hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NÜZUL SIRASINA GÖRE TEBYîNÜ'L -KUR'AN İŞTE KUR'AN ve VİDEOLARI Hakkı Yılmaz > İniş Sırası ile Sureler > 90.Ahzab Suresi

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 8. August 2010, 10:53 PM   #1
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart 90 Ahzab Suresi

90 (33). Ahzab Suresi
MEDENÎ, 73 ÂYET

GİRİŞ

Medîne'de inen –ki 90. sırada indiği kabul edilir– Ahzâb sûresi, adını 20. âyette geçen الأحزاب [el-Ahzâb] sözcüğünden alır. Ahzâb, “hizibler” [gruplar, partiler] demektir ki bununla, Müslümanlarla savaşmak için birleşen Mekke kâfirleri, Gatafan, Benî Kurayza ve diğer Arap kabileleri [birleşik müşrik grupları] kastedilir.

Sûrenin içeriğinden, âyetlerin değişik zamanlarda ve uzun aralıklarla indiği anlaşılmaktadır. Durum böyle olmasına rağmen sûre, Mushaf tertip heyetinin anlayışına göre oluşturulmuştur. Rasûlullah'ın çok eşliliğinin konu edildiği âyetlerin [22-26. âyetler], Nisâ sûresi'ndeki nikâh hükümleri içeren âyetlerden sonra indiği de kesindir.

Bu sûrede evlatlık konusu, Peygamber'in ve mü’minlerin aile hayatına yönelik birtakım ilkeler, zıhâr ve evlâtlık edinmeyle ilgili hukukî düzenlemeler, savaş hukuku, görgü kuralları ve münâfıkların Rasûlullah'a verdikleri eziyetler, o'nun evliliklerine ve başka hususlara dil uzatmaları yer alır.

https://youtu.be/zu6WDAe50vI Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 451. Bölüm Ahzab Suresi 1. Bölüm

https://youtu.be/jQbw6OYuMQg Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 452. Bölüm Ahzab Suresi 2. Bölüm.

https://youtu.be/jQbw6OYuMQg Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 453. Bölüm Ahzab Suresi 3. Bölüm.

https://youtu.be/RXrcOHGgjtY Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 454. Bölüm Ahzab Suresi 4. Bölüm.


RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA

MEAL:

1. Ey Peygamber! Allah'a takvâlı davran, kâfirlere ve münâfıklara da itaat etme. Şüphesiz Allah, alîm'dir [en iyi bilendir], hakîm'dir [en iyi yasa koyandır].

2. Ve Rabbinden sana vahyedilen şeylere uy. Şüphesiz Allah, sizin ne yapıp durduğunuza haberdardır.

3. Ve Allah'a tevekkül et, vekîl olarak da Allah yeter.

4. Allah, bir er kişinin göğüs boşluğu içinde iki kalp kılmadı. Ve kendilerini annelerinize benzeterek yemin konusu yaptığınız [zıhârda bulunduğunuz] eşlerinizi de sizin anneleriniz kılmadı. Evlâtlıklarınızı da sizin öz çocuklarınız saymadı. Bu, sizin ağzınızla söylemenizdir. Allah ise hakkı söyler. Ve yol'a kılavuzlar.

5. Onları [evlâtlıkları] babalarına nisbet ederek çağırın; bu, Allah katında daha hakkaniyetlidir. Artık, eğer babalarını bilmiyorsanız artık onlar, dinde sizin kardeşleriniz ve mevâlinizdir [sözleşmeyle yakınlık kurduklarınızdır]. Kalplerinizin kasıt göstererek yaptıkları şeyler dışında hata olarak yaptıklarınızda ise, sizin için bir günah yoktur. Ve Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

6. Peygamber, mü’minlere kendi nefislerinden daha yakın, o'nun [Peygamber'in] eşleri, onların [mü’minlerin] analarıdır. Ve akrabalar; Allah'ın yazgısında onlardan bir kısmı, bir kısmındandır, –velîlerinize ma‘rûfu yapmanız dışında– mü’minlerden ve muhacirlerden daha önceliklidirler. Bu, Kitap'ta yazılmıştır.
7-8. Ve hani Biz, doğru kimselere doğruluklarından sormak için, peygamberlerden; Nûh'tan, İbrâhîm'den, Mûsâ'dan ve Meryemoğlu Îsâ'dan mîsâklarını [kesin sözlerini] almıştık. Senden de (mîsâk aldık). Biz, onlardan ağır bir mîsâk [kesin bir söz] aldık. Ve O [Allah], kâfirler için acı verecek bir azabı hazırladı.

9. Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani size ordular gelmişti de Biz, onların üzerlerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Ve Allah, işlemiş olduklarınızı çok iyi görendir.

10. Hani onlar, üst tarafınızdan ve sizden daha aşağıdan size gelmişlerdi. Ve hani gözler kaymıştı, yürekler gırtlaklara ulaşmıştı. Ve siz Allah hakkında zann yaptıkça zann yapıyordunuz.

11. İşte burada mü’minler belâlandırılmış ve çok şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.

12. Ve o vakit münâfıklar ve kalplerinde bir hastalık bulunanlar, “Allah ve Elçisi bize bir aldanıştan başka bir vaad yapmamış” diyorlardı.

13. Ve hani bunlardan bir grup, “Ey Yesrib [Medîne] halkı! Sizin için duracak yer yok, hemen dönün” diyorlardı. Onlardan bir kısmı da, “Evlerimiz gerçekten savunmasızdır” diyerek Peygamber'den izin istiyorlardı. Hâlbuki onlar [evleri] savunmasız değildi. Onlar, sadece kaçmak istiyorlardı.

14. Eğer onların üzerine, onların [evlerinin] her bir bucağından girilseydi sonra da fitne çıkarmaları istenilseydi, kesinlikle bunu yerine getirirlerdi. Buna fazla da beklemezlerdi.

15. Ve hiç kuşkusuz onlar, bundan önce, arkalarını dönüp kaçmayacaklarına Allah'a ahid vermişlerdi. Ve Allah'ın ahdi sorumluluktur.

16. De ki: “Eğer ölmekten veya öldürmekten kaçıyorsanız, kaçmak hiç bir zaman size yarar sağlamaz. Ve o zaman sadece, çok az bir şeyi kazandırılırsınız.”

17. De ki: “Eğer Allah size bir kötülük dilediyse veya size bir rahmet dilediyse, sizi Allah'tan kim korur?” Hem onlar kendilerine Allah'ın astlarından bir velî bulamazlar, bir yardımcı da.

18-19. Şüphesiz Allah, sizden o engelleyenleri savsaklayanları ve sizi kıskanarak, kardeşlerine, “Bize gelin!” diyenleri biliyor. Ve onlar, sıkıntıya ancak, pek az geliyorlar. Derken o korku gelince, sen onları, ölümden baygınlık sarmış kimse gibi gözleri dönerek sana bakıyorlarken gördün. Sonra o korku gidince, iyiliğe kıskançlık ederek size keskin keskin diller sıyırdılar. İşte bunlar iman etmediler de Allah amellerini boşa çıkardı. Ve bu, Allah üzerine çok kolaydır.

20. Onlar, ahzâbı [birleşik düşman birliklerini] gitmedi sanıyorlardı. Eğer o [Ahzâb/birleşik düşman birlikleri] gelecek olursa, çölde bedevi Araplar içinde yer alıp, sizin haberlerinizden sormayı isterler. Ve eğer onlar içinizde olsalardı ancak pek az savaşırlardı.

21. Andolsun ki, Allah Elçisi'nde, sizin; Allah'ı ve son günü uman ve Allah'ı çokça anan kimseler için güzel bir örnek vardır.

22. Mü’minler, ahzâbı [birleşik düşman birliklerini] gördükleri zaman da, “İşte bu, Allah'ın ve Elçisi'nin bize vaad ettiği şeydir. Allah ve Elçisi doğru söyledi” dediler. Bu, onlara sadece iman ve güvenlik sağlamada artış sağladı.

23-24. Mü’minlerden öyle kimseler vardır ki, Allah'a, üzerine ahd verdikleri şeylere sadakat gösterdiler. İşte, onlardan kimisi adağını gerçekleştiren [canını veren] kimsedir, kimi de bekleyen kimsedir. Onlar, Allah'ın doğru kimseleri doğrulukları sebebiyle karşılıklandıracağı, dilerse münâfıklara da azab edeceği veya tevbe nasip edeceği için hiç değiştirmedikçe değiştirmediler. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

25. Ve Allah, o küfreden kişileri herhangi bir hayra ulaşmadan kinleriyle geri çevirdi. Ve Allah, mü’minlere savaşta kâfi geldi. Ve Allah kavî'dir [çok güçlüdür], azîz'dir [mutlak üstün olandır].

26-27. Hem de O [Allah], Kitap Ehlinden onlarla [kâfirlerle] yardımlaşanları kalelerinden indirdi. Ve kalplerine korku saldı: siz onların bir kısmını katlediyordunuz, bir kısmını da esir alıyordunuz. Ve O [Allah], onların arazilerine, yurtlarına, mallarına ve henüz ayak basmadığınız bir yere sizi vâris [son sahip] yaptı. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.

28-29. Ey Peygamber! Eşlerine söyle: “Eğer siz basit hayatı ve onun zînetini [süslü çekiciliğini] istiyorsanız, gelin sizi yararlandırayım [size boşanma bedeli ödeyeyim]. Ve güzel bir salma tarzıyla sizi salıvereyim. Eğer siz Allah'ı, Elçisi'ni ve son yurdu istiyorsanız, artık hiç şüphesiz Allah, sizden muhsinler [iyileştirenler-güzelleştirenler] için çok büyük bir ecir hazırlamıştır.”

30-31. Ey Peygamber'in kadınları! Sizden kim açık bir çirkin utanmazlıkta bulunursa, onun azabı [suçun cezası] iki kat olarak artırılır. Bu da Allah'a göre pek kolaydır. Sizden kim de Allah'a ve Elçisi'ne sürekli saygıda bulunursa ve sâlihi işlerse, ona da ecrini iki kere veririz. Ve Biz ona üstün bir rızık da hazırlamışızdır.

32-34. Ey Peygamber'in kadınları! Siz kadınlardan herhangi biri değilsiniz; eğer takvâlı davranıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü ma‘rûf bir tarzda söyleyin. Evlerinizde vakarlı olun, ilk câhiliye gösterişi hâlinde gösteriş yapmayın; Salâtı ikâme edin, zekâtı verin, Allah'a ve Elçisi'ne itaat edin. –Ey ehli beyt! Gerçekten Allah, sizden kiri gidermek ve sizi temizlemek ister.– Ve evlerinizde okunmakta olan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Hiç şüphesiz Allah, latîf'tir, habîr'dir.

35. Şüphe yok ki İslâm dinine giren erkekler ve İslâm dinine giren kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, saygıda duran erkekler ve saygıda duran kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, huşûlu erkekler ve huşûlu kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını muhafaza eden erkekler ve ırzlarını muhafaza eden kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve Allah'ı çok zikreden kadınlar; Allah, onlar için bir mağfiret ve çok büyük bir ödül hazırlamıştır.

36. Ve Allah ve Elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiç bir mü’min erkek ve mü’min kadın için kendi işlerinde serbestlik yoktur. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne isyan ederse o, açık bir sapıklıkla sapmıştır.

37. Ve hani sen, Allah'ın kendisine nimet verdiği ve senin de kendisine nimet verdiğin kişiye, “Eşini yanında tut ve Allah'a takvâlı davran!” diyordun; insanlardan çekinerek Allah'ın açığa vuracağı şeyi kendi içinde saklı tutuyordun. Oysa Allah, Kendisine haşyet duymana çok daha lâyıktı. Artık Zeyd, ondan ilişkisini kesince, Biz onu seninle evlendirdik; ki böylelikle evlâtlıklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri zaman, onlarla evlenme konusunda mü’minler üzerine bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir.

38-39. Allah'ın kendisine farz kıldığı şeyde Peygamber üzerine, daha önce gelip geçen kimselerde; Allah'ın verdiği elçilik görevini tebliğ eden, O'na haşyet duyan ve Allah'tan başka kimseye haşyet duymayan kimselerde olan Allah'ın sünneti [yasası] olarak bir güçlük yoktur. Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir. Hesap görücü olarak Allah yeter.

40. Muhammed, sizin er kişilerinizden hiç birinin babası değildir. Ancak o, Allah'ın Elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Ve Allah, her şeyi en iyi bilendir.

41-42. Ey iman eden kişiler! Allah'ı ‘çok çok anmak’ olmak üzere anın. Ve O'nu sabah-akşam [her zaman] tesbîh edin [arındırın].

43-44. O, sizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size destek verendir. O'nun melekleri de (destek verirler). Ve O, mü’minlere çok merhametlidir. O'na kavuşacakları gün onların selâmlamaları, “selâm”dır. O [Allah] da onlar için saygın bir ödül hazırlamıştır.

45-48. Ey Peygamber! Şüphesiz Biz seni, bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Kendi izniyle Allah'a bir davetçi ve ışık saçan bir kandil olarak gönderdik [elçi yaptık]. Sen de inananlara, şüphesiz kendileri için Allah'tan büyük bir lütuf olduğunu müjdele. Kâfirlere, münâfıklara da itaat etme, onların ezalarını bırak. Ve sen Allah'a tevekkül et. Vekîl olarak da Allah yeter.

49. Ey iman etmiş kimseler! Mü’min kadınları nikâh edip, sonra onlara dokunmadan boşadığınız zaman, artık sizin için üzerlerinde sayacağınız bir iddet yoktur. Derhal onları kazançlandırın ve onları güzel bir şekilde salıverin.

50. Ey Peygamber! Şüphesiz Biz sana, ecirlerini [mehirlerini] verdiğin eşlerini, Allah'ın ganimet olarak sana verdiklerinden sözleşmenin mâlik olduğunu [savaş esirlerinden himâyene verilmiş bayanları], amcanın kızlarından, halanın kızlarından, dayının kızlarından ve teyzenin kızlarından seninle birlikte hicret etmiş olanları ve kendisini Peygamber'e hibe eden Peygamber'in de nikâhlamak istediği Müslüman kadını, mü’minlerin seviyesinden aşağı sadece sana özgü olmak üzere, sana helâl kıldık. Biz kendi eşleri ve sözleşmelerinin mâlik oldukları şeyler konusunda onlar üzerine [senin dışındaki mü’minlere] neyi farz kıldığımızı kesinlikle bildik. Bu durum [sana özgü olarak getirilen çok eşlilik ve diğer özel maddeler], senin için bir güçlük olmasın diyedir. Ve Allah gafûr'dur, rahîm'dir.

51. Onlardan dilediğini geri bırakır, dilediğini de yanına alabilirsin. Ayrıldıklarından, istek duyduklarına dönmende artık senin için bir sakınca yoktur. Onların gözlerinin aydınlanıp hüzne kapılmamalarına ve kendilerine verdiğinle hepsinin hoşnut olmalarına en yakın olan budur. Allah kalplerinizde olanı bilmektedir. Allah her şeyi bilendir, halîm'dir.

52. Bundan sonra kadınlar ve bunları başka kadınlar ile değiştirmek –güzellikleri hoşuna gitse bile– sana helâl olmaz. Ancak yemininin mâlik olduğu [harp esiri olup da senin himâyene verilen] başka, (onu nikâhlayabilirsin). Allah, her şeyi gözetleyip denetleyendir.

53. Ey iman eden kimseler! Peygamber'in evlerine sadece –vaktine bakmaksızın– yemeğe izin verilince girin. Ama çağırıldığınız vakit hemen girin. Artık yemeği yediğinizde de hemen dağılın. Söz için de beklemeyin. Şüphesiz bu (hâliniz) Peygamber'e eziyet veriyor, sonra da o, sizden utanıyor. Allah ise gerçekten utanmaz. Onlardan [o'nun hanımlarından] bir kazanım istediğiniz zaman da perde arkasından isteyin. Bu [böyle yapmanız], sizin kalpleriniz ve onların kalpleri için daha temizdir. Ve sizin Rasûlullah'a eziyet etmeniz ve kendisinden sonra hanımlarını da ebediyen nikâh etmeniz olacak bir şey değildir. Bu, Allah katında çok büyüktür.

54. Siz bir şeyi açığa vursanız yahut onu gizleseniz, biliniz ki, şüphesiz Allah her şeyi en iyi bilendir.

55. Onların [Peygamber eşlerinin] üzerine, babaları, oğulları, kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları ve sözleşmelerinin sahip oldukları hakkında bir günah yoktur. –Ve siz (Peygamber'in eşleri), Allah'a takvâlı davranın.– Şüphesiz Allah her şeye en iyi tanıktır.

56. Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'i destekliyorlar [yardım ediyorlar]. Ey iman etmiş kimseler! Siz de o'na destek olun [o'na yardım edin] ve o'nun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayın!

57. Şüphesiz Allah'a ve Elçisi'ne eziyet verenler; Allah onlara dünyada ve âhirette lânet etmiştir. Ve onlara aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır.

58. Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, yapmadıkları bir şey sebebiyle eziyet eden kimseler de kesinlikle, artık bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.

59. Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle, üzerlerine dış giysilerinden örtsünler. Tanınıp da eziyet edilmemeleri için bu daha uygundur. Allah çok bağışlayandır ve çok merhamet edendir.

60-62. Andolsun ki, eğer o münâfıklar ve kalplerinde bir hastalık olan şu kimseler ve Medîne'de ortalığı karıştıranlar, bu yaptıklarından vaz geçmezlerse, mutlaka seni onlara, onlar dışlanmış olarak musallat ederiz. Sonra, onlar, seninle orada az bir zamandan fazla komşu kalamazlar; Allah'ın önceki geçen kimseler hakkındaki sünneti [tutumu-kanunu] olarak nerede bulunurlarsa yakalanırlar ve öldürüldükçe öldürülürler. Ve sen Allah'ın sünneti için asla bir değişiklik bulmayacaksın!

63-73. İnsanlar sana Sâ‘at'ten [kıyâmetin kopuş vaktinden] soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi, Allah'ın; münâfık erkekleri, münâfık kadınları, müşrik erkekleri, müşrik kadınları azap etmesi; Ve Allah'ın, mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların tevbelerini kabul etmesi için ancak Allah'ın nezdindedir. Ne bilirsin belki Sâ‘at [kıyâmetin kopuş vakti] yakında olur. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”

64-66. Kesinlikle Allah kâfirlere lânet etmiş [onları dışlamış] ve içinde ebedî olarak kalmaları üzere, onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Onlar orada, bir velî ve yardımcı bulamazlar. Yüzleri ateş içinde evirilip çevrildiği gün, “Ah keşke Allah'a itaat etseydik, Elçi'ye itaat etseydik!” diyecekler.

67-68. Ve dediler ki: “Ey Rabbimiz! Şüphesiz biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle.”

69. Ey iman etmiş kişiler! Sizler Mûsâ'ya eziyet eden kimseler gibi olmayın. İşte, Allah o'nu [Mûsâ'yı], onların [eziyet edenlerin] söylediklerinden temize çıkardı. Ve o, Allah katında mevki sahibi [değerli] biri idi.

70-71. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a takvâlı davranın ve sağlam belgeli söz söyleyin, ki O [Allah], işlerinizi lehinize düzeltsin günahlarınızı da bağışlasın. Her kim Allah'a ve Elçisi'ne itaat ederse, artık o, gerçekten çok büyük bir kurtuluş ile kurtulmuş olur.

72. Şüphesiz Biz, emâneti [bütünlüğü, kusursuzluğu, mükemmelliği] göklere, yere ve dağlara yaydık-yaygınlaştırdık da, onlar, onu taşımaya yanaşmadılar, ondan [bütünlüğün, kusursuzluğun, mükemmelliğin alıp götürülmesinden] korktular. Ve onu insan taşıdı [ona ihânet etti]. Şüphesiz o [insan], çok zâlim ve çok câhildir.

TAHLİL:

1. Ey peygamber! Allah'a takvâlı davran, kâfirlere ve münâfıklara da itaat etme. Şüphesiz Allah, alîm'dir [en iyi bilendir], hakîm'dir [en iyi yasa koyandır].

2. Ve Rabbinden sana vahyedilen şeylere uy. Şüphesiz Allah, sizin ne yapıp durduğunuza haberdardır.

3. Ve Allah'a tevekkül et, vekîl olarak da Allah yeter.

Sûrenin bu ilk üç âyetinde Rasûlullah direkt olarak muhatap alınıp, o'nun Allah'a takvâlı davranması, kâfirlere-münâfıklara itaat etmemesi, sadece vahye uyması ve Allah'a tevekkül etmesi istenmiş olsa da, o'na verilen direktifler, herkese yöneliktir.

Bu âyetlerin indiği dönemde, dışarıdan müşrikler, içeriden münâfıklar var güçleriyle Rasûlullah'ı yıpratmaya, hatta yok etmeye çalışıyorlardı.

Sûrenin başındaki bu emir ve direktifler dikkate alınmadığında, müşriklerin, münâfıkların, kalbi hasta olanların saldırısı karşısında görev yapmak bir yana, hayatta kalmak bile mümkün olmayabilir. Zira toplumda, düzeltilmesi ve değiştirilmesi gereken birçok yanlış gelenek düzeltilemez ve değiştirilemezdi. Söz gelimi, evlâtlığın öz evlât kabul edilmesi geleneğinin kaldırılması, evlâtlığın boşadığı kadınla örfen onun babası kabul edilen kişinin evlenmesi, zengin ve asil kabul edilen bir kadının azatlı bir köle evlenmesi gibi câhiliye örfünde yerleşik uygulamaların ortadan kaldırılması gerçekleştirilemezdi. O nedenle Rasûlullah karşılaşacağı olay ve sıkıntılara karşı peşinen hazırlanmaktadır.

Bu âyet grubunun iniş sebebi ile ilgili kaynaklarda şu bilgiler verilmiştir:

Rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a) Medîne'deki Kurayza, Nadîr ve Kaynukaoğulları'nın –ki Yahûdi idiler– İslâm'a girmesini arzu ediyordu. Onlardan bazı kimseler de münâfıklık ederek o'na tâbi olmuşlardı. O da onlara yumuşak davranıyor, küçüklerine ve büyüklerine ikramlarda bulunuyordu. Bir kötülük yapacak olurlarsa, affediyor, onlardan (rahatsız edici pek çok şeyler) işitiyordu. İşte bu buyruklar bunun üzerine nâzil olmuştur.

el-Vâhidî, el-Kuşeyrî, es-Sa‘lebî, el-Maverdî ve başkalarının naklettiklerine göre bu buyruk, Ebû Süfyân b. Harb ile İkrime b. Ebî Cehl ve Ebu'l-A‘ver Amr b. Süfyân hakkında nâzil olmuştur. Bunlar Uhud'dan sonra Medîne'ye gelmiş ve münâfıkların başı Abdullah b. Ubey b. Selul'e misafir olmuşlardı. Peygamber (s.a) onunla konuşmak hususunda kendilerine eman vermişti. Abdullah b. Sa‘d b. Ebî Serh ile Tu’me b. Ubeyrık onlarla birlikte kalktı ve yanında Ömer b. el-Hattâb bulunduğu hâlde Peygamber'e (s.a) şöyle dediler: “Artık ilâhlarımız Lat, Uzza ve Menat aleyhinde konuşmaktan vazgeç. Onların, kendilerine ibâdet eden kimselere şefaat edeceklerini, onları koruyacaklarını söyle, biz de seni Rabbinle başbaşa bırakırız.” Onların bu sözleri Peygamber'e (s.a) çok ağır geldi. Bunun üzerine Ömer (r.a), “Ey Allah'ın Rasûlü! Onları öldürmek için bana izin ver” dedi. Peygamber (s.a), “Ben onlara eman verdim” deyince, Ömer (r.a), Allah'ın lânet ve gazabı içerisinde çıkıp gidin” dedi. Peygamber (s.a) Medîne'den çıkmalarını emretti, bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.

ez-Zemahşerî dedi ki: Rivâyet edildiğine göre Ebû Süfyân b. Harb, İkrime b. Ebî Cehl, Ebu'l-A‘ver es-Sülemî aralarındaki barış antlaşması esnasında Peygamber'in (s.a) yanına gelmişlerdi. Abdullah b. Ubey b. Selul, Muattib b. Kuşeyr ve el-Ced b. Kays da onlarla birlikte gelip Rasûlullah'a (s.a), “İlâhlarımızı diline dolamaktan vazgeç” dediler. Daha sonra ez-Zemahşerî az önce naklettiklerimizle aynı anlamda rivâyeti kaydetmekte ve âyet-i kerîmenin ahdi bozmak ve yapılmış olan antlaşmanın bozulduğunu ilan etmek hakkında nâzil olduğunu bildirmektedir. Yani, “Senden istedikleri şeyler hususunda Mekke ehlinden olan kâfirlere ve Medîne ehlinden olan münâfıklara itaat etme.”

Yine rivâyet edildiğine göre Mekkeliler, dininden dönmesi karşılığında Rasûlullah'ı (s.a) mallarının yarısını ve Şeybe b. Rabia da kendisine kızını vermek teklifinde bulundular. Medîne münâfıkları da, eğer dininden dönmeyecek olursa, o'nu öldürmekle tehdit ettiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[1]

2. âyetteki, Ve Rabbinden sana vahyedilen şeylere uy emri, sadece Kur’ân'a uyulmasını istemekte ve tüm câhiliye ilkelerini, törelerini yasaklamaktadır.

Âyetteki, Ve Allah'a tevekkül et, vekîl olarak da Allah yeter ifadesiyle de, Rasûlullah'tan görevini hakkıyla yapıp, gerisini Allah'a bırakması istenmektedir. Tevekkül, “insanın her türlü hazırlığı yaptıktan sonra sonucu Allah'a bırakması”; vekîl de “canlı-cansız tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyup destekleyerek uygulayan” demektir. Bu konuyla ilgili olarak yaptığımız açıklamaya bakılabilir.[2]

Âyetlerdeki, Şüphesiz Allah, alîm'dir [en iyi bilendir], hakîm'dir [en iyi yasa koyandır]. Şüphesiz Allah, sizin ne yapıp durduğunuza haberdardır ifadelerinde, iltifat sanatı yapılarak muhatap çoğullaştırılmıştır. Böylece Rasûlullah ve mü’minlere, görevlerini iyi yapmaları hususunda ihtar bulunulurken, müşrik ve münâfıklara da, karşı koymalarının, engelleme ve saldırılarının Allah tarafından bilindiği, izlenecekleri ve cezalandırılacakları tehdidi yapılmaktadır.

4. Allah, bir er kişinin göğüs boşluğu içinde iki kalp kılmadı. Ve kendilerini annelerinize benzeterek yemin konusu yaptığınız [zıhârda bulunduğunuz] eşlerinizi de sizin anneleriniz kılmadı. Evlâtlıklarınızı da sizin öz çocuklarınız saymadı. Bu, sizin ağzınızla söylemenizdir. Allah ise hakkı söyler. Ve yol'a kılavuzlar.

5. Onları [evlâtlıkları] babalarına nisbet ederek çağırın; bu, Allah katında daha hakkaniyetlidir. Artık, eğer babalarını bilmiyorsanız artık onlar, dinde sizin kardeşleriniz ve mevâlinizdir [sözleşmeyle yakınlık kurduklarınızdır]. Kalplerinizin kasıt göstererek yaptıkları şeyler dışında hata olarak yaptıklarınızda ise, sizin için bir günah yoktur. Ve Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

Yukarıda, Ey peygamber! Allah'a takvâlı davran, kâfirlere ve münâfıklara da itaat etme. Şüphesiz Allah, alîm'dir [en iyi bilendir], hakîm'dir [en iyi yasa koyandır]. Ve Rabbinden sana vahyedilen şeylere uy. Şüphesiz Allah, sizin ne yapıp durduğunuza haberdardır. Ve Allah'a tevekkül et, Vekîl olarak da Allah yeter buyurularak olacaklara karşı Elçi hazırladıktan sonra, o'nun sıkıntı çekeceği konular ele alınmaya başlamaktadır. Bu âyetlerde insanın psikolojik yapısı açıklanmakta ve aile hukukuna yönelik bazı reformlar yapılmaktadır:

• Bir er kişinin göğüs boşluğu içinde iki kalp olmaz.

• Annelere benzeterek yemin konusu yapılan eşler anne sayılmaz.

• Evlâtlıklar, öz çocuk sayılmaz.

• Evlâtlıklar babalarına nisbet edilerek çağırılmalıdır.

• Eğer babaları bilinmiyorsa, kardeş ve yakın biri gibi kabul edilmelidir.

• Kalplerin kasıt göstererek yaptıkları şeyler dışında hata olarak yapılanlar günah sayılmaz.

Bu paragrafın iniş sebebine dair kaynaklarda şu bilgiler verilmiştir:

Mücâhid dedi ki: Bu âyet-i kerîme dehası dolayısıyla “iki kalpli” diye anılan Kureyş'ten bir adam hakkında nâzil olmuştur. Bu kişi, “Benim iki kalbim vardır. Bunların her birisi ile Muhammed'in aklından daha üstün bir seviyede aklederim” diyordu. (Mücâhid) dedi ki: “Bu adam Fihr'den idi.”

el-Vâhidî, el-Kuşeyrî ve başkaları da şöyle demişlerdir: Bu âyet-i kerîme Fihrli Cemil b. Ma‘mer hakkında inmiştir. Duyduğunu ezberleyen bir adamdı. Kureyşliler, “Bu adam bunca şeyi ancak iki kalp sahibi olduğu için ezberleyebilir” diyorlardı. Bu adam da şöyle dermiş: “Benim iki kalbim var. Bu iki kalp sayesinde Muhammed'in aklından daha üstün bir akıl sahibiyim.” Bedir günü müşrikler beraberlerinde Cemil b. Ma‘mer de bulunduğu hâlde yenilgiye uğrayınca, Ebû Süfyân onu kervan arasında ayakkabılarından birini ayağına giyinmiş, öbürünü ise eline asmış [almış] olduğu hâlde görünce, ona, “İnsanların hâli nedir?” diye sordu, o da, “Bozguna uğradılar” diye cevap verdi. Bu sefer Ebû Süfyân ona, “Peki ne diye senin ayakkabılarından bir elinde, diğeri ayağında?” diye sorunca, adam, “Ben her ikisinin de ayağımda olduğunu zannediyordum” diye cevap verdi. İşte o vakit, “Eğer onun iki kalbi bulunmuş olsaydı, ayakkabılarından birini elinde unutmazdı” diyerek gerçeği anladılar.[3]

İbn Abbâs da şöyle demektedir: Âyetin nüzûl sebebi şudur: Bazı münâfıklar, “Muhammed'in iki kalbi vardır. Çünkü o herhangi bir husus ile meşgul iken bir başka işle uğraşıyor, sonra tekrar önceki işine geri dönüyor” demişlerdi. Onlar Peygamber hakkında bunu söylemişlerdi, yüce Allah da onları bu buyruğu ile yalanladı.

Âyetin Abdullah b. Hatal hakkında indiği de söylenmiştir. ez-Zührî ve İbn Hibban dediler ki: Bu buyruk, Peygamber'in (s.a) Zeyd b. Hârise'yi evlâtlık edinmesi hakkında bir temsil olmak üzere nâzil olmuştur. Yani, bir adamın iki kalbi olmayacağı gibi, aynı şekilde tek bir evlât iki ayrı babanın oğlu olamaz.[4]

Âyetteki, Bir er kişinin göğüs boşluğu içinde iki kalp kılmadı ifadesiyle, iki inancı bir arada götürmek isteyen münâfıklar eleştirilmektedir: Herkesin sadece bir kalbi vardır ve bu kalpte ya iman ya da küfür bulunur. İnsanın iki kalbi olup da birinde iman, birinde küfür bulunmaz. Münâfıklar, iki inancı birden taşıdıklarını iddia etmekteydiler.

Burada konu edilen kalp, biyolojik kalp [insanın göğüs kafesinde bulunan ve vücuda kan pompalayan organ] değil; aklın, düşüncenin ve tüm zihinsel fonksiyonların merkezi olan beyin”dir. Kalp sözcüğü hakkında yaptığımız açıklamaya bakılabilir.[5]

Âyetteki, Ve kendilerini annelerinize benzeterek yemin konusu yaptığınız [zıhârda bulunduğunuz] eşlerinizi de sizin anneleriniz kılmadı ifadesiyle, Arap câhilî örfündeki bir uygulama ortadan kaldırılmaktadır. Arap örfüne göre bir adam, karısının herhangi bir davranışına kızdığı zaman, ona, “Sen bana anamın sırtı gibisin” derdi. Bunun üzerine aralarındaki aile bağları kopmasa bile helâl kabul edilmezdi. Ancak tam anlamıyla boşanmış da sayılmadığı için kadın, başka bir yol seçemezdi. Kadın çileye mahkum olur giderdi. Buna Mücâdele sûresi'nde de değinilmiştir:

Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah kesinlikle işitmiştir. Allah, ikinizin konuşmasını da işitir. Şüphesiz Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. Sizden, kadınlarınızdan zıhâr yapanlar; onlar [zıhâr yapılan kadınlar], onların anaları değildir. Onların anaları ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz onlar, sözden çirkin olanı ve yalanı söylüyorlar. Ve şüphesiz Allah, çok affedici, çok bağışlayıcıdır. Ve kadınlardan zıhâr ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin, birbiriyle temastan [ilişkiden] evvel bir köleyi hürriyete kavuşturmaları gerekir. İşte siz bununla öğütleniyorsunuz [size öğütlenen, yapmanız gereken işte budur]. Allah, yaptıklarınızdan çok iyi haberi olandır. Artık, kim ki bulamazsa, temaslaşmalarından önce aralıksız olarak iki ay oruç tutmalıdır. Artık kim ki güç yetiremedi, altmış miskini doyurmalıdır. Bu, Allah'a ve Elçisi'ne inanmanız içindir. Ve bunlar, Allah'ın sınırlarıdır. Kâfirler için de acıklı bir azap vardır. (Mücâdele/1-4)

Böylesine berbat bir câhilî uygulama olan “îlâ”, Allah tarafından (bkz. Bakara/226) uygulamadan kaldırılmıştır.[6]

Âyetteki, Evlâtlıklarınızı da sizin öz çocuklarınız saymadı. Bu, sizin ağzınızla söylemenizdir. Allah ise hakkı söyler. Ve yol'a kılavuzlar beyânıyla, câhilî Arap örfündeki evlâtlık anlayışı ortadan kaldırılmıştır. Bunun ilk uygulaması da, Rasûlullah'ın yakın çevresinde olmuştur. Tüm Kur’ân bilginlerinin kabulüne göre bu âyet, Zeyd b. Hârise hakkında inmiştir.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 8. August 2010, 10:53 PM   #2
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Bu konuya dair klâsik eserlerde şu bilgiler yer almaktadır:

İbn Ömer şöyle demiştir: “Biz Hârise oğlu Zeyd'i, hep ‘Muhammed'in oğlu Zeyd’ diye çağırırdık; tâ ki, Onları babalarına nisbet edip çağırın. Bu, Allah nezdinde daha âdildir âyeti nâzil oluncaya kadar.”

Enes b. Mâlik ve başkalarından rivâyet edildiğine göre Zeyd, Şam taraflarından esir alınıp getirilmişti. Onu Tihâme'den bir grup atlı esir almış, Hakim b. Hizam b. Huveylid onu satın almış, halası Hatice'ye, Hatice de Peygamber'e (s.a) hibe etmişti. Peygamber de Zeyd'i hürriyetine kavuşturup evlâtlık edinmişti. Bir süre yanında kaldıktan sonra amcası ve babası onun fidyesini verip kurtarmak arzusu ile geldiler. Peygamber (s.a) onlara, –ki bu peygamber olarak gönderilmesinden önce olmuştur–, “Onu istediğini seçmekte serbest bırakın” dedi. Eğer sizi tercih edecek olursa, sizden hiç bir fidye almaksızın sizin olsun.” Ancak Zeyd Rasûlullah'ın (s.a) yanında köle olarak kalmayı hürriyetine ve kavminin yanına dönmeye tercih etti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle dedi: “Ey Kureyşliler! Tanık olun ki, bu benim oğlumdur. O bana ve ben ona mirasçı olurum.” Peygamber Kureyşlilerin meclislerini tek tek dolaşır ve onları bu hususa şâhit tutardı. Amcası ve babası bu işe razı olarak geri döndüler.

Yine rivâyet edildiğine göre, babası yanına gelince; Peygamber (s.a), açıkladığımız şekilde onu muhayyer bırakmış, babası geri dönüp gitmişti.[7]

Onları babalarına nisbet edip çağırın buyruğu, daha önce açıklandığı üzere Zeyd b. Hârise hakkında inmiştir. İbn Ömer'in, “Biz Zeyd b. Hârise'yi ancak ‘Zeyd b. Muhammed’ diye çağırırdık” sözü, evlât edinmenin hem câhiliye döneminde, hem İslâm geldikten sonra uygulamada olduğuna delildir. Evlât edinmek dolayısıyla karşılıklı miras almak ve yardımlaşmak söz konusu idi. Bu, yüce Allah tarafından, Onları babalarına nisbet edip çağırın. Bu Allah nezdinde daha âdildir buyruğu ile nesh edilinceye kadar böylece devam etti. Bu buyrukla yüce Allah, evlât edinme hükmünü kaldırdı ve bunun gereği olan sözleri kullanmayı yasaklayarak, kişinin babasına nisbet edilmesinin daha uygun ve adaletli olduğunu bildirdi. Denildiğine göre, câhiliye döneminde bir kimse birinin gayreti, yiğitliği ve görünüşü hoşuna gidecek olursa, onu kendisine katar ve mirasından diğer erkek çocuklarının payı gibi ona pay ayırırdı. O da o kimseye nisbet edilir ve, “Filan oğlu filan” denilirdi.[8]

Bundan sonra, Muhammed oğlu Zeyd olarak tanınan Zeyd, kendi babasına nisbet edilerek, Hârise oğlu Zeyd olarak anılmaya başlandı. Zeyd ile ilgili detay 37. âyette gelecektir.

5. âyetteki, ve mevâlînizdir [sözleşmeyle yakınlık kurduklarınızdır] ifadesi, o günün örfünde “velâ” uygulamasını gündeme getirmekte ve onu tasvip etmektedir. Nitekim bu uygulama, İslâm ülkelerinin hukuk sistemlerinde uygulanagelmiştir.

ولاؤ[velâ], ولىّ[velî/yakın] sözcüğünden türemiş olup, taraflarına مولى [mevlâ] tabir edilir. موالى[mevâlî] sözcüğü de, مولى[mevlâ] sözcüğünün çoğuludur. Âyette de, موالى[mevâlî] diye çoğul olarak yer almıştır.

Velâ, tarafların [garip bir kimse ile varsıl-güçlü bir kimsenin] özgürce, “Sen benim mevlâm ol, şâyet ben bir cinâyet işlersem himâyecim olarak diyeti ödersin, öldüğümde de malıma vâris olursun, malım sana kalır” tarzındaki sözleşme ile meydana gelir. Böyle bir sözleşmenin yasal görülmesinin nedeni, kimsesiz gariplere kimsesizliğini unutturmak, fertler arasında bir bağ ve yardımlaşma şuuru temin etmektir.

6. Peygamber, mü’minlere kendi nefislerinden daha yakın, o'nun [Peygamber'in] eşleri, onların [mü’minlerin] analarıdır. Ve akrabalar; Allah'ın yazgısında onlardan bir kısmı, bir kısmındandır, –velîlerinize ma‘rûfu yapmanız dışında– mü’minlerden ve muhâcirlerden daha önceliklidirler. Bu, Kitap'ta yazılmıştır.

Bu âyette, şu hukukî ilkeler ortaya konulmaktadır:

• Peygamber, mü’minlere kendi nefislerinden daha yakındır.

• Peygamber'in eşleri, mü’minlerin analarıdır.

• Ve akrabalar birbirlerine, diğer mü’minlerden ve muhâcirlerden daha önceliklidirler.

Birinci ilkede, Rasûlullah'ın mü’minler için kendi canlarından daha öncelikli olması; herkesin kendi işinden önce o'nun öngördüğü işleri [din ve devlet işlerini] yapması gerektiği ortaya konulmuştur. Burada konu edilen yakınlık [velâyet], veliy-yi âm niteliğidir [devlet başkanı oluşu, devleti temsil edişidir].

De ki: “Eğer ki babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz [akrabalarınız, kabileniz], elde ettiğiniz mallar, kesâda uğramasından ürperdiğiniz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan, O'nun Elçisi'nden ve O'nun yolunda cihaddan daha sevimli ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyiniz. Ve Allah fâsıklar kavmine doğru yolu göstermez.” (Tevbe/24)

Allah'a ve âhiret gününe inanan bir topluluğu, Allah'a ve Elçisi'ne karşı çıkanlarla sevgiye dayalı bir dostluk kurmuş olarak bulamazsın. Bunlar onların ister babaları olsun, ister çocukları olsun, ister kardeşleri olsun, ister akrabaları olsun. Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları Kendisinden olan rûh [güvenli bilgi] ile desteklemiştir. Onları, sürekli kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte bunlar Allah'ın hizbidir/yandaşlarıdır. Dikkat edin, Allah'ın hizbi/yandaşları başarıya ulaşanların ta kendileridir. (Mücâdele/22)

Burada mü’minlere, devletlerine ve devlet başkanlarına karşı görevleri öğretilmektedir.

İkinci ilkede de, Rasûlullah'ın eşleri, mü’minlerin anneleri unvanıyla şereflenmiş, mü’minlerin onlara saygılı davranmaları, iyilikte bulunmaları ve onlarla evlenmemeleri hükme bağlanmıştır. Burada, Peygamber'in eşlerinin, mü’minlerin gerçek anneleri konumunda oldukları söylenmiyor. Nûr/29-31'de konu edilen aile içi mahremiyet serbestisi, Rasûlullah'ın eşleri için tanınmamakta, onları, –ileride 53-55. âyetlerde görüleceği üzere– serbestlik açısından sadece kendi akrabalarıyla sınırlamaktadır.

Üçüncü ilkede ise, hicret sonrası ortaya çıkmış olan bir problem ortadan kaldırılmıştır. Bu problemle ilgili klâsik eserlerde şu bilgiler mevcuttur:

Hişâm b. Urve babasından, o ez-Zübeyr'den, Akrabalar, Allah'ın Kitabı gereğince de... birbirlerine daha yakındırlar âyeti hakkında şunları söylediğini nakletmektedir: Biz Kureyşliler, Medîne'ye hiç bir malımız olmadığı hâlde geldik. Ensâr'ın çok iyi kardeşler olduğunu gördük, onlarla kardeş olduk. Biz onlara mirasçı olduk, onlar da bize mirasçı oldular. Ebû Bekr, Hârice b. Zeyd ile, ben de Ka‘b b. Mâlik ile kardeş oldum. (Bir keresinde) yanına geldiğimde silâh darbelerinin onu çok ağırlaştırmış olduğunu gördüm. Allah'a yemin ederim o öldüğünde dünyada ona benden başka kimse mirasçı olmadı. Nihâyet yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi indirince, şer‘î mirasçılığımıza geri döndük.

Urve'den sabit olduğuna göre Rasûlullah (s.a) ez-Zübeyr ile Ka‘b b. Mâlik'i kardeş yapmıştı. Ka‘b, Uhud günü ağır bir yara almıştı. ez-Zübeyr bineğinin yularından tutmuş, onu (bineği üzerinde) getirmişti. Şâyet Ka‘b o gün vefat etmiş olsaydı, geriye pek çok dünyalık bırakmış olur ve ez-Zübeyr ona mirasçı olurdu. Yüce Allah, Akrabalar, Allah'ın Kitabı gereğince de diğer mü’minlerden... birbirlerine daha yakındırlar buyruğunu indirdi. Böylece yüce Allah, akrabalığın antlaşma yoluyla kurulan kardeşlik bağından daha öncelikli olduğunu açıklamış oldu. Bunun sonucunda da antlaşma yoluyla mirasçılık terkedildi, akrabalık sebebiyle birbirlerine mirasçı olmaya başladılar.[9]

5-6. âyetlerde, evlâtlığın evlât olmadığı, dolayısıyla da aynı konumda değerlendirilemeyeceği bildirilmişti. Bu âyetteki, Ve akrabalar; Allah'ın yazgısında onlardan bir kısmı, bir kısmındandır, –velîlerinize ma‘rûfu yapmanız dışında– mü’minlerden ve muhâcirlerden daha önceliklidirler ifadesi ile de, gerçek kardeşlik ile din kardeşliği ayırılmıştır. Miras vs. gibi hükümlerin din kardeşliği için geçerli olmadığı, mirasın sadece hısım ve akrabalar arasında olacağı hükme bağlanmış; bununla birlikte –velîlerinize ma‘rûfu yapmanız dışında– istisnâsıyla, vasiyet yoluyla kişinin din kardeşlerine yardım ve destekte bulunulabileceği, “velâ” sözleşmesi yapılabileceği beyân edilmiştir.

Âyetteki, Bu, Kitap'ta yazılmıştır ifadesiyle, daha evvel inen ve bu konulara dair bilgi veren âyetlere işaret edilmiştir:

Kuşkusuz şu iman etmiş, hicret etmiş, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşan ve barındırıp yardım eden kimseler; evet işte bunlar, bazısı bazısının velîsi olanlardır. İnanan ve hicret etmeyen kimselere gelince, hicret edene kadar, onlara yakınlık söz konusu değildir. Ve din uğrunda yardım isterlerse, aranızda antlaşma bulunan bir halk zararına olmaksızın, onlara yardım etmeniz gerekir. Ve Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir. Küfretmiş olan şu kimseler de, birbirlerinin velîleridirler. Eğer siz de onu yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir kargaşa ve fitne çıkar. Ve o, iman eden, hicret eden ve Allah yolunda cihad eden kimseler ile, barındıran ve yardım eden kimseler; işte bunlar, gerçek mü’minlerin ta kendileridir. Bunlar için bir mağfiret ve saygın bir rızık vardır. Ve bundan sonra, inanan ve hicret eden ve cihad eden kimseler; artık onlar da sizdendirler. Akraba olanlar da, Allah'ın kitabına göre, birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz Allah, en iyi bilendir. (Enfâl/72-75)
7-8. Ve hani Biz, doğru kimselere doğruluklarından sormak için, peygamberlerden; Nûh'tan, İbrâhîm'den, Mûsâ'dan ve Meryemoğlu Îsâ'dan mîsâklarını [kesin sözlerini] almıştık. Senden de (mîsâk aldık). Biz, onlardan ağır bir mîsâk [kesin bir söz] aldık. Ve O [Allah], kâfirler için acı verecek bir azabı hazırladı.

Bu âyetlerde, Allah'ın elçilerinin, görevlerini hakkıyla yapacaklarına, kendilerine verilen emir ve nehiylere eksiksiz riâyet edeceklerine, dine ekleme-çıkarma yapmayacaklarına, öncekinin sonrakini müjdeleyeceğine ve birbirlerini tasdik edeceklerine dair söz alındığı konu edilmektedir.

Bu âyetin mesajı, içinde bulunulan pasaja indirgendiğinde, dinde kardeşler arasında mirasçılık bulunmadığı, mirasçılığın hısım ve akrabalar arasında cereyan edeceği, din adına kimsenin hüküm koyamayacağı anlaşılır:

Kim doğru yolu bulursa sırf kendi iyiliği için doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiç bir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. (İsrâ/15)

O [Allah], dinden Nûh'a tavsiye ettiği şeyi, sana vahyettiğimizi, İbrâhîm'e, Mûsâ'ya ve Îsâ'ya tavsiye ettiğimiz şeyi şeriat kıldı: “Dini ayakta tutun [yerleştirin] ve onda ayrılığa düşmeyin.” Senin kendilerini davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini Kendine seçer ve kalpten yöneleni de O'na kılavuzlar. (Şûrâ/13)

Ve hani Allah, kendilerine kitap verilen kimselerin mîsâkını almıştı: “Onu [kitabı] mutlaka insanların önüne apaçık koyacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz.” Onlar ise bunu sırtlarının ötesine attılar ve onu az bir bedel karşılığı sattılar. İşte, satın aldıkları şeyler, ne kötüdür! (Âl-i İmrân/187)

Ve hani Biz, İsrâîloğulları'nın mîsâkını [kesin sözünü] almıştık: “Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya, yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere de iyilik yapacaksınız, insanlara güzelliği söyleyiniz salâtı ikâme ediniz ve zekâtı veriniz.” Sonra çok azınız müstesnâ olmak üzere yüz çevirdiniz. Ve siz yüz çevirenlersiniz. (Bakara/83)

Derken onlardan sonra bir nesil gelip onların yerlerine geçti. Kitab'a mirasçı oldular. (Onlar) bu dünyanın değersiz kazanımlarını alırlar, “Bize ileride mağfiret olunur” diyorlardı. Kendilerine ona benzer değersiz bir meta gelirse, onu da alıyorlardı. –Allah'a karşı hakktan başkasını söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın teminatı alınmadı mı? Hâlbuki onda olanı ders etmişlerdi [okuyup öğrenmişlerdi]. Âhiret yurdu takvâ sahipleri için daha hayırlıdır. Hâlâ akletmeyecek misiniz?– Ve Kitab'a sımsıkı sarılanlara ve salâtı ikâme edenlere [sosyal yardım ve destek kurumlarını oluşturan ve ayakta tutanlara] gelince, Biz o düzeltenlerin [iyileştirenlerin] ödülünü zayi etmeyiz. Hani bir zamanlar Biz o dağı gölgelik [şemsiye] gibi onların tepesine çekmiştik de onun üzerlerine düşeceğine inanmışlardı. –“Takvâ sahibi olmanız için size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekini hatırınızdan çıkarmayın!”– (A‘râf/169-171)

Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun verdiği elçilik görevini iletmemiş [yerine getirmemiş] olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Allah kesinlikle, küfre batmış topluluğa doğru yolu göstermez. (Mâide/67)

Ve Allah'ın, üzerinizdeki nimetini ve “İşittik, itaat ettik” dediğinizde sizden aldığı kendisiyle mîsâklaştığınız mîsâkını hatırlayın. Ve Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, göğüslerin içindekini çok iyi bilendir. (Mâide/7)

Ve hani Allah peygamberlerin, “Andolsun ki size kitaptan ve hikmetten [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerden] verdim, sonra yanınızda bulunanı doğrulayıcı bir elçi geldiğinde ona muhakkak inanacak ve ona yardım edeceksiniz!” mîsâkını almıştı. O [Allah], bunu ikrar edip de kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?” dedi. Onlar, “İkrar ettik” dediler. O [Allah], “Öyleyse şâhit olun, Ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım” dedi. (Âl-i İmrân/81)

Andolsun, kendilerine elçi gönderilmiş olanları da sorguya çekeceğiz, andolsun, gönderilen elçileri de sorguya çekeceğiz. (A‘râf/6)

Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryemoğlu Îsâ! Sen mi insanlara, ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” O [Îsâ], “Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise Senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; ğaybları bilen yalnız Sensin, Sen! Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini söyledim; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben aralarında olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, onları gözetleyen yalnız Sen oldun Sen. Ve şüphesiz Sen ğaybları en iyi bilensin.” (Mâide/116-117)

Ve andolsun Biz bundan önce Âdem'e ahit verdik [ondan söz aldık] de o aklından çıkardı [yapmadı] ve Biz o'nda bir azim [kararlılık] bulmadık. (Tâ-Hâ/115)

Şüphesiz Biz, Nûh'a ve o'ndan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya‘kûb'a, torunlarına, Îsâ'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleymân'a, daha önce kendilerini sana anlattığımız elçilere, kendilerini sana anlatmadığımız elçilere, elçilerden sonra insanların Allah'a karşı bir delilleri olmasın diye, müjdeciler ve uyarıcılar olarak vahyetmiştik. Dâvûd'a da Zebur'u verdik. Ve Allah Mûsâ'ya konuştukça konuştu. Ve Allah azîz'dir ve hakîm'dir. (Nisâ/163-165)

9. Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani size ordular gelmişti de Biz, onların üzerlerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Ve Allah, işlemiş olduklarınızı çok iyi görendir.

10. Hani onlar, üst tarafınızdan ve sizden daha aşağıdan size gelmişlerdi. Ve hani gözler kaymıştı, yürekler gırtlaklara ulaşmıştı. Ve siz Allah hakkında zann yaptıkça zann yapıyordunuz.

11. İşte burada mü’minler belâlandırılmış ve çok şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.

12. Ve o vakit münâfıklar ve kalplerinde bir hastalık bulunanlar, “Allah ve Elçisi bize bir aldanıştan başka bir vaad yapmamış” diyorlardı.

13. Ve hani bunlardan bir grup, “Ey Yesrib [Medîne] halkı! Sizin için duracak yer yok, hemen dönün” diyorlardı. Onlardan bir kısmı da, “Evlerimiz gerçekten savunmasızdır” diyerek Peygamber'den izin istiyorlardı. Hâlbuki onlar [evleri] savunmasız değildi. Onlar, sadece kaçmak istiyorlardı.

14. Eğer onların üzerine, onların [evlerinin] her bir bucağından girilseydi, sonra da fitne çıkarmaları istenilseydi, kesinlikle bunu yerine getirirlerdi. Buna fazla da beklemezlerdi.

15. Ve hiç kuşkusuz onlar, bundan önce arkalarını dönüp kaçmayacaklarına Allah'a ahid vermişlerdi. Ve Allah'ın ahdi sorumluluktur.

16. De ki: “Eğer ölmekten veya öldürmekten kaçıyorsanız, kaçmak hiç bir zaman size yarar sağlamaz. Ve o zaman sadece, çok az bir şeyi kazandırılırsınız.”

17. De ki: “Eğer Allah size bir kötülük dilediyse veya size bir rahmet dilediyse, sizi Allah'tan kim korur?” Hem onlar kendilerine Allah'ın astlarından bir velî bulamazlar, bir yardımcı da.

18-19. Şüphesiz Allah, sizden o engelleyenleri savsaklayanları ve sizi kıskanarak kardeşlerine, “Bize gelin!” diyenleri biliyor. Ve onlar, sıkıntıya ancak pek az geliyorlar. Derken o korku gelince, sen onları, ölümden baygınlık sarmış kimse gibi gözleri dönerek sana bakıyorlarken gördün. Sonra o korku gidince, iyiliğe kıskançlık ederek size keskin keskin diller sıyırdılar. İşte bunlar iman etmediler de Allah amellerini boşa çıkardı. Ve bu, Allah üzerine çok kolaydır.

20. Onlar, ahzâbı [birleşik düşman birliklerini] gitmedi sanıyorlardı. Eğer o [ahzâb/birleşik düşman birlikleri] gelecek olursa, çölde bedevi Araplar içinde yer alıp, sizin haberlerinizden sormayı isterler. Ve eğer onlar içinizde olsalardı ancak pek az savaşırlardı.

21. Andolsun ki, Allah Elçisi'nde, sizin; Allah'ı ve son günü uman ve Allah'ı çokça anan kimseler için güzel bir örnek vardır.

22. Mü’minler, ahzâbı [birleşik düşman birliklerini] gördükleri zaman da, “İşte bu, Allah'ın ve Elçisi'nin bize vaad ettiği şeydir. Allah ve Elçisi doğru söyledi” dediler. Bu, onlara sadece iman ve güvenlik sağlamada artış sağladı.

23-24. Mü’minlerden öyle kimseler vardır ki, Allah'a, üzerine ahd verdikleri şeylere sadakat gösterdiler. İşte, onlardan kimisi adağını gerçekleştiren [canını veren] kimsedir, kimi de bekleyen kimsedir. Onlar, Allah'ın doğru kimseleri doğrulukları sebebiyle karşılıklandıracağı, dilerse münâfıklara da azab edeceği veya tevbe nasip edeceği için hiç değiştirmedikçe değiştirmediler. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

25. Ve Allah, o küfreden kişileri herhangi bir hayra ulaşmadan kinleriyle geri çevirdi. Ve Allah, mü’minlere savaşta kâfi geldi. Ve Allah kavî'dir [çok güçlüdür], azîz'dir [mutlak üstün olandır].

26-27. Hem de O [Allah], Kitap Ehlinden onlarla [kâfirlerle] yardımlaşanları kalelerinden indirdi. Ve kalplerine korku saldı: siz onların bir kısmını katlediyordunuz, bir kısmını da esir alıyordunuz. Ve O [Allah], onların arazilerine, yurtlarına, mallarına ve henüz ayak basmadığınız bir yere sizi vâris [son sahip] yaptı. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.

Bu âyetler, hicretin 5. yılında meydana gelen Hendek ve Benû Kurayza savaşlarının bazı sahnelerine işaret etmektedir. Allah bu savaşta da, Bedir savaşı'nda olduğu gibi açık mucizeler yaratmıştır. Pasajın doğru anlaşılması ve olayın detaylarına vâkıf olunması için Hendek savaşı hakkında ansiklopedik bilgi sunuyoruz:

HENDEK SAVAŞI

Hendek savaşı da, Bedir savaşı gibi mü’minlerin müşriklerle yaptığı büyük ve önemli savaşlardan biridir. Uhud savaşı'ndan iki yıl sonra, hicret'in 5. yılında Medîne'nin kuzey cephesinde cereyan etmiştir.

Kureyş müşrikleri, Uhud savaşı'nda üstün gelir gibi olmuşlarsa da Müslümanların gücünü kıramamışlardı. Aksine mü’minler Medîne'deki birlik ve beraberliklerini sağlamlaştırmış, askerî bakımdan daha güçlü bir duruma gelmişlerdi. Medîne'de sürekli problem çıkaran Yahûdi Benû Nadîr kabilesi sürülmüş; doğuda Zatu'r-Rika, kuzeyde Dûmetü'l-Cendel'e yapılan seferler kesin zaferle sonuçlanmış, Müslümanların gücü ve etkinliği her geçen gün biraz daha büyümüştü. Bunun sonucu olarak Mekke müşriklerinin Mısır, Sûriye ve Irak yönündeki kervan yolları tamamen kapatılmıştı.

Böylece Müslümanlar bölgede hâkim bir güç hâline gelmiş, İslâm'a katılanların sayısını hızla artmıştı. İslâm'ın, bu gözle görülür güçlenişi karşısında Müslümanların başlıca düşmanlarından olan Yahûdiler, düşmanca faaliyetlerine hız verdiler. Özellikle Medîne'den sürülen Benû Nadîr kabilesi çevrede İslâm aleyhinde sürekli propaganda yapıyor, İslâm'ın güçlenmesini önlemek için Müslümanlara kesin bir darbe vurmanın yollarını arıyorlardı. Bu çalışmalar sonucunda Yahûdiler hem kendi aralarında birliği sağladılar, hem de Kureyş ve diğer müşrik kabilelerle birleşmenin yollarını aramaya başladılar.

Yahûdilerden oluşan bir heyet Mekke'ye gelerek Kureyş'e, ortak düşmanları olan Müslümanlara birlikte saldırmayı, Rasûlullah'ı ve İslâm dinini ortadan kaldırmayı teklif ettiler.

Ticaret yollarının kesilmesiyle ekonomik bir çıkmaza düşen ve içlerinde hâlâ Bedir'in acısını taşıyan müşrikler bu teklifi olumlu karşıladı.[10] Yahûdi heyeti ve Kureyş'ten seçilen 50 adam Ka‘be örtüsünün altına girip göğüslerini Ka‘be duvarına dayayarak tek başlarına kalıncaya kadar Müslümanlarla savaşmaya yemin ettiler. Artık tek düşünceleri vardı: Bu savaşı mutlaka kazanmak ve İslâm'ı ebediyyen yok etmek.[11]

Yahûdiler Kureyş'le anlaştıktan sonra Necid'e giderek Benû Süleym ve Gatafan kabilelerini de bu ittifaka dahil etmeye çalıştılar. Gatafan kabilesini, Hayber'in bir yıllık hurmasının yarısı karşılığında Müslümanlara karşı savaşmaya razı ettiler. Arkasından diğer Arap kabilelerini dolaşarak putperestliğin İslâm'dan üstün olduğunu, fakat Müslümanlarla savaşılmadığı takdirde putperestliğin sonunun yaklaştığı propagandasıyla savaşa kışkırttılar. Bu çalışmaları sonunda Fezâre, Süleym, Sa‘d ve Esedoğulları kabileleri de birliğe katıldı.[12]

Savaş hazırlıklarına başlayan Kureyş, 300 at ve 1.500 devenin bulunduğu 4.000 kişilik bir ordu donattı. Buna Yahûdi ve diğer Arap kabilelerinin kuvvetleri de eklenince yaklaşık 10.000 kişilik bir ordu meydana geldi. Bu büyük ordu İslâm'a son ve öldürücü darbeyi vurmak umuduyla Medîne'ye yöneldi. Arap yarımadası belki de o güne kadar böyle büyük bir orduya şâhit olmamıştı.[13]

Rasûlullah, müttefiklerin girişimini haber alır almaz derhal bir savaş meclisi topladı. Mecliste düşmana karşı ne gibi tedbirler alınması, nasıl bir savaş taktiği izlenmesi gerektiği konusunda istişare edildi. Ashâbın çoğunluğu Medîne'yi içerden savunmanın uygun olacağı görüşünde idi. Bu görüş benimsendikten sonra Selmân-ı Farisî, “Bizde bir şehir üstün kuvvetlerle kuşatıldığı zaman daima çevresine bir hendek kazılır ve şehir bu şekilde savunulur” şeklinde görüş bildirince, Rasûl (a.s) bunu uygun görerek savunma planının bu doğrultuda hazırlanmasını emretti.

Başta Rasûlullah olmak üzere bütün Müslümanlar, kış mevsiminin tüm olumsuz şartlarına rağmen büyük bir gayretle çalışıyorlardı.

İki hafta boyunca süren gayret sonunda Medîne çevresi hendekle çevrildi ve hendekten çıkan topraklar iç tarafa yığılarak siperler oluşturuldu.

Hendek kazma çalışmaları biter bitmez Rasûlullah savaşabilecek durumdaki bütün Müslümanları topladı. Müslüman mücâhidlerin sayısı 3.000'di ve 36 da at vardı. Müslüman savaşçılar gruplar hâlinde siper gerisine yerleştirildi. Bu sırada Ebû Süfyân komutasındaki ordu Medîne'nin batısından, Necid kabileleri de doğudan Medîne önlerine geldiler.

Kureyş ordusu Medîne'nin kuzeyinden dolaşarak Uhud dağı civarına geldi. Ortalığı boş görünce, evvelce Uhud savaşı'nda aldıkları mevkiye doğru yaklaştılar. Burada diğer kuvvetlerle birleşerek Uhud-Medîne yolu üzerinde ilerlemeye başladılar. Bir müddet sonra Rasûlullah'ın hendek gerisinde görülen çadırları karşısına geldiler ve o'nun karşısında yer aldılar.[14]

Müşrikler çevrede Müslümanları göremeyince hızla Medîne üzerine atıldılar. Fakat Müslümanlar tarafından kazılan hendekle karşılaşınca ne yapacaklarını şaşırdılar. O zaman böylesi istihkâmlar inşa etmek Araplar tarafından bilinmiyordu. Rasûlullah'ın bu değişik savunma yöntemi müşrikleri hayret ve şaşkınlık içinde bıraktı. İçlerinden bazıları atlarını hendek boyu sürerek bir geçit aradılar. Fakat hendek derin ve geniş kazılmış olduğu için geçmeyi başaramadılar. Bu arada hendek gerisinde siperlenen Müslümanlar düşmanı ok ve taş yağmuruna tuttular. Düşman süvarileri de bu şekilde karşılık vermek zorunda kaldılar. Müşrikler bir aya yakın bir süre hendek gerisinde kaldılar. İki taraf arasında herhangi bir savaş olmadı. Bir kaç mübareze ve karşılıklı ok atmaktan başka ciddi bir hareket olmadı.[15]

Müslümanlar arada sırada taarruz eden düşmanı bu şekilde karşılayarak savunma süresini uzatıyorlardı. Fakat bu sırada Müslümanlarla anlaşmalı olan Benû Kurayza kabilesinin anlaşmayı bozarak geceleyin Medîne üzerine baskın yapmak için hazırlandıkları söylentisi yayıldı. Bu haber birleşik ordulara göre oldukça zayıf olan Müslümanlar arasında büyük bir endişeye neden oldu. Rasûlullah durumun açıklığa kavuşturulması için Kurayza kabilesine birini gönderdi. Benû Kurayza kabilesinin reisi Ka‘b b. Esed'in Benû Nadîr kabilesi reisi Nayy b. Ahtab tarafından kandırılmış olduğu ve Kurayzalıların gerçekten anlaşmayı bozdukları anlaşıldı. Kurayza kabilesi ile Evs kabilesi arasında dostluk bulunduğu için Evs'in lideri Sa‘d b. Mu‘az ve bazı Evs ileri gelenleri özel olarak Benû Kurayza kabilesine gönderildi ise de olumlu bir sonuç alınamadı.

Durumun vehâmeti karşısında Peygamber, müşriklerin birliğini bozabilmek için bir ara Gatafanlıların reisleri Uyeyne b. Hısn b. Huzeyfe ve el-Hâris b. Avf b. Ebî Hârise el-Murri'ye haber göndererek dönüp gitmeleri karşılığında Medîne hurmalarının üçte-birini onlara vermek üzere anlaşmak istediyse de (hatta anlaşma metni bile hazırlanırken) Sa‘d b. Mu‘az ve Sa‘d b. Ubâde ile istişaresi sonucu bu fikirden vazgeçti.[16]

Diğer yandan düşman ordusu baskısını giderek arttırıyor; değişik yönlerden peşpeşe saldırılarda bulunuyor, hendeği aşamayarak çaresiz geri dönüyordu. Muhasaranın olağanüstü şiddet kazandığı bir sırada müşrikler ne pahasına olursa olsun hendeği aşmaya karar verdiler. Savaşçılıktaki büyük ustalığı ve kahramanlığıyla şöhret kazanmış olan Amr b. Abdived ile İkrime b. Ebî Cehl, Nevfel b. Abdullah, Dırar b. Hattâb, Hubeyre b. Ebî Vehb hendeği geçmek üzere ileriye gönderildi. Ebû Süfyân ve Hâlid b. Velîd de onun arkasından genel bir saldırı için kuvvetlerini ileriye doğru hareket ettirdiler. Amr ve yanındakiler binbir güçlükle de olsa hendeği aşmayı başardılar.

Amr b. Abdived atını ileriye sürerek Müslümanlardan, kendisiyle savaşacak bir savaşçı talep etti. Amr birçok savaşlarda bulunmuş, yiğitlik ve gözü pekliği sayesinde birçok birlikleri dağıtmış gâyet usta bir silâhşor, çevik bir süvari olduğundan, onunla çarpışmaya kimse cesaret edemezdi. Nitekim Müslümanlardan da kimse onun isteğine cevap veremedi.

Bu durumu gören Ali, Amr'a karşı çıkmak için izin istedi. Fakat Rasûlullah izin vermedi. Amr tekrar ileriye atılarak Müslümanlara hitaben, “İçinizden kahramanlık meydanına çıkacak kimse yok mu? Hani ölenlerinizin gideceğini söylediğiniz cennet?” diye bağırdı. Müslümanlardan yine ses çıkmayınca, Ali ikinci defa izin istedi. Rasûlullah kendi zırhını çıkarıp Ali'ye giydirdi, Zülfikâr'ı da eline verdi ve ellerini açarak, “Yâ Rabb! Amcam Ubeyd Bedir'de; Hamza Uhud'da şehid oldular, bu Ali ise kardeşimdir ve amcamın oğludur. Onu koru, beni kimsesiz bırakma. Sen vârislerin en hayırlısısın” diye dua ederek uğurladı.

Amr'ın karşısına çıkan Ali kendisini tanıttı. Amr, Ali'nin gençliğini ve babasıyla olan dostluğunu ileri sürerek onunla savaşmak istemedi. Ali ise kendisiyle savaşmayı ve onu öldürmeyi arzuladığını bildirdi. Kendisinin, savaşa çıkanların üç tekliflerinden birini kabul ettiğini duyduğunu; eğer öyleyse, üç teklifi olduğunu söyledi. Yâ Müslüman olmasını, ya savaşı bırakıp gitmesini, ya da kendisiyle çarpışmasını teklif etti. İlk ikisini reddeden Amr çarpışmayı seçti.

İlk saldırı Amr'dan geldi. Vurduğu kılıç darbesi Ali'nin kalkanını parçalayarak başından yaralanmasına neden oldu. Sıra kendisine geldiğinde Ali, indirdiği darbe ile Amr'ı cansız yere yuvarladı. Müslümanlar sevinçle tekbir getirirken müşrikler büyük bir hayal kırıklığına uğradılar.

Ali Amr'ın işini bitirince, Dırar ile Hubeyre Ali'nin üzerine yürüdüler. Dırar aniden dönüp kaçmaya başladı. Çarpışmaya yeltenen Hubeyre de Ali'nin bir kılıç darbesi ile zırhı delinince kurtuluşu kaçmakta buldu.[17]

Ömer, kaçan kardeşi Dırar'ın peşinden, Zübeyr b. Avvâm da Hubeyr'in arkasından koştular. Bu sırada Nevfel b. Abdullah hendeğe düşmüş, yaralanmıştı. Müslümanlar onu taşa tuttular. Fakat Ali onları durdurdu, hendeğe inerek boynu kırılmış Nevfel'in kafasını uçurdu.

Bu kötü sonuç karşısında Ebû Süfyân çaresiz ordugahına döndü.

Ertesi günü Benû Kurayza kabilesi de düşman ordusuna katıldı. Müttefikler böylece kuvvet kazanınca bir kat daha cesaretlenerek saldırılarını sıklaştırmaya, tazyiklerini arttırmaya başladılar. Ok ve taş muharebeleri akşama kadar sürüp gitti. Karanlık basınca müşrikler ordugahlarına çekildiler. Genel bir saldırı düşüncesi Müslümanlar arasındaki endişeyi bir kat daha artırdı. Bu arada savaşın yönünü değiştirecek önemli bir olay oldu. Düşman saflarında iken Müslüman olan Nuaym b. Mes‘ûd es-Sakafî gizlice Rasûlullah'ın ordusuna katıldı. Durumun kötülüğünü gören Nuaym, müttefiklerle Benû Kurayza kabilesinin arasını bozmak için iyi bir vesile oldu. Rasûlullah ona, Benû Kurayza ile müşriklerin arasını açması için talimat verdi. İslâm'a girdiği bilinmediği için rahatça Benû Kurayza lideri Ka‘b b. Esed'in yanına gitti. Ka‘b'ın yanında daha başka Yahûdi liderleri de bulunuyordu. Onlara, Yahûdilere bir iyilik etmek istediğini söyleyerek Kureyş ve Gatafan kabilelerinin artık savaştan usandığından söz etti, “Hatta daha fazla zahmet çekecek olurlarsa sizi bırakıp gidecekler. O zaman siz İslâm ordusuna karşı koyamazsınız. Bu tehlikeyi önlemek için Kureyş ve Gatafan kabileleri ileri gelenlerinden birkaç kişiyi rehin alın” dedi. Yahûdiler bu haberden son derece memnun oldu.

Nuaym, oradan Ebû Süfyân'ın ordugahına geldi. Ona Kurayzalıların anlaşmayı bozduklarından dolayı pişmanlık duyduklarını ve anlaşmayı gizlice yenilediklerini, hatta suçlarını affettirmek için Kureyş ve Gatafan liderlerinden birkaç kişiyi rehin alarak Müslümanlara teslim etmeyi düşündüklerini söyledi. Bu haber Ebû Süfyân'ı vesveseye düşürdü. Derhal Kurayza liderine İkrime b. Ebî Cehl ve Benî Gatafanlı bir grupla haber göndererek muhasaranın çok uzadığını, askerin açlıktan şikâyet ettiğini, bu nedenle ertesi günü genel bir saldırı ile bu duruma bir son verilmesi gerektiği arzusunda olduğunu söyledi. Buna karşılık Kurayzalılar, Kureyş ve Gatafan ileri gelenlerinden birkaç kişi rehin verilmedikçe kendilerine güvenemeyeceklerini bildirdiler. Kureyş ve Gatafan liderleri bu haberi işitince Nuaym'ın sözüne hakk vererek rehin vermekten imtina ettiler. Kurayza kabilesi ise onların tavrının Nuaym'ı doğruladığını görünce müttefiklerden ayrılarak onları kendi başlarına bıraktılar.[18]

İLÂHÎ YARDIM

Umulmadık bir anda müşrikleri başlarının derdine düşürüp çekilmek zorunda bırakan kuvvetli bir fırtına çıktı. Bu; soğuk ve dondurucu bir fırtınaydı. Tozları, toprakları müşriklerin gözlerine dolduruyor, çadırların bezlerini, derilerini yırtıyor, direklerini söküyor, sergileri kumlara gömüyor, yakılan ateşleri söndürüyor, develeri, atları birbirine karıştırıyor, hiç kimse kimsenin yanına gidemiyordu. Müşrikler, devamlı tekbir sesleri ve silâh şakırtıları duyuyorlardı. Kalplerine büyük bir korku düşmüş, müthiş bir paniğe kapılmışlardı.

Gece boyunca devam eden fırtına, sabahleyin biraz sükûnet buldu. Rasûlullah, Huzeyfe b. Yeman'ı düşman ordusu hakkında bilgi almak üzere gönderdi. Huzeyfe, düşman ordusunun perişan hâlini görerek geri döndü. Peygamber bundan son derece memnun oldu ve sonucu beklemeye başladı.[19]

Ebû Süfyân, ansızın uğradığı bu büyük felâket üzerine Kurayza kabilesinin ordudan ayrıldığı ve orduda ihtilaf çıktığı gerekçesiyle kuşatmayı sona erdirerek geri çekilme emri verdi. Amr ibnu'l-Âs ile Hâlid b. Velîd 200 süvari ile müşriklerin geri çekilişini denetlediler. Müşrikler başarısızlıklarından doğan umutsuzluk ve sıkıntı içerisinde hızla ricat etmeye başladılar.

Kureyş ordusu Mekke'ye, Gatafan kabileleri Necid'e doğru yol alırken Müslümanlar savunma hattından çıkarak düşman ordugahına vardılar. Düşmanın telaş ve heyecan içinde geri çekilirken bırakmış oldukları erzak ve zahirelere ve Ebû Süfyân'ın Yahûdi reislerinden Hayg'a gönderdiği 20 deveye el koydular. Develer kurban edildi, hurma dolu sepetler boşaltıldı ve Müslümanlara dağıtıldı. Bu ganimet vasıtasıyla muhasaranın ortaya çıkardığı kıtlık ortadan kalkmıştı. Rasûlullah Müslümanlara hitap ederek, “Ey İslâm mücâhidleri! Emin olunuz ki, bu muzafferiyet sizin için ölümsüz bir başarıdır. Bundan böyle Kureyş kabilesi size değil, siz Kureyş'e taarruz edeceksiniz” buyurdu. Rasûlullah bu sözleriyle müşriklerin bütün gücünün tükendiğini, artık Müslümanların zafer yollarının açıldığını müjdelemiş oluyordu.

ZAFER ÜSTÜNE ZAFER

O gün öğleye doğru Rasûlullah, Müslümanlara bir ilanda bulunarak, Müşriklerle bir olup kendilerini arkadan vuran Benû Kurayza belasını ortadan kaldırmaya davet etti. Müslümanlar davete derhal icâbet ederek Kurayzaoğulları üzerine hareket etti.[20]

Rasûlullah, ordusuyla Kurayzaoğulları yurduna varıp onları kuşatma altına aldı. Kuşatma 25 gece sürdü.

Kurayzaoğulları, kuşatmanın gittikçe uzamasından ve şiddetlenmesinden dolayı büyük bir sıkıntıya düştüler; teslim olmaktan başka çare kalmadığını anladılar. Rasûlullah'tan, kendileri hakkında hüküm vermek ve onun vereceği hükme göre teslim olmak üzere bir hakem tayin etmesini istediler. Peygamber de, “Ashabımdan istediğiniz kimseyi hakem seçin” dedi. Bunun üzerine Sa‘d ibn Mu‘az'ı hakem seçtiler.[21]

Rasûlullah, onlar hakkındaki hükmü Sa‘d ibn Mu‘âz'a havale etti. Sa‘d da, “Ben onlar hakkında şöyle hüküm veriyorum: Bunların savaşanları öldürülsün, kadınları ve çocukları esir edilsin, malları da taksim olunsun” dedi.[22]

Rasûlullah, onları Medîne'de bir evde hapsettikten sonra, hendekler kazdırmış ve eli silâh tutan erkeklerin boynunu vurdurmuş, kadınlarını, çocuklarını ve mallarını da Müslümanlar arasında taksim etmiştir.[23]

Bu pasajdaki 13-15. âyetlerde, münâfıkların Müslümanlar hakkındaki sinsî düşünceleri ifşa edilmekte, onların sürekli mü’minlerin aleyhinde davrandıkları, Müslümanların kötülüklerini istedikleri açıklanmaktadır. Münâfıkların bu zihniyeti birçok kez dile getirilmiştir:

Size bir iyilik dokunsa fenalarına gider ve eğer size bir kötülük isâbet etse onunla sevinirler. Ve eğer sabreder ve takvâlı davranırsanız, onların hileleri size hiç bir şeyce zarar vermez. Şüphesiz Allah onları kendi yaptıkları şeylerle kuşatmıştır. (Âl-i İmrân/120)

Eğer sana bir iyilik dokunursa fenalarına gider. Eğer sana bir musibet dokunursa, “Biz kesinlikle işimizi [tedbirimizi] önceden almıştık” derler. Ve onlar sevinenler olarak sırt çevirirler. (Tevbe/50)

16. âyette, De ki: “Eğer ölmekten veya öldürmekten kaçıyorsanız, kaçmak hiç bir zaman size yarar sağlamaz. Ve o zaman sadece çok az bir şeyi kazandırılırsınız” ifadesiyle, savaştan kaçmanın hayata bir katkı yapmayacağı, ömrü uzatmayacağı, rızkı çoğaltmayacağı beyân edilmiştir:

Kendilerine, “Elinizi çekin, salâtı ikâme edin, zekâtı verin” denenleri görmedin mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, Allah'ın haşyeti gibi yahut haşyetçe daha şiddetli olarak insanlara haşyet duyarlar. Ve “Rabbimiz! Ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?” dediler. De ki: “Dünyanın kazanımı, çok azdır, âhiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz “bir hurma çekirdeğindeki ip-ince bir iplik kadar” bile hakksızlığa uğratılmayacaksınız.” (Nisâ/77)

21. âyette, Andolsun ki, Allah Elçisi'nde, sizin; Allah'ı ve son günü uman ve Allah'ı çokça anan kimseler için güzel bir örnek vardır ifadesinde dikkat çekilen Rasûlullah'ın örnekliği, tüm İslâmî uygulamalara yönelik olmakla birlikte, burada özellikle savaşa katılma; Allah yolunda ölme ve öldürmeyi göze alma hususundaki örnekliğidir. Âyette, Hendek savaşı'na katılmayanlara sitem edilirken, Rasûlullah'ın kendini Allah yolunda feda edişi, sabrı, cesareti, kararlılığı, korkuya kapılmaması mü’minlere örnek gösterilmiştir. Allah'ı ve son günü uman ve Allah'ı çokça anan kimseler için güzel bir örnek vardır ifadesinden anlaşıldığına göre de Rasûlullah, inançsız olanlar; Allah'tan ümidi kesen ve kıyâmetin kopacağına inanmayan, Allah'ı unutan kimseler için örnek değildir.

28-29. Ey Peygamber! Eşlerine söyle: “Eğer siz basit hayatı ve onun zînetini [süslü çekiciliğini] istiyorsanız, gelin sizi yararlandırayım [size boşanma bedeli ödeyeyim] ve güzel bir salma tarzıyla sizi salıvereyim. Eğer siz Allah'ı, Elçisi'ni ve son yurdu istiyorsanız, artık hiç şüphesiz Allah, sizden muhsinler [iyileştirenler-güzelleştirenler] için çok büyük bir ecir hazırlamıştır.”

Bu âyetlerde, Rasûlullah'ın aile hayatına yönelik bir probleme işaret edilmekte ve onun çözülmesinin yolları bildirilmektedir. Bu problemin şu olduğu zikredilir:

Hanımlarından biri o'ndan, kendisine altından bir bilezik yaptırmasını istemişti. O da gümüşten bir bilezik yaptırıp bunu altın ile kaplatmış (–zaferan ile kaplattığı da söylenmiştir–), fakat hanımı altından olmasında diretmiş, başkasını kabul etmemişti. Bunun üzerine bu şekilde tercihte serbest bırakan bu âyet-i kerîme nâzil olunca, onları istediklerini seçmekte serbest bıraktı, onlar da, “Allah'ı ve Rasûlü'nü seçtik” dediler.[24]

Anlaşılan o ki, Rasûlullah'ın eşleri lüks bir hayata özlem duymuşlar; bu da Rasûlullah'ın hânelerinde problem olmuş, o nedenle de Rasûlullah'ın sıkıntıya düşmesine ve görevinin aksamasına sebep olacak bu problemin çözüm yolu gösterilmiştir.

Âyetteki, eşlerine ifadesinden ve târih kayıtlarından anlaşıldığına göre Rasûlullah'ın birçok eşi olmuştur. Bu âyet nâzil olduğunda Rasûlullah'ın Sevde Âişe, Hafsa, Umm Seleme olmak üzere 4 hanımı vardı; henüz Zeyneb ile evlenmemişti. Peygamber'in eşleri konusuna ileride değinilecek olmakla birlikte burada isimlerini ve sayısını veriyoruz:

1) Hatice,

2) Sevde,

3) Âişe,

4) Hafsa,

5) Umm Seleme,

6) Umm Habîbe,

7) Zeyneb bt. Cahş,

8) Zeyneb bt. Huzeyme,

9) Cüveyriye,

10) Safiye,

11) Reyhane,

12) Meymûne,

13) Mariye.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 8. August 2010, 10:54 PM   #3
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Ayrıca, Peygamber'in nikâh kıydığı, fakat gerdeğe girmediği kadınlar da vardır. Kurtubî bunları şöyle sıralar:

1) Bunlardan biri el-Kilâbiye diye bilinir.

Adı hususunda görüş ayrılığı vardır: Fâtıma, Amre ve el-Âliye isimleri verilmiştir. ez-Zührî dedi ki: Peygamber (s.a) Kilâblı ed-Dahhâk kızı Fâtıma ile nikâhlanmış, o da kendisinden Allah'a sığınınca onu boşamıştı. Bu kadın, “Ben bedbaht olanım” der dururdu. Peygamber onunla hicretin 8. yılı Zilkâde ayında evlenmişti. Kadın hicrî 60 yılında vefat etti.

2) Kindeli en-Nu‘man b. el-Cevn b. el-Hâris kızı Esma. el-Cevniye diye de bilinir.

Katâde dedi ki: Peygamber (s.a) yanına girip de onu çağırdığında, Esma, “Sen gel” deyince, Peygamber onu boşamıştı.

Başkaları ise şöyle demektedir: “Peygamber'den Allah'a sığınan kadın budur.” Buhârî de şöyle demektedir: “Rasûlullah (s.a) Şerâhil kızı Umeyme ile evlenmişti. Peygamber'in yanına girdiğinde, Peygamber elini ona uzatmış, bu hanım bundan tiksinir gibi olmuştu. Bunun üzerine Peygamber, Ebû Useyd'e, yola göndermek üzere onu hazırlamasını ve ona iki elbise vermesini emretti.”

Bir başka lafızda da şöyle demektedir: Ebû Useyd dedi ki: Rasûlullah'ın (s.a) yanına el-Cevniye diye bilinen hanım getirildi. Onun yanına girdiğinde o hanıma, “Bana kendini bağışla” deyince, kadın şöyle cevap verdi: “Kraliçe, hiç kendini normal kimselere bağışlar mı?” Peygamber (s.a), sakin olması için elini üzerine koymak isteyince de, “Senden Allah'a sığınıyorum” dedi. Peygamber de, “Sen gerçekten koruma altına alan birisine sığındın” dedi. Ardından da yanımıza çıkıp şöyle dedi: “Ey Ebû Useyd! Buna iki râzıkî [uzun ve beyaz keten elbise] ver ve onu aile halkının yanına gönder.”

3) el-Eş‘as b. Kays'ın kız kardeşi Kuteyle bt. Kays.

el-Eş‘as onu Peygamber'e nikâhlamış, sonra da Hadramevt'e geri dönmüştü. Kuteyle'yi o'na götürmek üzere hazırlanmış iken Peygamber'in (s.a) vefat ettiği haberini aldı. Bunun üzerine onu geri götürdü ve birlikte irtidad ettiler. Daha sonra İkrime b. Ebî Cehl onunla evlendi. Ebû Bekr (r.a) bundan dolayı çok rahatsız oldu. Ömer ona şöyle dedi: “Allah'a yemin ederim, o, Peygamber'in (s.a) hanımlarından olmadı. Peygamber onu ne istediğini seçmekte serbest bırakmıştı, ne de hicab arkasına almıştı. Diğer taraftan irtidad etmekle de Allah o kadını Peygamber'den uzaklaştırmış olmaktadır.” Urve ise Peygamber'in onunla evlenmiş olduğunu kabul etmiyordu.

4) Ezdli Umm Şerîk.

Adı, Ğuzeyye bt. Câbir b. Hâkim'dir. Daha önce Ebû Bekr b. Ebî Selma'nın nikâhı altında idi. Peygamber (s.a) onu, kendisiyle gerdeğe girmeden boşadı. Nefsini Peygamber'e bağışlayan kadın da budur.

Nefsini Peygamber'e bağışlayan kadının Havle bt. Hâkim olduğu da söylenmiştir.

5) Havle bt. el-Huzeyl b. Hubeyre.

Rasûlullah (s.a) bu kadın ile nikâhlanmış, ancak Peygamber'in yanına ulaşmadan önce vefat etmişti.

6) Dıhye'nin kız kardeşi Şeraf bt. Halife.

Peygamber bu hanımla da nikâh kıymış, fakat onunla gerdeğe girmemiştir.

7) Kays'ın kız kardeşi Leyla bt. el-Hatîm.

Peygamber bu hanımla nikâhlanmıştı. Ancak aşırı derecede kıskanç olduğundan kendisini boşamasını istedi, o da onun isteğini yerine getirdi.

8) Kindeli Amre bt. Muâviye.

Peygamber (s.a) bu hanımla nikâhlanmıştır.

eş-Şa‘bî dedi ki: “Peygamber, Kindeli bir hanımla nikâhlanmış, ancak Peygamber vefat ettikten sonra o hanım Medîne'ye getirilebilmişti.”

9) Cündalı, Cündüb b. Damra'nın kızı.

Bazılarının dediklerine göre Rasûlullah (s.a) bu hanımla nikâhlanmış, bazıları ise böyle bir şeyin olduğunu kabul etmemiştir.

10) Ğıfarlı bir hanım.

Bazılarının dediklerine göre Peygamber (s.a) Ğıfarlı bir hanım ile nikâhlanmış, fakat vücudunda gördüğü bir beyazlık [alacalık] sebebiyle ona, “Ailenin yanına geri dön” demişti. Bu beyazlığı, el-Kilâbiye'de gördüğü de söylenmiştir.

İşte Peygamber'in (s.a) kendileri ile nikâh akdi yapmış olduğu hâlde gerdeğe girmediği hanımlar bunlardır.[25]

30-31. Ey Peygamber'in kadınları! Sizden kim açık bir çirkin utanmazlıkta bulunursa, onun azabı [suçun cezası] iki kat olarak artırılır. Bu da Allah'a göre pek kolaydır. Sizden kim de Allah'a ve Elçisi'ne sürekli saygıda bulunursa ve sâlihi işlerse, ona da ecrini iki kerre veririz. Ve Biz ona üstün bir rızık da hazırlamışızdır.

32-34. Ey Peygamber'in kadınları! Siz kadınlardan herhangi biri değilsiniz; eğer takvâlı davranıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü ma‘rûf bir tarzda söyleyin. Evlerinizde vakarlı olun, ilk câhiliye gösterişi hâlinde gösteriş yapmayın; Salâtı ikâme edin, zekâtı verin, Allah'a ve Elçisi'ne itaat edin –Ey ehli beyt! Gerçekten Allah, sizden kiri gidermek ve sizi temizlemek ister– ve evlerinizde okunmakta olan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Hiç şüphesiz Allah, latîf'tir, habîr'dir.

Yukarıda, Rasûlullah aracılığı ile eşlerine dünya ya da âhireti tercih etmeleri hususunda bir ihtar yapılmıştı. Bu âyetlerde ise, Rasûlullah'ın aile hayatına; eşlerinin, Rasûlullah'ın hayatındaki konumlarına değinilerek; Rasûlullah'ın eşlerinin temsil makamlarına dikkat çekilerek yükümlülükleri bildirilmekte, böylece Rasûlullah'a gelebilecek sıkıntılar, hizmetine engel olacak durumlar engellenmektedir:

• Peygamber'in kadınları [eşleri, kızları], bir suç işlerse, iki kat cezalandırılacaktır.

Zira temsil makamında olanların iyiliği de kötülüğü de başkalarına örnek teşkil eder, toplum onları taklit eder. Bu nedenle, temsil makamında bulunan kimsenin kötülüğü, sırf kendine kalmaz, onu örnek alarak birçok kişi de kötülük yapar. Onun için temsil makamında olanlara, hem kendi kötülüklerinin, hem de örnek oldukları kişilerin kötülüklerinin cezası verilir. Keza iyilikleri için de aynı durum söz konusudur.

• Peygamber kadınları, işveli, cilveli konuşmamalıdır.

• Her konuştukları ma‘rûf olmalıdır; boş konuşmamalı, gevezelik yapmamalıdırlar.

• Evlerinde vakarlı bir şekilde oturmalı; ev dışı işleri erkekler tarafından görülmeli, onlar da dikbaşlılık etmeden bunu kabullenmeli, kendilerini taciz ve tecavüzden korumalıdırlar.

• Câhiliye kadınları gibi zînetlerini önplana çıkararak gösteriş yapmamalıdırlar.

Âyetten de anlaşılacağı üzere câhiliye döneminde kadınlar zînetlerini; erkekler için câzibe noktası olan organlarını önplana çıkararak dolaşırlardı.

• Salâtı ikâme edip zekât vermelidirler [sosyal desteğe katılmalıdırlar, mâlî harcamalarda bulunmalıdırlar; her Müslüman gibi vergilerini vermelidirler].

• Allah'a ve Elçisi'ne itaat etmelidirler.

• Evlerinde okunan Allah'ın âyetlerini, yasaları hatırlamalı, bunu topluma anlatmalıdırlar.

Onlar, Allah''n emir ve yasaklarının geldiği evlerde bulunmaları, onların inişine tanık olma bahtiyarlığına ermiş olmaları nedeniyle, ilâhî emirlere başkalarından daha fazla duyarlı olmalıdırlar.

EHL-İ BEYT KİMDİR?

Ehl-i beyt, “hâne halkı” demektir. Bu âyetteki ehl-i beyt ile kimlerin kastedildiği hususuna gelince: Âyetteki hitaptan da anlaşılacağı üzere, birinci planda Rasûlullah'ın eşleri ve kızları akla gelir. Zaman içerisinde bu kavramın içine aileye dışarıdan girmiş damadı Ali, torunları Hasan ve Hüseyin'in de girip girmediği tartışılmıştır. Âyetin teknik yapısı dikkate alındığında bu kavramın içerisine erkeklerin de girdiği anlaşılır. Âyetteki, Ey ehli beyt! Gerçekten Allah, sizden [‘ankum] kiri gidermek ve sizi [kum] temizlemek ister ifadesindeki siz [kum] zamiri, yukarıdakilerin aksine, müzekker/eril olarak gelmiştir. Eğer bu ifade erkekleri kapsamayacak olsaydı, كنّ [kunne] şeklinde müennes/dişil olarak gelirdi. Burada, hem erkekleri, hem de kadınları kapsadığına delâlet etmek üzere müzekker/eril gelmiştir.

35. Şüphe yok ki İslâm dinine giren erkekler ve İslâm dinine giren kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, saygıda duran erkekler ve saygıda duran kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, huşûlu erkekler ve huşûlu kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını muhafaza eden erkekler ve ırzlarını muhafaza eden kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve Allah'ı çok zikreden kadınlar; Allah, onlar için bir mağfiret ve çok büyük bir ödül hazırlamıştır.

Bu âyet, bağımsız bir necm olup kadın-erkek mü’minlerden hiç birinin Allah katında ayrıcalıklı olmadığını vurgulayarak, mü’minleri, imanî ve İslâmî konularda motive etmektedir.

Bu âyetin iniş sebebi hakkında söylenen şudur:

Umm Umâre, Peygamber'e (s.a) gelerek şöyle dedi: “Ben her şeyin erkeklere ait olduğunu görüyorum. Kadınlardan herhangi bir şekilde söz edildiğini de görmüyorum.” Bunun üzerine, Doğrusu Müslüman erkeklerle Müslüman kadınlar, iman eden erkeklerle iman eden kadınlar... âyeti nâzil oldu. (Tirmizî) dedi ki: “Bu hasen, garip bir hadistir.”[26]

Bu âyette, İslâm'ın temel ilkeleri kadın ve erkeğe teşmil edilerek, kadın ve erkeğin kulluk; yükümlülük ve amellerin karşılığını görme hususunda Allah nazarında eşit olduğu vurgulanmıştır, ki bu başka âyetlerde de görülebilir:

Ve erkekten veya kadından kim mü’min olarak sâlihâtı işlerse, artık işte onlar, cennete girerler. Ve hurma çekirdeğinin sırtındaki çukur [zerre] kadar zulme uğratılmazlar. (Nisâ/124)

Bunun üzerine Rabb'leri onlara karşılık verdi: “Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun –ki bazınız bazınızdandır [hepiniz aynısınızdır]– çalışanın amelini zayi etmem. Binâenaleyh göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır.” (Âl-i İmrân/195)

Erkekten ve dişiden mü’min olarak kim iyi amel işlerse muhakkak onu güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve kesinlikle onların ücretlerini, yapmış oldukları amellerin daha güzeliyle karşılıklandıracağız [ödüllendireceğiz]. (Nahl/97)

36. Ve Allah ve Elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiç bir mü’min erkek ve mü’min kadın için kendi işlerinde serbestlik yoktur. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne isyan ederse o, açık bir sapıklıkla sapmıştır.

Bu âyette yine Allah'ın değişmez bir ilkesine dikkat çekilmektedir: Allah ve Elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiç bir mü’min erkek ve mü’min kadın için kendi işlerinde serbestlik yoktur. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne isyan ederse o, açık bir sapıklıkla sapmıştır.

Bu âyetin iniş sebebi olarak kaynaklarda şu bilgiler verilir:

Katâde, İbn Abbâs ve Mücâhid'in bu âyetin nüzûl sebebi hakkında rivâyet ettiklerine göre; Rasûlullah (s.a) halasının kızı Zeyneb bt. Cahş'a talib oldu. Peygamber'in kendisi için istediğini zannetmişti. Onun Zeyneb'i, Zeyd için istediği anlaşılınca, bundan hoşlanmadı, kabul etmedi ve karşı koydu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu, bunun üzerine Zeyneb boyun eğdi ve Zeyd ile evlendi.

Bir başka rivâyette belirtildiğine göre; Zeyneb ve kardeşi nesebi dolayısıyla bunu kabul etmedi. Çünkü Zeyd, dün daha bir köle idi. Nihâyet bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bunun üzerine kardeşi Peygamber'e, “Bana dilediğin emri ver” deyince, Peygamber (s.a) Zeyneb'i, Zeyd ile evlendirdi.

Âyet-i kerîmenin, Ukbe b. Ebî Muayt'ın kızı Umm Gülsüm hakkında nâzil olduğu da söylenmiştir. Umm Gülsüm kendisini Peygamber 'e (s.a) hibe etmişti, o da onu Zeyd b. Hârise ile evlendirmişti. Kendisi de kardeşi de bu işten hoşlanmadılar ve, “Biz Rasûlullah'ı (s.a) istedik, o ise bizi başkasıyla evlendirdi” dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu sefer her ikisi de Zeyd ile evliliği kabul etti. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır.[27]

Bu âyetin, Zeyneb bt. Cahş (r.anha) hakkında nâzil olduğu ileri sürülmüştür. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) onu, daha önce Zeyd b. Hârise (r.a) ile evlendirmek istediğinde, hem Zeyneb, hem de kardeşi buna karşı çıkmıştı. Bunun üzerine bu âyet nâzil olunca, her ikisi de bu evliliğe razı olmuşlardı. Bunu şöyle izah ederiz: Allah Teâlâ, Peygamberi'ne, hanımlarına kendisinden ayrılıp ayrılmama hususunda muhayyer olduklarını söylemesini emredince, bu emirden, Hz. Peygamber'in (s.a) başkalarına zarar vermeyi istemediği anlaşılmıştır. Binâenaleyh herhangi bir şeye meyli olana, Hz. Peygamber (s.a) bu imkânı vermiş, başkasının arzu ve isteklerinden ötürü kendi nefsinin hakkından vazgeçmiştir.[28]

Bu âyette ümmete, Allah'ın ve Rasûlullah'ın aldığı bir karara itiraz etmemeleri emredilmektedir ki bu, İslâm'ın temel ilkelerinden biridir. Buna göre hiç bir Müslüman, Allah ve Rasûlü'nün hüküm verdiği bir konuda muhayyer değildir. O konuda Allah'a ve Elçisi'ne teslim olması gerekir. Buradaki Elçi'ye teslimiyet, “Rasûlullah'ın Allah'ın âyetleri çerçevesinde almış olduğu kararlara uyma noktasında”dır. Zaten Allah Elçisi'nin, Allah'ın koyduğu ilkelere uymayan bir karar alması söz konusu olamaz:

Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri, ma‘rûfta sana isyan etmemeleri üzerine biat ederek [bağlılık yemini ederek] gelirlerse, hemen onların biatlarını al ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir. (Mümtehine/12)

Artık, hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiç bir sıkıntı duymadıkça ve tam bir güvenlikle güvenlik sağlamadıkça iman etmiş olamazlar. (Nisâ/65)

Aranızda Elçi'yi çağırmayı, bazınızın bazınızı çağırışı gibi kılmayın. Saklanarak sıvışıp gidenleri Allah kesinlikle bilmektedir. Bu sebeple, O'nun emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir fitnenin isâbet etmesinden veya kendilerine çok acıklı bir azabın isâbet etmesinden sakınsınlar. (Nûr/63)

Bu âyetin direkt muhatabı, o günkü Müslümanlar olup hüküm de, Rasûlullah'ın aldığı savaş kararları ve Rasûlullah'ın Zeyneb'i Zeyd ile evlendirme kararıdır. Âyetin endirekt muhatabı olan bugünkü Müslümanlar için ise hüküm, kamu otoritesi tarafından Allah'ın âyetleri çerçevesinde alınan kararlardır. Müslüman olduğunu ileri süren kimse, Allah'a ve Allah'ın âyetleri ışığında alınmış karara boyun eğmelidir. Aksi takdirde imanı sorgulanmaya açık hâle gelir.

Bu âyette, karar öncesi Rasûlullah ile istişare imkânı ortadan kaldırılmamıştır. Ama Rasûlullah bir karar aldığında, artık o'na düşen Allah'a tevekkül etmektir, karardan caymak değildir. Bu husus Âl-i İmrân sûresi'nde vurgulanmıştı:

İşte, sen, sırf Allah'ın rahmeti sebebiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar için mağfiret dile. İşlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever. (Âl-i İmrân/159)

37. Ve hani sen, Allah'ın kendisine nimet verdiği ve senin de kendisine nimet verdiğin kişiye, “Eşini yanında tut ve Allah'a takvâlı davran!” diyordun; insanlardan çekinerek Allah'ın açığa vuracağı şeyi kendi içinde saklı tutuyordun. Oysa Allah, Kendisine haşyet duymana çok daha lâyıktı. Artık Zeyd, ondan ilişkisini kesince, Biz onu seninle evlendirdik; ki böylelikle evlâtlıklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri zaman, onlarla evlenme konusunda mü’minler üzerine bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir.

Bu âyette, 36. âyette konu edilen Allah'ın ve Elçisi'nin kararına itiraz edilmemesi noktasında, Zeyd'in boşadığı Zeyneb'in Rasûlullah ile evlendirilmesi örnek olarak zikredilmektedir.

Âyetteki, Artık Zeyd, ondan ilişkisini kesince, Biz onu seninle evlendirdik; ki böylelikle evlâtlıklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri zaman, onlarla evlenme konusunda mü’minler üzerine bir güçlük olmasın ifadesiyle, tekrar evlâtlığın öz oğul sayılmadığı-sayılmayacağı ve evlâtlığın boşadığı eşin öz oğulun eşi gibi haram olmayacağı beyân edilmiştir. Zira Nisâ sûresi'nde, öz oğulun boşadığı kadını nikâhlamak babaya haram kılınmıştı:

Size, anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, teyzeleriniz, halalarınız, erkek kardeşinizin kızları, kız kardeşinizin kızları, sizi emzirmiş olan anneleriniz, sütten kız kardeşleriniz, kadınlarınızın anneleri, birleşme yaptığınız kadınlarınızın eski kocalarından doğup evinizde bulunan üvey kızlarınız –birleşme yapmadıysanız bir sakınca yok size–, kendi sulbünüzden olan oğullarınızın hanımları ve iki kız kardeşin arasını birleştirmeniz –eski yapılıp geçenler hariç–, yeminlerinizin sahip oldukları hariç muhsan kadınlar [nikâhlı kadınlar] da haram kılındı. Allah çok affedici, çok merhametlidir. Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığıdır. Bunların dışında iffetlerinizi koruyup fuhuşta bulunmamak üzere mallarınızla muhsanlaşacak [evlenecek] kadın aramanız size helâl kılındı. Öyleyse onlardan ne ile faydalandıysanız, farz bir görev olarak ücretlerini ödeyiniz. Zorunlu ödemenizden sonra, rızalaştığınız şeyde size bir sorumluluk yoktur. Şüphesiz Allah en iyi bilen ve hikmet sahibi olandır. (Nisâ/23-24)

37. âyet, Muhammed'in (a.s) peygamberliğinin en büyük kanıtlarından biridir. Zira burada Rasûlullah'ın, belki de hiç kimsenin ifşasına razı olmayacağı sırları ifşa edilmekte ve bu da Rasûlullah tarafından topluma bildirilmekte, Kıyâmete kadar herkesin bilgisine sunulmuş olarak Kur’ân'da yer almaktadır.

Bu âyette, Allah'ın, evlâtlıklarla ilgili hükmü (yani, evlâtlıkların gerçek evlât olmadığı, evlâtlıkların boşadığı kadının, sözde baba kabul edilen kişi ile evlenmesinde sakınca bulunmadığı hükmü) Rasûlullah ile Zeyd ve Zeyneb'in şahsında fiilen yürürlüğe konmuştur. Bunlar insanlık icabı çevre baskısından çekinmiş, ama Allah'ın hükmü karşısında tercih hakklarının olmadığını öğrendiklerinde boyun eğmişlerdir. Çünkü Allah, haşyet duyulmaya daha layıktır. Bu Kur’ân'da sıkça vurgulanan bir husustur:

Onlar, insanlardan gizlemek isterler de Allah'tan gizlemek istemezler. Hâlbuki O [Allah], onlar, O'nun sözden razı olmadığı şeyleri gece planlarlarken kendileriyle beraberdir. Ve Allah, onların yaptıklarını kuşatıcıdır. (Nisâ/108)

O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arş üzerine istivâ eden, yerküreye gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilendir. Ve nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir. Ve Allah yaptıklarınızı en iyi görendir. (Hadîd/4)

Göklerde olan şeyleri ve yeryüzünde olan şeyleri, Allah'ın bildiğini görmedin mi? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde O, mutlaka dördüncüleridir. Beşte de O, mutlaka altıncılarıdır. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar O, mutlaka onlarla beraberdir. Sonra kıyâmet günü onlara yaptıkları şeyleri haber verecektir. Şüphesiz Allah, her şeyi en iyi bilendir. (Mücâdele/7)

Zeyd ile ilgili iki güzel açıklamayı sunuyoruz:

Bu âyet-i kerîmede söz konusu edilen ve Peygamber'in kendisine nimet verdiği söylenen kişi, önceden de açıkladığımız gibi Zeyd b. Hârise'dir. Onunla ilgili birtakım rivâyetler sûrenin baş tarafında geçmiş bulunmaktadır. Bir başka rivâyette belirtildiğine göre; bir gün amcası bir işi dolayısıyla Mekke'ye geldiği sırada onunla karşılaşmış. Ona, “Ey delikanlı adın ne?” demiş. O, “Adım Zeyd” deyince, “Kimin oğlusun?” diye sormuş. Zeyd, “Hârise'nin oğluyum” demiş. “O kimin oğludur?” deyince, o da, “Şerâhil el-Kelbî'nin oğludur” demişti. “Peki annenin adı ne?” diye sormuş, “Annemin adı Su’dâ” demişti, “ben dayımlar olan Tayy kabilesinde idim.” Bunun üzerine amcası onu bağrına basmış, kardeşine ve akrabalarına haber göndermiş, onlar da Mekke'ye gelmişlerdi. Ondan kendileriyle birlikte gelmesini istediler ve, “Kimin kölesisin?” diye sordular. O da, “Abdullah'ın oğlu Muhammed'in” deyince, o'nun yanına gidip “Bu bizim oğlumuzdur, onu bize geri ver” dediler. Peygamber şöyle buyurdu: “Ben durumu ona bildireyim, sizi tercih ederse, onu alıp götürün.” Zeyd'i çağırdı ve ona, “Bunları tanıyor musun?” diye sordu. Zeyd, “Evet, bu babam, bu kardeşim, bu da amcamdır” dedi. Peygamber (s.a) ona, “Ben sana karşı nasıl birisiyim” diye sorunca, Zeyd ağlayarak, “Bana bunu niye soruyorsun?” deyince, Peygamber şöyle dedi: “Seni serbest bırakıyorum, eğer bunlarla gitmeyi istiyorsan, gidebilirsin. Benimle birlikte kalmayı istersen, zaten benim sana karşı nasıl davrandığımı biliyorsun.” Zeyd, “Sana kimseyi tercih edemem” deyince, amcası Zeyd'i çekip, “Ey Zeyd! Sen köleliği babana ve amcana mı tercih ediyorsun?” dedi. Zeyd de şöyle karşılık verdi: “Evet, Allah'a yemin ederim, Muhammed'in yanında kölelik, yanınızda kalmaktan benim için daha güzeldir.” Bunun üzerine Rasûlullah (s.a), “Şâhitlik ediniz ki ben (ona) mirasçıyım, (o da bana) mirasçı olacaktır” dedi. Bundan dolayı, Onları babalarına nisbet edip çağırın (Ahzâb/5) âyeti nâzil oluncaya kadar ona, “Muhammed'in oğlu Zeyd” deniliyordu. Ayrıca, Muhammed sizin adamlarınızdan kimsenin babası değildir... (Ahzâb/40) âyeti de nâzil oldu.[29]

Zeyd, Kelb kabilesinden Hârise b. Şurahbil'in oğluydu ve annesi Tay kabilesinin bir kolu olan Benî Ma’n'dan Su’dâ bt. Sa‘lebe idi. Zeyd 8 yaşında iken annesi onu ailesinin yanına götürdü. Orada iken Benî Kayn b. Cesr kabilesi onlara saldırdı, mallarını talan etti, Zeyd'in de içlerinde bulunduğu bir grup adamı esir aldı. Daha sonra Benî Kayn kabilesi Zeyd'i, Taif yakınlarındaki Ukaz panayırı'nda sattı. Onu Hz. Hatice'nin yeğenlerinden biri olan Hâkim b. Hizâm satın aldı. Hâkim, Zeyd'i Mekke'ye getirdi ve halasına hediye etti. Hz. Peygamber (s.a), Hz. Hatice ile evlendiğinde Zeyd'i eşinin hizmetinde buldu. İyi davranışlarından ve hâlinden hoşlandığı için onu eşinden istedi. Böylece bu şanslı çocuk bir kaç yıl sonra kendisine peygamberlik verilecek olan bu mükemmel insanın hizmetine girdi. Zeyd o sırada 15 yaşındaydı. Sonraları babası ve amcası onun Mekke'de olduğunu öğrendiklerinde, Muhammed'e geldiler ve fidye karşılığı oğullarını geri almak istediler. Muhammed, “Çocuğa soracağım; sizinle mi gidecek, yoksa benimle mi kalacak, buna kendisi karar verecek. Eğer benimle kalmayı tercih ederse, ben benimle kalmayı seçen birini geri göndermem” dedi. Onlar da, “Çok güzel, çocuğa sor” dediler. Hz. Peygamber (s.a) Zeyd'i çağırdı ve, “Bu adamları tanıyor musun” diye sordu. Zeyd, “Evet, biri babam, biri de amcamdır” dedi. Hz. Peygamber (s.a), “Beni de, onları da tanıyorsun. Onlarla gitmek veya dilersen benimle kalmak hususunda serbestsin” dedi. Zeyd, “Seni bırakıp da başkasıyla gitmek istemiyorum” cevabını verdi. Babası ve amcası, “Zeyd! Köleliği hürlüğe ve başkalarıyla kalmayı anne-babanı ve aileni bırakmaya tercih mi ediyorsun?” diye sordular. O, “Bu adamda gördüğüm şeylerden sonra dünyadaki hiç bir şeyi o'na tercih edemem” dedi. Bu cevabı duyduklarında amcası ve babası Zeyd'in Hz. Peygamber'le (s.a) kalmasına razı oldular. Hz. Muhammed (s.a) hemen Zeyd'i azat etti ve Ka‘be'de bir grup Kureyşli önünde, “Şâhit olun, şu andan itibaren Zeyd benim oğlumdur. Ben ona vârisim, o da bana vâristir” diye ilan etti. Bundan sonra onu, Zeyd b. Muhammed diye çağırmaya başladılar. Tüm bunlar Muhammed'e peygamberlik gelmeden önce olmuştu. Daha sonra Allah o'na peygamberlik ihsan etti. Bunu duyar duymaz hiç tereddüt etmeksizin o'na inanan dört kişi vardı: Hatice, Zeyd, Ali ve Ebû Bekr (r.a). Zeyd o sıralarda 30 yaşındaydı ve 15 yıl boyunca Hz. Peygamber'e (s.a) hizmet etmişti. Hicretin 4. yılında Hz. Peygamber (s.a) onu halasının kızı Zeyneb ile evlendirdi, onun adına mehrini ödedi ve ev kurmaları için gerekli eşyaları temin etti.

İşte bu nedenle Allah bu âyette, Allah'ın nimet verdiği, senin de nimet verdiğin kimse... buyurmaktadır.[30]

38-39. Allah'ın kendisine farz kıldığı şeyde Peygamber üzerine, daha önce gelip geçen kimselerde; Allah'ın verdiği elçilik görevini tebliğ eden, O'na haşyet duyan ve Allah'tan başka kimseye haşyet duymayan kimselerde olan Allah'ın sünneti [yasası] olarak bir güçlük yoktur. Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir. Hesap görücü olarak Allah yeter.

Bu âyetlerde yine ilâhî kurallar konu ediliyor. Buna göre geçmişte de Allah'ın elçilerinin hepsi kendilerine verilen görevi yapmış; hiç biri toplum baskısı nedeniyle görevini ihmal etmemiştir. Allah da onları desteklemiş ve muzaffer kılmıştır.

40. Muhammed, sizin er kişilerinizden hiç birinin babası değildir. Ancak o, Allah'ın Elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Ve Allah, her şeyi en iyi bilendir.

Bu âyette, Rasûlullah'ın toplumdaki konumu vurgulanırken, ilâhî ilkelerin uygulanması aşamasında yapılan saldırılara da cevap verilmektedir.

Bu âyetin iniş sebebi hakkında şu bilgiler verilmiştir:

Peygamber (s.a), Zeyneb bt. Cahş ile evlenince, insanlar [münâfıklar], “Muhammed oğlunun hanımı ile evlendi” dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Buna göre, o [Zeyd], o'nun öz oğlu değildir ki, vaktiyle onun hanımı olan daha sonra Peygamber'e haram olsun. O tebcil ve tazim itibariyle ümmetinin babasıdır. Onun hanımları, ümmetinin erkeklerine haramdır. Yüce Allah bu âyet-i kerîme ile münâfıkların ve başkalarının kalplerinden geçen bu kanaati gidermiş olmakta ve Muhammed'in, çağdaşı olan erkeklerden hiç birisinin gerçek anlamda babası olmadığını bildirmektedir.[31]

Bu âyette, ricâlikum [sizin er kişilerinizden] ifadesiyle, Rasûlullah'ın hiç oğlu olmadığı değil, yetişkin oğlu olmadığı vurgulanmıştır. Zira Rasûlullah'ın; İbrâhîm, Kâsım, Tayyib ve Mutahhar adınca oğulları olmuş, ama bunlar “er kişi” çağına ulaşmamışlardır.

Âyette öncelikle, Zeyd'in Muhammed'in oğlu olmadığı, dolayısıyla onun boşadığı Zeyneb ile Rasûlullah'ın evlenmesinde sakınca bulunmadığı vurgulanmakta; ardından da Muhammed'in, hem “Allah'ın Rasûlü”, hem de “nebilerin hatemi” [nebilerin mührü/sonuncusu] olduğu ifade edilmektedir.

HATEMU'N-NEBİYYÎN [NEBİLERİN SONUNCUSU]

Âyette geçen, hateme'n-nebiyyîn ifadesi, hatem ve en-nebiyyîn sözcüklerinden oluşan bir isim tamlaması olup, “nebilerin sonuncusu” demektir.

HATEM

ختم [hatm] sözcüğü, “basmak, damga vurmak, bir şeyi kapatma, içine bir şeyin girmemesine vesika oluşturma” demektir. Bu kökten türeyen ختام [hıtâm], “bir şeyin sonu”; ختام القوم[hıtâmu'l-qavm], “toplumun son ferdi”;ختام الوادى [hıtâmu'l-vâdî], “vâdinin en uç kısmı”; خاتم [hâtem], “balçık, mum üzere konulan şey; mühür”; حتم [hıtam], “mührün basıldığı balçık, mum” demektir.[32]
H-T-M

Bu kavram iki şekilde kullanılır:

Birincisi: ختم ve fiillerin mastarı olup yüzüğün ve damganın nakışı gibi bir şeyin etkisini anlatır.

İkincisi: Nakıştan elde edilen eserin kendisini ifade eder. “Bir şeyi sağlamlaştırma ve koruma altına alma” anlamında kullanıldığına da rastlanır ki bu, kitaplara ve kapılara vurulan mühür, onların korunmasını ve sağlama alınmasını ifade etmesi sebebiyledir. (…) Bazan da meydana gelen nakış baz alınarak, “bir şeyden bir etkinin meydana gelmesi” anlamında kullanılır. Kimi zaman da, bir işin sonuna gelmeyi/ulaşmayı anlatır ki, “Kur’ân'ı hatmettim” [Kur’ân'ı okuyarak sonuna kadar ulaştım] denmesi bu cihetledir. (…) Hateme'n-nebiyyîn [Peygamberlerin sonuncusu] ifadesi, “peygamberliği sona erdirmesi, gelişi ile peygamberliğin tamamlanması” anlamına gelir.[33]

Fiil hâlinde kullanıldığında sözcük, “bir şeyin tamamlanması, tamamlandıktan sonra herhangi bir müdahaleye engel olunması için kapatılıp mühürlenmesi” anlamına gelir; ki kapı, inşaat, zarf, karar ve belge mühürleme bu kabildendir. Bu mühürleme, işin sonlandırıldığının, belgenin tamamlandığının, artık buna müdahale edilemeyeceğinin vesikasıdır.

Bu durumda âyetteki hatemu'n-nebiyyîn [peygamberlerin mührü] lafzı, peygamberlik müessesesinin tamamlandığını, sona erdiğini, bundan sonra bu müesseseye kimsenin eklenmeyeceğini ifade eder.

Allah, elçilik müessesesini kapatıp mühürlemiştir. Bu müesseseye kimse girip çıkmayacaktır. Elçilerin yaptığı görevler, artık ümmete tevdi edilmiştir. Ümmet de, sonsuza kadar korunan Kur’ân ile bu işi götürecektir:

Hiç kuşkusuz Biz, o Zikr'i Biz indirdik Biz. Ve mutlaka Biz onun için koruyucularız. (Hicr/9)

Ey iman etmiş kimseler! Allah'a nasıl takvâlı davranmanız gerekiyorsa öyle takvâlı davranın ve ancak müslimler olarak can verin. Ve hep birlikte Allah'ın ipine sıkıca sarılın/Allah'ın ipi ile korunun, ayrılmayın ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O [Allah], kalpleriniz arasında ülfet oluşturdu. Sonra da siz O'nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de oradan sizi O kurtarmıştı. İşte, Allah, doğru yolu bulasınız diye âyetlerini sizin için böyle ortaya koyar. Ve içinizden hayra çağıran, ma‘rûfu emreden, münkerden men eden bir ümmet bulunsun. Ve işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. (Âli İmrân/102-104)

Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Ma‘rûfu emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız. Kitap Ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Onların bazıları mü’mindirler, pek çoğu da yoldan çıkmış kimsedirler. (Âl-i İmrân/110)

Ey iman etmiş kimseler felah bulmanız [zafer kazanmanız, durumunuzu korumanız] için rükû edin, secde edin, Rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ve Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. O, sizi O seçti ve dinde; babanız İbrâhîm'in milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha önce ve işte bunda [Kur’ân'da], Elçi'nin size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salâtı ikâme edin, zekâtı verin ve Allah'a sarılın. O, sizin mevlânızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır]. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır! (Hacc/77-78)

Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhitler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şâhit olsun diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık. (Bakara/143)

Burada önce nebî ve rasûl sözcüklerinin manalarını ve bunlar arasındaki fakı beyan edip sonra da bu husustaki sapma noktalarına işaret edeceğiz:

NEBÎ ve RASÛL

NEBÎ

النّبىّ [nebî] sözcüğü, نبأ [nebe’/haber] sözcüğünden türemiş olup “muhbir/haberci” demektir.[34] Ancak nebe’ sözcüğü, –Kamer sûresi'nin tahlilinde de belirttiğimiz gibi– Kur’ân'da daima önemli haberler hakkında kullanılır. Bu durumda nebî, sıradan haberi değil, “önemli haberleri veren kişi” demek olur. Nitekim nebî sözcüğü, Kur’ân'da sadece peygamberleri ifade etmek için kullanılmıştır. Çünkü peygamberler sıradan haberleri değil, Allah'ın kendilerine vahyettiği; geçmişteki büyük olaylara, geleceğe, ölüme, ölüm ötesine [mahşere, dirilmeye, cennet ve cehenneme] dair haberleri vermişlerdir. Bunlardan bazılarını zikredelim:

Ve Biz âyetleri işte böyle detaylandırıyoruz. Ve suçluların yolu ortaya konsun/sana belli olsun diye. (En‘âm/5)

İşte bu, kentlerin ciddî haberlerindendir. Biz onu sana anlatıyoruz; onlardan ayakta olan ve biçilmiş ekin olan da vardır. (Hûd/100)

Neden; onlar, kendilerinin, hakkında ayrılıkçılar oldukları o büyük, önemli haberden mi soruşuyorlar? (Nebe/1-3)

Her emir kararlaştırılmış, en üstün seviyede yeterli bir hikmet olduğu hâlde onlar yalanladılar ve tutkularına uydular. Şüphesiz onlara vaz geçirecek haberler de gelmişti. Buna rağmen uyarılar fayda vermiyor. (Kamer/3-5)

Bazı Batılı araştırmacılar, nebî sözcüğünün, İbrânice “nabbi” sözcüğünden geldiğini iddia etseler de, nebî sözcüğü, şekil ve kök itibariyle Arapça bir sözcüktür.

RASÛL

الرسول[rasûl] sözcüğü, “herhangi bir şeyin parçası” anlamındaki رس ل[r-s-l] kökünden; bu da, bedevilerin deve sürülerini su başlarına parça parça salmasından gelir.

الرسول[rasûl], “gönderilen/elçi” demektir. Vaz‘ edildiği ilk anlamına göre rasûl, “kendisini gönderenin, gönderiş amacına, haberlerine, bilgilerine uyan kişi” demektir.[35]

Bu anlamı biraz açarak rasûl'ün [elçi'yi], “seçilen, belirli bir amaç için birilerine, kendisini seçip gönderen tarafından bilgi ve haber götüren kişi” olduğunu söylemek mümkündür.

Dinî anlamda ise rasûl, “Allah'ın seçtiği, kullarına ulaştırması için kendisine teslim edilen bilgi ve haberleri kullara ulaştıran kişi” demektir.

Bu durumda, işlevsel olarak “rasûl” ile “nebî” arasında fark yoktur; tüm rasûller nebî'dir. Bu, şu âyette net olarak görülebilir:

Ve Biz öncekilere de nice peygamberler göndermiştik. Onlar kendilerine gelen her peygamberi mutlaka alaya alıyorlardı da Biz, kuvvetçe onlardan daha güçlü olanları helâk ediverdik. Öncekilerin örneği de geçti. (Zuhruf/6-8)

Birçok âyette de bazı peygamberler, hem nebi hem de rasûl olarak nitelenmişlerdir:

Bir zamanlar kardeşleri Nûh onlara demişti ki: “Siz takvâlı olmaz mısınız? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık, Allah'a takvâlı davranın ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden hiç bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Artık, Allah'a takvâlı davranın ve bana itaat edin!” (Şu‘arâ/106-110)

(Nûh) dedi ki: “Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yoktur. Velâkin ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Takvâya sahip olmanız ve rahmete nail olabilmeniz için, içinizden sizi uyaracak bir kişiye, bir zikir [öğüt, kitap] gelmesine şaştınız mı?” (A‘râf/61-63)

De ki: “Biz Allah'a, bize indirilene [Kur’ân'a], İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya‘kûb'a ve torunlara indirilene, Mûsâ'ya, Îsâ'ya ve peygamberlere Rabb'lerinden verilenlere inandık. Onlardan hiç biri arasında ayırım yapmayız. Ve biz, yalnız O'nun için islâmlaşanlarız.” (Âl-i İmrân/84)

Kitap'ta İbrâhîm'i de an/hatırlat. Şüphesiz ki o, sıddîk [özü, sözü doğru] biri idi, peygamberdi. (Meryem/41)

Ve Kitap'ta Mûsâ'yı da an/hatırlat. Şüphesiz o arıtılarak saflaştırılmış idi. Ve bir elçi, bir peygamber idi. (Meryem/51)

Ve Mûsâ, “Ey Firavun! Ben kesinlikle âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Allah hakkında hakktan başkasını söylememek bana bir yükümlülüktür. Gerçekten ben size Rabbinizden apaçık bir delil ile geldim. Bu nedenle İsrâîloğulları'nı gönder benimle” dedi. (A‘râf/104-105)

Ve hiç kuşkusuz Biz Mûsâ'yı âyetlerimizle Firavun'a ve onun ileri gelenlerine elçi gönderdik de o, “Gerçekten ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim” demişti. (Zuhruf/46)

Ve söz vermeleri nedeniyle Tûr'u [dağı] üzerlerine kaldırdık. Ve onlara, “O kapıdan secde ederek girin” dedik. Yine onlara, “İbâdet gününde sınırları aşmayın” dedik. Sonra da onların kendi sözlerini bozmaları, Allah'ın âyetlerine karşı inkâra sapmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmeleri ve, “Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir” demeleri –aksine Allah, inkârları dolayısıyla ona [kalplerine] damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar– ve inkâra sapmaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; “Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz aldık. Oysa o'nu öldürmediler ve o'nu asmadılar. Ama onlara o, benzetildi. Gerçekten o'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şekk [yetersiz bilgi] içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah, o'nu Kendine yükseltti [derecesini artırdı; ününü yaydı]. Ve Allah, azîz'dir, hakîm'dir. (Nisâ/154-158)

Meryem'in oğlu Mesih, sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Anası da dosdoğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak onlara âyetleri nasıl açıklıyoruz. Sonra yine bak onlar nasıl yüz çeviriyorlar! (Mâide/75)

Hani kardeşleri Hûd onlara demişti ki: “Siz takvâlı davranmaz mısınız? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'a takvâlı davranın ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden hiç bir ücret istemiyorum. Benim ecrim âlemlerin Rabbi üzerinedir. Her yüksek tepeye, alâmet bir bina kurarak mı eğleniyorsunuz? Sonsuzlaşmanız için/sanki sonsuzlaşacakmışsınız gibi sanayi üreten yerler [fabrikalar/kaleler] mi edinirsiniz? Yakaladığınız vakit de zorbaca mı yakaladınız? Artık Allah'a takvâlı davranın ve bana itaat edin. Size o bildiğiniz şeyleri verene; davarlar, oğullar, cennetler [bağlar, bahçeler], pınarlar verene takvâlı davranın. Şüphesiz ki ben sizin hakkınızda büyük bir günün azabından korkuyorum.” (Şu‘arâ/124-135)

Hani kardeşleri Sâlih onlara demişti ki: “Takvâlı davranmaz mısınız? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'a takvâlı davranın ve bana itaat edin. Ben sizden hiç bir ücret istemiyorum da. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Siz burada; bahçelerde, pınarlarda ve ekinlerin, salkımları sarkmış hurmalıkların arasında güven içinde bırakılacak mısınız? Ve siz dağlardan ustaca evler yontuyorsunuz. Artık Allah'a takvâlı davranın ve bana itaat edin. Ve yeryüzünde bozgunculuk yapıp ıslah etmeyen o aşırı gidenlerin emrine uymayın.” (Şu‘arâ/142-152)

Hani kardeşleri Lût onlara demişti ki: “Siz takvâlı davranmaz mısınız? Şüphesiz ki, ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Gelin artık, Allah'a takvâlı davranın ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Rabbinizin sizler için yarattığı eşleri bırakarak âlemler içinden erkeklere mi gidiyorsunuz? İşin aslı siz haddi aşan bir kavimsiniz.” (Şu‘arâ/161-166)

Hani Şu‘ayb onlara demişti ki: “Siz takvâlı davranmayacak mısınız? Şüphesiz ki, ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Bu nedenle Allah'a takvâlı davranın ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim yalnız âlemlerin Rabbi üzerinedir. Ölçeği tam ölçün ve hakk yiyenlerden olmayın. Ve doğru terazi ile tartın. Halkın eşyalarını değerinden düşürmeyin ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Ve O, sizi ve sizden önceki nesilleri yaratan kişiye [Allah'a] takvâlı davranın.” (Şu‘arâ/177-184)

Buradan anlaşılan odur ki, hem rasûl'e hem de nebi'ye kitap verilmiş ve her ikisi de tebliğle yükümlü tutulmuştur. Dolayısıyla, işlevsel olarak aralarında bir fark yoktur:

Ve Biz, her elçiyi sadece, Allah'ın izniyle itaat olunsun diye gönderdik. Ve eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmalarını isteselerdi, Rasûl de onlar için bağışlanma isteseydi, kesinlikle Allah'ı tevvâb [tevbeleri çokça kabul eden], rahîm [en çok merhamet eden] bulurlardı. (Nisâ/64)

Ve Biz senden önce hiç bir elçi göndermedik ki, ona, “Gerçek şu ki Benden başka ilâh diye bir şey yoktur. Onun için Bana ibâdet edin” diye vahyetmiş olmayalım. (Enbiyâ/25)

Ve andolsun ki Biz, senden önce birtakım elçileri kavimlerine gönderdik de, onlar onlara, apaçık delilleri getirdiler. Sonra Biz, günah işleyen kimselerden intikam aldık. Mü’minlere yardım da, Bizim üzerimize bir hakk idi. (Rûm/47)

Ey iman etmiş kişiler! Allah'a, Elçisi'ne, Elçisi'ne indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Ve kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve son günü inkâr ederse, kesinlikle o çok uzak bir sapıklığa sapmıştır. (Nisâ/136)

A‘rab [o ağzı laf yapan bedeviler], inkâr ve münâfıklık bakımından daha çetin; Allah'ın, Elçisi'ne indirdiklerinin sınırlarını bilmemeye daha yatkındırlar. Allah da, en iyi bilen, en iyi ilke koyandır. (Tevbe/97)

Ve andolsun, senden önceki ümmetlere [önderli toplumlara] elçiler gönderdik de onları yalvarsınlar diye dayanılmaz zorluk [yoksulluk] ve sıkıntılarla çeviriverdik. (En‘âm/42)

Biz hangi kente bir nebî [peygamber] gönderdiysek, onun ehlini [halkını] mutlaka yalvarıp yakarsınlar diye yoksulluk ve darlıkla yakaladık. Sonra kötülüğün yerini iyiliğe değiştirdik; nihâyet çoğaldılar ve, “Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu” dediler. Bunun üzerine onları hemen, onlar hiç farkında değillerken ansızın yakalayıverdik. (A‘râf/94-95)

Ve Biz o'na İshâk'ı ve Ya‘kûb'u bağışladık. Ve soyu içinde peygamberlik ve Kitap kıldık. Ve Biz o'na dünyada ücretini verdik. Şüphesiz o, âhirette de sâlihlerdendir. (Ankebût/27)

İnsanlar tek bir ümmet idi de Allah müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve ihtilaf ettikler konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hakk ile kitap indirdi. Ve sırf o kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, Kendi bilgisi gereği, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar. (Bakara/213)
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 8. August 2010, 10:54 PM   #4
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

RASÛL İLE NEBÎ ARASINDAKİ FARK

Hacc sûresi'nde, nebi ve rasûl sözcükleri birbiri üzerine atfedilmiştir:

Biz senden önce hiç bir elçi ve hiç bir peygamber göndermedik ki, o bir şey arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna bir şeyler atmış olmasın. Bunun üzerine Allah şeytanın attığı şeyleri giderir. Sonra da Allah, âyetlerini tahkim eder [güçlendirir]. Ve Allah alîm'dir [her şeyi en iyi bilen], hakîmdir [yasalar koyan, güçlendirendir]. (Hacc/52)

Bu iki kelime arasındaki farkın anlaşılması için şu âyetlerin dikkate alınması gerekir:

Yoksa onlar, şüphesiz Bizim, onların sırlarını ve fısıltılarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Evet (işitiriz), yanlarında bulunan elçilerimiz de yazıyorlar. (Zuhruf/80)

Ve O [Allah], kulları üzerinde kâhir'dir [hükümranlığı sürdürür] ve O, sizin üzerinize koruyucular gönderir. Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz, hiç eksik-fazla yapmadan, onu vefat ettirirler. (En‘âm/61)

Bu iki kelime arasındaki bir diğer fark da şudur: Rasûl, hem insandan hem melekten olurken, nebi sadece insandan olmaktadır:

Allah meleklerden elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah en iyi işiten, en iyi görendir. (Hacc/75)

Burada melek elçi ile, “Kur’ân, kitap” kastedilmiştir:

Urf hâlinde [yığın yığın, öbek öbek, küme küme] gönderilmişlere kasem olsun ki…(Mürselât/1)

Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. O hâlde ey kavrama yetenekleri olan iman etmiş kimseler! Allah'a karşı takvâlı olun. Kesinlikle Allah, iman etmiş ve sâlihâtı işlemiş kimseleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size bir öğüt, size Allah'ın açık açık âyetlerini [mucizelerini] okuyan bir elçi indirdi. Ve Allah'a inanır ve sâlihi işlerse O [Allah], onu, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere girdirir. Allah onun için rızkı güzelleştirmiştir. (Talâk/10-11)

Hacc/52. âyet, sanki fark varmış gibi atıfla gelmiştir. Ama paragraf bütünlüğünden hareketle oradaki rasûl, “kitap”; nebi de “peygamber” olarak anlaşılabilir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki: Bir kişi de rasûllük görevi varsa, onda nebilik görevi de vardır. Zira elçi olmadan/atanmadan, haber verme imkânı olmaz. Habercilik bittiğine göre, elçilik de bitmiştir. Artık yeni bir haber/bilgi getiren kimse olmayacağına göre, elçi de gönderilmeyecek demektir. Öyleyse rasûl ve nebî kelimeleri arasındaki en belirgin fark, elçilik/risâlet görevinin Allah'a yönelik, nebilik/habercilik niteliğinin kullara yönelik olmasıdır.

Peygamberliğin elçilik/risâlet yönü Allah açısından [Allah'tan alıp getirirler], habercilik yönü kullar açısındandır [Allah adına kullara haber verirler].

Bazıları, “rasûl” ve “nebi” arasında fark bulunduğu iddiasından hareketle, “Muhammed'in son nebi olduğunu, ama son rasûl olmadığını” ileri sürmüşler; ardından da kendilerini veya üstatlarını rasûl ilan etmişlerdir.

41-42. Ey iman eden kişiler! Allah'ı ‘çok çok anmak’ olmak üzere anın. Ve O'nu sabah-akşam [her zaman] tesbîh edin [arındırın].

43-44. O, sizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size destek verendir. O'nun melekleri de (destek verirler). Ve O, mü’minlere çok merhametlidir. O'na kavuşacakları gün onların selâmlamaları, “Selâm”dır. O [Allah] da onlar için saygın bir ödül hazırlamıştır.

Rasûlullah'a yapılan hitaplardan sonra bu âyetlerde mü’minlere hitap edilmiş, onların Allah ve Elçisi'ne karşı yapılan saldırılar karşısında ne yapmaları gerektiği bildirilmiş ve âhirette karşılaşacakları onurlu âkıbet kendilerine müjdelenmiştir. Burada verilen görevler şunlardır:

• Allah, bilinçle anılmalıdır.

• Allah sürekli olarak tanıtılmalı, câhiller ve hâinler tarafından Allah'a atılan iftiralar ortadan kaldırılmalıdır:

Göklerin ve yeryüzünün yaratılışında, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde, elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde, “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen noksanlıklardan münezzehsin. Artık bizi ateşin azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen kimi ateş'e girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Zâlimler için hiç yardımcılardan da yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, ‘Rabbinize inanın!’ diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi ebrâr [iyiler/yardımseverler] ile birlikte vefat ettir. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaad ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen verdiğin sözden dönmezsin” diye tefekkür eden, kavrama yetenekleri olanlar için nice âyetler vardır. (Âl-i İmrân/190-194)

Hiç şüphesiz mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperen ve O'nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman, imanca güç kazanan ve yalnızca Rabb'lerine tevekkül eden kimseler, salâtı ikâme eden ve Bizim kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak eden kimselerdir. İşte bunlar, gerçekten inananların ta kendisidir. Onlara Rabb'leri katında dereceler, bağışlama ve saygın bir rızık vardır. (Enfâl/2-4)

O kişiler, inanan ve kalpleri Allah'ı anmakla yatışan kişilerdir. Gözünüzü açın! Kalpler yalnız ve yalnız Allah'ı anmakla yatışır/tatmin olur. (Ra‘d/28)

Âyetteki, O, sizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size destek verendir. O'nun melekleri de (destek verirler) ifadesi, indirilen âyetlerin insanları aydınlatmasını ifade eder. Allah indirdiği vahiyler ile insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Bu gerçek, Kadr sûresi'nde şu ifadelerle zikredilmişti:

Muhakkak ki Biz onu Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesi nedir, sana ne idrak ettirdi [bildirdi/öğretti]? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler [haberciler], içlerindeki rûh ile Rabb'lerinin izniyle iner dururlar/hulûl eder dururlar; her bir işten. Bir esenliktir o şafak sökene kadar/aydınlığa kavuşuncaya kadar. (Kadr/1-5)

Ey iman etmiş kimseler! O [Elçi], sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah'a ve Elçi'ye icâbet edin. Ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Ve siz kesinkes O'nun huzurunda toplanacaksınız. (Enfâl/24)

Bu âyetteki, O'na kavuşacakları gün onların selâmlamaları, “Selâm”dır ifadesi, farklı bir ödüllendirme tarzıdır. Selâmlaşma, samimiyet ve sevgi ifade eder. Selâm, başka âyetlerde de zikredilmiştir:

Söz olarak [onlara] rahîm Rabbden “selâm” (vardır). (Yâ-Sîn/58)

Onların oradaki duaları, “Allahım! Sen her türlü eksiklikten münezzehsin”dir. Ve onların oradaki selâmlaşmaları, “Selâm”dır. Dualarının sonu da, “Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun”dur. (Yûnus/10)

Ve takvâlı davranmış kimselere, “Rabbiniz ne indirdi?” denilince onlar, “Hayır” derler. Bu dünyada güzelleştirenlere-iyileştirenlere iyilik-güzellik vardır. Âhiret yurdu ise kesinlikle daha hayırlıdır. Ve takvâlı davrananların yurdu; Adn cennetleri ne güzeldir! Onlar oraya girecekler. Onun altından ırmaklar akar. Orada onlar için diledikleri şeyler vardır. Allah, takvâ sahiplerini işte böyle karşılıklandırır. (Takvâ sahipleri) o kimselerdir ki, melekler, onları hoş ve rahat ettirerek vefat ettirirler. “Selâm size, yapmış olduğunuz işlerin karşılığı olarak girin cennete!” derler. (Nahl/30-32)

45-48. Ey Peygamber! Şüphesiz Biz seni, bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Kendi izniyle Allah'a bir davetçi ve ışık saçan bir kandil olarak gönderdik [elçi yaptık]. Sen de inananlara, şüphesiz kendileri için Allah'tan büyük bir lütuf olduğunu müjdele. Kâfirlere, münâfıklara da itaat etme, onların ezalarını bırak. Ve sen Allah'a tevekkül et. Vekîl olarak da Allah yeter.

Bu âyetlerde, Rasûlullah tekrar muhatap alınarak kendisinin, insanlara bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah'a bir davetçi ve ışık saçan bir kandil olarak gönderildiği açıklanıp, bu amaçlar doğrultusunda yapması gerekenler bildirilmiştir.

Burada Rasûlullah için zikredilen nitelikler ve o'na verilen görevler birçok yerde geçmiş ve detaylıca açıklanmıştı. Âyetteki, Sen de inananlara, şüphesiz kendileri için Allah'tan büyük bir lütuf olduğunu müjdele ifadesi daha evvel şöyle açıklanmıştı:

O, kendilerine vaki olduğunda kazandıkları şeylerden dolayı o zâlimlerin ürktüklerini görürsün. İman etmiş, sâlihâtı işlemiş kimseler de cennetlerin bahçelerindedirler. Rabb'lerinin yanında onlar için istedikleri şeyler vardır. İşte bu, büyük lütfun ta kendisidir. (Şûrâ/22)

Paragrafın son cümlesinde, Kâfirlere, münâfıklara da itaat etme, onların ezalarını bırak. Ve sen Allah' tevekkül et. Vekîl olarak da Allah yeter denilerek, sûrenin başında yapılan uyarı tekrarlanmıştır: Rasûlullah'a, evlâtlığı Zeyd ve Zeyneb'le ilgili uygulamalar hakkında kâfirlerin ve münâfıkların kötü söz ve propagandalarına aldırmaması uyarısı yapılırken, mü’minlere de hakka dayalı uygulamalarda karşılaşacakları zorluklar nedeniyle dönmemeleri, dedikoduları dikkate almamaları mesajı iletilmektedir:

Ey iman etmiş kimseler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki O [Allah], onları sever, onlar da O'nu [Allah'ı] severler; mü’minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; onlar Allah yolunda çaba harcarlar ve hiç bir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah, vâsi'dır, çok iyi bilendir. (Mâide/54)

Rasûlullah'ın ve ümmetin şâhitliği hususu, Bakara sûresinde açıklanmıştı:

Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhitler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şâhit olsun diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık. Üzerinde olduğun bu kıbleyi kılmamız da yalnızca; elçilere uyan kimseleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım diyedir. Bu [tesbit ettiğimiz kıble], elbette, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerin dışındakilere çok büyüktür. Ve Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir. (Bakara/143)

Elçiler, vakitlendirildikleri zaman, bunlar hangi gün için ertelendiler ise! Ayırt etme günü için... (Mürselât/11-13)

Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl? (Nisâ/41)

49. Ey iman etmiş kimseler! Mü’min kadınları nikâh edip, sonra onlara dokunmadan boşadığınız zaman, artık sizin için üzerlerinde sayacağınız bir iddet yoktur. Derhal onları kazançlandırın ve onları güzel bir şekilde salıverin.

Bağımsız bir necm olan bu âyetin, önceki ve sonraki âyetlerle herhangi bir bağı yoktur; Mushaf tertip heyeti tarafından burada tertip edilmiştir. Bu âyette, kendisiyle gerdeğe girilmeden önce boşanan kadının hükmü bildirilmiştir.

Boşanma ve dul kalma gibi durumlarda kadının iddetinin ne kadar olacağı hususu Bakara sûresi'nde işlenmişti.[36] Burada iddeti konu alan diğer âyetleri takdim ediyoruz:

Boşanmış kadınlar da, kendi kendilerine üç adet süresi beklerler. Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri, kendilerine helâl olmaz. Ve onların kocaları, barışmak isterlerse o süre içersinde onları geri almaya daha çok hakk sahibidirler. Onların da aleyhlerindeki gibi, ma‘rûf ile kendileri için de vardır. Erkekler için de, onların üzerinde bir derece vardır. Ve Allah azîz'dir, hakîm'dir. (Bakara/228)

Ve kadınlarınızdan aybaşından kesilenler ve henüz aybaşı olmayanlar; eğer şüphe ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların da bekleme süresi, yüklerini bırakmalarıdır [doğum yapmaları veya düşük yapmalarıdır]. Kim Allah'a takvâlı davranırsa O [Allah], ona işinde bir kolaylık kılar. (Talâk/4)

Âyetteki, Derhal onları kazançlandırın ifadesinden, Bakara/236-237'de konu edilen “tesbit edilen mehirin yarısının” derhal verilmesi, hatta zorunlu olmamakla birlikte daha fazlasının bile verilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Ve onları güzel bir şekilde salıverin ifadesinden de, onur kırıcı bir hareket yapmadan, suçlamadan, kadının geleceğini karartmadan efendice bırakılması gerektiği anlaşılmaktadır.

50. Ey Peygamber! Şüphesiz Biz, sana, ecirlerini [mehirlerini] verdiğin eşlerini, Allah'ın ganimet olarak sana verdiklerinden sözleşmenin mâlik olduğunu [savaş esirlerinden himâyene verilmiş bayanları], amcanın kızlarından, halanın kızlarından, dayının kızlarından ve teyzenin kızlarından seninle birlikte hicret etmiş olanları ve kendisini Peygamber'e hibe eden Peygamber'in de nikâhlamak istediği Müslüman kadını, mü’minlerin seviyesinden aşağı sadece sana özgü olmak üzere, sana helâl kıldık. Biz kendi eşleri ve sözleşmelerinin mâlik oldukları şeyler konusunda onlar üzerine [senin dışındaki mü’minlere] neyi farz kıldığımızı kesinlikle bildik. Bu durum [sana özgü olarak getirilen çok eşlilik ve diğer özel maddeler], senin için bir güçlük olmasın diyedir. Ve Allah gafûr'dur, rahîm'dir.

51. Onlardan dilediğini geri bırakır, dilediğini de yanına alabilirsin. Ayrıldıklarından, istek duyduklarına dönmende artık senin için bir sakınca yoktur. Onların gözlerinin aydınlanıp hüzne kapılmamalarına ve kendilerine verdiğinle hepsinin hoşnut olmalarına en yakın olan budur. Allah kalplerinizde olanı bilmektedir. Allah her şeyi bilendir, halîm'dir.

52. Bundan sonra kadınlar ve bunları başka kadınlar ile değiştirmek –güzellikleri hoşuna gitse bile– sana helâl olmaz. Ancak yemininin mâlik olduğu [harp esiri olup da senin himâyene verilen] başka, (onu nikâhlayabilirsin). Allah, her şeyi gözetleyip denetleyendir.

Bu âyetlerde aile hukuku kapsamında Rasûlullah'a özgü, diğer mü’minleri ilgilendirmeyen kurallar konu edilmektedir, ki bunlar şöyle sıralanabilir:

• Peygamber'e, mehirlerini verdiği eşleri, Allah'ın ganimet olarak verdiklerinden sözleşmesinin mâlik olduğu [savaş esirlerinden himâyesine verilmiş bayanlar], amcasının kızlarından, halasının kızlarından, dayısının kızlarından ve teyzesinin kızlarından kendisiyle birlikte hicret etmiş olanlar ve kendisini o'na hibe eden, Peygamber'in de nikâhlamak istediği Müslüman kadın, mü’minlerin seviyesinden aşağı sadece Peygamber'e özgü olmak üzere helâldir.

• Bu ayrıcalık, Peygamber için bir güçlük olmasın diyedir.

• Peygamber, eşlerinden dilediğiyle beraber olma hakkına sahiptir.

• Peygamber, Bunlardan ayrıldığı eşiyle tekrar birleşebilir.

• Peygamber, bundan sonra herhangi bir kadınla evlenemez. Sadece himâyesine verilmiş harp esiri kadını nikâhlaması serbesttir.

Bu âyetlerde, Rasûlullah'ın çok eşliliği, himâye ve siyasî faydaya bağlanmaktadır.

Âyette akraba kızlarının sayılması ve onlarla evliliğin hicret kaydına bağlanması, hicret etmeyenlerin mü’min sayılmamasından kaynaklanmaktadır. Nitekim Enfâl sûresi'nde şöyle buyurulmuştu:

Kuşkusuz şu iman etmiş, hicret etmiş, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşan ve barındırıp yardım eden kimseler; evet işte bunlar, bazısı bazısının velîsi olanlardır. İnanan ve hicret etmeyen kimselere gelince, hicret edene kadar, onlara yakınlık söz konusu değildir. Ve din uğrunda yardım isterlerse, aranızda antlaşma bulunan bir halk zararına olmaksızın, onlara yardım etmeniz gerekir. Ve Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir. (Enfâl/72)

Âyetteki, Müminlerin seviyesinden aşağı sadece sana özgü olmak üzere ifadesi, maalesef gelenekte, “kendisini Peygamber'e hibe eden Peygamber'in de nikâhlamak istediği Müslüman kadın” şeklinde anlaşılmış ve bundan da, mehirsiz evlenmenin sadece Rasûlullah'a özgü olduğu, diğer Müslümanların mehirsiz evlenmesinin helal olmadığı hükmünü çıkarmışlardır. Bize göre bu ifade, yukarısında bulunan maddelerin tümüne yöneliktir. Ayrıca âyetteki, min duni'l-mü’minîn [mü’minlerin seviyesinden aşağı] ifadesi, çok eşliliğin hoş bir şey olmadığını, mü’minlere uygun bulunmadığını, ancak özel koşullar gereği Peygamber'e bu yükün yüklendiğini ifade etmektedir.

Âyetteki, Biz kendi eşleri ve sözleşmelerinin mâlik oldukları şeyler konusunda onlar üzerine [senin dışındaki mü’minlere] neyi farz kıldığımızı kesinlikle bildik ifadesiyle de, diğer mü’minlerin evlilik kurallarının farklı olduğu açıklanmaktadır ki bu kurallar da Bakara/221, 230; Nisâ/20-26 ve Mâide/5'de zikredilmiştir.

52. âyetteki, Bundan sonra kadınlar ve bunları başka kadınlar ile değiştirmek –güzellikleri hoşuna gitse bile– sana helâl olmaz ifadesiyle, hem Peygamber'in eşlerini boşamasına engel getirilmekte, hem de bir câhiliye geleneği ortadan kaldırılmaktadır. Bu gelenek hakkında kaynaklarda şu bilgi yer alır:

Burada kastedilen, Arapların yapmış oldukları bir iştir. Biri diğerine, “Sen benim hanımımı al, bana da senin hanımını ver” derdi. Dârekutnî'nin rivâyet ettiğine göre Ebû Hureyre şöyle demiştir: Câhiliye döneminde, bir adam diğerine, “Sen benim için hanımından vazgeç, ben de senin için hanımımdan vazgeçerim ve sana fazlasını da veririm” der ve böylece hanımlarını değiştirirlerdi. Bunun üzerine yüce Allah, Onların güzellikleri hoşuna gitse de bunların birini başka zevcelerle değiştirmen –güzellikleri hoşuna gitse bile– sana helâl olmaz buyurdu.[37]

Bu âyetler çerçevesinde Rasûlullah'ın çok eşliliği ile ilgili şöyle bir değerlendirme yapılabilir:

PEYGAMBERİMİZİN ÇOK EŞLİLİĞİ

Normal şartlarda İslâm'da çok eşliliğin olmadığı, çok eşliliğin ancak olağanüstü koşullarda kamu otoritesinin kararıyla uygulanacak özel bir durum olduğu, Nisâ sûresi'nden anlaşılmaktadır. Peygamberimizin çok eşliliği ise, Nisâ sûresi'nde belirtilen genel hükümler dışında bazı özel ayrıcalıklara dayanmaktadır.

Kendilerini yakından ilgilendirdiği hâlde maalesef Müslümanlar bu konuyu yeterince araştırmamış ve doğru bilgiye ulaşamamışlardır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da uydurma rivâyetler hükmünü yürütmüş ve pek çok kimse, çok eşli olması delil gösterilerek Peygamberimizin otuz erkek gücünde olduğu yalanına inandırılmıştır. Peygamberimizi yüceltmek adına uydurulan bu tip yalanlar neticesinde gayr-i müslimler Peygamberimizi kadın düşkünü, şehvetperest biri olarak değerlendirmişlerdir. Bu durum, İslâm'ı tanıtmak ve anlatmak gayreti içinde olan herkes için büyük önem arz etmektedir.

PEYGAMBERİMİZİN GENÇLİĞİ, BEKÂRLIĞI

Peygamberimiz, erkeklerin 12-14 yaşları arasında ergenliğe eriştiği bir iklimde doğup büyümüştür. O dönemde çevresinde zina ve fuhşun yaygın olmasına, iffetsizliğin kol gezmesine rağmen Peygamberimiz gâyet mazbut bir hayat sürmüş, o'nun iffetsiz, kadına düşkün, şehvetperest davranışlarda bulunduğu hiç görülmemiş ve duyulmamıştır. Peygamberimizin bu özellikleri, Doğulu-Batılı tüm târihçiler ve araştırmacılar tarafından da kabul edilmiştir.

PEYGAMBERİMİZİN EVLİLİK HAYATI

Peygamberimiz ilk evliliğini, 25 yaşında bir genç iken, kendisinden 15 yaş büyük, başından iki evlik geçmiş dul bir kadın olan Hatice ile yapmıştır. Hatice'nin ölümüne kadar 25 yıl devam eden bu beraberlik esnasında Peygamberimiz başka bir kadınla evlenmemiş, tıpkı bekârlığındaki gibi hayatını, iffetine toz kondurmadan lekesiz olarak sürdürmüştür.

Allah tarafından elçi olarak seçildiğinde, davasından vazgeçmesi için kendisine krallık, servet ve Mekke'nin en güzel-zengin kızları teklif edilmiş, bütün bunları elinin tersiyle iterek herkesin bildiği o meşhur cevabı vermiştir: “Bir elime ay'ı, bir elime güneş'i koysanız, yine de davamdan vazgeçmem.”

Peygamberimiz, gerek bekârlık döneminde, gerekse Hatice ile evli olduğu dönemde hiç kimse tarafından olumsuz eleştirilere maruz kalmamıştır.

Hatice öldüğü zaman yapayalnız kalan Peygamberimizin üzerindeki ağır elçilik görevine, bir de öksüz kalan çocukların sorumluluğu eklenmiştir.

Peygamberimizin bundan sonraki evlilik hayatı ise, üstlendiği görevin gereklerine bağlı olarak, kendi iradesi dışında çok eşli hâle dönüşmüş, ama bu durumdan ne kendisi ne eşleri mutlu olmuşlardır. Peygamberimizin, hem kendisinin hem de eşlerinin özverilerini gerektiren bu çok eşli hayatı, en doğru şekilde Kur’ân'dan öğrenilebilir. Dolayısıyla bu konuda başka bir kaynak aramaya gerek yoktur.

Peygamberimizin çok eşliliği konusunun iyi anlaşılabilmesi için, önce Müslümanların evliliklerini düzenleyen evlilik hakkındaki genel kuralların zikredildiği âyetlere bakılmalıdır:

Ve kadınlardan babalarınızın nikâhladıklarını nikâhlamayın. Ancak geçen geçmiştir. Şüphesiz bu, çirkin bir hayâsızlıktır ve öfke duyulan bir iğrençliktir. Ne kötü bir yoldu o! Size, anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, teyzeleriniz, halalarınız, erkek kardeşinizin kızları, kız kardeşinizin kızları, sizi emzirmiş olan anneleriniz, sütten kız kardeşleriniz, kadınlarınızın anneleri, birleşme yaptığınız kadınlarınızın eski kocalarından doğup evinizde bulunan üvey kızlarınız –birleşme yapmadıysanız bir sakınca yok size– kendi sulbünüzden olan oğullarınızın hanımları ve iki kız kardeşin arasını birleştirmeniz –eski yapılıp geçenler hariç–, yeminlerinizin sahip oldukları hariç muhsan kadınlar [nikâhlı kadınlar] da haram kılındı. Allah çok affedici, çok merhametlidir. Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığıdır. Bunların dışında iffetlerinizi koruyup fuhuşta bulunmamak üzere mallarınızla muhsanlaşacak [evlenecek] kadın aramanız size helâl kılındı. Öyleyse onlardan ne ile faydalandıysanız, farz bir görev olarak ücretlerini ödeyiniz. Zorunlu ödemenizden sonra, rızalaştığınız şeyde size bir sorumluluk yoktur. Şüphesiz Allah en iyi bilen ve hikmet sahibi olandır. (Nisâ/22-24)

Ve müşrik kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın. İman etmiş bir câriye, –o [müşrik kadın], sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri de iman edinceye kadar nikâhlamayın; iman etmiş bir erkek köle, –o [müşrik erkek], sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– müşrik bir erkekten daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar, Allah ise Kendi bilgisi ile cennete ve mağfirete çağırır. O, öğüt alıp düşünürler diye insanlara âyetlerini ortaya koyar. (Bakara/221)

Bu gün size temiz olan şeyler helâl kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin de yemeğiniz onlara helâldir. Mü’minlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden özgür ve iffetli kadınlar da, namuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinmemişler olarak –onlara ücretlerini/mehirlerini ödediğiniz takdirde– size helâl kılındı. Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O, âhirette hüsrana uğrayanlardandır. (Mâide/5)

Yukarıdaki âyetlerde açıklanan kurallar dışında Kur’ân'da, Bakara/230'da, üçüncü kez boşanan bir kadınla tekrar evlenilemeyeceği, Ahzâb/6'da, Peygamber'in eşlerinin mü’minlerin anneleri olduğu, dolayısıyla onlarla da evlenilemeyeceği, teaddüd-i zevcâtın/çok eşliliğin ancak olağanüstü koşullarda uygulanabileceği bildirilmektedir.

Bunlar İslâm'ın, evlilikle ilgili tüm ümmete şâmil genel kurallarıdır. Bunlardan başka Kur’ân'da, sadece Peygamberimize mahsus kurallar da mevcuttur:

Ey Peygamber! Şüphesiz Biz, sana, ecirlerini [mehirlerini] verdiğin eşlerini, Allah'ın ganimet olarak sana verdiklerinden sözleşmenin mâlik olduğunu [savaş esirlerinden himâyene verilmiş bayanları], amcanın kızlarından, halanın kızlarından, dayının kızlarından ve teyzenin kızlarından seninle birlikte hicret etmiş olanları ve kendisini Peygamber'e hibe eden Peygamber'in de nikâhlamak istediği Müslüman kadını, mü’minlerin seviyesinden aşağı sadece sana özgü olmak üzere, sana helâl kıldık. Biz kendi eşleri ve sözleşmelerinin mâlik oldukları şeyler konusunda onlar üzerine [senin dışındaki mü’minlere] neyi farz kıldığımızı kesinlikle bildik. Bu durum [sana özgü olarak getirilen çok eşlilik ve diğer özel maddeler], senin için bir güçlük olmasın diyedir. Ve Allah gafûr'dur, rahîm'dir. Onlardan dilediğini geri bırakır, dilediğini de yanına alabilirsin. Ayrıldıklarından, istek duyduklarına dönmende artık senin için bir sakınca yoktur. Onların gözlerinin aydınlanıp hüzne kapılmamalarına ve kendilerine verdiğinle hepsinin hoşnut olmalarına en yakın olan budur. Allah kalplerinizde olanı bilmektedir. Allah her şeyi bilendir, halîm'dir. Bundan sonra kadınlar ve bunları başka kadınlar ile değiştirmek –güzellikleri hoşuna gitse bile– sana helâl olmaz. Ancak yemininin mâlik olduğu [harp esiri olup da senin himâyene verilen] başka, (onu nikâhlayabilirsin). Allah, her şeyi gözetleyip denetleyendir. (Ahzâb/50-52)

Bazı tefsir ve mealler, 50. âyetteki, Ve kendini Peygamber'e hibe eden Peygamber'in de nikâhlamak istediği mü’min kadını ifadesini, “mehir istemeden Peygamber'le evlenmek isteyen mü’min kadın” olarak açıklamışlar ve âyetin devamında durum zarfı olarak geçen, Mü’minler için olmaksızın sadece sana özgü olarak ifadesini de bu kısma bağlayarak, sadece Peygamber'in mehir ödemeden nikâh yapabileceğine, diğer Müslüman erkeklerin ise mehirsiz nikâh yapamayacaklarına kâil olmuşlardır. Hâlbuki Nisâ/24'teki, …miktarın tesbitinden sonra, karşılıklı rızalaştığınız bir şey konusunda üstünüze sorumluluk yoktur ifadesi ile Nisâ/4'teki, …eşler gönül rızalarıyla size mehirlerinden bağışlarlarsa, onu da afiyetle, iç huzuruyla yiyin ifadesi, açık olarak eşlerin birbirlerine bağışlarda bulunabileceğini bildirmektedir. Yani, her karı-koca mehir konusunda anlaşma yapabilir ve böyle bir anlaşma ile kadınlar mehirlerinin tamamını veya bir kısmını kocalarına bağışlayabilirler. 50. âyetteki, kendini hibe eden mü’min kadın ifadesiyle de, “bu işe baş koyan, malını-mülkünü ve ömrünü Peygamber uğrunda harcamaya karar veren mü’min kadın” kastedilmiştir. Nitekim, Peygamber'in eşleri arasında böylelerinin varlığı bir gerçektir.

50. âyetteki, mü’minlerin seviyesinden aşağı sadece sana özgü olmak üzere ifadesi, “durum zarfı” olarak kullanıldığından, yukarısında geçen tüm maddeleri kapsar. Yani âyet, “bu sayılanların nikâhlanması sûretiyle ortaya çıkacak çok eşlilik durumu sadece sana özgüdür, mü’minlere değil” manasındadır.

50. âyetteki bir başka maddede ise, Peygamberimize diğer Müslümanlara nazaran kısıtlama getirilmekte; diğer Müslümanlar için amca, hala, dayı, teyze kızları ile nikâhlanmak serbest bırakılmış iken, Peygamberimizin bunlar arasından sadece kendisiyle hicret edenleri nikâhlayabileceği bildirilmektedir.

Peygamberimizle ilgili bu farklılıkların gerekçesi de, “o'nun güçlük çekmemesi” olarak açıklanmıştır. Peygamberimizin çektiği veya çekmesi muhtemel güçlük ve sıkıntılar ise, o'nun görevinden kaynaklanan güçlük ve sıkıntılardır:

TEBLİĞ GÖREVİ ve ZORLUKLARI

İslâm'ın kuralları sadece erkekleri değil, kadınlara da ilgilendirmektedir; dolayısıyla onlara da bildirilmesi, anlatılması ve öğretilmesi gerekir. Bu kuralların bazıları ise öncelikle kadınlara yöneliktir ki bunların kadınlara öğretilmesi, öğretenlerin kadın olması ile daha kolay olur. Çünkü hem kadınlar zihinlerinde oluşan soruları bütün açıklığı ile bir erkeğe sormaktan utanabilirler, hem de Peygamberimiz özel hayatla, cinsellikle ilgili konuları kadınlara anlatma hususunda sıkıntıya girebilirdi.

Nitekim uygulama da bu yönde olmuş, kadınlara özgü kuralları Müslümanlar kadınlar, Peygamberimizin eşlerinden öğrenmişlerdir.

SOSYAL GÜÇLÜKLER

Kur’ân'ın indiği dönemde, Araplar arasındaki bir geleneğe göre evlâtlıklar öz evlât gibi telâkki ediliyordu. Hayatın gerçeklerine aykırı olan bu geleneğin ve bu gelenekten kaynaklanan tabunun İslâm'da yeri olmadığı için yıkılması gerekiyordu. Bunun en kestirme ve en etkili yolu ise, o tabunun Peygamberimiz tarafından fiilen yıkılması idi. Nitekim Peygamberimiz de, evlâtlığı olan Zeyd'in boşadığı Zeyneb bt. Cahş ile evlenerek bu tabuyu yıktı. Bu evlilik, evlâtlıkların öz evlât olmadığını, evlâtlığın boşadığı kadının, evlâtlığın babası konumundaki bir kimse ile evlenebileceğini topluma en etkili şekilde öğretmiştir.

O dönemdeki kötü geleneklerden biri de, harp esiri kadınların alınıp satılmasıydı. Yine Peygamberimiz, bir savaş esiri olan Cüveyriye ile evlenerek bu yanlış geleneği ortadan kaldırmış, onların da her insanın sahip olduğu onura sahip oldukları gerçeğinin toplum tarafından anlaşılmasını sağlamıştır.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 8. August 2010, 10:55 PM   #5
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

SİYASAL GÜÇLÜKLER

Peygamberimiz, –aşağıda eşlerinin isimleri sayılırken görüleceği gibi– kendisinden yaşlı, cinsel yönden tükenmiş, farklı kabile ve milletlere bağlı kadınlarla evlenmek sûretiyle, o kabile ve milletlerle akrabalık bağları kurmuştur. Bu sayede, hem bir barış ortamı oluşturmuş, hem de İslâm'ın en uzak noktalara kadar ulaşmasını sağlamıştır. Bu, sağladığı barış ve siyasî güç sebebiyle Avrupa krallarının, Rus çarlarının, Osmanlı padişahlarının sürekli uyguladıkları siyasi bir yöntem olmuştur. Osmanlı devletinin yükselme döneminde yeni fethedilen şehirlerin tekfurlarının kızlarıyla o şehre tayin edilen idarecilerin evlendirilmeleri, hep bu siyaset gereğidir.

Görüldüğü gibi, Peygamberimizin çok eşliliği, o'nun görevinden kaynaklanan zorunluluklar sebebiyledir. İş, iradesine kalsaydı, bizce Peygamberimiz çok eşli olmak istemezdi. Çünkü o, çok eşlilik hayatında mutlu olmamıştır; eşlerinin kıskançlık ve kaprisleri o'nu hep üzmüştür. Meselâ, Ahzâb/51 âyeti inince eşi Âişe, “Görüyorum ki Rabbin senin hevâna hizmet ediyor”[38] diyerek, durumundan memnun olmadığını iğneleyici bir dille belirtmiştir. Ayrıca Tahrîm/1-5'den de, eşlerinin Peygamberimizi üzdükleri açıkça belli olmaktadır. Hatta Peygamberimiz, Ömer'in kızı Hafsa'yı, geçimsizliği nedeniyle bir ara boşamış, sonra tekrar nikâhlamıştır.

Peygamberimizin eşleri yüzünden üzülmesi, sadece eşlerinin kıskançlık ve geçimsizliklerinden kaynaklanmamıştır. Peygamberimizin eşleri, bulundukları konumun ağırlığını fark edememişler, sıradan kimseler gibi başlarına buyruk yaşamaya yönelmişler, çevrenin etkisiyle lüks bir hayat yaşamayı arzulamışlar; fakat bu durumdan hoşlanmayan ve çok üzülen Peygamberimiz, onların bu davranışlarına tepki olarak onları evlerinde yalnız bırakmış, bir ay yanlarına uğramamıştır.

İşte bu gibi olgu ve olaylar, Yüce Allah'ın müdahalesini gerekli kılmış ve Rabbimiz, Peygamberimizin eşlerine münhasır, sadece onları ilgilendiren âyetler indirmiştir:

Ey Peygamber! Eşlerine söyle: “Eğer siz basit hayatı ve onun zînetini [süslü çekiciliğini] istiyorsanız, gelin sizi yararlandırayım [size boşanma bedeli ödeyeyim]. Ve güzel bir salma tarzıyla sizi salıvereyim. Eğer siz Allah'ı, Elçisi'ni ve son yurdu istiyorsanız, artık hiç şüphesiz Allah, sizden muhsinler [iyileştirenler-güzelleştirenler] için çok büyük bir ecir hazırlamıştır.” Ey Peygamber'in kadınları! Sizden kim açık bir çirkin utanmazlıkta bulunursa, onun azabı [suçun cezası] iki kat olarak artırılır. Bu da Allah'a göre pek kolaydır. Sizden kim de Allah'a ve Elçisi'ne sürekli saygıda bulunursa ve sâlihi işlerse, ona da ecrini iki kerre veririz. Ve Biz ona üstün bir rızık da hazırlamışızdır. Ey Peygamber'in kadınları! Siz kadınlardan herhangi biri değilsiniz; eğer takvâlı davranıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü ma‘rûf bir tarzda söyleyin. Evlerinizde vakarlı olun, ilk câhiliye gösterişi hâlinde gösteriş yapmayın; Salâtı ikâme edin, zekâtı verin, Allah'a ve Elçisi'ne itaat edin. –Ey ehli beyt! Gerçekten Allah, sizden kiri gidermek ve sizi temizlemek ister.– Ve evlerinizde okunmakta olan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Hiç şüphesiz Allah, latîf'tir, habîr'dir. (Ahzâb/28-34)

Peygamberimizin eşlerine verilen görev, yatak odası ile mutfak arasında hayat geçirmekten ibaret değildir. Onların görevi; bu işe baş koymak, bu büyük davaya özveri ile hizmet etmek, bu davanın neferi olmak, fitne ve fesada fırsat vermemek, evlerinde duydukları âyet ve hikmetleri insanlara anlatıp öğretmektir. Ayrıca, İslâm'ı hayatının her anında uygulayan bir insan olan Peygamberimizin gece yaşantısında bu uygulamaları nasıl yaptığının halka aktarılması da, geceleyin gelen vahiylerin yazılıp saklanmasında Peygamberimize yardımcı olmak da, yine onların görevlerindendir. Kısaca Peygamberimizin eşleri, günümüzün tabirleriyle hem sekreter, hem zabıt kâtibi, hem de basın sözcüsü olmak durumunda kalmışlardır. (Allah onlardan razı olsun.)

PEYGAMBERİMİZİN EŞLERİ:

HATİCE

Huveylid kızı Hatice, ticaretle uğraştığından “tâcire”, temiz ahlâklı olduğundan da “tâhire” diye anılan bir Mekkelidir. Daha önce başından iki evlilik geçen ve birinci evliliğinden bir oğlu, ikinci evliliğinden de bir kızı olan Hatice, Peygamberimizle, o henüz elçilikle görevlendirilmemiş iken evlenmiştir.

Peygamberimizin, kendisinden 15 yaş büyük olan bu itibarlı kadınla yaptığı evlilik, –Hatice 65 yaşında ölene kadar– 25 sene sürmüştür. Hatice'nin önceki evliliklerinden olan 2 çocuğuyla birlikte 7 çocuklu olan bu aile, dost ve düşmanların ortak kabulü ile karşılıklı sevgi ve saygının esas olduğu örnek bir ailedir. Peygamberimize iman eden ilk insan ve ilk kadın olan Hatice, büyük ve ağır görevinde o'na hep destek olmuş, her zaman o'nun yanında yer almıştır. Peygamberimizin Hatice ile evli kaldığı bu dönemle ilgili olarak olumsuz eleştiri hiç yapılmamış, yapılamamıştır. (Allah ondan razı olsun.)

SEVDE

İlk Müslümanlardan olan Zem’a'nın kızı Sevde de Mekkelidir. Putperestlerin baskısı sonucu kocasıyla birlikte Habeşistan'a hicret etmiş, ama kocasının orada ölmesiyle, 50 yaşında dul kalmış ve himâyeye muhtaç hâle gelmiştir. Çünkü akrabaları henüz Müslüman olmamışlardı ve Müslüman olduğu için de ona düşmanlık besliyorlardı. Bu yüzden Sevde onların yanına dönemiyordu.

Sevde'nin bu durumunu bilen Müslümanlar onu, Hatice'nin ölümünden sonra yedi çocukla bir başına kalan Peygamberimize eş olarak önerdiler. Bazı kaynaklar Sevde'nin nikâh sırasında Peygamberimize şu sözleri söylediğini kaydetmektedir: “Ben seninle, erkeğe arzu duyduğum için değil, sırf Peygamber hanımları arasında Allah'ın huzuruna çıkabilmek için evlendim. Bana buna göre davran, ey Allah'ın Rasûlü!”

Peygamberimizin bu evliliği beş yıl devam etmiş ve Sevde'nin ölümü ile son bulmuştur. Bu târihte Peygamberimiz 55 yaşındadır.

ÂİŞE

Peygamberimizin evlilikleri içinde en çok irdelenen ve eleştiri konusu yapılan, Âişe ile olan evliliğidir. Bu konuda, Âişe'nin henüz küçük bir çocuk iken Peygamberimizle nikâhlandığı, büyümesi için üç yıl beklendiği ve ondan sonra gerdeğe sokulduğu hikâyesi bir hayli yaygındır.

Peygamberimizin küçük bir çocukla nikâh kıyması bakımından dikkat çeken bu hikâyenin aslının iyi araştırılması gerekir. Bu konu İbn İshâk'ın Sîyer'inde, İbn Hişâm'ın Sîret'inde, İbn Sa‘d'ın Tabakât'ında, Taberî'nin Târih'inde, Mevlânâ Şiblî'nin Asr-ı Saadet'inde ve Ali Himmet Berki ve Osman Keskioğlu tarafından hazırlanan Hatemu'l-Enbiyâ Hz. Muhammed ve Hayatı adlı eserde genişçe yer almaktadır. Bu kaynaklardan öğrendiğimiz târihî gerçek ise şudur:

Âişe, Peygamberimizle nişanlanmadan önce, Mut’im oğulları'ndan Cübeyr ile nişanlıdır. Yani, evlilik çağındadır ve Peygamberimizle evlendiğinde küçük bir çocuk değildir. Yukarıda adını verdiğimiz târihî eserlerden bazısı, Peygamberimizin, Cübeyr ile nişanlı olan Âişe'yi babası Ebû Bekr'den istediğini, Ebû Bekr'in de Peygamberimize, Mut’im oğulları'yla konuşacağını ve ancak onlar nişanı bozarlarsa o zaman Âişe'yi kendisine verebileceğini söylediğini, putperest olan Mut’im oğulları'nın ise, Müslüman olan Âişe'nin oğullarını da kendi dinine döndüreceğinden korkarak, bu nişanı bozmak arzusunda olduklarını yazmaktadırlar.

İlk olarak; Âişe'nin, Mut’im oğulları'ndan Cübeyr ile nişanlı olduğu tartışmasız bir gerçektir; çünkü eldeki tüm târih kitaplarında bu bilgi kayıtlıdır. İkinci olarak, bu nişanın İslâmiyet'ten sonra olması mümkün değildir. Çünkü, mü’min bir kadının, müşrik bir erkekle evlenmesini yasaklayan Bakara/221 âyeti, Ebû Bekr'in kendisi gibi Müslüman olan kızını bir müşrike vermesini engellemektedir. Dolayısıyla Ebû Bekr, kızı Âişe'yi, Mut’im oğulları'na, kendisi Müslüman olmadan evvel nişanlamış olmalıdır. Demek ki Âişe, daha o zamanlarda bile evlilik çağında olan bir kızdır ve yörenin iklim şartlarına göre en az 12-14 yaşlarındadır. Diğer taraftan eldeki tüm târih kaynaklarının mutabık oldukları ve Ana Britannica'nın da yazdığı gibi Âişe, Peygamberimizle hicretten önce nişanlanmış, hicretten sonra nikâhlanmıştır. Bazı kaynaklar hicretten evvel nikâhlanıp, hicretten sonra gerdeğe girdiğini yazsalar da, yine tüm kaynaklarda yer alan aşağıdaki metin, bu iddia ile uyuşmamaktadır:

Medîne'nin havası Mekkeli Müslümanlara çok dokunmuştu. Mekkeli Müslümanlar hep hastalanmışlardı. Hasta olanların içinde Âişe de vardı. Hastalık geçince Ebû Bekr, Hz. Muhammed'in huzuruna gelip şöyle dedi: “Ey Allah'ın Rasûlü! Neden nişanlın Âişe'yi kendi evine almıyorsun?” Hz. Muhammed cevaben, “Mehir yüzünden ey Ebû Bekr, şu anda Âişe'ye mehir ödeyecek durumda değilim” dedi.[39]

Görüldüğü gibi metinde açıkça nişandan söz edilmektedir. Ayrıca, nikâh anında tesbit edilip muaccel [peşin] veya müeccel [vadeli borç] olarak verilebilecek mehirin henüz tesbit edilmemiş olması da nikâhın hicretten hemen sonra kıyılmadığını gösterir.

Sonuç olarak kaynakların verdiği bilgilerden anlaşılıyor ki Âişe, Peygamberimiz ile evlendiğinde, çocuk yaşta olmayıp, nişanlısından ayrılmış genç bir kızdır.

Peygamberimizin bu evliliği, hem kızıyla evlenerek kendisini şereflendirdiği Ebû Bekr'in İslâm'a daha fazla maddî ve manevî yardımını sağlamış, hem de Âişe'nin herkes tarafından bilinen İslâm'ı anlama ve anlatma yönündeki dirâyeti sayesinde Peygamberimizin elçilik görevini yaparken duyduğu rahatlık için isâbetli bir karar olmuştur.

HAFSA

Ömer kızı Hafsa, okuma-yazma bilen ve Habeşistan'a göç eden cefakâr Müslümanlardandır. Kocası Hunays b. Huzâfa Bedir'de şehid olunca Hafsa dul kalmıştır. Onun bu durumuna çok üzülen babası Ömer, sahabenin ileri gelenleri arasından ona uygun bir eş aramıştır. Sonuçta Hafsa ile Peygamberimiz evlenmiş, böylece Ömer gibi güçlü bir kişi ile akrabalık bağları kuran Peygamberimiz, elçilik görevinde büyük bir destek daha sağlanmıştır.

HUZEYME KIZI ZEYNEB

Kocası Bedir'de şehid olan ve 60 yaşında dul kalan Zeyneb'e evlilik teklifini bizzat Peygamberimiz yapmış ve bu evlilik iki yıl sonra Zeyneb'in ölümü ile son bulmuştur.

UMM SELEME

Habeşistan'a hicret eden Müslümanlardan olan ve okuma-yazma bilen Umm Seleme, kocasının Uhud'da yaralanıp, iki ay sonra o yara sebebiyle ölmesi sonucu 4 çocuk ile dul kalmıştır. Himayeye muhtaç olan Umm Seleme, sahabenin ileri gelenleri tarafından kendisine yapılan evlenme tekliflerini yaşlı oluşunu bahane edip reddetmiştir. Peygamberimizin elçi göndererek yaptığı aynı yöndeki teklifi de yaşlılığını, çocuklarını ve kıskanç bir yapıda oluşunu bahane ederek reddeden Umm Seleme, Peygamberimizin, “Yetimleri zaten yanıma alacağım. Kıskançlığının gitmesi için Allah'a dua edeceğim. İhtiyarlığın ise bir engel değil” sözleri üzerine nikâhlanmaya razı olmuştur.

CAHŞ KIZI ZEYNEB

Peygamberimizin Cahş kızı Zeyneb'le evliliği, her Müslüman tarafından inceden inceye bilinmelidir. Çünkü bu evliliğin her yönü hikmet ve ibretle dolu olup, önemine binâen de Kur’ân'da yer almıştır. Ayrıca bu evlilik, gerçekleri çarpıtarak Müslümanların zihinlerini bulandırmak isteyen İslâm düşmanları tarafından bu amaçlarına alet edilmek istendiğinden, Müslümanlarca iyi öğrenilmelidir.

Öncelikle şu husus bilinmelidir ki, bu uygulamanın tarafları saygı ve övgüye lâyık kişilerdir. Çünkü bu evlilik, İslâm devriminin teorik öğretilerinin pratik hayata geçirilen ilk uygulamasıdır. Bu evlilik ile Arap toplumundaki iki yanlış ortadan kaldırılmış ve iki tabu yıkılmıştır.

İlk olarak; Müslüman kadınların câhiliye bakış açısıyla, Müslüman da olsalar itibar etmedikleri, hor gördükleri, evlenmek istemedikleri azatlı köleler, toplum içinde hür kişilerle aynı seviyeye getirilmiştir. Yukarıda başka bir vesile ile zikrettiğimiz Bakara/221 âyeti, Müslümanlara şu tavsiyelerde bulunmakta idi:

Ve müşrik kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın. İman etmiş bir câriye –sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri de iman edinceye kadar nikâhlamayın; iman etmiş bir erkek köle –sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– müşrik bir erkekten daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar, Allah ise kendi bilgisi ile cennete ve mağfirete çağırır. O, öğüt alıp düşünürler diye insanlara âyetlerini ortaya koyar. (Bakara/221)

Ama bu âyetin önerisinin hayata geçirilmesi lâzımdı ki amaç gerçekleşsin. İşte Peygamberimiz bu amacı gerçekleştirmek için, halasının kızı olan Zeyneb'i, kölesi (evlâtlığı) Zeyd ile evlendirmek istedi. Ama Zeyneb toplumda yer etmiş tabulara göre gururuna dokunan bu işe pek sıcak bakmadı ve Peygamberimizin ısrarına rağmen bu evliliğe razı olmadı. Tam bu sırada Allah'ın emri geldi ve tartışmalar bitti:

Ve Allah ve Elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiç bir mü’min erkek ve mü’min kadın için kendi işlerinde serbestlik yoktur. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne isyan ederse o, açık bir sapıklıkla sapmıştır. (Ahzâb/36)

Emir büyük yerden gelince itaat şart oldu ve hür Zeyneb ile azatlı köle Zeyd evlendi. Böylece İslâm'ın insanları eşit kabul ettiği, İslâm toplumunda insanların hür ve köle diye ayrıma tâbi tutulamayacağı, hür bir Müslüman kadın ile Müslüman bir kölenin evlenebileceği, bu somut olayla tüm dünyaya gösterilmiş oldu.

İkinci olarak da; evlâtlıkların öz evlât olarak kabul edilmesi yanlışı ve bundan doğan neticeler ortadan kaldırıldı. Bu konuda da Yüce Allah'ın bir tavsiyesi mevcut idi:

Allah, bir er kişinin göğüs boşluğu içinde iki kalp kılmadı. Ve kendilerini annelerinize benzeterek yemin konusu yaptığınız [zıhârda bulunduğunuz] eşlerinizi de sizin anneleriniz kılmadı. Evlâtlıklarınızı da sizin öz çocuklarınız saymadı. Bu, sizin ağzınızla söylemenizdir. Allah ise hakkı söyler. Ve yol'a kılavuzlar. Onları [evlâtlıkları] babalarına nisbet ederek çağırın; bu, Allah katında daha hakkaniyetlidir. Artık, eğer babalarını bilmiyorsanız artık onlar, dinde sizin kardeşleriniz ve mevâlinizdir [sözleşmeyle yakınlık kurduklarınızdır]. Kalplerinizin kasıt göstererek yaptıkları şeyler dışında hata olarak yaptıklarınızda ise, sizin için bir günah yoktur. Ve Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (Ahzâb/4-5)

Evet, İslâm'a göre (Nisâ/23) de evlâdın eski karısının nikâhlanması caiz değildir. Ama evlâtlık, Kur’ân hükmüne göre öz evlât sayılamayacağından, evlâtlığın eski karısı, evlâdın eski karısı hükmünde değildir, dolayısıyla da bir kimsenin evlâtlığının eski karısı ile nikâhlanmasında bir sakınca yoktur. İşte Peygamberimizin Zeyneb'le evlenmesi, evlâtlıkların öz evlât gibi telâkki edilmemesi gerektiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Toplumdaki bu yanlışı ortadan kaldıran ve bu tabuyu yıkan ilk uygulama Rabbimizin talimatı ile olmuştur:

Ve hani sen, Allah'ın kendisine nimet verdiği ve senin de kendisine nimet verdiğin kişiye, “Eşini yanında tut ve Allah'a takvâlı davran!” diyordun; insanlardan çekinerek Allah'ın açığa vuracağı şeyi kendi içinde saklı tutuyordun. Oysa Allah, Kendisine haşyet duymana çok daha lâyıktı. Artık Zeyd, ondan ilişkisini kesince, Biz onu seninle evlendirdik; ki böylelikle evlâtlıklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri zaman, onlarla evlenme konusunda mü’minler üzerine bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir. Allah'ın kendisine farz kıldığı şeyde Peygamber üzerine, daha önce gelip geçen kimselerde; Allah'ın verdiği elçilik görevini tebliğ eden, O'na haşyet duyan ve Allah'tan başka kimseye haşyet duymayan kimselerde olan Allah'ın sünneti [yasası] olarak bir güçlük yoktur. Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir. Hesap görücü olarak Allah yeter. Muhammed, sizin er kişilerinizden hiç birinin babası değildir. Ancak o, Allah'ın Elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Ve Allah, her şeyi en iyi bilendir. (Ahzâb/37-40)

Görüldüğü gibi olaylar, tarafların iradeleri dışında gelişmiş olup, yaşananlar, takdir edilmiş bir kaderdir. Ama bir tabunun yıkılması ve bir yanlışın düzeltilmesi hususunda örnek olma şerefi de, Zeyd ile Zeyneb'e aittir. Ayrıca Zeyneb, Allah'ın talimatlarına itaat etmesinin ve gösterdiği özverinin dünyadaki karşılığını, Allah'ın Elçisi'ne eş ve Müslümanlara ana olmak şerefiyle almıştır.

UMM HABÎBE

Umm Habîbe, Mekke'nin amiri, bir dönem İslâm dininin ve Peygamberimizin düşmanı, Bedir ve Uhud'un baş aktörü Ebû Süfyân'ın kızıdır.

Habeşistan'a göç eden Müslümanlardan olan Umm Habîbe, kocasının Habeşistan'da Hristiyan olması sebebiyle onu terk etti. O zamanlar İslâm'ın en büyük düşmanı olan babasının yanına da dönemeyen ve Habeşistan'da yapayalnız kalan Umm Habîbe'yi Peygamberimiz Medîne'ye getirtti ve onunla evlendi. Böylece en büyük düşmanına damat oldu. Onun sayesinde kurulan akrabalık bağları, Müslümanlara gelebilecek zararları tam olarak ortadan kaldırmasa da önemli ölçüde azalttı. Mekke'nin fethinde de büyük rol oynayan bu evlilik de, İslâm'ı yayma ve destek sağlamaya yöneliktir. Aşağıdaki âyet, bu olaylardan sonra inmiştir:

Belki Allah, sizlerle onlardan kendilerine karşı düşmanlık beslemekte olduğunuz kimseler arasında bir sevgi kılar. Allah, en iyi güç yetirendir. Ve Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (Mümtehine/7)

HÂRİS KIZI MEYMÛNE

Daha önce iki kez evlenmiş olan ve ikinci kocasının ölümü sonrasında hayatını hizmetçi olarak Peygamberimize vakfetmek isteyen Meymûne, Peygamberimizin evlendiği son kadındır. Peygamberimiz, gösterdiği özveri karşılığında bu kimsesiz kadınla nikâhlanmış ve onu mü’minlere anne yaparak şereflendirmiştir.

CÜVEYRİYE

Benû Mustalık savaşı'nda kocası ölen ve ganimet taksiminde Peygamberimizin payına düşen Cüveyriye, kabile reisinin kızıdır. Esirlik ona zor gelmiş, Peygamberimiz de onu hürriyetine kavuşturmuş ve ona evlenme teklif etmiştir. Bu teklifi memnuniyetle kabul eden Cüveyriye ile Peygamberimizin evliliği, şu sonuçları doğurmuştur:

• Müslüman mücâhidler Cüveyriye'nin kabilesinden aldıkları tüm esirleri serbest bırakmışlardır.

• Peygamberimizin bu hareketi ile esirleri küçük görme tabusu yıkılmıştır.

• Cüveyriye'nin kabilesinin tümü Müslüman olmuştur.

SAFİYE

Esas adı Zeyneb olup, Hayber'de bir Yahûdi kabilesinin reisi olan Huyey'in kızıdır. Hayber savaşı'nda kocası ölen Safiye de, Cüveyriye gibi esir düşmüş ve ganimet taksiminde Peygamberimize isâbet etmiştir. Peygamberimizin câriyesi olmuş ve kendisine “ganimet payı” anlamında “Safiye” denmiştir.

Peygamberimiz onu azat edip, isterse kavmine dönebileceğini söylemesine rağmen o Peygamberimizi tercih ederek Müslüman olmuş ve mü’minlerin annesi olma şerefine ermiştir.

Bu evlilik sayesinde de, çevredeki Yahûdilerin kin ve düşmanlıkları hafiflemiştir.

MARİYA

Peygamberimiz, elçiler göndererek çevredeki hükümdarları İslâm'a davet etmekteydi. Bu davetlerden biri de Mısır hükümdarına yapılmış ve o günkü Mısır hükümdarı Peygamberimize bir jest olarak iki kız kardeşi; Mariya ile Sirin'i hediye olarak göndermişti. Sirin, Peygamberimiz tarafından şair Hasan b. Sâbit ile evlendirilmiş, Mariya'yı da Peygamberimiz nikâhlamıştır. Bu evlilikten İbrâhîm doğmuş, ama küçük yaşta ölmüştür.

Bu evlilik, İslâm dininin yayılmasında çok büyük rol oynamıştır. Bizans sınırları içerisine yapılan tüm seferlerde Mısır hep Müslümanların tarafını tutmuş; ya doğrudan desteklemiş ya da tarafsız kalarak İslâm kuvvetlerine dolaylı yardımda bulunmuştur. Mısır'ın İslâm dini ile müşerref olmasında Peygamberimizin Mariya ile evlenmesinin rolü büyük olmuştur.

NETİCE

Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı üzere Peygamberimiz, bekârlığında da, evliliğinde de iffet örneği bir kişidir. Hayatının hiç bir döneminde, kadın düşkünü olarak nitelenmeyi gerektirecek bir davranışta bulunmamış, hele şehvet, hep uzak kaldığı bir özellik olmuştur. Bazı İslâm düşmanlarının, o'nun seks manyağı olduğu yolundaki iftiraları, ancak o'nun otuz erkek gücünde olduğu yalanını uyduran sözde Müslümanların hastalıklı beyinlerinde yarattıkları hayalî kişilik için söz konusudur. Eşlerinin kimlik ve kişilikleri de yakından incelendiğinde durumun böyle olduğu daha da açıklık kazanmaktadır.

Peygamberimizin çok eşliliği; maddî, manevî, siyasî, sosyal alanlarda yardım ve destek sağlaması ve elçilik görevinde zorluk çekmemesi için o'na tanınmış bir ayrıcalık olup başkalarını ilgilendirmez; sünnet olarak başkaları tarafından tatbik ve taklit edilemez.

53. Ey iman eden kimseler! Peygamber'in evlerine sadece –vaktine bakmaksızın– yemeğe izin verilince girin. Ama çağırıldığınız vakit hemen girin. Artık yemeği yediğinizde de hemen dağılın. Söz için de beklemeyin. Şüphesiz bu (hâliniz) Peygamber–e eziyet veriyor, sonra da o, sizden utanıyor. Allah ise gerçekten utanmaz. Onlardan [onun hanımlarından] bir kazanım istediğiniz zaman da perde arkasından isteyin. Bu [böyle yapmanız], sizin kalpleriniz ve onların kalpleri için daha temizdir. Ve sizin Rasûlullah'a eziyet etmeniz ve kendisinden sonra hanımlarını da ebediyen nikâh etmeniz olacak bir şey değildir. Bu, Allah katında çok büyüktür.

54. Siz bir şeyi açığa vursanız yahut onu gizleseniz biliniz ki, şüphesiz Allah, her şeyi en iyi bilendir.

55. Onların [Peygamber eşlerinin] üzerine, babaları, oğulları, kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları ve sözleşmelerinin sahip oldukları hakkında bir günah yoktur. –Ve siz [Peygamber'in eşleri], Allah'a takvâlı davranın.– Şüphesiz Allah, her şeye en iyi tanıktır.

Bu âyet grubunda, birtakım görgü kuralları, Rasûlullah'ın ailesine karşı mü’minlerin davranış tarzı ve o'nun eşlerine yönelik özel ilkeler konu edilmektedir:

• Peygamber'in evlerine sadece –vaktine bakmaksızın– yemeğe izin verilince girilmeli; ama çağırılınca hemen girilmelidir.

• Yemek yendikten sonra hemen gidilmeli, söz-sohbet için beklenmemelidir.

• Peygamber eşlerinden bir şey istenilecek olduğunda, eve dalmadan perde arkasından istenmelidir.

• Peygamber eşlerinin; babaları, oğulları, kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları ve sözleşmelerinin sahip oldukları kişilerin eve girmelerinde bir günah yoktur.

• Aksi davranışlar Allah Elçisi'ni üzmektedir.

• Allah Elçisi'nin eşlerini nikâhlamak söz konusu değildir.

Bu âyet grubunun iniş sebebine dair şu nakiller mevcuttur:
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 8. August 2010, 10:56 PM   #6
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Rasûlullah (s.a) Zeyd'in hanımı olan Cahş kızı Zeyneb ile evlendiğinde bir ziyafet vermiş ve insanları davet etmişti. Yemeklerini yedikten sonra onlardan bir kesim Rasûlullah'ın (s.a) evinde oturup konuşmaya daldılar. Hanımı ise, yüzünü duvara doğru çevirmiş bekliyordu. Onların bu tutumları Rasûlullah'a (s.a) ağır geldi. Enes dedi ki: “Peygamber'e sohbete dalmış olanların çıkıp gittiklerini ben mi o'na, yoksa o mu bana haber verdi bilemiyorum.” (Enes devamla) dedi ki: “Peygamber gitti ve evine girdi. Ben de o'nunla birlikte girmek istedim. Benimle kendisi arasına perdeyi çekti ve hicab hükmü nâzil oldu. O topluluğa kendilerine verilen öğütler ile öğüt verdi. Azîz ve celîl olan Allah da, Ey iman edenler! Peygamber'in evlerine... girmeyin... Çünkü bu Allah'ın yanında çok büyük bir iştir buyruğu nâzil oldu.”[40]

İsmâîl ibn İshâk dedi ki: Bize Muhammed b. Ubeyd anlattı, dedi ki: Bize Muhammed b. Sevr, Ma‘mer'den naklen anlattı. Ma‘mer'in Katâde'den naklettiğine göre bir adam, “Şâyet Rasûlullah (s.a) vefat edecek olursa, Âişe ile evlenirim” demiş. Bunun üzerine, Sizin Allah'ın Rasûlü'ne eziyet vermeniz de... âyeti ile Onun zevceleri de analarıdır (Ahzâb/6) âyeti nâzil oldu.[41]

Bu âyetin sebeb-i nüzûlünün, insanlardan birisinin –ki bunun Talha ibn Ubeydillah olduğu ileri sürülmüştür–, “Şâyet Muhammed'den geri kalırsam, mutlaka Âişe ile evleneceğim” demesi olduğu ileri sürülmüştür.[42]

Hicabın nüzûl sebebini, gerek Enes'in, gerek Ömer'in (r.anhuma) hadislerine dayanarak açıklamış bulunuyoruz. Ömer (r.a), dışarı çıktığı vakit Sevde'ye –ki uzun boylu bir hanımdı–, “Seni gördük [tanıdık] ey Sevde” diyordu. Bu sözleri hicaba dair hükmün inmesini çokça arzulamasından dolayı söylüyordu. Bunun üzerine yüce Allah da hicab âyetini indirmişti. Bütün bu sebeplerin bir arada oluşu dolayısıyla âyetin inmiş olma ihtimali de uzak değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[43]

Hicab âyeti nâzil olunca babalar, oğullar ve yakın akrabalar Rasûlullah'a (s.a), “Biz de mi onlarla perde arkasından konuşacağız?” diye sordular. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[44]

Bu âyetlerden anlaşıldığına göre Allah, görgü kuralları ve temizlik kültürü henüz gelişmemiş olan o günün Araplarını eğitmeyi murad etmiştir. Kur’ân'da buna yönelik birkaç âyet vardır:

Ey iman etmiş olan kimseler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu, sizin için daha iyidir. Belki siz düşünüp anlarsınız. (Nûr/27)

Ey iman etmiş kişiler! Salâta [eğitim-öğretime, sosyal yardım çalışmasına] doğru kalktığınız zaman, hemen yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı ve iki topuğa kadar ayaklarınızı el ile silin. Ve eğer cünüb [kopuk/şehveti kabarık] iseniz temizlik üstüne temizlik yapın [cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın]. Ve eğer hasta iseniz yahut yolculukta iseniz yahut sizden birisi çukurdan [tuvaletten] gelmişse yahut kadınlarla temaslaştıysanız [cinsel ilişkiye girdiyseniz], sonra da su bulamamışsanız, hemen temiz bir toprağa yönelin. Sonra da ondan [temiz topraktan] yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat sizi temizlemek ve şükredesiniz diye üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. (Mâide/6)

Ey iman etmiş olan kimseler!! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu, sizin için daha iyidir. Belki siz düşünüp anlarsınız. Sonra da orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Ve eğer size, “Geri dönün!” denilirse, hemen dönün. Çünkü bu, sizin için daha temizdir. Ve Allah, yaptığınızı en iyi bilendir. İçinde size ait herhangi bir değerin bulunduğu oturulmayan evlere girmenizde üzerinize bir sakınca yoktur. Ve Allah, sizin açığa vurduğunuz şeyleri ve gizlediğiniz şeyleri bilir. Mü’min erkeklere, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, onların yapıp ürettiklerine haberdardır. Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Zînetlerini de –görünenler hariç– belli etmesinler. Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. Ve süslerini, kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların avretlerini [cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli etmesinler. Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca Allah'a tevbe edin! (Nûr/27-31)

56. Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'i destekliyorlar [yardım ediyorlar]. Ey iman etmiş kimseler! Siz de o'na destek olun [o'na yardım edin] ve o'nun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayın!

Bu âyette, mü’minlerin Rasûlullah'a karşı görevleri bildirilmektedir: Mü’minler de, Allah ve meleklerinin Rasûlullah'ı destekledikleri gibi o'nu destekleyip güvenliğini sağlamalıdırlar.

Çok önemli bir konu içeren bu âyet, târihî süreç içerisinde yozlaştırılmıştır. Şöyle ki:

Rivâyet olunduğuna göre o'na, “Ey Allah'ın Rasûlü! Azîz ve celîl olan Allah'ın, Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'e salât ederler buyruğu hakkında ne dersin?” diye sorulmuş, Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Bu örtülüp gizli tutulmuş ilimdendir. Şâyet siz bu hususta bana sormamış olsaydınız, bu hususu size haber vermezdim. Yüce Allah, benim için iki melek görevlendirmiştir. Bir Müslümanın yanında anılıp da o bana salât getirecek olursa, mutlaka o iki melek, ‘Allah sana mağfiret buyursun’ derler. Yüce Allah ve melekleri de bu iki meleğe cevap olarak, ‘Âmin’ derler. O iki melek, yanında adım anıldığı hâlde bana salât getirmeyen bir Müslüman için de, ‘Allah sana mağfiret etmesin’ derler. Yüce Allah ve melekleri de o iki meleğe ‘Âmin’ diye cevap verirler.”[45]

Bu âyetle ilgili “Salât” yazımız çerçevesinde yazdıklarımızı aynen naklediyoruz:
SALÂVÂT

Kur’ân'a bakıldığında görülür ki, Allah ve melekler, sadece Peygamberimize değil, mü’minlere de –karanlıklardan nûra çıkarmak için– salât etmektedirler:

O, odur ki sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye Kendisi ve melekleri sizin için gerekeni yapıyor/size destek oluyor [yusalli ‘aleykum]. Zaten O, inananlara karşı çok acıyıcıdır. (Ahzâb/43)

Bu âyet, aşağıdaki şu âyetle karşılaştırıldığında, Allah'ın salâtının nasıl ve ne demek olduğu daha iyi anlaşılır:

O, odur ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye kulu üzerine gerçeği apaçık gösteren âyetler indiriyor. Allah size karşı gerçekten çok şefkatli, çok acıyıcıdır. (Hadîd/9)

Göklerde ve yeryüzünde bulunanların, dizi dizi kuşların Allah'ı tesbîh ettiklerini görmedin mi? Hepsi kendi tesbîhini ve salâtını mutlaka bilmektedir. Allah da, onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilir. (Nûr/41)

Görüldüğü gibi Allah'ın salâvâtından, yani yardımlarından, desteklerinden biri de, “kulu üzerine gerçeği apaçık gösteren âyetler indirmesi”dir.

Ayrıca, Allah korku, açlık, mal, can ve ürün noksanlığı ile denediği zaman sabredip, kendilerine bir musibet isâbet ettiği vakit teslim olup, Muhakkak biz, Allah içiniz ve şüphesiz O'na dönücüleriz diyenlere, Rabb'lerinden rahmet ve salâvât (Bakara/157) olduğu belirtilmektedir.

Bunlardan başka yukarıda, “Peygamber'e Salât [destek]” başlığı altında mealini verdiğimiz birçok âyette de Peygamberimizin salâvâtından bahsedilmektedir.

Fakat ne acıdır ki, bütün bu âyetlere rağmen bugüne kadar Müslümanlar arasında “salâvât”ı bir tekerleme şekline sokan anlayış hâkim olmuş, bu anlayışın yarattığı istifhamlar ise düşünülüp sorgulanmamıştır. Meselâ Allah, Peygamber'i ve kulları için kime, niçin, nasıl salâvât getirecektir? Zira yaratan, yaşatan, affedecek olan, mâlik-i yevmi'd-dîn O'dur. Bütün yetkileri elinde bulunduran Allah'ın salâvât getirmesinin mantığı nedir? Yoksa, Allah ve melekler bir salâvât korosu kurmuşlar da bizi de o koroya katılmaya mı davet etmektedirler? İnsanların her gün onlarca defa getirdiği salâvâtın kime ne faydası vardır? Yüce Allah, Peygamberi'ne merhamet edecek ve o'nu affedecek ise, bizi o'nun için yalvarttırmadan doğrudan Kendisi affetse olmaz mı?

Gerçi bu soruların bazılarına kılıf hazırlanmış; salât'ın, Allah'a nisbet edildiğinde “kullarına rahmet etme”; meleklere nisbet edildiğinde “kullar için af dileme”; kullara nisbet edildiğinde “dua” anlamına geldiği söylenmiştir. Ama bunların gerçeklerle ilgisi yoktur ve sırf işin içinden çıkılamadığı için uydurulmuştur. Sonuç olarak da bu tarz hileler, meselenin daha karmaşık hâle gelmesinden başka bir işe yaramamıştır. Çünkü Bakara sûresi'nde, İşte böyleleri üzerine Rabb'lerinden salâvât [destekler, yardımlar] ve bir rahmet vardır (Bakara/157) buyurularak, rahmet ve salâvât'ın ayrı şeyler olduğu ifade edilmiştir.

O hâlde, meselenin esasından uzaklaşmamak için salât sözcüğünün hakiki anlamına dönmek ve ondan sapmamak gerekmektedir.

Ancak iş burada bitmemektedir. Çünkü salât sözcüğü gibi, سلام [selâm] ve تسليم [teslîm] sözcükleri de kültürümüze yanlış anlamla girmiştir. Dolayısıyla, ve sellimû teslîmen (Ahzâb/56) ibaresinin de açıklanıp aydınlatılma zarureti vardır. Mevcut meallerde ibareye –bazı kelime farklılıklarıyla– ve tam bir teslimiyetle selâm verin şeklinde karşılık verildiği görülür. Hâlbuki sözcüklerin gerçek manalarına göre ifadeden bu anlam çıkmamaktadır. Zira âyetteki, سلّموا [sellimû] ve تسليماً [teslîmen] sözcüklerinin kökü, س ل م [s-l-m] harflerinden oluşan ve muhtelif harekelerle de ifade edilebilen selm, silm kökleridir. Hangisi kabul edilirse edilsin bu kökler, “selâmetlik”, yani –eski tabirle– “isâbet-i mekruhtan emîn olmak” anlamını taşır.

Sellimû ve teslîmen ifadeleri ise, mezidattan “tef‘il” babından emr-i hazır ve mastardır. Bu babda anlam; “emîn kılmak, korumak, güvenlik sağlamak”tır. Meselâ, sellemehullâh ifadesi; “Allah onu korudu, onun güvenliğini sağladı” demektir. Dolayısıyla konumuz olan âyetteki ibarenin manası, “ve tam bir güvenlik sağlamak sûretiyle Peygamber'in güvenliğini sağlayın” demektir. Peygamber'in tam olarak güvenliğini sağlamak için ise, o'nun çevresindekilerin canla-başla çaba harcamaları gerekir. Yoksa Peygamber'in güvenliğinin lâfla, birtakım tekerleme şeklindeki temennilerle sağlanması mümkün değildir. Nitekim bu âyetler indiği zaman sahabe-i kiram bir köşeye çekilip, “Allahumme salli ve sellim…” dememiş, varıyla-yoğuyla, canıyla harekete geçip Allah yolunda Peygamberimize destek olmuş, o'nun güvenliğini bu şekilde sağlamışlardır.

Bu izahattan sonra konumuz olan âyetin çevirisi şöyle olmalıdır:

Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'i destekliyorlar [yardım ediyorlar]. Ey mü’minler! Siz de o'na destek olun [o'na yardım edin] ve o'nun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayın! (Ahzâb/56)

Bu âyetin yer aldığı sûrede, Peygamberimizin özel hayatı, aile hayatı, sırları, misyonu, eşlerinin konumu, görevleri ve ayrıcalıkları yer alır. Konumuz olan âyeti doğru anlayabilmek için sûrenin tamamının dikkate alınması gerekir. Sûrenin, konu ve pasaj bütünlüğü bozulmadan okunması hâlinde hem salâvât kavramı daha iyi anlaşılacak, hem de Allah'ın emri doğrultusunda destek ve güvenlik sağlama görevlerini yapmayarak Peygamber'i üzenlerin âkıbeti (57-58. âyetlerde) görülecektir.

Âyette geçen يصلّون [yusallûne] sözcüğü, fiil-i muzâri sîgasıyla vârid olduğundan, ifadeye, Allah ve meleklerin Peygamber için gerekeni, “sürekli yapıp durdukları” vurgusu katar. Dolayısıyla destek olmakla, Peygamber'in güvenliğini sağlamakla, bu işe çaba harcamakla yükümlü olan mü’minlerin, yerlerinde oturmamaları; sürekli görev başında olmaları gerekir. Peygamber bugün aramızda olmadığına göre bu görev [destek ve güvenlik sağlama görevi], toplumda salâtı ikâme eden [zihnî ve mâlî desteği oluşturup ayakta tutan] kişi ve kurumlara karşı yapılmalıdır.

Bu açıklamalardan sonra bir de, Allah'ın bizden istediği bu iken, ya ihânetten ya cehâletten ortaya atılmış olan rivâyetlere uyup, “Padişahım çok yaşa!” benzeri tekerlemeleri söyleyerek salâvât getirdiğini zannedenlerin durumuna bakmakta yarar vardır. Bize göre manzara şudur:

Allah, Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'i destekliyorlar [yardım ediyorlar]. Ey mü’minler! Siz de o'na destek olu [yardım edin] ve o'nun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayınız! buyuruyor, ama onlar; “Allahumme salli alâ muhammed ve sellim… [Ey Allahım! Muhammed'e Sen yardım et, gerekli desteği Sen yap ve o'nun güvenliğini Sen sağla]” diyorlar.

Ne büyük çelişki ve ne iğrenç küstahlık!

Hâlbuki Peygamberimize yapılacak salâtın niteliği, Kur’ân'da gâyet açık olarak belirtilmiştir:

Yine bedevilerden kimi de vardır ki, onlar, Allah'a ve âhiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklar ve Elçi'nin destekleri edinir [sayar]. Gözünüzü açın! Şüphesiz bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları yakında rahmetine girdirecektir. Şüphesiz Allah, gafûr'dur, rahîm'dir. (Tevbe/99)

Ucûbe din kapsamında “salâvât getirmek” diye adlandırılan sözler, İsrâîloğulları'nın, Ey Mûsâ! Onlar orada oldukça biz oraya asla girmeyeceğiz. Hadi sen git, Rabbinle birlikte savaşın. Biz şuracıkta oturacağız (Mâide/24) şeklindeki sözlerine benzemektedir, ki İsrâîloğulları bunun bedelini çok ağır ödediler. Bu olaylar, Kur’ân'da Mâide sûresi'nde ve Kitab-ı Mukaddes'in Sayılar, 13-14. bölümlerinde anlatılır. Müslümanlar, salât ve salâvâtı Kur’ân'daki şekliyle anladıkları takdirde, salât kapsamında olan –Enfâl sûresi'ndeki– şu görevi yerine getireceklerdir:

Ve siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin ve savaş atları hazırlayın ki, onlarla hem Allah'ın düşmanlarını, hem de kendi düşmanlarınızı, ayrıca Allah'ın bilip de sizin bilmediğiniz daha başkalarını korkutasınız. Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz hakksızlığa uğratılmayacaksınız. (Enfâl/60)

Bu sayede, bugün içinde bulunulan zilletten kurtulmak müyesser olacak, aksi hâlde târih tekerrür edip duracaktır.[46]

57. Şüphesiz Allah'a ve Elçisi'ne eziyet verenler; Allah onlara dünyada ve âhirette lânet etmiştir. Ve onlara aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır.

58. Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara yapmadıkları bir şey sebebiyle eziyet eden kimseler de kesinlikle, artık bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.

Bu âyetler, tüm insanlara bir tehdit içermektedir. Burada zikredilen eziyet, yukarıda bahsedilen görgü kurallarına uymamanın ötesinde bir şey olup, 56. âyette konu edilen, Rasûlullah'a destek verme ve güvenliğini sağlama görevini yerine getirmeyip Allah Elçisi'ni yalnız, desteksiz ve korumasız bırakmak, o'na ve yakın çevresine iftira atmak, uygulamalarına karşı çıkmaktır. “Salâvât” ile ilgili yukarıda nakledilen açıklamalardan sonra, mü’minlerin asırlardır Rasûlullah'a eziyet verip vermedikleri daha net anlaşılmaktadır.

Âyette konu edilen Allah'a eziyet, O'na eş, çocuk [oğlan-kız] ve ortak nisbet etmek ve o'nun emirlerine riâyet etmemek, onları yozlaştırmak, Allah adına yeni ilkeler ortaya koymak, Allah ile aldatmaktır. Bunlara dair yüzlerce âyet geçmiş bulunuyor.

Bu paragrafta, sadece Allah ve Elçisi'ni değil, iftiralar ile mü’minleri üzmek de yasaklanmakta ve böyleleri, Allah onlara dünyada ve âhirette lânet etmiştir. Ve onlara aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır. Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara yapmadıkları bir şey sebebiyle eziyet eden kimseler de kesinlikle, artık bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir ifadesiyle tehdit edilmektedir:

Kim de bir hata veya bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, o zaman kesinlikle bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur. (Nisâ/112)

59. Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle, üzerlerine dış giysilerinden örtsünler. Tanınıp da eziyet edilmemeleri için bu daha uygundur. Allah çok bağışlayandır ve çok merhamet edendir.

57-58. âyetlerde, Elçi'ye ve mü’minlere eziyet edenler tehdit edilmişlerdi. Bu âyette ise Peygamber'in eşlerinden, kızlarından ve mü’minlerin kadınlarından, giyimleri nedeniyle incitilecekleri bir açık vermemeleri istenmektedir:

• Üzerlerine dış giysilerinden alsınlar.

• Tanınıp da eziyet edilmemeleri için bu daha uygundur.

Yukarıda, Rasûlullah'ın eşleri ile ilgili bilgi verilmişti. Burada ise Rasûlullah'ın kızları da konu edilmiştir. Rasûlullah'ın kızları ile ilgili bilgiyi Kurtubî ve Mevdûdî'den naklediyoıruz:

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN KIZ ÇOCUKLARI

1) Fâtımatu'z-Zehra:

Annesi Hatice'dir. Kureyşliler Ka‘be'yi (yeniden) bina ettikleri sırada Peygamber Efendimiz'e, peygamberliğin verilişinden beş yıl önce dünyaya gelmiştir. Peygamber Efendimiz'in kızlarının en küçüğüdür. Ali (r.a) onunla hicretin 2. yılında Ramazan ayında evlenmiş, Zilhicce ayında da gerdeğe girmiştir.

Onunla Receb ayında evlendiği de söylenmiştir. Rasûlullah'tan (s.a) kısa bir süre sonra vefat etmiştir. Peygamber Efendimiz'e aile halkından ilk kavuşan o olmuştur. Allah ondan razı olsun.

2) Zeyneb:

Annesi Hatice'dir (r.anha). Teyzesinin oğlu Ebu'l-Asî b. er-Rabî ile evlenmiştir. Annesi Huveylid kızı Hâle, Hatice'nin kız kardeşi idi. Ebu'l-Asî'nin adı Lakît'tir. Hâşim olduğu da söylenmiştir. Huşeym'dir, denildiği gibi Miksem olduğu da söylenmiştir.

Zeyneb, Rasûlullah'ın (s.a) en büyük kızıdır. Hicretin 8. yılında vefat etmiştir. Rasûlullah (s.a), (kabrine koymak üzere) onun kabrine inmiştir.

3) Rukayye:

Annesi Hatice'dir. Peygamberlikten önce Ebû Leheb'in oğlu Utbe ile nikâhlanmıştır. Rasûlullah (s.a) peygamber olarak gönderilip üzerine de, Ebû Leheb'in iki eli kurusun (Tebbet/1) âyeti nâzil olunca, Ebû Leheb oğluna şöyle demişti: “Eğer sen o'nun kızını boşamayacak olursan, benimle senin aranda hiç bir ilişki kalmayacaktır.” Bunun üzerine Ebû Leheb'in oğlu ondan ayrıldı. Henüz onunla gerdeğe girmemişti. Annesi Hatice Müslüman olunca, o da Müslüman olmuştu. Kadınlar Peygamber Efendimiz'e biat ettikleri sırada diğer kız kardeşleriyle birlikte Rasûlullah'a (s.a) biat etmişti. Onunla Osman b. Affan evlenmiştir. Osman (r.a) onunla evlendiği sırada Kureyş hanımları şöyle diyorlardı: “Bir insanın (ya da gözbebeğinin) gördüğü en güzel iki şahıs, Rukayye ile onun kocası Osman'dır.” Rukayye, Osman ile birlikte Habeşistan'a iki defa hicrette bulunmuştur. Osman'dan bir düşük yapmış, ondan sonra da Abdullah adındaki oğlunu doğurmuştu. Osman (r.a) da İslâm'dan sonra onun adı ile künyelenmişti. 6 yaşında iken bir horoz onun yüzünü gagalamış ve bu sebepten ölmüştü. Rukayye'nin bundan sonra bir çocuğu olmamıştı. Medîne'ye hicret etmiş, Rasûlullah (s.a) Bedir'e gitmek üzere hazırlandığı sırada hastalanmıştı. Peygamber de ona bakmak üzere Osman'ı (r.a) bırakmıştı. Rasûlullah (s.a) Bedir'de iken hicretin 17. ayında vefat etmişti. Zeyd b. el-Hârise, zaferi müjdelemek üzere Bedir'den gelip Medîne'ye girdiğinde Rukayye'nin üzeri toprakla örtülüyordu. Rasûlullah (s.a) defnedilişinde hazır bulunamadı.

4) Umm Gülsüm:

Annesi Hatice'dir. Peygamberlikten önce Utbe'nin kardeşi, Ebû Leheb'in diğer oğlu Uteybe ile nikâhlanmıştı. Daha önce Rukayye hakkında belirtilen sebep dolayısı ile babası ondan boşanmasını emretmişti. Uteybe, Umm Gülsüm ile henüz gerdeğe girmemişti. Umm Gülsüm, Rasûlullah (s.a) ile birlikte Mekke'de kalmaya devam etti. Annesi Müslüman olunca o da İslâm'a girdi ve hanımlar Peygamber Efendimiz'e biat ettikleri sırada diğer kız kardeşleriyle birlikte o da Rasûlullah'a (s.a) biat etmişti. Rasûlullah (s.a) Medîne'ye hicret edince, o da Medîne'ye hicret etti. Rukayye vefat ettikten sonra Osman (r.a) onunla evlendi, böylelikle ona “Zunnûreyn” [iki nûr sahibi] adı verilmişti. Peygamber (s.a) hayatta iken hicretin 9. yılı Şa‘ban ayında vefat etti. Rasûlullah (s.a) kabri başında oturmuş, kabrine indirmek üzere Ali, el-Fadl ve Usâme inmişti. ez-Zübeyr b. Bekkar'ın naklettiğine göre; Peygamber'in (s.a) çocuklarının yaşça en büyükleri el-Kâsım'dı. Sonra Zeyneb, sonra Abdullah'tır. Ona Tayyib ve Tâhir de denilirdi. Peygamberlikten sonra dünyaya gelmiş ve küçük yaşta ölmüştü. Daha sonra Umm Gülsüm, sonra Fâtıma, sonra da Rukayye gelir. el-Kâsım Mekke'de iken vefat etmişti, ondan sonra da Abdullah ölmüştü.[47]

Bu âyetle ortaya çıkan başka bir nokta da, Hz. Peygamber'in (s.a) birçok kızının olduğu gerçeğidir. Çünkü Allah bizzat, Ey Peygamber! Eşlerine ve kızlarına emret buyurmuştur. Bu sözler, Allah'tan hiç korkmadan Hz. Peygamber'in (s.a) sadece bir kızı olduğunu iddia eden kimselerin iddiasını boşa çıkarmaktadır. Onlara göre, sadece Fâtıma Hz. Peygamber'in (s.a) asıl kızıdır. Diğerleri ise eşlerinin önceki kocalarındandır. Bu kimseler önyargıları nedeniyle öyle körleşmişlerdir ki, Hz. Peygamber'in (s.a) çocuklarını başkalarına nisbet ederek ne kadar büyük bir günah işlediklerinin ve âhirette kendilerini şiddetli bir azabın beklediğinin farkında değillerdir. Bütün sahih hadislere göre, Hz. Hatice (r.a), Hz. Peygamber'den (s.a) sadece Fâtıma'yı değil, 3 kız çocuğu daha dünyaya getirmiştir. İlk siyer yazarlarından Muhammed b. İshâk, o'nun Hz. Hatice ile evliliğine değindikten sonra şöyle der: “İbrâhîm dışında, Hz. Peygamber'in (s.a) bütün çocuklarının (Kâsım, Tâhir, Tayyib, Zeyneb, Rukiyye, Umm Gülsüm, Fâtıma) annesi Hatice'ydi.” (İbn Hişâm; c. 1, s. 202)

Ünlü neseb bilgini Hâşim b. Muhammed b. es-Sâib el-Kelbî şöyle der: “Allah'ın Rasûlü'nün kendisine peygamberlik gelmeden önce ilk doğan çocuğu Kâsım'dı, sonra Zeyneb, sonra Rukiye, daha sonra da Umm Gülsüm dünyaya geldi.” (Tabakât-ı İbn Sa‘d; c. 1, s. 133). İbn Hazm ise Cevâmi es-Siret (s. 38-39) adlı kitabında Hz. Peygamber'in (s.a), Hz. Hatice'den en büyüğü Zeyneb olmak üzere, sırasıyla Rukiye, Fâtıma ve Umm Gülsüm adlarında 4 kızının olduğunu yazar. Taberî, İbn Sa‘d, Ebû Ca‘fer Muhammed b. Habib (Kitâbu'l-Muhabber adlı kitabın yazarı) ve İbn Abdi'l-Berr (Kitâbu'l-İsti‘âb yazarı) sahih rivâyetlere dayanarak, Hz. Hatice'nin Rasûlullah'la (s.a) evlenmeden önce iki kez evlendiğini, Ebû Hâle Temimî'den Hind b. Ebû Hâle adında oğlu, Atik b. Ayis Mahzumî'den Hind adında bir kızı olduğunu söylerler.

Hz. Hatice daha sonra Hz. Peygamber ile evlenmiştir ve bütün neseb bilginleri onun Peygamberimizden yukarıda adları geçen 4 kızı dünyaya getirdiğinde ittifak etmişlerdir (bkz. Taberî c. II, s. 411; Tabakât-ı İbn Sa‘d, c. VIII, s. 14-16; Kitâbu'l-Muhabber, s. 78-79, 452; el-İsti‘âb, c. 11, s. 718). Bütün bu rivâyetler, Kur’ân'da Peygamber'in (s.a) bir değil, birden fazla kızı olduğunu bildiren ifade ile desteklenmektedir.[48]

Konumuz olan âyetin iniş sebebi hakkında şu bilgiler verilmiştir:

Arap kadınlarının açılıp saçılmak adetleri vardı. Câriyelerin yaptığı gibi yüzlerini örtmezlerdi. Bu ise, erkeklerin onlara bakmalarına ve onlar hakkında çeşitli düşüncelere kapılmalarına sebep oluyordu. Yüce Allah, Rasûlü'ne, hanımlara ihtiyaçlarını görmek üzere dışarıya çıkmak istediklerinde üzerlerine cilbablarını alarak çıkmalarını söylemesini emretti. (Evlerde) tuvaletler yapılmadan önce ihtiyaçları için meskûn olmayan yerlere giderlerdi. Verilen bu emir ile hür kadınlar ile câriyeler arasındaki fark ortaya çıkacak, hür kadınlar tesettürleriyle tanınacaklardı. Böylelikle gençler ya da yaşlılar onlara söz söylemekten uzak kalacaklardı.

Bu âyetin nüzûlünden önce, mü’min kadınlar ihtiyacını görmek için dışarı çıktıklarında bazı günahkârlar câriye olduklarını zannederek onlara laf atarlardı. Kadın sesini yükseltince, o da çeker giderdi. Mü’min erkekler durumdan Peygamber'e (s.a) şikâyette bulundular. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[49]

Âyetteki, Tanınıp da eziyet edilmemeleri için bu daha uygundur ifadesiyle kastedilen, kadınların kimliklerinin; Âişe, Fatma, vs. olduklarının bilinmesi değildir. Burada kastedilen, hür kadın olup olmadıklarının bilinmesi ve böyle tanınarak taciz ve tecavüz riskinden kurtulmalarıdır.

Bu konunun iyi anlaşılabilmesi için o günün toplum düzeninin bilinmesi gerekir.

Burada amaç, dinin henüz tamamlanmadığı o toplumda, ahlâksız kimselerin mü’min kadınları hafif meşrep kadınlarla karıştırarak taciz ve tecavüze yeltenmelerini engellemektir. Çünkü hür kadınlar olarak tanındıkları takdirde hürlük sebebiyle kötü bir davranışla karşılaşmazlar ve kimse onlara umutlanarak bakmaz. Burada maksat, kadının kim olduğunun bilinmesi değildir. Ömer (r.a) başını örten bir câriye gördüğü takdirde, elindeki asa ile ona vururdu. Böylelikle o, hür kadınların kıyafetinin gereği gibi korunmasına çalışırdı.[50]

Âyette açık ve net olarak, “cilbab”larını/ev dışı elbiselerini giyen kadınların tanınacağı, bilineceği, dolayısıyla da incitilmeyeceği söylenmektedir, ki bu durumda kadınların örtünmelerinin gerekçesi, incinmemelerini temin etmektir, yoksa daha dindar, daha namuslu ve daha takvâlı olmalarını değil.

Bu âyetin doğru anlaşılması için öncelikle “cilbab”ın ne olduğunun bilinmesi ve sonra da “cilbab” giymenin gerekçesinin, Kur’ân'da bildirilenin dışına çıkarılmaması gerekir.

Bazıları cilbab'ı, Arapların bugün “abâye” dedikleri; baştan aşağı salınan, dış giysiyi önden ve arkadan kapatan bir örtü olarak, bazıları da sadece gözleri açık bırakmak sûretiyle yüzü ve bütün vücudu tepeden tırnağa kapatan bir örtü olarak tanımlarlar. Bunlar, örtünme konusunda ifrata kaçan kesimler tarafından ortaya atılmış olup, Kur’ân ile bağdaşmayan tanımlardır. Çünkü aşağıda görüleceği gibi kılık-kıyâfet konusunu belirleyen diğer âyette (Nûr/31), örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar/salsınlar denilmektedir. Eğer cilbab, bazılarının dediği gibi baştan aşağı vücudu örten bir elbise olsaydı, o elbise göğüslerdeki yırtmaçları da kapatır ve Nûr/31'deki emre gerek kalmazdı. Soğuk, sıcak ve diğer hâricî etkilerden korunmak amacı dışında iffet gerekçesiyle üst üste iki örtünün giyilmesi anlamsız olacağına göre, “cilbab”, Kur’ân tarafından da vücudu baştan aşağı örten bir elbise olarak kabul edilmemektedir.

Cilbab, Râgıb'ın ifadesiyle, “gömlek ve örtünün adı”; İkrime'nin tarifine göre ise, “boyundan aşağı salınan, dış giysileri kapatan örtü”dür.

Bu durumda cilbab, o günün hür Arap kadınları tarafından câriyelerden ayırt edilmek için giyilen ve boyunlardan-omuzlardan aşağıyı örten, bugünkü ceket, pardösü, manto gibi bir elbise çeşididir.

Âyetten anlaşıldığına göre, cilbab [muhsanlık üniforması; pardösü, ceket] giyenler, göğüs yırtmaçlarını açabilirler ve bu açıklardan da göğüsleri, gerdanları gözükebilir. Yani “cilbab”ın, mutlaka tulum gibi göğüsleri örtecek şekilde olması gerekmez. Zaten o günün Arap kadınlarının bir kısmının gerdanları açıkta dolaştığı bilinmektedir. Hatta İslâm'ın hâkimiyetinden önce putperestlerin Ka‘be'yi çırılçıplak tavaf ettikleri, hem Kur’ân'da hem de târih kayıtlarında yer almaktadır.[51]

Nûr/31 âyetinin, Ahzâb/59. âyeti ile neshedildiğini iddia etmek ve buna dayanarak “cilbab”ın, başı da örten bir elbise olduğunu savunmak, âyetin ahkâmını göz ardı etmektir. Hele bu iddia, âyetleri birtakım yanlış inançlara uydurmaya çalışmak için yapılıyorsa korkunç bir cinâyet olur.

Sonuç olarak Ahzâb/59'un amacı, mü’min kadınların câriyelere veya fâhişelere benzetilmesini ve incitilmesini önlemek, hiç değilse tacizleri asgariye indirmektir.

60-62. Andolsun ki, eğer o münâfıklar ve kalplerinde bir hastalık olan şu kimseler ve Medîne'de ortalığı karıştıranlar, bu yaptıklarından vaz geçmezlerse, mutlaka seni onlara, onlar dışlanmış olarak musallat ederiz. Sonra, onlar, seninle orada az bir zamandan fazla komşu kalamazlar; Allah'ın önceki geçen kimseler hakkındaki sünneti [tutumu-kanunu] olarak nerede bulunurlarsa yakalanırlar ve öldürüldükçe öldürülürler. Ve sen Allah'ın sünneti için asla bir değişiklik bulmayacaksın!

Bu âyet grubunda; Allah'a, Elçisi'ne ve mü’minlere eziyet eden münâfıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar ve dedikodu yaparak ortalığı karıştıranlar tehdit edilmektedir.

Âyetteki, kalplerinde hastalık olanlar tabiri ile, “gerçek mü’min olmayan iki yüzlüler” kastedilmiştir. Aslında zikredilen niteliklerin hepsi bu gruba aittir. Bunlar, Müslümanlar arasında panik yaratmak ve onların moralini bozmak için, “Muhammed öldü, askeri bozguna uğradı” türünden yalan haberler yayıyorlardı.

Âyetteki, Bu yaptıklarından vaz geçmezlerse, mutlaka seni onlara, onlar dışlanmış olarak musallat ederiz. Sonra, onlar, seninle orada az bir zamandan fazla komşu kalamazlar; Allah'ın önceki geçen kimseler hakkındaki sünneti [tutumu-kanunu] olarak nerede bulunurlarsa yakalanırlar ve öldürüldükçe öldürülürler. Ve sen Allah'ın sünneti için asla bir değişiklik bulmayacaksın ifadesiyle, bu tip insanların mücâdele ile etkisizleştirilmesi emredilmektedir.

63-73. İnsanlar sana Sâ‘at'ten [kıyâmetin kopuş vaktinden] soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi, Allah'ın; münâfık erkekleri, münâfık kadınları, müşrik erkekleri, müşrik kadınları azap etmesi; ve Allah'ın, mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların tevbelerini kabul etmesi için ancak Allah'ın nezdindedir. Ne bilirsin belki Sâ‘at [kıyâmetin kopuş vakti] yakında olur. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”

64-66. Kesinlikle Allah kâfirlere lânet etmiş [onları dışlamış] ve içinde ebedî olarak kalmaları üzere, onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Onlar orada, bir velî ve yardımcı bulamazlar. Yüzleri ateş içinde evirilip çevrildiği gün, “Ah keşke Allah'a itaat etseydik, Elçi'ye itaat etseydik!” diyecekler.

67-68. Ve dediler ki: “Ey Rabbimiz! Şüphesiz biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle.”

73. âyet, teknik ve anlam itibariyle 63. âyetin bir parçası olduğundan beraber meallendirilmiştir. 63. ve 73. âyetler Tâ-Hâ/15'in bir tekrarı ve açılımı mahiyetindedir. 73. âyet, لِ[li] edatıyla başlar. Klâsik anlayış sahipleri, âyete ekleme ve çıkarma yapmak ya da لِ[li] edatını ihmal etmek sûretiyle anlam kazandırabilme yolunu tercih etmişlerdir.

Sonra onun yanına geldiğinde seslenildi: “Mûsâ! Ben, senin Rabbin olan Ben'im. Hemen iki nalınını çıkar, şüphesiz sen temizlenmiş vâdide, Tuva'dasın/iki kere temizlenmiş bir vâdidesin. Ve Ben seni seçtim; O hâlde vahyedilecek olan şeye kulak ver. Hiç şüphesiz ki Ben, Allah'ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikâme et. Şüphesiz ki o Sâ‘at [kıyâmet] gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın diye neredeyse gizleyeceğim.” (Tâ-Hâ/11-15)

Bizce, Mushaf tertibinde hata yapılmış, 63. âyetten hemen sonra tertip edilmesi gereken âyet, 73. sıraya yerleştirilmiştir.

Bu âyetlerde, yukarıda dünyada cezalandırılmakla tehdit edilenlere, ağır bir tehdit –ki kıyâmete yöneliktir– daha getirilmektedir. Bu âyet grubunda yer alan ilkeler şöyle sıralanabilir:

• Kıyâmetin kopma vakti, herkesin özgür iradesiyle iman ya da küfrü tercih edebilmesi için gizli tutulmuştur.

• Allah kâfirlere lânet etmiş [onları dışlamış] ve içinde ebedî olarak kalmak üzere onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır.

• Onlar orada, bir velî ve yardımcı bulamazlar.

• Yüzleri ateş içinde evirilip çevrildiği gün, “Ah keşke Allah'a itaat etseydik, Elçi'ye itaat etseydik! Ey Rabbimiz! Şüphesiz biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle” diyeceklerdir.

Âyetlerdeki, Ah keşke Allah'a itaat etseydik, Elçi'ye itaat etseydik! Ey Rabbimiz! Şüphesiz biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle ifadesinde, kötü duruma düşenlerin, önderlerini suçladıkları görülüyor. Burada, önderlerin ve büyüklerin, toplumu nasıl etkileyip yoldan çıkardıklarına dikkat çekilmekte ve insanların yanlışa karşı durmaları, önderlerini sorgulamaları istenmektedir:

Ve o küfretmiş olan kişiler, “Rabbimiz! Cinn ve insten [bildiğimiz, bilmediğimiz herkesten] bizi doğru yoldan saptıranları bize göster. Onlar en aşağıdakilerden olsunlar diye biz onları ayaklarımızın altında kılalım” dediler. (Fussilet/29)

Kötülere itaat edenlerin durumu, burada net bir şekilde ortaya konulmaktadır. Görevlerini hakkıyla yapmayanlara yönelik tehditler birçok defa tekrar edilmiştir:

Şüphesiz indirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti, Biz, kitapta insanlara apaçık gösterdikten sonra gizleyen kimseler; işte onlar; onlara Allah ve lânet ediciler lânet eder. Ancak tevbe eden ve düzeltenler ve (açık delilleri ve hidâyeti) açıkça ortaya koyanlar başkadır. İşte onlar, Ben onların tevbelerini kabul ederim. Ve Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça esirgeyenim. (Bakara/159-160)

Bu âyetlerde verilen mesaj, şu âyetlerde de verilmişti:

Sana, Sâ‘at'ten soruyorlar: “Ne zaman gelip çatacak?” De ki: “Onun bilgisi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun vaktini Kendisinden başkası açıklayamaz. Göklerde ve yerde ağır basmıştır. O size ansızın gelir.” Sanki sen onu çok iyi biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (A‘râf/187)

Sana o Sâ‘at'ten soruyorlar; onun demir atması ne zaman? Onun anılmasından sende ne var ki? Onun sonucu sadece senin Rabbine aittir. Sen ancak ona [Sâ‘at'e/kıyâmetin kopuşuna] haşyet duyan kişilerin uyarıcısısın. Sonra onlar onu [kıyâmeti] görecekleri gün, dünyada bir akşam veya kuşluğundan başka durmamış gibidirler. (Nâzi‘ât/42-46)

Ve o inkâr eden kimseler, “Bize o Sâ‘at [kıyâmetin kopuş anı] gelmeyecektir” dediler. De ki: “Evet (gelecektir). Ğaybı bilen Rabbime andolsun ki, o, iman eden ve sâlihâtı işleyen kimselere –ki işte onlar kendileri için bir mağfiret ve kerim bir rızık olanlardır– karşılıklarını vermek için size mutlaka gelecektir. O'ndan göklerde ve yerde zerre ağırlığı bir şey kaçmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa, hepsi muhakkak açık bir kitaptadır.” Ve şu, âyetlerimi de aciz bırakanlar olarak çalışanlar [mucizelerden uzak tutanlar]; işte onlar, elem verici kötü azaptan bir azap kendileri için olanlardır. (Sebe/3-5)

De ki: “O, sizi yeryüzünde dağıtıp yayandır ve siz O'na toplanıp götürüleceksiniz.” Bir de onlar, “Eğer doğru kimselerden iseniz bu söz verilen (tehdit) ne zaman?” diyorlar. De ki: “Kesinlikle bilgi [onun bilgisi], Allah'ın yanındadır. Ben ise yalnızca apaçık bir uyarıcıyım.” Artık onlar, onu yakınlaşmış görünce, inkâr edenlerin yüzleri kötüleşti. Ve, “İşte bu, çağırıp durduğunuz şeydir!” dendi. (Mülk/24-27)

Hayır, hayır… Şüphesiz, “füccâr”ın kaydı, kesinlikle, siccîn'dedir. –Ve “Siccîn”in ne olduğunu sana kim bildirdi?– O, rakamlanmış/yazılmış bir kayıttır! O gün, yalanlayanların; Karşılık Günü'nü yalanlayanların vay hâline! –Ve onu [Karşılık Günü'nü], kendisine âyetlerimiz okunduğu zaman, “Eskilerin masalları” demiş olan tüm sınırları aşan günahkârlardan başkası yalanlamaz.– Hayır, hayır… Onların kazandıkları, kalpleri üzerine pas olmuştur. Hayır, hayır… Şüphesiz onlar, o gün Rabb'lerinden kesinlikle perdelenmişlerdir. Sonra onlar, hiç şüphesiz cehenneme girecekler. Sonra da, “İşte bu, kendisini yalanlayıp durduğunuz şeydir” denilir. (Mutaffifîn/7-17)

Böylece Biz onu [Kur’ân'ı], günahkârların [suçluların] kalplerine sokarız. Bırak onları; yesinler, yararlansınlar ve emel [boş umut] onları oyalasın. Ama onlar yakında bileceklerdir. (Hicr/2 [12]-3)

Ve o gün, o zâlim kimse ellerini ısırarak, “Eyvah, keşke elçi ile beraber bir yol tutsaydım! Eyvah, keşke falancayı izdaş edinmeseydim. Hiç şüphesiz bana geldikten sonra, beni Zikir'den o saptırdı. Ve şeytan insan için bir rezil edenmiş!” der. (Furkân/27-29)

69. Ey iman etmiş kişiler! Sizler Mûsâ'ya eziyet eden kimseler gibi olmayın. İşte, Allah o'nu [Mûsâ'yı], onların [eziyet edenlerin] söylediklerinden temize çıkardı. Ve o, Allah katında mevki sahibi [değerli] biri idi.

70-71. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a takvâlı davranın ve sağlam belgeli söz söyleyin, ki O [Allah], işlerinizi lehinize düzeltsin, günahlarınızı da bağışlasın. Her kim Allah'a ve Elçisi'ne itaat ederse, artık o, gerçekten çok büyük bir kurtuluş ile kurtulmuş olur.

Bu âyet grubunda mü’minlere, Mûsâ'ya eziyet eden kimseler gibi olmamaları; Rasûlullah'ı üzmemeleri, Allah'a takvâlı davranmaları ve belgesiz söz söylememeleri yönünde direktifler verilmekte ve onlara özel vaatlerde bulunulmaktadır:

• Siz, Mûsâ'ya eziyet eden kimseler gibi olmayın.

• Allah Mûsâ'yı, eziyet edenlerin söylediklerinden temize çıkardı; o, Allah katında değerli biri idi.

• Allah'a takvâlı davranın ve sağlam belgeli söz söyleyin, ki Allah, işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın.

• Allah'a ve Elçisi'ne itaat eden kimse, gerçekten kurtuluşa erer.

Bu âyet grubunda, çevresindekiler tarafından Mûsâ'ya eziyet edildiği, ama o'nun Allah tarafından temize çıkarıldığı bildirilmektedir. Mûsâ'ya yapılan eziyetin ne olduğu burada açıklanmamıştır. Rivâyetlere göre şudur:

İbn Abbâs ve bir topluluk şöyle demiştir: Bu, Ebû Hureyre'nin (r.a) rivâyet ettiği şu hadisin muhtevasında sözü edilen husustur. Buna göre Peygamber (s.a) şöyle demiştir: “İsrâîloğulları çıplak yıkanıyorlardı. Mûsâ (a.s) ise, çokça örtünürdü ve bedenini saklardı. Bir kesim o'nun hakkında, “Onun hayaları şişkindir ve o'nun baras hastalığı vardır, yahut da o'nda bir hastalık bulunmaktadır” demişlerdi. Bir gün Mûsa Şam [Sûriye] topraklarında bulunan bir pınarda yıkanmaya gitti, elbiselerini bir taşın üzerine bıraktı. Taş elbisesi ile birlikte uçup gitti. Mûsâ çıplak olarak taşın arkasından gidiyor ve, “Ey taş, elbisemi ver; ey taş, elbisemi ver” diyordu. Nihâyet İsrâîloğulları'ndan bir topluluğun yanına kadar (bu hâlde) geldi. Ona baktıklarında bir de ne görsünler, Mûsâ aralarında yaratılışı en güzel, sûreti en mutedil birisidir. Söylediklerinin hiç biri o'nda yok. İşte şanı yüce Allah'ın, Allah o'nu dediklerinden temize çıkardı buyruğunda anlatılan budur.” Bu hadisi Buhârî ve bu manada da Müslim rivâyet etmişlerdir.

Müslim'in lafzı şöyledir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: “İsrâîloğulları çıplak olarak yıkanırlardı. Biri diğerinin avretine bakardı. Mûsâ (a.s) ise, tek başına yıkanırdı. Bunun üzerine onlar, “Allah'a andolsun ki Mûsâ'nın bizimle birlikte yıkanmasını engelleyen ancak o'nun hayalarının şişkin olmasıdır” dediler. Bir gün yıkanmaya gittiğinde elbiselerini bir taşın üzerine koymuştu. Taş elbisesiyle birlikte uçup gitti. Mûsâ (a.s) hızlıca taşın arkasından koştu ve bu arada, “Ey taş, elbisemi ver; ey taş, elbisemi ver” diyordu. Nihâyet İsrâîloğulları Mûsâ'nın (a.s) avretini gördüler ve, “Allah'a andolsun ki Mûsâ'nın herhangi bir rahatsızlığı yoktur” dediler. Nihâyet taş durdu ve böylece Mûsâ'ya bakmış oldular. Mûsâ da elbisesini aldı ve taşı dövmeye başladı.” Ebû Hureyre dedi ki: “Allah'a yemin ederim ki, taşta altı ya da yedi darbe izi var. Bunlar Mûsâ'nın taşa indirdiği darbelerin izleridir.”

İbn Abbâs'ın rivâyetine göre Ali b. Ebî Tâlib (r.a) şöyle demiştir: İsrâîloğulları Mûsâ hakkında, “O Hârûn'u öldürdü” demek sûretiyle eziyet etmişlerdi. Şöyle ki, Mûsâ ile Hârûn Tih'in ekin ekilen bir yerinden dağa doğru çıkıp gittiler. Hârûn da orada öldü. Mûsâ geldiğinde İsrâîloğulları Mûsâ'ya, “Onu sen öldürdün, çünkü o bize göre senden daha yumuşaktı ve bizi daha çok severdi” dediler. Böylelikle Mûsâ'ya eziyet ettiler. Bunun üzerine yüce Allah meleklere emretti. Melekler de Hârûn'u alıp İsrâîloğulları arasında gezdirdiler. Böylece Mûsâ'nın doğruluğunu kendilerine gösteren pek büyük bir mucize görmüş oldular. Çünkü Hârûn'da öldürüldüğüne dair hiç bir iz yoktu.[52]

Bazıları, “Bu, onların, o'na bedeninde bir kusur olduğu iftirasında bulunmaları sebebiyle yapmış oldukları eziyettir” derken, bazıları şöyle demişlerdir: “Kârûn, bir fâhişe ile plan yaptı. Buna göre kadın, İsrâîloğulları'nın yanında Mûsâ'nın kendisiyle zina ettiğini söyleyecekti. Kârûn, kavmini topladığında, Allah orada bulunan bu kadının kalbine doğru söyleme fikrini verdi ve böylece kadın, kendisine telkin edilmiş olan o şeyi söylemedi.”[53]

Kitab-ı Mukaddes'te de şu olayları görüyoruz:

Firavun'un yanından ayrılınca, kendilerini bekleyen Mûsâ'yla Hârûn'a çıkıştılar. “Rabb yaptığınızı görsün, cezanızı versin!” dediler, “Bizi Firavun'la görevlilerinin gözünde rezil ettiniz. Bizi öldürmeleri için ellerine bir kılıç verdiniz.”[54]

Mûsâ'ya, “Mısır'da mezar mı yoktu da bizi çöle ölmeye getirdin?” dediler, “Bak, Mısır'dan çıkarmakla bize ne yaptın! Mısır'dayken sana, ‘Bırak bizi, Mısırlılara kulluk edelim’ demedik mi? Çölde ölmektense Mısırlılara kulluk etsek bizim için daha iyi olurdu.”[55]

Çölde hepsi Mûsâ'yla Hârûn'a yakınmaya başladı. “Keşke Rabb bizi Mısır'dayken öldürseydi” dediler, “hiç değilse orada et kazanlarının başına oturur, doyasıya yerdik. Ama siz bütün topluluğu açlıktan öldürmek için bizi bu çöle getirdiniz.”[56]

Ama halk susamıştı. “Niçin bizi Mısır'dan çıkardın?” diye Mûsâ'ya söylendiler, “Bizi, çocuklarımızı, hayvanlarımızı susuzluktan öldürmek için mi?” Mûsâ, “Bu halka ne yapayım?” diye Rabbe feryat etti, “Neredeyse beni taşlayacaklar.”[57]

Halk çektiği sıkıntılardan ötürü yakınmaya başladı. Rabb bunu duyunca öfkelendi, aralarına ateşini göndererek ordugâhın kenarlarını yakıp yok etti. Halk Mûsâ'ya yalvardı. Mûsâ Rabbe yakarınca ateş söndü. Bu nedenle oraya Tavera adı verildi. Çünkü Rabbin gönderdiği ateş onların arasında yanmıştı. Derken, halkın arasındaki yabancılar başka yiyeceklere özlem duymaya başladılar. İsrâîlliler de yine ağlayarak, “Keşke yiyecek biraz et olsaydı!” dediler, “Mısır'da parasız yediğimiz balıkları, salatalıkları, karpuzları, pırasaları, soğanları, sarmısakları anımsıyoruz. Şimdiyse yemek yeme isteğimizi yitirdik. Bu man'dan başka hiç bir şey gördüğümüz yok.” Man, kişniş tohumuna benzerdi, görünüşü de reçine gibiydi. Halk çıkıp onu toplar, değirmende öğütür ya da havanda döverdi. Çömlekte haşlayıp pide yaparlardı. Tadı zeytinyağında pişirilmiş yiyeceklere benzerdi. Gece ordugaha çiy düşerken, man da birlikte düşerdi. Mûsâ herkesin, her ailenin çadırının önünde ağladığını duydu. Rabb buna çok öfkelendi. Mûsâ da üzüldü. Rabbe, “Kuluna neden kötü davrandın?” dedi, “Seni hoşnut etmeyen ne yaptım ki, bu halkın yükünü bana yüklüyorsun? Bütün bu halka ben mi gebe kaldım? Onları ben mi doğurdum? Öyleyse neden emzikteki çocuğu taşıyan bir dadı gibi, atalarına and içerek söz verdiğin ülkeye onları kucağımda taşımamı istiyorsun? Bütün bu halka verecek eti nereden bulayım? Bana, ‘Bize yiyecek et ver’ diye sızlanıp duruyorlar. Bu halkı tek başıma taşıyamam, bunca yükü kaldıramam. Bana böyle davranacaksan –eğer gözünde lütuf bulduysam– lütfen beni hemen öldür de kendi yıkımımı görmeyeyim.”[58]

O gece bütün topluluk yüksek sesle bağrışıp ağladı. Bütün İsrâîl halkı Mûsâ'yla Hârûn'a söylendi. Onlara, “Keşke Mısır'da ya da bu çölde ölseydik!” dediler, “Rabb neden bizi bu ülkeye götürüyor? Kılıçtan geçirilelim diye mi? Karılarımız, çocuklarımız tutsak edilecek. Mısır'a dönmek bizim için daha iyi değil mi?” Sonra birbirlerine, “Kendimize bir önder seçip Mısır'a dönelim” dediler. Bunun üzerine Mûsâ'yla Hârûn İsrâîl topluluğunun önünde yüzüstü yere kapandılar. Ülkeyi araştıranlardan Nûn oğlu Yeşu'yla Yefunne oğlu Kalev giysilerini yırttılar. Sonra bütün İsrâîl topluluğuna şöyle dediler: “İçinden geçip araştırdığımız ülke çok iyi bir ülkedir. Eğer Rabb bizden hoşnut kalırsa, süt ve bal akan o ülkeye bizi götürecek ve orayı bize verecektir. Ancak Rabbe karşı gelmeyin. Orada yaşayan halktan korkmayın. Onları ekmek yer gibi yiyip bitireceğiz. Koruyucuları onları bırakıp gitti. Ama Rabb bizimledir. Onlardan korkmayın!” Topluluk onları taşa tutmayı düşünürken, ansızın Rabbin görkemi Buluşma Çadırı'nda bütün İsrâîl halkına göründü.[59]
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 8. August 2010, 10:56 PM   #7
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Levi oğlu Kehat oğlu Yishar oğlu Korah, Ruben soyundan Eliavoğulları'ndan Datan, Aviram ve Pelet oğlu on toplulukça seçilen, tanınmış 250 İsrâîlli önderle birlikte Mûsâ'ya başkaldırdı. Hep birlikte Mûsâ'yla Hârûn'un yanına varıp, “Çok ileri gittiniz!” dediler, “Bütün topluluk, topluluğun her bireyi kutsaldır ve Rabb onların arasındadır. Öyleyse neden kendinizi Rabbin topluluğundan üstün görüyorsunuz?” Bunu duyan Mûsâ yüzüstü yere kapandı. Sonra Korah'la yandaşlarına şöyle dedi: “Sabah Rabb kimin Kendisine ait olduğunu, kimin kutsal olduğunu açıklayacak ve o kişiyi huzuruna çağıracak. Rabbin seçeceği kişiyi huzuruna çağıracak. Ey Korah ve yandaşları! Kendinize buhurdanlar alın. Yarın Rabbin huzurunda buhurdanlarınızın içine ateş, ateşin üstüne de buhur koyun. Rabbin seçeceği kişi, kutsal olan kişidir. Ey Levililer! Çok ileri gittiniz.” Mûsâ Korah'la konuşmasını şöyle sürdürdü: “Ey Levililer! Beni dinleyin! İsrâîl'in Tanrısı sizi Kendi huzuruna çıkarmak için ayırdı. Rabbin Konutu'nun hizmetini yapmanız, topluluğun önünde durmanız, onlara hizmet etmeniz için sizi İsrâîl topluluğunun arasından seçti. Sizi ve bütün Levili kardeşlerinizi huzuruna çıkardı. Bu yetmiyormuş gibi kâhinliği de mi istiyorsunuz? Ey Korah! Senin ve yandaşlarının böyle toplanması Rabbe karşı gelmektir. Hârûn kim ki, ona dil uzatıyorsunuz?” Sonra Mûsâ Eliavoğulları Datan'la Aviram'ı çağırttı. Ama onlar, “Gelmeyeceğiz” dediler, “bizi çölde öldürtmek için süt ve bal akan ülkeden çıkardın. Bu yetmiyormuş gibi başımıza geçmek istiyorsun. Bizi süt ve bal akan ülkeye götürmediğin gibi, miras olarak bize tarlalar, bağlar da vermedin. Bu adamları kör mü sanıyorsun? Hayır, gelmeyeceğiz.” Çok öfkelenen Mûsâ Rabbe, “Onların sunularını önemseme. Onlardan bir eşek bile almadım, üstelik hiç birine de hakksızlık etmedim” dedi. Sonra Korah'a, “Yarın sen ve bütün yandaşların –sen de, onlar da– Rabbin önünde bulunmak için gelin” dedi, “Hârûn da gelsin. Herkes kendi buhurdanını alıp içine buhur koysun. 250 kişi birer buhurdan alıp Rabbin önüne getirsin. Hârûn'la sen de buhurdanlarınızı getirin.” Böylece herkes buhurdanını alıp içine ateş, ateşin üstüne de buhur koydu. Sonra Mûsâ ve Hârûn'la birlikte Buluşma Çadırı'nın giriş bölümünde durdular. Korah bütün topluluğu Mûsâ'yla Hârûn'un karşısında Buluşma Çadırı'nın giriş bölümünde toplayınca, Rabbin görkemi bütün topluluğa göründü. Rabb, Mûsâ'yla Hârûn'a, “Bu topluluğun arasından ayrılın da onları bir anda yok edeyim” dedi. Mûsâ'yla Hârûn yüzüstü yere kapanarak, “Ey Tanrı! Bütün insan rûhlarının Tanrısı!” dediler, “Bir kişi günah işledi diye bütün topluluğa mı öfkeleneceksin?” Rabb Mûsâ'ya, “Topluluğa söyle, Korah'ın, Datan'ın, Aviram'ın çadırlarından uzaklaşsınlar” dedi. Mûsâ Datan'la Aviram'a gitti. İsrâîl'in ileri gelenleri o'nu izledi. Topluluğu uyararak, “Bu kötü adamların çadırlarından uzak durun!” dedi, “Onların hiç bir şeyine dokunmayın. Yoksa onların günahları yüzünden canınızdan olursunuz.” Bunun üzerine topluluk Korah, Datan ve Aviram'ın çadırlarından uzaklaştı. Datan'la Aviram çıkıp karılarıyla, küçük-büyük çocuklarıyla birlikte çadırlarının önünde durdular. Mûsâ şöyle dedi: “Bütün bunları yapmam için Rabbin beni gönderdiğini, kendiliğimden bir şey yapmadığımı şuradan anlayacaksınız: Eğer bu adamlar herkes gibi doğal bir ölümle ölür, herkesin başına gelen bir olayla karşılaşırlarsa, bilin ki beni Rabb göndermemiştir. Ama Rabb yepyeni bir olay yaratırsa, yer yarılıp onları ve onlara ait olan her şeyi yutarsa, ölüler diyarına diri diri inerlerse, bu adamların Rabbe saygısızlık ettiklerini anlayacaksınız.” Mûsâ konuşmasını bitirir bitirmez Korah, Datan ve Aviram'ın altındaki yer yarıldı. Yer yarıldı, onları, ailelerini, Korah'ın adamlarıyla mallarını yuttu. Sahip oldukları her şeyle birlikte diri diri ölüler diyarına indiler. Yer onların üzerine kapandı. Topluluğun arasından yok oldular. Çığlıklarını duyan çevredeki İsrâîlliler, “Yer bizi de yutmasın!” diyerek kaçıştılar. Rabbin gönderdiği ateş buhur sunan 250 adamı yakıp yok etti. Rabb Mûsâ'ya şöyle dedi: “Kâhin Hârûn oğlu Elazar'a buhurdanları ateşin içinden çıkarmasını, ateş korlarını az öteye dağıtmasını söyle. Çünkü buhurdanlar kutsaldır. İşledikleri günahtan ötürü öldürülen bu adamların buhurdanlarını levha hâline getirip sunağı bunlarla kapla. Buhurdanlar Rabbe sunuldukları için kutsaldır. Bunlar İsrâîlliler için bir uyarı olsun.” Böylece Kâhin Elazar, yanarak ölen adamların getirdiği tunç buhurdanları Rabbin Mûsâ aracılığıyla kendisine söylediği gibi alıp döverek sunağı kaplamak için levha hâline getirdi. Bu, İsrâîlliler'e Hârûn'un soyundan gelenlerden başka hiç kimsenin Rabbin önüne çıkıp buhur yakmaması gerektiğini anımsatacaktı. Yoksa o kişi Korah'la yandaşları gibi yok olacaktı. Ertesi gün bütün İsrâîl topluluğu Mûsâ'yla Hârûn'a söylenmeye başladı. “Rabbin halkını siz öldürdünüz” diyorlardı. Topluluk Mûsâ'yla Hârûn'a karşı toplanıp Buluşma Çadırı'na doğru yönelince, çadırı ansızın bulut kapladı ve Rabbin görkemi göründü. Mûsâ'yla Hârûn Buluşma Çadırı'nın önüne geldiler. Rabb Mûsâ'ya, “Bu topluluğun arasından ayrılın da onları birden yok edeyim” dedi. Mûsâ'yla Hârûn yüzüstü yere kapandılar. Sonra Mûsâ Hârûn'a, “Buhurdanını alıp içine sunaktan ateş koy, üstüne de buhur koy” dedi, “günahlarını bağışlatmak için hemen topluluğa git. Çünkü Rabb öfkesini yağdırdı. Öldürücü hastalık başladı.” Hârûn Mûsâ'nın dediğini yaparak buhurdanını alıp topluluğun ortasına koştu. Halkın arasında öldürücü hastalık başlamıştı. Hârûn buhur sunarak topluluğun günahını bağışlattı. O ölülerle dirilerin arasında durunca, öldürücü hastalık da dindi. Korah olayında ölenler dışında, öldürücü hastalıktan ölenlerin sayısı 14.700 kişiydi. Öldürücü hastalık dindiğinden, Hârûn Mûsâ'nın yanına, Buluşma Çadırı'nın giriş bölümüne döndü.[60]

Kur’ân'da ise İsrâîloğulları'nın Mûsâ'ya eza ettiklerine dair onlarca âyet mevcuttur. Bunların çoğu geçmiş sûrelerde zikredilmişti. Bunlardan birkaçını hatırlatıyoruz:

Hani bir zamanlar da siz, “Ey Mûsâ! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız” demiştiniz de, bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpıvermişti. (Bakara/55)

Ve hani bir zamanlar siz, “Ey Mûsâ! Biz tek yemeğe asla sabredemeyiz, artık bizim için Rabbine dua et de, bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” demiştiniz. O [Mûsâ] da size, “O üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/Mısır'a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır” demişti. Ve üzerlerine zillet ve meskenet damgalandı ve nihâyet Allah'tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş olmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir. (Bakara/61)

Kitap Ehli senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de, “Allah'ı bize açıkça göster” demişlerdi. Sonra da hakksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde o buzağıyı edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik. (Nisâ/153)

Onlar [Mûsâ'nın kavmi], “Ey Mûsâ! Onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Artık sen ve Rabbin gidin de savaşın. Şüphesiz biz burada oturanlarız” dediler. (Mâide/24)

Mûsâ'nın kavmi, o'ndan [Mûsâ'dan] sonra kendilerinin kadınlarının süs takılarından bir buzağı; böğürtüsü [çekici, aldatıcı sesi] olan bir ceset edinmişlerdi. Onun kendilerine bir söz söylemezliğini ve bir yol göstermezliğini görmediler mi? Onu edindiler ve zâlimlerden oldular. (A‘râf/148)

72. Şüphesiz Biz, emâneti [bütünlüğü, kusursuzluğu, mükemmelliği] göklere, yere ve dağlara yaydık-yaygınlaştırdık da, onlar, onu taşımaya yanaşmadılar, ondan [bütünlüğün, kusursuzluğun, mükemmelliğin alıp götürülmesinden] korktular. Ve onu insan taşıdı [ona ihânet etti]. Şüphesiz o [insan], çok zâlim ve çok câhildir.

Bu âyette tüm insanlığa, haber cümlesi ile çok önemli bir uyarı yapılmaktadır: Allah; yeri, gökleri ve dağları bir düzen, bir nizam ve intizam içinde yaratmış; onlar da bu düzenlerini bozamamışlardır. Evrendeki düzeni, çok câhil ve zâlim olduğundan insan bozmuştur.

Bu âyet de, rivâyetlerin etkisiyle maalesef gerçek anlamının ve verdiği mesajın dışına taşınarak, anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz hâle getirilmiştir. Gerekli tahlillerden önce bu konuyla ilgili nakilleri zikrediyoruz:

Tirmizî el-Hakîm Ebû Abdillah şu rivâyeti kaydetmektedir: Bize İsmâîl b. Nasr anlattı, o Sâlih b. Abdullah'tan, o Muhammed b. Yezîd b. Cevher'den, o ed-Dahhâk'tan, o da İbn Abbâs'dan rivâyetle dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: Yüce Allah, Âdem'e, “Ey Âdem!” dedi, “Şüphesiz ki Ben emâneti göklere ve yere teklif ettim. Onlar buna güç yetiremediler. Sen içindeki muhtevası ile birlikte onu yüklenir misin?” Âdem, “İçinde neler var yâ Rabbi?” dedi. Yüce Allah şöyle buyurdu: “Eğer sen bunu yüklenirsen, ecir alırsın. Buna riâyet etmezsen, azab edilirsin.” O da içindekilerle birlikte onu yüklendi. Ancak cennette sadece ilk namaz ile ikindi namazı arası kadar bir süre kaldı, sonra da şeytan onun oradan çıkmasına sebep oldu.

Buna göre emânet, yüce Allah'ın kullarına emânet olarak verdiği farzlardır. Bunların bazılarının tafsilatı hususunda görüş ayrılıkları vardır. İbn Mes‘ûd dedi ki: “Bu buyruk, emânet olarak bırakılan şeyler ve benzeri mal emânetleri hakkındadır.” Yine ondan, “Bütün farzlardır, bunların en ağırı ise, mal emânetidir” dediği de rivâyet edilmiştir.

Ubey b. Ka‘b dedi ki: “Kadına ferci [namus ve iffeti] hususunda güvenilmesi, emânetin bir kısmını teşkil eder.”

Ebu'd-Derdâ da şöyle demiştir: “Cünüblükten yıkanmak bir emânettir. Şanı yüce Allah, dininden, ondan başkası hususunda Âdemoğlu'na güven duymamıştır.” Merfû bir hadiste de şöyle denilmektedir: “Emânet namazdır; istersen ‘Namaz kıldım’ dersin, istersen ‘Namaz kılmadım’ dersin. Oruç ve cünüblükten yıkanmak da böyledir.”

Abdullah b. Amr b. el-Âs dedi ki: Yüce Allah'ın insandan ilk yarattığı şey, onun fercidir. Yüce Allah, “Bu Benim sana bıraktığım bir emânettir, sakın onu hakktan başkasına katma, karıştırma. Eğer sen onu koruyacak olursan, Ben de seni korurum” buyurdu. Buna göre ferc bir emânettir, kulak bir emânettir, göz bir emânettir, dil bir emânettir, karın bir emânettir, el bir emânettir, ayak bir emânettir. Esasen emâneti olmayanın imanı da yoktur.

es-Süddî dedi ki: Buradaki emânetten kasıt, Âdem'in oğlu Kâbil'e, diğer oğlu ve aile halkı hakkında duyduğu güvendir. Buna karşılık Kâbil'in kardeşini öldürmek sûretiyle ona hâinlik etmesidir. Çünkü yüce Allah ona, “Ey Âdem!” demişti, “Benim yeryüzünde bir Evimin olduğunu biliyor musun?” Âdem, “Hayır Allahım” demişti. Yüce Allah şöyle buyurmuştu: “Benim Mekke'de bir Evim var, ona git.” Bunun üzerine Âdem semaya, “Emânet olarak oğlumu koru” demişti, sema kabul etmemişti. Yere, “Emânet olarak oğlumu koru” demiş, yer de kabul etmemişti. Dağlara da aynı şeyi söylemiş, dağlar da kabul etmemişti. Bu sefer Kâbil'e, “Emânet olarak oğlumu koru” demiş, o da, “Olur. Git ve gel oğlunu seni memnun edecek bir şekilde bulacaksın” demiş, fakat geri döndüğünde kardeşini öldürmüş olduğunu görmüştü. İşte şanı yüce Allah'ın, Biz emâneti göklerle yere ve dağlara arzettik de onlar onu yüklenmek istemediler... âyetinde kastedilen budur.

Ma‘mer'in, el-Hasen'den rivâyet ettiğine göre emânet göklere, yere ve dağlara teklif edildiğinde onlar, “Emânette [muhtevasında] ne var?” diye sormuşlardı. Onlara, “İyilik yaparsan mükâfat görürsün, kötülük yaparsan cezalandırılırsın” denildi. Bunun üzerine onlar, “Hayır (kabul etmiyoruz)” dediler.

Mücâhid dedi ki: Yüce Allah Âdem'i yaratınca ona emâneti teklif etti, o, “Emânet nedir?” diye sordu. Yüce Allah şu cevabı verdi: “Eğer iyilikte bulunursan sana mükâfat veririm, eğer kötülük yaparsan seni azaplandırırım.” Bunun üzerine Âdem, “Ben de onu yüklendim Rabbim” diye cevap verdi.

Mücâhid dedi ki: “Onun bu emâneti yüklenmesi ile cennetten çıkartılması arasında geçen süre, sadece öğle ile ikindi namazı arası kadar idi.”

Ali b. Talha'nın, İbn Abbâs'tan rivâyet ettiğine göre o yüce Allah'ın, Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arzettik de... âyeti hakkında şöyle demiştir: “Emânet'ten kasıt farzlardır. Yüce Allah, bunu göklere, yere ve dağlara teklif etti. Eğer eksiksiz olarak emânetin gereğini yerine getirirlerse onları mükâfâtlandıracağını, onu zayi edecek olurlarsa azaplandıracağını söyledi. Bu işten hoşlanmadılar ve çekindiler, ancak bu bir masiyet kastıyla değil, gereğini yerine getiremeyecekleri korkusuyla yüce Allah'ın dinini tazim ettiklerinden böyle tavır takınmışlardı. Daha sonra yüce Allah, bu emâneti Âdem'e teklif etti, o da içindekilerle beraber kabul etti.”

en-Nehhas dedi ki: “Tefsir âlimlerinin kabul ettiği görüş budur.”

Bir diğer açıklama da şöyledir: “Âdem'in (a.s) vefatı yaklaştığında, emâneti mahlukata teklif etmesi emrolundu. O da bu emâneti almaları için teklifte bulundu, fakat çocuklarından başka kimse onu kabul etmedi.”

Yine denildiğine göre; bu emânet, yüce Allah'ın göklere, yere, dağlara ve mahlukata tevdi etmiş olduğu rubûbiyyetine dair delilleri ortaya çıkarmalarıdır. Onlar da bu delilleri açıkça ortaya koydular, ancak insan bu delilleri gizledi ve inkâr etti. Bu açıklamayı da bazı mütekellimler yapmışlardır.[61]

Bu kimsenin sözünü ettiklerinin aksini ortaya koyan rivâyetlere gelince: Bana babam –Allah'ın rahmeti üzerine olsun– anlattı, dedi ki: Bize el-Fayd b. el-Fadl el-Kûfî anlattı, dedi ki: Bize es-Serrî b. İsmâîl anlattı. es-Serrî, Âmir eş-Şa‘bî'den, o Mesruk'tan, o Abdullah b. Mes‘ûd'dan dedi ki: Yüce Allah emâneti yarattığında ona kaya gibi temsîlî bir sûret verdi. Sonra bunu dilediği bir yere bıraktı, sonra bunu yüklenmek üzere gökleri, yeri ve dağları çağırdı, onlara, “Bu emânettir, bunun (yerine getirilmesi hâlinde) sevabı, (getirilmemesi hâlinde) cezası vardır” dedi. Bunlar, “Rabbimiz!” dediler, “Bizim buna gücümüz yetmez.” İnsan ise, davet olunmadan geliverdi ve göklere, yere ve dağlara, “Sizin üstünüzde ne var?” diye sordu, onlar şöyle dediler: “Rabbimiz bizleri şunu taşımak üzere çağırdı, biz ise bundan çekindik ve buna güç yetiremedik.” Bu sefer onu eliyle hareket ettirdi ve şöyle dedi: “Allah'a yemin ederim ki, bunu taşımak istesem taşıyabilirim” deyip dizlerine varıncaya kadar o emâneti kaldırdı, sonra yerine bırakıp şöyle dedi: “Allah'a yemin ederim ki, daha da taşımak istesem daha yukarıya kaldırabilirim.” Bu sefer onlar, “Haydi taşı bakalım” dediler. Onu taşıdı ve göğüs hizasına getirinceye kadar kaldırdı, sonra onu yerine koydu. Yine, “Allah'a yemin ederim ki, daha yukarı kaldırmak isteseydim kaldırabilirdim” dedi. Onlar yine, “Haydi kaldır” dediler. O da onu kaldırdı ve omuzunun üstüne koydu. Yerine bırakmak isteyince, onlar, “Olduğun yerde dur” dediler, “çünkü bu emânettir. Bunun sevabı da vardır, cezası da vardır. Rabbimiz bize onu taşımamızı emretti, biz ondan çekindik. Sense bunu taşıman için çağırılmadığın hâlde geldin, onu taşıdın. Artık bu, kıyâmet gününe kadar senin ve senin zürriyetinden geleceklerin boynunda kalmıştır. Çünkü sen çok zâlim ve çok câhilsin.”[62]

Âyette geçen, “emânet”le ilgili pek çok görüş vardır. Kimileri, “Bu, mükellefiyettir. Buna, kusur eden kimsenin, tazminde bulunması [kusurunu telâfi etmesi] gerektiği ve hakkıyla yerine getirene de ikramda bulunmak gerektiği için, emânet denilmiştir” derken, kimileri de, emânet kişinin “lâ ilâhe illâllâh” demesidir” demişlerdir. Bu ikincisi, akıldan uzak bir görüştür. Çünkü gökler, yer ve dağlar, lisân-ı hâlleriyle zaten Allah'ın bir olduğunu, Allah'tan başka ilâh olmadığını söylemektedirler. Yine kimileri, “Bu emânet ile, uzuvlar kastedilmiştir. Meselâ göz bir emânettir, muhafaza edilmesi gerekir. Kulak da, el de, ayak da, dil de, kişinin avret mahalli de böyledir” derken; kimileri de, “marifetullah [Allah'ı bilme] ile onun kapsamına giren her şeydir” demişlerdir. Allah en iyi bilendir.[63]

Dikkat edilirse, bu nakillerde ve gelenekçi anlayışta âyette geçen emânet sözcüğü, Türkçe'deki “korunmak üzere bir yere bırakılan nesne” anlamında; arz sözcüğü de “göstermek, sunmak, teklif etmek, istem” anlamında ele alınmaktadır. Âyetin gerçek anlamını tesbit etmek için sözcüklerin tahlil edilmesi gerekir:

العرض[‘ARZ]

العرض[‘arz], tul'un [uzunluğun] karşıtı olup “en” demektir.[64] Bu sözcüğün fiil olarak anlamı, “enleştirme; yayma, yaygınlaştırma”dır.

EMÂNET

الأمانة[emânet], الأمنة [emenet], hıyânet'in karşıtıdır. Hıyânet'in aslı, “noksanlaştırmak, tefrit”tir [kusurlaştırma, zayi etmedir]. Kendine bırakılan bir şeyi noksanlaştıran kişiye, “hâin” denir.[65]

Bu tanıma göre emânet sözcüğünün esas anlamı, “bütünlük, kusursuzluk, mükemmellik”tir. “Korunmak üzere bir yere bırakılan nesne” anlamında kullanılmasının nedeni de, “tevdi edilen şeyin mükemmelliği”dir.

Konumuz olan âyetteki emânet sözcüğü, terim değil, lügat anlamıyla ele alınmalıdır. Bu durumda Allah; göklere, yeryüzüne ve dağlara mükemmelliği, kusursuzluğu, düzen ve intizamı yaymış-yaygınlaştırmıştır. Doğadaki hiç bir varlık bu mükemmelliğe ihânet etmemiş ve bunu bozmamıştır. Ama çok câhil ve çok zâlim insan bunu bozmuş, kusurlu hâle getirmiştir.

Bu âyetin mesajı, Rûm/41'de farklı bir üslup ile yer almış ve orada şu açıklamayı yapmıştık:

İnsanlar dönerler diye; kendilerinin elleriyle kazandıkları şeyler yüzünden, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırmak için karada ve denizde fesat/kargaşa ortaya çıktı. (Rûm/41)

Bu âyette, yaptıkları yanlışlar yüzünden hatalarının bir kısmının cezasını insanlara tattırmak için yeryüzünde kargaşa; bozulmalar oluştuğu bildirilerek, onlardan akıllarını başlarına almaları, yaptıkları işlerle karada ve denizde fesat çıkarmamaları/doğadaki dengeyi bozmamaları istenmektedir. İleride bu mesaj farklı bir üslup ile de gelecektir. BLOK]

Şüphesiz Biz, emâneti [bütünlüğü, kusursuzluğu, mükemmelliği] göklere, yere ve dağlara yaydık da, onlar, onu taşımaya yanaşmadılar, ondan [güvenliğin, düzenin, dengenin alıp götürülmesinden] korktular. Ve onu insan taşıdı [ona ihânet etti]. Şüphesiz o [insan], çok zâlim ve çok câhildir. (Ahzâb/72)

Ve onları yeryüzünde birçok ümmetlere ayırdık. Onlardan bir kısmı sâlihlerdi, bir kısmı da bundan aşağı idi. Ve Biz, onları dönsünler diye iyiliklerle ve kötülüklerle belâlandırdık [imtihan ettik]. (A‘râf/168)

Burada konu edilen fesat, doğal dengenin bozulmasıdır. Yani, mevsimlerin bozulması, yağışların azalması veya çoğalması, bitkilerin verimsizleşmesi, suların kirlenmesi, buna bağlı olarak suda yaşayan canlıların yok olması, atmosferin bozulması, ozon tabakasının delinmesi, yüksek radyasyonun neden olduğu kanser ve benzeri hastalıkların çoğalması… tüm bunların sonucunda da yeryüzünde sıkıntılı bir hayatın meydana gelmesidir.

Şu bir gerçek ki, hazza dayalı bir üretim ve tüketim perspektifi yüzünden insanoğlu kontrolsüz bir teknolojik gelişmeyle doğadaki dengeyi hızla bozmaktadır. Bunun sonucu olarak temiz su kaynakları, temiz hava, doğal ve sağlıklı yiyecek temini her geçen gün biraz daha zorlaşmaktadır. Bu zorlukların oluşturduğu biyolojik ve psikolojik komplikasyonların insan sağlığını ciddi bir şekilde tehdit ettiği bilimsel çalışmalarla da teyit edilmiştir. Bugün bu tehlikeli süreç bütün devletler tarafından algılanmakla beraber, olumsuz sonuçlarının giderilmesi hususunda uluslararası irade henüz yeterince güçlü değildir.

BM şemsiyesi altında yapılan ve Kloro Floro Karbon gazlarının atmosfere salınımı konusunda sınırlamalar getiren Kyoto Protokolü, ancak 2005 yılında imzalanabilmiştir. Bu ve benzer antlaşmalarla çevrenin insan ve diğer canlıların sağlığına yeniden uygun hâle getirilmesi çabalarına ağırlık verilmeli ve Allah'ın doğaya koyduğu ekolojik denge yeniden sağlanmalıdır. Aksi hâlde insanlık daha büyük felaketlerle karşılaşacak ve bu felaketler tadımlık olmayacaktır.[66]

Ekolojik denge ve bu dengenin korunmasına yönelik son zamanlarda bir hayli bilimsel çalışma yapılmakta ve birtakım tedbirler alınmaktadır. Okurların bu konuyu detaylı olarak bilimsel verilerden okumasını ve takip etmesini öneriyoruz.

Allah doğrusunu en iyi bilendir.



[1] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[2] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 391.

[3] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[4] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[5] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 118-121.

[6] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 9, s. 439-440.

[7] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[8] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[9] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[10] Taberî, Târihu't-Taberî, Mısır,1961, II, 564-5.

[11] İbnu'l-Hişâm, es-Sîretu'n-Nebeviyye, Beyrut, 1407/1987, II, 254, 255.

[12] Taberî, a.g.e., II, 566.

[13] İbn Hişâm, es-Sîretu'n-Nebeviyye, Mısır, 1375/1955, II, 214, 216, 220.

[14] Taberî, a.g.e., II, 570.

[15] Taberî, a.g.e., II, 572.

[16] İbn Hişâm, a.g.e., II, 223; Taberî, a.g.e., II, 572-3.

[17] İbn Hişâm, a.g.e., II. 224-225.

[18] İbn Hişâm, a.g.e. II. 230; Taberî, a.g.e. II 578-9.

[19] İbn Hişâm, a.g.e., II, 231-232.

[20] İbn Hişâm, a.g.e., II, 233-234.

[21] İbn Hişâm, a.g.e., III, 239; Buhârî, “Cihad”, 32; Taberî, Târih, Nşr. Muhammed Ebu'l-Fadl İbrâhîm, Beyrut II, 592.

[22] Buhârî, “Cihâd”, 32; Taberî, a.g.e., II, 592.

[23] İbn Hişâm, a.g.e., III, 240-244, 250.

[24] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[25] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[26] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[27] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[28] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[29] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[30] Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’ân.

[31] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[32] Lisân, “Htm” mad.

[33] el-Müfredât.

[34] Lisân, “Nbe” mad.

[35] Lisân, “Rsl” mad.

[36] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 9, s. 441-448.

[37] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[38] Buhârî; “Tefsîr Kitabı”, Bab: 244, No: 309.

[39] İbn Sa‘d, Tabakâtu'l-Kübrâ; c. 8, s. 62-63.

[40] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[41] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[42] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[43] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[44] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[45] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[46] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 8, s. 396-400.

[47] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[48] Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur’ân.

[49] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[50] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[51] Geniş bilgi için bkz. Kurtubî, el-Cami lil-Ahkâm-il-Kur’ân, 7/189.

[52] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[53] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[54] Çıkış, 5:20-21.

[55] Çıkış,14:11-12.

[56] Çıkış,16:2-3.

[57] Çıkış, 17:3-4.

[58] Sayılar, 11:1-15.

[59] Sayılar, 14:1-10.

[60] Sayılar, 16:1-50.

[61] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[62] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[63] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[64] Lisânu'l-Arab, “Arz” mad.

[65] Lisânu'l-Arab; Tâcu'l-Arûs; “Emn” ve “Havn” mad.

[66] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 8, s. 301-302.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 20. April 2012, 04:02 AM   #8
Hasan Akçay
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Dec 2010
Mesajlar: 811
Tesekkür: 0
155 Mesajina 223 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
Hasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud of
Standart

Alıntı:
Taner Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
52.Bundan sonra kadinlar ve bunlari baska kadinlar ile degistirmek –güzellikleri hosuna gitse bile– sana helâl olmaz. Ancak yemininin mâlik oldugu [harp esiri olup da senin himâyene verilen] baska, (onu nikâhlayabilirsin). Allah, her seyi gözetleyip denetleyendir.
Merhaba.

Altini cizdigim ifade gercegi dile getirmiyor. Dogrusu: yemininin sahip olduklari yani yemin nikahli eslerin. Muhammed nebi onlarin "sözlü nikah"ini yazili hale getirebilir. Ona verilen izin bu. Yoksa "Bundan sonra kadinlar sana helal degil" diyerek es üstüne es almayi yasaklayan Allah'in hükmünü gecersiz kilmak üzere savas esirelerini mevcut eslerinin üzerine habire es alamaz. Sonu gelmez o evlenmelerin. Ve bir adam SINIRSIZ sayida ese sahip olur.

MÂ MELEKET EYMÂN
himaye altina alinan kadinlar degil,
(sözlü?) yemin nikahli eslerdir.

Kanit:

Ahzâb 50,
Mü'minûn 6,
Me'âric 30.

Konu Hasan Akçay tarafından (19. December 2016 Saat 01:23 PM ) değiştirilmiştir.
Hasan Akçay isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 20. April 2012, 07:57 AM   #9
Hasan Akçay
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Dec 2010
Mesajlar: 811
Tesekkür: 0
155 Mesajina 223 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
Hasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud of
Standart

Lafzen
yeminlerin yönettigi demek olan
mâ meleket eymân -ما ملكت ايمان,
iki türlü insandir.

Bir:

Bizim gelenegimizdeki beslemeler gibi
bakimi üstlenilenler.

Bunlar
erkek te olabilir (fe kâtibûhum, Nûr 33)
disi de (ehlihinne, Nisâ 25)

Iki:

Yemin nikahi ile
nikahlanilan esler.

Ve bunlar
koca da olabilir
zevce de.

Yani
bir kadini yemin nikahi ile es alan adam o kadinin yemin nikahli kocasidir
ve kadin o adamin yemin nikahli hanimi.

Örnegin
Muhammed nebi
yemin nikahiyla edindigi eslerinin yemin nikahli kocasidir (Ahzâb 50)
ve o kadinlar Muhammed nebinin yemin nikahli zevceleri.

Bu, Mü’minûn 1-6’da acik ve net olarak ortaya konuyor:

1.Inananlar kurtulmustur.
2.Salâtlarinda husû halinde olanlardir onlar;
3.bos sözlerden uzak duranlar,
4.zekat icin calisanlar ve
5.apis aralarini saklayanlardir
6.ama esleri ya da yeminlerinin yönettikleri baska, onlara apis aralarini actilar diye kinanmazlar.

Dikkat edilirse Allah bu ayetlerde KADIN erkek bütün inananlardan söz ediyor.

Kurtulusa erenler KADIN erkek bütün inananlardir;
salâtlarinda husû halinde olanlar bütün inananlar,
bos sözlerden uzak duranlar bütün inananlar,
zekat isinde calisanlar bütün inananlar,
apis aralarini saklayanlar KADIN erkek bütün inananlar.

Apis aralarini
eslerine ya da yeminlerinin yönettiklerine acanlar da
KADIN erkek bütün inananlardir.

Örnegin
bir adam, apis arasini
ya yazili nikah ile aldigi karisina acabilir
ya da yemin nikahi ile aldigi karisina.

Ve bir kadin, apis arasini
ya yazili nikah ile edindigi kocasina acabilir
ya da sözlü nikah ile edindigi kocasina.

Muhammed nebi dahil, hiç bir mümin
apis arasini
karisindan baskasina acamaz;
örnegin kendi himayesindeki savas "esire"sine acamaz.

Ve inanan hicbir kadin
apis arasini
kocasindan baskasina acamaz;
örnegin kendi himayesindeki savas "esir"ine acamaz.

Ayetteki ya da ifadesine dikkat.

Kadin olsun erkek olsun bir inanir
apis arasini yalnizca 1 (bir) kisiye acabilir:
NIKAHLI esine.

Esini yazili nikahla aldiysa yalnizca ona,
yemin nikahiyla aldiysa yalnizca ona.

Abdülaziz Bayindir'in
videoya alinan bi konusmasinda dedigi gibi,
"hem ona hem ona degil... ya ona ya ona."

Konu Hasan Akçay tarafından (19. December 2016 Saat 01:09 PM ) değiştirilmiştir.
Hasan Akçay isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 19. December 2016, 05:46 AM   #10
Hasan Akçay
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Dec 2010
Mesajlar: 811
Tesekkür: 0
155 Mesajina 223 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
Hasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud of
Standart

Alıntı:
Taner Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
Bu âyette (Ahzâb 37'de, HA) evlâtlik konusunda Allah'in hükmü (yani... evlâtligin bosadigi kadinin, sözde baba kabul edilen kisi ile evlenmesinde sakinca bulunmadigi hükmü) Rasûlullah ile Zeyd ve Zeyneb'in sahsinda fiilen yürürlüge konmustur.
Türk Medeni Yasasi Madde 129'a göre
evlatlik edinenin
evlatliginin ESKi esiyle evlenmesi yasaktir.

Bir yanda sakincasizdir diyen Allah'in hükmü
öte yanda yasaktir diyen laik yasa...
Bu durumda biz müminler ne yapacagiz?

Konu Hasan Akçay tarafından (22. December 2016 Saat 03:29 AM ) değiştirilmiştir.
Hasan Akçay isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
ahzab, suresi


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 11:19 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam