hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NÜZUL SIRASINA GÖRE TEBYîNÜ'L -KUR'AN İŞTE KUR'AN ve VİDEOLARI Hakkı Yılmaz > İniş Sırası ile Sureler > 57.Lokman Suresi

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 25. April 2009, 09:50 PM   #1
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart 57.Lokman Suresi

LOKMAN SÛRESİNE GİRİŞ
GİRİŞ:



Lokman suresi Mekke’de 57. sırada inmiş olup adını 12- 19. ayetlerde geçen لقمان Lokman isminden almıştır. 27- 29. ayetlerinin Medine’de indiğine dair nakiller vardır (Süyuti; el-İtkan). Necmlerinin birbiriyle olan yakın bağına ve nüzul sebepleriyle ilgili nakillere göre surenin ayetlerinin yakın aralıklarla indiği anlaşılmaktadır.
Surede evrendeki ayetlere dikkat çekilerek tevhid, elçilik görevi ve öldükten sonra dirilme üzerinde durulmaktadır. Ayrıca Lokman’ın oğluna yaptığı öğütler üzerinden müminlere önemli bazı toplumsal ahlak kuralları öğretilmektedir.

https://youtu.be/vzntvjT8KGs Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 350. Bölüm Lokman Suresi 1. Bölüm.

https://youtu.be/BzGSX7d5wfA Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 351. Bölüm Lokman Suresi 2. Bölüm

https://youtu.be/tEsT3Hitvao Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 352. Bölüm Lokman Suresi 3. Bölüm.


MEAL:

RAHMAN RAHÎM ALLAH ADINA

1 – Elif [1], Lâm [30], Mîm [40].
2- 5 – İşte bunlar, salâtı ikame eden, zekâtı veren, âhirete de kesin olarak inananların ta kendileri olan Muhsinler [güzellik - iyilik üretenler] - Ki işte bunlar, Rableri tarafından bir hidayet üzeredirler. Ve onlar kurtuluşa erecek olanların ta kendileridir - için bir hidayet ve rahmet olmak üzere yasalar içeren o kitabın ayetleridir.
6 - İnsanlardan kimi de vardır ki, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve onu eğlence edinmek için laf eğlencesi satın alır. İşte onlar, kendileri için aşağılayıcı bir azap olanlardır.
7 – Ve ona ayetlerimiz okunduğu zaman sanki kulaklarında bir ağırlık varmış da onları işitmemiş gibi, büyüklük taslayarak sırt çevirir. İşte ona, çok acı verecek bir azabı müjdele.
8, 9 – Şüphesiz şu iman etmiş ve salihatı işlemiş olan kişiler, içinde ebedî olarak kalıcı oldukları halde, kendileri için nimet cennetleri olanlardır. Bu, Allah'ın gerçek bir vaadidir. Ve O, Aziz’dir, Hakîm’dir.
10- O [Allah], gökleri dayanak olmadan yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Yeryüzünde de, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve oralarda her dâbbehden [canlıdan] türetip yayıverdi. Ve Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her kerim çiftten bitki bitirdik.
11 - İşte bu, Allah'ın yaratmasıdır. Haydi, gösterin Bana! O'nun astlarından olan kimseler ne yaratmıştır? Aslında o zalimler, apaçık bir sapıklık içindedirler.
12- Ant olsun ki Biz, Lokman’a “Allah’a şükret!” diye hikmet [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler] verdik. -Kim şükrederse kendisi için şükreder. Kim de nankörlük ederse, şüphesiz ki Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, daima övgüye en lâyık olandır.-
13, 16- 19 - Ve hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki şirk [Allah’a ortak koşmak], kesinlikle büyük bir zulümdür. Ey oğulcuğum! Şüphesiz o [şirk, işlenen kötülük] bir hardal tanesi ağırlığında olup da bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde olsa, Allah onu getirecektir. Şüphesiz Allah en latif, hakkıyla haberdar olandır. Yavrucuğum! Salâtı ikame et, iyiliği emret, kötülükten sakındır. Sana isabet edene de sabret. Şüphesiz bunlar, işlerin kesin olanlarındandır. Ve insanlara avurdunu şişirme [suratını asma] ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphesiz ki Allah bütün övünen ve kuruntu edenleri sevmez. Ve yürüyüşünde mutedil ol, sesinden kıs. Şüphesiz seslerin en yadırgananı kesinlikle eşeklerin sesidir” demişti.
14- Ve Biz insana, anası ve babasını tavsiye ettik: - Anası onu zayıflık üstüne zayıflıkla taşıdı. Onun sütten ayrılması da iki yıl içindedir. – “Bana, anana ve babana şükret [karşılık öde]!” Dönüş, ancak Banadır.
15 - Ve eğer ki o ikisi [ana-baba] bilmediğin bir şeyi bana ortak koşman üzerinde seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Ve dünyada onlarla iyi geçin ve bana yönelen kimselerin yolunu tut. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Sonra da Ben size yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim.
20 – Allah’ın, göklerde ve yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için boyun eğdirdiğini görmediniz mi? Ve O [Allah], gizli ve açık olarak nimetlerini üzerinize yaymıştır. İnsanlardan kimi de var ki, bilgisiz, kılavuzsuz ve aydınlatıcı bir kitapsız Allah hakkında mücadele ediyor [tartışıyor].
21 - Ve onlara: “Allah'ın indirdiğine tabi olun!”dendiği zaman: “Aksine, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” dediler. Ya şeytan onları cehennemin azabına çağırıyor idiyse!
22 – Ve her kim muhsin olarak [iyilik-güzellik üreterek] yüzünü [kendini] Allah’a teslim ederse, işte o, gerçekten en sağlam kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin akıbeti yalnızca Allah’a aittir.
23 - Kim de inkâr ederse, artık onun inkârı seni üzmesin. Onların dönüşü yalnızca Bizedir. O zaman Biz onlara yaptıkları şeyleri haber vereceğiz. Gerçekten Allah, kalplerin özünü çok iyi bilendir.
24- Biz onları biraz yararlandırırız. Sonra kendilerini yoğun bir azaba doğru zorlarız.
25 – Yine ant olsun ki, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, kesin “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Allah'a hamd olsun!” Aslında onların çoğu bilmezler.
26 - Göklerde ve yerde olan şeyler sadece Allah'ındır. Şüphesiz Allah, Ğaniyy’dir [zengindir, hiçbir şeye muhtaç değildir], Hamîd’dir [daima övülmeye lâyıktır].
27- Ve eğer, şüphesiz yeryüzünde ağaçtan ne varsa kalem olsa, deniz de arkasından yedi deniz katılarak onun mürekkebi, Allah'ın sözleri tükenmezdi. Şüphe yok ki Allah Aziz’dir, Hakîm’dir.
28 - Sizin yaratılmanız ve ölümden sonra diriltilmeniz ancak bir tek kişininki gibidir. Şüphesiz Allah en iyi işiten, en iyi görendir.
29 - Görmedin mi ki, Allah geceyi gündüze sokuyor, gündüzü geceye sokuyor. Güneş ve ayı müsahhar kılmıştır [emrine boyun eğdirmiştir]. Hepsi adı belirlenmiş bir ecele akıp gidiyor. Ve şüphesiz Allah, yaptıklarınıza hakkıyla haberdardır.
30 - Bu da şundandır ki, şüphesiz Allah hakkın ta kendisidir. Ve onların, O'nun [Allah’ın] astlarından yakardıkları kesinlikle batıldır. Ve şüphesiz ki, Allah, en yücenin, en büyüğün ta kendisidir.
31- Ayetlerini size göstermek için, şüphesiz, Allah’ın nimetiyle geminin denizde kayıp gittiğini görmedin mi? Şüphesiz bunda, tüm çok sabırlı ve çok şükreden için ayetler vardır.
32- Ve gölgeler gibi bir dalga onları bürüdüğünde, O’nun için dini arındırarak Allah’a yalvarırlar. Ama ne zaman ki karaya çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı orta yolu tutar [iman küfür arasında bir yol tutar]. Ve bizim ayetlerimizi ancak, tam hain ve tam nankör bile bile inkâr eder.
33 - Ey insanlar! Rabbinize takvalı davranın. Ve babanın çocuğuna hiçbir fayda vermediği, çocuğun da babasına hiçbir şeyle fayda sağlamadığı günden ürperin. Şüphesiz Allah'ın vaadi gerçektir. O halde basit yaşam sizi aldatmasın. Ve sakın o çok aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın.
34 - Şüphesiz ki Allah, saatin [kıyametin kopuş zamanının] bilgisi yanında olandır. Ve yağmuru O yağdırır, rahimlerde olan şeyleri O bilir. Ve kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Kimse hangi yerde öleceğini de bilmez. Şüphesiz ki Allah en iyi bilendir, en iyi haberi olandı

TAHLİL:

1 – Elif [1], Lâm [30], Mîm [40].

Birçok kez ifade ettiğimiz gibi, “Hurûf-ı Mukattaa [Kesik Harfler]” diye adlandırılan bu harflerin neyi ifade ettiği henüz kesin olarak bilinmemektedir. Bir uyarı veya gelecek ayetlere dikkat çekme ünlemi olabilecekleri gibi, Kur’an’ın içyapısına ait önemli bir yapı taşı da olabilirler. Ayrıca Kur’an indiği dönemde henüz rakamların icat edilmemiş olduğu ve rakam yerine EBCD harflerinin kullanılmakta olduğu dikkate alındığında, bu harflerin belirli sayıları ifade ediyor olması da mümkündür. Böyle olduğu takdirde söz konusu sayıların matematiksel olarak neyi ifade ettikleri de henüz bilinmemektedir. İleriki dönemlerde yapılacak çalışmalar sonucunda bu harflerin işaret ettiği anlamların doğru şekilde tevil edilebileceği kanaatindeyiz.
Ebced hesabına göre surenin başındaki harflerin sayı değerleri şöyledir.

ا Elif: 1
لLam: 30
مMim:40

2- 5 – İşte bunlar, salâtı ikame eden, zekâtı veren, âhirete de kesin olarak inananların ta kendileri olan muhsinler [güzellik - iyilik üretenler] - Ki işte bunlar, Rableri tarafından bir hidayet üzeredirler. Ve onlar kurtuluşa erecek olanların ta kendileridir - için bir hidayet ve rahmet olmak üzere yasalar içeren o kitabın ayetleridir.

Bu ayet gurubunda, Kur’an ile muhsinler [güzellik - iyilik üretenler] bir arada övülmüştür. Kur’an’ın muhsinler için rahmet, kılavuz olduğu bildirilirken, muhsinlerin de “salâtı ikame eden, zekâtı veren, âhirete de kesin olarak inananların ta kendileri” oldukları ifade edilmiştir.

Ve din bakımından, iyilik-güzellik üreten biri olarak, yüzünü [kendisini] Allah’a teslim eden ve hanifçe, İbrahim'in dinine tâbi olan kimseden daha iyi-güzel kim olabilir? Ve Allah, İbrahim'i “Halil [izdaş]” kabul etti. (Nisa/125)

Hatırlanacağı üzere, bir önceki sure olan Saffat/80, 105, 110, 121 ve 131’de “Şüphesiz Biz, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] işte onun gibi karşılıklandırırız/ödüllendiririz” denilerek “muhsin”lere vurgu yapılmıştı.
Kur’an herkes için bir kılavuz ve rahmet olduğu halde, bu ayetlerde onun muhsinler için bir hidayet ve rahmet olmak üzere gönderildiği bildirilmektedir. Burada işaret edilmekte olan ince nokta, muhsinlerin Kur’an’ın kılavuzluğundan ve rahmetinden kesinkes yararlanıyor olmaları, müfsitlerin ise Kur’an’dan uzak durmaları sonucu onun bu özelliklerinden yararlanamamış olmalarıdır.
Lokman suresinin başlangıç bölümü ile Bakara suresinin başlangıç bölümü arasında büyük bir benzerlik bulunmaktadır. Lokman Suresi’nin başında geçen “ المحسنين muhsinler” ifadesi, Bakara suresinde “ المتّقين müttakiler” olarak verilmiştir. Bundan her iki sözcüğün de işlevsel olarak yakın anlamda olduğu anlaşılmaktadır.

Elif, Lâm, Mîm.
İşte bu kitap; kendisinde kuşku yoktur, gaybde iman eden, salâtı ikame eden, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak eden, sana indirilene ve senden önce indirilene iman eden müttakiler -ki bunlar, ahirete de kesinlikle inanırlar- için bir kılavuzdur.
İşte bunlar, Rabblerinden bir kılavuz üzerindedirler ve işte bunlar işte felaha erenlerin [kurtulanların- kazançlı çıkanların] ta kendileridir. (Bakara/1- 5)

Konumuz olan pasajda “salâtı ikame eden, zekâtı veren, âhirete de kesin olarak inananlar” ifadesiyle tanımlanan “Muhsin”lerin sadece bu üç niteliği taşıyan kimseler oldukları düşünülmemelidir. Muhsin; Rabbimizin tüm emir ve yasaklarına duyarlı davranan, sürekli iyilik güzellik üreten, kötüleri iyileştiren, çirkinlikleri güzelleştiren kimselerdir. Bir bakıma, Rabbimizin emir ve yasaklarının tümünü bu ayette konu edilen “salâtı ikame etmek”, “zekât vermek” ve “ahirete kesin olarak inanmak” başlıkları altında toplamak mümkündür.

“المحسنين Muhsinler” ifadesiyle gerçek müminler bir taraftan övülmekte, bir taraftan da uyarılmaktadırlar. Kur’an’da muhsinlerin övüldüğü, onlara ödüller ve Allah’ın sevgisi vaat edildiği birçok ayet vardır:

Hayır, aksine kim iyi davranan olarak yüzünü Allah’a teslim ederse, işte onun Rabbi katında ecri vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de. (Baka*ra/112)

Ve Allah yolunda bağış yapın, ellerinizi [kendinizi] tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin-güzelleştirin. Şüphesiz Allah, iyileştirenleri- güzelleştirenleri sever. (Bakara/195)

Artık demiş oldukları şeyler sebebiyle Allah onlara içlerinde sürekli kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler vermiştir. İşte bu, Muhsinlerin [iyilik- güzellik üretenlerin] karşılığıdır. (Maide/85)

Ve düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. O'na, ürpererek ve rahmetini umarak dua edin. Muhakkak ki Allah'ın rahmeti, muhsinlere [iyileştirenlere-güzelleştirenlere] çok yakındır. (A'raf/ 56)

Şüphesiz ki Allah, takvalı davranan kişiler ve kendilerini iyileştiren/güzelleştiren kişiler ile birliktedir. (Nahl/128)

Onların etleri ve kanları kesinlikle Allah'a ulaşmayacaktır. Ancak O'na sizden takva ulaşır. Size kılavuzluk ettiği üzere Allah’ı büyükleyesiniz diye onları size boyun eğdirdi. Ve Muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] müjdele. (Hacc/37)

Ve Biz, Bizim yolumuzda gayret gösterenleri, elbette Kendi yollarımıza kılavuzlayacağız. Ve şüphesiz Allah muhsinlerle [iyilik-güzellik üretenlerle] beraberdir. (Ankebut/69)

Şüphesiz takva sahipleri Rablerinin kendilerine verdiği şeyleri almış olarak cennet bahçelerinde ve pınarlardadırlar. Şüphesiz onlar bundan önce Muhsinler [iyilik güzellik üretenler] idiler.
Onlar geceleyin pek az uyurlardı, seherlerde onlar bağışlanma dilerlerdi ve onların mallarında isteyen ve mahrumlar için bir hak vardı. (Zâriyat/16- 19)

Konumuz olan pasajda “ الحكيم Hakîm” olarak nitelenen “Kitap” Kur’an’dır. Kur’an’ın “Hakîm” oluşu daha evvel Ya Sin suresinde de yer almıştı:

Babaları uyarılmamış, bu yüzden de kendileri gafil [duyarsız] bir kavmi kendisiyle uyarasın diye Aziz [çok güçlü], Rahîm’in [çok merhametlinin] indirdiği Hakîm [çok hikmetli] Kur’an’a ant olsun ki, sen, o gönderilenlerdensin [elçilerdensin], hiç şüphesiz sen dosdoğru bir yol üzerinesin.

“Hakîm” sözcüğü, dilbilgisi bakımından mübalâğa kalıbında bir ism-i faildir. Esas anlamı “çok yasa koyan” demektir. Bu anlamıyla aynı zamanda Rabbimizin de sıfatlarından biridir.
“Hakîm” sözcüğü burada ism-i mef’ul olarak “yasalaştırılmış, çok yasa içeren” anlamını ifade etmektedir. Bu anlam “muhkem” sözcüğünün tam karşılığıdır.

Kur’an’ın ‘Hakîm’ olarak nitelenmesi Ya Sin/2’nin tahlilinde (Tebyînü’l-Kur’an; c:3, s: 261-264) ele alındığından, ilgili bölümün oradan okunmasını öneriyoruz.

6 - İnsanlardan kimi de vardır ki, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve onu eğlence edinmek için laf eğlencesi satın alır. İşte onlar, kendileri için aşağılayıcı bir azap olanlardır.
7 – Ve ona ayetlerimiz okunduğu zaman sanki kulaklarında bir ağırlık varmış da onları işitmemiş gibi, büyüklük taslayarak sırt çevirir. İşte ona, çok acı verecek bir azabı müjdele.

Bu ayetlerde “cahil, inatçı ve kibirli müşrik” tipi sergilenmektedir. Türünün bir örneği olan müşrik kişi, “bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve onu eğlence edinmek için laf eğlencesi satın almakta”dır. Allah bunların sonunun ne olacağını, alaylı bir üslup ile “İşte ona çok acı verecek bir azabı müjdele” ifadesiyle bildirmektedir.
Ayette geçen “bilgisizce” ifadesini basit cehalet olarak anlamak yeterli değildir. Ayetin devamındaki “boş laf satın alır” ifadesine göre, “bilgisizce” ortaya konan iş, bilinçli, teşkilatlı ve programlı bir şekilde yapılmaktadır. Ayetten anlaşıldığına göre, tipi karakterize edilen kişi masallarla, şarkılarla, asılsız hikâyelerle halkı kendisine bağlayıp oyalayarak ilahî vahiyleri alaya almak istemektedir. Niyeti Kur'an davetini alaya almak, maskara etmek ve gülünç duruma düşürmektir. Kafasında Allah'ın diniyle savaşmak üzere bir taktik geliştirmiştir. Bu taktiğe göre, Rasulüllah Allah'ın vahiylerini halka tebliğ etmeye başlar başlamaz, bir tarafta büyüleyici, tatlı sesli bir genç kız müzik konseriyle marifetini gösterecek, diğer tarafta da tatlı dilli bir hikâyeci İran hikâyeleri ve masalları anlatarak ilgiyi üzerine toplayacaktır. Böylece halk “Allah”, “ahlâk” ve “ahiret” hakkında herhangi bir şey dinleyebilecek bir durumda olmayacaktır.
Nitekim “Esbab-ı Nüzul” nakilleri bunu doğrulamaktadır:

Denildiğine göre, ayet-i kerime Nadr b. el-Hâris hakkında nazil olmuş*tur. Çünkü o Rüstem ve İsfendiyar gibi kimselere ait Acem [İranlı]ların kitaplarını satın almıştı. Nadr Mekke'de oturur, Kureyşliler “Muhammed böyle dedi” dediklerinde buna güler ve onlara Pers hükümdarlarının ba*şından geçen olayları anlatır ve şöyle dermiş: “Benim bu anlattıklarım Muhammed'in sözlerinden daha güzeldir.”
Bunları el-Ferra, el-Kelbî ve başkaları nak*letmiştir.
Bir diğer açıklamaya göre; Nadr şarkıcı cariyeler satın alır ve müslüman olmak isteyen bir kişiyi buldu mu mutlaka bu şarkıcı cariye ile birlik*te o kimsenin yanına gider ve ona “Yedir, içir ve şarkı söyle!” derdi. Sonra da şunları söylerdi: “İşte bu, Muhammed'in seni kendisine davet ettiği namazdan, oruçtan ve onun önünde fedakârlık edip çarpışmandan daha iyidir.” (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

7. ayette “kibir” denen illetin insanı ne hale getirdiği anlatılmaktadır. Bu zihinsel hastalık duyuları devre dışı bıraktırmakta, insana sağduyusunu kaybettirmektedir. Böyle birisinin de bunca ayetler karşısında aklederek gerçeği bulması söz konusu olmamaktadır. Kibirlerine mağlup olmuş bu tür kimselerin durumu Mümin suresinde de konu edilmiştir.

Şüphesiz ayetlerimiz size okunurdu da, buna karşı siz kibirlenerek ve geceleyin hezeyanlar savururarak arkanızı dönüp gidiyordunuz. (Mü’minun/66, 67)

Müşriklerin kibirden kaynaklanan durumları başka ayetlere de sergilenmiştir:

Dediler ki: “Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalplerimiz bir örtü/ zırh içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda bir perde vardır. Artık sen, [yapabileceğini] yap, biz de gerçekten yapıyoruz.” (Fussılet/5)

Onlardan sana kulak verenler vardır; oysa biz, onu kavrayıp anlamalarına; kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, bütün ayetleri görseler de ona inanmazlar. Öyle ki, o inkâr edenler, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek: 'Bu, öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey değildir' derler.” (En'âm/25)

Müminler ise kibirden kaçınıp yapılan davete alçakgönüllülükle uymaktadırlar:

Ve tağuta, kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelen kimseler; kendileri için müjde olanlardır. Haydi, müjdele, sözü dinleyip de en güzeline uyan kullarımı! İşte onlar, Allah'ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir. Ve işte onlar kavrama yeteneği [temiz akıl sahibi] olanların ta kendileridir. (Zümer/17, 18)

Kibirden kaynaklanan bir düşmanlıkla İslam mesajını engellemeye çalışmak sadece Nadr b. Haris'in değil, tüm İslam düşmanlarının genel stratejisidir.

Ve inkâr eden kimseler: “Bu Kur'ân-ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki üstün gelirsiniz” dediler. (Fussılet/26)

8, 9 – Şüphesiz şu iman etmiş ve salihatı işlemiş olan kişiler, içinde ebedî olarak kalıcı oldukları halde, kendileri için nimet cennetleri olanlardır. Bu, Allah'ın gerçek bir vaadidir. Ve O, Azîz’dir, Hakîm’dir.

6 ve7. ayetlerde kâfirlerin kınanmalarına karşılık, bu ayetlerde de inanıp salihatı işleyen müminler övülmekte ve onlar için hazırlanan güzel karşılık müjde edilmektedir.
Ayetlerden anlaşılan bir başka husus da, Kur’an’ın tanımladığı çerçevede iman etmenin ve salihatı işlemenin birbirine bağlı iki paralel olgu olduğudur. “Salihatı işlemek” ifadesiyle neyin kast edildiğini, önemine binaen bir kez daha hatırlatmakta yarar görüyoruz:

SÂLİHÂTI İŞLEMEK: “عملواالصّلحات – [amilu’s-sâlihât] sâlihâtı işleyenler” olarak çevirdiğimiz ifade kalıbı Kur’ân'da toplam 62 âyette yer almıştır. Bu kalıbın pek çok meal ve tefsirde olduğu gibi “salih amel işleyenler” şeklinde çevrilmesi isabetli değildir.
“اصلاح - Islâh” sözcüğünden türemiş olan “sâlihât” düzeltmek demektir. “Sâlihâtı işlemek” ise bozuk olan şeyi düzeltmek, düzelticilik yapmak, düzeltmeye yönelik işler yapmak anlamlarına gelir.

Kur’ân'daki bu hususlar dikkate alınarak “sâlihât” konusunda şunları söylemek mümkündür: Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek sâlihâtı işlemek değildir. Ama öğüt verme yolu ile namaz kılmayanı namaz kılar hale getirmek, zekât vermeyeni zekât verir hale getirmek, oruç tutmayanı da oruç tutar hale getirmek, sâlihâtı işlemektir. Bu kavramı toplumsal boyuta taşıdığımızda, bulunduğumuz zaman ve zeminde adlî, idarî, siyasî, iktisadî ve benzeri alanlarda her türlü
bozukluğun düzeltilmesi için gösterilecek her türlü çaba, yapılacak uygulama “sâlihâtı işlemek” anlamına gelmektedir.
Bu konunun detayı için Asr Suresi’nin tahlilinin (Tebyînü’l-Kur’an; c:2, s:261, 262) yeniden okunmasını öneriyoruz.
Konumuz olan ayette dikkati çeken bir diğer husus da “cennet nimetleri” yerine “nimet cennetleri” ifadesinin kullanılmış olmasıdır. Bu ifade ile cennetlerin müminlerin kendi malları olduğu, nimetleri kendi mülklerinden elde ettikleri, başkasının mülkündeki nimetlerden istifade etmiş olmadıkları, olmayacakları açıklanmaktadır.
Ayetteki “Bu, Allah'ın gerçek bir vaadidir” ifadesi vaat edilenlerin mutlaka gerçekleşeceğini; daha sonra gelen “Ve O, Aziz’dir, Hakîm’dir” ifadesi de bu va’di gerçekleştirirken hiç kimsenin Allah’a engel olmayacağını bildirmektedir.

Şüphesiz, “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra dosdoğru olanlar; onların üzerine, melekler sürekli iner; “Korkmayın, üzülmeyin. Size vaat edilen cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında ve âhirette sizin Yakınlarınızız. Cennette, Gafûr ve Rahîm Allah’tan bir ikram olarak sizin için nefislerinizin arzuladığı her şey var. Orada istediğiniz şeyler de sizin içindir. (Fussılet/30- 32)

10- O [Allah], gökleri dayanak olmadan yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Yeryüzünde de, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve oralarda her dâbbehden [canlıdan] türetip yayıverdi. Ve Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her kerim çiftten bitki bitirdik.
11 - İşte bu, Allah'ın yaratmasıdır. Haydi, gösterin Bana! O'nun astlarından olan kimseler ne yaratmıştır? Aslında o zalimler, apaçık bir sapıklık içindedirler.

Rabbimizin “Aziz” ve “Hakim” olduğunun vurgulandığı 9. ayetten sonra bu ayette de O’nun bu iki sıfatının evrendeki yansımaları, göklerdeki ve yeryüzündeki sayısız mucizelerini açıklanmıştır: “O [Allah], gökleri dayanak olmadan yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Yeryüzünde de, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve oralarda her dâbbehden [canlıdan] türetip yayıverdi. Ve Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her kerim çiftten bitki bitirdik.”
11. ayette ise “Haydi, gösterin Bana! O'nun astlarından olan kimseler ne yaratmıştır?” denilerek müşriklerce olağanüstü güçleri olduğuna inanılan kişi ve nesnelerin hiçbir şey yaratamadıkları, dolayısıyla onları ilah ve rabb olarak kabul etmenin çok anlamsız olduğu beyan edilmektedir. Böylece aklın başa toplanarak sahte ilahların terk edilmesi gerektiği yönünde müşriklere açık ve sert bir uyarı yapılmaktadır.

De ki: “Allah'ın astlarından yanlış inandığınız kimselere yakarın. Onlar, göklerde ve yeryüzünde zerre ağırlığına malik olmazlar. Onlar için bu ikisinde [gökler ve yeryüzünde] herhangi bir ortaklık yoktur. O’nun için onlardan bir yardımcı da yoktur.”
O’nun nezdinde şefaat, sadece O’nun izin verdiği kimseye fayda verir. Nihayet kalplerinden dehşet giderildiği zaman: "Rabbiniz ne dedi?" derler. Onlar: "Hakkı” derler. Ve O, çok yücedir, çok büyüktür. (Sebe’/22, 23)

Biz gökleri, yeryüzünü i ve ikisi arasındakileri ancak “hakk” ile ve “adı konmuş bir süre” ile yarattık. Şu inkâr eden kimseler ise uyarıldıkları şeylerden/uyarılmaktan yüz çevirenlerdir.
De ki: “Allah’ın astlarından yakardığınız şeyleri gördünüz mü? Onlar, yeryüzünden neyi yaratmışlar bana gösterin. Yoksa onların göklerde bir ortaklıkları mı var? Eğer siz doğru kimseler iseniz bana bundan [Kur'an’dan] önce bir kitap veya ilimden bir eser [kalıntı] getirin.” (Ahkaf/3, 4)

Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi ona iyi kulak verin: Sizin Allah’ın astlarından şu yakardıklarınız bir araya gelseler, bir sineği bile asla yaratamazlar. Ve sinek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar. İsteyen ve istenen güçsüzdür. (Hacc/73):

10. ayetteki “ ترونهاterevneha” ifadesinin cümledeki öğelik konumunu itibariyle ayetten iki anlam çıkarmak mümkün olmaktadır:

* O [Allah], gökleri dayanak olmadan yaratmıştır, bunu görmektesiniz.
* O [Allah], gökleri sizin göreceğiniz dayanak olmadan yaratmıştır.

İkinci alternatife göre ifadeyi biraz daha açarsak “Aslında dayanaklar var, ama siz onları göremiyorsunuz” anlamı takdir edilebilir.
Gerçekten de Dünya, Güneş, Ay ve diğer ge*zegenler arasında var olan çekim gücü, evrendeki gök cisimlerinin boşlukta durmasını sağlayan bir dayanak işlevini görmektedir. Ne var ki, ilk kez Isaac Newton tarafından “Çekim Yasası” olarak formüle edilen bu çekim gücü gözle görülememekte, ancak teknik gözlemlerle elde edilen verilerin kullanıldığı teorik hesaplamalardan anlaşılmaktadır.

Allah, gökleri görüp durduğunu direkler olmadan yükselten Zat’dır. Sonra O, arş üzerine istiva etti. Güneşe ve aya boyun eğdirdi. –Hepsi adı konmuş bie ecele akıp gidiyor. O, işi, Rabbinize kavuşacağınıuz güne kani olursunuz diye ayetleri detaylandırarak yönetir. (Ra’d/2)

Konuyla ilgili olarak Kur’an Araştırma Gurubu tarafından hazırlanan bir yazıyı aşağıda naklediyoruz:

DİREKSİZ YÜKSELMİŞ GÖKYÜZÜ

“Allah, şu gördüğünüz gökleri direksiz yükseltendir. …” (Ra’d/2)
Kuran'ın Peygamberimiz dönemindeki bilgi seviyesiyle söylenmesi mümkün olmayan bilimsel gerçekleri söylemesi, onun mucizevî yönlerinden birisidir. Bu kitabımızda bu mucizeleri göstermeye çalışırken, daha çok son yüzyılda veya son yüzyıllarda anlaşılabilen bilimsel gerçeklerin 1400 küsür yıl önce söylendiğine yer verdik. Peygamberimiz dönemindeki araştırmalarla, gözlemlerle bilinmesi imkânsız olan bilgilerden biri de yukarıdaki ayette geçen ifadedir. Fakat bu gerçek diğer başlıklarımızdaki konular gibi son asırlarda keşfedilen bir olgu değildir. İnsanlar çok uzun zaman önce gökyüzünün direkler üzerinde yükselmediğini öğrendiler. Fakat Kuran'ın indiği dönemde, toplumun böyle bir ortak kanaati yoktu. Kuran'ın indiği dönemden sonra bile gökyüzünün Dünya'nın iki ucundaki dağlara yaslandığı fikrine inananlar vardı.
Örneğin Yeni Amerikan İncili'nin eski baskılarından birinde gökyüzü tersine çevrilmiş bir tasa benzetilmektedir ve gökyüzü direklerle ayakta durmaktadır (Bakınız: The New American Bible, St Joseph's Medium Size Edition, sayfa 45). İbni Abbas [ölümü Hicri 68 / Miladi 687], Mücahid [ölümü Hicri 100 / Miladi 718], İkrime [ölümü Hicri 115 / Miladi 733] gökyüzünü ayakta tutan direklerin [dağların] varlığına inanıyorlardı. Bu şahıslar, Kuran'ın ayetinin sadece görünen kısmı belirttiğini, görünmeyen alanda gökleri ayakta tutan direklerin var olduğunu savundular. Gökyüzünün Dünya'nın ucundaki dağlara yaslandığı fikrini tarihte Babilliler gibi savunan topluluklar oldu. Peygamberimiz'in yaşadığı dönemde insanlar yeryüzünün küre şeklinde olduğunu ve yeryüzünde her iki yöne gidilince yine aynı noktaya gelinebileceğini bilmiyorlardı. Bu yüzden gökyüzünün direkler üzerinde yükseldiği veya yükselmediği iddiası Peygamberimiz'in içinde bulunduğu dönem için belirsiz, bilinemez, ispatlanamaz bir iddiadır. Kendi döneminde bilinmeyen ve şüpheli bir konuyu doğru olarak açıklaması Kuran'ın bir mucizesidir. Kuran'ın belirttiği bu gerçek, Peygamberimiz'in zamanında ispatlanamadığı için, Kuran'daki bu ayetin varlığı Peygamberimiz'e bir avantaj sağlamamaktadır. Hatta bu ayet, o dönemde ispatlanamaz olduğu için bu ayetin ifadesi yüzünden Kuran'a itirazlar yöneltilmiş olması da mümkündür. Kuran'ı Peygamberimiz'in yazdığı iddiasını ileri sürenlerin, Peygamberimiz'in dönemindeki kanaatlere karşın Kuran'da niye böyle bir ifade geçtiğini açıklamaları mümkün olmayacaktır. Kuran'daki anlatımların değerini daha iyi kavramamız için Peygamberimiz'in dönemine hayalen gidip o dönemin insanlarının kafa yapısını anlamaya çalışmamızın gerekliliği bu konuyla da anlaşılmaktadır. Kuran, uçakların, arabaların olmadığı, Dünya'nın ne şeklinin bilindiği, ne de haritasının olduğu, çoğunluğun okuma yazma bilmediği bir ortamda vahyedilmiştir. Kuran'ı Peygamberimiz'in ya da Peygamberimiz dönemindeki insanların yazdığını söyleyenlerin iddialarına karşı bu tabloyu hatırlatalım. Eğer, Kuran'ın ifade ettiği bu konuların o dönemde söylendiğini göz önünde bulundurursak, Kuran'ın mucizelerini daha iyi anlayacağımız kanaatindeyiz.
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
hiiic (8. November 2010)
Alt 25. April 2009, 09:50 PM   #2
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

GÖKYÜZÜ NASIL DURUYOR


Binlerce yıllık Dünya tarihinde insanoğlu Atmosfer'in niteliğinden, faydalarından, yaşamımız için olmazsa olmaz bir şart olduğundan habersiz olarak yaşadı. Tüm tabakalarıyla Atmosfer denen gaz topluluğu nasıl olmuştur da bir araya gelmiştir? Nasıl oluyor da sabit kalıyor? Gökyüzünün koruyucu bir tavan olması, geri döndürücü özellikleri, ayrı tabakalardan oluşması ve her tabakanın kendi görevlerini yerine getirmesi gibi, gökyüzünün direksiz bir şekilde durması da Allah'ın muhteşem sanatının bir sonucudur.
Güneş sistemimizin gezegenlerinde yapılan araştırmalar, hiçbir gezegenin çevresinde yaşamı olanaklı kılacak bir atmosfer olmadığını göstermiştir. Dünya'mızın çevresindeki Atmosfer'in varlığı ve daha da önemlisi bu Atmosfer'in yaşam için her türlü olanağı sağlayacak, yaşamı koruyacak şekilde yaratılması; Allah'ın içinde bulunduğumuz Dünya'yı, yaşamı burada yaratmak için seçtiğinin bir delilidir.
Gezegenin yüzeyinde, yakınlarında ortaya çıkan gaz molekülleri süratli bir şekilde hareket eder. Eğer gezegenin çekim gücü bu sürate üstün gelirse, gezegen gaz moleküllerini çeker ve gezegenin yüzeyi gaz moleküllerini emer. Eğer gaz molekülleri süratle hareket ederlerse ve gezegenin çekim alanından kurtulurlarsa, uzaydaki seyahatlerine devam ederler. Görüldüğü gibi, Atmosfer ve buna bağlı oluşan dengeler, Dünya'nın oluşumundan sonraki bir aşamada meydana gelmiştir. Bu da Kuran'ın "Göğü yükseltti ve dengeyi koydu" (Rahman/7) ayetinde belirtilen, göğün sonradan oluşması ve dengenin kurulması ile ilgili ifadelerle mucizevi bir şekilde uyumludur. Gaz moleküllerinin Dünya'mızın çevresinde olduğu gibi bir Atmosfer şeklinde oluşması ve durması çok düşük olasılıktaki bir dengenin sağlanmasıyla mümkündür. Bu denge, yerkürenin çekimiyle gaz moleküllerinin hızının tam bir dengede durması halidir. Allah gökyüzünü direksiz yükseltirken böyle hassas bir denge sağlamıştır. Fakat iş bununla bitmemektedir. Bu dengenin sağlanması kadar sürekli devam etmesi de gereklidir. Allah yeryüzünü ve Atmosfer'i yaratırken bunun devamı için gerekli tüm dengeleri de kurmuş ve bu dengenin devamını sağlamıştır. Bilimin ilerlemesiyle öğrendiğimiz bu dengenin sürekliliğinin önemine, Kuran şöyle işaret etmektedir:
“Allah gökleri ve yeri yok olmasınlar diye tutuyor ...” (Fatır/41)
Bu denge için çok fazla verinin ayarlanması zorunludur. Örneğin yerkürenin Güneş'e göre konumunun ayarı önemlidir; çünkü bu ayar sayesinde yeryüzünün ısı dengesi sağlanacaktır ve de bu gaz moleküllerinin hareketini etkilemektedir. Yeryüzünün dönüş hızı da yine ısının homojenliği açısından önemlidir. Bu dönüş hızlanırsa Atmosfer dağılır, yavaşlarsa homojenlik bozulur, çünkü arka yüzdeki Atmosfer toprak tarafından emilir. Atmosfer'in devamı için ekvator ve kutup bölgeleri arasındaki ısı farkı da, bu ısı farkından ortaya çıkacak hava akımlarının korkunç sonuçlarını önleyen Himalayalar'daki, Toroslar'daki, Alpler'deki sıra dağlar da çok önemlidir. Sıradağlar yerküremizin yüzeyinde rüzgârları bloke ederek, soğuk havayı yüksek kesimlerde toplayarak dengenin korunmasına katkıda bulunurlar. Ayrıca Atmosfer'imizin bileşimindeki gazlar da Atmosfer'in devamı için önemlidir. Örneğin Atmosfer'de yüzde olarak çok az miktarda bulunan karbondioksit, toprağı gece yorgan gibi örterek ısı kaybının olmasını önler. Atmosfer için yüzey ısısının kararlı kalması, gece ısı kaybının önlenmesi önemlidir. Görüldüğü gibi sıradağların varlığından karbondioksitin yaratılmasına, Dünya'nın büyüklüğünden Güneş'e olan konumuna, yüzey ısısının dengelenmesinden Atmosfer'deki gazların hızlarına ve özelliklerine kadar her şey çok ince bir şekilde, birbirleriyle bağlantılı olarak ayarlanmış ve bu sayede göğün direksiz yükselmesi mümkün olmuştur. Tüm bu yaratılışlar ve buraya sığdıramadığımız birçok ince oluşum sayesinde Atmosfer, Dünya'nın çekimiyle Dünya'ya yapışmadan, kendi hızına rağmen Uzay'a dağılmadan, tepemizde durmakta ve bize hizmet ettirilmektedir.
“... Bunlarda aklını çalıştıran bir topluluk için elbette deliller vardır.” (Rad/4) (Kur’an Araştırma Gurubu)

10. ayette “Yeryüzünde de, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı” buyrulmaktadır. Dağların şekli, yaratılış nedeni ve bir nevi balans görevi yaptıkları ile ilgili olarak Kur’an’da birçok ayet bulunmaktadır. Bu konunun detayı daha evvel Mürselat suresinde (Tebyinü’l-Kur’an; c: 2, s: 50- 51) verildiğinden, burada sadece birkaç ayeti örnek vermekle yetiniyoruz:

Sarsıntıya uğratır diye yeryüzünün içinde sabit sağlam dağlar bıraktık. Irmaklar ve yollar da. Umulur ki doğru yolu bulursunuz. (Nahl/15)

Yeryüzünün içinde, onlar sarsılmasın diye sabit dağlar kıldık, rahat gidebilsinler diye dağların aralarında yol olarak geniş boşluklar kıldık. Belki doğru yolu bulurlar. (Enbiya/31)

Dağları da sabitledi [demirledi; sağlam bir şekilde yerleştirdi], sizin ve hayvanlarınız için bir faydalanma olmak [yararlanmak] üzere. (Naziat/32, 33)

Demek oluyor ki, yeryüzünün sabit durması dağların işlevi sayesindedir. Dağlar olmasaydı sular ve rüzgârlar sebebiyle yeryüzü erozyona uğrar, çölleşir ve bitki örtüsü diye bir şey olmazdı. Allah yeryüzünü kum gibi yaratsaydı, ziraata elverişli, sabit bir halde kalamazdı. Nitekim kumlu arazilerde kumların rüzgârla bir yerden başka bir yere gittiği görülmektedir.
Yine 10. ayette “Ve Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her kerim [keremli; yararlı/ ikram eden] çiftten bitki bitirdik” buyrulmaktadır. Burada bitkilerin çift [eşli] olarak ve sayısız yararları olmak üzere yaratıldığı vurgulanmıştır. Bu, bilimin yakın dönemlerde bulduğu büyük bir gerçektir. Her bitkinin erkeklik ve dişilik özellikleri vardır. Bunlar ya tek bir çiçekte bir arada, ya da tek gövdedeki iki ayrı çiçekte bu*lunmaktadır. Bazen de iki gövdede veya iki bitkide ayrı ayrı bulunmaktadır. Her bitkinin meyvesi, bitki çiftleri arasındaki döllenmeyle meydana gelmektedir.
Gerek insan, hayvan ve bitki gibi biyolojik canlıların, gerekse bilinen ve bilinmeyen tüm diğer varlıkların erkekli-dişili olarak zıtlı, karşıtlı, çiftler hâlinde yaratıldığı başka ayetlerde de bildirilmiştir:

Ve Biz her şeyden iki eş yarattık. Umulur ki siz, iyice düşünürsünüz / öğüt alırsınız. (Zariyat/49)

Bu konu Ya Sin suresinin 36. ayeti tahlil edilirken “Bilinen ve Bilinmeyen Tüm Varlıkların Çift Yaratılmışlığı” (Tebyinü’l-Kur’an; c: 3, s: 281-285) başlığı altında detaylı olarak ele alınmış ve Kur’an Araştırmaları Gurubu tarafından hazırlanan bir yazıyla desteklenmişti. Önemine binaen ilgili bölümün tekrar okunmasının yararlı olacağını düşünüyoruz.

12- Ant olsun ki Biz, Lokman’a “Allah’a şükret!” diye hikmet [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler] verdik. -Kim şükrederse kendisi için şükreder. Kim de nankörlük ederse, şüphesiz ki Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, daima övgüye en lâyık olandır.-

Bu ayette Rabbimiz “ لقمانLokman” adında bir kuluna “Allah’a şükretmesi” amacıyla “hikmet” verdiğini bildirmektedir. Sonra da tüm insanlığa şu gerçeği açıklamaktadır: Şükredenin şükrü sadece kendi yararınadır. İnsanın ne şükretmesinin Allah’a bir katkısı, ne de nankörlük etmesinin O’na bir zararı vardır. Nankörlük edenin elde edeceği zarar da yine kendisine dokunacaktır.
Lokman’dan söz edilmesinin amacı, Rasülullah’ın getirdiği mesajın daha evvel Lokman tarafından da getirilmiş olduğu, Lokman hakkında duyumları bulunan Mekkeli müşriklerin tevhid inancının tebliğini yadırgamamaları gerektiği mesajını vermektir.

“LOKMAN” KİMDİR?

Kur’an’da Lokman’ın kimliği hakkında bilgi verilmemekte, sadece “hikmet verilmiş” bir zat olarak tanıtılmaktadır. Yapmış olduğu görevlerden sadece oğluna öğütleri nakledilmektedir.
Klasik kaynaklarda ise Lokman’ın kimliğine dair birçok nakil yer almaktadır:

Lukman'ın babasının adı Bâûrâ, onun Nâhûr, onun Tareh'dir ki, bu da İb*rahim'in babası Âzer'dir. Nesebini Muhammed b. İshak böylece vermektedir.
Nesebinin: Lukman, babası Anka, babası Serûr olduğu da söylenmiştir. O, Eyle ahalisinden Nuyalıdır. Bunu da es-Süheylî zikretmiştir.
Vehb dedi ki: “Lukman, Eyyub'un kızkardeşinin oğlu idi.” Mukatil de şöy*le demektedir: “Lukman'ın Eyyub'un teyzesinin oğlu olduğu zikredilir.”
Zemahşerî de şöyle demiştir: “Lukman'ın babasının adı Bâûrâ olup Eyyub'un kızkardeşinin oğlu ya da teyzesinin oğludur. Âzer'in çocuklarından olduğu da söylenmiştir. Bin yıl bir süre kadar yaşamış, Dâvûd (a.s) ona ye*tişmiş ve ondan ilim öğrenmiştir. Dâvûd (a.s)'ın peygamber olarak gönde*rilmesinden önce fetva verirdi. Ancak ona peygamberlik verilince, fetva vermeyi kesti. Kendisine bu husus hatırlatılınca bu sefer ‘Bu konuda benim fetvama ihtiyaç kalmayıp yükümlülükten kurtarılmış olduğuma göre; ben böy*le bir şeyi nasıl kabul etmem!’ demiştir.”
Vakidî der ki: “Lukman, İsrail oğulları arasında hâkimlik yapardı.” Said b. Müseyyeb de şöyle demiştir: “Lukman, Mısır siyahîlerinden kalın dudak*lı, siyahî bir kişi idi. Yüce Allah ona hikmeti vermiş, ancak peygamberlik ver*memişti. Te'vil âlimlerinin çoğunluğu onun Allah'ın veli bir kulu olup pey*gamber olmadığı şeklindeki bu görüşü benimsemişlerdir.”
İkrime ve Şa'bî onun peygamber olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşe göre burada “hikmet”ten kasıt, peygamberlik olur. Doğrusu ise onun Yüce Allah'ın öğrettiği hikmet dolayısıyla hakîm bir adam olduğudur.
Hikmet ise itikadî konularda dinde fakihlikte [bilgi sahibi olmakta] ve ak*lî hususlarda doğruluk demektir. İsrailoğulları arasında hâkimlik yapardı. Si*yah tenli, ayakları çatlak ve kalın dudaklı yani dudakları büyük bir kişi idi. Bu açıklamayı da İbn Abbas ve başkaları yapmışlardır.
İbn Ömer yoluyla gelen hadiste o şöyle demiştir: Ben Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Lukman bir peygamber değildi. Fakat o çokça tefekkür eden, oldukça güzel bir yakîn [kesin inanç] sahibi bir kimse idi. Yü*ce Allah'ı sevmişti, Allah da onu sevmiş, bu bakımdan ona hikmeti lütfetmiş*ti. Onu hak ile hükmeden bir halife olmak hususunda da muhayyer bırak*mıştı. O da şöyle demişti: Rabbim, eğer sen beni muhayyer bırakıyor isen, ben esenlikte olmayı kabul eder ve belayı terk ederim. Eğer benden kat'î ola*rak halife olmamı istiyor isen, bunu da dinleyip itaat ederim. Çünkü Sen be*ni o zaman koruyacaksın." Bunu İbn Atiyye zikretmektedir. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)
Lokman, Habeş'li marangoz bir köleydi. Efendisi ona: Bize şu koyunu kes, demişti. Lokman o koyunu [oğlağı] kestiğinde efendisi: Ondaki en temiz ve hoş iki parçayı çıkar, dedi. Lokman dilini ve kalbini çıkardı. Allah'ın dilediği kadar bir zaman geçtikten sonra efendisi: Bize şu oğlağı kes, diye emretti. Lokman oğlağı kestiğinde: Ondaki en pis ve murdar iki parçayı çıkar, dedi. Lokman yine dilini ve kalbini çıkardı. Efendisi ona: Ondaki en temiz ve hoş iki parçayı çıkarmanı emrettiğimde sen bu ikisini çıkardın. Ondaki en pis ve iğrenç iki parçayı çıkarmanı emrettiğimde de yine bu ikisini çıkardın, dedi. Lokman: Temiz ve hoş oldukları zaman bu ikisinden daha temiz; pis oldukları zaman da bu ikisinden daha pis hiç bir şey yoktur, dedi. (İbn Cerîr)
O, Lokman İbn Anka İbn Sedon'dur. Oğlunun ismi ise Süheylî'nin rivayet ettiği bir görüşe göre Sârân'dır. (İbn Kesir)

Bu konudaki çağdaş çalışmalardan da iki örnek veriyoruz:

Halk arasında [yeterli kanıtlara dayanmasa da] Aesop [Ezop] ile özdeşleştirilen Lokman, eski Arap geleneğinde köklü bir yeri olan, dünyevî üstünlüklere ve kazançlara değer vermeyen ve ruh olgunluğu için çaba gösteren bilge kişilerin bir prototipidir. M.S. 6. yüzyılda yaşamış olan ve daha çok Nâbiğa ez-Zübyânî müstear adıyla tanınan Ziyâd b. Muâviye'nin bir şiirinde övüldükten sonra Lokman kişiliği, İslam'ın zuhurundan uzun zaman önce, hikmeti ve ruhî olgunluğu yansıtan sayısız efsanelerin, kıssaların odak noktası haline geldi. İşte bu sebeple Kur'an, bu efsanevî şahsiyeti -tıpkı 18. surede kullanılan aynı derecede efsanevî el-Hıdr [Hızır] şahsiyeti gibi- insanın uyması gereken davranış tarzları konusundaki öğütlerin bir anlatım vasıtası olarak kullanmıştır. (Muhammed Esed; Kur’an Mesajı)

Lokman, Arabistan'da âlim va hakîm bir kimse olarak tanınırdı. İmru'el-Kays, Lebid, A'aşa, Tarafa gibi cahiliye şairleri, şiirlerinde kendisini zikretmiştir. Bazı tahsil görmüş Araplar da Lokman'ın hikmetli sözlerini ihtiva eden Sahife-i Lokman isimli bir külliyata sahipti. Rivayetlere göre Hicret'ten üç yıl önce Rasûlullah'ın (s.a.) Medine ahalisinden etkilediği ilk kişilerden biri de Süveyd b. Samit idi. Süveyd, Hacc için Mekke'ye gitmişti. Rasûlullah orada her zamanki gibi çeşitli yerlerden gelen hacılara İslâm'ı tebliğ etmekteydi. Süveyd onun konuşmasını dinleyince şu beyanda bulundu: "Ben de senin vaz'ettiğine benzeyen bir şey var." Rasûlullah onun ne olduğunu sorunca "Lokman'ın Külliyatı" dedi. Sonra Rasûlullah'ın (s.a.) isteği üzerine bir kısmını okudu. Rasûlullah bunun üzerine şöyle dedi: "Bu sözler güzel, fakat bende ondan daha güzel bir söz var." Sonra Kur'an'dan tilâvette bulundu ve Süveyd bunun Lokman'ın hikmetinden daha iyi olduğunu kabul etti (İbn Hişam cilt: 2, sh: 67-69, Usdu'l-Gabe, cilt: 2, sh: 378). Tarihçilere göre bu şahıs [Süveyd b. Sâmit] kabiliyet, şecaat, asalet ve şairliği sebebiyle Medine'de Kâmil [Yetkin] lakabıyla tanınırdı. Fakat Rasûlullah'la (s.a.) karşılaştıktan sonra Medine'ye dönünce bir süre sonra patlak veren Buâs Savaşında öldürüldü. Kabilesinden olanlar onun Rasûlullah ile görüştükten sonra müslüman olduğu kanaatindeydiler.
Tarihî açıdan Lokman tartışmalı bir şahsiyettir. Cehaletin karanlık çağlarında, yazılı tarih diye bir şey yoktu. Tek bilgi kaynağı asırlarca dilden dile dolaşan rivayetlerdi. Bunlara göre bazı insanlar Lokman'ın Ad kavmine mensup olduğu ve Yemen Meliki olduğu düşüncesindeydi. Mevlânâ Seyyid Süleyman Nedvî "Ard el-Kur'an" adlı eserinde bu rivayetlere dayanarak Lokman'ın Ad kavminin ilâhî azaba helâk edilmesinden sonra Hz. Hud'un yanında kurtulan müminlerin kuşağından ve Ad yönetimi altındaki Yemen meliklerinden biri olduğu yolunda görüşünü açıklar. Fakat sahabeden bazı âlimler ve tabiinden bazılarından gelen diğer rivayetler bu görüşü desteklemez. İbn Abbas'a göre Lokman, Habeşî bir köleydi; aynı görüşü Ebu Hureyre, Mücahid, İkrime ve Halid er-Rabi de paylaşır. Cabir b. Abdullah Ensari'ye göre o, Nübah'a mensuptu. Said b. el-Müseyyeb ise onun Mısırlı bir Habeşî olduğunu söyler. Bu üç görüş birbirine benzemektedir.
Araplar o günlerde genellikle siyahîlere "Habeşî" derlerdi ve Nübah, Mısır'ın Güneyinde, Sudan'ın Kuzey'inde bir bölgedir. Dolayısıyla aynı şahsa "Mısırlı", "Nûbî" yahut "Habeşî" demek kelimelerdeki farklılığa rağmen bir ve aynı şeydir. Ayrıca Süheyli'nin Ravdu el-Unuf'da ve Mes'udi'nin Mürûcu’z-Zeheb'te getirdiği açıklamalar bu Sudanlı kölenin hikmetinin Arabistan'a nasıl yayıldığı meselesine de ışık tutmaktadır. İkisi de menşe itibariyle Nûbî olan bu şahsın Medyen ve Eyle [şimdiki Akabe] yöresinde yaşadığında müttefiktirler. Arapça konuşmasının ve hikmetinin Arabistan'a yayılmasının nedeni budur. Süheyli ayrıca, Lokman el-Hakem ile Lokman b. Ad'ın iki ayrı şahıs olduğunu, ikisini bir ve aynı şahıs olarak mutalaa etmenin doğru olmadığını beyan eder (Ravd al-Unuf, Cilt 1, sh. 266; Mes'udi, Cilt, 1, sh. 57).
Burada bir başka şeyin daha açıklığa kavuşturulması gerekiyor. Müsteşrik Derenbourg'un Emsal: Lokman Hakim [Fables De Loqman Le Sage] adıyla neşrettiği Paris'teki Arapça el yazması, Lokman külliyatıyla alakası olmayan uydurma bir nüshadır. Bu masallar M.S. 13.YY’da yaşamış biri tarafından derlenmiş bir kitabın tercümesidir ve yazar yahut mütercimi kitabı Lokman el-Hakim'e izafe etmiştir. Müşteşrikler böyle araştırmaları hep özel bir hedefi gözeterek yaparlar. Kur'an kıssalarının tarihle ilgisi olmayan masallar olduğu ve dolayısıyla onlara güvenilemeyeceğini ispat etmek için böyle sahte ve uydurma metinleri gündeme getirirler. B. Heller'in Eneyclopaedia of Islam'a yazdığı "Lokman" maddesini okuyan, bu adamları harekete geçiren gerçek dürtüyü anlamakta gecikmeyecektir. (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)

Lokman pasajının ilk ayetinde çok önemli üç noktaya değinilmiştir:

Lokmana “hikmet” verilmesinin amacı Allah’a şükür ettirmektir.
Şükredenin şükrü kendi yararınadır.
Nankörlük edenin Allah’a herhangi bir zararı yoktur.


Bu ayette Allah’ın elçi göndermesinin, kitap indirmesinin ana amacı ortaya konmuştur. Allah’ın elçi göndermesinin, kitap indirmesinin amacı kullarının kendisine şükretmesini sağlamaktır.
Bilindiği üzere, daha evvel “Hikmet”in “zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş olan; kanun, düstur ve ilkeler”; Şükür’ün de “insanların Allah’ın kendilerine verdiği nimetlere karşı nimetin karşılığını Allah’a vermeleri” demek olduğunu detaylıca açıklamıştık. (Tebyinü’l Kur’an; c:2, s:284).

Eğer inkâr/nankörlük edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size hiç bir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için küfre/nankörlüğe rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin için ona razı olur. Hiç bir günahkâr, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz yalnızca Rabbiniz’edir. Böylece yapmış olduklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı iyi bilendir. (Zümer/7)

Öyleyse Allah’tan geri çevrilmesi olmayan bir gün gelmeden önce yüzünü dosdoğru dine çevir. O gün onlar, bölük bölük ayrılırlar.
Kim inkâr ederse, artık inkârı kendi aleyhinedir. Kim de salihi işlerse, artık onlar da kendileri için döşek [rahat bir yer] hazırlamış olurlar.
(Bu durum,) O’nun [Allah’ın], iman eden ve salihatı işleyen kimselere lütfundan karşılık vermesi içindir. Şüphesiz O, kâfirleri sevmez. (Rum/43- 45)

13, 16- 19 - Ve hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki şirk [Allah’a ortak koşmak], kesinlikle büyük bir zulümdür. Ey oğulcuğum! Şüphesiz o [şirk, işlenen kötülük] bir hardal tanesi ağırlığında olup da bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde olsa, Allah onu getirecektir. Şüphesiz Allah en latif, hakkıyla haberdar olandır. Yavrucuğum! Salâtı ikame et, iyiliği emret, kötülükten sakındır. Sana isabet edene de sabret. Şüphesiz bunlar, işlerin kesin olanlarındandır. Ve insanlara avurdunu şişirme [suratını asma] ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphesiz ki Allah bütün övünen ve kuruntu edenleri sevmez. Ve yürüyüşünde mutedil ol, sesinden kıs. Şüphesiz seslerin en yadırgananı kesinlikle eşeklerin sesidir” demişti.

Bu ayetlerde Lokman’ın Rabbimizin kendisine verdiği hikmetleri oğluna anlatması, dolayısıyla oğlunu uyararak onu irşat etmesi yer nakledilmektedir.
Pasajda ilk dikkati çeken husus, Lokman’ın kendisine verilen görevi yerine getirirken önce en yakınından, oğlundan başlamış olmasıdır. Zira uyarının önce en yakınlara yapılması ilahi bir ilkedir:

Ve en yakın aşiretini [oymağını] uyar. (Şuara/ 214)

Ayette, Lokman’ın kendi oğlunu irşad ederken ona “Yavrucuğum!” diye çok yumuşak bir ifadeyle hitap etmesi özellikle dikkat çekicidir. Bu hitap tarzı Müslümanlar için de örnek olması gereken bir irşad ve tebliğ yöntemidir. Daha evvel Meryem suresinde İbrahim peygamberin de uyarıya en yakınından [babasından] başladığını ve ona “babacığım!” diye yumuşak ifadeler kullandığını görmüştük:

Bir zaman o, babasına: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin ibadet ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana gelmeyen bir ilim bana geldi. O hâlde bana uy da, sana dosdoğru bir yolu göstereyim. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan Rahman’a asi oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahman’dan bir azap dokunur da şeytan için bir veliy [yardımcı] olursun diye korkuyorum” demişti. (Meryem/42- 45)

Konumuz olan ayet gurubunda Lokman’ın oğluna öğütlediği ilkeler şunlardır:

Şirkten Kaçınılması Gerektiği ve Şirkin En Büyük Zulüm Olduğu:


Şirkin en büyük zararı, mükerrem olan insanın onurunu ayaklar altına almasıdır. Zira Allah insanı mükerrem [saygın ve onurlu, değerli] kılmıştır.

Ve ant olsun ki Biz, insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık ve karada, denizde taşıtlara yükledik ve temiz-hoş yiyeceklerden onları rızklandırdık. Ve onları yarattıklarımızın birçoğundan oldukça fazlalıklı kıldık. (İsra/70)

Değerli bir varlık olan insan sadece Allah’ı Rabb tanımalıdır. Yine o, Allah’ın astlarından hiçbir kimse ve nesneyi kendisinden üstün görmemelidir. Kendisinden değersiz veya kendine denk bir varlığı Rabb kabul ettiği takdirde, insanlık onurunu kendi elleriyle zedelemiş olur.

b- Allah’tan Saklanılamayacağı:

Büyük veya küçük, uzak veya yakın, evrendeki hiçbir şey Allah’a kapalı değildir. Bu şeyler ister aydınlıkta, ister karanlıkta olsun; ister açıkta, ister perde arkasında olsun, yine aynıdır. Bu, insanların akıllarından geçen tüm planlar için de böyledir. Allah kalplerden geçen o tasarıları da noksansız olarak bilir. Öyle ki, ahirette hepsini getirip kişinin önüne koyacaktır.
Bu konuda yüzlerce ayet vardır. Bunlardan sadece bir kaçını sunuyoruz:

Biz kıyamet günü için adalet terazileri koyarız; hiçbir kimse, hiçbir şeyce haksızlığa uğratılmaz. [o şey] bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getiririz. Ve hesap görenler olarak Biz yeteriz. (Enbiya/47)

Her kim zerre miktarı bir hayır ilerse onu görecek, her kim zerre miktarı bir şer işlerse onu görecek. (Zilzal/7, 8)

Ve o inkâr eden kimseler: “Bize o saat [kıyametin kopuş anı] gelmeyecektir” dediler. De ki: “Evet [Gelecektir]. Gaybı bilen Rabbıma ant olsun ki o, iman eden ve salihatı işleyen kimselere – ki işte onlar kendileri için bir mağfiret ve kerim bir rızık olanlardır- karşılıklarını vermek için size mutlaka gelecektir. O’ndan göklerde ve yerde zerre ağırlığı bir şey kaçmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa, hepsi muhakkak açık bir kitaptadır.” (Sebe/3, 4)

Gaybın anahtarları da yalnızca onun katındadır. Ondan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın. (En’am/59)

Ve Kitap [amel defteri] konulmuştur. Suçluların ondan korktuğunu göreceksin. Ve “Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış ki, büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış” derler. Ve onlar, yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez. (Kehf/49)

Ve her insanın kendi kuşunu ayrılmayacak şekilde boynuna doladık. Ve biz kıyamet günü açılmış bulacağı kitabı onun için çıkarırız. -“Oku kendi kitabını! Bugün nefsin [kendi zatın], kendine karşı hesap sorucu olarak sana o yeter!”- (İsra/13, 14)

c- Salâtın İkamesi

İnsanların Allah’a şükretmelerinin en büyük göstergelerinden birisi de “salâtın ikamesi” yani “sosyal desteklerin ayakta tutulması” olgusudur.

“Salâtın ikamesi” ifadesi şimdiye kadar Kur’an’da birçok kez geçtiği halde bu ifadeyi henüz tahlil etmiş değiliz. Söz konusu ifade bu surede Lokman’ın kendi oğluna öğüdü olarak geçtiği gibi, mesela Ta Ha/14’te de Allah’ın Musa peygambere bir emri olarak geçmişti. (İnşallah bu kavramı Ankebut suresinin 45. ayeti sadedinde tahlil edip detaylandıracağız.)



d - Emri bil’maruf, Nehyi anil’münker


“Maruf”, binlerce yıl içinde gerek deneysel bilgilerle ve gerekse ilahi bilgiler marifetiyle toplumlarda kabul görmüş, herkes tarafından makul ve makbul kabul edilen ilkeler demektir. Münker de bunun tam tersidir.
İman etmiş bir kimse, ilahi ilkelere göre “bana ne!” diyerek, neme lazımcılık yaparak bencilce çevresine duyarsız kalamaz. Bir mümin hem çevresinde bulunanlara marufu emretmek, hem de çevresindeki çirkinliklere engel olmak gibi ahlakî bir sorumlulukla yükümlüdür. Bu ilahi ilke, bir başka ifadeyle “salihatı işlemek [bozuk, yanlış olan davranışları düzeltmek]” olarak da tanımlanabilir.
“Emri bil’maruf, Nehyi anil’münker” ilkesinin nasıl yerine getirilmesi gerektiği Kur’an’da birçok yerde beyan edilmiştir. Söz konusu prensip ilk olarak A’raf suresinde peygamberimi*zin görevine ilişkin bir nitelik olarak belirtilmişti:

Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılmış bulacakları o Ümmî Peygamber, o Elçi'ye uyarlar. O hâlde, o'na iman eden, o'na kuvvetle saygı gösteren, o'na yardımcı olan ve o'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. (A’raf/ 157)

Bundan sonraki surelerde bu ilke hem emredilecek, hem de gerçek müminlerin (Ehlikitap’tan olanların da) niteliği olarak gösterilecektir.

Ve içinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir ümmet bulunsun. Ve işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. (Al-i İmran/104)

Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeğe çalışır ve Allah'a inanırsınız. Kitap ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Onların bazıları mümindirler, pek çoğu da yoldan çıkmış kimsedirler. (Al-i İmran/110)

Hepsi bir değildirler. Kitap ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir ümmet [önderi olan topluluk] vardır ki onlar, gecenin saatlerinde secde ederek Allah’ın ayetlerini okurlar. Allah’a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle yarışırlar. Ve işte onlar iyi insanlardandırlar. (Al-i Imran/114)

İnanan erkekler ve inanan kadınlar; bunların bazısı bazılarının velileridirler. Bunlar marufu emrederler, münkerden vazgeçirirler, salâtı ikame ederler, zekâtı verirler, Allah'a ve O’nun elçisine itaat ederler. İşte bunlar; Allah onlara rahmet edecektir. Şüphesiz Allah, Aziyz’dir, Hakiym’dir. (Tövbe/71)

İşte o kimseler [Allah’a yardım ettikleri için Allah’ın yardımına mazhar olmuş kimseler], eğer kendilerine yeryüzünde bir güç verilirse salâtı ikame etmişlerdir, zekâtı vermişlerdir, marufu emretmişlerdir ve münkerden alıkoymuşlardır. İşlerin sonucu sadece Allah'a aittir. (Hacc/41)

Yukarıdaki ayetler, bu irşad görevinin Müslümanlar için her şart ve ortamda zorunlu bir görev olduğunu göstermektedir. Bu görev bilinciyle hareket etmek Müslümanların olmazsa olmaz bir özelliği, imanlarının dışa vuran bir görünümüdür. Münafıklar ise bu ilkenin tersine hareket ederek kötülüğü emrederler, marufu da yasaklarlar.

Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirlerindendir; kötülüğü emreder, iyilikten sakındırırlar ve ellerini sıkı tutarlar [cimrilik ederler]. Allah’ı terk ederler de, Allah da onları terk ediverir. Gerçekten de münafıklar fâsık kimselerin ta kendileridir. (Tövbe/67)
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 25. April 2009, 09:51 PM   #3
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

e- Sabırlı Olmak

Sabır insanın kayıtsız şartsız teslimiyeti, boynunu uzatışı değildir. Kur’ân'ın yetmişten fazla âyetinde geçen “صبر - sabr” kelimesi, halk arasındaki kullanımıyla acıya katlanma, sıkıntı ve zorluklara karşı soğukkanlılıkla direnme anlamlarına gelmektedir. Ancak Allah'ın Kur’ân'da sabırlı insanları övmesi ve onları hesapsızca ödüllendireceğini bildirmesi, bu kelimenin daha derinlikli olarak incelenmesini zorunlu kılmaktadır.
Sabır, aklın ve dinin gösterdiği yolda sebat etmek, kararlı olmak demektir. İnsan psikolojisi zorluğa değil kolaylığa, acıya değil haz almaya, feragate değil bencilliğe eğilimlidir. Bu nedenle bazı ibadetler ve ahlâkî davranışlar insana zor gelebilir. Meselâ insan cebindeki parayla bir yoksula yardım etmektense onu kendine harcamayı, çalışıp yorulmaktansa eğlenmeyi ve gezip tozmayı daha çok isteyebilir. Ya da kış günü sabahın erken vaktinde kalkıp soğuk su ile abdest almak ve namaz kılmak yerine sıcacık yatakta uykusuna devam etmeyi daha cazip bulabilir. Bu gibi durumlarda insanı erdeme ve iyi olmaya sevk eden, zor şartları kolayca kabul edip gereğini yapmaya yönelten, soğukta üşenmeden kalkıp namaz kılmasını, uzun yaz günlerinde bitkinlik duymadan oruç tutmasını, çıkarına olmasa da iyi ve doğru davranışlarda bulunmasını sağlayan güç, sabırdır.
Sabır, aklın ve dinin gösterdiği yolda, nefsin aşırı istek ve arzularına direnmektir. Akıl, din ve toplum kuralları doğru bulmasa da, insanlar çoğu zaman nefislerine hoş gelen arzularını tatmin etmek isterler. Sabır, insan psikolojisinin bu kuvvetli çekim gücüne rağmen kişinin hiç tereddüt etmeden erdemli davranışları seçmesini sağlayan güçtür.
Sabır, konumuz olan pasajda Lokman’ın ağzından nakledilen ilahi hikmetlerden biri olarak geçmekte ve “emri bilma’ruf ve nehyi anilmünker” ilkesinden hemen sonra zikredilmektedir. Burada, marufu emreden ve münkeri nehyeden müminlerin bir takım eziyetlere maruz kalacaklarına da bir işaret vardır. Bu görevi yürütenlerin çok sabırlı olmaları gerekmektedir.
Sabr konusuyla ilgili olarak Müddessir suresinin tahlilinde detaylı açıklama (Tebyînü’l-Kur’an; c: 1, s: 108, 109) yapıldığından, bu kadarla yetinerek konunun tamamının oradan okunmasını öneriyoruz.

Hiç kuşkusuz siz, mallarınız ve canlarınız hususunda belalanacaksınız [imtihan olunacaksınız]. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan birçok eza da işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’a takvalı davranırsanız, şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir. (Al-i Imran/186)

Ve o kişiler, Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştirirler. Rablerine haşyet duyarlar ve hesabın kötülüğünden korkarlar.
Ve o kişiler Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmişler, salâtı ikame etmişler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak etmişlerdir. Ve onlar çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldırırlar. İşte bu yurdun akıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından salih olanlar oraya [adn cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selam olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!” (Ra’d/21- 24)

f- İnsanlardan Yüz Çevirmeme ve Yeryüzünde Şımarık Yürümeme

İnsanlardan yüz çevirenler, şımarık yürüyenler toplumdan koparlar. Onlar toplumdan koptuğu gibi, toplum da onları dışlar. Dolayısıyla bu kişilerin toplumla kaynaşıp onlara yardımcı olması, onları eğitmesi pek mümkün olmaz. Böyle kimseleri ne Allah, ne de kulları sever.

g- Yeryüzünde Ayarlı Olmak, Sesi Yükseltmemek

Lokman’ın ağzından nakledilen ahlakî ilkelerden biri de, beşeri münasebetler esnasında riayet edilmesi gereken görgü kurallarıyla ilgilidir. Bu görgü kurallarından birisi, insanlarla konuşurken ayarlı olma, sesi yükseltmeme kuralıdır. Yüksek sesle konuşmak, dinleyenlere eziyet veren bir durumdur. Bu nedenle müminlere ayette nerede ve nasıl konuşacaklarıyla ilgili bir adabı muaşeret kuralı öğretilmektedir. İnsanlarla makul ölçüler içerisinde, bağırıp çağırmadan, ortalığı velveleye vermeden, edeple ve nezaketle konuşulmalıdır.

Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz bilincinde olmadan amelleriniz boşa gidiverir. (Hucurât/2)


Konumuz olan ayetin sonunda “Şüphesiz seslerin en yadırgananı kesinlikle eşeklerin sesidir” buyrularak önemli bir noktaya dikkat çekilmiştir. Neden “eşek” ve “eşek sesi”?

Bu hayvan aslında insanlığa sunulmuş büyük nimetlerden biridir:

Ve kendilerine binesiniz, hem de zinet olsun diye atları, katırları ve eşekleri yarattı. Ve şimdi bilmediğiniz şeyleri yarattı. (Nahl/8)

Ne var ki, “eşek” sözcüğü insanlar tarafından hakaret için kullanılır olmuştur. Hatta kimi zaman açıkça “eşek” bile denmeden, “uzun kulak” şeklinde kinayeli sözler kullanılarak aynı tahkir amacı güdülmektedir. “Eşek” sözcüğü, özellikle saygın ve kibar şahsiyetler tarafından ağza bile alınmamaktadır. Bu, Arap örfünde de böyledir.
Her canlının kendine göre bir ses çıkarma tarzı vardır. Acı duyduklarında, ağır yükle karşılaştıklarında ya da arzu ve isteklerini yansıtmak istediklerinde hayvanların hepsi de kendilerine özgü sesler çıkarırlar. Eşek ise bundan farklıdır. O, acıdan, açlıktan ölse de, yükten harap olsa da ses çıkarmaz. Ne var ki, hiç de gerekli olmayan bir zamanda, kendine özgü o meşhur tarzıyla avazı çıktığı kadar bağırmaya başlar. İşte, onun bu durumu “münasebetsizliği” temsil etmektedir. Eşeğin bu denli yadırganması da bu özelliğinden dolayıdır.

16. ayetin sonundaki ifadelere göre Lokman, oğluna “من عزم الامور min azmi’l-umûr [Şüphesiz bunlar, işlerin kesin olanlarındandır]” demektedir. “İşlerin azmi” ifadesi, “kesin olarak emredilen işler”, “cesaret ve metaneti gerektiren işler”, “yerine getirilmesi azim ve kararlılık isteyen işler” olarak açıklanabilir.
Lokman’ın oğluna öğrettiği ahlaki ilkeler olarak nakledilen “hikmet”ler ve daha fazlası, İsra ve Furkan surelerinde topluca verilmişti:

Allah ile birlikte başka bir ilâh kılma [edinme, tanıma]! Yoksa kınanmış ve yalnız başına bırakılmış olarak oturup kalırsın.
Ve senin Rabbin kesin olarak şunları gerçekleştirdi [karar altına aldı]: Kendisinden başkasına kul olmayın, anne ve babaya iyi davranın. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa ererse, sakın onlara “öf” deme, onları azarlama. Ve ikisine de kerim [onurlu, tatlı ve güzel] söz söyle. Ve merhametinden dolayı onlar için alçak gönüllülük kanatlarını indir. Ve de ki: “Rabbim! Onların beni küçükten terbiye ettikleri gibi, onlara rahmet et.”
Sizin Rabbiniz içinizdekileri çok iyi bilir. Eğer salihler olursanız elbette O tam anlamıyla dönenleri bağışlayıcıdır.
Yakınlık sahibine, yoksula ve yolda kalmışa da hakkını ver. Ve saçıp savurma. -Şüphesiz saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.-
Ve eğer Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak, onlardan [akraba, yoksul ve yolda kalmıştan] yüz çevirirsen, o vakit de kendilerine yumuşak ve tatlı [onların ağırına gitmeyecek] bir söz söyle.
Ve elini boynuna bağlanmış kılma [cimri olma], onu büsbütün de saçma [israf etme]. Aksi hâlde kınanmış ve yaptığına pişman olur kalırsın.
Gerçekten senin Rabbin, kullarından dilediği için rızkı genişletir ve daraltır. Şüphesiz ki O, kullarından gerçekten haberdardır, hakkıyla görendir.
Ve yoksulluk kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları ve sizi Biz rızklandırırız/ besleriz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.
Zinaya da yaklaşmayın. Şüphesiz ki o, iğrençliktir ve kötü bir yoldur.
Ve hakk ile olmadıkça, Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmeyin. Ve kim zulüm edilerek öldürülürse, Biz onun velisine bir güç [yetki] vermişizdir. O da öldürmede aşırı gitmesin. Şüphesiz o [öldürülen/ veli] yardım olunmuştur.
Ergenlik çağına erinceye kadar yetimin malına da yaklaşmayın. En güzel bir şekilde olması müstesna... Ahdi de yerine getirin. Şüphesiz ahitte [verilen sözde] sorumluluk vardır.
Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve dosdoğru terazi ile tartın. Bu hem daha hayırlıdır ve tevil [sonuç, uygulama] olarak daha güzeldir.
Ve hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Şüphesiz kulak, göz, gönül, bunların her biri ondan sorumludurlar.
Ve yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! Şüphesiz ki sen asla yeri yaramazsın ve boyca dağlara erişemezsin.
Kötü olan bütün bunlar, Rabbinin katında hoşlanılmayan şeylerdir. (İsra/22- 38)

Ve Rahman’ın kulları öyle kimselerdir ki onlar, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahil kimseler kendilerine lâf attığı zaman “Selâm!” derler.
Onlar [Rahman’ın kulları], Rabblerine secdeler ve kıyamlar ederek gecelerler.
Ve onlar [Rahman’ın kulları]; “Rabbimiz! Cehennem azabını bizden sav! Doğrusu onun azabı daimî bir helâktir. Orası cidden ne kötü bir karargâh, ne kötü bir ikametgâhtır!” derler.
Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], harcadıklarında israf etmezler, sıkılık da etmezler ve bu ikisi arasında bir denge olmuştur.
Ve işte o kişiler [Rahman’ın kulları], Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah’ın haram kıldığı canı öldürmezler. -Ancak Hakk ile öldürürler.- Zina da etmezler. -Ve kim bunları yaparsa, günahla karşılaşır. Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli olarak kalır. Ancak tövbe eden, iman eden ve salihi işleyenler müstesna. İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Ve her kim tövbe eder ve salihi işlerse, kesinlikle o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.-
Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], yalan yere tanıklık etmezler, boş bir şeye rastladıkları zaman saygınca geçerler.
Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], kendilerine Rabblerinin ayetleri hatırlatıldığında ise, onlar üzerine sağırca ve körce yıkılmazlar [davranmazlar].
Ve o kişiler [Rahman’ın kulları], “Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve nesillerimizden göz aydınlığı olacaklar ihsan et. Ve bizi müttekilere önder kıl!” derler.
İşte onlar [Rahman’ın kulları], sabretmelerine karşılık ğurfede [cennetin en yüksek makamlarında], orada ebedî kalacaklar olarak mükâfatlandırılacaklar, orada hürmet ve selâmla karşılanacaklardır -orası ne güzel bir karargâh ve ne güzel bir ikametgâhtır!- (Furkan/63- 76)

14- Ve Biz insana, anası ve babasını tavsiye ettik: - Anası onu zayıflık üstüne zayıflıkla taşıdı. Onun sütten ayrılması da iki yıl içindedir.- “Bana, anana ve babana şükret [karşılık öde]!” Dönüş, ancak Banadır.
15 - Ve eğer ki o ikisi [ana-baba] bilmediğin bir şeyi bana ortak koşman üzerinde seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Ve dünyada onlarla iyi geçin ve bana yönelen kimselerin yolunu tut. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Sonra da Ben size yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim.

Bu ayetler, Lokman’ın oğluna öğütler verdiği pasaja ait değildir. Mushafı tertip edenler tarafından Lokman pasajının içerisinde tertip edilmiştir. Lokman ile ilgili pasajın daha iyi anlaşılması için bu iki ayeti Lokman pasajının tahlilinden sonra, şimdi ele alıyoruz.
Bu ayetler Rabbimizin kendi açıklamalarıdır. Lokman’ın oğluna söyledikleriyle ilgili değildir. Rabbimizin ana-babaya iyilik edilmesi buyruğu, yalnız Allah’a kul olmak, Allah’ı tek rabb kabul etmek; O’nun astlarından hiçbir şeye ve kişiye kulluk etmemek şeklinde özetlenen tevhit inancından sonra bütün vahiylerin ikinci ilkesidir. Kur’an’dan anlaşıldığına göre bu ilke insanlığa gönderilen ilk vahiylerde de vardı.
Bu ayetlerde beyan edilen ilkeler, Ankebut suresinde tek ayet olarak teyit edilmiştir.

Ve Biz insana, ana -babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi Bana ortak koşman için gayret ederlerse, artık o ikisine itaat etme. Dönüşünüz ancak Banadır. O zaman, size yapmış olduklarınızı haber vereceğim. (Ankebut/8)

Bu ayetlerde Rabbimiz anaya banaya nasıl davranılması gerektiği üzerinde durmuştur:

Ve hani bir vakitler İsrailoğulları’ndan mîsak [kesin bir söz] almıştık: “Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya iyilik, yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere de iyilik yapacaksınız, insanlara güzellikle söz söyleyinz salâtı ikame ediniz ve zekatı veriniz. Sonra çok azınız müstesna olmak üzere sırt çevirdiniz. Ve siz yüz çevirenlersiniz. (Bakara/83)



De ki: “Geliniz, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin, imlak haşyetiyle [fakirlik endişesiyle/ fakirleştirirliriz korkusuyla] çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi ve onları Biz rızıklandırıyoruz. Ve kötülüklerin açığına ve gizlisine yaklaşmayın. Haksız yere Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmeyin. İşte bunlar, aklınızı kullanasınız diye O’nun size vasiyet ettikleridir. (En’am/151)

Ve senin Rabbin kesin olarak şunları gerçekleştirdi [karar altına aldı]: Kendisinden başkasına kul olmayın, anne ve babaya iyi davranın. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa ererse, sakın onlara “öf” deme, onları azarlama. Ve ikisine de kerim [onurlu, tatlı ve güzel] söz söyle. Ve merhametinden dolayı onlar için alçak gönüllülük kanatlarını indir. Ve de ki: “Rabbim! Onların beni küçükten terbiye ettikleri gibi, onlara rahmet et.” (İsrâ/23, 24)

Ve Biz insana ana ve babasına ihsanı [iyilik yapmayı/ güzel davranmayı] tavsiye ettik. Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle bıraktı [doğurdu]. Ve onun taşınması ve ayrılması otuz aydır. Nihayet insan olgunluk çağına ulaşıp, kırk seneye geldiğinde der ki: “Rabbim! Bana ve ana babama ihsan ettiğin nimetlerine şükretmemi ve senin hoşnut olacağın salihi işlememi sağla. Benim için soyumdan salih kimseler kıl. Şüphesiz ben sana yöneldim. Ve ben şüphesiz teslim olanlardanım.” (Ahkâf/15)

Bu ayetlerde, gerek çocuğun doğumu ve büyütülmesi sürecinde, gerekse daha sonraki eğitim dönemlerinde annenin rolü babanınkinden fazla olduğu için anne ön plana çıkarılmıştır.
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 25. April 2009, 09:53 PM   #4
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

6- Anne-Babaya İtaatin Sozkonusu Olmayacağı Yerler
Rabbimiz 15. ayette “Ve eğer ki o ikisi [ana-baba] bilmediğin bir şeyi bana ortak koşman üzerinde seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Ve dünyada onlarla iyi geçin ve bana yönelen kimselerin yolunu tut” buyurarak ana-babaya, öğretmene hangi şartlarda itaat edilmesi lazım geldiğini bildirmektedir.

“Esbab-ı Nüzul” kayıtlarında (Vahıdi; Esbabü’n-Nüzul, s.198) her iki ayetin de Sa'd b. Ebi Vakkas ve annesi hakkında indiği zikre*dilmiştir. Merhum İzzet Derveze söz konusu olay hakkında şu bilgileri vermektedir:

“Sa'd, Kureyş gençlerinden iman edenlerle birlikte gençliğinde iman eder. An*nesi onu İslam'dan döndürmek için uğraşmaya başlar. Onu açlık grevi yapmakla tehdid eder. Bu durum onda piskolojik bir krize dönüşmeye başlar. Allah bu iki ayeti indirerek anne babaya itaati ve onlara ihsanı, O'na şirk koşmama ve ihlâslı olma sınırları içerisin*de farz olduğunu emreder. Her iki ayetin içeriği ve siyakın münasebeti, rivayeti doğrula*maktadır. Ya da her ikisinin içeriği hatırlatma ve açıklama yoluyla, müşriklerden bir an*ne ya da baba ile mü'min çocuğu arasında geçen çekişmeye örnek bir tutum olarak işaret eder. Bu tutum Ankebut Suresi’nde şu ayetle tekrarlanmaktadır. "Biz insana, ana ba*basına iyilik etmeyi tavsiye ettik. Eğer onlar seni, [gerçekliği] hakkında hiçbir bilgin ol*mayan bir şeyi hana ortak koşman için zorlarlarsa [hu hususta] onlara itaat etme. Dö*nüşünüz banadır. O zaman size yaptıklarınızı haber veririm" (Ankebut/8). Bu ayet bizi, problemin sadece Sa’d'ın hiddeti ile şahsından üreyen bir problem olmadığını, birçok şahsın aynı probleme maruz kaldığını söylemeye götürmektedir. Siyer rivayetleri bunu açıklığa kavuşturmaktadır. Bu rivayetler, babalarının küfür ve şirk üzere kalmalarına rağmen Muhammedî risalete inanan birçok Kureyşli genci zikretmektedir. Bu kimseler ba*balarının işkence ve baskılarına maruz kaldılar. Bunun sonucu olarak Habeşistan'a hic*ret ettiler. Bunlara Halid b. Said b. As ve hanımı Emine bintu Halef, onun kardeşi ve hanımı Fatma bintu Safvan, Esved b. Nevfcl b. Huveylid, Amir b. Ebi Vakkas, Matlab b. Avl ve hamını Remle bintu Ebi Avf, Ubeydullah b. Cahş ve hanı*mı Remle bintu Ebi Süfyan, Osman b. Rebia, Muamer b. Abdullah, Malik b. Rabia, İbn Kays b. Abduşems ve hanımı Amrah, Yezid b. Zumah b. Esved ve diğer bazı isimler -Allah onlardan razı olsun- örnek olarak ve*rilebilir.

Sa'd hakkında şu rivayet edilir: "Annesi oğluna dininden dönmesi için ısrarını artırınca ona şöyle der: 'Yemek yemeyeceğim, ta ki helâk oluncaya kadar... İnsanlar da seni kınasın'.
O da annesine şöyle karşılık verir. ‘Ey Anacığım, Allah'a yemin ederim ki, yüz canım ol*sa ve bunlar teker teker bedenimden çıksa, ben dinimi terk etmeyeceğim.’ Bu konu ile ilgili nebevi siret sayfalarında güzel tablolar vardır.
İman eden gençler ilk anda kendilerini zor durumda buldular. Çünkü İsra ve En'am surelerindeki ayetler, anne ve babalarına kesin iyilik ve ihsanda bulunmalarını emretmek*teydi. Bu zor durumlarını Allah Rasulü'ne açıkladılar. Kur'an'ın hikmeti gereği, bu ayetler zorluğu kaldırmak için indirilmiştir. (Derveze; Tefsirü’l-Hadis)

“Anaya babaya iyi davranmak” konusu daha evvel İsra Suresinin tahlilinde de ele alınmıştı. Önemine binaen konunun oradan (Tebyînü’l_Kur’an; c:4 s:323, 324) tekrar okunmasının yararlı olacağını düşünüyoruz.

20 – Allah’ın, göklerde ve yeryüzünde de ne varsa hepsini sizin için boyun eğdirdiğini görmediniz mi? Ve O [Allah], gizli ve açık olarak nimetlerini üzerinize yaymıştır. İnsanlardan kimi de var ki, bilgisiz, kılavuzsuz ve aydınlatıcı bir kitapsız Allah hakkında mücadele ediyor [tartışıyor].
21 - Ve onlara: “Allah'ın indirdiğine tabi olun!”dendiği zaman: “Aksine, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” dediler. Ya şeytan onları cehennemin azabına çağırıyor idiyse!

14 ve 15. ayetlerde (Bize göre 18 ve 19. ayetlerde) “Ve Biz insana, anası ve babasını tavsiye ettik: - Anası onu zayıflık üstüne zayıflıkla taşıdı. Onun sütten ayrılması da iki yıl içindedir. – “Bana, anana ve babana şükret [karşılık öde]!” Dönüş, ancak Banadır. Ve eğer ki o ikisi [ana-baba] bilmediğin bir şeyi bana ortak koşman üzerinde seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Ve dünyada onlarla iyi geçin ve bana yönelen kimselerin yolunu tut. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Sonra da Ben size yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim” denilerek evlat ile ana-baba arasındaki ilişkinin oturacağı temel inşa edilmiş, 20 ve 21. ayetlerin oluşturduğu bu pasajda ise bir genelleme yapılarak tüm insanlardan Allah’ın ayet ve ibretlerine göz atmaları, bu lütuf ve nimetlerden ibret almaları istenmiştir.
Pasajın ilk ayetinden anlaşıldığına göre, Allah göklerde ve yeryüzünde cereyan eden bütün oluşumları ve bu oluşumların bağlı olduğu yasaları insanların emrine vermiştir. Bu hatırlatmadan alınması gereken temel mesaj, insanın gördüğü, görmediği veya göremediği nice nimetlerin Allah tarafından kendisi için önceden hazırlandığını ve nimetler içinde yaşayabileceği bir maddî çevrenin cömertçe önüne serildiğini ibret nazarlarıyla tefekkür etmesi, tabiatı araştırarak bilimsel bilgi üretmesi, evrenle ilgili verileri doğru değerlendirerek Allah’ın varlığı ve birliği hakkında doğru bir inanca ulaşması gerektiğidir.
“İnsanlardan kimi de var ki, bilgisiz, kılavuzsuz ve aydınlatıcı bir kitapsız Allah hakkında mücadele ediyor [tartışıyor]. Ve onlara: ‘Allah'ın indirdiğine tabi olun!’ dendiği zaman: ‘Aksine, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ dediler. Ya şeytan onları cehennemin azabına çağırıyor idiyse!”
Pasajdaki bu ifadelerde ise elinde bilgi, belge, kitap olmadan körü körüne atalarını taklit eden müşrikler kınanarak insanlar düşünmeye davet edilmektedir. Her iki ayetin de müşriklerin liderlerinden Haris b. Nadir ve başkaları hakkında indirildiği rivayet edilmektedir (Mukatil). Bu kişi veya kişiler, Allah'ın sıfatları, meleklerin şe*faati, o anki Allah inançları, kendilerinin ve babalarının takip ettikleri yolun uyulmaya en uygun yol olduğu konularında peygamberimizle tartışıyorlardı.
Atalarının gidişatına sığınarak ilahi uyarıya karşı çıkanlar başka ayetlerde de kınanmıştır:

Ve onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun.” dendiği vakit, “Aksine biz, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız.” dediler. Ataları bir şeye akıl erdirmez ve doğru yolu bulmaz idiyseler de mi? (Bakara/170)

Ve onlara: “Allah’ın indirdiğine ve Elçi’ye gelin” dendiği zaman: “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler olsa da mı? (Maide/104)

Ve işte böyle Biz, senden önce de hangi kente bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın şımarık varlıklı kimseleri: “Şüphesiz biz babalarımızı bir ümmet [önderli toplum] üzerinde bulduk. Biz de kesinlikle onların izlerine uyanlarız.” demişlerdi.
O [Gönderilen uyarıcı]; “Eğer size babalarınızı üzerinde bulduğunuz şeyden daha doğrusunu getirmişsem de mi?" dedi. Onlar: “Şüphesiz biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi inkâr edenleriz” dediler. (Zuhruf/23, 24)

İnsanlardan bazıları da Allah hakkında bilgiden başka şeyle tartışır. Ve tüm azılı şeytanı izlerler. (Hacc/3)

İnsanlardan bazıları da Allah hakkında bilgiden başka şeyle; kılavuz olmadan, aydınlatıcı bir kitap olmadan tartışırlar. (Hacc/8)

22 – Ve her kim muhsin olarak [iyilik-güzellik üreterek] yüzünü [kendini] Allah’a teslim ederse, işte o, gerçekten en sağlam kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin akıbeti yalnızca Allah’a aittir.
23 - Kim de inkâr ederse, artık onun inkârı seni üzmesin. Onların dönüşü yalnızca Biz’edir. O zaman Biz onlara yaptıkları şeyleri haber vereceğiz. Gerçekten Allah, kalplerin özünü çok iyi bilendir.
24- Biz onları biraz yararlandırırız. Sonra kendilerini yoğun bir azaba doğru zorlarız.

Bir önceki pasajda “İnsanlardan kimi de var ki, bilgisiz, kılavuzsuz ve aydınlatıcı bir kitapsız Allah hakkında mücadele ediyor [tartışıyor]. Ve onlara: ‘Allah'ın indirdiğine tabi olun!’ dendiği zaman: ‘Aksine, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ dediler” denilerek cahil insan inanç konusundaki temelsiz yaklaşımından dolayı eleştirilerek kınanmıştı.
22. ayette de, yukarıda söz konusu edilen nimetler karşısında kendilerini Allah’a teslim edenlerin, O’nun koyduğu ilkeleri benimseyip hayatlarını ona göre düzene koyanların sağlam bir kulpa yapıştıkları, böylece kendilerini kötü akıbetten kurtardıkları mesajı verilmektedir.
23 ve 24. ayetlerde ise aksi davranışta bulunanların durumu ele alınmakta ve nankörlük eden kimselerin az bir kazanıma sahip olsalar bile mutlaka kötülüklerinin karşılıklarını bulacakları bildirilmektedir. Ayrıca Resulullah’ın bu cahillerin davranışlarından üzülmemesi istenmektedir.
Dünyada suçluların, kâfir ve müşriklerin bir müddet faydalandırılması da Allah’ın kurallarından birisidir:

De ki: “Şu, Allah’a yalan uyduran kimseler kesinlikle kurtulamazlar.
(O şeyler) dünyada bir kazanımdır. Sonra dönüşleri yalnızca Biz’edir. Daha sonra da inkâr ettikleri şeyler nedeniyle kendilerine o çetin azabı tattıracağız. (Yunus/69, 70)

Dinde zorlama yoktur; rüşd ğayden [iman küfürden, iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan] iyice ayrılmıştır. O halde kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. (Bakara256)

Buna rağmen eğer seninle tartışırlarsa de ki: “Ben kendimi Allah’a teslim ettim. Bana uyanlar da.” Kitap verilenlere ve ümmilere/Anakentliler’e: “Siz de teslim oldunuz mu?” de. Eğer teslim olurlarsa doğru yola ermişlerdir. Ve eğer sırt çevirirlerse sana düşen sadece tebliğ etmektir/mesajı iletmektir. Allah, kullarını en iyi şekilde görendir. (Al-i Imran/20)

Hayır, aksine kim iyi davranan olarak yüzünü Allah’a teslim ederse, işte onun Rabbi katında ecri vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de. (Bakara/112)

Ve her kim mümin olarak salihattan işlerse, artık o, bir haksızlıktan ve hakkının yenileceğinden korkmaz. (Ta-Ha/112)

Ve siz salâtı ikame edin ve zekâtı verin! Kendiniz için önceden her ne iyilik yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir. (Bakara/110)

23. ayetteki “Kim de inkâr ederse, artık onun inkârı seni üzmesin. Onların dönüşü yalnızca Biz’edir. O zaman Biz onlara yaptıkları şeyleri haber vereceğiz” ifadesiyle peygamberimiz teselli edilmekte ve bir bakıma “Kendisine acımayana sen niye acıyorsun! Sen onları cezalandıramazsın da” denilmektedir.
Daha önce detaylı olarak da ortaya koyduğumuz gibi, Rasülüllah birçok ayette teselli edilmiştir.
Al-i Imran/176, En'am/33, Yunus/65, Kehf/5- 6, Şuara/3 ve Ya Sin/76 bunlardan bazılarıdır.
“Onların dönüşü yalnızca Biz’edir. O zaman Biz onlara yaptıkları şeyleri haber vereceğiz” ifadesiyle, herkesin Allah’a döneceği, yaptıklarının ya da planladıklarının hesabını vereceği, Allah’tan saklamanın ve saklanmanın mümkün olmadığı belirtilerek Resulullah’a işi Allah’a bırakması gerektiği mesajı verilmektedir.

25 – Yine ant olsun ki, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, kesin “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Allah'a hamd olsun!” Aslında onların çoğu bilmezler.
26 - Göklerde ve yerde olan şeyler sadece Allah'ındır. Şüphesiz Allah, Ğaniyy’dir [zengindir, hiçbir şeye muhtaç değildir], Hamîd’dir [daima övülmeye lâyıktır].

21. ayette Rabbimiz, müşriklerin “Aksine, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” dediklerini naklederek onları “Ya şeytan onları cehennemin azabına çağırıyor idiyse!” diyerek kınamıştı. 25 ve 26. ayetlerde ise müşriklerin tutarsızlıklarını yüzlerine vurarak bir bakıma “Mademki yerin, göklerin yaratıcısı Allah’tır, bunu biliyor ve kabul ediyorsunuz, öyleyse niye sadece ona kulluk etmiyor da bir takım nesnelere yöneliyorsunuz. Göklerdeki ve yerdeki her şey sadece O’nun değil mi? Unutmayın, şüphesiz Allah, Ğaniyy’dir [zengindir, hiçbir şeye muhtaç değildir], Hamîd’dir [daima övülmeye lâyıktır]” demektedir.

Yine ant olsun ki onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim kontrol altına aldı?" diye sorsan kesinlikle, "Allah" derler. O halde nasıl çevriliyorlar? (Ankebut/61)

Ve Ant olsun, eğer onlara sorsan: “Kim gökten suyu indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti?” Mutlaka, “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Hamd Allah’a özgüdür”. Bilakis onların çoğu akıllarını kullanmazlar. (Ankebut/63)

21. ayetin sonundaki “Şüphesiz Allah, Ğaniyy’dir [zengindir, hiçbir şeye muhtaç değildir], Hamîd’dir [daima övülmeye lâyıktır]” ifadesi ile “Allah’ı Rabb olarak tanımasanız da, hamd etmeyip nankörlük etseniz de Allah size muhtaç değildir. Eğer tevhide yönelip şükür ve hamd ederseniz, kendi kazancınızadır. Allah’a herhangi bir zarar veremezsiniz. Tüm sonuçlar size yöneliktir” mesajı vermektedir.
Ayetlerden anlaşıldığına göre, mesele Allah'ın kâinatın yaratıcısı olduğunu kabul edip etmeme meselesi değildir. Müşrikler bunu kabul etmekte ve herhangi bir itirazda bulunmamaktadırlar. Problem, Allah’ı yerin ve göğün [evrenin] Rabbi olarak kabul etmemeleridir. Onlara göre, Allah evreni yarattıktan sonra evren ile alakasını kesmiştir. Ne evrene, ne de insanların hayatına karışmaktadır.
Hâlbuki Allah yarattığı varlıklarla ilişkisini kesmemiştir. Rablik yetkilerini herhangi bir varlığa, kişiye ve nesneye devretmemiştir. Evreni bir plân ve program çerçevesinde terbiye etmeye devam etmektedir. Tasarruflarında herhangi bir ortağı yoktur. Aklı olan herkes bunu idrak etmelidir.

27- Ve eğer, şüphesiz yeryüzünde ağaçtan ne varsa kalem olsa, deniz de arkasından yedi deniz katılarak onun mürekkebi, Allah'ın sözleri tükenmezdi. Şüphe yok ki Allah Aziz’dir, Hakîm’dir.

Önceki ayetlerde Allah’ın sonsuz kudretine değinildikten sonra bu ayette de kudretinin sınırsızlığı ve azameti açıklanmaktadır. Birçok yerde ifade ettiğimiz gibi, klâsik Arapçada “yedi” sayısı çokluktan kinaye olarak kullanılır. “yedi sülâle”, “yediden yetmişe” gibi... “Yedi deniz” ifadesi de aynı mahiyette olup binlerce, on binlerce demektir. Bu bir abartı değil, Rabbimizin gerçek ilâhlığının, sonsuz ilim ve kudretinin vurgulanmasıdır. Bu mesaj Kehf suresinde şu şekilde verilmiştir:

“De ki: Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenirdi, hatta bir o kadarını daha getirsek bile...” (Kehf/109)
“Esbab-ı Nüzul” nakillerine göre bu ayetin inişi ile ilgili şu nakiller söz konusudur:

İbn Abbas’tan bir rivayete göre, Yahudi hahamları Medine'de Allah Rasûlü’ne “Ey Muhanımed! ‘Size ilimden ancak çok az bir şey verilmiştir’ sözünle sen bizi mi, yoksa kavmini mi kast ediyorsun?” demişlerdi. Allah Resulü “Asla!” buyurdu. Onlar “Sana gelenler içinde bize her bir şeyin açıklamasını ihtiva eden Tevrat'ın verildiğini okumuyor musun?” deyince Allah Resulü de: “Şüphesiz bu, Allah'ın ilmine göre azdır. Sizin sahip olduğunuz ilim size yetecek miktardadır” buyurdu. Allah Teâlâ da
peygamberine onların sordukları konuda ‘Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa...’ ayetini indirdi. (İbn İshâk)

Ancak söz konusu naklin doğru olması halinde bu ayetin Mekke'de değil, Medine'de nazil olduğunun kabul edilmesi gerekir.

Bir topluluk da şöyle demiştir: Kureyş “Muhammed'in bu sözleri bitecek ve sonu gelecektir” deyince, bu âyet-i kerîme nazil olmuştur. es-Süddî de şöy*le demiştir: Kureyş, “Muhammed'in sözleri ne kadar da çoktur!” deyince, bu âyet-i kerîme nazil olmuştur. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

28 - Sizin yaratılmanız ve ölümden sonra diriltilmeniz ancak bir tek kişininki gibidir. Şüphesiz Allah en iyi işiten, en iyi görendir.

Bu ayette, yerin ve göklerin Allah tarafından yaratıldığını kabul ettikleri halde öldükten sonra diriltilmeyi kabul etmeyenlere hitap edilmektedir. Rabbimiz tüm insanların yaratılmasının ve yeniden diriltilmesinin tek kişininki kadar basit olduğunu vurgulayarak buna inanmayan müşriklere yeniden yaratılıp hesaba çekilecekleri mesajını vermektedir.

İşte o, bir tek haykırıştır.
Bir de bakmışsın onlar meydandadır. (Naziat/13, 14)

Ve buyruğumuz, ancak, göz kırpması gibi bir tekdir. (Kamer/50)

Şüphesiz ki O bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu / işi o şeye “Ol!” demektir; o da hemen oluverir. (Ya Sin/82)

Konumuz olan ayetin inişi ile ilgili olarak şu olay nakledilmiştir:

Âyet-i Kerîme Ubeyy b. Halef, Ebu'l-Esedeyn ile el-Haccac b. es-Sebbak'ın oğulları Münebbih ile Nubeyh hakkında inmiştir. Bunlar Peygamber [sav]'a şöyle demişlerdi: “Yüce Allah bizleri halden hale geçirerek yarattı. Önce bir nutfe, sonra sülük gibi bir kan pıhtısı, sonra bir çiğnem et, sonra bir kemik olduk. Bu sefer sen kalkmış, hep birlikte ve bir anda yeniden diriltilip yara*tılacağımızı söylüyorsun.” Bunun üzerine Yüce Allah: "Sizin yaratılmanız ve öldükten sonra diriltilmeniz ancak bir can gibidir" buyruğunu indirdi. Çün*kü kullar için zor gelen herhangi bir şey, Yüce Allah'a zor gelmez. Onun bü*tün kâinatı yaratması tıpkı bir tek canı yaratması gibidir. Muhakkak Allah söyledikleri her şeyi İşiten’dir, yaptıkları her şeyi Gören’dir. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

29 - Görmedin mi ki, Allah geceyi gündüze sokuyor, gündüzü geceye sokuyor. Güneş ve ayı müsahhar kılmıştır [emrine boyun eğdirmiştir]. Hepsi adı belirlenmiş bir ecele akıp gidiyor. Ve şüphesiz Allah, yaptıklarınıza hakkıyla haberdardır.
30 - Bu da şundandır ki, şüphesiz Allah hakkın ta kendisidir. Ve onların, O'nun [Allah’ın] astlarından yakardıkları kesinlikle batıldır. Ve şüphesiz ki Allah, en yücenin, en büyüğün ta kendisidir.

Bu ayetler ile bundan önceki ayetler arasında kopmaz bir bağlantı vardır. Bundan önceki ayetlerin içerdiği mânâlar bu ayetlerde ispatlanmaya, pekiştirilmeye devam edilir. Gece ve gündüzün oluşumu, güneş ve ayın O’nun kontrolü altında olması, her şeyi noksansız bilip görmesi hep Allah’ın gerçek güç oluşundan kaynaklanmaktadır.
Ayetteki “Hepsi adı belirlenmiş bir ecele akıp gidiyor” ifadesi, gökteki varlıkların da insanlar tarafından uzaya fırlatılmış yapay uydular gibi süreli olduklarına, süreleri bitenin yok olup gideceğine işaret etmektedir.
Allah tek gerçek varlıktır. O’nun dışındakiler batıldır; hepsi de güçsüz, yok olmaya mahkûm, ebedi olmayan varlıklardır.

Gökte ve yerde olan şeyleri Allah’ın kesinlikle bildiğini bilmez misin?. Şüphesiz bu bir kitaptadır. Şüphesiz bu Allah’a çok kolaydır. (Hacc/70)

Allah, yedi göğü ve yerden de onlar kadarını yaratandır Allah’ın her şeye kâdir olduğunu ve Allah’ın bilgisinin, her şeyi kuşattığını bilesiniz diye buyruk bunlar arasında iner durur. (Talak/12)

Ayette Güneş ve Ay özellikle bir arada zikredilmiştir. Çünkü her ikisi de göğün önde gelen cisimleridir. O kadar ki, en eski dönemlerden beri insanoğlu her ikisine de tapmaya kalkışmıştır. Ne yazık ki, bugün bile birçok kimse için durum böyledir.

29. ayette ayrıca gece ile gündüz arasındaki ilişkiden söz edilerek bunun insanı Allah’ı tanımaya sevk eden bir ayet olduğuna işaret edilmektedir. Bu mesajın daha açık olarak verildiği ayetler Kasas suresindedir:

De ki: “Gördünüz mü [Düşündünüz mü hiç], eğer Allah üzerinizde geceyi ta kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka size ışık getirecek ilâh kimdir? Hâlâ kulak vermeyecek misiniz?”
De ki: “Gördünüz mü [Düşündünüz mü hiç], eğer Allah üzerinizde gündüzü ta kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka, istirahat edeceğiniz geceyi size getirecek ilâh kimdir? Hâlâ görmeyecek misiniz?” (Kasas/71, 72)

31- Ayetlerini size göstermek için, şüphesiz, Allah’ın nimetiyle geminin denizde kayıp gittiğini görmedin mi? Şüphesiz bunda, tüm çok sabırlı ve çok şükreden için, ayetler vardır.
32- Ve gölgeler gibi bir dalga onları bürüdüğünde, O’nun için dini arındırarak Allah’a yalvarırlar. Ama ne zaman ki karaya çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı orta yolu tutar [iman ile küfür arasında bir yol tutar]. Ve bizim ayetlerimizi ancak, tam hain ve tam nankör bile bile inkâr eder.

Bu ayetlerde Rabbimiz sonsuz gücünü sergilemeye devam etmektedir. Gökteki güneş ve ay gibi, denizdeki gemi de Allah’ın kudretiyle akıp gitmektedir. Hepsi de O’nun koyduğu yasalara göre hareket etmektedir. Allah’ın güç ve kudretini gösteren bu ayetlerde insanlar için nice ibretler vardır.
32. ayette geçen “bir kısmı orta yolu tutar [iman küfür arasında bir yol tutar]” şeklindeki ifadenin bel kemiği “muktesıt” sözcüğüdür. Bu sözcük daha evvel Fatır suresinde yer almış ve meseleyi orada (Tebyinü’l-Kur’an; c:3, s:444) detaylandırmıştık. Ancak önemine binaen kısaca tekrar ediyoruz:
32. ayette bildirilen “muktesit”ler, orta yolu tutanlar; iman ile küfür arasında bir yol tutanlar; hem inanmış hem inanmamış olanlardır.

Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve kendilerine Rabblerinden indirileni [Kur’an’ı] ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından yiyeceklerdi [besleneceklerdi]. Onlardan bir kısmı orta yol tutan [bazısına inanıp bazısına inanmayarak orta yol tutan] bir ümmettir. Onlardan çoğunun yapmakta oldukları da ne kötüdür! (Maide/66)
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 25. April 2009, 09:54 PM   #5
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

“Muktesit”lerin kimler oldukları ise Nisa suresinde açıklanmıştır:

Allah’ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olan, “Biz, bir kısmına inanırız bir kısmına inanmayız” diyerek Allah ve elçisinin arasını ayırmaya kalkışan ve böylece imanla küfür arasında bir yol tutmaya çalışan kimseler var ya, işte onlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir. Biz o kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. (Nisa/150–151)

Görüldüğü gibi, Nisa/150-151’deki sınıflamada kâfirler “zalim” ve “muktesit” olarak iki grupta toplanmış, müminler ise “hayırlarda önde giden” nitelemesi ile tek grup olarak gösterilmiştir. Bu sınıflamaya göre iman konusunda orta yol, ılımlılık yoktur; iman uç noktadır ve sentez kabul etmez.
İnsanın ikiyüzlülüğü ile ilgili Kur’an’da onlarca ayet vardır. Bu konuya ait birkaç tanesini hatırlatmakla yetiniyoruz:

Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, o yalvardığınız kişiler kaybolup giderler. O, müstesna [kaybolmaz]. Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, yüz dönersiniz. Ve insan, çok nankördür! (İsrâ/67)

İşte gemiye bindiklerinde, dini yalnız O’na özgü kılarak Allah’a yalvarırlar. Sonra ne zaman ki onları karaya çıkarıp kurtardı, bir de bakarsın ki onlar, şirk koşuyorlar. (Ankebût/65)

O [Allah], size karada ve denizde yolculuk ettirendir. Gemilerde bulunduğunuzda gemiler içindekileri tatlı bir rüzgârla götürür. Onlar [yolcular] neşelendiklerinde, şiddetli bir fırtına gelip çatar, dalgalar her mekândan gelir. Ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca, dini Allah için arındıranlar olarak O’na yalvarırlar: “Bizi bundan kurtarırsan, hiç kuşkusuz, şükredenlerden [karşılığını ödeyenlerden] oluruz.”
Sonra ne zaman ki Biz onları oradan kurtardık, kurtulur kurtulmaz yeryüzünde haksız yere taşkınlıklar yaparlar. —Ey insanlar, taşkınlığınız şu basit hayatın kazanımı olarak sırf kendi zararınızadır. Sonra dönüşünüz sadece Bizedir. Sonra Biz yapmış olduklarınızı size haber vereceğiz.- (Yûnus/22- 23)

33 - Ey insanlar! Rabbinize takvalı davranın. Ve babanın çocuğuna hiçbir fayda vermediği, çocuğun da babasına hiçbir şeyle fayda sağlamadığı günden ürperin. Şüphesiz Allah'ın vaadi gerçektir. O halde basit yaşam sizi aldatmasın. Ve sakın o çok aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın.
34 - Şüphesiz ki Allah, saatin [kıyametin kopuş zamanının] bilgisi yanında olandır. Ve yağmuru O yağdırır, rahimlerde olan şeyleri O bilir. Ve kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Kimse hangi yerde öleceğini de bilmez. Şüphesiz ki Allah en iyi bilendir, en iyi haberi olandır.

Surenin bu son ayetleri tüm insanlara hitap etmektedir. İnsanlar takvaya, kendilerini koruma altına almaya davet edilerek kimseye yardım edilmeyecek olan o güne haşyet duymaya çağırılmaktadır. Allah’ın vaadinin gerçek olduğu bildirilmekte, kimsenin dünya hayatına aldanmaması, özellikle de hiçbir aldatıcının Allah ile aldatmasına kanılmaması istenmektedir.
Kıyametin bilgisi sadece Allah’ın nezdindedir. O her şeyi noksansız bilmektedir. Yağmuru O yağdırmaktadır, rahimlerdekini de O bilmektedir. İnsanlar ise gelecekte kendilerini nelerin beklediğini, ne yapacaklarını ve nerede öleceklerini kesinlikle bilememektedirler. Bu yönde mesajlar veren sure, Allah’ın insanların her yaptığından haberdar olduğunu vurgulayarak sona ermektedir.
İnsan sosyal bir varlıktır. Bu nedenle de, ana-baba, kardeşler, evlâtlar, arkadaşlar, öğretmen, öğrenci ve komşulardan oluşan sosyal bir çevreye sahiptir. Karşılıksız sevgi ve saygı ile en sıkı bağlar ana-baba ve çocukları arasındadır. Ayetten anlaşıldığına göre, diriliş günü baba ile oğul bile birbirine yardım edemeyecektir. Durum böyle olunca el ele nasıl yardım edecektir?
33. ayette müminler aldatılmaya karşı iki kez peş peşe uyarılmaktadır. Bu aldatmalardan ilki, insanı geçici dünya çıkarlarının aldatmasıdır. İkincisi ise herhangi bir “Aldatıcı”nın insanı Allah’ı malzeme yaparak aldatmaya kalkışmasıdır. İnsan ne dünyevi menfaatlerin kendisini aldatmasına müsaade etmeli, ne de Allah’ın rızasını gözetiyormuş havasını veren aldatıcılara aldanma durumuna düşmelidir. Mümin her iki durumda da aldatılmaya karşı uyanık olmalıdır. Ayette konu edilen “Aldatıcı” varlık, “kötü birisi [şeytan]” olabileceği gibi, insanın nefsi [ham düşüncesi, İblis] veya bu özellikteki bir birey veya grup da olabilir.
Bu ayetin bir benzeri de Fatır suresindedir:

Ey insanlar! Hiç şüphesiz, Allah’ın vaadi gerçektir. Onun için bu basit yaşam sizi aldatmasın! Ve sakın o aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın! (Fatır/5)

Rabbimiz, çeldiricilerden biri olan “basit yaşam” konusunda birçok ayetiyle uyarıda bulunmuş ve bu dünyadaki yaşam uğruna ebedî olan ahiret yurdunun feda edilmemesini istemiştir.
“Aldatıcı”nın insanları “Allah ile aldatması” ise Allah’ın emretmediği veya yasaklamadığı herhangi bir hususu bilgisiz ve bilinçsiz kimselere Allah adına emretme veya yasaklama girişimidir. Allah’ın Rahman, Rahîm, Ğafur ve Vekil gibi sıfatlarını çarpıtarak insanların Allah’ın bu sıfatlarının çarpıtılmış hâline güvenmelerini sağlamak ve böylece günaha ve şirke girmelerine yol açmak da yine “Allah ile aldatma” kapsamındadır. Herkesin bu konuda çok dikkatli ve uyanık olması gerekir. Çünkü bu tip aldatmalar genellikle “din adamı” kisveli kişilerce yapılmaktadır. Rabbimiz Kur’an’da bu konu üzerinde çokça durmuştur:

Artık yazıklar olsun o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz paraya satmak için “Bu Allah katındandır” derler. Artık o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara yazıklar olsun, o kazandıkları şeyler yüzünden yazıklar olsun onlara! (Bakara/79)

Ve onlardan [Kitap ehlinden], o kitaptan olmamasına rağmen, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip büken bir güruh vardır. O, Allah katından olmadığı hâlde; “Bu, Allah katındandır” derler. Kendileri bilip dururken, Allah’a karşı yalan söylerler. (Âl-i Imran/78)

Ayetteki “ الغرورğarur [aldatan]” sözcüğünün sadece İblis’i işaret ettiğini düşünmek isabetli değildir. Aldatıcının Kur’an’daki ilk örneği şüphesiz İblis’tir. O, Âdem ve eşine “Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikinizin de birer melek / melik olmanız ya da ebedî kalıcılardan olmanız için sizi şu ağaçtan men etti” demek suretiyle Allah adına vesvese vermiş ve uydurduğu yalanla her ikisini de aldatmıştır. Ancak Kur’an’da şeytanların da aldatıcı olduğu bildirilmektedir. Dolayısıyla buradaki “ğarur [aldatan]” sözcüğü hem İblis’i hem de tüm insan şeytanları ifade etmektedir:

O [Şeytan] onlara vaat eder ve onları kuruntulandırır. Oysa şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez. (Nisa/120)

“Onlardan gücünü yetirdiklerini sesinle sars! Atlıların ve yayalarınla onların üzerine yaygara kopar! Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol! Ve onlara vaatlerde bulun!” Ve şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez. (İsra/64)

O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar o iman edenlere: “Bize bakın da sizin nurunuzdan alalım” derler. Denildi ki; “Arkanıza dönün de nur arayın!” sonra da aralarına içinde rahmet, dışında da azap olan kapılı bir sur vurulur [çekilir].
Onlara; “Biz sizinle beraber değil miydik?” diye seslenirler. Onlar [Müminler]: “Evet ama siz kendi canlarınızı ateşe attınız, gözlediniz, şüpheye düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. Nihayet Allah’ın emri gelip çattı. O çok aldatan da sizi Allah ile aldattı. (Hadid/13, 14)

34. ayetle ilgili olarak “beş bilinmeyen” diye bir kavram icat edilmiştir. Hâlbuki ayette “beş bilinmeyen” diye bir kategoriden bahsedilmez. Bu yanlış anlayış kapsamında şöyle bir nakil vardır:

“Ha*ris bin Amr adında bir bedevi, Hz. Peygamber'e gelir ve şu soruları so*rar: "Kıyamet ne zaman kopacak? Ülkemiz kuraktır, yağmur ne zaman yağacak? Karım gebedir, erkek mi kız mı doğuracak? Nerede doğduğu*mu bilmiyorum, acaba nerede öleceğim?" Bu sorular üzerine bu ayet indirilmiştir.” (Mukatil; Vahıdi, Esbabu’n-Nüzul, s.199)

Bu ayette üzerinde durulan konular şunlardır.

1- Kıyametin Kopacağı Anı Sadece Allah Bilir.

Bunun böyle olduğuna dair Kur’an’da onlarca ayet mevcuttur. Biz sadece bir tanesini vermekle yetiniyoruz:

Sana Saat'ten soruyorlar: “Ne zaman gelip çatacak?” De ki: “Onun bilgisi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun vaktini Kendisinden başkası açıklayamaz. Göklerde ve yerde ağır basmıştır. O size ansızın gelir.” Sanki sen onu çok iyi biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (A’raf/187)

Ayrıca Ahzab/63, Naziat/42 ve Ta Ha/15’e bakılabilir.

2- Yağmuru Allah Yağdırır

33. ayette yağmurun ne zaman yağacağından ve kulların yağmurun ne zaman yağacağını bilmediklerinden, bilemeyeceklerinden bahsedilmez. Bildirilen sadece yağmuru yağdıranın Allah olduğudur. Bununla yeryüzünü canlandıranın Allah olduğu; O’nun insanları da ahirette aynen bu şekilde canlandıracağı mesajı verilir.

Halbu ki onlar, önceden; daha önce üzerlerine indirilmeden evvel kesinlikle ümit kesenlerdiler.
Öyleyse Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak; yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, mutlaka ölüleri diriltir ve O her şeye gücü yetendir. (Rum/49, 50)

O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır ve yeryüzüne ölümünden sonra hayat verir. Sizler de işte öyle çıkarılacaksınız. (Rum/19)

Ve O, yaratmayı başlatan, sonra onu çevirip yeniden yapandır. Ve bu O'na çok kolaydır. Ve göklerde ve yerde en yüce örnek O'nundur. O çok güçlüdür, hikmet sahibidir. (Rum/27)

De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da, O’nun yaratmaya nasıl başladığına bir bakın. Sonra Allah, son yapıyı inşa edecektir. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir. (Ankebut/20)

3- Rahimlerde Olan Şeyleri Allah Bilir

Burada konu edilen şey de çocuğun cinsiyeti veya ileride iyi veya kötü insan olup olmayacağı değildir. Bilindiği gibi, modern cihazlar sayesinde rahimlerdeki bebeğin cinsiyeti bilinebilmektedir. Bebekte ise iyilik-kötülük olmaz. İnsan sonradan iyi ya da kötü olur. Zaten “ ماma” edatı kullanılarak insanların bilmediği, bilemeyeceği şeyin bebeğin dışındaki bir şey olduğu anlatılmaktadır. Bu da rahimde cereyan eden sistemin hakikati, yani projenin mahiyetidir.

Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, (bilin ki,) ne olduğunuzu size açıklamak için şüphesiz biz sizi topraktan, sonra nutfeden sonra bir alekadan [embriyondan] sonra yapısı belli belirsiz bir et parçasından yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkartırız, sonra sizi, olgunluk çağına erişmeniz için bırakırız. Bununla beraber kiminiz öldürülür, kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en rezil zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki, sönmüştür; fakat biz onun üzerine su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir. (Hacc/5)

4- Kişi Yarın [Gelecekte]Ne Kazanacağını Bilmez

Bu, herkesin bildiği ve kabullendiği bir hayat gerçeğidir. “Evdeki hesap çarşıya uymaz” atasözü de bu gerçeğe işaret etmektedir.

5- Kişi Hangi Yerde Öleceğini Bilmez

İnsanlardan hiç kimse ölüp defnedileceği yerin deniz de mi, karada mı, yoksa bir ovada veya bir dağda mı olacağını bilemez. Bu ancak ölüm anında meydana çıkmaktadır.
Allah, doğrusunu en iyi bilendir.







العصمة للّه وحده - el-Ismetü lillâhi vahdeh

[Kusursuzluk sadece Allah’a mahsustur]…

dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
57lokman, suresi


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 03:03 AM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam