hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > HADİS ve SÜNNET > Kuran Işığında Sünnet

 
 
Seçenekler Stil
Alt 15. January 2009, 12:12 AM   #1
hasyetullah
Katılımcı Üye
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: istanbul
Mesajlar: 77
Tesekkür: 13
24 Mesajina 33 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17
hasyetullah will become famous soon enoughhasyetullah will become famous soon enough
Standart sünnet(yaşar nuri öztürk yorumu)

SÜNNET

Kur'an'da sünnet kelimesi tekil ve çoğul olarak 16 yerde geçer. Bunların 10 tanesi 'Allah'ın sünneti' yani tavrı-tarzı anlamındadır ki tabiat kanunlarını ifade eder. Kullanımların hiçbirinde 'peygamberin sünneti' ifadesi yoktur.

Dil ve tarih açısından baktığımızda, yol, tarz-tavır, gelenek, yöntem, yaşayış biçimi gibi anlamları olan sünnet kelimesi İslam literatüründe bu anlamların tümünde kullanılmıştır. Devirlerin sünnetleri, kentlerin sünnetleri, kişilerin sünnetleri deyimleri sık sık geçer. Sünnet sözcüğü ayrıca, sahabe ve onu izleyen kuşaklarının söz ve kabullerini ifade için de kullanılır. Tıpkı,
sünnetin bir parçası olan hadis sözcüğünün kullanıldığı gibi.

İslam literatüründeki özel ve terminolojik anlamıyla sünnet İslam Peygamberi'nin davranış biçimlerini, sözlerini ve kabullerini birlikte ifade eden bir çerçeve kavramdır. Ancak burada şu noktayı unutmamak borcundayız: Hz. Peygamber'in sünneti dediğimizde de iki ayrı anlam vücut bulmaktadır:

1. Hz. Peygamber'in, Allah Elçisi sıfatıyla, aldığı vahiylerin uygulanmasından doğan davranışlar ve sözler bütünü anlamında sünnet,

2. Hz. Peygamber'in, yaşadığı toplumun ve zamanın geleneklerini diğer insanlar gibi yaşamasından doğan sünnet.

İslam din bilginleri bunların birincisine 'sünnet-i ibadet' veya 'sünnet-i hüda', ikincisine 'sünnet-i âdet' veya 'sünnet-i zevâid' demişlerdir. Bu ayrımın amacı, Hz. Peygamber'in bir nebi sıfatıyla bizi bağlayan sünnetleriyle, bir beşer sıfatıyla uyguladığı ve din olarak bir bağlayıcılığı olmayan sünnetlerinin farkını göstermektedir. Birinci anlamıyla sünnet dinin uygulanışı, ikinci anlamıyla ise bir toplumun gelenek ve göreneklerinin yaşanmasıdır. Sünnet konusunun en yıkıcı ayak kayması işte bu ayrımın dikkate alınmamasından doğmaktadır. Kim, nerede bir sünnet kelimesi görse şu iki hatayı birden işlemekten hemen kurtulamıyor:


BİD'ATLAR, HURAFELER

*Sünnet Kelimesinin Hiç Tartışmasız, Peygamberimizin Sünnetini İfade Ettiğini Sanmak:

Sünnet kelimesi bazen sahabe tâbiûnun görüş ve davranışlarını, bazen bir çevrenin gelenek ve kabullerini, bazen bir kent
veya bölgenin örflerini, bazen de Müslümanların ortak örflerini ifade için kullanılır.(Şâtıbî;Muvafakaat, 4/3 vd.)
Bir örnek olarak Halife Ömer'in şu sözünü verelim. Bir mesele ile davranışını izah ederken diyor ki: "Allah'a yemin olsun, eğer bu işi öyle yapsaydım o yaptığım sünnet haline gelirdi." (Şâtıbî, aynı eser, 3/327. Halife Osman'a izafe edilen benzeri bir söz ve anekdot için bk. Aynı kaynak, 3/329 ve 4/74, 80) Özellikle fıkıhta sünnet bu son anlamdadır.


*Peygamberimizin Sünneti Olduğunu Belirlediğimiz Bir Kayıt Veya Rivayetin, Sünnet-i İbadet Olduğunu
Peşinen Kabul Etmek:

Sünnet kelimesinin geçtiği yerde önce bunun Peygamber sünnetini ifade edip etmediğini, ikinci olarak da Peygamberimizin hangi tip sünneti bünyesinde yer aldığını iyi belirlememiz gerekiyor.Çünkü Peygamberimize ait olmayan sünnetlerle, ona ait olan ama sünnet-i ibadet bünyesinde yer almayan sünnetler bizi din adına bağlamaz. Bu tür sünnetlere uymak bir zevk ve
renk meselesidir, isteyen benimser, istemeyen benimsemez.

Bu ayrımın yapılmaması ve sünnetin her geçtiği yerde Peygamber'i ve sünnet-i ibadeti görme tutkusu, Müslümanlara çok pahalıya mal olmuştur. Çünkü örf anlamındaki sünnetler -ki bunların çoğu Arap örfüdür- din ilan edile edile âdetler dinleşmiş, bunun sonucunda din âdet durumuna düşürülmüştür. Kur'an'ın, ataların kabullerini din yapmayı putperestliğin bir uzan-
tısı görmesi sebepsiz değildir.

Şu bir gerçek ki bir toplum veya ümmet bünyesinde dinleştirilen her âdet, karşılığında, âdetleşen bir din buyruğunu rehin alır. Bu bozuk gidiş uzun bir süre devam ederse dinle âdet birbirine girer ve gerçek dinin ne olduğunu anlamak için müceddit ruhlara ihtiyaç kaçınılmaz olur. Sıradan bilgin veya fıkıhçı böyle bir devrede din anlatma şansını yitirir, örflerin nakledicisi
bir rivayet hamalına döner.


*Her Sünnet Sözünün Arkasında Peygamberimizin Olduğunu Sanmak:

Bunun açıklamasını yukarıda yaptık.


*Sünneti Dinin Yarısı Gibi Görerek Kur'an'a Ortak Konumuna Getirmek:

Peygamberler Allah'ın elçileridir, ortakları değil. Bunun zorunlu sonucu, peygamberlerin söz ve davranışlarının dinde bir ortak irade haline getirilmemesi gerektiğidir. Tarih bize göstermektedir ki bu kapı aralanıp tanrısal irade herhangi bir ortakla paylaştırıldı mı iş, peygamberlerle bitmiyor, art arda diğer ortaklar sökün edip geliyor. İslam içinde konuşursak bunun en belirgin örneği ünlü 'edille-i şer'iye: dinsel deliller' kabulüdür. Bilindiği gibi, Sünni İslam'ın temel kabullerinden bir de 'edille-i şer'iyenin dört olduğu' yolundaki anlayıştır. Bu 'deliller', Kur'an, sünnet, icma ve kıyas olarak sıralanıyor. Bazı ekoller bunlara bazı ilaveler yaparak dinsel delilleri 7'ye, 9'a, hatta 10'a 15'e çıkarmaktadır. Oysaki bunlar dinin kaynakları değil, dinin kaynağını ve dayanağını anlamada beşeri yollar, yöntemlerdir.

Anlaşılması istenen kaynak ve dayanak tektir ve o da Kur'an'dır.

Ne yazık ki konuyu bu soruyla gündeme getirdiğinizde teorik olarak bir itiraz gelmemekte, esas kaynağın ve delillerin tek olduğu söylenmekte ama yaşanan hayatta asırlardır bunun tam tersi işletilmektedir. Günümüz toplumlarının günlük hayatlarında, diğer delillerle Kur'an arasında hiçbir fark kalmamıştır, hatta Kur'an o delillerin çok gerisine atılarak diğer üç beşeri kaynak dinin ta kendisi kılınmıştır.

İşin teorik aşamasında söylenmesi gerekeni en güzel ifade edenlerden biri de sûfî-fakîh Gazalî'dir. Gazalî (ölm. 505/1111),
fıkıh metodolojisi alanında önemli eserlerden biri olan el-Müstasfa'sında dinsel delilleri değerlendirirken şu tespiti yapıyor:

"Bil ki, bakışımızı iyice derinleştirdiğimizde görürüz ki dinsel hükümlerin esas kaynağı bir tanedir: Allah'ın sözü, yani Kur'an. Resul'ün sözü ne hükümdür, ne de mülzim (bağlayıcı); hüküm Allah'ındır. Ancak Allah'ın hükmünü ortaya çıkaran bir gösterici (muzhır) lazımdır ki işte bu, Peygamber'in sözüdür. Gösteren söz de yalnız bu sözdür. Mülzim sebep ise tektir ve
o da Allah'ın hükmüdür. Resul, mulzim ve hakim değil, sadece Allah'tan haber getiren (muhbir anillah) aracıdır..." (Gazalî;
el-Müstasfa, 1/285-287)

Evet, Hâkim (hükmü veren makam) ve mülzim (bağlayıcı sözü söyleyen makam) Allah'tır. Allah'ın verdiği hükmü haber veren (muhbir) ve gösteren (muzhır) ise Hz. Peygamber'dir. Yani dini kuran ve gönderen, Allah; tebliğ edip gösteren, peygamberdir.

Gerçek, Gazalî'nin de ifade ettiği gibi, işte budur ama İslam tarihinde hayat ve toplumları şekillendirip yönlendiren ne yazık ki bu gerçek olmamıştır. Yönlendiren ve şekillendiren kabuller başkadır. Bu kabuller dine bir değil, birkaç kaynak bulmuştur. Hatta fıkıh kitaplarında açık ve tevilsiz şirk ifadesi olan şu başlıklar atılabilmiştir: 'Sünnetin Kur'an'ı Neshi' Bu başlık
altında işlenen en korkunç günah, hadislerin Kur'an ayetlerini hükümden düşürebileceğini göstermeye kalkmak, buna kılıf hazırlamaktır. Bu günahın ortaya çıkardığı anlayışa göre, ayetlerle hadisler çekişme durumunda kalırlarsa, Peygamber'in kabulleri Allah'ın kabullerini saf dışı edebilecektir.

Peygamber'in söz ve kabullerinin Allah'ın sözüne arzı gerekmez mi? Kur'an ve akıl bunu gerektirmez mi? Ne yazık ki, geleneksel anlayışı temsil edenlerden birçoğu bunun aksini söyleyebilmiştir. İşte ilklerinden biri olan Beyhakî (ölm. 458/1065), Delâilü'n-Nübüvve (Peygamberimizin peygamberliğine ilişkin kanıtlar) adlı eserinde bakın ne diyor: "Hadislerin Kur'an'a arz edilip onaylatılması yolundaki hadis bâtıldır. Böyle bir şey asla doğru olamaz. Kur'an'da, hadislerin Kur'an'a arzına del-alet eden hiçbir şey yoktur." (Beyhakî; Delâil, 1/27)

Beyhaki'nin bu sözlerini geçerli saymak, Kur'an'ı inkârla eş anlamlıdır.

Geleneksel din tarihinde, tartışmasız kitap sadece Kur'an olmamış, düzinelerle zübür, binlerce mişna dokunulmaz ve tartışılmaz ilan edilmiştir. Hatta Kur'an tecüme ve tefsir edildiği halde, dokunulmaz ilan edilen bu zübür ve mişnalar yoruma bile açılmamıştır. Bunları yazanlar, örtülü bir biçimde, Allah'tan daha fazla otorite haline getirilmişlerdir. Yani Kur'an'ın ve Resul'ün din meselesinde şikayetçi oldukları anlayışlar dinleştirilmiştir.

Tartışılmaz ve eleştirilmez tek kişi olan Hz. Peygamber'in yanına da yüzlerce tartışılmaz kişi eklenmiştir. Bunlar, yerine göre mehdidir, mezhep imamıdır, tarikat şeyhidir, efendidir, üstaddır, ulemadır, müfta bih kavil sahibidir vs. Ve öyle bir yere gelinmiştir ki din dendiğinde teorik kaynak olarak bu 'dokunulmazlar'ın kitapları, canlı kaynak dendiğinde de kendileri akla gelir olmuştur. Peygamber'in din içindeki payı bol bol salât ve selam ile 'sakal-ı şerifi'nin (!) öpülmesine, Kur'an'ın yeri ve payı da cenazelerde, mezarlıklarda okunmaya indirgenmiştir. Bir gün gelmiştir ki Hak ve hidayet kavramlarını artık Kur'an ifade etmez olmuştur. Çünkü 'hak mezhepler' (!) ve 'hak tarikatlar' (!) vardır. Bunların dışında hak arayanlar 'sünnete ve
ümmete muhalefetle' suçlanmıştır.

Hz. Muhammed tüm bunların böyle olacağını, nübüvvetinin bir gereği olarak elbette ki sezmiş, görmüş ve gereken uyarıları yapmıştır. Her türlü yozlaşma belasının giriş kapısı olarak peygamberlerin şirk aracı yapılmasını Kur'an ona göstermişti. Öncelikle bu giriş kapısını kapatmak için tedbiler aldı. Tüm hayatı, kendisinin Allah'ın elçiliğinden çıkarılıp Allah'ın ortağı konumuna getirilmemesi için verilmiş mücadelelerle doludur. Bu titizliğin amacına varması için, Allah'ın kitabı dışında tartışılmaz ve şaşmaz din kaynağı yaratılmamasına özen gösterdi. Hadislerinin yazılıp toplanmaması yolunda verdiği talimat bunun en tipik göstergesidir. Kendisinden habersiz yazılan hadislerinin de imhasını emretmiştir.

Gerçek sahabeler bunun anlamını ve espirisini iyi bildikleri içindir ki hadis rivayet etmekten çekinmişlerdir. Hz. Peygamber'le İslam'ın ilk gününden itibaren beraber olmuş en büyük sahabenin rivayet ettikleri hadislerin sayısı parmak sayısına yakındır. Sahabe neslinden Saîd b. Yezid diyor ki: "Sa'd b. Ebı Vakkas ile Medine'den Mekke'ye değin (yaklaşık bir ay)
beraber oldum; gidip dönünceye kadar bir tek hadis rivayet etmedi."

Şa'bi (ölm. 103/721) şöyle konuşuyor: "Şu, 'Resul buyurdu' sözüne şaşıyorum. Ben İbn Ömer'le iki yıl boyunca beraber oldum, Hz. Peygamber'den bir tek söz naklettiğini görmedim." (Süyûtî; Tahzîru'l-Havâs, 153-154)

Biz inanıyoruz ki sonraki zamanlarda, sahabenin adları kullanılarak da hadisler uydurulmuştur. Bizim, âhad haber vs. adlarıyla andığımız rivayetlerin bir kısmı da bu şekilde çürüğe çıkar. Yani senedinde sahabe adı gördüğümüz her söz, güvenilir değildir. Sahabîlerin hiçbirinin yalan söylemediğini var sayalım; sahabenin adını oraya koyanın yalan söylemediğini nere-
den biliyoruz! Peygamber'e yalan isnat edenler, onun sahabesine neden isnat etmesin! Bizim sonuçta bir tek dayanağımız kalır: Hadis diye rivayet edilen sözün Kur'an'dan onay alması.

Şunu unutmayacağız: Hadis diye rivayet edilen sözün bize bağlanan ucunda "Falanca bana rivayet etti ki, dedi ki..." türünden bir ifade var. Ondan öncesi bizim için koca bir karanlıktır. Biz, "Filanca bana dedi ki..." beyanına dayanarak dünya ve ahiretimizi şekillendiremeyiz. Hadis ulemasının 'sahîh' (sağlam) unvanı verdiği hadislerin tümü, ana başlığı 'âhad haber' veya "haber-i vâhit" olan ve Hz. Peygamber'den bir kişi tarafından rivayet edilen sözlerdir. Haber-i vâhidin en sahihi bile sadece zan (sanı) ifade eder. Bir tanesinin bile kesinlik netliği yoktur. Hadis alanının otoritelerinden biri sayılan Ahmed Naim (ölm. 1934) bu noktada şunları söylüyor: "Haber-i vahit nihayet galebe-i zannı müfid olup kuvvet ve sıhhati de, hasıl olan zannın kuvvetine tâbidir. İlm-i zannînin derecatı olduğu gibi, sahihin de derecat-ı mütefâvitesi olmak lazım gelir." (Ahmet
Naim; Buharî Tercüme ve Şerhi, 1/210) Bu cümlelerin günümüz Türkçesiyle söylenişi şöyle: "Haber-i vahit, en fazla sanıda baskınlık ifade eder. O halde, onun kuvvet ve güvenilirliği bizde doğurduğu sanının kuvvetine bağlıdır. Sanıya dayalı bilginin dereceleri olduğu gibi ona dayanılarak elde edilmiş sahih hadislerin de çeşitli dereceleri olması gerekir."

Kısacası, haber-i vâhidin esası, sadece sanı ve tahmindir. Bu sanı ve tahmin bizde kuvvetli bir ihtimal duygusu yaratmışsa biz "İşte bu hadis sahihtir" diyoruz. Ve bunun diyebildiğimiz anda da dinimizi, dünyamızı o söze teslim ediyoruz. Böyle bir tavrın, Kur'an'ın anlayışıyla barıştırılması asla mümkün olmaz.

'Sahih' unvanlı hadislerin durumu bu. Bir de 'zayıf' diye nitelenenlerin durumunu düşünmek gerekir. Bütün bu serüvende bize kanıt olan tek şey vardır: Hadisin kendilerinden alındığı söylenen ve Peygamberimizle bizim aramızda uzayıp giden kişiler zinciri. Bu zincirin bir yerde yazılı olduğunu gördüğümüz anda hadisle ilgili 'kanıt' problemimizi çözülmüş sayıyor, "Bu
hadis sağlam hadistir" hükmünü veriyoruz."Hadis uleması bu hadisin sahih olduğunda oy birliği etmiştir" vs. türünden sözlerin arka planı işte budur.

Bu, 'senet' denen kişiler zincirinin güvenlirliğinin kanıtı nedir? Kendisi kanıta muhtaç bir şeyin kanıt olarak kullanılmasını nasıl kabul ederiz? O halde, bu senet meselesinde üç noktayı sorgulamamız gerekiyor: Birincisi, senetteki kişiler kimdir ve onlarla gerçekten görüşülmüş müdür; ikincisi, bu kişilerin rivayet ettikleri söz, bizim önümüze konan söz müdür? Üçüncüsü,
bu sözün Peygamber'e nispeti ne derece doğrudur?Bu sorulara olumlu cevaplar bulduğumuzda da yapılan iş, yerden taş toplayan kişilerin topladıkları taşların elmas olduğunu var saymaktır.

Şunu asla gözden uzak tutamayız: Birkaç kişinin yerden taş topladığını ispat etmek, toplanan taşların değerli taşlar olduğunun ispatı değildir. Taşların değerli olup olmadıklarının başka bir ölçütle değerlendirilmesi gerekir. Hadis uleması, işte bu sonuncuyu hemen hemen hiç yapmamıştır. Çünkü bunu yaptıkları takdirde denetim makamına Kur'an'ı koymaları gerekir. Böyle bir şey ise onların hadislerinin neredeyse ortadan kalkması demektir. Çünkü Kur'an, bu hadis malzemesinin yüzde doksanına onay vermez. Ne ilginçtir ki, Kur'an'dan onay alabilecek olan ama dinde kural koymayan hikmetli söz türü rivayetler de senetleri bakımından tutarsızdır. Yani, dinde kural koyan türden olanların büyük kısmı Kur'an'dan onay alamıyor,
dinde kural koymadığı için Kur'an'la çelişmesi söz konusu olmayanlar ise hadisçilerin senedi bakımından çürüğe çıkıyor.
Geriye, güvenilir bir şey kalmıyor.

Üzerinde olduğumuz 'senet' yani hadisi rivayet eden kişiler zinciri konusunda, büyük eleştirici İbnül-Cevzî'nin ufuk açacak bir tespitini buraya almak istiyoruz. İbnül-Cevzî (ölm. 597/1200), ünlü eseri Telbîsü İblis'te, İblis'in muhaddisleri nasıl aldatıp karmaşa ve yalana ittiğini anlatırken özetle şöyle diyor: "Bu hadis uleması içinde Kur'an'ı ezberlememiş olanlar, hatta namazın şartlarını bilmeyenler vardır... Bir kısmı da dinledikleri hadis sayısını çoğaltır da çoğaltır; amacı, hadisin sağlamlığı filan değildir; hadis tahsili için ne kadar beldeyi gezdiğini, neler çektiğini, ne kadar insanla görüştüğünü abartılı bir biçimde anlatılıp dikkat çekmektir... Bunların içinde Bağdat'taki nehrin kenarında yaptığı konuşmayı bir kelime oyunuyla Şam'da bir nehrin kenarında yapılmış gösterenlerden, torunuyla yaptığı konuşmayı, aradan iki kişi atlayarak dedesiyle yap-
ılmış veya öğrencisiyle yaptığı konuşmayı hocasıyla yapılmış gösterenler vardır... Tümünün amacı, öne geçmek, ünlenmek, itibar toplamaktır..."

"Hadis ulemasına bulaşan İblis kirletmelerinden biri de şudur: Bunların bazıları uydurma (mevzu') bir hadisi, uydurma olduğunu açıklamadan rivayet eder. İşte bu, bu insanların dine karşı işledikleri bir cinayettir. Bu cinayeti, hadislerini geçerli kılmak, 'çok hadis toplamış adam' unvanı kazanmak için yaparlar. Bunlar çoğu kez, "Filancadan falancadan dinledim" şeklinde konuşurlar ama aslında o dediklerinden bir şey dinlemiş değillerdir. Bazen de hadis aldıkları güvenilmez, yalancı kişilerin fark edilmesini önlemek için o insanların adlarını gizlemek, künyelerini, nisbelerini değiştirmek yoluna giderler. Bu yaptıkları da dine karşı işlenmiş bir cinayettir..." (İbnül-Cevzî; Telbîs, 133-137)

Ne yazık ki bu cinayetlerin faturasını o rivayetçiler değil, onların ardına düşürülen masum kitleler ödemişlerdir. Asırlar ve asırlar boyu. Şunun altını da çizmek zorundayız: "Sahabe ve tâbiun neslinden gelen söz, fiil ve kabullere ilişkin rivayetlere hadis dendiği de çok olmuştur." (Ahmet Naim; Buharî Tercüme ve Şerhi, 1/7)

Yaşadığımız günlerde, uydurmacılığın siyasal çıkara bağlı odakları, bu konuda soru sormaya kalkanları, "Peygamber Efendimizin sünnet-i seniyyesine karşı çıkıyor" şeytanî ithamıyla sindirmeyi ne yazık ki büyük ölçüde başarmıştır.Tıpkı kıla tapmaya karşı çıkanları "Sakal-ı şerife hürmetsizlik ediyor" diye sindirmesi gibi. Uydurmalar içinde 'Peygamberimizin sidiğini içmenin cennet kazandırdığını', Peygamberimizin dışkısının 'gaita-i şerife ve parfüm olduğunu' söyleyenler bile vardır. Uydurmacılık irini Kur'an'ın şualarıyla kurutulmaz ve ayağını sağlam basmasına fırsat verilirse kuşku olmasın ki,sidik ve dışkının kutsanması aşamasına geçecektir.

Hadis konusunda oynanan oyunlardan birine daha dikkat çekelim: Mütevâtır olduğunda (ve bence bir mucize olduğunda) hiçbir kuşku bulunmayan bir hadise bile musallat olmuş, ona bile ekleme yapmışlardır. Eklenen o tek kelime bile asırlarca hüsran yaratmıştır. Hadisin tartışmasız mutevâtır metni şudur: "Kim bana yalandan bir söz isnat ederse cehennemdeki yerine hazırlansın!" Hadisi işe yaramaz hale getiren ekleme söz ise 'kasden' sözüdür. Bu ekleme hadisi şu şekle getirmektedir: "Kim bana 'kasten' bir yalan isnat ederse cehennemdeki yerine hazırlansın!" İmam Şâfiî, ünlü eseri el-Ümm'de bu hadisi birkaç yoldan rivayet eder. Hiçbirinde bu 'kasten: müteammiden' sözcüğü yoktur.

Emevî valisi Haccâc-ı Zalim tarafından Mekke'nin mancınıklanması sırasında katledilen sahabi Abdullah b. Zübeyr (ölm.73/692),babasına: "Sen neden başkaları gibi hadis rivayet etmiyorsun?" diye sorduğunda baba Zübeyr şöyle cevap verdi:"Bana yalan isnat eden, cehennemdeki yerine hazırlansın' hadisinin tehdidinden korkuyorum." Ve Zübeyr şunu ekledi: "Bakıyorum, son zamanlarda bu hadise bir 'kasten' sözü eklendi. Ben bu hadisi Peygamberimizden dinlediğim hiçbir seferinde, yemin olsun, 'kasten' diye bir kelime duymadım."

Bu 'kasten' sözü niçin ekleniyor? Uydurmaları felaket ve facialar yaratanları, "Niyetleri kötü değildi, kasten yapmadılar" şeklinde şeytanî bir gerekçe ile aklamak için. Bu mantığa göre, "Benim niyetim iyi" diyen herkes din adına, Peygamber adına istediğini kaleme alıp Müslüman kitlelerin önüne çıkabilir. Nitekim tarih boyunca böyle olmuştur. Az önce değindiğim-
iz o bir kelimelik eklemeye dayanılarak uydurmacılık şu şekilde ilkeleştirilmiştir: Özendirmek (terğîb) veya sakındırmak (terhîb) maksadıyla hadis uydurulabilir.

Az önce adını andığımız Abdullah'ın Hz. Resul'den tüm rivayeti 20'yi geçmiyor. Cennetle müjdelendiği bildirilen Said b. Zeyd (ölm. 51/671) adlı sahabînin tüm rivayeti 10 sözdür. (İbn Kuteybe; Te'vilu Muhtelifi'l-Hadis,39; Ahmet Naim; Buharî Tercüme ve Şerhi, 1/53-55) Ama, Hz. Peygamber'le en fazla bir yıl beraberliği bulunan Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği söz binlerle
ifade ediliyor. Bunların doğruluğunu kabul, aklen ve naklen mümkün mü? Mümkün demek, akla da nakle de isyan etmektir.

Hadis uydurmacılığı, minareyi çalmadan önce bol miktarda kılıf hazırlamıştır. Kılıflardan biri işte bu, "Özendirmek maksadıyla uydurulabilir" hezeyanıdır. İkinci kılıf ise uydurmalara karşı Kur'an'ı öne çıkaracak olanları susturmaya yönelik şu uydurmadır: "Sizden birinize benden bir hadis okunduğunda, koltuğuna kurulmuş olarak şöyle diyebilecektir: 'Ben Kur'an'ı okurum; böyle güzel sözlere gelince onlar gibisini ben de söylerim." (Elbânî; ez-Zaîfa. 3/204. Elbânî'nin uydurmalığını belgelediği kılıflardan bazıları için bk. aynı eser, 2/225, 247, 249; 3/316)

Cenabı Peygamber'in, Medine'ye gelişinden ölümüne kadarki zamanda okuduğu 552 hutbenin hiçbirinin metni yoktur. Çünkü o hutbelerde öğüt olarak okuduğu sözler, Kur'an ayetleri idi. Kur'an dışında tartışılmaz din kaynağı istememe ve bırakmama niyetinin en belirgin göstergelerinden biri de bu davranışıdır.

Allah'ın kitabı, dinin koyucusu ve sahibi olan Allah'ın iadesinin tüm zamanlara ve mekanlara uzanan ışığı, dayanağı ve denetçisidir. Hz. Peygamber bu ışık-kaynağı "Allah'ın gökten yere uzanan ve yapışanları şaşkınlık ve sapıklığa asla düşürmeyecek olan ipi" diye tanıtmış ve insanlığa onu emanet ettiğini söylemiştir. Hz. Peygamber, Allah'ın kitabı dışında herhangi
bir şeyin (buna kendi sözleri de dahil) 'din' olmasını istemiyordu. Allah'ın kitabı dışındakilerin tümüne 'mişna' diyen ve mişnanın tanımını veren de kendisidir. Birlikte görelim:

"Şu olgular, kıyametin yaklaştığını gösteren işaretlerdendir: Kötülük üreten kişilerin itibarlı tutulması, iyilik ve güzellik üreten kişilerin aşağılanması, sözün öne çıkması, eylemin arkaya itilmesi, toplumun mişnaları okur hale gelmesi ve hiç kimsenin bu mişnalara karşı çıkmaması." Sahabîler sordular: 'Mişnalar nelerdir?' Resul buyurdu: 'Mişnalardan maksat, Allah'ın
kitabı dışındaki tüm din kitaplarıdır.' (Hadis ve ilgili açılamalar için bk. Elbânî; el-Ahâdîs es-Sahîha, 6/774-777, 803)

Resul, insanlığa din olarak Kur'an'ı emanet etti. Başka türlüsünü yapmak, zaten nübüvvetine aykırı olurdu. Ne var ki sonradan bu emanetin yanına Şii çevreler 'Ehlibeyt' diye, 'Sünniler' de sünnet diye yedek iki kaynak eklediler. Böylece Allah Elçisi'nin Allah'tan alarak insanlığa emanet etmek borcunda olduğu zaman üstü kaynak üçüncü sıraya düşürüldü.

Biz, bu iki beşeri kaynağı Kur'an mertebesine çıkaran görüşleri Kur'an dışı bularak reddederiz. Şaşmaz ve değişmez kaynağı ilavelerle üçe çıkarmak, Kur'an'ın yıktığı teslis (üçleme) inancını yapay yollarla tevhit dinine sokmaktan başka bir şey değildir. Kur'an, bir değil, bir çok yerde: "Allah tek bir ilahtır. İlahınız tek bir ilahtır" (örnek olarak bk. Nahl, 22; Hac, 34;
Saffât, 4) diyor ve emrediyor: "Üçtür demeyin!" (Nisa 171)

Eklenenlerin ilah olmadığını, böyle bir niyetle ekleme yapılmadığını söylemek çözüm getirmiyor.Bu noktada belirleyici olan, eklenenlere hangi değerlerin yüklendiği, hangi işlevlerin verildiğidir. Eğer siz din adına Kur'an'a verdiğiniz yetkiyi sünnete veya Ehlibeyt'e veriyorsanız, onları Allah'ın yetkileriyle donatıyorsunuz demektir ki, bunun tevil edilmez anlamı onların ilahlaştırıldığıdır. Nitekim, bu ilahlaştırmanın halk arasındaki belirişleriyle yıllardan beri karşılaşmaktayız.

Sünnet konusundaki yozlaştırmalara her değindiğimizde hemen şu sözü duymaktayız: "Peygambersiz din olur mu? Kur'an'la Peygamber'i birbirinden ayırmayın!" Bu sözün birinci kısmı elbette doğrudur ama ikinci kısmı, bu doğruyu alet ederek tevhit dışı bir sapıklığın sergilenişidir. Allah ile peygamberi birbirinden ayırmamak, ya Allah'ı beşer düzeyine indirmektir, yahut da peygamberi ilah mertebesine çıkarmaktır ki bunların ikisi de şirktir. Allah ile peygamber elbette ki birbirinden ayrılacaktır ve bunu yapmak tevhidin gereğidir.Bu yapılacağına göre, Allah'a ait olanla peygambere ait olanın da ayrılması şarttır. "Ayrılmaz" der ve ikisine aynı yetkileri ve dokunulmazlıkları isnat edersek Allah'ın allahlığı kağıt üzerinde kalır, hayata yön veren ise 'ortaklık dini' olur.

Şimdi, Allah'a ait olanla Peygamber'e ait olanı birbirine karıştıran ve hadis adıyla sahnelenen şu Kur'an dışı sözlere bakalım: "Ümmetimin fesada uğradığı bir zamanda benim sünnetime sarılana yüz şehit sevabı verilir." (bk. Elbânî; el-Ahâdîs ezZaîfa, 1/497) Bu söz esas alınırsa şunu demek zorunda kalırız: Fesadı Kur'an önleyemiyor.Fesat söz konusu olduğunda Kur'an değil de eğrisi doğrusuna karışmış 'sünnet' kurumu öne çıkarılıyor. Kur'an'ın tebliğcisi olan ve sözlerinin yazılmasına karşı çıkan, yazılan sözlerini imha ettiren bir Peygamber tebliğ ettiği kitabı ikinci sıraya itiyor.

Tam bu noktada, sünnet ve hadisler konusundaki titizliği eleştirenlerin şu iddialarını ele almak istiyoruz. Diyorlar ki, "Siz hem hadislere güvenilmez diyorsunuz hem de işinize gelen hadisleri alıp kullaıyorsunuz. Bu nasıl oluyor? Madem rivayetler işe yaramaz hepsini atın. Madem işe yarar, hepsini alın."

Biz, rivayetleri değerlendirmede 'son ve tartışılmaz ölçüt' olarak Kur'an'ı denetçi yapıyoruz. Filan rivayeti atıp falancayı kabul ederken Ku'an'ın tanrısal filtresine baş vuruyoruz. Bizim, tüm rivayetleri toptan kaldırıp atmak gibi bir saplantımız yoktur. Biz, tarih ve miras düşmanı değiliz. Bizim derdimiz, Kur'an dininin beşeri eklemelerle yozlaştırılmasını durdurmaktır. Bu
konuda güvenebileceğimiz son kaynak ise Kur'an'dır. Son sözü Kur'an'a söyletmek kayıt ve şartıyla rivayetlere elbette yer verir, onlardan elbette yararlanırız. Mirası yok saymayı neden savunalım. Ama içine yalanın ve uydurmanın karıştığında kuşku olmayan mirasın, Allah'ın kitabıyla çelişen tespitlerini devre dışı bırakmak bizim iman ve insanlık borcumuzdur.

O halde, 'rivayetlerin bir kısmını alıp bir kısmını atmak', keyfi bir uygulama değildir. Kur'an'ı denetim mevkiinne koymanın bir sonucudur. Biz, rivayetlerin bir kısmını alır, bir kısmını atarız.Çünkü biz, rivayetleri, diğer değerlendirme yollarını kullandıktan sonra, en nihayet Kur'an'a arz ederiz; onun onay verdiklerini alır kullanırız; onay vermediklerini ise, güvene layık
görmeyiz. Bundan rahatsızlık duymak, Kur'an'dan rahatsızlık duymak değil de nedir?

Bu tevhidi bakış açısıyla biz, şu iki sözün Peygamberimize ait olacağından kuşku duymuyoruz. Çünkü bu sözler, tarih kritiği yanında Kur'an tarafından da onaylanıyor:

"Ben aranızda olduğum sürece bana itaat edin. Size Allah'ın kitabına sarılmanızı öneriyorum. Onun helalini helal, haramını haram bilin."

"Aranızda olduğum sürece beni dinleyin ve bana itaat edin. Ben aranızdan alındıktan sonra ise size Allah'ın kitabına sarılmanızı öneriyorum. Onun helalini helal, haramını haram bilin!" (Elbânî; el-Ahâdîs es-Sahîha, 3/358-360)

Bu son iki hadis, sünnet bahsinde bir saptırmanın altını daha çizmemizi gerekli kılmaktadır:


*Hz. Peygamber'e İtaati Onun Şahsına İtaat Olmaktan Çıkarıp Kendisine İsnat Edilen Sözlere İtaate
Dönüştürmek:

Bu tutum sadece Peygamberimize değil, Kur'an'a da saygısızlıkla doludur.

Hiç kimsenin kuşkusu yoktur ki Kur'an Hz. Peygamber'e itaati emreder. Ama bu emri veren ayetlerin hangisinde 'Peygamber'in sünneti veya Peygamber'e isnat edilen sözler ve davranışlar' kaydı vardır. İtaat emreden ayetler, "Resul'e itaat edin" diyor.

Resul Allah'ın iradesini ve dinini temsil ediyor. O konuştuğu anda kanıt odur, onu dinleriz. Çünkü o tanrısal iradenin canlı temsilcisidir. Ama şu anda Resul aramızda yoktur. Bu durumda Alah'ın iradesini temsil eden tek kaynak kalıyor: Kur'an. Resul'e isnat edilen mirasın tartışmasızlık, kuşkusuzluk niteliği yok. Resul'ün bu dünyayı terk etmesinden sonra, 'la raybe
fîh: tartışma, kuşku ve çelişmeden uzak' tek kaynak Kur'an'dır.

Kur'an'dan onay almayan ama yaftası 'sünnet' olan tespitlere uymayı değil, uymamayı dine ve Resul'e sadakat sayarız. Sağlamlığı tartışılan tespitler şöyle dursun, Resul'e aidiyetinde kuşku olmayan tespitlerin bile 'farz' mertebesine çıkarılması halinde terkleri gerekir. Sahabî de böyle yapmıştır. Büyük bilgin Şâtıbî bize şunu bildiriyor: Sahabenin bazıları, teravih ve kuşluk vakti namazlarını, Şevval ayı orucunu, kurban kesmeyi tek edebilmişlerdir. Bunun gerekçesini şöyle açıklıyorlardı:
Halk bu sünnetleri farz mertebesine çıkardı, bunu kırmalıyız, bunun için biz bunları terk ediyoruz. (Şâtıbî; Muvafakaat, 3/324 vd.)


*Sünneti Bir Mezhebin Adı Olarak Kullanmak (Ehlisünnet Diye Bir Mezhep Kabul Edip Bunun Dışındakileri
Sünnet Dışı İlan Etmek):

Müslümanları iki ana kampa bölerek hesabına uyanlara sünnet ehli (Ehlisünnet), uymayanlara Şiî, Haricî, Râfızî, ehli delalet vs. gibi dindışılık çağrıştıran adlar vermek İslam tarihinin en zararlı tavrıdır.

Bütün hasımlarını, o arada Hz. Hasan'ı da zehirleyip öldürerek bertaraf eden Muaviye, başarısının doruğa çıktığı yılı,'âmu'l-cemaa: Müslümanların birlik-beraberlik yılı' ilan ettirdi ve halifeliğine karşı çıkmayarak uslu uslu oturanları ödüllendirmek için onlara 'Ehlisünnet: Sünnete uyanlar' unvanı verdirdi. İşte bu deyim, o günden beri kullanıla kullanıla yaygınlaştı ve giderek, Ehlibeyt'in haklarını savunanlar dışındaki toplulukları ifade için bir tür özel ad oldu.

Muaviye'den önce kullanılmayan bu tâbirin Peygamberimizin sünnetine sarılmak veya onu öne alarak yaşamakla hiçbir ilgisi yoktur. Bu tâbir, Emevi yönetimini Müslümanlar için en hayırlı yönetim şekli olarak gören ve toplumda kavga çıkarmayan grupları ifade etmek için yaratılmış bir siyasal tâbirdir. Hiçbir dinsel ve bilimsel dayanağı yoktur.

Biz, Müslümanız. Emevî siyasetini lanetleriz. Bugün, 'Siyasal İslam' adı altında devam ettirilen ve Haçlı güçlerle işbirliği halinde çalışan bu lanetli siyaset, tahrif ve tahrip ettiği dini, evladını katlettiği Peygamber'i siyasal çıkarları için paravan ya-
pan bir siyasettir.



Y. Nuri Öztürk - İslam Nasıl
hasyetullah isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
hasyetullah Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
Ali Rıza Borazan (15. June 2009)
 

Bookmarks

Etiketler
nuri, sünnetyaşar, yorumu, öztürk


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 07:35 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam