fazla durmadıklarına yemin ederler. Onlar işte böyle döndürülüyorlardı.
Kendilerine ilim ve iman verilenler de diyecekler ki: "Ant olsun ki, Allah'ın kitabında, dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu, ölümden sonra dirilme günüdür. Fakat siz bunu bilmiyordunuz. (Rum/55, 56)
Görülüyor ki, ölümün yaklaşması ile kıyametin yaklaşması insanlar için farklı şeyler değildir. Bu nedenledir ki, Rabbimiz insanları hem kıyamet hem de ölüm ile uyarmıştır:
O saat yaklaştı. Ve ay yarıldı/ay yarılacak/ay doğdu [her şey açığa çıkarıldı].
Ve onlar bir ayet görseler hemen yüz çeviriyorlar ve “Devam edip giden bir büyüdür” diyorlar. (Kamer/1, 2)
Allah’ın emri geldi [kesinlikle gelecek]. Artık onu acele edip istemeyiniz. O [Allah], onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir ve yücedir. (Nahl/1)

Çoğaltma yarışı sizi eğlendirip oyaladı.
Kabirleri ziyaret edişinize dek…
Hayır… Hayır… Yakında bileceksiniz. (Tekasür/1-3)
Ölüm, kıyamet çok yakın olmakla beraber, Rabbimiz iman veya inkârın özgür iradeyle gerçekleşebilmesi ve imanın “zoraki iman” olmaması için ölüm ve kıyamet vakitlerini gizlemiştir.
Sonra onun yanına geldiğinde seslenildi: “Musa! Ben, senin Rabbin olan Ben’im. Hemen iki nalınını çıkar, şüphesiz sen temizlenmiş vadide, Tuva’dasın / iki kere temizlenmiş bir vadidesin. Ve Ben seni seçtim; O hâlde vahyedilecek olan şeye kulak ver. Hiç şüphesiz ki Ben, Allah’ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikame et. Şüphesiz ki o saat [kıyamet] gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın diye neredeyse gizleyeceğim.” (Ta; Ha/11-15)
İnsanlar sana Saat’ten [kıyametin kopuş vaktinden] soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi, Allahın, münafık erkekleri, münafık kadınları, müşrik erkekleri, müşrik kadınları azap etmesi; ve Allah’ın, mümin erkeklerin ve mümin kadınların tövbelerini kabul etmesi için ancak Allah'ın nezdindedir. Ne bilirsin, belki kıyamet yakında olur. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. (Ahzab/63, 73)
Ve o inkâr eden kimseler: “Bize o saat [kıyametin kopuş anı] gelmeyecektir” dediler. De ki: “Evet [Gelecektir]. Gaybı bilen Rabbime ant olsun ki o, iman eden ve salihatı işleyen kimselere –ki, işte onlar kendileri için bir mağfiret ve kerim bir rızık olanlardır- karşılıklarını vermek için size mutlaka gelecektir. O’ndan göklerde ve yerde zerre ağırlığı bir şey kaçmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa, hepsi muhakkak açık bir kitaptadır.” (Sebe/3, 4)
Müşrikler, iyilik ve kötülük yapanların mutlaka karşılıklarını göreceğini kavrayabilecek akla sahip olmalarına rağmen, dünyanın haz ve eğlencelerine kapılıp sonlarının nereye varacağını düşünmedikleri için kendilerini ebedi mutluluğa götürecek olan elçiden uzak durmaktadırlar:
Bilin ki, iğreti yaşam ancak bir oyun, ‘[eğlence türünden] tutkulu bir oyalama’, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir ‘ تكاثر çoğaltma tutkusu’dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin [veya kâfirlerin] hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çerçöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azap; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk [rıza] vardır. İğreti yaşam, aldanış metaından [malından, malzemesinden] başka bir şey değildir. (Hadid/20)


Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey midir? Artık görüp dururken büyüye mi gidiyorsunuz?” demelerinden anlaşıldığına göre, Mekkeli müşrikler, Elçi’nin içlerinden biri, bir beşer olmasını hazmedememiş ve buna sürekli itiraz etmişlerdir. Hâlbuki beşere gelen elçinin de mutlaka beşer olması aklın gereği olup asıl hayret edilmesi gereken, onların bunu değerlendiremeyişleridir. Oysa Elçi’nin kendileri gibi bir beşer oluşu, sağduyulu insanların kolayca ve gönül huzuru ile kabullenebileceği normal bir durumdur. Çünkü Rahman ve Rahîm Allah, uyarıcı ve öğütçü olarak kendileri ile aynı hisleri duyan, aynı şeyleri hisseden, kendi dillerini konuşan, onları her yönüyle anlayan, tahammül derecelerini bilen bir kimseyi peygamber seçmiştir. Onların kendi içlerinden birini seçip elçi yapmıştır ki, içinde bulundukları yanlış tutumu sürdürecek olurlarsa, bu elçi onları bekleyen felâket konusunda dikkatlerini çeksin ve aralarında yükümlülükleri ilk yüklenen, mesajı ilk uygulayan kişi olarak diğerlerine örnek olsun, onlara doğru yönü nasıl bulabileceklerini göstersin.
Bu konuya dair açıklamalar şu ayetlerde yapılmıştır:
Ve onlar [inkâr etmiş olanlar]: “Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda yürüyor? Ona, bir melek indirilseydi ya! Böylece onunla beraber bir uyarıcı olur! Yahut kendisine bir hazine bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir bahçe olsaydı ya!” dediler. Bu zalimler, “Siz, yalnızca büyülenmiş bir kişiye uyuyorsunuz” da dediler.
Senin için nasıl örnekler getirdiklerine bir bak! Artık onlar sapmışlardır, hiçbir yola da güç yetiremezler. (Furkan/7- 9)
Biz senden evvel de sadece, kesinlikle yemek yiyen, çarşılarda yürüyen elçilerden gönderdik. Ve Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınız için fitne kıldık. —Sabrediyor musunuz!- Ve senin Rabbin çok iyi görendir.
Bize kavuşmayı ummayanlar da “Bizim üzerimize melekler indirilmeliydi” ya da “Rabbimizi görmeli değil miydik?” dediler. Ant olsun ki, onlar kendi içlerinde büyüklüklerine inandılar ve büyük bir azgınlık yapmak suretiyle azgınlık ettiler [azgınlaştıkça azgınlaştılar]. (Furkan/20)
Ve onlar “Bu peygambere bir melek indirilseydi ya!” dediler. Eğer Biz bir melek indirmiş olsaydık, iş, mutlaka bitirilmiş olurdu. Sonra da kendilerine göz bile açtırılmazdı.
Eğer Biz onu [Peygamberi] bir melek yapsaydık, yine de onu bir adam şeklinde yapardık ve katmakta olduklarını onlara elbette katardık [onlar yine düştükleri kuşkuya düşerlerdi].
Ve hiç kuşkusuz senden önce de elçiler ile alay edildi. Sonra da onlardan alay eden kişileri alay ettikleri şey kuşatıverdi. (En’am/8-10)
Ve onun [elçinin] kavminden, kâfir olmuş, ahirete ulaşmayı yalanlamış ve şu basit yaşamda kendilerine refah verdiğimiz; mütref [kodaman] kişiler: "Bu, sadece sizin gibi bir beşerdir; sizin yediğiniz şeylerden yiyor, sizin içtiğiniz şeylerden içiyor. Ve eğer, kendiniz gibi bir beşere itaat ederseniz, şüphesiz o zaman siz, kesinlikle ziyan edenlersiniz. Size, gerçekten siz öldüğünüz, toprak ve kemik olduğunuzda, mutlak surette sizin çıkarılacağınızı mı vaat ediyor? Tehdit olunduğunuz şey uzaktır da uzaktır! Sadece basit hayatımız! Biz, ölürüz, yaşarız. Ve biz, diriltilecekler değiliz. Bu [elçi], sadece Allah hakkında yalan uyduran bir adamdır ve biz ona inanmıyoruz" dediler. Mu’minün; 33:
Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin, yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar, asla inanmayız.” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan münezzehtir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!” (İsra/90-93)
Yine müşriklerden nakledilen “Artık görüp dururken büyüye mi gidiyorsunuz?” şeklindeki ifadeden anlaşıldığına göre, onlar Kur’an’ın olağanüstü nitelikte olduğunu kabul etmekte fakat Allah’tan geldiğini itiraf edemeyerek onu “büyü” olarak tanımlamaktadırlar. Onların bu tutumları ile ilgili olarak merhum Mevdudi tarih kitaplarından şu olayları nakletmektedir:
“Muhammed b. İshak (H.Ö. 152) der ki: "Bir keresinde Ebu Süfyan'ın kayınpederi ve Hind'in babası Utbe b. Rebia, Kureyş ulularına Peygamber'i (s.a) görüp ona tavsiyelerde bulunmak istediğini söyledi. Onlar "Biz sana güveniyoruz, git ve onunla konuş" dediler. Bu olay Hz. Hamza müslüman olduktan sonra vuku bulmuştur. Bunun üzerine Utbe, Peygamber'e (s.a) gitti ve şöyle dedi: "Ey kardeşimin oğlu, biliyorsun ki sen bundan önce saygıyla anılırdın ve şerefli bir aileye mensupsun. Peki, neden halkına bu tehlikeli meseleyi getirdin? Bununla kavminin arasını açtın, kavmini akılsızlıkla suçluyor, onların dinlerini ve tanrılarını küçümsüyor ve atalarına kâfir diyorsun. Ey kardeşimin oğlu, eğer istediğin zenginlikse, mallarımızı birleştirir seni aramızda en zengin kimse yaparız. Eğer istediğin şerefse, seni liderimiz, istersen kralımız yaparız. Eğer sana musallat olan hastalıktan kurtulamıyorsan seni tedavi edecek en iyi hekimi buluruz." Utbe bu tür konuşmaya devam etti ve Peygamber (s.a) sessizce bekledi. Uzun konuşmasını bitirdiğinde, Peygamber (s.a) : "Ey Velid'in babası, konuşacakların bitti mi, yoksa söyleyecek başka şeylerin var mı?” diye sordu. Utbe, söyleyeceklerini söylediğini bildirdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a): "Şimdi beni dinle!” dedi ve Bismillah diyerek "Fussilet" suresini okumaya başladı. Utbe sanki büyülenmiş gibi onu dinliyordu. Peygamber (s.a) 38. ayete geldiğinde secde yaptı. Daha sonra secdeden başını kaldırıp: "Ey Ebu'l-Velid, sana söyleyeceklerimi söyledim, sen de duydun. Benim söyleyecek başka şeyim yok" dedi. Utbe arkadaşlarının yanına döndüğünde, onlar Utbe'nin yüzündeki ifade değişikliğini fark etmişlerdi: "Tanrı'ya andolsun, sanki o buradan giden adam değil" dediler. Yanlarına vardığında: "Ne yaptın?" diye sordular. "Tanrı'ya andolsun, bugün hiç duymadığım bir söz duydum. Allah'a andolsun, o ne şiir, ne büyü, ne de kehanet… Ey Kureyşliler, size bu adamı kendi haline bırakmanızı tavsiye ederim. Ondan duyduklarımdan mesajının burada büyük bir devrim yaratacağı sonucunu çıkardım. Eğer Araplar onu yok ederlerse kendi kardeşinizi öldürme suçundan kurtulmuş olacaksınız; eğer o Araplara üstün gelirse onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz ve onun şerefi sizin şerefiniz olacak" cevabını verdi. İnsanlar ona: "Ey Ebu'l-Velid, Tanrı'ya andolsun, sen onun büyüsüne kapılmışsın" dediler. Bunun üzerine Utbe: 'Ben kendi görüşümü söyledim. İster kabul edin, ister etmeyin' dedi." (İbn Hişam, cilt I, s. 313-314)
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 15. August 2009, 02:23 PM   #3
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

Beyhaki, yukarıdaki olayı anlattıktan sonra şunları ekler: "Peygamber (s.a) "Bu durumda eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: Ben sizi Ad ve Semud kavimlerine isabet eden yıldırıma benzer bir yıldırımla uyarıp korkuttum" ayetini okuduğunda Utbe elini Peygamber'in (s.a) ağzına kapayarak: "Allah aşkına, kavmine merhamet et!" dedi.
Aynı bağlamda İbn İshak başka bir olay anlatır. Bir keresinde Eraş kabilesinden bir adam develeriyle Mekke'ye geldi ve Ebu Cehil onun develerini satın aldı. Adam parasını isteyince, Ebu Cehil onu saçma bir takım özürlerle başından savdı. Sonunda adam Kâbe’ye geldi ve açıkça Ebu Cehil'in şerefsizliğini halka ilan etmeye başladı. O sırada Peygamber (s.a) de Kâbe’nin bir köşesinde oturuyordu. Kureyşin ileri gelenleri adama: "Bu meselede sana hiçbir şekilde yardımcı olamayız, bak şurada bir adam oturuyor, ona git, o sana paranı verir" dediler. Bunun üzerine Eraşî Peygamber'e (s.a) doğru gitti. O sırada Kureyş'in ileri gelenleri: "Bugün büyük bir eğlence olacak" diye aralarında gülüşüyorlardı. Adam Peygamber'e (s.a) durumu haber verdiğinde o hemen kalktı ve adamla birlikte Ebu Cehil'in evinin yolunu tuttu. Arkalarından bir adam da Kureyşliler adına gözcü olarak onları takip ediyordu. Peygamber (s.a) Ebu Cehil'in kapısını çaldı 'kim o' sesine "Muhammed" cevabını verdi. Bunu duyan Ebu Cehil hemen dışarı çıktı. Hz. Peygamber (s.a) ona: "Bu adamın parasını öde" dedi. Bunun üzerine Ebu Cehil hiçbir şey söylemeden develerin parasını getirdi ve adama ödedi. Bunu gören Kureyşli gözcü arkadaşlarının yanına döndü, bütün olayı anlattı ve: "Tanrıya andolsun, bugün şimdiye dek hiç görmediğim bir şey gördüm. Ebu Cehil çıktığında Muhammed (s.a) ona adamın parasını ödemesini söyledi, o da sanki büyülenmiş gibi onun dediğini yaptı" dedi. (İbn Hişam cild. II, s. 29-30) (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)
4 – De ki: “Benim Rabbim gökte ve yerde her sözü bilir. Ve O, en iyi işiten, en iyi bilendir.”
Bu ayette Rabbimiz, peygamberimize, Mekkeli müşriklerin kendi aralarında gizli gizli“Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey midir? Artık görüp dururken büyüye mi gidiyorsunuz” deyişlerinin işe yaramayacağını, Allahın hepsini bildiğini ve kendisine haber verdiğini söylemesini emretmektedir. Böylece müşriklerin gizli planlarının işe yaramayacağı ortaya konarak peygamberimize ve müminlere moral ve güven verilmekte, müşrikler ise paniğe uğratılmaktadır.
Ayetin başındaki “ قالkale” sözcüğü “ قلkul” diye de okunmuştur. “ قال kale” şeklindeki kıraat, Hamza, Kisâi ve Âsim’in râvisi Hafs'ın kıraatidir. Diğer kıraat imamları ise aynı fiili Kâf’ın zammesi, Elif’in hazfı ve Lam’ın sükûnu ile “ قلkul [De ki]” şeklinde okumuşlardır. (Razi; el Mefatihu’l Gayb) Aynı fiil Medine, Mekke, Basra, Topkapı, Türk İslam Eserleri Müzesi ve Kahire nüshalarında da “kul” şeklinde yazılıdır. Biz de fiilin “kul” şeklini itibara alarak meali “de ki” diye sunduk. Aynı mesele 112. ayet için de söz konusudur.
De ki: “Onu, göklerdeki ve yerdeki sırrı bilen indirmiştir. Şüphesiz O, bağışlayandır, merhamet edendir.” (Furkan/6)
Şüphesiz Allah'ın, onların sırlarını ve fısıltılarını bilip durduğunu ve şüphesiz Allah'ın bütün bilinmeyenlerin çok iyi bilicisi olduğunu bilmediler mi? (Tevbe/78)

5 – Aksine onlar: “Bunlar karmakarışık düşlerdir; yok yok, onu kendisi uydurdu; yok yok, o bir şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir ayet [mucize] getirsin” dediler
6 - Onlardan önce yok ettiğimiz hiçbir karye [memleket] iman etmemişti. Şimdi bunlar mı iman edecekler?
7 - Ve Biz, senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz olgun kimseleri gönderdik [elçi yaptık]. Haydiyin, siz bilmiyorsanız zikir ehli olanlara [Tevrat’ı bilenlere] soruverin.
8 – Ve Biz onları yemek yemez birer ceset kılmadık. Onlar sürekli kalıcılar da [ölümsüz] değillerdi.
9 - Sonra Biz, onlara, o vaadi [verdiğimiz sözü] yerine getirdik. Böylece onları ve dilediğimiz kimseleri kurtardık. Aşırı gidenleri de helak ettik.
10- Hiç kuşkusuz Biz, size, öğüdünüz/ şan şerefiniz içinde olan bir kitap indirdik. Buna rağmen hala akıllanmayacak mısınız?
Bu ayetlerde Rabbimiz, Mekkeli müşriklerin zihnine yerleşmiş olan “beşerden elçi olmaz ve olmamalı” şeklindeki saplantıyı açıkladıktan sonra, elçilik görevi ile ilgili olarak hem onlara hem de tüm zamanların insanlarına açıklamalarda bulunmuş ve sonra da doğrudan müşriklere hitap ederek onlara “hala akıllanmayacak mısınız?” sorusunu yöneltmiştir. Bu soru açık bir uyarı ve kınama ifadesidir.
5. ayette nakledildiğine göre, Mekkeli müşrikler “Bunlar karmakarışık düşlerdir; yok yok, onu kendisi uydurdu; yok yok, o bir şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir ayet [mucize] getirsin” demektedirler. Bu onların gizli planlarının bir parçasıdır. Yine merhum Mevdudi tarihi belgelerden şunları nakletmektedir:
İbn İshak, Tufeyl b. Amr ed-Devsî'nin başından geçenleri kendi ağzından şöyle anlattığını nakletmiştir: "Ben Devs kabilesinden bir şairdim. Mekke'ye gittiğimde çevremi Peygamber (s.a) hakkında birçok şeyler söyleyen bir yığın Kureyşli sardı. Bunun üzerine şüphelendim ve mümkün olduğu kadar ondan kaçmaya çalıştım. Ertesi gün Kâbe’ye gittiğimde onu namaz kılarken gördüm. Şans eseri, birkaç cümle duydum ve okuduklarının olağanüstü mükemmellikte sözler olduğunu hissettim. Kendi kendime: "Ben bir şairim, aklı başında genç bir adamım ve doğru ile yanlışı ayırt edemeyecek bir çocuk değilim. O halde neden yanına gidip de okuduğu şey hakkında sorular sormayayım?” dedim. Hemen sonra onu evine kadar takip ettim ve "İnsanlar senin aleyhinde o kadar çok şeyler söylediler ki, senin sesini duymamak için kulaklarıma pamuk tıkadım. Fakat bugün şans eseri senden duyduğum şeyler o denli etkileyiciydi ki mesajını daha ayrıntılı bir şekilde öğrenmeye kendimde cesaret buldum" dedim. Bunun üzerine Peygamber (s.a) Kur'an'dan bir bölüm okudu, ben de hemen orada o anda müslüman oldum. Eve döndüğümde karımı ve babamı İslâm'a davet ettim, onlar da kabul ettiler. Daha sonra kabilemi İslâm'a davet ettim. Hendek Savaşı'na dek kabilemden 80 kadar aile müslüman olmuştu." (İbn Hişam, c. II, s. 22-24)
İbn İshak'ın naklettiği diğer bir rivayete göre, Kureyş'in ileri gelenleri, yaptıkları bir toplantıda Peygamber'e (s.a) yöneltilen bütün suçlamaların asılsız olduğunu ikrar etmişlerdi. İbn İshak'a göre, bir gün Nadr b. Haris, topluluğa hitaben: "Siz bu metotlarla Muhammed'i (s.a) alt edemezsiniz. O genç bir adamken onu aranızda en iyi huylu kimse olarak kabul ediyor ve onu en doğru ve şerefliniz diye saygı duyuyordunuz. Şimdi ise o olgunluk yaşına ulaştı ve siz ona: 'Büyücü, kâhin, şair, büyülenmiş mecnun' diyorsunuz. Tanrıya andolsun, o bir büyücü değil, çünkü biz sihirbazların ne tür insanlar olduklarını ve ne tür hilelere başvurduklarını biliriz. Tanrıya andolsun, o bir kahin de değil, çünkü biz kahinlerin tahmine dayalı bilgilerinden de haberdarız. Tanrıya andolsun, o bir şair de değil, çünkü şiir sanatı onun sözlerinin şiir sınıfına dahil edilemeyeceğini takdir etmektedir. Tanrıya andolsun, o bir mecnun da değil. Çünkü biz mecnunların ne kadar saçma ve anlamsız şeyler söylediklerini biliyoruz. O halde ey Kureyş uluları, onu alt etmek için başka bir plan bulalım" dedi. Bundan sonra insanların dikkatini Kur'an'dan çevirmek için Rüstem ve İsfendiyar gibi İran kültürüne ait hikâyeleri toplumda yayma önerisinde bulundu. Bunun üzerine bu planı uygulamaya koydular ve Nadr bu hikâyeleri insanların toplu bulundukları yerlerde anlatmaya başladı. (İbn Hişam c. I, s.320-321) (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)
Müşriklerin “Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir ayet [mucize] getirsin” benzeri taleplerine bir başka surede de şöyle cevap verilmiştir:
Ve “Ona Rabbinden mucizeler indirilseydi ya!” dediler. De ki: “Mucizeler ancak Allah’ın katındadır. Ve ben yalnızca apaçık bir uyarıcıyım.
‘Kendilerine okunan Kitap’ı Bizim kesinlikle sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır.’ (Ankebut/50, 51)
Ne var ki, talep ettikleri türde mucizeler gönderilse bile, muannit müşriklerin yine de iman etmeyecekleri Kur’an’da birçok kez dile getirilmiştir. Üstelik kör inatlarından kaynaklanan bu inkârları sebebiyle Allah’ın kahrına, helakine duçar olacakları da yine O’nun Kur’an’da bildirilen bir ilkesidir. Rabbimizin Mekkeli müşriklerin istedikleri türden bir mucize göndermemiş olması, bir anlamda onların lehine bir durumdur. Çünkü mucizeleri gördükleri hâlde inanmayanlar, Allah’ın kanunu gereği, tıpkı eski kavimler gibi yerle bir olacaklardır. Allah Mekkeli kâfirlerin mucizeleri gördükleri hâlde inanmayacak olduklarını bilmektedir. İlahî azabın onların üzerine hemen gelmemesi ise Allah’ın bir rahmeti olarak değerlendirilmelidir.
Ve eğer Allah, onlarda hayır olduğunu bilseydi kesinlikle onlara işittirirdi. Ve eğer işittirseydi yine de onlar, geri duranların ta kendisi olarak sırt dönerlerdi. (Enfâl/23)
Ve Bizi, ayetleri [mucizeleri] göndermekten ancak öncekilerin onları yalanlamış olmaları alıkoydu. Ve Semud’a, açık, gözle görülebilir biçimde o dişi deveyi vermiştik de onun sebep olmasıyla zulmetmişlerdi. Ve Biz, o mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz. (İsra/59)
96, 97 – Şüphesiz, şu, aleyhlerinde Rabbinin Kelime’si hakk olmuş olan kimseler, kendilerine bütün mucizeler hep birden gelse, yine de o acıklı azabı görünceye kadar iman etmezler. (Yunus/96, 97)
Ve Biz senden önce de yalnızca, kentlerin ehlinden [kendi halkından], kendilerine vahyettiğimiz birtakım olgun kişileri elçi olarak gönderdik. Şimdi o yerlerde şöyle bir gezip dolaşmadılar mı? Ki kendilerinden önce gelip geçenlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bir baksalar! Elbette ahiret yurdu takvalı davranan kişiler için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız? (Yusuf/109)

Bu, kendilerine elçileri açık deliller ile geldiğinde: “Bir beşer mi bize yol gösterecek?" deyip de kafirleşmeleri ve sırt çevirmeleri nedeniyledir. Allah muhtaç olmadığını gösterdi. Allah zengindir, övülmeye lâyıktır. (Teğâbün/6)
Sonra nice kentler de vardı ki, zulüm yaparlarken biz onları helak ettik. Artık damları çökmüş, duvarları üzerine yıkılmıştır. (Geride) nice terk edilmiş kuyularla bomboş kalmış yüksek saraylar (bırakılmıştır).
Yeryüzünde dolaşmadılar mı ki onların, kendisiyle akledecekleri kalpleri ve kendisiyle işitecekleri kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler kör olur. (Hacc/45, 46)

“Ehl-i Zikr”

Ayette müşriklere cavap verilirken Rabbimiz “Haydiyin, siz bilmiyorsanız ‘Zikir Ehli’ olanlara [Tevrat’ı bilenlere] soruverin” denilmiştir. “Ehl-i Zikr” ifadesi ile Yahudilerden ve Hıristiyanlardan Tevrat ile ilgili bilgisi olanlar kastedilmiştir. Zira onlar geçmişte de elçilerin beşer olduğunu, hatta beşere ancak beşer elçinin gelmesi gerektiğini bilirlerdi. Ayrıca kitaplarında bir peygamberin geleceği de yazılı idi. Bu konu ile ilgili olarak A’raf suresindeki açıklamalarımızın tekrar okunmasını öneriyoruz. (Tebyinü’l Kur’an; c.3, s. 54-65)
11 – Biz, zalim olan nice kentleri de kırıp geçirdik. Onlardan sonra da başka toplumları var ettik.
12 – Öyle ki onlar azabımızın şiddetini hissettikleri zaman ondan topukluyorlardı [hızla uzaklaşıp kaçıyorlardı].
13 – - Topuklamayın! [Hızla uzaklaşıp kaçmayın]; sorgulanmanız için, içinde şımarıp azdığınız şeylere ve evlerinize dönün.-
14 – Onlar: “Yazıklar olsun bizlere! Şüphesiz biz gerçekten zalimler imişiz” dediler.
15 – İşte onların bu çağrıları, onları biçilmiş bir ekin ve sönmüş ocak [kül] haline getirinceye kadar son bulmadı.
Bu ayetlerde zulmün sonuçları açıklanmaktadır. Zulüm [şirk koşmak ve şirkin yaygınlaştırmak için çaba harcamak], toplumların felaketine neden olan en büyük manevi suçtur. Konumuz olan ayetlerde nakledilen sahne de bu suçu işleyen nankör inkârcıların dünyadaki son anlarıyla ilgilidir. Zalimler mutlaka kötü sonla karşı karşıya gelecekler, “Yazıklar olsun bizlere, Şüphesiz biz gerçekten zalimler imişiz” diye itirafta bulunacaklardır. Ne var ki, bu itiraflarının hiçbir yararı olmayacaktır, çünkü son pişmanlık fayda vermeyecektir.
Daha evvelki surelerin tahlilinde “Zoraki İman” (Tebyinü’l-Kur’an; c. 1, s: 616-619) ile ilgili detaylı açıklama yapmıştık. Bu nedenle burada sadece Mü’min suresinin son üç ayetini vermekle yetiniyoruz:
Ne zaman ki elçileri onlara, açık delillerle geldi, kendilerinde bulunan bilgiden dolayı şımarıklık etmişlerdi. Hâlbuki o, alay ettikleri şey onları kuşatmıştı.
Sonra da ne zaman hışmımızı gördüler: “Allah’ın birliğine inandık ve O’na şirk koştuğumuz şeyleri inkâr ettik” dediler.
Ama hışmımızı gördükleri zamanki imanları kendilerine fayda verecek değildi. -Allah’ın, kulları hakkındaki sürüp giden tutumu [kanunu]…- İşte o kâfirler burada hüsrana düştüler [kaybettiler, zarara uğradılar].” (Mü’min/83-85)
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, bu pasajda konu edilen zulüm, şirk ve şirke çalışmaktır; toplumda her zaman var olan ufak tefek haksızlıklar değildir. Kur’an’da “zulüm”, farklı nitelikleriyle yüzlerce ayette yer almıştır. Bu nitelikler şunlardır:
Kadınlara haksızlık yapmak, Allah'ın sınırlarını aşmak, haram lokma yemek, Allah'ın söylediklerini başka sözlerle değiştirmek, Allah'ın de­mediğini dedi diyerek O'na iftira etmek ve buna göre fetva vermek, kendilerine yapılan ilâhî uyarıları unutmak, verilen nimetlerden dolayı şımarmak, faiz yemek, haksız yere insanları inançları nedeniyle memleketlerinden çıkarmak, bozgunculuk yapmak, fitne çıkarmak ve fitne çıkaranlara kulak vermek, Allah'ı görmek istemek, peygamberlerin mucizelerini yalanlamak ve onlara inanmamakta ısrar etmek, Allah'ın davetine uymamak, peygamberine tâbi olmamak, günah işlemek, iftira etmek, şeytana kulak vermek, yalan söylemek, sapıklara uymak, yapmadığı şeyi yaptım diye söylemek, başkalarının hakkına tecavüz etmek, peygamberleri öldürmek için tuzak kurmak ve bu konuda and içmek, Allah'ın indirdiği ile hükmetmemek, küfrü imana tercih etmek, tövbe etmemek, Allah'ın âyetlerine hakaret etmek, toplumu ikiye bölüp birini tutup diğer grubu ezmek, sömürmek ve köleleştirmek.
Bu niteliklerin konu edildiği ayetlere bakıldığında, bu eylemlerin imansızlıktan kaynaklandığının konu edildiği açıkça anlaşılmaktadır.
16 – Ve Biz göğü, yeryüzünü ve aralarındaki şeyleri, oyun oynayanlar olarak yaratmadık.
17 - Eğer Biz, bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu kendi katımızdan edinirdik; eğer Biz, yapanlar olsaydık.
18 – Bilakis Biz hakkı batılın başına çarparız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsın o [batıl], yok olup gitmiştir. Ve Allah'a yakıştırdığınız vasıflardan dolayı size yazıklar olsun!
Bu ayet grubunda Rabbimiz aklı başında olanlara evrendeki hakikatleri açıklayarak insanları tefekküre yöneltmektedir. Müşrik olanlara ise işin ciddiyetini şu mesajıyla bildirmektedir: “Ve Biz göğü, yeryüzünü ve aralarındaki şeyleri, oyun oynayanlar olarak yaratmadık. Eğer Biz, bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu kendi katımızdan edinirdik; eğer Biz, yapanlar olsaydık. Bilakis Biz hakkı batılın başına çarparız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsın o [batıl], yok olup gitmiştir. Ve Allah'a yakıştırdığınız vasıflardan dolayı size yazıklar olsun!
Bu açık mesajla müşriklerin Allah’ın eş ve çocuk edindiği şeklindeki batıl inançları tümden reddedilmektedir. Allah’ın evreni yaratmada oyun veya eğlence peşinde olmadığı, eğer eğlence edinmek isteseydi bunun için herhangi bir varlık yaratmaya gerek duymadan bunu kendi katında sağlayacak kudrette olduğu bildirilmektedir.
Eğer Allah bir çocuk edinmek isteseydi, kesinlikle yaratacağından, dileyeceğini seçecekti. O, bundan münezzehtir. O, bir tek, kahredici Allah'tır. (Zümer/4)
Ve Biz gökleri, yeryüzünü ve ikisi arasındakileri oyuncular olarak yaratmadık.
Biz o ikisini sadece hak/gerçek ile yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar. (Duhan/38, 39)
Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna yaratmadık. Bu, şu küfretmiş olan kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı vay şu küfretmiş olan kişilerin hâline! (Sad/27)
Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette aklıselim sahipleri için ibret verici deliller vardır.
O kişiler ki ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler: “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen noksanlıklardan münezzehsin. Artık bizi ateşin azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, kimi ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Zalimler için yardımcılardan hiç kimse de yoktur". Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi Ebrar [İyiler/yardımseverler] ile birlikte vefat ettir. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyamet günü bizi rezil etme! Şüphesiz Sen verdiğin sözden dönmezsin." (Al-i Imran/190-194)
19, 20 - Göklerde ve yeryüzünde olan kimseler de yalnızca O'nundur. O’nun katında olan kimseler de O'nun kulluğundan büyüklenmezler ve usanmazlar, gece gündüz ara vermeyerek tesbih ederler.
Tevhid öğretisinin vaz’edildiği bu ayetlerde, yeryüzünde ve göklerde olan her şeyin yalnızca Allah’a ait olduğu, hiç kimsenin ne başıboş ne de bir başkasına ait olmadığı vurgulanarak O’nun katında olan kimseler övülmektedir. “O’nun katında olanlar” ifadesiyle nitelenen kimseler, O’nu iyi tanıyanlar, elçiler ve bilginlerdir. Rabbimiz bu kimselerin Allah’a kulluk etmekten büyüklenmediklerini [kibre kapılmayıp kulluktan kaçınmadıklarını]; O’na olan kulluk görevini usanmadan, şevkle, büyük bir hazla yaptıklarını, Allah’ın noksanlıklardan münezzeh olduğunu sürekli olarak haykırdıklarını bildirmektedir.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 15. August 2009, 02:24 PM   #4
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

Mesih ve yakınlaştırılmış melekler, Allah'ın bir kulu olmaktan asla çekinmezler. Ve kim O'na kulluk etmekten çekinir ve büyüklük taslarsa bilsin ki O, onların hepsini kendisine toplayacaktır. (Nisa/172)
Arşı taşıyan bir de onun [arşın] dış kenarından olan kimseler, Rablerinin hamdiyle tesbih ederler ve O'na inanırlar. İman etmiş kimseler için bağışlanma dilerler: “Rabbimiz! Sen rahmet ve bilgice her şeyi kuşattın. Onun için tövbe eden ve senin yoluna uyan kimseleri bağışla ve onları Cahim’in [cehennemin] azabından koru! Rabbimiz! Onları ve onların atalarından, zevcelerinden ve zürriyetlerinden Salih olan kimseleri kendilerine vaat ettiğin Adn cennetlerine girdir. Şüphesiz Sen Azîz ve Hakîm’in ta kendisisin. Onları kötülüklerden de koru. Ve Sen her kimi kötülüklerden korursan, artık o gün elbette ona rahmet etmişsindir. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir.” (Mü’min/7-9)
21- Yoksa onlar yeryüzünden birtakım ilahlar edindiler de onlar mı canlandıracaklar [onları diriltecekler]?
22 - Eğer o ikisinde [yer ile gökte] Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de kesinlikle kargaşa içinde olurdu [düzenleri bozulurdu]. O halde Arş'ın Rabbi olan Allah, onların nitelemekte oldukları şeylerden münezzehtir.
23 – O [Arş’ın Rabbi Allah], yaptığından sorumlu olmaz, onlar ise sorumlu olacaklardır.
24 - Yoksa onlar, O'nun astlarından bir takım ilâhlar mı edindiler? De ki: “Kesin delilinizi getirin. İşte şu, benimle beraber olanların öğüdüdür ve benden öncekilerin öğüdüdür." Bilakis, onların çoğu gerçeği bilmezler. Artık onlar, yüz çevirenlerdirler.
25 – Ve Biz senden önce hiçbir elçi göndermedik ki, ona: “Gerçek şu ki Benden başka ilâh diye bir şey yoktur. Onun için bana ibadet edin” diye vahyetmiş olmayalım.
Bu ayet gurubunda, müşriklerin bir takım ilahlar edinmesi konu edilerek bunun mantıksızlığı, geçmişten bu yana bu tip sapkınlıkların olduğu, Rabbimizin bu yanlış inançlardan vazgeçirmek için toplumlara elçiler gönderdiği vurgulanmaktadır.
21. ayette “istifham-ı inkarî” ile “Yoksa onlar yeryüzünden birtakım ilahlar edindiler de onlar mı canlandıracaklar [onları diriltecekler]?” diye sorulmuştur. Bunun anlamı, “onlar diriltmeye gücü yeten ilâhlar edinmemişlerdir” demektir. Bu anlamı çağrıştıracak şekilde soru sorulması, sözde ilahların aşağılanarak müşriklerin kınanması maksadına yöneliktir.
Ayetlerin muhtevası insanoğlunu tevhid konusunda düşünmeye davet eder niteliktedir. Rabbimiz, evrende birden fazla ilahın bulunmasının ondaki düzenin bozulması sonucunu doğuracağını hatırlatarak düşünen insanlara tevhid inancının aklî temelini göstermektedir. “Dû zen”in [iki kadının] olduğu evde “düzen” olmaz özdeyişiyle de ifade edildiği gibi, birbirinden bağımsız iki yöneticinin olduğu yerde düzenin değil, kargaşanın egemen olması kaçınılmazdır.
Ve ant olsun ki Biz, her ümmete, “Allah’a ibadet edin ve tağuttan sakının” diye bir elçi gönderdik. Artık Allah, bu ümmetlerden bir kısmına hidayet etti, bir kısmına da sapıklık hak olmuştur. Şimdi yeryüzünde bir gezip dolaşın da bakın yalanlayanların sonu nasıl olmuş? (Nahl/36)
Allah çocuk diye bir şey edinmemiştir; O'nunla beraber hiçbir ilâh da yoktur. Aksi takdirde her ilah kesinlikle kendi yarattığı şeyle birlikte gider ve mutlaka bazıları [diğerleri] üzerine üstün olurdu. Gaybı ve açığı bilen Allah, onların niteledikleri şeylerden münezzehtir. O, onların ortak koştukları şeylerden de çok yücedir. (Mü’minun/91)
Ve sen, elçilerimizden senden önce gönderdiğimiz kişilere sor, “Biz Rahman’ın astlarından ibadet edilecek ilâhlar kılmış mıyız?" (Zuhruf/45)
Ve Allah, buyurdu: “İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilâhdır. O halde yalnız benden korkun / yalnız bana kulluk edin.” (Nahl/51)
Peki, iki ya da daha çok ilah olduğu düşünülebilir mi? İlahların ikiliği veya daha çokluğu varsayılsa neler olur? Bu konuda Merhum Razi’nin İlm-i Kelam kitaplarında aynen verilen on dört maddelik cevap mahiyetindeki açılımını aşağıda naklediyoruz:


Tevhidin Diğer 14 Delili

1- En kuvvetlisi olan bu delile göre şöyle denilebilir: Biz, zatları gereği vacibu'l-vücûd olan iki varlığın bulunduğunu kabul etsek, bu durumda onların varlık bakımından müşterek olmaları gerekir. Yine onlardan her birinin bizzat kendisi sebebiyle, [harici bir şeye ihtiyaç kalmaksızın] diğerinden ayrılması gerekir. Hâlbuki kendisi sayesinde müşterekliğin sağlandığı şey, farklılığın edildiği şeyden başkadır. Böylece, onlardan her biri, sayesinde diğerine müşterek şeylerle, yine sayesinde diğerlerinden ayrılmış olduğu şeylerden mürekkep bir varlık olmuş olur. Halbuki, her mürekkep varlık, cüz'üne, parçalarına muhtaçtır ki, cüz'ü kendisinden başkadır. O halde, her mürekkep varlık, başkasına muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan her varlık da zatı gereği mümkün varlıktır; binaenaleyh [netice itibariyle], zâtı gereği vâcibu'l-vücûd olan, zâtı gereği mümkünü'l-vücüd olmuş olur ki, bu bir "hulf'dur. O halde, vacibu'l-vücûd sadece Allah’tır. O'nun dışında kalan her şey ise mümkin varlıktır ve O'na muhtaçtır. Halbuki, varlığı hususunda başkasına muhtaç olan, muhdestir. O halde, Allah'ın dışında kalan şey muhdestir. Bu delili, bu ayetin tefsiri kabul etmek mümkündür. Çünkü biz, vacibu’l-vücûd olan iki varlığın farzedilmesi halinde, onlardan hiçbirinin vâcibu'l-vücûd olmayacağına; vâcibu'l-vücûd bulunmadığında da, mümkin varlıklardan hiçbirinin artmayacağına ve bu durumda da, "fesad"ın gerekli olacağına delillerle işarette bulunmuştuk. Böylece, iki ilâhın bulunması halinde, bütün âlemde fesadın meydana geleceği kesinleşmiş olur.
2- Biz, iki ilahın varlığını kabul etmemiz halinde, o zaman, onlardan her birinin ulûhiyette diğerine müşterek olması gerekir. Bu durumda da, herhangi bir şey sebebiyle onlardan her birinin diğerinden ayırt edilmesi gerekir. Aksi halde, ikilikten bahsedilmez. Binâenaleyh, kendisiyle farklılığın ve seçilmenin meydana geldiği şey, ya kemâl sıfatı olur veya olmaz. Eğer bu, kemâl sıfatı olursa, bu vasfı taşımayan [taraf] kemâl vasfından uzak olmuş olur. Böylece de nakıs olur. Nakıs olan ise, ilâh olmaz. Yok, eğer ulûhiyette bu nazar-ı dikkate alınmazsa, bununla nitelenmek vacip değildir. Böylece bu, bir tahsis ediciye muhtaç olmuş olur. O halde bu demektir ki, bununla tahsis edilmiş olan, başkasına muhtaç olmuş olur.
3- Şöyle de denilebilir: Biz iki ilâhın bulunduğunu farz etsek, o ikisi arasında mutlaka onları birbirinden ayırt edecek bir farklılığın bulunması gerekirdi. Ancak ne var ki, bize göre, bu başkalık, ancak ya mekân, ya zaman, ya vâcibu'l-vücûd olma veyahut da mümkinü'l-vücûd olma açısından meydana gelir. Bütün bunlar ise, ilâh hakkında imkânsızdır. Böylece, bir başkalığın bulunması imkânsız olur.
4- İki ilâhtan birisi, âlemi idare etmede ya yeterli olur veya olmaz. Eğer yeterli olursa, ikincisi gereksiz ve kendisine ihtiyaç duyulmayan olmuş olurdu ki, bu bir noksanlıktır. Noksan olan ise ilâh olamaz.
5- Akıl, muhdes varlıkların bir faile muhtaç olmasını iktiza eder. Tek bir failin bütün âlemin müdebbiri olmasında bir imkânsızlık yoktur. Ama bu Bir'in ötesinde olması düşünülebilen fail ve müdebbirlere gelince; bu hususta herhangi bir rakamla bir başka rakam arasında fark yoktur: Bu da, sonsuz sayıların meydana gelmesi neticesine götürür ki, bu imkânsızdır. O halde, birden fazla ilâhın mevcudiyetine hükmetmek imkânsızdır.
6- İki ilâhtan biri, kendisine delâlet eden başkasına delâlet etmeyen bir delili kendisine tahsis etmeye ya muktedir olabilir veya olmaz. Birincisi imkânsızdır. Çünkü yaratıcıya delâlet eden delil ancak muhdesler ile sağlanır. Hâlbuki muhdeslerin meydana gelmesinde berikine değil de bizzat diğerine delâlet edecek delil yoktur. İkincisi de muhaldir, çünkü bu, O'nun bizzat kendisini tanıtmaktan ve izhar etmekten aciz olduğu sonucuna götürür. Hâlbuki aciz olan ise ilâh olamaz.
7- İki ilâhtan biri, yaptığı işlerden herhangi birisini diğerinden gizlemeye ya kadir olabilir veya olamaz. Eğer kadir olursa, o zaman kendisinden gizli tutulan taraf, cahil olmuş olur. Eğer kadir olamazsa, aciz olması gerekir.
8- Şayet biz, iki ilahın bulunduğun farz etsek, o ikisinin kudretlerinin toplamı, yalnız başına her birinin kudretinden daha güçlü olur. Fakat her birinin kudreti sonludur. Toplam, sonlu olan kudretlerin katlanmış biçimidir. Binaenaleyh, hepsi de sonlu olur.
9- Sayı, bire muhtaç olduğu için noksandır. Cinsinden noksan sayı bulunan bir ise noksandır. Çünkü sayı, birden fazladır. Nakıs olan ise, ilâh olamaz. O halde ilah mutlaka tektir.
10- Biz, varlığı mümkün olan bir yok farz edip, sonra da, iki ilâhın bulunduğunu varsayarak, bu durumda eğer onlardan birisi, o varlığı mümkün olan yok'u yaratamazsa, o zaman onlardan her biri aciz olmuş olur. Aciz olan ise ilâh olamaz.
Eğer onlardan biri kadir olsa, diğeri olamasa, kadir olan ilâh olur. Eğer her ikisi de kadir olursa, bu durumda onlar onu ya yardımlaşarak var etmişlerdir; bu durumda bu da demektir ki, onlardan her biri diğerinin yardımına muhtaç olmuşlardır. Yok, eğer onlardan her biri yalnız başına onu icat etmeye kadir olup, onlardan birisi de onu icat ettiğinde, bu durumda ikincisi, onun icat etmeye kadir olmaya devam eder ki, bu imkânsızdır. Çünkü mevcut olanı yeniden icat etmek [var etmek] imkânsızdır. Eğer beriki, onu icada kadir olmayı sürdüremezse, bu durumda birincisi, ikincisinin kudretini silmiş ve onu acze düşürmüş olur; böylece de onun tasarrufu altında ezilmiş olur. Dolayısıyla da ilâh olamaz. Bu durumda, şayet, "Bir, yaratacağı şeyi icat ettiğinde, kudreti ondan zail olur. Bu durumda da, sizin, onun aciz olduğunu söylememiz gerekir" denilirse, biz deriz ki: Bir o yaratacağı şeyi yarattığında, kudreti olmuş, ona kudreti intikal etmiştir. Kudretin geçmesi ise acizlik olamaz. Ama olana gelince, onun kudreti etkili olduğunda, ortağı için, kesinlikle kudret kalmaz. Tam aksine, birincinin kudretinden dolayı onun kudreti zail olmuş olur. Ve karşı tarafı acze düşürme olmuş olur.
11- Biz bu delili bir başka şekilde şöyle de ifade edebiliriz: Belli bir cisim ele alıp diyelim ki: O iki ilâhtan birisi, o cisimde hareketi, diğeri ise sükûnu; ya da, bunun aksini yapmaya kadir olabilir mi? Eğer kadir olamazlarsa, aciz olurlar. Eğer kadir olurlarsa bu durumda delili biz şu noktaya yöneltiriz: Onlardan biri, o cisimde hareketi başlattığında, ikincisinin, onda sükûnu yaratması imkânsız olur. Bu durumda birincisi, ikincisinin kudretini silmiş ve onu acze düşürmüş olur. Böylece de o, ilâh olamaz. Bu iki açıklama biçimi, her ikisini kudretine nazaran, acziyeti ifade ederler. Birinci izah da, her ikisinin iradesine nispetle acziyeti ifade ederler.
12- İki ilâh da bütün malûmatı bildiklerinde, o zaman her birinin ilmi, bizzat diğerinin ilmi olmuş olur. Böylece de, iki ilmin denk olması gerekir, iki denklikten birisini kabul eden zât, diğer denkliği de kabul eder. O halde, bunlardan her birine, bedel yoluyla, diğeriyle de vasıflanması mümkün iken, o sıfatın tahsis edilmesi, bunların her birine ilmi ve kudreti, sayesinde bu vasfı tahsis eden bir muhassisin olmasını gerektirir. Böylece de bunların her biri fakir, muhtaç ve noksan bir mahlûk olur.
13- Bu âlemde ortaklık “kusur ve noksanlık”; tek başına bulunma, kendine yetme ise “mükemmellik” kabul edilir. Nitekim biz bu âlemde kralların o basit ve sonlu hâkimiyetleri hususunda ortaklıktan olabildiğince uzak durduklarını görmekteyiz. Yine biz hükümdarın, iktidarı ne kadar büyük olursa, ortaklıktan nefret etmesinin de o kadar büyük olduğunu müşahede ediyoruz. O halde, Aziz ve Celil olan Allah'ın mülkü ve melekûtu hakkındaki kanaatin nasıl olabilir? Binaenaleyh, onlardan birisi, bu melikliği sadece kendisine tahsis etmek istese ve bunu da yapsa, yapamayan fakir ve aciz olmuş olur ki, böylece de ilâh olamaz. Bunu yapamasa, o zaman son derece üzülür ve nefret duygusu içinde olur ki, yine ilâh olamaz.
14- Biz, iki ilâhın bulunduğunu farz etsek, bu durumda onlardan her biri ya diğerine muhtaç olur veyahut her biri diğerinden müstağni bulunur, muhtaç olmaz. Veyahut da onlardan biri diğerine muhtaç olurken, diğeri ona muhtaç olmaz. Bu durumda sen bak, eğer birincisi olursa, her biri de noksan olmuş olur. Çünkü muhtaç olan noksandır, "Eğer ikincisi olursa, onlardan her biri, kendisine ihtiyaç duyulmayan şeyler olmuş olurlar. Kendisine ihtiyaç hissedilmeyen şey de noksandır. Baksana, bir beldenin bir başkanı ve yöneticisi olsa, o beldenin halkı da o başkana müracaat etmeyip ona iltifat etmeksizin kendi işlerini yapsalar, o başkan eksik ve noksan kabul edilir. Hâlbuki ilâh olan, kendisinden istifade edilen ve kendisinden müstağni olunamayandı. Eğer onlardan birisi, aksi düşünülmeksizin diğerine muhtaç olursa, muhtaç olan herkes kul, kendisine muhtaç olunan ise ilâh olmuş olur. Bil ki, bütün bu izahlar ikna etmeye yönelik ve zannî izahlardır. Esas olan ise önceki izahlardır. (Razi; el Mefatihu’l Gayb)
24 ve 25. ayetlerde, müşriklerin inançlarının herhangi bir akli ve nakli delile dayanmadığı, ilk peygamberden son peygambere kadar hepsine “Benden başka ilâh diye bir şey yoktur. Onun için bana ibadet edin” diye vahyedildiği vurgulanmaktadır.
Allah’a ortak koşan kimseler diyecekler ki: “Allah dileseydi biz ortak koşmazdık, atalarımız da ortak koşmazlardı, hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Onlardan önce yalanlayanlar da azabımızı tadıncaya kadar işte böyleydi. De ki: “Yanınızda bize çıkarabileceğiniz bir bilgi mi var? Siz, sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.” (En’am/148)
Ve onlar: "Eğer Rahman dileseydi, biz onlara tapmazdık." dediler. Onların buna dair hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece uyduruyorlar.
Yoksa Biz kendilerine bundan önce bir kitap verdik de şimdi onlar, ona mı tutunuyorlar? (Zuhruf/20, 21)
26 – 28- Ve onlar: “Rahman çocuk edindi” dediler. O [Rahman], bundan münezzehtir. Aksine onlar lütuflandırılmış kullardır. Onlar, O’nun sözünün önüne geçemezler; onlar, yalnız O’nun emriyle iş yaparlar. O, onların [Rahman’ın çocukları saydıkları şeylerin] önlerinde olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve onlar, O’nun hoşnut olduğu kimselerden başkasına şefaat edemezler. Bununla birlikte onlar O’nun haşyetinden [O’na duydukları derin saygı ve sevgiden dolayı ondan uzaklaşma korkusundan] tir tir titrerler.
29 – Ve onlardan her kim: "Ben, şüphesiz O'nun astlarından bir ilâhım" derse, artık Biz onu cehennemle cezalandırırız. İşte zalimleri Biz böyle cezalandırırız.
Tevhid inancının akli delilleri üzerinde durulduktan sonra, bu pasajda da “Rahman çocuk edindi” diyen müşrikler kınanmaktadır. Bu müşrikler, Allah’ın kendisine çocuk edindiğini iddia ettikleri varlıklar için “onlar bizim şefaatçilerimizdir, onlar bizi Allah’a yaklaştıracaklar, bizim günahlarımızı üstlenecekler” diyerek ve buna inanarak şirke bulaşmışlardı. Pasajda, müşriklerce ilahlaştırılan bu kulların aslında ilahlık iddiası olmayan saygın kullar olduğu, hiçbir varlığın ilahlık iddiasında bulunmadığı ve bulunamayacağı mesajı verilerek şirk inancı şiddetle eleştirilmektedir.
Klasik kaynaklarda bu ayetlerin iniş sebebinin Mekke’deki bir topluluk olduğu nakledilmektedir:
Bu âyet-i ke­rîme, “Melekler Allah'ın kızlarıdır” dedikleri için Huzaalılar hakkında inmiştir. Onlar meleklerin kendilerine şefaat edecekleri umuduyla meleklere ibadet ediyorlardı. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
Bu ayet, Huzaa Kabilesi hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar "Melekler Allah'ın kızlarıdır" diyorlardı ve buna, Allah Teâlâ'nın da “(Onlar) O [Allah] ile cinler arasında bir hısımlık uydurdular (Sâffat/158)” ayetiyle işaret ettiği gibi, Allah'ın evlenmek suretiyle cinlerle akraba olduğunu ekliyorlardı. (Razi; el Mefatihu’l Gayb)
Biz, bu pasajda konu edilen inanç sahiplerinin Yahudi ve Hıristiyanlar olduğu kanaatindeyiz. O dönemde kıyıda köşede bulunan küçük kabilelerin nasıl bir inanca sahip olduklarını bilemiyoruz. Bildiğimiz, Doğru Haberci’den öğrendiğimiz bu inançların Yahudi ve Hıristiyan dinleri müntesiplerine ait olduğudur.
Ve Yahudiler “Uzeyr, Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar da “Mesih, Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup güya bununla daha önce yaşayan inkârcıların sözlerini taklit ediyorlar. … (Tevbe/30)
“Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’in kendisidir” diyen kimseler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesih, “Ey İsrailoğulları! Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz Allah’a kulluk edin. Şüphesiz kim Allah’a ortak koşarsa kesinlikle Allah ona cenneti haram eder onun barınağı da ateştir. Ve zalimler için yardımcılardan kimse yoktur. (Mâide/72)
Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu İsa, sen mi insanlara: ‘Beni ve annemi, Allah’ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” O [İsa], Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; gaybleri bilen yalnız Sensin, Sen!
Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini söyledim; benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin, dedim. Ve ben aralarında olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, onları gözetleyen yalnız Sen oldun Sen. Ve şüphesiz Sen gaybleri en iyi bilensin.
Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, Aziz ve Hakîm’in ta kendisisin.”
Allah dedi ki: "Bu, doğru kimselere doğruluklarının fayda sağladığı gündür. Onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır". Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu, büyük kurtuluştur. (Maide/116-119)
Konumuz olan pasajda geçen “Ve onlar, O’nun hoşnut olduğu kimselerden başkasına şefaat edemezler” ifadesindeki “şefaat”, dünyadaki tavassut ve yardım anlamındadır. Bu konuya ait detay Necm suresinde verilmiştir. (Tebyinü’l Kur’an; c.1 , s.423)
30 – Ve şu kâfir olan kimseler, gökler ve yer bitişik bir halde idi de Bizim onları [o ikisini] ayırdığımızı ve hayatı olan her şeyi sudan kıldığımızı görmediler mi? Buna rağmen hâlâ inanmıyorlar mı?
31- Ve Biz, yeryüzünün içinde, onlar sarsılmasın diye sağlam kazıklar kıldık. Ve orada yollarını bulsunlar diye bol bol yollar kıldık.
32 – Ve Biz, gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise, onun [gökyüzünün] ayetlerinden yüz çevirenlerdirler.
33 – Ve O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratandır. Hepsi bir yörüngede yüzmektedir.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 15. August 2009, 02:25 PM   #5
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

Bu ayet grubunda, gözlerini gerçeğe kapatan, gerçekleri görmezlikten gelen müşrikler kınanmakta ve onlara “Ve şu kâfir olan kimseler, gökler ve yer bitişik bir halde idi de Bizim onları [o ikisini] ayırdığımızı ve hayatı olan her şeyi sudan kıldığımızı görmediler mi? Buna rağmen hâlâ inanmıyorlar mı?” denilmek suretiyle gözlem ve araştırma yapmaya davet edilmektedirler. Araştırma ve gözlem sonucunda Allah’ın ortaklardan münezzeh olduğu mutlaka anlaşılacaktır. Çünkü araştırma ve gözlemle elde edilen tüm deliller, evrende çok dikkate değer bir tertibin mevcut olduğunu göstermektedir. Eğer birden fazla ilah olsaydı, evrende asla böyle bir düzen ve tertip olmazdı.
Pasajda ayrıca Allah’ın kudretinin evrendeki delillerinden birkaçına da değinilmiştir: Bunlar, gökler ile yer bitişik bir halde iken ayrıldığı, her canlının sudan yaratılması, sarsılmasın diye yeryüzünün içinde sağlam kazıklar kılınması, insanlar yollarını bulsunlar diye orada bol bol yollar kılınması, gökyüzünün korunmuş bir tavan yapılması; gecenin, gündüzün, Güneş’in ve Ay’ın yaratılması, bunların bir yörüngede yüzmeleri gibi delillerdir. Bu delillerle evrendeki düzeni sağlayan ilahî yasalara dikkat çekilmiştir. Bu yasalar üzerine çalışma yapan herkes Allah’ın varlığını, birliğini; ortağının olmadığını, olamayacağını bilir.
Bu yasalardan bazıları hakkında yapılan ilmî açıklamaları daha evvelki surelerin tahlilinde nakletmiştik. Burada ise “Yer ve göğün bir zamanlar bitişik olduğu”, “her canlının sudan yaratıldığı” ve “göğün korunmuşluğu” gibi ilk kez önümüze gelen konularla ilgili ayetleri ve bu konulardaki birer çalışmayı naklediyoruz:
Sonra duman halinde bulunan göğe yerleşti/egemenlik kurdu da ona ve yeryüzüne “İsteyerek veya istemeyerek gelin!” dedi. İkisi de “Biz isteyerek geldik” dediler. (Fussılet/11)
Hiç şüphesiz gökleri ve yeryüzünü yok oluvermekten, Allah tutuyor. Ant olsun ki eğer onlar [gökler ve yeryüzü] yok oluverirlerse, onları O’ndan sonra kimse tutamaz. Gerçekten O, çok yumuşak davranan, çok bağışlayandır. (Fatır/41)
Göğün ve yeryüzünün kendi emriyle durması da O’nun ayetlerindendir. Sonra sizi yeryüzünden bir tek çağırışla çağırdığı zaman bir de bakarsınız ki siz çıkarılıyorsunuz. (Rum/25)
Sen, Allah’ın yeryüzündekileri size boyun eğdirdiğini ve kendisinin emriyle denizlerde akıp giden gemileri görmedin mi? Göğü de kendi izni olmaksızın yere düşmekten O tutuyor. Şüphesiz Allah insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir. (Hacc/65)
Allah, kendisinden başka ilah diye bir şey olmayandır, Hayy’dir, Kayyum’dur. Kendisini uyuklama ve uyku yakalamaz. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca O’nun içindir. Kendisinin izni olmadan yanında şefaat edecek olan kim miş? O, onların önlerinde ve arkalarında olan şeyleri bilir. Onlar ise, O'nun dilediğinden başka ilminden hiç bir şeyi kavrayamazlar. O'nun kürsüsü, gökleri ve yeryüzünü kucaklamıştır. Onların ikisini de korunması O'na zor gelmez. Ve O, Aliyy’dir , Azîm’dir . (Bakara/255)
TEK BİR NOKTADAN BAŞLAYAN MACERAMIZ
İnkâr edenler Evren[Gökler] ve yer birbirleriyle bitişik iken onları ayırdığımızı, her canlıyı sudan yarattığımızı görmüyorlar mı? Yine de onlar inanmayacaklar mı?” (Enbiya/30)
Ayetin ifadesinden, bu ayette belirtilenlerin inkârcılara karşı bir delil niteliğinde olduğunu, bu ayette belirtilenler sebebiyle inkârcıların inanması gerektiğini anlıyoruz. Ateistlerin en temel iddiası, maddenin sonsuzdan beri var olduğu ve maddenin tüm canlı-cansız varlıkları tesadüfen oluşturduğudur. Oysa Büyük Patlama [Big-Bang] Teorisi, Evren'in ve zamanın bir başlangıcı olduğunu ortaya koyarak ateizmin bu en temel iddiasını yıkmaktadır. Ayette "İnkâr edenler görmüyorlar mı?" diye sorulması da çok anlamlıdır. Bu şekilde ayet Evren'in ve yeryüzünün bitişikken ayrıldığının anlaşılabileceğine, bunu anlamanın mümkün olduğuna da işaret etmektedir. Ayetin doğruluğunun anlaşılacağı 1900'lü yıllar, bilimsel keşiflerin arttığı, bazılarının bilim ile dini çatışır halde göstermeye çalıştığı yıllardır. Sanayi toplumunun getirdiği refah ile şımaran insanların bazıları bu yıllarda maddeyi putlaştırmaya ve Allah'ın yerine koymaya kalkmışlardır. Tam böyle bir ortamda bazı insanların tapınmaya kalktığı maddenin yaratılmış olduğunun, yani başlangıcı olduğunun, Big-Bang ile doğrulanması, inkârcılığa inen bir tokattır. Ayetin devamında geçen "Yine de onlar inanmayacaklar mı?" cümlesi de çok anlamlıdır. Ayetin bu işaretini de tarih doğrulamış, ortaya konan tüm delillere rağmen inkârcılar inkârlarında ısrarcı olmuşlardır. Ayet bilimsel gerçekleri ortaya koyarken inkârcıların her şeye rağmen inanmama eğilimini de ortaya koymaktadır.
Ayette belirtilenler hem Evren'in başlangıcı olduğunu ortaya koyarak, inkârcılığın maddenin sonsuzdan beri bu şekilde var olduğu iddiasını yıkmakta ve inkârcıları inanmaya mecbur etmektedir, hem de Kuran'ın indiği dönemden 1300 yıl sonra anlaşılacak bu gerçek Kuran'da geçtiği için, inkârcıları bir kez daha Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu kabule zorlamaktadır.
Evren'in genişlediğini ve tüm Evren'in bitişikken birbirinden ayrıldığını Kuran dışında ortaya koyan hiç kimse olmamıştır. İşte Eski Yunan, işte Ortaçağ, işte Yeniçağ, işte Platon'lu, Thales'li düşünce yoğunluğu, işte Batlamyus, işte Kopernik, işte Kepler, işte Kant... İnsanlık tarihinin tüm dehalarının hiçbiri genişleyen bir Evren'de olduğumuzu bilemediği gibi, bu Evren'in yaratılışının başında her şeyin birbiriyle bitişik olduğunun da farkına varamamışlardır. Gelişmiş aygıtlar olmadan, bilimsel birikim kullanılmadan bu sonuçlara varmak imkânsız olduğu için tüm bu ünlü felsefeciler, fizikçiler bu sonuçlara varamamışlardır. Evren'in yaratıcısı Evren hakkındaki bu en önemli bilgileri kitabıyla insanlara bildirerek hem bu Evren'sel oluşumlara dikkatleri çekmiş, hem de Kuran'ın kendisi tarafından gönderilen bir kitap olduğunu ispat etmiştir. Günü gelince Uzay'da bir nokta olan insana tüm Uzay'ın bir noktadan yaratıldığının delillerinin örtüsünü açan Allah, böylece hem Evren'in bilgisini insanlara sunmuş, hem de kendi kitabının mucizelerini göstermiştir. Ayetin, açık mucizesi kadar "İnkâr edenler görmüyorlar mı?" ifadesiyle ayetin açıklamalarının anlaşılacağına işaret etmesi, "Yine de onlar inanmayacaklar mı?" ifadesiyle inanmayanların bu delillere rağmen inkârcılıklarına devam edeceklerine işaret etmesi de çok ilginçtir. Nitekim Einstein da Evren hakkında yaptığı keşiflerden çok, bunların anlaşılabilmesine şaştığını söylemiştir. Bundan da ayetin, insanların bu ayette ifade edilenleri anlayabileceğine işaretinin önemi anlaşılmaktadır.
KOZMİK FON RADYASYONU DELİLİ
Ayette Evren'in başta bitişik olduğu Arapça "ratk" kelimesiyle ifade edilir ki; bu kelime kaynaşmış durumda iç içe geçmeyi ifade eder. Arapça "fatk" kelimesi ise ayrılmayı, bölünerek ayrılmayı ifade eder. Ayetin belirttiği bu ayrılmayı Lemaitre ortaya koyduğunda, bu kuramın başta dirençle karşılaştığını Evren'in genişlemesini açıklarken anlattık. Bu fikre karşı koyanlardan biri de Fred Hoyle idi. 1940'lı yıllarda Fred Hoyle, Evren'in Big-Bang ile başlaması halinde, bu ayrılmanın [patlamanın] bir kalıntısı olması gerektiğini öne sürerek; "Bana bu Big-Bang'in bir fosilini bulun" dedi. Aslında Fred Hoyle bunu Big-Bang ile alay etmek için söylemişti. Onun bu alaycı meydan okuması Big-Bang'i destekleyen birçok delilin bulunmasına yol açtı. Hoyle'nin alay etmek için kullandığı fosil tabiri, ilginç bir şekilde o zamandan sonra bulunan deliller için kullanıldı. Hoyle Big-Bang ile alay ederken, onu yok etmek isterken, istemeyerek onun daha da çok kanıtlanmasını sağladı.
1948'de George Gamov ve öğrencisi Ralph Adler, Big-Bang olduysa gerçekten Hoyle'nin söylediği fosilin olması gerektiği sonucuna vardılar. İleri sürdükleri mantığa göre Evren Big-Bang'den sonra her yöne doğru genişlediğinden bu alçak düzey fon radyasyonu, bakılan her yönde mevcut olmalıydı. Big-Bang'den sonra çıkan diğer bütün radyasyonların Evren'in içinde belli bir başlangıç noktaları olacak ve sadece o noktadan dışarı doğru yayılacaklardı. Ancak tüm Evren'i başlatan bir patlamadan çıkan radyasyon böyle bir tek noktaya kadar izlenemezdi. Böyle bir Evren'in genel dinamik genişlemesiyle bu radyasyon her yana yayılmak zorundaydı. Gamov ve Adler'in tahmin ettiği radyasyon 1960'larda New Jersey'de Princeton Üniversitesi’nde bir grup tarafından çok hassas aletlerle araştırılmaya başlandı. Fakat bu çok önemli bulguyu bulmak enteresan şekilde başkalarına nasip olacaktır. Arno Penzias ve Robert Wilson, Bell telefon şirketinde iki araştırmacıdır. Bir gün ikili Evren'in her yanından gelen bir parazitle karşılaşırlar ve bunun sebebini tam olarak anlayamazlar. İşin enteresan yanı, Penzias ve Wilson olayı iyice anlamak için çok yakınlarda çalışan Princeton Üniversitesi’ndeki ekipten Robert Dicke ve arkadaşlarını telefonla ararlar. Telefonu kapatan Dicke büyük bir hayal kırıklığına uğrar ve Nobel ödülünü kazandıracağını umdukları keşfi başkalarının bulduğunu anlar. Evet, bir soğuk kaynakla kıyaslıyorlardı ve hep mutlak sıfırın tam 3 derece üstünde 3 Kelvin'deydi. Radyasyon tam beklenen özelliklere sahiptir ve Evren'in her tarafından gelmektedir. Hoyle'un bulunmayacağını sandığı fosil bulunmuştur. Nobel ödülünü de böylece Penzias ve Wilson kazanır.
UYDUDAN BÜYÜK PATLAMA'YA DESTEK
Penzias ve Wilson 1965'teki keşifleriyle Nobel'i aldıktan sonra, 1989 yılında daha da gelişen teknolojinin yardımıyla COBE uydusu bir roketle uzaya gönderildi. COBE uydusundan gelen veriler Penzias ve Wilson'un buluşunu destekledi. Birçok kişi COBE'nin verilerine kesin kanıt dedi. Böylece 1927'de Lemaitre ile başlayan süreç 1989'da yeni kanıtlar bulmuştu. Yıl 1989'u gösterdiğinde Kuran'ın inmeye başladığı tarihten 1400 yıldan fazla bir zaman geçmişti ve Kuran'ın söyledikleri uyduyla da ispatlanıyordu.
Issız bir adaya çıksak ve bu adada küllere rastlasak herhalde hiçbirimizin bu adada daha önce bir ateşin yandığına şüphesi olmaz. Bu küller adada daha önce yanan ateşin bir nevi fosilidir. Aynı şekilde COBE'nin ve daha önce Penzias ve Wilson'ın bulduğu fosil ışın da Big-Bang'in bir kanıtıdır. Bu fosil-ışının Evren'in her yanına dağılmış durumda olması gerektiğinin Big-Bang ile alay etmek isteyenlerce ortaya atılması da bu delilin sağlamlığının diğer bir göstergesidir.
Big-Bang'i kanıtlayan delillerden biri de Evren'deki hidrojen-helyum oranıdır. 1930'lu yıllarda her gök cisminin yapısına göre özel bir ışık saçtığı olgusundan yola çıkan astronomlar, yıldızların ve galaksilerin bileşimini analiz etmek için özellikle tayfölçerlerden yararlandılar. Tayfölçer ve matematik sayesinde, Evren'in, ilk aşamasında ortalama olarak %75 hidrojen, %24 helyum ve %1 oranında da karbon ya da azot gibi öteki elementleri içerdiğini hesapladılar. Oysa yıldızlar bu kadar hidrojen ve helyum üretmiyorlardı. Değişik bilim adamları tarafından yapılan hesaplar %20-%30 miktarında helyumun yıldızlardan önce meydana gelmiş olması gerektiğini ortaya koydular. Yalnızca Big-Bang'in ilk anlarında var olan ateş topu bu miktardaki hafif gaz sentezini gerçekleştirebilirdi. Big-Bang sonucu oluşması beklenen tablo ile Uzay'daki hidrojen ve helyum miktarı, teoriyi destekleyen delillerden bazılarıdır.
Big-Bang'i kanıtlayan deliller yeterli olmakla beraber, 2000 yılına girildiğinde bile bu delillerin sürekli arttığını görüyoruz. İsviçre'nin Cenevre kentinde Dünya'nın en ünlü fizik merkezlerinden CERN'de 6 milyar Sterlin harcanarak Big-Bang ortamı oluşturulmuştur. Bu deneyin bulguları da Big-Bang'i destekler özelliktedir. Araştırmaya liderlik eden Londra'daki Imperial Koleji öğretim üyelerinden Fizikçi Prof. Peter Dornan'a göre bu deneyin bulguları 21. yüzyılın en önemli buluşlarındandır.
Evren'in bir başlangıcı olması gerektiğini Termodinamik'in kanunları da desteklemektedir. Termodinamik'in ikinci kanunu [Enerjinin Bozulması Kanunu] kendi haline bırakılan sistemlerin düzensizliğe doğru eğilimleri olduğunu, enerjinin daha az kullanılabilir hale doğru gittiğini ve sonuç olarak tam bir işe yaramaz duruma eriştiğini ifade eder. Eğer Evren ve madde sonsuzdan beri var olsaydı sonsuz zamanda hareket tamamen durmuş olacaktı. [Gerçi sonsuz zaman vardır demek, sonsuzu geçip buraya geldik demektir. Oysa sonsuz geçmez, eğer geçiyorsa sonsuz değildir. Kısacası zaman olarak şu noktadaki varlığımız bile bir başlangıcın varlığını ispat eder. Zihin zamanın yaratılmadığını düşündüğü anda çelişkiye, ikileme düşmeye mahkûmdur. İkilemin yegâne çözümü zaman kavramının yaratıldığını bilmekten geçer.] Evren'in başlangıcı olmasının gerekliliği ile Evren'in başlangıcını ispat eden Big-Bang'in bu uyumu da deliller üstüne bir delildir.
MUHAMMED (AS) PEYGAMBER UZAYA UYDU MU GÖNDERDİ?
Big-Bang'in doğrulanması için Uzay'daki uydulardan gelen verilerin kullanıldığını gördük. Peki, Uzay'a gönderilen bu uydudan 1400 yıl önce Muhammed (as) Peygamber, Yerküre'nin Evren'le bitişik olup sonra ayrıldıklarını nasıl anlamıştı? Uzay'ın her an genişlediğini Muhammed (as) Peygamber'in nasıl bilebildiğinin ortaya çıkması için "Acaba çölün kumları altına bir teleskop mu sakladı?" diye sorduk. Üstelik bu teleskopun Hubble'ın teleskopu gibi gelişmiş olması gerekirdi. Peki, inkârcılar acaba Evren'in başta tek bir birleşim olduğunu "Muhammed kozmik fon radyasyonunu hesaplayarak buldu" diye mi iddia edecekler? Bunun için Muhammed (as) Peygamber'in herkesten gizlediği uydusunu Uzay'a gönderdiği ve bu uydudan gelen verileri değerlendirerek COBE'den önce gerekli çıkarımları 1400 yıl önce yaptığı fikrini mi savunacaklar? COBE'den 25 yıl önce fosil radyasyonu, telefon şirketinin ekipmanlarıyla keşfeden Penzias ve Wilson, Nobel ödülünü aldılar. Peki, 1400 yıl önce Evren'in tek bir birleşimden oluştuğunu da, Uzay'ın genişlediğini de söyleyen Muhammed'in (as) Peygamberliğini inkâr edenler, acaba en azından onu Nobel fizik ödülüne aday gösterecekler mi?
Görüldüğü gibi Kuran'ın Allah tarafından gönderilmediğini, Hz. Muhammed'in Kuran'ı kendisinin yazdığını söyleyenler, ne iddia ederlerse etsinler komik duruma düşmekten kurtulamayacaklardır. İnanmaya niyeti olmayanlar hangi delili görürlerse görsünler, kendilerini inkâra şartlandırmışlardır. Hz. İbrahim'e karşı böyleydi, Hz. Musa'ya karşı böyleydi, Hz. İsa'ya karşı da böyleydi, Hz. Muhammed'e karşı da böyledir. İnkârcıların tavrı, tarih boyunca hep aynı psikolojiyi yansıtır. Aşağıdaki ayette görüleceği gibi Hz. Musa'ya karşı koyanlar da, her ne delil görürlerse görsünler inkâr edeceklerini söylemişlerdir.
Bizi büyülemek için delil olarak her ne getirirsen getir, biz sana inanmayacağız.” (Araf/132)
BİG BANG ALLAH'IN BİRLİĞİNİN DE DELİLİDİR
Çok tanrılı inançlar değişik toplumlarda ve değişik çağlarda birbirlerinden apayrı yapılara sahiptir. Eski Mısır'da gözüken çok tanrılı inançla, Hintliler'in çok tanrılı inanç sistemi birbirinden çok farklıdır. Fakat çok tanrılı inanç sistemlerinin ortak özellikleri değişik tanrılara değişik hâkimiyet alanları ayırmalarıdır. Güneş bir tanrıdır, Ay ise değişik bir tanrıdır, dağların tepesindeki falanca tanrı apayrı bir tanrıdır. Kimi tanrı yağmurlardan, kimi tanrı rüzgârlardan sorumludur, kimi tanrı dağların hâkimidir, kimi tanrı nehirlerin hâkimidir... Evren'i ayrı ayrı bölümlere ayıran çok tanrılı zihniyetlere karşın tek Allah inancına sahip olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet Evren'i bir bütün olarak görmüşlerdir. Bu inançların sebebi ise tek bir Allah'ın yarattığı Evren'de ayrılığın, bölünmüşlüğün olamayacak olmasıdır. Bu dinlere göre bölünmüşlük dış görünüştedir, fakat işin özünde Evren'e teklik hâkimdir, tek Allah'ın kontrolünde olan Evren her noktası birbiriyle ilişkili bir bütündür.
Kindi, Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd gibi İslam bilginlerinden birçok Hıristiyan bilginine kadar ünlü felsefeciler "Birden bir südur eder[çıkar]" diyerek tek Allah'ın yarattıklarında bir bütünlük olması gerektiğini söylemişler ve bu bütünlüğün Allah'ın Bir'liğinin delili olduğunu vurgulamışlardır. Daha sonra bu düşünürler Evren'de meydana gelen tüm olayların birbirleriyle nasıl ilişkili olduğunu açıklayarak bu birliği göstermeye çalışmışlardır. Big Bang ile ortaya çıkan gerçeklerden sonra ise, Evren'deki yaratılanların birliği bir kez daha ispatlanmıştır. Çünkü artık Evren'in başının tek bir birleşim olduğu açıkça gözükmektedir. Evren'de oluşacak olan her şey bu teklikten oluşacağına göre, zaten birlik içinde ve birbirleriyle ilişkili olmak zorundadır. Artık hiç kimse Güneş'in ayrı, Ay'ın ayrı, insanın ayrı, yılanın ayrı, falanca bitkinin ayrı bir yaratıcısı var diyemez. Evren'in kökeni bir tekliktir, bu tekliği yaratan kim ise; bu teklikten ortaya çıkan Güneş'i, Ay'ı, insanı, hayvanları, bitkileri de yaratan O'dur. Hiç şüphesiz Big Bang olmadan da mantıklı bir şekilde Evren'in ayrı yaratıcıları, tanrıları olduğu fikrinin mantıksızlığı ortaya konmuştur. Fakat Big-Bang bu konuda da çok kestirme, çok sağlam bir açıklama getirmiştir
“De ki: O Allah Bir'dir. Allah, her şeyin muhtaç olduğudur. Doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Ve hiçbir şey O'nun dengi değildir.” (İhlas/1-4) (Kur’an Araştırmaları Gurubu)

GÖKYÜZÜ KORUNMUŞTUR
“Ve gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise bunun delillerinden yüz çeviriyorlar.” (Enbiya/32)
Atmosfer'imiz gözle görmediğimiz gazlardan oluşmuş, 10 bin km'ye varan kalınlıkta şeffaf bir kabuktur. Uzay'dan Dünya'mıza her gün irili ufaklı milyonlarca meteor düşmektedir. Atmosfer'imiz bu meteor bombardımanına karşı şeffaf yapısına rağmen adeta çelikten bir set gibi karşı koymaktadır. Atmosfer'in bu özelliği olmasaydı Dünya'da hayat olmazdı, yeryüzü ise delik deşik olurdu. Bunun bir örneğine uydumuz Ay'a gidildiğinde tanık olduk. Sağanak halinde yağan taşlar, Ay yüzeyine çarpmış, irice olanları ise Ay'ın kabuğunun içine de girerek derin çukurlar oluşturmuştur. Meteorlar, Atmosfer'deki moleküllere, büyük bir hızla çarpmakta, yüksek bir sıcaklık kazanıp buharlaşmakta ve toz parçalarına dönüşerek kaybolmaktadır. Atmosfer aynı zamanda Güneş'ten gelen zararlı ışınları bir filtre gibi süzerek Dünya'daki hayatın yok olmasını önlemektedir.
Eğer atmosferimiz koruyucu bir şemsiye gibi bizi korumasaydı, Dünya'nın yüzeyi de Ay’ın yüzeyi gibi olurdu.
Bu süzme işlemi de Evren'deki diğer oluşumlar gibi çok ince şekilde planlanmıştır. Zararlı ışınları süzen Atmosfer, yaşamın devamını sağlayan ışınları ise süzmez, onların yaşamı devam ettirmelerini engellemez. Böylece gökyüzü, Allah'ın kendisine yüklediği görevleri en güzel şekilde yerine getirmekte, Evren'deki tüm varlıklar gibi kendisinin de bilinçli, gayeli, mükemmel bir şekilde yaratıldığını görmeyi bilen gözlere göstermektedir. Fakat ayetin ifadesinde dendiği gibi inkârcılar her türlü delili görmezlikten geldikleri gibi gökyüzünün yaratılışındaki bu delilleri de görmezlikten gelmektedirler. Atmosfer'deki tüm bu ayarlamalar her şeyin hayatın oluşması için planlandığını, tüm yaratılışların çok ince bir ayarla gerçekleştiğini göstermektedir.
Uzay'daki ısı ortalama –270 °C'ye gelmektedir. Dünya'mızın Uzay'daki bu soğuktan korunması da Atmosfer'in, insanlığın ve tüm canlılığın hizmetine uygun şekilde yaratılması sayesindedir. Atmosfer sahip olduğu özellikler sayesinde Güneş'ten gelen enerjinin çabucak gök boşluğuna geri dönmesini engellemektedir. Ayrıca Güneş ışınlarının dağılmasını sağlayarak, Güneş'i doğrudan görmeyen ve gölge olan yerlerin de aydınlık olmasını olanaklı kılmaktadır. Atmosfer, içerisinde oluşan hava hareketlerine bağlı olarak yeryüzünde sıcaklığın dengeli dağılmasını sağlar. Bu yolla çok ısınan yerlerdeki hava kütleleri, az ısınan yerlere taşınır ve bir denge kurulur. Böylece sürekli ısınan ekvator ve çevresinde sıcaklıkların aşırı yükselmesi, devamlı sıcaklık kaybına uğrayan kutup çevrelerinin ise aşırı soğuması önlenmiş olur. Kısacası Uzay'ın öldürücü ısıdaki soğuğundan korunmamızdan Dünya'daki yaşanılabilen ısının sağlanmasına kadar tüm oluşumlar Allah'ın, Atmosfer'i tüm detaylarıyla mükemmel şekilde yaratması sayesinde mümkün olabilmiştir [Arapça "gök" ifadesiyle Atmosfer'den tüm Uzay'a kadar, yaşadığımız alanın üstünde kalan tüm bölgenin kastedildiğini daha önce de söyledik. Bu yüzden ayette bahsedilen "göğün korunması" ifadesiyle Atmosfer'de gördüğümüz oluşumlara işaret edildiği gibi tüm Uzay'ı kapsayacak oluşumlara da işaret edilmiş olması mümkündür].
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 15. August 2009, 02:26 PM   #6
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

“VAN ALLEN” KUŞAKLARI
Dünya'mızın üst tarafından korunması yalnızca Atmosfer'in özellikleriyle sınırlı değildir. Daha önce de gördüğümüz gibi, yerküremizin içindeki madenlerin oluşturduğu manyetik alan Dünya'mızın etrafında "Van Allen Kuşakları" diye adlandırılan koruma zırhını meydana getirmektedir. Bu zırh bizi radyasyon bombardımanlarından korur. Bu zırh olmasaydı Dünya'daki hayat mümkün olmayacaktı. Güneş dışındaki yıldızlardan gelen öldürücü kozmik ışınlar, Dünya'nın etrafındaki bu koruyucu kalkanı geçememektedir. Söz konusu plazma bulutları Hiroşima'ya atılan atom bombasının 100 milyar katına ulaşan değerlere bile gelebilmektedir. Güneş'ten de Dünya'mıza ısı ve ışık dışında, radyasyon ve hızı saniyede 1.5 milyar km'ye varan proton ve elektronlardan oluşan bir rüzgar gelir, fakat Güneş rüzgarları da Dünya'nın 40 bin mil uzağında manyetik halkalar çizen Van Allen Kuşaklarını geçemez. Manyetik alanımızın koruması sayesinde biz, hayatımızı tehdit eden tüm bu oluşumlardan zarar görmeden yaşamaktayız. Yerkürenin çekirdeğindeki oluşumlar sayesinde, gökyüzünde koruyucu bir tavan manyetik alan olarak oluşmaktadır. Ayette söylenen, Dünya'mızın üstünün "korunmuş tavan" özelliğine sahip olması; Dünya'mızın dönüş hızı, Güneş'e konumu, Atmosfer tabakalarının şekli, yapısı, kalınlığı, Dünya'mızın çekirdeğinin yapısı, birleşimindeki maddelerin oranı ve daha birçok değişkenin en uygun oranda, en mükemmel şekilde bir araya gelmeleri sayesinde mümkün olmuştur. Yaşamımız için mutlaka gerekli olan bu şartların bilinçli bir Yaratıcı tarafından planlandığı çok açıktır. Mantık ve vicdan, gökyüzünün bu koruyucu özelliklerinin tesadüfen oluştuğu iddiasını da, Kuran'ın bir insanın aklı ve becerisi ile yazılabileceği iddiasını da reddetmektedir. (Kur’an Araştırmaları Gurubu)

TOPRAK VE SUDAN YARATILMA
İnsanı çamurdan oluşan bir özden yarattık.” (Müminun/12)
O yarattığı her şeyi güzel yaratmıştır. Ve insanın yaratılışına çamurdan başlamıştır.” (Secde/7)
Sizi topraktan yaratması O'nun delillerindendir. ...” (Rum/20)
Ve O sudan bir insan yarattı ve ona soy sop verdi. Efendin her şeye gücü yetendir.” (Furkan/54)
Kuran, insan yaratılırken kullanılan ham maddelerin toprak ve su olduğunu ortaya koymaktadır. Kuran, bazen bu ham maddeleri ayrı ayrı vurgulamakta, bazen de insanın çamurdan yaratıldığını söyleyip toprak ve suyun bileşiminden insanın yaratıldığını açıklamaktadır.
İnsanın topraktan yaratılması üzerine çok spekülasyonlar yapılmıştır. Biyoloji ve kimya gibi bilimlerin ilerlemesiyle; hem toprağın, hem de insan vücudunun analitik incelemesi yapıldı. Bu incelemeler sonucunda insan vücudunun içerdiği maddeler ile toprağın içerdiği maddelerin tamamen aynı olduğu anlaşıldı. Bu maddeler alüminyum, demir, kalsiyum, oksijen, silikon, sodyum, potasyum, magnezyum, hidrojen, klor, iyot, manganez, kurşun, fosfor, bakır, gümüş, karbon, çinko, kükürt ve azottur. Amerika'daki bir kimya bürosunun yaptığı analize göre insan vücudunun %65'i oksijen, %18'i karbon, %10'u hidrojen, %3'ü azot, %1.5'u kalsiyum, %1'i fosfor, geri kalanı da diğer elementlerdir. Yaratılış denilen Allah'ın muhteşem sanatı işte bu cansız, şuursuz atomları belli bir şekilde birleştirip insanı meydana getirmektedir. Bu maddeler sırf ham madde olarak çok düşük değerlere alıcı bulmaktadır. Oranlarını verdiğimiz temel maddelerin New York Borsasındaki değeri 4.5 Dolar'dır. Evet, tam tamına 4.5 Dolar. İşte insanın temel malzemesinin fiyatı… Allah 4.5 Dolar'lık malzemeden insan mucizesini yaratmaktadır. Görülüyor ki, beceri, bu 4.5 Dolar'lık malzemede değildir. Bütün övgü, bu ham maddeleri de, bu ham maddelerden insanı da yaratan Allah'adır.
Övgü Âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (Fatiha/2)
TOPRAĞIN ÖZÜ
Müminun/12’de dendiği gibi, insan bir “özden” yaratılmıştır. Allah topraktaki elementleri, çok ince bir şekilde ayarlayarak insanı yaratmıştır. İnsan vücudunda gerekli her element belli değer aralıklarında var olabilmektedir. Bu değer aralığından sapmalar olduğunda hastalıklar, ölümler ortaya çıkabilir. Vücutta baştan bu maddeler dengeli bir şekilde dağıtıldıkları gibi, vücut sonradan bu maddeleri dengeli bir şekilde kullanacak, fazlalıkları dışarı atacak biçimde de yaratılmıştır. İnsan vücudunda yaklaşık 2 kg kalsiyum vardır. Eğer bu kalsiyum azalırsa bir elmayı ısırmamız dişlerimizin parçalanmasıyla sonuçlanabilir. Vücudumuzun 120 gr kadar potasyuma ihtiyacı vardır. Bu maddenin eksikliği kas ağrıları, kramplar, yorgunluk, bağırsak rahatsızlıkları, kalp çarpıntısı olarak kendini gösterir. Çinkoya olan ihtiyacımız ise sadece 23 gr kadardır. Bu düşük miktarın eksikliği hafıza kaybı, cinsel yetersizlik, hareket gücünün azalması, koku ve tat alma duyusunun zayıflamasıyla kendini gösterir. 100 mikrogramlık selenyumun eksikliği kas zayıflığı, kalp ve damarlardaki esneme kabiliyetinin bozulmasıyla kendini gösterir.
Tüm bu veriler bize Allah'ın insanı topraktan rastgele yaratmadığını, aynı ayette söylendiği gibi; toprağın içindeki elementleri belli ölçüyle belirleyerek insanı toprağın belli bir özünden yarattığını göstermektedir. Görüldüğü gibi Kuran'da hiçbir kelime boşu boşuna geçmemektedir.
İnsan vücudundaki bu elementlerin incelikle ayarlanması Allah'ın mükemmel tasarımcılığını gözler önüne sermektedir. Secde Suresi'nde Allah'ın güzel yaratışına dikkat çekilmektedir. Gerçekten de çamur gibi basit görünümlü bir maddeden insan gibi bir eserin yaratılması Allah'ın delillerindendir. Nitekim Rum Suresi'nin 20. ayeti topraktan yaratılışın Allah'ın delillerinden biri olduğunu vurgulamaktadır.
SU NASIL CANLANIYOR?
“... Her canlıyı sudan yarattık. Hala inanmayacaklar mı?” (Enbiya/30)
Allah hareket eden her canlıyı sudan yarattı.” (Nur/45)
Furkan Suresi'nde insanların, Enbiya ve Nur Sureleri'nde ise tüm canlıların sudan yaratıldıkları söylenmektedir. Su, biyolojik olarak yaşayan maddenin temel unsurudur. İnsan hücrelerden oluşmuştur. Hücreleri incelediğimizde % 60 ile % 80 arasında sudan oluştuğunu görürüz. Temel maddesi su olan hücre, canlı bir maddedir. Canlılığın temeli olan su olmadan canlılık mümkün değildir.
Suyu incelediğimizde suyun iki hidrojen ve bir oksijen atomundan meydana geldiğini görürüz. Kimyasal olarak her özelliği mükemmel ayarlanmış olan su, tamamen cansız olan, %99'u boşluk olan atomlardan oluşur. Nasıl oluyor da %99'u boşluk olan cansız atomlardan oluşan sudan yaratılan hayvanlar, insanlar canlanıyorlar? Bu noktayı iyice düşünen, becerinin cansız atomlarda değil, bu cansız atomları canlandıran Allah'ta olduğunu anlar.
“O Allah'tır. Yaratandır, kusursuzca var edendir, biçim verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nu yüceltir. O üstündür, bilgedir.” (Haşr/24) (Kur’an Araştırmaları Gurubu)
34 – Biz, senden önce de hiçbir beşer için sonsuzluk kılmadık. Peki, sen öldün de onlar sürekli kalanlar mıdırlar?
35- Her nefis [kimliği olan varlık] ölümü tadıcıdır. Ve fitne olmak üzere, sizi Biz, şer ve hayır ile belalandırırız. Ve siz yalnız Bize döndürüleceksiniz.
Bu ayet grubunda Rabbimiz, Resulullah’ın çevresinde olup bitenleri nakletmektedir. Müşrikler peygamberimizin ölümünü bekliyorlar ya da onu öldürmek istiyorlardı. Onların bu beklenti ve istekle­rinin cevaplandırıldığı bu ayetlerde Rabbimizin canlı varlıklar için koyduğu kesin yasa hatırlatılmaktadır: Herkes ölümlüdür; kimse dünyada ebedi kalmayacaktır. Geçmişten bu güne kalmış, beklemiş kimse de yoktur. Hepsi Allah’a döndürülmüştür.
Bu ayet aynı zamanda yabancı kültürlerin etkisiyle Müslümanlar arasına girmiş olan “Hızır” anlayışını da reddetmektedir.
Onun üzerindeki her kişi fânidir. Ve o celal ve ikram sahibi Rabbinin yüzü baki kalır. (Rahman/26; 27)
Konumuz olan ayetlerin inişi hakkında “Esbab-ı Nüzul” kayıtlarında şu bilgiler yer almaktadır:
Bu âyet-i kerîme, müşriklerin “Biz Muhammed'e ölümün musibetlerinin ge­lip çatmasını bekliyoruz” demeleri üzerine inmiştir. Çünkü müşrikler onun peygamber olduğunu reddediyor ve “O bir şairdir. Onun ölümün musibet­lerine uğramasını bekliyoruz. Belki o da filân oğullarındaki şairin öldüğü gibi ölür” diyorlardı. Yüce Allah da bunun üzerine şöyle buyurdu: “Senden önceki peygamberler öldü. Yüce Allah da onun dinini zafere kavuşturmayı ve ko­rumayı üzerine aldı. İşte Biz senin dinini ve şeriatını da böylece koruyaca­ğız.” (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
35. ayette “Ve fitne olmak üzere, sizi Biz, şer ve hayır ile belalandırırız” buyrulmuştur. Buradan anlaşıldığına göre, Rabbimiz insanı sadece bela ve sıkıntılar ile değil, bolluk ve varlıkla da imtihan etmektedir. Bununla Rabbimiz insanların varlıkla, bollukla, sağlıkla şımarıp şımarmayacaklarını, azıp azmayacaklarını ortaya çıkarmaktadır.
De ki: “O [Allah] her şeyin Rabbi iken, ben Allah’tan başka Rabb mi arayayım?” Her kişinin kazandığı yalnız kendisine aittir. Yükünü taşıyan kimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Sonra sadece Rabbinizedir dönüşünüz. Böylece O [Allah], ayrılığa düştüğünüz şeyi size haber verecektir. Ve O, sizi yeryüzünün halifeleri kılan, verdikleriyle sizi belalandırmak [sınamak] için, kiminizi kiminizin üzerine derecelerle yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk olandır ve şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (En’am/164, 165)
Kitap’tan yanında bilgi olan kimse: “Ben onu sana bakışın kendine dönmeden önce getiririm” dedi. Sonra o [Süleyman] onu [Melike’nin tahtını] yanında durur bir hâlde görünce: “Bu, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni belâlandırmak için Rabbimin fazlındandır. Ve kim şükrederse hiç şüphesiz kendisi için şükreder. Kim de nankörlük ederse hiç şüphesiz ki Rabbim çok zengin ve Kerim’dir.” (Neml/40)
Şüphesiz Biz yeryüzündeki, ona süs olan şeyleri onların hangisinin daha güzel amel edeceğini sınamamız için yaptık. (Kehf/7)
36 – Ve o inkâr etmiş kişiler seni gördükleri zaman, sadece, seni alaya alıyorlar; “İlâhlarınızı anıp duran bu mudur?” Hâlbuki onlar Rahman’ın zikrini inkâr edenlerin ta kendileridir.
Müşriklerin densizliklerinin nakledildiği bu ayette, geçmiş kavimlerin kendilerine gelen elçileri alaya aldıkları gibi onların da kendilerine gelen Resulullah’ı alaya aldıkları bildirilmektedir. Müşriklerin bu alaycı tavırları başka ayetlerde de konu edilmiştir:
Seni gördükleri zaman da; “Bu mu Allah’ın elçi olarak gönderdiği? Şayet tanrılarımıza inanmakta sebat göstermeseydik, gerçekten de bizi neredeyse tanrılarımızdan saptıracaktı” diye seni alaya almaktan başka bir şey yapmıyorlar. Ve onlar yakında azabı gördükleri zaman, kimin yolca daha sapık olduğunu bilecekler! (Furkan/41, 42)
Ve ant olsun ki, senden önceki elçilerle alay edildi. Ben de o inkâr etmiş kişilere süre verdim. Sonra da onları yakalayıverdim; haydin bakalım Benim azabım nasılmış! (Ra’d/32)
Ayrıca En’âm/10, Hicr/10, 11, Enbiya/41 ve Zühruf/6–8. ayetlerde de değinilen bu konu, Hümeze suresinde daha geniş olarak alaycıların akıbetleri ile birlikte yer almıştır.
Kâfirlerin kendi dinlerinde gösterdikleri sebat ise Sad suresindeki şu ifadeleriyle açıklanmıştı:
“Ve içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldiğine şaştılar da o kâfirler; ‘Bu bir sihirbazdır, büyük bir yalancıdır. O bunca ilâhı, bir tek ilâh mı kılmış? Bu gerçekten şaşılacak [çok tuhaf] bir şey!’ dediler. Ve içlerinden ileri gelenler yürüdüler [ve dediler ki]: ‘İlâhlarınız üzerinde sabır ve sebat edin. Bu, gerçekten istenen [sizden beklenen] bir şeydir! Biz bunu son [başka bir] dinde işitmedik, bu ancak bir uydurmadır. Zikir [öğüt] aramızdan onun üzerine mi indirildi?’” (Sad/6-8)
37 - İnsan aceleden yaratılmıştır. Size yakında alametlerimi göstereceğim. Şimdi siz Benden acele istemeyin.
38 – Ve onlar [inkâr eden kişiler], “Eğer doğrular iseniz, bu vaat ne zamandır?” diyorlar.
39 - Bu küfretmiş kişiler, ateşi, yüzlerinden ve sırtlarından men edemeyecekleri ve kesinlikle yardım da olunmayacakları zamanı, bir bilseler!
40 – Aslında o [bu azap], onlara ansızın gelecek de kendilerini şaşırtacaktır. Artık onu geri çevirmeye güçleri yetmeyecek ve onlara mühlet verilmeyecek.
41- Ve hiç kuşkusuz senden önce birçok elçiyle alay edildi de içlerinden alay edenleri, o alay ettikleri şey kuşatıverdi.
Pasajın ilk ayetinde, insan psikolojisinde var olan “acelecilik” ön plana çıkarılarak “İnsan aceleden yaratılmıştır” buyrulmuştur. Bununla verilmek istenen mesaj, insanın “acele” diye bir maddeden yaratıldığı değil, aceleciliğin insanın mayasında bulunduğu, insanın çok aceleci [peşinci] olduğu gerçeğidir. İnsanoğlu, tabiatındaki bu özelliğinden dolayı kıyameti, mahşeri, cennet ve cehennemi hemencecik görmeyi istemekte, aklını çalıştırıp ilahî mesaja kulak vermediği zaman bu aceleciliğinin kendisini nasıl bir akıbete sürüklediğini gereği gibi değerlendirememektedir. İnsan, fıtratındaki bu zaafı ancak ilahî mesaja kulak vererek denetleyebilir. Rabbimiz insan tabiatına birbirini dengeleyecek birçok psikolojik mekanizma yerleştirmiştir. Nasıl cimrilik özelliğini “infak etmek, paylaşmak” ile dengeleyebiliyorsa, nasıl nankörlük özelliğini kendisine verilen nimetler cinsinden ödeyerek “şükür” ile dengeleyebiliyorsa, acelecilik özelliğini de “tefekkür” ile dengeleyebilir ve gönlünü ilahî mesaja açık tutabilir.
Ve insan, hayrı davet eder gibi kötülüğü davet eder. Ve insan çok acelecidir. (İsra/11)
İnsanoğlu aceleci davransa da, plan ve program onun arzusu doğrultusunda değildir. Her şey bir takvime bağlanmıştır. Eceli geldiği zaman her şey gerçekleşecek, onlar da şaşırıp kalacaklardır.
Ve senden azabı çarçabuk istiyorlar. Eğer belirlenmiş/ adı konmuş bir ecel [vade] olmasaydı, azap onlara elbette gelmişti. Ve o, hiç farkında olmadıkları bir sırada kendilerine ansızın elbette gelecektir.
Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Şüphesiz cehennem de kesinlikle, kendilerini üstlerinden ve ayaklarının altından bürüdüğü günde kâfirleri kuşatıcıdır. Ve O, ‘yapmış olduğunuzu tadın!” der. (Ankebut/53- 55)
Nihayet onu, vadilerine doğru gelen geniş bir bulut halinde gördüklerinde: “Ha işte! Bu, bize yağmur getirecek bir bulut!” dediler, Hayır, aksine o, çabuklaştırmaya çalıştığınız şeyin ta kendisi; Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir eden, içinde acıklı bir azap olan rüzgâr… Sonunda o hale geldiler ki, konutlarından başka hiçbir şey görünmüyordu. Biz, günahkârlar topluluğunu işte böyle cezalandırırız. (Ahkaf/24, 25)
Sana, Saat'ten soruyorlar: “Ne zaman gelip çatacak?” De ki: “Onun bilgisi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun vaktini Kendisinden başkası açıklayamaz. Göklerde ve yerde ağır basmıştır. O size ansızın gelir.” Sanki sen onu çok iyi biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Araf/187)
Peki, onlar yeryüzünde yolculuk etmediler mi? Ki kendilerinden öncekilerin akıbeti nasıl olmuş bir görsünler. Allah, onları yerle bir etti. Bu kâfirlere de onların başına gelenlerin benzerleri vardır. (Muhammed/10)
O gün, Allah’ın her benliği kazandığı ile karşılıklandırması için, yeryüzü bir başka yeryüzüyle değiştirilecek, gökler de. Ve onlar, Bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah için ortaya çıkacaklardır. O gün, suçluları zincire vurulmuş olarak görürsün. Onların gömlekleri katrandandır, yüzlerini de ateş kaplayacaktır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. (İbrahim/48- 51)
39. ayette “Bu küfretmiş kişiler, ateşi yüzlerinden ve sırtlarından men edemeyecekleri ve kesinlikle yardım da olunmayacakları zamanı bir bilseler!” buyrularak müşriklerin başlarına gelecek azabın şekli bildirilmekte ve uyarılmaktadırlar.
De ki, “Dinimi yalnız kendisine arındırarak Allah’a kulluk ediyorum. Buna rağmen siz, O’nun astlarından dilediğinize kulluk yapınız.” De ki: “Şüphesiz asıl kaybedenler, kıyamet gününde kendilerini ve ehillerini [ailelerini ve yakınlarını] kayba uğratanlardır.” -Dikkatli olun! işte bu, apaçık bir kaybın ta kendisidir. Onların üstlerinden ateşten tabakalar, altlarından da tabakalar vardır. İşte Allah, kullarını bununla korkutuyor: Ey kullarım! Bana takvalı davranın.- (Zümer/16)
Onlar için cehennemden yataklar, üstlerinden de örtüler vardır. Ve Biz, zalimleri işte böyle cezalandırırız. (A’raf/41)
Peki, ant olsun Rabbine ki, Biz, mutlaka onların hepsini yaptıkları şeylerden hesaba çekeceğiz.
Şimdi sen emrolunduğunu açıkça bildir ve müşriklerden yüz çevir. Şüphesiz ki Biz, Allah ile birlikte başkasını ilâh edinen şu alay eden kimselere karşı sana yeteriz. Artık onlar yakında bileceklerdir.
Ant olsun, Biz biliyoruz ki, kesinlikle onların söylediklerine senin göğsün daralıyor.
O hâlde sana “Yakin” gelmesi için Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden [boyun eğenlerden, teslim olanlardan] ol ve Rabbine kulluk et! (Hıcr/92- 99)
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 15. August 2009, 02:27 PM   #7
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

42 - De ki: "Geceleyin ve gündüzün sizi Rahman'dan kim koruyabilir?" Aslında onlar, Rablerinin zikrinden yüz çevirenlerdir.
43 - Yoksa onlar için, Bizim astlarımızdan, onlara engel olan bir takım tanrılar mı var? Onlar [O tanrılar] kendilerine yardıma güç yetiremezler. Onlar tarafımızdan desteklenmezler de.
44 – Aslında Biz, onları [o kâfirleri] ve atalarını kendilerine ömür uzun gelinceye dek yararlandırdık. Peki, şimdi Bizim yeryüzüne gelip onu etrafından eksilttiğimizi görmüyorlar mı? O halde üstün gelen onlar mıdır?
Pasajın ilk ayetinde, peygamberimizden müşriklere yöneltilmesi istenen "Geceleyin ve gündüzün sizi Rahman'dan kim koruyabilir?" şeklindeki soru ile aslında müşriklerin hiçbir zaman Allah’tan kaçamayacakları mesajı verilmektedir. Çünkü “istifham-ı inkari” şeklindeki bu soruya verilebilecek tek cevap “Sizi Allah’ın cezalandırmasından kimse koruyamaz” şeklindedir.
Aynı ayetin devamındaki “Aslında onlar, Rablerinin zikrinden yüz çevirenlerdir” ifadesiyle isemüşrikler hiçbir işe yaramaz bir takım ilahlar edindikleri ve kendilerine birçok fırsat tanınmasına ve mühlet verilmesine rağmen bunları değerlendirmedikleri için kınanmaktadırlar.
“… Rahman'dan kim koruyabilir?” ifadesiyle işaret edilen husus, ayetteki “gece-gündüz” ifadesinden anlaşıldığına göre, müşriklerin dünyadayken başlarına gelebilecek öldürülme, sakat bırakılma, esir edilme, fakirleştirilme gibi cezalardır.
Rabbimiz pasajın son ayetinde ciddi bir uyarı yapmıştır: “Peki, şimdi Bizim yeryüzüne gelip onu etrafından eksilttiğimizi görmüyorlar mı?
Yeryüzünün etrafından eksiltilmesi” ifadesi birçok anlamlar ihtiva etmektedir. Rabbimiz sürekli olarak bir takım eksiltmelerle; öldürme, fakirleştirme, hastalandırma, fırtına, deprem ve diğer afetlerle noksanlaştırma gibi işlemlerle yeryüzünü bir noktaya doğru sürüklemektedir. Bu, Rabbimizin evren için koyduğu yok oluş, çöküş planıdır. Sürekli geri sayımın devam ettiği, Rabbimizin mevcut düzeni yavaş yavaş geri çevirdiği ve zamanı gelince de bitiş düdüğünü çaldıracağı bu süreç, birinci Sûr’un üflenme aşamasına işaret etmektedir.
Ve onlar, şüphesiz Bizim yeryüzüne geldiğimizi, onu etrafından noksanlaştırdığımızı görmediler mi? Allah hükmeder. O'nun hükmünü engelleyecek hiçbir kimse yoktur. Ve O, hesabı çok hızlı görendir. (Ra’d/41)
Bu ayetler ile ilgili bilimsel bir makaleyi önemine binaen burada naklediyoruz:

DÖNDÜKÇE KUTUPLARDAN BASIKLAŞMA
Onlar görmüyorlar mı ki, gerçekten Yeryüzü'ne yönelip onu uçlarından eksiltiyoruz. Allah hüküm verir. O'nun hükmünü iptal edebilecek olan yoktur. O hesabı çok çabuk görendir.” (Rad/41)
Bu ayettekine benzer bir ifadeyle Enbiya/44’te de Yeryüzü'nün uçlarından eksildiğinden bahsedilmektedir. Kuran hakkında yazılar yazan birçok kişinin bu ayetleri tam anlamıyla kavrayamadıklarına tanık oluyoruz. Örneğin İkrime [Ölümü Hicri 733], bu ayetten doğrudan anlaşıldığı gibi yeryüzünün uçlarından maddi bir eksilme olsaydı, sonunda yaşanacak bir yer kalmayacağını söyler. Kısacası İkrime, ayetin açık anlamından yeryüzünün uçlarından eksildiğini anlamaktadır; fakat böyle bir şeyi mümkün görmediği için ayetin başka türlü anlaşılması gerektiğini söylemektedir. Benzer düşüncelerle Kuran yorumcuları, bu ayetlerle müslümanların kâfir toprakları fethetmelerine ve bu toprakları işgal etmelerine işaret edildiğini düşündüler. Oysa ayetin çevirisinde gördüğünüz gibi ayette ne kâfirlerin toprakları, ne de fetih diye bir ifade geçmektedir. Ayet Mekke'den, Arap Yarımadası'ndan veya herhangi bir yerden de bahsetmemekte, bütün Dünya'dan bahsetmektedir [Arapça Dünya kelimesi "arz" olarak ifade edilir ve Dünya veya yeryüzü olarak çevrilir].
Asırlarca bu ayetin işaretinin anlaşılmamasına şaşırmamalıyız. Çünkü kendi ekseni etrafında dönen bir küremsinin zamanla uçlarından [kutuplardan] basıklaşacağı, son asırda öğrenilmiş bir bilgidir. Dünya'mızın küremsi şeklinde olduğunun da [Dünya genelinde, insanların çoğunluğu tarafından] ancak son asırlarda genel kabul gördüğü unutulmamalıdır. Bu yüzden devam eden bir süreçle Dünya'nın uçlarından eksildiği, yani kutuplarından basıklaştığının asırlarca anlaşılmamasını normal karşılamalıyız. [Ayette "eksilttik" ifadesi yerine "eksiltiyoruz" denmesiyle devam eden bir süreçle Dünya'nın uçlarından eksilme olduğu anlaşılmaktadır. Ayette eğer "eksilttik" denseydi, Dünya'nın ilk günden itibaren bugünkü şeklinde yaratıldığını anlayabilirdik. "Eksiltiyoruz" ifadesi bize bir süreç sonunda oluşumu anlatmaktadır]. Kuran'ın bu ayetinden çıkan şu iki nokta, Dünya'nın yaratılışıyla ilgili bulgularla tam uyumludur:
1- Dünya'nın uçlarından eksilme olmuştur. [Gerçekten de Dünya kutuplardan basık, ekvatorda şişkindir].
2- Dünya ilk oluşum anında şu andan farklıydı. Zamanla, bir süreç sonunda, uçlarından eksilme olmuştur.[Bu Dünya'nın kendi ekseni etrafında dönmesiyle olmuştur. Kuran'ın incelediğimiz ayetinden çıkan bu sonuç da bilimsel bulgularla tam uyumludur].
Peygamberimiz'in yaşadığı dönemdeki insanlar bu ayetin anlamındaki inceliği anlayacak bilimsel seviyeden yoksundular. Hatta günümüzde fizikle ciddi bir şekilde ilgilenmeyen kişilere bile kendi ekseni etrafında dönen bir cismin kutuplardan basıklaşıp basıklaşmayacağını veya Dünya'mızın kendi ekseni etrafında dönüşüyle kutuplardan bir basıklaşmanın oluşup oluşmadığını sorun, cevap alamadığınızı göreceksiniz. Bu bilgi günümüzde bile fiziğe veya Dünya'nın oluşumuna özel ilgisi olanlarca ancak bilinmektedir. Dünya'nın kendi ekseni etrafındaki dönüşündeki merkezkaç kuvveti ve bu kuvvete bağlı olarak oluşan fiziki oluşumlar, Dünya'nın kutuplardan basıklaşmasının sebebidir [Ayetin bu noktanın dışında, Dünya'nın dönüşü ile beraber Dünya'nın etrafından sürekli [az da olsa] madde kaybı oluştuğuna da işaret ettiği düşünülmüştür. Ayetin anlaşılan anlamlarından biri asıl işaretken, diğer bir yan işaretin olması veya ayetin bir kaç önemli hususa birden dikkat çekmesi mümkündür].
Kuran'ın, Uzay ve Dünya'mızın oluşumuyla ilgili ayetleri 21. yüzyılda daha iyi anlaşılmaktadır. Allah'ın son asırlarda dine karşı saldırıların yoğunlaşmasına karşın, Kuran'ın mucizelerini bu asırlarda ortaya çıkartması; Allah'ın bu saldırılara karşı, inananlara bir yardımı ve desteğidir. Günümüzde Uzay'ın ve Dünyanın sırları gittikçe daha çok anlaşılmakta, böylece hem Allah'ın sanatı, hem de Kuran'ın mucizevî yapısı kendilerini daha da çok göstermektedir. Günümüzün bilgi birikimi sayesinde Evren'in yapısı ile Kuran ayetleri arasındaki uyumu daha iyi kavrayabildiğimiz için mutlu olmalıyız.
De ki "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer/9)
(Kur’an Hiç Tükenmeyen Mucize; Kur’an Araştırmaları Grubu)
44. ayetin sonunda “O halde üstün gelen onlar mıdır?” buyrularak Allah’ın her zaman emrinde galip olduğu vurgulanmıştır.
Allah “Elbette Ben ve elçilerim galip geleceğiz” yazmıştır. Şüphesiz Allah Kaviyy’dir, Aziz’dir. (Mücadile/21)
Ey iman etmiş kimseler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz O’da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit tutar. (Muhammed/7)
O, kendi imanları ile birlikte, imanca fazlalaşsınlar diye müminlerin kalplerine sekine [güven- moral- mutluluk] indirendir. Göklerin ve yerin orduları da yalnızca Allah'ındır. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır. (Fetih/4)
Ve gevşemeyin, üzülmeyin! Ve eğer inananlar iseniz, en üstün olan sizsiniz. (Al-i Imran/139)
Şüphesiz Biz elçilerimize ve iman etmiş kişilere şu basit yaşamda ve şahitlerin kalktığı [şahitlik edecekleri] günde [kıyamette] kesinlikle yardım ederiz. (Mümin/51)
Ve onu satın alan Mısırlı kişi karısına; “Bunun yerini şerefli tut. Bize faydalı olabilir ya da onu evlat ediniriz” dedi. Ve Biz Yusuf'u böylece yeryüzünde yerleştirdik. Ona olayların tevilini de öğrettik. Ve Allah emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bilmezler. (Yusuf/21)
Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah’ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki, sana, gönderilmişlerin [elçilerin] haberlerinden bir kısmı gelmiştir de. (En’am/34)
Kesinlikle, Biz kendi kıyınızda bulunan memleketleri helâk ettik. Ayetleri, onlar dönsünler diye tekrar tekrar açıkladık. Öyleyse Allah’ın astlarından güya O’na yakınlığa vesile edindikleri düzme tanrılar, onların azabını savmaya yardım etmeli değil miydi? Tersine o düzme tanrılar kendilerinden ayrılıp kayboldular. Bu, onların yalanlarıdır, uydurmakta oldukları şeydir. (Ahkaf/27)
45 - De ki: "Ben sizi ancak vahiyle uyarıyorum". Uyarıldıkları zaman sağırlar çağrıya kulak vermezler.
46 - Ve şüphesiz, Rabbinin azabından bir esinti onlara dokunursa, kesinlikle ‘Eyvah bizlere! Şüphesiz biz zalimler imişiz’ diyeceklerdir.
47- Biz kıyamet günü için “kıst [hak edilen pay] terazileri” koyarız; hiçbir kimse, hiçbir şeyce haksızlığa uğratılmaz. [o şey] bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getiririz. Ve hesap görenler olarak Biz yeteriz.
Bu ayetlerde Resulullah’a, onlar her ne kadar vahye karşı hasım olsalar da yine onları vahiy ile uyardığını söylemesi emredilmekte, buna karşılık vahye kulak tıkayan müşriklerin genel tavırlarının olumsuz olacağına işaret edilmektedir. Rabbimiz bu olumsuz tavırlarından dolayı onları ahirette başlarına gelecek azapla uyararak akıllarını başlarına almalarını istemektedir.
Resulullah’a söylemesi emredilen “Ben sizi ancak vahiyle uyarıyorum” ifadesinden anlaşılması gereken şudur: Peygamberimiz din adına ne yaptıysa vahye uyarak yapmıştır, yaptığı uyarıların tümünü de vahiy ile yapmıştır. O nedenle din adına kim bir şey söyleyecekse, mutlaka Kur’an’dan söylemelidir. Din adına yapılan her uygulama vahye dayanmalı, kimsenin kendi kuruntusu olmamalıdır.
Arapça bir Kur'an [okuma], müjdeleyici ve uyarıcı olarak, bilen bir kavim için ayetleri detaylandırılmış/ayırılmış, Rahmân Rahîm Allah’tan indirilmiş bir kitap! Buna rağmen onların çoğu yüz çevirmişlerdir. Artık onlar kulak vermezler.
Ve onlar: “Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalplerimiz bir örtü/ zırh içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda da bir perde vardır. Artık sen, [yapabileceğini] yap, biz de gerçekten yapıyoruz” dediler. (Fussilet/4, 5)
Ve Allah’a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı hâlde “Bana vahyolundu” diyenden ve “Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha zalim kim olabilir? O zalimleri ölümün şiddetleri içindeyken, melekler de onlara ellerini uzatmış, “Nefislerinizi [canlarınızı] çıkarın. Bugün, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylediğinizden ve O’nun ayetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız” derlerken bir görsen! (En'âm/93)
Ve kendi dillerinizin yalan vasfetmesi ile Allah’a yalan uydurmak için, “Şu helaldir, şu haramdır” demeyin. Şüphesiz Allah’a yalan uyduran kimseler iflah olmazlar. (Nahl/116)
O [Kur’an], âlemlerin Rabbinden indirilmedir. Eğer o [elçi; Muhammed], bazı sözleri Bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi, kesinlikle ondan sağ elini [tüm gücünü] alırdık. Sonra ondan can damarını mutlaka keserdik. Artık sizden hiç biriniz ona siper de olamazdınız. (Hakka/44-46)
Biz onların söylediklerini daha iyi biliriz. Ve sen onların üzerinde zorlayıcı değilsin. O halde sen, benim tehdidimden korkan kimselere Kur’ân ile öğüt ver. (Kâf/45)
“Ey Rasül! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun verdiği elçilik görevini iletmemiş [yerine getirmemiş] olursun.Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Allah kesinlikle, küfre batmış topluluğa doğru yolu göstermez.” (Mâide/67)
De ki: “Bana vahyolunanda, onları yiyen için, leş, veya akıtılmış kan, yahut domuzun eti -ki şüphesiz o [domuzun eti] ricstir [kirlidir, rahatsızlık vericidir]- yahut Allah'tan başkası adına kesilmiş bir fisk olan hariç, haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Artık kim çaresiz kalırsa, tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak üzere [bunlardan yiyebilir].” İşte şüphesiz senin Rabbin çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (En'âm/145)
Konumuz olan pasajın son ayetinde “kıst terazileri” ifadesi geçmektedir. “Kıst”, “hak edilen pay” demektir. Demek oluyor ki, Rabbimiz herkesin hak ettiğini zulmetmeden verecektir. “Adalet terazileri” değil de “kıst terazileri” denilmesinin sebebi, müşriklerin bazı yaptıklarının teraziye konulmayacağı, müminlere de bire on, bire yedi yüz, dilerse de sınırsız fazlalık verileceği şeklinde açıklanabilir. Adalet terazisi olsa her şey birebir olması gerekirdi.
“Kıst” ve “Adalet” sözcükleri ile ilgili olarak daha evvel Yunus/4’ün tahlilinde (Tebyinü’l-Kur’an; c: 4, s: 497-499) açıklama yapıldığından, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.
Ayrıca “amellerin değerlendirilmesi” ile ilgili şu ayetlere de göz atılmalıdır:
Ve Kitap [amel defteri] konulmuştur. Suçluların ondan korktuğunu göreceksin. Ve “Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış ki, büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış” derler. Ve onlar, yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez. (Kehf/49)
Ve hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki şirk [Allah’a ortak koşmak], kesinlikle büyük bir zulümdür. Ey oğulcuğum! Şüphesiz o [şirk, işlenen kötülük] bir hardal tanesi ağırlığında olup da bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde olsa, Allah onu getirecektir. Şüphesiz Allah en latif, hakkıyla haberdar olandır. Yavrucuğum! Salâtı ikame et, iyiliği emret, kötülükten sakındır. Sana isabet edene de sabret. Şüphesiz bunlar, işlerin kesin olanlarındandır. Ve insanlar için avurdunu şişirme [suratını asma] ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphesiz ki Allah bütün övünen ve kuruntu edenleri sevmez. Ve yürüyüşünde mutedil ol, sesinden kıs. Şüphesiz seslerin en yadırgananı kesinlikle eşeklerin sesidir.” demişti. (Lokman/16)
Her kim zerre miktarı bir hayır ilerse onu görecek, her kim zerre miktarı bir şer işlerse onu görecek. (Zilzal/7, 8)
Şüphesiz ki Allah, zerre kadar zulüm etmez. Ve eğer iyilik ise onu kat kat artırır. Ve kendi katından büyük bir ecir verir. (Nisa/40)
Ve tartı, o gün hakktır. Kimin terazileri ağır basarsa, işte onlar kurtulanlardır.
Kimin terazileri de hafif kalırsa, işte onlar da ayetlerimize karşı zalimlik etmelerinden dolayı kendilerini ziyana sokan kimselerdir. (A’râf/8, 9)
İşte onlar, Rabblerinin ayetlerini ve O’na ulaşmayı inkâr etmişlerdi de bu yüzden yaptıkları bütün amelleri boşa gitmiştir. Artık kıyamet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız [hiç bir değer vermeyiz]. (Kehf/105)

Sur’a üflendiği zaman, işte o gün aralarında soy sop ilişkisi yoktur. İstekleşemezler de [kimse kimseden bir şey isteyemez].
Böylece kimlerin tartıları ağır basarsa, işte bunlar asıl kurtuluşa erenlerdir.
Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; cehennemde sürekli kalıcıdırlar.
Orada onlar dişleri sırıtır halde iken ateş yüzlerini yalar.
Benim ayetlerim size okunmadı mı? Siz ise onları yalanlıyordunuz.
Dediler ki: “Rabbimiz! Azgınlığımız bizi yendi ve biz, bir sapıklar topluluğu olduk.
Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha aynısını yaparsak işte o zaman gerçekten biz zalimleriz.”
[Allah] Dedi ki: “Alçaldıkça alçalın orada! Bana konuşmayın da. (Müminun/101-108)
Ant olsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve teraziyi/ölçüyü indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir güç ve insanlar için yararlar vardır. Bu, Allah’ın, kendine ve peygamberlerine görmeden yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür. (Hadid/25)
Allah, bu kitabı ve teraziyi/ölçüyü hakkla indirendir. Ve sana ne bildirir ki, belki de o Saat [kıyamet] çok yakındır! (Şûra/17)
Ve semayı… Onu yükseltti ve teraziyi/ölçüyü koydu. Sakın terazide/ ölçüde taşkınlık etmeyin. (Rahman/7, 8)
48, 49 – Ve ant olsun ki, Musa ve Harun’a Furkan’ı; ve gaybde Rabblerine haşyet duyan, Saat’ten [kıyametin kopmasından] içleri titreyen takva sahipleri için bir ışığı ve öğüdü verdik.
50 - İşte bu [Kur'an] da Bizim indirdiğimiz mübarek bir öğüttür. Şimdi siz bunu inkâr eden kimseler misiniz?
Bir önceki pasajda vahiy ile ilgili öğüt verme, uyarma gereği üzerinde durulmuştu. Bu ayetlerde de geçmişte yapılan vahiy ile öğütlere, Musa ve Harun’a verilen kitaba değinilmekte, bunun Rabbimizin rahmetinin bir tecellisi olduğu bir kez daha hatırlatılarak Kur’an’ın da yine O’nun indirdiği bir öğüt olduğu bildirilmektedir.
Ayetlerde, Allah’ın gönderdiği tüm vahiylerin “hakkı batıldan ayırıcılık [Furkan]”, doğru yolun bulunması için bir “ışık” oluş ve yanlış yapanları uyarmak için “öğüt” olma gibi ortak özellikleri dikkat çekmektedir.
“ الفرقانFurkan” sözcüğü, “iki şeyi birbirinden ayırmak” anlamındaki “ فرق fark” kökünden türemiştir ve “ فارقةfarika” sözcüğü ile aynı anlama gelir. Yaygın kullanımına bakıldığında, “fark” sözcüğünün türevleri olan tefrik, firak, firkat, fırka, tefrika, ferik sözcüklerinin somut şeyler [mahsusat] için; “ فارقاتfarikat”, “ فاروق Faruk” ve “الفرقان furkan” sözcüklerinin ise soyut şeyler [makulât] için kullanıldığı görülür.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 15. August 2009, 02:28 PM   #8
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

Bakara/53 ve Enbiya/48’de Musa peygambere verildiği söylenen “Furkan”, soyut şeyler olan hakk ile batılı, iman ile küfrü, güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü birbirinden ayırma işlevi gördüğü için Kur’an’a da isim olarak verilmiştir. Halife Ömer’e verilen “Faruk” unvanı da onun hak ve batılı iyi ayırmasından dolayıdır. (Lisanü’l-Arab; c.7, s. 82- 85, Tacü’l-Arus; frk mad.)
İçinde hidayet ve nur bulunan Tevrat'ı, Şüphesiz Biz indirdik. Teslim olmuş kişiler olan peygamberler onunla Yahudilere hükmederler, Rabbaniler [kendilerini Allah’a adamış kişiler] ve Ahbar [âlimler] da, Allah'ın kitabından kendilerinden korumaları istenilen ve kendilerinin de üzerine tanıklık ettikleri şeylerle hükmederler. İnsanlara saygı duyup ürpermeyin Bana saygı duyup ürperin. Benim âyetlerimi de az bir paraya satmayın. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. (Maide/44)
Ve hani Biz, doğru yolu bulursunuz diye, Musa'ya, o kitabı ve furkanı vermiştik. (Bakara/53)
Vahyin bu ortak amacı doğrultusunda bu ayetlerden itibaren geçmiş peygamberlere değinilmektedir:

51 – Ve ant olsun ki Biz daha önce İbrahim’e rüşdünü vermiştik. Ve Biz onu bilenler idik.
52 – Hani o [İbrahim], babasına ve kavmine: “Israrla kendisine tapınıp durduğunuz heykeller nedir?” demişti.
53 - Onlar: “Biz atalarımızı bunlara tapanlar olarak bulduk” dediler.
54 – O [İbrahim]: “Ant olsun ki sizler ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz” dedi.
55 - Onlar: “Sen bize hakkı mı getirdin, yoksa sen oyun oynayanlardan mısın?” dediler.
56, 57 – O [İbrahim] dedi ki: “Bilakis, Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki onları O yaratmıştır. Ben de buna şahitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra, ben putlarınıza kesinlikle bir tuzak kuracağım.”
58 – Sonra da o [İbrahim], ona müracaat etsinler diye kendilerine ait büyükleri dışında bunları parça parça etti.
59 – Onlar [Kavmi], “Bizim tanrılarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, kesinlikle zalimlerdendir” dediler.
60 – Onlar [Bazıları] “Onları anıp duran bir genç duyduk. Onun için “İbrahim” deniliyor” dediler.
61 – Onlar, “O halde ona tanık olmaları için onu [İbrahim’i] insanların gözleri önüne getirin” dediler.
62 – Onlar, “Ey İbrahim! Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?” dediler
63 – O [İbrahim]: “Aksine, onu şu büyükleri yaptı. Konuşabiliyorlarsa haydiyin onlara sorun” dedi.
64 - Bunun üzerine kendi kafalarına [vicdanlarına] döndüler de: “Şüphesiz siz, zalimlerin ta kendisisiniz” dediler.
65 – Sonra onlar yine kendi kafalarına döndüler: “Ant olsun ki bunların konuşmayacağını bilirdin” dediler.
66, 67 - O [İbrahim]: “O halde, Allah’ın astlarından size hiçbir şeyce fayda vermeyen ve size zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Size de, Allah’ın astlarından taptıklarınıza da üff [yazıklar olsun]! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” dedi.
68 – Onlar [kavmi]: “Eğer yapanlarsanız, şunu tahrik edin [yandırın] ve tanrılarınıza yardım edin” dediler.
69 - Biz: “Ey ateş! İbrahim'e karşı soğuk ve güvenli ol” dedik.
70 – Ve ona bir düzen kurmak istediler de Biz kendilerini daha fazla hüsrana uğramışlar kıldık.
71 - Onu da, Lût'u da, âlemler için, içinde bolluklar bulunan topraklara kurtardık.
72- Ve Biz ona İshak’ı, ilave olarak da Yakub’u bağışladık. Ve hepsini iyi kimseler yaptık.
73- Ve Biz onları, bizim emrimizle kılavuzluk yapan önderler kıldık. Ve Biz onlara hayırlar işlemeyi, salâtı ikame etmeyi, zekâtı vermeyi vahyettik. Ve onlar, sadece Bize kulluk yapanlar idiler.
Tevhid inancını yerleştirme sürecinde Musa’ya (as) ve Harun’a (as) yapılan vahiyler konu edildikten sonra, bu ayet gurubunda da İbrahim peygamber ve onun kavmi ile olan mücadelesi nakledilmektedir.
İbrahim’in (as) nasıl eğitilip belli bir kıvama getirildiği ve ondan sonraki dönemde onunla kavmi arasında hangi olayların cereyan ettiği, ayetlerde çok açık ve detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Burada dikkatleri birkaç konu üzerine çekeceğimizden, İbrahim’in (as) buradaki kıssalarının diğer surelerdeki anlatımlarla da ilişkilendirilerek açıklanması gerekmektedir.
Çünkü o [İbrahim], yıldızlara öyle bir bakış baktı ki! Sonra da ‘Şüphesiz ben hastayım [sancılıyım, fikir sancısı çekiyorum]’ dedi.
Hani o, babasına ve toplumuna: “Siz neye kulluk ediyorsunuz? Allah’ın astlarından birtakım uydurma ilahları mı istiyorsunuz? Peki, âlemlerin Rabbi hakkında kanaatiniz nedir?” demişti.
Bunun üzerine onlar [babası ve kavmi], ondan [İbrahim’den] arkalarını dönerek geri durdular [onunla ilişkiyi kestiler].
Sonra da o, onların ilahlarına sokulup ‘Yemez misiniz/ nasiplenmez misiniz? Neyiniz var ki, konuşmuyorsunuz?” dedi.
Hemen sağ eliyle/yemini nedeniyle bir vuruşla sokuldu.
Bir süre sonra, onlar [İbrahim’in halkı] koşarak İbrahim’le yüz yüze geldiler.
O [İbrahim]: ‘Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysaki sizi ve yaptığınız şeyleri Allah yaratmıştır’ dedi.
Onlar: “Şunun için bir duvar yapın da bunu cahimin [çılgınca yanan ateşin] içine atın!” dediler.
Onlar, ona [İbrahim’e] tuzak kurmak istediler de Biz onları aşağılıklar kılıverdik. (Sâffât/85-93)
Kitap’ta İbrahim’i de an / hatırlat. Şüphesiz ki o, sıddık [özü, sözü doğru] biri idi, peygamberdi.
Bir zaman o, babasına: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin ibadet ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana gelmeyen bir ilim bana geldi. O hâlde bana uy da, sana dosdoğru bir yolu göstereyim. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan Rahman’a asi oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahman’dan bir azap dokunur da şeytan için bir veliy [yardımcı] olursun diye korkuyorum” demişti.
O [Babası]: “Ey İbrahim! Sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, ant olsun seni recm ederim [taşlayarak öldürürüm]. Haydi, uzun bir müddet bana uzak ol! [defol!]” dedi.
O [İbrahim]: “Selâm sana olsun, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Şüphesiz O, bana çok lütufkârdır. Ve ben, sizden ve Allah’ın astlarından kulluk ettiğiniz şeylerden çekilip ayrılıyorum. Ve Rabbime dua edeceğim. Rabbime yalvarışımda bedbaht olmayacağımı umuyorum” dedi.
Sonra o [İbrahim], onlardan [kavminden] ve onların Allah’ın astlarından ibadet ettikleri şeylerden uzaklaşınca, Biz ona İshak’ı ve Yakub’u ihsan ettik. Hepsini de peygamber kıldık [yaptık].
Ve Biz onlara rahmetimizden lütuflarda bulunduk. Ve onlar için yüce bir doğruluk dili kıldık. (Meryem/41-50)
Ve Biz [kanıt elde etmesi] ve kesin inananlardan olması için İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu böylece gösteriyorduk.
Bu nedenle o [İbrahim], üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü, “Bu, benim rabbimdir" dedi. Sonra yıldız batınca, “Ben batanları sevmem” dedi.
Sonra Ay'ı doğarken görünce de “Bu, benim rabbimdir” dedi. O da batınca, “Ant olsun ki Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar kavminden olurum” dedi.
Sonra Güneş'i doğarken görünce de, “Bu benim rabbimdir, bu daha büyük!” dedi. Sonra o da batınca, “Ey kavmim! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene / yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim” dedi. En’am, 75- 79:
İbrahim’i de (gönderdik). Hani o kavmine: “Allah’a ibadet edin ve O’na takvalı davranın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır
Siz Allah’ın astlarından bir takım taştan, ağaçtan putlara tapıyorsunuz ve yalan uyduruyorsunuz. Haberiniz olsun ki o, sizin Allah’ın astlarından mabut diye taptıklarınız, sizin için bir rızık vermeye güç yetiremezler. Onun için rızkı Allah yanında arayın ve O’na kulluk edin ve O’na şükredin. O’na döndürüleceksiniz.” demişti.
Ve eğer siz yalanlarsanız bilin ki, sizden önceki birtakım ümmetler de yalanlamıştı. Elçiye düşen de apaçık tebliğden başka bir şey değildir.
Onlar, Allah'ın yaratmayı nasıl başlattığını, sonra da bunu tekrarladığını da mı görmediler? Şüphesiz bu, Allah'a göre çok kolaydır.
De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da, O’nun yaratmaya nasıl başladığına bir bakın. Sonra Allah, son yapıyı inşa edecektir. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.
O, dilediği kimseye azap eder, dilediği kimseye de rahmet eder. Ve siz yalnızca O'na döndürüleceksiniz.
Ve siz yeryüzünde ve gökte aciz bırakanlar değilsiniz. Ve sizin için Allah’ın astlarından bir veli ve yardımcı yoktur.
Allah'ın ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr eden kimseler; işte onlar Benim rahmetimden ümitlerini kesmişlerdir ve onlar, kendileri için acıklı bir azap olanlardır.
Sonra onun [İbrahim’in] toplumunun cevabı, yalnızca: “Onu öldürün, tahrik edin [yandırın]” demeleri oldu. Sonra da Allah onu ateşten kurtardı. Şüphesiz bunda, iman edecek bir toplum için ibretler vardır.
O [İbrahim onlara] Dedi ki: “Siz, sırf aranızdaki dünya hayatında sevgi için Allah’ın astlarından birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz kiminizi lanetleyecektir. Varacağınız yer de cehennemdir. Ve sizin için yardımcılardan yoktur.”
Bunun üzerine ona Lut inandı. Ve o [İbrahim] dedi ki: “Ben Rabbime hicret ediciyim. Şüphesizi O, Azîz ve Hakîm’in ta kendisidir. (Ankebut/16-26)
Diğer surelerden alınan yukarıdaki pasajları da okuduktan sonra, şimdi konumuz olan Enbiya suresine ait pasajı tahlil etmeye devam edelim:
Bu pasajdaki bazı ifadeler esas anlamlarından alınıp çarpıtılmak suretiyle bazı yanlış anlayışlar ortaya atılmış ve bunlar doğru gibi kabul görmüştür. Yanlış değerlendirildiğine inandığımız bu hususlar, İbrahim’in yalan söylemiş olduğu ve ateşe atılması konularıdır.
Enbiya/62, 63’te geçen “Onlar ‘Ey İbrahim! Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?’ dediler. O [İbrahim]: ‘Aksine, onu şu büyükleri yaptı. Konuşabiliyorlarsa haydiyin onlara sorun’ dedi” ifadesinde nakledilen sözleri ile Saffat suresinde geçen “Çünkü o [İbrahim], yıldızlara öyle bir bakış baktı ki! Sonra da ‘Şüphesiz ben hastayım [sancılıyım, fikir sancısı çekiyorum]’ dedi” şeklindeki ifadeleri İbrahim’in (as) söylediği yalanlar olarak lanse edilmiştir.
İbrahim’e (as) yalan isnadıyla ilgili klasik eserlerde şu bilgiler mevcuttur:

“Buhârî, Müslim ve Tirmizî'nin rivayetlerine göre Ebu Hureyre şöyle de­miştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Peygamber İbrahim -üç husus dışında- asla hiçbir şey hakkında yalan söylemiş değildir. Bunların birisi onun: "Şüphesiz ki ben hastayım" (Sâffât/37, 89) sözü, diğeri Sara hakkında: “O be­nim kız kardeşimdir” demesi, diğeri de: "Hayır; onların bu büyükleri bunu yapmıştır" demesidir." Lafız Tirmizî’ye aittir. Tirmizî dedi ki: Bu, hasen sa­hih bir hadistir.
İsra'yı anlatan hadiste, Müslim'in Sahih'indeki rivayete göre Ebu Hureyre (ra), İbrahim (as) kıssası hakkında şöyle demiştir: Ve onun yıldız hakkın­daki "Bu benim Rabbimdir (En'âm/76)” sözünü de zikretmektedir Buna göre onun söylediği yalanların sayısı dört tane olmaktadır. Ancak Rasûlullah (sav): "İbrahim peygamber ancak üç defa yalan söylemiştir. Bunla­rın ikisi şanı yüce Allah'ın zatı hakkındadır. (Biri): "Gerçekten ben hastayım" sözü ile "Hayır; onların şu büyükleri bunu yapmıştır" sözleri, birisi de Sa­ra hakkındadır." Bu lafzıyla hadisi Müslim rivayet etmiştir
Yıldız hakkında söylediği: "Bu benim Rabbimdir" sözünü yalan kapsa­mına girmekle birlikte; söylediği yalanlar arasında saymayışının sebebi, -doğ­rusunu en iyi bilen Allah'tır-, ya bu sözünü henüz çocukken ve mükellef ol­madığı bir halde söylemiş olabilir. Yahut da o kavmine bu sözleri onları azar­lamak ve yaptıklarını reddetmek anlamında, soru maksadı ile söylemiş olma­lıdır ve soru edatı hazfedilmiştir. Ya da kavmine karşı değişikliğe uğramak özelliğinde bulunan varlığın rabb olmaya elverişli olmadığına dikkatlerini çek­mek maksadıyla delil getirmek üzere söylemiş olabilir.” (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
Hâlbuki İbrahim’in (as) “Aksine, onu şu büyükleri yaptı” demesi, kavmini alaylı bir üslupla uyarma ve susturma amaçlı bir ifade idi. Bu tarz bir ifadeyle istiyordu ki, kavmi kendisine “Bunlar konuşmazlar, faydaları da yoktur, zarar da veremezler” diye itiraz etsinler; böylece o da: “O halde onlara niye ibadet ediyorsunuz?” diye kavmine sitem edebilsin. Böylece kendi kazdıkları kuyuya düşsünler, aptallıklarını anlasınlar da hakka dönsünler.
İbrahim’in (as) “Şüphesiz ben hastayım” sözüne gelince: Saffat suresinde de beyan ettiğimiz üzere, İbrahim (as) böyle demekle çekmekte olduğu fikir sancılarını ifade etmiştir. Yoksa toplantı yerine gitmemek için bedenindeki bir hastalığı dile getirmemiştir. Yani bahane uydurmamıştır. Bu konuya ait detay Saffat suresinde verilmiştir. (Tebyinü’l Kur’an; c. 5, s. 538- 542)
İbrahim’in ateşe atılma efsanesi de klasik kaynaklarda şöyle nakledilir.
"Dediler ki; Onu ateşle yakın!" Onlar delil ileri süremeyecek hale geldik­lerinde günahkârlık ile üstünlük duygusu onları yakaladı ve zorbalık, galip gelmek yoluna koyularak: "Onu ateşle yakın" dediler.
Rivayet edildiğine göre bu sözleri söyleyen kişi Pers Bedevilerinden ya­ni çölde yaşayan göçebelerden Kürtlerden bir adammış. Bunu İbn Ömer, Mücahid ve İbn Cüreyc demiştir. Denildiğine göre adı Heyzer imiş. Allah onu yerin dibine geçirmiş ve kıyamet gününe kadar yerin içinde batmaya devam edip durmaktadır. Bir diğer görüşe göre bu sözü söyleyen, onların hüküm­darları Nemrut imiş.
İbrahim'i ateşte yakmak suretiyle de "İlâhlarınıza yardım edin." Çünkü o, onlara dil uzatmakta ve onları ayıplamaktadır.
Haberde nakledildiğine göre; Nemrut seksen arşın yüksekliğinde ve kırk arşın eninde büyükçe bir köşk inşa etmişti. İbn İshak dedi ki: Bir ay boyun­ca odun topladılar, sonra ateş yaktılar. Ateş alev aldı ve gittikçe alevi arttı. Öyle ki etrafından uçan bir kuş geçecek olursa, saçtığı ısının etkisiyle yanı­yordu. Sonra İbrahim’in (as) ayaklarını bağladılar; elleri de boynuna doğru bağlanmış olduğu halde mancınığa yerleştirdiler. Denildiğine göre o gün mancınığı onlara yapan İblis olmuş. Semavat, arz ve onlarda bulunan bütün me­lekler ve bütün yaratıklar -insanlar ve cinler müstesna- tek bir ses halinde:
Rabbimiz diye feryat ettiler. Bu yeryüzünde İbrahim'den başka sana ibadet eden kimse yük, senin uğrunda ateşe atılıp yakılacak. Ona yardımcı olmak üzere bize izin ver. Yüce Allah şöyle buyurdu: "Eğer sizden herhangi bir şe­yin yardımını ister yahut yardıma davet edecek olursa, ona yardım edin. Bu hususta Ben ona izin verdim. Eğer benden başkasına dua etmeyecek ve ça­ğırmayacak olursa onun halini en iyi bilen Benim, onun dostu ve yardımcı­sı da Ben olacağım."
İbrahim'i ateşe atmak istediklerinde -henüz o daha havada iken- su ha­zinedarı olan melekler ona gelip; Ey İbrahim, dediler. Dilersen ateşi su ile söndürebiliriz. O: Benim size bir ihtiyacım yok, dedi. Rüzgârla görevli olan melek ona gelip; Dilersen ateşi uçururum, dedi. Yine: Hayır dedi. Sonra ba­şını semaya kaldırıp: "Allah'ım, semada olan biricik [ilâh] sensin. Yeryüzün­de de yapayalnız olan benim. Benden başka Sana ibadet eden kimse yok. Allah bana yeter, O ne güzel Vekil'dir."
Ubeyy b. Ka'b’ın rivayetine göre; Peygamber (sav) şöyle buyurmuş­tur: "İbrahim'i ateşe atmak üzere el ve ayaklarını bağladıklarında; "Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim, ey âlemlerin Rabbi, Hamd yal­nız Senindir, mülk yalnız Senindir. Senin hiçbir ortağın yoktur" dedi. Sonra onu mancınık ile oldukça uzak bir mesafeden attılar. Cebrail onu karşıladı ve: Ey İbrahim dedi; Bir ihtiyacın var mı? O, sana bir ihtiyacım yok, dedi. Ceb­rail, o halde Rabbinden iste, deyince şöyle dedi; "O'nun halimi bilmesi O'ndan dilekte bulunmama gerek bırakmıyor." Bunun üzerine söz söyleyen­lerin en doğru sözlüsü olan Yüce Allah şöyle buyurdu: "Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve selâmet ol!"
Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Allah o ateşte hararetini kaldıracak bir so­ğukluk, soğukluğunu da kaldıracak bir hararet yarattı. Böylelikle ateş onun için esenlik oldu.
Ebu'l- Âliye dedi ki: Eğer "serin ve selâmet ol" dememiş olsaydı, ateşin soğuğu hararetinden daha fazla olurdu. Eğer "İbrahim'e" dememiş olsaydı, soğukluğu da ebediyete kadar devam edecekti.
Kimi ilim adamının da naklettiğine göre, Yüce Allah cennetten bir yaygı indirdi ve onu Cahim’de yaydı. Allah Cebrail, Mikail, soğuk meleği ve selâmet meleği gibi melekleri indirdi.
Ali ve İbn Abbas dediler ki: Eğer soğukluğunun akabinde "selâmet olması"nı dilememiş olsaydı, İbrahim o ateşin soğuğundan ölürdü ve o gün ken­disi kastediliyor kanaatiyle sönmedik hiçbir ateş kalmayacaktı.
es-Süddî dedi ki: Yüce Allah ağaçtan alınmış her bir odun parçasına ağacına geri dönüp meyvesini bırakmasını emretti. Ka'b ve Katade dediler ki: Ateş İbrahim'in kendisiyle vurulup bağlandığı bağlardan başka şeyleri yak­madı. O ateşin içerisinde yedi gün kaldı, kimse ateşe yaklaşamadı. Sonra ora­ya vardıklarında onun ayakta namaz kılmakta olduğunu gördüler.
el-Minhâl b. Amr dedi ki: İbrahim dedi ki: Ben ateşte bulunduğum gün­lerde, karşı karşıya kaldığım nimetlerin benzerini hiçbir zaman görmedim.
Ka'b, Katade ve ez-Zührî de dediler ki: O gün zehirli keler dışında, İbra­him'in ateşini söndürmeye çalışmamış hiçbir hayvan kalmadı, Bu zehirli ke­ler ona karşı ateşi üflüyordu. İşte bundan dolayı Rasûlullah (sav) öldürülme­sini emretmiş ve ona Fuveysika [fasıkçık, küçük bozguncu] adını vermiştir.
Şuayb el-Himmanî dedi ki: İbrahim on altı yaşında iken ateşe atıldı.
İbn Cüreyc dedi ki: İbrahim yirmi altı yaşında iken ateşe alıldı. Birincisi­ni es-Sa'lebî, ikincisini de el-Maverdî nakletmektedir. Doğrusunu en iyi bi­len Allah'tır.
el-Kelbî dedi ki: Bütün yeryüzü ateşleri soğudu, bir davar paçası dahi pişiremedi. Nemrut, yaptırdığı köşkten, onun gölge meleği tarafından teselli edi­lerek bir divan üzerinde oturmakta olduğunu görünce: Senin Rabbin ne iyi bir Rabbdir! Yemin ederim O'na dört bin tane ineği kurban edeceğim, dedi ve İbrahim’e (as) ilişmedi. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
Ona Nemrut ve beraberindekiler bir tuzak kurmak istediler. Bizse on­ları yaptıkları işlerinde en büyük zarara uğrayanlar kıldık. Ve onların tu­zaklarını, en zayıf yaratığımızı kendilerine musallat kılmak suretiyle başla­rına geçirdik.(Enbiya/70)
İbn Abbas dedi ki: Allah onların üzerine en zayıf mahlûku olan sivrisine­ği musallat etti. Aradan vakit geçmeden Nemrut arkadaşlarının ve atlarının parıldayan kemiklerini gördü. Bu sinekler onların etlerini yemiş, kanlarını iç­mişti. Bir tanesi de onun burun deliğine girmiş ve beynine ulaşıncaya kadar önüne geleni kemirip durmuştu. İnsanlar arasında en değerli kabul ettiği ki­şi demir bir balyozla kafasına vuran kişi oluyordu. O, yaklaşık kırk yıl bu şe­kilde kaldı.
"Biz onu ve Lût'u âlemler için bereketlendirdiğimiz arza (ulaştırıp) kurtardık", Biz İbrahim'i ve Lût'u Şam arzına ulaştırarak kurtardık, demek­tir. İkisi ise daha önce Irak topraklarında idiler. İbrahim (as) -İbn Abbas'ın dediğine göre- Lût (as)’ın amcası idi.
Oraya "mübarek" denilmesinin sebebi ise çok verimli, mahsullerinin ve ırmaklarının bol olmasıdır. Ayrıca orası peygamberler yatağıdır.
Bereket, hayrın bir yerde karar kılması demektir. Eğer deve bir yere ça­kılıp kalır da oradan ayrılmazsa “Berku’l-Baîr” denilmesi de buradan gelmekte­dir.
İbn Abbas dedi ki: Mübarek topraklardan kasıt Mekke'dir. Beytu'1-Makdis olduğu da söylenmiştir. Çünkü peygamberlerin çoğunu Yüce Allah ora­dan göndermiştir. Aynı şekilde orası da çok verimli ve mahsulü bol bir yer­dir, suları tatlıdır ve tatlı sular da yere oradan dağılır. Ebu'l-Âliye dedi kî: Ne kadar tatlı bir su varsa, mutlaka semadan Beytu'l-Makdis'teki kayaya iner, son­ra oradan yere dağılır. Benzeri bir söz Ka'b el-Ahbar'dan da nakledilmiştir.
Mübarek toprakların Mısır olduğu da söylenmiştir. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
Minhâl b. Amr da şöyle der: "Bana şu rivayet ulaşmıştır: İbrahim (a.s.) o ateşe atılınca orada kırk veya elli gün kalmış ve "Burada olduğum kadar, güzel bir hayat yaşamadım” demiştir.
Bu kıssa şu şekilde de rivayet edilmiştir: "Onlar, Hz. İbrahim (a.s.) için, bir yer yaptılar ve onu oraya attılar. Sonra oranın üzerinde yedi gün durmadan ateş yaktılar. Sonra bu ateşi, İbrahim (a.s.)’in üzerine kapattılar. Ertesi gün ateşi açtıklarında, Hz. İbrahim (a.s.)'in yanmamış olduğunu, sadece terlediğini gördüler. Bunun üzerine, Lut'un babası Haran: "Ateş onu yakmaz, çünkü o ateşi büyülemiştir. Fakat onu bir şeyin üzerine koyup o şeyin altından bir ateş yakın. Çünkü ancak ateşin dumanı onu öldürebilir" dedi. Onlar da Hz. İbrahim (a.s.)'i bir kuyunun üstüne yerleştirip, alttan ateş yaktılar. Bir kıvılcım sıçrayıp Lût'un babasının sakalına geldi ve onu yaktı. (Razi; el Mefatihu’l Gayb)
Katâde şöyle diyor: Kertenkele dışında o gün gelen her bir hayvan Hz. İbrahim'in ateşini söndürmüştür. Zührî der ki: Hz. Peygamber (s.a.) onun [kelerin] öldürülmesini emretti ve onu “Füveysık” olarak isimlendirdi. İbn Ebu Hatim der ki: Bize İbn Vehb'in kardeşi oğlu Ebu Abdullah'ın... Fâkih İbn Muğîre el-Mahzûmî'nin bir cariyesinden rivayetinde o, şöyle anlatmış: Hz. Âişe'nin yanına girdim ve evinde bir mızrak gördüm. Ey mü'minlerin annesi, bu mızrakla ne yaparsınız? diye sordum. Dedi ki: Bununla şu kelerleri öldürürüz. Şüphesiz Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: İbrahim ateşe atıldığı zaman keler dışında yeryüzünde ateşi söndürmeyen hiç bir hayvan kalmamıştır. O ise Hz. İbrahim üzerine [ateşe] üfürdü. Allah Rasûlü (s.a.) bize onun öldürülmesini emretti. (İbn Kesir)
İbrahim'in (a.s.) hayatı ile ilgili bu önemli olaya Kitab-ı Mukaddes'te hiç değinilmemektedir. Hatta onun Irak'taki hayatıyla ilgili hiçbir şeye Nemrut'la, babasıyla ve bütün kavmiyle çatışmasına, putperestliği ortadan kaldırma çabalarına, sonunda memleketinden zorla çıkmasına neden olan ateşe atılması olayına, Kitab-ı Mukaddes'in hiçbir yerinde rastlanmamaktadır. Kitab-ı Mukaddes sadece onun memleketinden göç edişine, ona da sanki sadece bir aile maişeti için bir yerden bir yere göç ediyormuş gibi değinir. Kur'an ile Kitab-ı Mukaddes arasında ilginç bir fark daha vardır. Kur'an'a göre bir müşrik olan İbrahim'in (a.s.) babası, oğlunu cezalandıranların en başında geliyordu, fakat Kitab-ı Mukaddes daha değişik bir olay anlatır:
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 15. August 2009, 02:29 PM   #9
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

"Terah'ın zürriyetleri bunlardır. Terah Abram'ın, Nahor'un ve Haran'ın babası oldu ve Haran, Lut'un babası oldu. Haran doğduğu memlekette, Keldanilerin Ur şehrinde babası Terah'ın önünde öldü. Abram ve Nahor kendilerine eşler aldılar. Abram'ın karısının adı Sara ve Nahor'un karısının adı Milka idi. O Milka'nın babası ve İska'nın babası olan Haran'ın kızı idi. Ve Sara kısırdı. Onun çocuğu olmazdı. Ve Terah oğlu Abram’ı, Haran'ın oğlu olan torunu Lut'u, oğlu Abram'ın karısı olan gelini Sara'yı alıp Kenan diyarına gitmek üzere Keldanilerin Ur şehrinden onlarla çıktı. Ve Haran'a gelip orada oturdular. Terah'ın günleri 205 yıl oldu ve Terah Haran’da öldü." [Tekvin 11: 27-32]
"Ve Rab Abram'a dedi: "Memleketinden akrabanın yanından ve babanın evinden sana göstereceğim memlekete [Kenan'a] git. Seni büyük bir millet yapacağım. Seni mübarek kılacağım ve senin adını yücelteceğim: Sen de mübarek olacaksın. Seni mübarek kılanları mübarek kılacağım, sana lanet edene lanet edeceğim ve yeryüzünün bütün kabileleri sende mübarek olacaktır." [Tekvin 12: 1-3].
Burada Hz. İbrahim'e niçin bu kadar iltifat edildiği nedense belirtilmemiştir.
Talmut ise İbrahim'in (a.s.) Irak'ta kaldığı sürece yaşadığı olaylarla ilgili bir kaç ayrıntıya yer verir. Bunlar genellikle Kur'an'daki ayrıntılara uyar, fakat bazı önemli olaylarla ilgili çok büyük çelişkiler vardır. Hatta insan Talmut'ta anlatılan olayların karmakarışık ve faraziyelerle dolu olduğunu hisseder, oysa Kur'an'da anlatılan apaçıktır ve İbrahim'e (a.s.) yakışmayacak hiçbir şey yoktur. Okuyucunun bu olayla ilgili Kur'anî açıklama ile Yahudi versiyonu arasındaki farkı anlaması için Talmut'ta anlatılanları aşağıda özetliyoruz. Bu, aynı zamanda Kur'an'ın, Kitab-ı Mukaddes'ten ve Yahudi edebiyatından kıssalar aldığını düşünen kimselerin zihnindeki yanlış anlamayı da ortadan kaldıracaktır.
Talmut'a göre, "Kahinler, Abram'ın doğduğu gece gökyüzünde büyük bir yıldız gördüler ve Nemrud'a Terah'ın evinde doğan çocuğu öldürmesini tavsiye ettiler. Kral çocuğu öldürmeye karar verdi, fakat Terah çocuğunu sakladı ve onun yerine bir hizmetçinin çocuğu öldürüldü. Bunun üzerine Terah karısını ve çocuğunu bir mağaraya sakladı, çocukla annesi orada on yıl yaşadılar.
On birinci yılda Abram, Terah tarafından Nuh'a götürüldü. Abram, Nuh ve oğlu Sam'ın gözetiminde 39 yıl yaşadı. Bu sırada Abram, kendisinden 42 yaş küçük olan yeğeni Sara ile evlendi. [Kitab-ı Mukaddes, Sara'nın Abram'ın yeğeni olduğuna değinmez, adı geçen yaş farkı ise 10 yıl olarak belirtilmiştir.] [Tekvin 11: 29; 17: 17]
Talmut daha sonra şöyle devam eder: "Abram 50 yaşına gelince Nuh'dan ayrıldı ve babasına geri geldi. Babasının bir putperest olduğunu ve evinde 12 aya tekabül eden 12 put bulunduğunu gördü. Babasını putperestlikten vazgeçirmeye çalıştı, fakat babası onu dinlemeyince İbrahim bir gün evdeki bütün putları kırdı. Bunu gören Terah doğruca Nemrud'a gitti ve 50 yıl önce evinde doğan çocuğun ihanet ettiğini ve evdeki putları kırdığını söyledi. Bu konuda kralın hüküm vermesini istedi. Nemrut, Abram'ı sorguya çekti, fakat Abram'ın verdiği cevaplar, dosdoğru, kesin ve açıktı. Nemrud onu hapse attı ve meseleyi karar için meclise sundu. Meclis Abram'ın yakılarak öldürülmesi hükmünü verdi. Bunun üzerine bir ateş hazırlandı ve Abram ateşe atıldı. Kardeşi, aynı zamanda da kayınpederi olan Haran da ateşe atıldı. Nemrud, Terah'a doğduğu gün Abram'ın yerine neden başka bir çocuk öldürüldüğünü sormuş, o da bunu Haran'ın planlandığı cevabını vermişti. Bu nedenle Haran da yakılarak cezalandırıldı. Haran yanarak öldü, fakat insanlar Abram'ın alevlerin arasında hiçbir zarar görmeksizin yürüdüğünü gördüler. Nemrud'a bunu haber verdiklerinde o da bu olayı kendi gözleriyle gördü ve şöyle bağırdı: "Ey göklerin ilahının adamı! Ateşten çık ve yanıma gel." Bunun üzerine Abram ateşten çıktı. Nemrud ona inananlardan biri oldu. Ve ona çok pahalı hediyeler verdi. Bundan sonra, Talmut'a göre Abram Irak'da iki yıl daha kaldı. Ta ki Nemrud korkunç bir rüya gördü ve kahinler Abram'ın onun krallığını yerle bir edeceğini, bu nedenle Abram'ı öldürmesi gerektiğini söylediler: Nemrud, Abram'ı öldürmek üzere adamlar gönderdi, fakat Abram, Nemrud'un kendisine verdiği Eleazar adındaki köleden onların planlarını öğrendi. Bunun üzerine Abram kaçtı ve Nuh'un yanına sığındı. Terah da onu orada ziyarete geldi. Baba ile oğul en sonunda o memleketi terk etmeye karar verdiler, Nuh ve oğlu Sam de bu kararı desteklediler. Bunun üzerine Terah, oğlu Abram, torunu Lut, aynı zamanda torunu olan oğlunun karısı Sara ile birlikte Ur şehrini terk edip Haran'a gitti." [H. Plano: The Talmut Selections, Londra, sh. 30-42.]
Mantıklı bir insan Talmut'un bu anlattıklarını okuduktan sonra, bu kitabın Kur'an'da anlatılan kıssalara kaynak teşkil ettiğini düşünebilir mi? (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)

İbrahim’in yakılması konusu
Bu konunun birtakım rivayetlerin etkisinden çıkarılıp Kur’an’daki ifadelerin gerçek anlamları doğrultusunda tahlil edilmesi gerekir. Konu ile ilgili ayetler üç ayrı surede yer almaktadır:
Onlar [kavmi]: “Eğer yapanlarsanız, şunu tahrik edin [yandırın] ve tanrılarınıza yardım edin” dediler.
Biz: “Ey ateş! İbrahim'e karşı soğuk ve güvenli ol” dedik.
Ve ona bir düzen kurmak istediler de Biz kendilerini daha fazla hüsrana uğramışlar kıldık. (Enbiya/68- 70)
Onlar: “Şunun için bir duvar yapın da bunu cahimin [çılgınca yanan ateşin] içine atın!” dediler.
Onlar, ona [İbrahim’e] tuzak kurmak istediler de Biz onları aşağılıklar kılıverdik. (Saffat/97, 98)
Sonra onun [İbrahim’in] toplumunun cevabı, yalnızca: “Onu öldürün veya tahrik edin [yandırın]” demeleri oldu. Sonra da Allah onu ateşten kurtardı. Şüphesiz bunda, iman edecek bir toplum için ibretler vardır. (Ankebut/24)
Enbiya/68 ve Ankebut/24’te “ حرّقوهharriqûhu” ifadesi yer almaktadır. Bu ifade genellikle “yakın!” olarak çevrilegelmiştir. Biz bu ifade üzerinde biraz tahlil yapacağız:
“ حرّقواHarrikû” sözcüğü “ حرقhrq” kökünden, tef’ıl babından çoğul emir kipidir. Bu sözcüğün mastarı olan “ تحريقtahriq” sözcüğü “ateşlendirme” anlamıyla Türkçeye de geçmiştir. (Bir de “hareket” kökünden gelen “harekete geçirme, kışkırtma” anlamında “ تحريكtahrik” sözcüğü vardır. Kaf ve Kef harfleri Türkçede sadece “k” harfiyle ifade edildiğinden karıştırılabilmektedir.)
Sözcüğün kökü olan “ ح ر قhrq”, “ ateşin alevi”nden gelmektedir. Tahrik, “ateşin bir şey üzerindeki etkisi” demektir. Hastalık nedeniyle gözdeki yanma, hastalıklar nedeniyle kalpteki sızı; soğuk, sıcak ve rüzgâr etkisiyle bitkilerin yanması, acı ve tuzlu şeylerle ağızda oluşan acılar da bu sözcükle ifade edilir. (Lisanü’l Arab, c.2 , s. 404- 406)
Bu durumda bu sözcük “sıkıntı verme, eziyet çektirme, mahvetme” anlamlarında da kullanılabilir. Nitekim Türkçede belaya, sıkıntıya düşüldüğünde “ben yandım, bittim, mahvoldum” denildiği gibi, ani bir sıkıntı geldiğinde de “yandım anam!” denir.
Ankebut/24’te “Onu öldürün veya tahriq edin [yandırın]” ifadesi dikkat çekmektedir. Bu ifadeye göre İbrahim’e iki cezadan biri verilecektir: Ya ölüm ya da “tahriq”. “Tahriq” eyleminde İbrahim’in öldürülmesi söz konusu değildir. Onu öldürmeyip mahvedeceklerdir.
Enbiya/70 ve Saffat/98’e göre, toplumu İbrahim’i tahriq’ten sonra plan kurmuşlardır. İbrahim’i yakıp yok edecek olsalar İbrahim’e tuzak kurmalarına gerek kalmazdı. Onlar “İbrahim’e nasıl eza edebiliriz, sıkıntı çektirebiliriz ve mahvedebiliriz?” diye plan kurmuş olmalıdırlar.
“Cahim” ve “Nar” sözcükleri de her zaman gerçek anlamı olan “ateş” anlamında kullanılmaz. Mecazen aşırı sıkıntı anlamlarında da kullanılır.
Hayır… Hayır… Eğer ki ılmelyakin [kesin bilgi] ile bilirseniz cahimi [çılgınca yanan ateşi] mutlaka görürsünüz. (Tekasür/5, 6)
Ve Yahudiler, “Allah’ın eli sıkıdır” dediler. -Söyledikleri şeyler sebebiyle onların elleri bağlandı ve onlar lanetlendi.- Aksine O’nun [Allah’ın iki eli açıktır; dilediği gibi harcar. Ve ant olsun ki, Rabbinden sana indirilen, onların çoğunda azgınlık ve küfürce artış yapar. Ve Biz, onların aralarına kıyamete kadar düşmanlık ve kin attık. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Ve onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Oysa Allah bozguncuları sevmez. (Maide/64)
Körü körüne Ataların izinden gitmek
Pasajın 52- 54. ayetlerindeki “Hani o [İbrahim], babasına ve kavmine: ‘Israrla kendisine tapınıp durduğunuz heykeller nedir?’ demişti. Onlar: ‘Biz atalarımızı bunlara tapanlar olarak bulduk’ dediler. O [İbrahim]: ‘Ant olsun ki sizler ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz’ dedi” ifadelerinden, İbrahim’in kavminin kendilerini savundukları tek şeyin taklit, atalar dinine bağlılık olduğu görülmektedir. Kur’an’ın naklettiği bütün kıssalarda aynı şeyi görmekteyiz:
Ve işte böyle Biz, senden önce de hangi kente bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın şımarık varlıklı kimseleri: “Şüphesiz biz babalarımızı bir ümmet [önderli toplum] üzerinde bulduk. Biz de kesinlikle onların izlerine uyanlarız.” demişlerdi. (Zuhruf/23)
Ve onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun” dendiği vakit, “Aksine biz, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız.” dediler. Ataları bir şeye akıl erdirmez ve doğru yolu bulmaz idiyseler de mi? (Bakara/170)
Ve onlara: “Allah’ın indirdiğine ve Elçi’ye gelin” dendiği zaman: “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler olsa da mı? (Mâide/104)
Ve onlara: “Allah'ın indirdiğine tabi olun!”dendiği zaman: “Aksine, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” dediler. Ya şeytan onları cehennemin azabına çağırıyor idiyse! (Lokman/21)
74 - Ve Lut; Biz ona bir hüküm, bir ilim verdik. Onu çirkin işler işleyen kentten kurtardık. Şüphesiz onlar, kötü bir kavimdiler, fasıklar idiler.
75 – Ve Biz onu [Lut’u] rahmetimizin içine girdirdik. Şüphesiz o, salihlerdendir.
Geçmişe ait Musa ve İbrahim kıssalarından sonra üçüncü olarak Lut’a (as) da değinilmiş ve gönderildiği toplum ile aralarındaki olaylar kısaca nakledilerek ibret ve öğüt alınması istenmiştir. Daha evvel A’raf, Hud, Hıcr, Şuara ve Neml surelerinde de Lut (as) ile ilgili açıklamalar geçmişti:
(And olsun), Lût'u da (elçi olarak gönderdik). Hani o, kavmine demişti ki: “Siz, sizden önce âlemlerden hiç birinin yapmadığı iğrençliği mi yapıyorsunuz? Gerçekten ve kesinlikle siz, kadınların astından, erkeklere şehvetle gidiyorsunuz. Aslında siz sınırı aşan bir kavimsiniz.” (A’raf/80-81)
Ve onun kavmi hızlıca ona geldiler. Onlar daha önce de çirkinlikler yaparlardı. O [Lut]: “Ey kavmim! İşte bunlar kızlarım. Onlar sizin için daha temizdirler. Gelin Allah’a takvalı davranın, beni misafirlerim ile ilgili olarak rezil rüsvay etmeyin. Sizden hiç reşit [aklı başında] bir adam yok mu?” dedi. (Hud/78)
Siz, şüphesiz, mutlaka erkeklere gidecek, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlik yapacak mısınız?” dedi. İşte kavminin cevabı da sadece “Doğru söyleyenlerden isen Allah'ın azabını bize getir!” demeleri oldu. (Ankebut/29)
Hani kardeşleri Lut onlara demişti ki: “Siz takvalı davranmaz mısınız? Şüphesiz ki, ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Gelin artık, Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Rabbinizin sizler için yarattığı eşleri bırakarak âlemler içinden erkeklere mi gidiyorsunuz? İşin aslı siz haddi aşan bir kavimsiniz.” (Şuara/166)
Lut’u da [elçi olarak kavmine gönderdik]. Hani o, kavmine; “Göz göre göre hâlâ o aşırılığı [hayâsızlığı] yapacak mısınız? Şehvet yönünden kadınlardan aşağı olan erkeklere yaklaşacak mısınız? Aslında siz cahillikte devam edegelen bir kavimsiniz!” demişti. (Neml/54, 55)
76 – Ve Nuh’u; hani o daha önce nida etmişti de Biz de ona cevap vermiştik. Sonra da Biz kendisini ve ehlini [ailesini, yakınlarını, inananlarını] büyük sıkıntıdan kurtardık.
77 – Ve ayetlerimizi yalanlayan kavmine karşı ona yardım ettik. Şüphesiz onlar, kötü bir kavimdiler de Biz onları topluca suda boğduk.
Bu ayetlerde de Nuh peygamber hatırlatılmaktadır. Nuh’un (as) kıssası burada çok kısa verilmiştir. Nuh ile ilgili detay da daha evvel birçok surede yer almıştı:
Ve Nuh dedi ki: “Bu yerde dolaşan kâfirlerden bir tek kişi bırakma. Şüphesiz ki sen onları bırakırsan kullarını yoldan çıkarırlar ve sadece ahlâksız ve kâfir çocuklar doğururlar. Rabbim! Benim için, anam-babam için, mümin olarak evime giren kişiler için ve mümin erkekler ve mümin kadınlar için mağfiret et! Zalimlere de sadece yok oluşu arttır.” (Nûh/26-27)
Ve Nuh’a vahyolundu: “Kesinlikle kavminden iman etmiş olanlardan başka artık kimse iman etmeyecektir. Onun için onların yaptıkları şeylere üzülme. Ve Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulüm yapan kimseler hakkında da Bana hitapta bulunma. Kesinlikle onlar suda boğulmuşlardır [boğulacaklardır].”
Ve o, gemiyi yapıyordu, kavminden bazı ileri gelenler, ona her uğrayışta onunla alay ediyorlardı. O [Nuh] dedi ki: “Bizimle alay ediyorsunuz, biz de sizinle tıpkı bizimle alay ettiğiniz gibi alay edeceğiz. -Artık o aşağılatıcı azabın kime geleceğini ve o sürekli azabın kimin üstüne ineceğini ileride bileceksiniz.-
Nihayet emrimiz geldiği ve fırın/ tandır kaynadığı zaman Biz dedik ki: “Her cinsten birer çifti ve aleyhlerinde hüküm verilmiş olanların dışında aileni ve iman etmiş olanları onun içine yükle.” -Zaten onunla birlikte çok azından başkası iman etmemişti.- (Hûd/36-37)
Bunun üzerine Biz ona: “Bizim gözetimimiz ve vahyimiz ile gemiyi yap. Sonra Bizim emrimiz gelip de tandır kaynayınca, her cinsten eşler halinde iki tane ve bir de onlardan, daha önce kendisi aleyhinde Söz geçmiş olanların dışındaki ehlini [aileni, yakınlarını, inananlarını] gemiye sok. Zulmetmiş olanlar konusunda bana başvurma. Şüphesiz onlar boğulmuşlardır. Sonra sen ve beraberindeki kişiler gemiye yerleştiğinde de: ‘Hamd bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah içindir’ de! Ve: ‘Rabbim! Beni bolluk olan bir yere indir/bana bolca ikramda bulun. Sen, indirenlerin/ikramda bulunanların en iyisisin’ de” diye vahyettik. (Mü'minun/27- 29)
Bunun üzerine o [Nûh] Rabbine yalvardı: “Ben gerçekten yenik düşürüldüm, bana yardım et/intikamımı al!”
Biz de hemen sel gibi boşalan bir su ile göğün kapılarını açıverdik.
Yeri de kaynaklar hâlinde fışkırttık, derken sular takdir edilmiş/ayarlanmış bir iş üzerine birbirine kavuştu.
Onu [Nuh’u] da, nankörlük edilen kişiye bir mükâfat olmak üzere, korumamız/gözetimimiz altında akıp giden levhaları [tahtaları] ve çivileri/urganları olan [sal] üzerinde taşıdık. (Kamer/11-13)
78 - Davud ve Süleyman'ı da; hani onlar, kavmin koyunlarının, içinde geceleyin yayıldığı ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Biz de, onların hükmüne şahit idik [kavmin yasalarının ne olduğunu biliyorduk].
79 - Sonra da Biz, onu Süleyman’a hemen iyice kavrattık. Ve hepsine yasa ve ilim verdik. Davud ile beraber tespih etsinler diye, dağları ve kuşları buyruk altına aldık. Ve Biz yapanlarız.
80 – Ve Biz, sizin kötülüğünüzden sizi korumak için, sizin için zırh yapımını ona öğrettik. Artık siz şükredenler misiniz?
81- Ve Süleyman’a, içinde bolluklar oluşturduğumuz toprağa doğru onun emriyle akıp giden kasırga halindeki rüzgârı… (boyun eğdirdik). Ve Biz her şeyi bilenleriz.
82- Ve şeytanlardan, kendisi için dalgıçlık eden ve bundan daha düşük iş yapan şeytanları da… (boyun eğdirdik). Ve Biz onlar için koruyucular idik.”
Bu ayetlerde ise yine özet olarak Davud ve Süleyman peygamberlere değinilmiştir. Davud ve Süleyman peygamberlere verilen nimetler çok kısa ifadeler ile anlatılmıştır. Bu iki peygamber, haklarında en fazla efsane oluşturulan peygamberlerdir. 79- 82 arasındaki ayetlerde sayılan nimetler daha evvel Sad ve Sebe’ surelerinin tahlilinde detaylı olarak açıklanmıştı. (Tebyinü’l Kur’an; c.2, s.333-370) Bu nedenle, bu pasajda konu edilen nimetleri kısaca hatırlatmakla yetineceğiz. Davud ve Süleyman peygamber, kuşlardan yararlanmayı, dağlarda zor şartlarda yaşamayı, demir ve bakırı işlemeyi, denizlerde yelkenli gemilerle ticareti ileri seviyeye çıkarmayı, emri altında çalıştırdığı yabancı işçilerden denizcilikte, bayındırlıkta, yol-köprü ve diğer inşaat işlerinde, bakır kaplar ve heykeller yapımında yararlanmayı başarmışlardır.
Konu ile ilgili olarak Sebe suresindeki pasajı hatırlatmakla yetiniyoruz:
Ve Ant olsun ki, Biz Davud’a tarafımızdan bir fazlalık ve kuşları verdik; “Ey dağlar! Onunla beraber dönün!” Ve onun için demiri yumuşattık: Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçülendir.- Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle Ben yaptıklarınızı en iyi görenim.- (Sebe/10, 11)
Davud, Beytüllahim'de yaşayan Yuda kabilesinden sıradan bir gençti. Filistinlilere karşı açılan bir savaşta, İsrail'in en büyük düşmanı olan Calût'u öldürdü ve birdenbire İsrailoğulları arasında değeri yükseldi. Bu olayla birlikte önemi artmaya başladı, öyle ki Talut'un [Seul’ün] ölümünden sonra ilk önce Hebron'da [bugünkü el-Halil] Yuda kralı seçildi, daha sonra da bütün İsrail kabilelerinin kralı oldu. Kudüs'ü aldı ve orayı İsrail krallığının başşehri yaptı. Onun liderliğinde tarihte ilk defa, sınırları Akabe körfezinden Fırat nehrinin batı kıyılarına kadar uzanan Allah'a ibadet eden bir krallık kurulmuş oldu.
Kur’an’a baktığımızda Davud’a verilen nimetleri şöyle toplayabiliriz:
a- Bilgi: (Neml/15).
b- Kuvvet: (Sâd/17).
c- Dağların boyun eğdirilmesi: (Sebe'/10).
d- Tövbesinin kabulü (Sâd/24, 25).
e- Hükümranlık (Sâd/26).
f- Demiri işleme: Sebe’/10).
g- Zebur (Nisa/163).
h- Fasl-ı hıtap (Sebe’/20)
ı- Hikmet (Sebe’/20)
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 15. August 2009, 02:30 PM   #10
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

FASL-I HITÂB: Bilindiği gibi, insanların düşüncelerini ifade etme yetenekleri birbirlerinden farklıdır. Kimilerinin hitabeti iyidir ve bu yetenekleriyle mesajlarını dinleyenlerin zevk alacağı etkileyici anlatımlarla insanlara daha rahat iletirler, çevreyle iletişimlerini daha iyi kurarlar. Kimilerinin de hitabetleri zayıftır, ne dedikleri anlaşılmaz, konuşmaları muhataplarını sıkar. Bunlar mesajlarını gereği kadar iyi iletemezler ve çevreleriyle sağlıklı iletişim kuramazlar.
Âyetteki فصل الحطاب [fasl-ı hıtâb] ifadesinden anlaşılmaktadır ki, Dâvûd peygamber çok fasih ve beliğ konuşan, hükümlerini açık bir şekilde dile getiren ve muhataplarına ne demek istediğini gâyet net olarak anlatan bir kişidir.
Fasl-ı hıtâb deyimi ayrıca, hükümlerdeki tereddütsüzlüğü; kesin kararlılığı ve kararlardaki isabeti de ifade etmektedir. [Tebyinü’l Kur’an; c.2, s.343]
SÜLEYMAN PEYGAMBERE VERİLEN NİMETLER: Konumuz olan pasajda Süleyman peygambere de nimetler verildiği beyan edilmiştir. Bunlardan ilki, rüzgârın ona musahhar kılınması, bir diğeri de cinlerin emrine verilmiş olmasıdır.
Süleyman peygamber deniz ticaretine önem verip yelkenli gemilerden bir filo kurmuştu. Gemiler yelkenleri sayesinde, eskiden deve, katır gibi araçlarla aylarca süren yolculuk mesafesini kısaltmıştı. Konunun teferruatı Kitab-ı Mukaddes’in 3. Krallar bölümünün 9. Bab’ında yer alır. Bu ticaret filosu Akabe körfezinin başında bulunan Ozio-Geber’den Ofir’e gider gelirdi. Ve o uzak diyarlardan altın, fildişi, sandal ağacı ve kıymetli taşlar ve baharat gibi sıcak ülke ürünlerinden bereketli toprağa [Filistin] gelir akıtırlardı, taşırlardı. Süleyman, ülkesini o dönem o kadar çok zengin etmişti ki, gümüşün değerce taştan farkı yoktu.
SÜLEYMÂN PEYGAMBERİN EMRİNDEKİ ŞEYTÂNLAR/CİNNLER:
Bu konu daha evvel Sâd ve Cinn surelerinde ele alınmış ve detaylı olarak açıklanmıştı. Bu nedenle burada kısa bir hatırlatma yapmakla yetineceğiz.
Burada konu edilen cinler halk kültüründeki cinler değildir. Bunlar Süleyman peygamberin babası Dâvûd peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ve onlara ustabaşlık yapan Sur kralının gönderdiği Huram baba ve emrindeki hünerli kişilerdir.
Süleymân peygamberin emrindeki şeytânlar konusunda düzülen efsanelerin tümü, âyetteki şeytânlar ifadesinin, Kur’ân'daki tanımı dışında, halk kültürüne yerleşmiş hayalî yaratıklar olarak kabulüne dayanmaktadır. Oysa Kur’ân'daki şeytân ile halk kültüründeki “şeytân” arasında hiçbir alâka bulunmamaktadır.
Hatırlanacak olursa, Tekvîr ve Nâs sûrelerinin tahlili yapılırken “şeytân” konusuna da değinilmiş ve okuyucu bir miktar bilgilendirilmişti. Orada yapılan açıklamalarda şeytân'ın sözlük anlamının kısaca, “hakktan uzak olan” demek olduğu; bir kavram olarak şeytân'ın ise “hakka ve akla aykırı hareket eden her türlü kişi, güç ve kurumun ortak ve karakteristik adı” olduğu belirtilmişti. Süleymân peygamber kıssasında sözü edilen şeytânlar da, bu tip şeytânlardır. Yani, Süleymân peygamber hakkında sürekli gerçek dışı sözler söyleyip iftiralar yayan ve o'nun aleyhinde plânlar kuran kişilerdir.
Cinn olarak nitelenen bu varlıkların kimler olduğu konusunda doğru bir tahlil yapılabilmesi için öncelikle “dinler tarihi” bilgisine ihtiyaç vardır. Babası Dâvûd peygamberden sonra o'nun mirasçısı olarak ülkesinin hükümdarı olan Süleymân peygamber, Ya‘kûb peygamberin soyundan gelen bir Benî İsrâîl peygamberidir. Bu nedenle hem Müslümanların hem de Ehl-i Kitab'ın [Yahudi ve Hıristiyanların] inandığı ve değer verdiği bir kişidir. Süleymân peygamber ile ilgili haberler Ehl-i Kitap'ta da mevcuttur. Eldeki Tevrât'ın muharref [bozulmuş] olması sebebiyle dinî bir kaynak olarak dikkate alınması mümkün değilse de, tarihî bir kaynak olarak ele alınmasında hiçbir sakınca yoktur. Çünkü yazılı dinî metinler de tarihin temel kaynakları arasındadır. Nitekim Ana Britannica ansiklopedisi de, Süleymân peygamberle ilgili olarak verdiği bilgilerin kaynağını Eski Ahit olarak göstermiştir:
Hz. Süleymân'ın yaşamı ile ilgili bilgilerin hemen tümü Eski Ahit'ten kaynaklanır. Kitab-ı Mukaddes, Süleymân peygamberin hizmetinde olan kişilerin, babası Dâvûd peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ile onlara ustabaşılık yapan Sur kralının gönderdiği Huram Baba ve emrindeki hünerli kişiler, zanaatkârlar olduğunu kaydetmektedir. Süleymân peygamberin emrindeki şeytân nitelikli cinnlerin hünerli zanaatkârlar olduğunu bildiren Kur’ân âyetleri ile, bir tarihî kaynak olarak değerlendirdiğimiz Tevrât'ın bilgileri bu konuda aynıdır. Zaten Kur’ân'ın bu âyetlerini duyan Ehl-i Kitap da, bu anlatıma itiraz etmemiştir. Bütün bunlar, Süleymân'a hizmet eden cinnleri, halk kültüründeki hayalî cinler olarak açıklayanların hiçbir kaynak ve dayanaklarının olmadığını göstermektedir.
Süleymân peygamber hakkında yalan ve iftira kampanyaları düzenleyen, o'ndan kurtulmak ve iktidarını devirmek için ellerinden gelen her şeyi yapan şeytân nitelikli cinnler, bu hünerli ama zoraki çalışan zanaatkârlardır. Süleymân peygamber, bu durumun bilincinde olarak onlardan zoraki de olsa yararlanmayı sonuna kadar sürdürmüştür.
Konunun detaylarını hatırlamak isteyenlere, bu konunun ele alındığı bölümleri (Tebyinü’l Kur’an; c.2. s.392- 397, c.3, s.191) tekrar okumalarını öneriyoruz.
Konumuz olan pasajdaki 78. ayette, Kur’an’da daha evvelki kıssalarda yer almayan bir olaydan bahsedilmektedir. Bu durum, söz konusu olayın o günün toplumlarında bilindiğini göstermektedir. Ayetlerde olayın mahiyeti ile ilgili bilgi verilmemiş, sadece Davud ve Süleyman peygamberlerin “koyunların gece ekin yemesi” konusunu görüşerek meselenin nasıl bir hükme bağlanacağı konusunda müzakere ettikleri bildirilmiştir.
Bu hususta klasik kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır:


Ekini Bozan Davar Hakkında Hüküm

Bu hususun nasıl cereyan ettiği hususunda şu izah yapılmıştır:
a- Müfessirlerin ekserisi şöyle demişlerdir: Hz. Davud'a, birisi ekinin sahibi, diğeri de sürünün sahibi olarak iki adam geıir. Ekin sahibi "Falancanın davarları, benim ekinime girdi ve ondan hiçbir şey bırakmadı" dedi. Bunun üzerine Dâvud (a.s.) "Git, sürü senindir" hükmünü verdi. Derken, ikisi oradan ayrıldılar ve Süleyman (a.s.)'a rast geldiler. Bunun üzerine Süleyman (a.s.): "Aranızda nasıl hükmetti?" deyince onlar, Davud'un verdiği hükmü söylediler. Süleyman (a.s.): "Kadı [hâkim] ben olsaydım, başka türlü hüküm verirdim" dedi. Bu söz, Dâvud (a.s.)'a ulaşınca, bunun üzerine Dâvud (a.s.), Süleyman (a.s.)'ı çağırdı ve "O ikisi arasında sen nasıl hükmederdin?" deyince, Süleyman (a.s.) şöyle dedi: "Ben, davarları, ekinin sahibine verirdim. Böylece, o davarların sütü, kuzusu ve yünü, ekin sahibinin olur. Ertesi yıl, ekin, yenildiği günkü durumuna ulaştığında, koyunları geri sahibine verirdim. Böylece de, ekin sahibi ekinini almış olurdu".
b- İbn Mesûd, Sureyh ve Mukâtil (r.h.) şöyle demişlerdir: "Bir çoban geceleyin, bir üzüm bağının yanına yatak kurdu [sürüsünü orada yatırdı]. Derken çoban farkında olmadan, koyunlar o bağa girdi; üzüm dallarını yiyerek, bağı işe yaramaz hale getirdi. Ertesi gün, bağın sahibi, Dâvud (a.s.)'a başvurdu. Dâvud (a.s.) da, o bağın değeriyle koyunun değeri arasında bir farklılık olmadığı için, koyunların bağ sahibinin olacağı şeklinde hükmetti. Onlar çekip gittiler. Derken, Süleyman (a.s.)'a rastladılar. Bunun üzerine Süleyman (a.s.) onlara "Aranızda nasıl hükmetti?" deyince, onlar, Dâvud (a.s.)'ın verdiği hükmü anlattılar. Süleyman (a.s.), "Bu hükümden başka bir hüküm her iki tarafın durumuna daha uygun olabilir" dedi. Bu söz, Dâvud (a.s.)'a ulaştı. Derken, Dâvud (a.s.), Süleyman (a.s.)'ı çağırdı ve ona, "Babalık ve peygamberlik hakkı için, o iki tarafın durumuna daha uygun olan şeyi bana haber vereceksin" dedi.
Bunun üzerine Hz. Süleyman (a.s.), "Sürüyü, kendisinden yararlanmak üzere, bağın sahibine verirsin, çoban da, eski halini alıncaya kadar o bağı ıslah etmeye çalışır. Daha sonra sürüyü, sahibine geri verirsin" dedi. Dâvud (a.s.), bunun üzerine, "Hüküm, senin verdiğin hükümdür" dedi ve ayni karan verdi. İbn Abbas (r.a.) bu hükmü verirken, Hz. Süleyman (a.s.)'ın yaşının on bir olduğunu söylemiştir (Razi; el Mefatihu’l Gayb)


Dâvûd ve Süleyman (AS)
Mürre kanalıyla İbn Mes'ûd'dan rivayetle Ebu İshak, otlatılan bu ekinin, salkımları oluşmuş bir bağ olduğunu söyler. Şüreyh de böyle söylemiştir. İbn Abbâs, âyette geçen “ النّفش en-nefşü” kelimesinin otlatma anlamında olduğunu söylerken; Şüreyh, Zührî ve Katâde gece otlatma anlamında olduğunu söylemişlerdir. Katâde gündüz otlatmaya ise arap dilinde “ الهمل el-hemelü” denildiğini belirtir. İbn Cerîr der ki: Bize Ebu Küreyb Hârûn İbn İdrîs el-Asâmm'ın... İbn Mes'ûd'dan rivayetlerine göre; o, “Dâvûd ve Süleyman da, hani, kavmin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken ...” ayeti hakkında şöyle demiştir: Bu, salkımları oluşmuş bir bağ idi ve koyunlar onları bozmuştu. Dâvûd, koyunların bağ sahibine ait olduğuna hükmetti. Süleyman ise şöyle dedi: Ey Allah'ın peygamberi, hüküm bundan başkadır. Hz. Dâvûd: Hüküm nasıldır, diye sordu da, şöyle cevapladı: Bağı koyun sahibine verirsin, eski haline dönünceye kadar ona bakar. Koyunları da bağ sahibine verirsin. Onlardan istifade eder. Nihayet bağ eski hâline döndüğü zaman bağı sahibine, koyunları da sahibine verirsin. İşte Allah Teâlâ'nın: “Biz bu hükmü hemen Süleyman'a belletmiştik” ayeti budur. Avf de aynı açıklamayı İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Hammâd İbn Seleme'nin Ali İbn Zeyd kanalıyla ... İbn Abbâs'tan rivayetinde o, şöyle anlatmış: Hz. Dâvûd, koyunların ekin sahibine ait olmasına hükmetmişti. Çobanlar yanlarında köpekleri ile çıktıklarında Süleyman onlara: Aranızda nasıl hüküm verdi, diye sordu. Onlar Hz. Davud'un hükmünü haber verdiler. “Şayet işinizi ben üstlenmiş olsaydım bundan başka bir hüküm verirdim” dedi. Bu, Hz. Davud'a haber verildi de Hz. Süleyman'ı çağırdı ve: “Aralarında nasıl hükmedersin?” diye sordu. Koyunları ekin sahiplerine veririm, koyunların yavruları, sütleri, yağları ve faydaları onların olur. Koyunların sahipleri de ekin sahiplerinin ziraat yaptıkları gibi onlar için ekin ekerler. Ekin eski haline ulaştığı zaman ekin sahipleri ekini alır, koyunlar da sahiplerine geri verilir, dedi. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın ... Mesrûk'dan rivayetinde o, şöyle anlatıyor: Koyunların içinde otlamış olduğu ekin bağ idi. Koyunlar orada otlamış ve üzüm salkımı bırakmayıp yemişlerdi. Onlar [bağın sahipleri] Hz. Davud'a gelmişler ve koyunların sahipliğini onlara vermişti. Hz. Süleyman şöyle dedi: Hayır, aksine koyunlar alınır ve bağ sahiplerine verilir. Koyunların sütleri ve faydaları onlara ait olur. Koyunların sahiplerine de bağ verilir, onu ıslah eder ve imar ederler. Ta ki koyunların otladığı gecedeki haline gelinceye kadar… Sonra koyun sahiplerine koyunları, bağ sahiplerine de bağları verilir. Şüreyh, Mürre, Mücâhid, Katâde, İbn Zeyd ve birçokları da böyle söylemiştir. (İbni Kesir)


Bu olaya Kitab-ı Mukaddes'te de, Yahudi eserlerinde de değinilmemiştir. Müslüman müfessirlere göre bu olay şöyle meydana gelmiştir: Bir adamın davarları geceleyin başka bir adamın ekinine girmişti. Ekin sahibi Davud'a (a.s.) şikâyet etmiş, o da davarların tarla sahibine verilmesine hükmetmişti. Fakat Süleyman (a.s.) bu görüşü kabul etmemiş ve ekinler eski haline gelinceye dek davarların tarla sahibinde kalması fikrini öne sürmüştü. Bununla ilgili olarak Allah: "Biz doğru hükmü Süleyman'a öğrettik" buyuruyor. Fakat hukukî yönden böyle bir meselenin İslâmî hükmünün de olduğunu söyleyemeyiz. Bu konuda Resulullah'tan (s.a) rivayet olunan bir hadis yoktur. Bu nedenle fakihler bu konuda farklı görüşler öne sürmüşlerdir.
Fakat ele alındığı çerçeve içinde bu olayın, peygamberlerin de, Allah vergisi güç ve yeteneklerine rağmen sadece birer insan olduklarını vurgulamak için anlatıldığına dikkat edilmelidir. Bu olayda her ikisi de peygamber oldukları halde, Allah Hz. Süleyman'a gösterdiği doğru yolu, Hz. Davud'a (a.s.) göstermediği için o yanılmıştı. (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)
83, 84 – Ve Eyyûb; hani o: “Şüphesiz bana zarar dokundu. Sen merhametlilerin en merhametlisisin” diye Rabbine nida etmişti de Biz, Onun için icabet etmiştik. Sonra ondan zararlı olan şeyleri kaldırdık. Ve katımızdan bir rahmet ve kulluk edenlere bir öğüt olmak üzere, kendisine ehlini [ailesini, yakınlarını] ve kaybettikleriyle bir mislini daha verdik.
Bu ayetlerde Eyyub peygamberin başına da sıkıntıların geldiği, onun da diğer peygamberler gibi sadece Allah'tan yardım dilediği, Allah'ın da samimiyetinden dolayı ona büyük lütuflarda bulunduğu anla­tılmaktadır. Eyyub’un (as) burada hatırlatılmasının nedeni, başından geçenlerin ibret verici ve iyi bir öğüt örneği olmasıdır.
Eyyub ile ilgili olarak daha evvel Sad suresinde şu bilgiler verilmişti:
Kulumuz Eyyûb'u da hatırla! Bir zaman o, Rabbine seslenmişti: “Meşakkat ve acı ile bana şeytân dokundu [şeytân bana acı ve meşakkat dokundurdu].”
“Ayağın ile topukla [yere vur, mahmuzla, yaya olarak hemen oradan uzaklaş]! İşte yıkanılacak bir yer, soğuk içecek!”
Ve Biz o'na, ailesini ve onlarla birlikte olanların bir mislini daha tarafımızdan bir rahmet ve tüm akıl sahipleri [kavrama yeteneği olanlar] için bir ibret olarak bahşettik.
“Ve eline bir tutam bitki al, onunla hemen, rızk aramak için sefere çık ve hanis olma [kararsız olma, doğrudan sapma, günah işleme].” Gerçekten Biz o'nu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu! Şüphesiz o çokça dönendir. (Sad/41-44)
Eyyub (as) da hakkında birçok asılsız hikâye düzülen peygamberlerden biridir. Hakkındaki söylentileri Sad suresinde ele alıp açıkladığımızdan, detayın oradan (Tebyinü’l Kur’an; c. 2, s. 398- 418) okunmasını öneriyoruz.
85 – Ve İsmail, İdris ve Zülkifl; Hepsi sabreden kimselerdendi.
86 - Onları da rahmetimizin içine girdirdik. Şüphesiz onlar salih kişilerden idiler.
Bu ayetlerde, İsmail, İdris ve Zülkifl’in de sabredenlerden oldukları ve onların da Allah’ın rahmetine mazhar olan salih kişiler oldukları bildirilmiştir. Allah’ın rahmetine girdirilmiş olmaları, üçünün de elçi olarak seçildiklerini göstermektedir.
Bu üç peygamber ile ilgili olarak daha evvel şu ayetleri görmüştük:
İsmail’i, Elyesa'yı, Zülkifl'i de an. Hepsi de hayırlı kimselerdendir. (Sad/48)
Ve Kitap’ta İsmail’i an / hatırlat. Şüphesiz o, vaadine sadık idi, bir elçiydi, bir peygamberdi.
Ve o ehline [ailesine, çevresine] namazı / sosyal desteği ve zekâtı emrederdi. Ve o Rabbinin katında hoşnutluğa ermişti.
Ve Kitap’ta İdris'i an / hatırlat. Şüphesiz o, çok sadık biriydi, bir peygamberdi.
Ve Biz onu yüce bir mekâna yükselttik. (Meryem/54-57)
Daha evvel Zülkifl ve İdris ile ilgili olarak şu açıklamaları yapmış idik:
ZÜLKİFL: ذوالكفل [Zülkifl] ismi Kur’ân'da 2 kez geçmektedir. Zülkifl sözcüğü, “nasip ve kısmet sahibi” anlamına gelmekte olup, bu sözcükle ayette kasdedilen, o sâlih adamın ismi değil, lâkabıdır. Fakat bu lâkap burada, o kişinin dünyevî zenginliğini değil, üstün şahsiyetini ve ahiretteki derecesini ifade etmektedir.
“Zülkifl”in kimliği ve milliyeti hakkında birçok farklı görüş ileri sürülmüştür. Onun; Zekeriyyâ, İlyas, Nûh'un oğlu Yeşu veya Elyasa olduğunu söyleyenler olduğu gibi, Eyyûb peygamberin kendinden sonra peygamber olan Bişr adındaki oğlu olduğunu söyleyenler de vardır.
Allame Alusî ise, “Yahudiler o'nun, İsrailoğulları’nın esareti sırasında [M.Ö. 597] peygamber tayin edilen ve vazifesini Habur ırmağı yakınlarında bir bölgede yapan Hezekiel olduğunu iddia ederler” demiştir.
Kitab-ı Mukaddes'teki anlatımlar dikkate alındığında, bu kişinin Hezekiel olduğu yolundaki görüş en uygun görüş gibi durmaktadır. Çünkü Hezekiel'in özellikleri, âyette bildirilen niteliğe ters değildir ve Hezekiel kitabı da fazla tahrifata uğramamış yazılardan biri olarak kabul edilmektedir:
Sonradan eklenmiş az sayıda parçayı ötekilerden ayırt etmek olanaklıdır, ama metnin büyük bölümünün gerçekliği kuşkusuzdur.
Kitab-ı Mukaddes'e göre, Kudüs'ü işgal eden Bahtunnasr'ın, İsrailoğulları’ndan aldığı ve Irak'ta Habur ırmağı yakınlarındaki Tel-abib'e yerleştirdiği esirlerden biri olan Hezekiel, en fazla 30 yaşındayken peygamberlik görevini almış ve tam 22 yıl boyunca gerek esaretteki İsrailoğulları’na ve gerekse zalim yöneticiye ve adamlarına Allah'ın mesajını tebliğ etmiştir. Görevinin 9. yılında “gözlerimin sevgilisi” diye adlandırdığı karısı ölen Hezekiel, ertesi gün karısının ölümüne ağlamaya gelenleri Allah'ın gazabıyla ve dünyada gelecek olan yakın azapla uyarmıştır. (Tebyinü’l-Kur’an; c: 2, s: 420)
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
73enbiya, enbiya, giriş, suresine


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 06:51 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam