hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NEBİLERİN SONUNCUSU MUHAMMED PEYGAMBER > Aile hayatı

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 1. October 2008, 05:50 AM   #1
EVVAB_İNSAN
Uzman Üye
 
EVVAB_İNSAN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 220
Tesekkür: 35
42 Mesajina 53 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
EVVAB_İNSAN is on a distinguished road
Standart Hz. âişe

HZ. ÂİŞE

A.GENEL TESPİTLER

Hz. Peygamber’in üçüncü hanımı olan Ebu Bekir kızı Âişe, Peygamber hanımı olmanın bahtiyarlığına, sadece kadınlık meziyetlerini değil, İslam tarihinin en ünlü erkeklerinin bile pek azına nasip olan birçok seçkinliği ve eylemi de eklemiş ender kişiliklerden biridir. İslam ilimler tarihi, Hz. Âişesiz düşünüldüğünde, telafi edilmeyecek eksiklikler arz etmekte ve bu büyük “mümin annesi”, yeri doldurulmaz bir değerler toplayıcısı halinde tarihe geçmiş bulunmaktadır.

İnsanlığın en büyük evladı, Son Peygamber Hz. Muhammed, İslam’a, malları ve canlarıyla erişilmez hizmetler veren sahabiler kadrosunu öyle bir eğitime tâbi tutmuştur ki, onların her biri bu eğitimin ayrılmaz parçalarından birini temsil etme noktasına gelmiş ve her birinin doldurulmaz bir yeri olduğunu kabul zorunlu olmuştur. Bunu söylerken, Kur’an’da tanıtılmış bulunan, “müellefetül-kulûb”, yani kalpleri İslam’a ısındırılmak üzere nimetlendirilen ve İslam bünyesinde sayılan kişileri, sahabi kavramının dışında tuttuğumuzu bir kez daha belirtmek isteriz.

Kur’an tarafından bütün müminlerin anneleri olarak nitelendirilen (Ahzab,6) Peygamber hanımları, Allah Elçisi’nin sürekli beraberinde olmak ve ona sayısız hizmetler vermiş olmakla da seçkinleşmişlerdir. Fakat onların bütün yücelikleri bu kadar değildir. Onların her biri, daha başka meziyetlerle de İslam’ın varlık yapısında bir yer tutmakta, birer sahabi olarak da, az önce işaret ettiğimiz “ayrılmaz parçalık” görevini yapmış bulunmaktadırlar.

O halde, onların yücelik ve saygınlıkları, Peygamber eşi olmaya ilaveten, sahabilikle de taçlanmıştır. Bu iki boyutlu üstünlüğe, Hz. Hatîce ve Hz. Âişe gibi bazı mümin anneleri daha başka meziyetler ilave ederek, Peygamber hanımları içinde de ayrı bir mevki sahibi olabilmişlerdir.

Hz. Hatîce, Peygamber hayatındaki yeri, İslam’ın yayılıp yerleşme sürecindeki hizmet ve yaşama çizgisi ile kendine has ve kimseyle paylaşılamayacak bir yere sahiptir.

Hz. Hatîce’yi, bir Peygamber hanımı olarak, Hz. Âişe izlemektedir. İlave edelim ki, genel değerlendirme açısından geçerli olan bu tespit, özel bazı meziyetler bakımından Hz. Âişe lehine bir sıra değişikliğine sebep olabilmektedir. Bu özel meziyetleri biz, “Hz. Âişe’nin bilginliği ve öğreticiliği” şeklinde özetliyor ve açıklamasını daha sonraya bırakıyoruz.

Bilginlerin çoğunluğu, Peygamber evi hanımları arasında üstünlük bakımından önce Peygamberimizin kızı Hz. Fâtıma’yı, sonra eşi Hz. Hatîce’yi, daha sonra da öteki eşi Hz. Âişe’yi kaydederler. Ancak bu sıralama ne bir vahiy tespiti ne de bir kesin hadisle sabittir. Bu üç seçkin kadının, üstünlük ve faziletleri ayrı ayrı anlatılmıştır. Bu konuda biz, İbn Teymiye ve onun öğrencisi olan İbn Kayyım ile aynı düşünceyi paylaşıyoruz. Üstünlükten maksat ruhsal üstünlük ise, bunu yalnız yüce Allah bilir. Maksat asalet ise, Hz.Fâtıma hepsinden üstündür.

Maksat, iman etmiş olmakta öncelik, İslam’ın ilk maruz kaldığı zorluklara göğüs germek ve böyle bir zamanda Allah’ın Resûlü’ne yardımcı olmak ise bu durumda Hz. Hatîce hepsinden üstündür. Maksat, ilmî seçkinlik, dinî hizmet, Hz. Peygamber’in talimat ve tebligatını yaymak ise, bu hususta hiç kimse Hz. Âişe’ye denk olamaz.” (Nedvî; Âişe, 267/268)

Anlaşılan odur ki, üstünlük izafîdir. Hz. Peygamber dışında hiç kimsenin, Allah katındaki mevkiine ilişkin söz söylenemez.

Gerek Şiî ve gerekse Sünnî yazarlar politik ekollerin mensupları olarak, aşırılıktan kurtulabilmiş değillerdir. Bunların tespitlerini, bu gerçeği unutmadan değerlendirmek, bilimsel düşünce adına, en erdirici yol olur kanısındayım. Bu ekollerin biri ya da öteki, özellikle bazı konularda tarafsızlığı iyice yitirebilmekte ve tam duygusal kalabilmektedir.
__________________
Gerçekler Bizi Özgür Kılar...

Konu EVVAB_İNSAN tarafından (10. October 2008 Saat 10:44 AM ) değiştirilmiştir.
EVVAB_İNSAN isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. October 2008, 05:52 AM   #2
EVVAB_İNSAN
Uzman Üye
 
EVVAB_İNSAN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 220
Tesekkür: 35
42 Mesajina 53 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
EVVAB_İNSAN is on a distinguished road
Standart

HZ. PEYGAMBER’İN ÖLÜMÜNE KADAR ÂİŞE

Tarihe “Müslümanların annesi ve Son Peygamber’in eşi” olarak geçmiş bulunan Hz. Âişe, Arap Yarımadası’nın Mekke şehrinde doğup büyüdü. Annesi, Kinane soyundan Ümmü Ruman, babası Teym soyundan Ebu Bekir diye tanınan Abdullah, lakabı Sıddıka ve Hümeyra, ünvanı Ümmül Müminîn’dir.

Anne ve baba tarafından, Mekke’nin ileri gelen ailelerinden olan Âişe, yaşadığı kentin iffet, cömertlik, asalet ve bilgi ile seçkinleşmiş bir kişisi olan Ebu Bekir evinde doğup büyüdü ve bu evde, devrinin ve çevresinin en iyi terbiyesini alarak yetişti.

Bir rivayete göre İslam’ın zuhurundan dört yıl sonra, diğer bir rivayete göre ise çok daha önceki bir tarihte doğmuş olan Âişe, Son Peygamber’in ilk bağlıları arasına giren babasından, çok küçük yaşlarda İslam terbiyesini de alarak yetişti.

Eşi Hatîce’yi kaybeden Son Peygamber, kendisine hem ev işleri ve çocukların bakımında yardımcı olacak, hem de İslam’a davet faaliyetlerinde destek olacak eşlere ihtiyaç duydu. Bunun için, bir yandan yaşlı ve dul bir kadın olan Sevde’yi, öte yandan da en yakın arkadaşı ve iman dostu olan Ebu Bekir’in kızı Âişe’yi istetti. Ebu Bekir, kızını daha önceden Mut’ım adlı bir hemşehrisinin Cübeyr adlı oğluna söz verdiğini, bu kişinin isteğinden vaz geçmesi halinde Hz. Peygamber’in isteğine olumlu cevap vereceğini bildirdi.

Esasen Mut’ım ailesi, bir Müslüman olan Ebu Bekir’in kızını almaktan vazgeçmişti. Bu aile putperest idi ve bu ailenin hanımı: “Bu Müslüman kız evime girerse oğlumu dininden eder.” diye endişeleniyor ve kocasına: “Bu kızı evime sokmam.” diyordu. Burada bir noktaya dikkat çekmek isteriz: Asrısaadet mütercimi merhum bilgin Ömer Rıza Doğrul’un da üzerinde ısrarla durduğu bu nokta şudur: Genel kanaat, Hz. Âişe’nin Hz.Peygamber tarafından istendiği zamanda altı yaşlarında olduğu yolundadır.

Fakat şu Mut’ım olayı, Doğrul’un da isabetle belirttiği gibi, bunun kabul edilmesini zorlaştırıyor. Çünkü Hz. Peygamber’in isteği, İslam’ın zuhurundan on yıl sonradır. Âişe o sırada altı yaşındaysa nübüvvetten dört yıl sonra doğmuş olmalıdır. Daha ilk günlerde Müslüman olmuş bir Ebu Bekir’in, putperest bir aileye kzını gelin vermek üzere anlaşmış olması, bu şartlar altında nasıl mümkün olabilir? Anlaşılan odur ki, Âişe, Ebu Bekir’in Müslüman oluşundan epey önce, bir putperest aile tarafından istenmiş ve babası da bunu kabul etmiştir. Eğer bu istek, Ebu Bekir’in Müslümanlığı kabulünden sonra olsaydı, Peygamber dostu bir Ebu Bekir, kızını bir putperest aileye asla vermeye kalkmazdı.

O halde, Âişe, Müslümanlığın zuhurundan önce doğmuş ve hatta, o sıralarda, bir aile tarafından gelin edilmek üzere istenecek duruma gelmişti. Bunu, Arap Yarımadası iklim şartları içinde düşünürsek, Âişe’nin İslam’ın zuhurundan en az beş, altı yıl önce doğmuş olduğunu kabul gerekir. Buna göre de, Âişe’nin, Hz. Peygamber tarafından istendiği sırada, en az on dört, on beş yaşlarında olması icap eder.

Ebû Bekir, Mut’ım ailesiyle konuştu ve onların, eski taleplerinden vaz geçtiklerini öğrendikten sonra Hz.Peygamber’e, isteğinin kabul edildiğini bildirdi. Ebu Bekir bu arada Allah Elçisi dostuna şunu sordu: “Biz seninle kardeş değil miyiz? Peki, nasıl oluyor da sen benim kızımla evlenmek istiyorsun?” Ebu Bekir, Araplar arasında ki “Birbirini kardeş eden kişilerin adlı eserin kızları onlar tarafından eş olarak alınamaz.” geleneğine işaret ediyordu. H

er söz ve davranışı, ya bir yaratılış kanununu yeniden belirleyen veya bu kanunlara ters düşen âdeti yıkmak olan Hz.Peygamber gülümsedi ve Ebu Bekir’e dedi ki: “Sen benim kan bağıyla kardeşim değilsin, din kardeşimsin. Bu benim, Âişe’yi istememe engel değil.” (Taberî, 3/161 vd.) Hemen işaret edelim ki, Hz. Peygamber-Âişe evliliği, bundan başka daha birkaç putperest âdetin yıkılmasına yarayacak ve Müslümanlara örneklik edecektir.

Hz. Peygamber, Âişe ile Sevde’yi aynı zamanda isteyip nikâhlamasına rağmen, Âişe ile evliliği üç yıl sora olacaktır. Sebep olarak, genellikle Âişe’nin küçüklüğü gösterilmektedir. Küçüklüğü ifade için hangi yaşı esas alırsak alalım, Âişe’nin o sıralarda kız arkadaşları ile ev dışında oynamaktan büyük zevk alan bir çocuk veya genç kız olduğu kesindir. Diyor ki: “Allah Resûlü’ne nikâhlandığımda ben ev dışında kız arkadaşlarımla salıncak oynuyordum. Saçlarım örgüler halinde omuzlarımdan asılıyordu.

Nikâhlandıktan sonra annem beni dışarı bırakmaz oldu. Ve annem bana Allah Elçisi ile evlenmiş bulunduğumu belirtti.” Âişe’nin bu oyun merakı burada bitmeyecek ve hayatı boyunca oyundan zevk almaya ve oynamaya devam edecektir. Kütübi Sitte’den Ebu Davud’un bildirdiğine göre, Hicretin 7. yılında vuku bulan Hayber Seferi’nden, hatta bir ihtimale göre, daha ileri bir zamanda meydana gelen Tebük Seferi’nden sonra Medine’ye evine gelen Hz. Peygamber, Âişe’yi arkadaşlarıyla birlikte oynarken buldu. Ortada kanatlı bir de hayvan vardı. Hz. Peygamber bunun ne olduğunu sorduğunda Âişe: “Bu attır.” cevabını verdi .

Hz Peygamber: “Atın kanadı olur mu?” dediğinde ise Âişe şöyle söyledi: “Neden olmasın, ey Allah Resûlü, Hz. Süleyman’ın atı kanatlı değil miydi?” Hz. Peygamber bu zeki cevabı çok beğendi ve gülümsedi… Âişe’nin oyun ve eğlence merakı Peygamber evinde de tabii imkânlar ölçüsünde, giderilmiştir. Bütün güzellikleri, en mükemmel anlamda benliğinde toplayan Allah Resûlü, elbette ki oyun ve latifenin de en ideal biçimde örneklerini veriyordu. O bu yolda, en büyük peygamber olmanın gerektirdiği tavır ve tarza uyarak, ümmetine örnek oluyordu. Latifeyi çok severdi.

Bir yerde: “Ben de şakalaşır, latife ederim, fakat bunları yaparken de yalnız gerçeği söylerim.” buyuruyor. Oyuna gelince, Hz. Peygamber’in hayatlarında oyun da vardı. Güreşirdi, hem de Arap Yarımadası’nın en büyük pehlivanını yere serecek kadar ustalıkla. Koşardı. Bu koşular zaman zaman eşi Âişe ile olurdu. Bundan bin beş yıl önce bir çöl okyanusu içinde: “Çocuklarınıza yüzme öğretiniz, bir babanın çocuğuna olan borçlarından biri de ona yüzme öğretmesidir.” diyerek sporun önemine peygamber sözüyle dikkat çeken, odur.
Hz. Peygamber’in, Âişe’nin oyun ve eğlenmesine katılımı bazen karşılıklı masal ve hikâye anlatmak şeklinde de oluyordu. Şimdi, nikâhlanma noktasında bıraktığımız Peygamber-Âişe beraberliğine dönelim.

Nikâhtan üç yıl kadar sonra, büyük Hicret meydana geldi. Zulüm ve işkenceden kaçan Müslümanlar evlerini, mallarını Mekke’de bırakıp iman ve canlarını kurtarmak için Medine’ye göçtüler. Medine onlara kucak açtı, iman kardeşleri Medineli Müslümanlar tüm varlıklarını onlarla paylaştılar. Ancak Medine’nin yumuşak ve rutubetli iklimi Mekkeli Müslümanlara çok dokunmuştu. Birçoğu hastalandı. Hastalananlar içinde Ebu Bekir ve Âişe de vardı.
__________________
Gerçekler Bizi Özgür Kılar...

Konu EVVAB_İNSAN tarafından (10. October 2008 Saat 10:45 AM ) değiştirilmiştir.
EVVAB_İNSAN isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. October 2008, 05:54 AM   #3
EVVAB_İNSAN
Uzman Üye
 
EVVAB_İNSAN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 220
Tesekkür: 35
42 Mesajina 53 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
EVVAB_İNSAN is on a distinguished road
Standart

MEHİR YOK Kİ…

Hastalık devresi geçince Ebu Bekir, Hz. Peygamber’in huzuruna çıkıp şöyle dedi: “Ey Allah Resûlü, neden nişanlını kendi evine almıyorsun?” Yüce Peygamber’in cevabı şu oldu: “Mehir meselesi, ey Ebu Bekir. Âişe’nin mehrini ödeyecek durumum yok şu sırada.” Ve borç verilen para alındı ve Âişe’nin mehri ödendi. Ve Âişe, Hicret’in üstünden birkaç ay geçtiği bir sırada Hz.Peygamber’in evlerine geldiler.

Nikâhları Şevval ayında kıyılmıştı üç yıl önce, düğünleri de Şevval ayında yapıldı. Her davranışı, insanlık için bir veya birkaç ölçü getiren Hz. Peygamber’in bu “Şevval ayında nikâhlanıp evlenme” davranışı da bir ölçü getirdi. Bir bâtıl ve hurafeyi yıkmaktı bu… Araplar, Şevval ayında nikâh ve düğünü uğursuz sayarlardı. Sebep de bu ayda görülmüş olan büyük bir salgın hastalıktı. Âişe diyor ki: “Allah Resûlü ve benim mutlu nikâh ve evliliğimiz bu hurafeyi yıkmıştır.” Gerçekten de sahabiler bundan sonra eskinin aksine, Şevval ayında daha çok düğün yapar oldular. (Buharî. nikâh)

Yine bir hurafeye uyularak, düğün alayının önüne ateş yakılır ve yeni evliler ilk beraberliklerini evlerinin dışında bir çadırda geçirirlerdi. Bunun aksini yapmak, uğursuzluk sayılırdı. Hz. Peygamber-Âişe evliliği bunun da aksini gelenekselleştirdi. Muazzez Resûl, yeni eşiyle doğruca evine indi. Ve düğün alayı Böylece, bir düğün aracılığıyla, birkaç musallat hurafe, aynı anda yıkılmış oluyordu.

Hz. Resûl’ün Âişe Valide’yi getirdiği ev, kaynaklarda şu şekilde anlatılıyor: “Hz. Âişe’nin gelin olarak geldiği ev bir konak, bir saray değildi. Allah Resûlü’nün Benu Neccâr mahallesindeki Mescid-i Nebevî çevresinde çok sayıda küçük odacıkları vardı. Hz. Âişe’nin meskeni, bu küçük odalardan biriydi. Bu odacık, Peygamber mescidinin doğu tarafına düşüyordu. Odanın kapısı mescide açılıyordu. Hz. Âişe’nin bu ikametgâhı, Peygamber mescidinin bir sahanlığı sayılabilirdi.

Öyle ki, Allah Elçisi, Âişe Valide’nin odasından mescide çıkar, itikâfa girdiği zamanlarda elini odaya uzatır ve bir şey isterdi. Odanın genişliği 6-7 arşından ibaretti. Duvarlar topraktan, tavan hurma ağaç ve yapraklarındandı. Yağmurların sızmaması için tavanın üstüne bir kilim örtülmüştü. Yükseklik bir adam boyundan biraz fazla idi. Kapıda bir örtü asılıydı.

Bu odanın bütün eşyası bir sedir, bir hasır, bir yatak, bir yastık, un ve hurma koymak için birer çanak, bir su kabı ve su içmeye yarayan bir kâseden ibaretti. Bu odacık bir nur kaynağı idi, fakat burada maddî anlamda bir kandil yakmak, ev sahibinin genellikle gücü dışında kalıyordu.”

Daha ilk andan itibaren dikkat çekmektedir ki, Peygamber evinin, dünya nimetleri bakımından durumu, iyi olmak bir yana, sıkıntılarla doludur. Bu evin taşıdığı engin ve önünde ateş yaktırmadı. ölümsüz mutluluğu fark edebilmek için madde zevklerinin üstünde ve ötesinde birtakım yetenekler ve zevkler gerekir. Peygamber hanımlarının, genelde bu zevkleri ve yetenekleri taşıyan kişiler olduklarını söylemek borcundayız. Ancak bunun kadar gerçek bir nokta daha vardır: Müminlerin anneleri, nihayet birer kadın olarak Peygamber evindeki açık yoksulluk ve maddi sıkıntıdan zaman zaman şikâyetçi olabilmiş ve hatta Allah Elçisi’ne karşı tavır alabilmişlerdir. Zengin ve itibarlı bir ailenin üzerinde titrenen bir çocuğu olarak büyüyen Âişe, bu tavır almada elbette pay sahibi olacaktı.

Fakirliği öven, dünya nimetleri yerine sonsuzluk nimetlerini koymanın değerini gösteren bir çok hadisin kendisine hitaben söylenmiş olması da gösteriyor ki, Hz. Âişe, sözünü ettiğimiz noktada Hz. Peygamber’in dikkatini çekecek bir davranış sergilemiştir. (Tirmîzî. zühd; İbn Sa’d, 1/981 vd) Ama tekrar belirtelim ki, bütün Peygamber hanımları gibi o da bu duygu ve arzularına mağlup olmamış, sonsuzluğu tercih etmede Hz. Peygamber’le beraberliğini zedelememiştir.

Kendisini sevmeyi, yoksulluk ve dünya nimetlerinden mahrumiyetle âdeta eşleştiren Allah Elçisi, bu gerçeği, hayat arkadaşı Âişe’ye de açıkca bildirmişti. Şöyle diyor eşine hitaben: “Ey Âişe! Eğer benimle olmak istersen şu dünyadan nasibin, bir yolcunun, bineği üstünde yiyebileceği şey kadar olsun. Zenginlerle oturup kalkma sakın. Yamatıp giymedikçe bir elbiseyi eski diye atma sakın.”
__________________
Gerçekler Bizi Özgür Kılar...
EVVAB_İNSAN isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. October 2008, 05:57 AM   #4
EVVAB_İNSAN
Uzman Üye
 
EVVAB_İNSAN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 220
Tesekkür: 35
42 Mesajina 53 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
EVVAB_İNSAN is on a distinguished road
Standart

ÇİLEYE SABIR

Allah Elçisi, ele geçen bütün nimetleri başkalarına dağıtıp inkılabın çilesini, ev halkıyla birlikte göğüslemeye devam ediyordu. Yoksulluğuna ek olarak, hastalanmış da bulunan kızı Fâtıma’nın, alınan esirlerden bir yardımcı istemesini reddetmiş, süslü püslü giysilerle gördüğü Hasan ve Hüseyin’e dönüp bakmamış, dikkat çekici perdeler asıldığı için, Hz. Ali’nin evine girmemiş bir Peygamber’in bu konuda ne kadar kararlı olduğu ortada idi.

Bu tavır, Ali-Fâtıma ailesince, şikâyet konusu yapılmamışsa da, Peygamber hanımları aynı kararlılığı gösterememişlerdir. Onların şikâyetlerini tahrik eden söylentiler de vardı. Sahabi hanımlarının zaman zaman, Peygamber evi sakinlerine, neden diğer Müslümanlara açılan imkânlardan yararlanmadıklarını sorduklarını ve bu durumu hayretle karşıladıklarını görmekteyiz. Eskimiş giysileri yamadığını gören bir sahabi hanımı Hz. Âişe’ye şöyle demişti: “Allah size onca imkânı vermişken, bundan yararlanmıyor, böylesine sıkıntılara katlanıyorsunuz!

…” Hz. Âişe’nin cevabı şu oldu: “Sen beni rahat bıraksana. Eskisi olmayanın, yenisi hiç olmaz.”

Kısacası, Peygamber evinde sergilenen tavır, dünya nimetlerinde başkalarını kendine tercih, çile ve gayrette ise kendini öne sürme tavrıydı. Bunun, bütün peygamberlerin tavrı olduğunu Kur’an bize gösterdiği gibi, Son Peygamber de bu evrensel gerçeğe leke düşürmemek için akla gelebilecek en büyük titizliği göstermiştir.

Madde ve ruh alanlarında önder olan peygamberlerin, nimetleri başkalarına, zahmet ve çileyi kendilerine ayırmalarının adı Kur’an’da îsardır. Îsar, bizzat Kur’an’ın ifadesiyle, “başkalarının mutluluk ve rahatını, kendi mutluluk ve rahatına tercih etmektir.” (Haşr, 9) Îsarın bir davranış tarzı ve ahlak gerçeği olarak belirginleşmesi, İslam düşüncesinde fütüvvet diye ifade edilmiş ve fütüvvetin en mükemmel temsilcisi olarak da Hz. Ali gösterilmiştir.

Peygamberlerin ve peygamberliğin ayırıcı niteliklerinden biri olan îsar ahlakı, insanoğlunun en güvenilir önder ve koruyucularının peygamberler olduğunu gösteren, sarsılmaz delillerden biridir. Kur’an, ardından gidilecek kişilerin, “çağrı için ücret istemeyen kişiler” olduklarını belirtir. (Yâsîn, 21) Böyle bir çağrıyı üstlenen önderin iki niteliği vardır: Îsar ve evvâhlık. Gerçekten de Kur’an, peygamberlerin nitelikleri arasında onların evvâhlıklarını da koymaktadır.

Peygamberler tarihinin damga şahsiyetlerinden biri olan Hz. İbrahim’in kişiliğinde örnekleştirilen evvâhlık, îsar ahlakının psikolojik temelini vermektedir. Îsar ise evvâhlığın sosyolojik görünüşüdür. Nedir evvâhlık?Evvâh, çok inleyen, ağlayan ve başkalarının dertleri yüzünden hep kederli ve bağrı yanık olan kişi demektir. Kur’an’a göre, peygamberin bir niteliği de evvâh olmasıdır. O bütün insanlık için didinen, gam çeken bir evvâhtır.

Îsar ve evvâhlığın gerektirdiği ahlak ve davranışta temel prensip hep vermek ve hiçbir şey istememektir. İslam düşüncesinde, Cüneyd el-Bağdadî tarafından, “cennete giden yolların en kestirmesi” olarak tanımlanan bu tavır, günlük hayatta şu şekilde ortaya çıkmaktadır: Önderin, hitap ettiği toplumdaki hayat seviyesinin en alt basamağında yaşaması. Hz. Peygamber ve onun Ehlibeyti’nin hayat düsturları bu olmuştur. İnsan ruhuna saltanat kuran düşünceler, ya doğrudan peygamber öğretisi, yahut da dolaylı olarak o öğretiden kaynaklananlardır.

İnsanoğlu, yalnız ve yalnız bu düşüncelere gönülden bağlı kaldı. Bunun içindir ki, bilim, sanat, teknik vs. gibi alanların, insanlığa birçok yenilik hediye eden dehaları, hiçbir zaman peygamberleri ikinci plana itemedi ve itemeyecektir. Anlaşılan odur ki, ehramları yapan deha Mûsa’nın, Roma dehası İsa’nın ve günümüzün göklere tırmanan ilim ve teknik fethinin babaları da Muhammed’in arkasında kalmaya ve onların erişilmez saygınlıklarını, gıpta ile seyretmeye mahkûmdurlar. Bu neden böyledir? Cevap, îsar ve evvâhlık gerçeğinde aranmalıdır.

İnsanoğlu, peygamberlerin benliklerinde kendisi için feda olan bir ruh, bütün nimetleri başkalarına, bütün ıstırapları kendine ayıran bir gönül bulmaktadır. Bütün nimetleri başkalarına, bütün çileleri kendine ayırmak, peygamber tipini, hükümdar ve filozof tipinden ayıran temel özelliktir ve az önce sıraladığımız ilim, sanat ve teknik üstünlükler, işte bu özelliğe yenik düşmektedir. Kur’an bu niteliğe Yâsîn Suresi, 21.ayette dikkat çekmektedir. Bu özelliğin evrensel çapta sahibi bulunan Son Peygamber, insanoğluna verdiği onca hizmet karşılığında insandan yalnız hatırlanmak, yalnız sevgi beklemiştir. (Şûra, 23)

Son Peygamber’in, şuraya kadar belirtmeye çalıştığımız tavrı üzerinde, daha aydınlatıcı bilgiler vermek için kaydedeceğimiz bazı tablolar bize, konumuz için Hz. Âişe bahsinde de ilginç anekdotlar sunacaktır. İşte birkaçı: Hz. Âişe anlatıyor: “Ensardan bir kadın evimize gelmişti. Hz. Peygamber’in yattığı yatağı gördü. Birbirine dikilmiş iki deri parçasıydı. Kadın hemen evine gidip içi yün doldurulmuş bir yatak getirdi Hz. Peygamber için. Allah Elçisi eve geldiklerinde bu yatağı görüp ne olduğunu sordular.

Ben, durumu anlattım. Hz. Peygamber, yatağın derhal geri gönderilmesini emredip şöyle buyurdular: “Allah’a yemin ederim ki, ey Âişe, eğer ben istesem Allah benim için şu dağları altın ve gümüş haline getirir.” İçlerinde Hz. Âişe’nin de bulunduğu birçok sahabi bize haber veriyorlar ki, Allah elçisi, bütün hayatı boyunca hep maddî sıkıntı içinde olmuştur. Bunda şaşılacak bir taraf yoktur. Çünkü Hz.Peygamber ve Ehlibeyt’in aile reisi Ali, bütün zamanlarını İslam’ı yaymak için didinmekle geçiriyorlardı. Kendileri için, aile ocaklarından kalan bir iki şey dışında tek gelir kaynağı, harp ganimetleri ve sadaka mallarından alacakları pay olabilirdi.

Harp ganimetleri, Hz. Peygamber devrinde önemli bir yekûn tutmamıştır. Kaldı ki gerek Hz. Peygamber gerekse Hz. Ali, akıl almayacak kadar cömert olduklarından ellerine geçen ganimet paylarını, kısa sürede yoksullara veya İslam için çalışanlara dağıtıyorlardı. Bunları saklayarak nemalandırmak veya ihtiyaçları için kullanmak yönüne asla gitmemişlerdir. Sadakalara gelince, bunlara el sürmeyi, kendine ve aile fertlerine bizzat Hz. Peygamber yasaklamıştır. Yığılmış zekât hurmalarından, bir tanesini ağzına koyan küçük torunu Hasan’ın ağzından o hurma tanesini kendi elleriyle çıkarıp torununu azarladığını biliyoruz.

Hal böyle olunca, Peygamber evindeki günlük hayatın, maddî sıkıntılarla geçmesinde garipsenecek bir yan kalmaz. Yine sahabilerden öğreniyoruz ki, Hz. Peygamber bu dünyadan ayrıldıklarında, özel zırhı, birkaç ölçek buğday karşılığı, bir Yahudi tüccarda rehin bulunuyordu. Yıllarca onun hizmetinde bulunmuş Enes b. Mâlik anlatıyor: “Hz. Fâtıma, Allah Elçisi’ne bir gün bir parça ekmek getirmişti.

O, bu ekmeği yemiş ve şöyle demişti: ‘Ey Fâtıma. Babanın ağzına üç günden beri ilk giren ekmek bu oldu.” Âişe, vefatlarından sonraki yıllarda bir gün ağlıyordu. Sebebi sorulduğunda şu cevabı verdi: “Yemek yiyip karnımın doyduğunu hissettiğimde hep böyle ağlarım. Çünkü Allah Elçisi ve çektikleri aklıma gelir. O, peygamberler peygamberi, bazen aylar geçerdi de ekmekten bile doymazdı.” (İbn Sa’d, 1/390)
__________________
Gerçekler Bizi Özgür Kılar...
EVVAB_İNSAN isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. October 2008, 06:00 AM   #5
EVVAB_İNSAN
Uzman Üye
 
EVVAB_İNSAN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 220
Tesekkür: 35
42 Mesajina 53 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
EVVAB_İNSAN is on a distinguished road
Standart

CÖMERT ÂİŞE

Birkaç tablo ile örnekleştirmeye çalıştığımız maddesel sıkıntılar yönü buydu Peygamber evinin. Bu sıkıntılara katlanıyordu Âişe. Âişe ki baba ocağında çok itinalı bir şekilde beslenip büyütülmüş seçkin Mekkelilerden biridir. Ve bu seçkin aile kızı, çektiği onca sıkıntıya rağmen hep veren el olabilmiş ve gururundan asla fedakârlık göstermemiştir. Kaynaklar, onun hediye dahi kabul etmediğini belirtmektedir.

O, daha değerlisi ile karşılık vermeyeceği bir hediyeyi asla kabul etmemiştir. Bir keresinde, Irak tarafından gelen ganimetler arasında çıkan bir inciyi, gazilerin de oluruyla ona göndermişlerdi. Hz. Âişe, devrin halifesi Ömer tarafından gönderilen bu inciyi almakla birlikte, şöyle demekte gecikmemiştir: “Rabbim, beni Ömer’in hediyelerini almak için yaşatma.”

Hz. Âişe’nin cömertliği, sahabiler tarafından çeşitli vesilelerle dile getirilmiş ve herkesçe gıpta ile izlenmiş bir keyfiyet olarak karşımıza çıkmaktadır. Esasen bu, bütün Peygamber evi sâkinlerinin ortak tavrıdır. Ancak, zengin ve itibarlı bir aile içinde yetişen Âişe Valide, bu peygamber huyuna çok daha rahatlıkla ve çok daha ileri boyutlarda ısınabilmiştir. Âişe Valide cömertliğine örnek olacak birkaç söz ve anekdot vererek bu konuyu aydınlatalım:

Sahabilerden biri şunu söylüyor: “Âişe çok cömertti. Onun yetmiş bin dirhemlik bir parayı, kendisini tanımasınlar diye, örtüsünün arkasına saklanarak dağıttığına şahit olmuşumdur.” İslam tarihinin en büyük kaynaklarından biri olan İbn Sa’d’da şu satırları okuyoruz: “Bir yerden, Peygamber evine gönderilen hediye iki torba parayı, hemen o gün yoksullara dağıttı. Ramazandı. Akşam, iftar sofrasında çok basit şeylerin yer aldığını gören yardımcısı kadın, şunu söylemekten kendini alamadı: ‘O dağıttığınız paranın bir tek dirhemiyle şu sofr yiyecekler alabilirdiniz…’ Âişe dinledi ve şu cevabı verdi: ‘Böyle bir şey aklıma bile gelmedi.”

Onun, Peygamber evindeki bu yücelik belirtisi tavrı, muazzez eşinin bu âlemi terk etmesinden sonra da aynen devam etmiştir. Biz onun, kendisine kamu kaynaklarından bağlanan paranın, yıllığını birden alıp hemen dağıttığını biliyoruz. Ve biliyoruz ki, dünya malı adına sahip olduğu tek şeyi olan evini, Şam Kâhyası diye anabileceğimiz Emevî polikacısı Muaviye’ye satıp parasını yoksullara dağıtmıştır. Tarihçi İbnül Cevzî onun bu niteliklerini şu cümle ile ifadeye koyuyor: “Sahabiler içinde ondan daha cömerti yoktu.” (Ahkâmu’n-Nisa,43)

Hz. Âişe’nin büyük ruh zenginlik ve asaleti, bir kadın olarak, ev içinde zaman zaaman kızgın ve incitici tavırlar takınmasını engellememiştir. Bu tavırların Hz. Peygamber’i, gerçekten üzenleri olduğunu da söylemek durumundayız. Ancak şunu da eklemek gerekir ki, bu üzüntü ve kırgınlıklar çok kısa sürüyor ve aile içi huzur ve anlaşma, galibiyetini hemen koruyordu. Bir keresinde Âişe’nin odasına, gözlemesi için bir esir konmuş, Âişe kadınlarla söze daldığından, esir fırsat bulup kaçmıştı. Hz. Peygamber içeri girip esirin kaçtığını görünce kızmış ve anıza çok güzel “Ne yaptın sen Âişe, ellerin kırılsın.” demiş, ardından da evden çıkıp gitmişti. Döndüğünde eşinin ellerini birbirine sürterek hiddetli bir halde dolaşıp durduğunu gören Hz. Peygamber bunun sebebini sordu ve şu cevabı aldı: “Bana beddua ettiniz. Şimdi ben hangi elim kırılacak diye beklemekteyim.” Hz. Peygamber, bu sözü duyunca üzüldü ve bedduasının hayırla sonuçlanması için dua etti. (İbn Hanbel, 6/52)
__________________
Gerçekler Bizi Özgür Kılar...

Konu EVVAB_İNSAN tarafından (1. October 2008 Saat 06:03 AM ) değiştirilmiştir.
EVVAB_İNSAN isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. October 2008, 06:03 AM   #6
EVVAB_İNSAN
Uzman Üye
 
EVVAB_İNSAN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 220
Tesekkür: 35
42 Mesajina 53 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
EVVAB_İNSAN is on a distinguished road
Standart

Kaynakların tetkiki gösteriyor ki eşler arası dargınlık hallerinde, Âişe’nin babası Ebu Bekir, bazen kızının lehine ağırlığını koyabiliyordu. Yine böyle bir müdahale sırasında Hz. Peygamber, bunalmış olacak ki, Ebu Bekir’e şöyle dedi: “Kızın Âişe yüzünden beni suçluyor musun, ey Ebu Bekir?” Bu sözdeki serzeniş gerçekten ağırdı ve Allah Elçisi’nin iyice rahatsız olduğunu gösteriyordu. Ebu Bekir bunu derhal anladı ve hatasının büyüklüğü altında ezildiğini göstermek için de elleriyle göğsüne, başına vurmaya başladı. Bu derin pişmanlığı gören yüce Peygamber, her zamanki gibi affını kullanarak şöyle dedi: “Ben bunu yapmanı istememiştim, ey Ebu Bekir.”

Hz. Peygamber, insanların en mükemmeli, en iyi huylusu olarak dargınlık ve kızgınlıkları en kısa zamanda unutur yle demişti Hz. Âişe’ye: “Ben senin, bana kızgın olduğun zamanla, benden memnun olduğun zamanı hemen anlarım. Kızgın zamanlarında yeminlerinde ‘İbrahim’in Rabbine yemin ederim ki…’ dersin. Oysaki memnun olduğun zamanlarda, ‘Muhammed’in Rabbine yemin olsun ki…’ diye söze girersin.” Âişe Valide bu tesipiti doğruladı ve memnuniyetini ifade etti.

Allah Elçisi, Âişe’nin gençlik heyecanıyla izah edilebilecek birçok titizliğine, duygusallığına, ilahî yumuşaklığı ve engin müsamahası ile yaklaşır, gerginlik belirten dakikaları, sahneleri bir sıkıntıya meydana vermeden ortadan kaldırırdı. Eşinin oyun, eğlence cinsinden makul isteklerine olumlu cevap verir, hatta zaman zaman bu oyun ve eğlencelere, kendisi de katılırdı. Kaynaklar, Resûl’ün bazen Âişe’ye, güzel şarkı söyleyen şarkıcılar tavsiye ettiğini bile yazmaktadır. (Buharî. hüsnül muâşere)

Hz. Âişe’nin de, muazzez eşine karşı tavrı, genelde ve anlaşmaya, tatlılığa çevirirdi. Eşini kızgın gördüğü zaman, tatlı sözlerle onu teskin eder, gönlünü alırdı. Bir keresinde şö buydu. Cömertlik, dostluk ve hizmetin en büyük temsilcisi Allah Elçisi, sık sık misafir getirirdi eve. Âişe bu misafirlere, memnunlukla yemek hazırlar, sofra kurardı. (Ebu Davud, edeb) İKİ AŞIRILIK
Hz. Peygamber-Âişe arası kırgınlık ve dargınlıklar bahsinde, Şiî kaynaklar tarafından ısrarla öne sürülen ve esas gerçeklerden biri gibi savunulan husus, Hz. Âişe’nin Ehlibeyt’i sevmemesi, Ali’ye, Fâtıma’ya karşı olması şeklinde ifade edilebilir.

Böyle bir iddiaya haklılık tanımak kolay değildir. Şunu hemen söyleyelim ki, kaynakların, Ehlibeyt, özellikle Ali ve Fâtıma hakkında kaydettikleri en övücü sözlerden birçoğunun sahibi, Hz. Âişe’dir. Bir Peygamber hanımı ve sahabilerin ilk sıralarda gelen bilginleri arasında yer almış bir şahsiyet olan Hz. Âişe’nin, bazı kişisel kırgınlıklarını, Ehlibeyt gibi bir grubun yüceliğini inkâra sebep yapması düşünülemezdi ve böyle bir şeyin olmadığı da apaçıktır. Bugün, Ali-Fâtıma bahsinde, bu iki yüce şahsiyetin üstünlüklerini, İslamî belge halinde ispata yarayan ve Peygamber sözü olarak kaydedilen beyanların sahibi, Hz. Âişe’dir. Onun, her nedense Ali’ye karşı kırgın ve soğuk bir tavır içinde olduğu kesindir, ama bu ne onun Ali’ye, ne de Ali’nin ona saygısına gölge düşürmüştür.

O kendisine sorulan soruların birçoğunu cevaplamak için Hz.Ali’ye gönderirdi. Çünkü onun erişilmez ilmî gücünü takdir etmekteydi. Onların almış bulundukları Muhammedî terbiye, duyg ve kişisel tutumların, evrensel gerçekleri ve yetenekleri inkârlarına asla müsaade etmez ve etmemiştir. Şuraya kaydedeceğimiz, Hz. Âişe kaynaklı birkaç söz, bu tespitimizin doğruluğunu göstermeye yeter kanısındayız. Diyor ki Hz. Âişe: “Allah Resûlü katında insanların en sevimlisi Fâtıma ile onun kocası Ali idi.” Ve “”Allah Elçisi’nden sonra en mükemmel insan, Fâtıma idi.” (Ebu Nuaym; Hilye, 2/42; İbn Abdrabbih; el İkd, Fâtıma bahisleri)
__________________
Gerçekler Bizi Özgür Kılar...
EVVAB_İNSAN isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
âişe, hz.aişe, hz.ebu bekir


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 02:38 AM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam