hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NÜZUL SIRASINA GÖRE TEBYîNÜ'L -KUR'AN İŞTE KUR'AN ve VİDEOLARI Hakkı Yılmaz > İniş Sırası ile Sureler > 87.Bakara Suresi

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 4. March 2010, 01:04 AM   #41
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

“ER-RİBA”NIN YASAKLANMA SEBEBİ

Bu soruya cevap ararken hatırdan çıkarılmaması gereken bir âyet vardır:

Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başka şey yoktur. (Necm/39)

Yukarıdaki âyette, emeksiz-risksiz elde edilen kazancın bir değeri bulunmadığı bildirilmektedir. Başka âyetlerde ise, bu tür kazanç elde etmek, “malların hakksız yolla yenmesi” olarak tanımlanmakta ve “insanların kendilerini öldürmesi” olarak nitelenmektedir:

Aranızda mallarınızı da bâtıl sebeplerle yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını, bilerek ve günah ile yemek için, hâkimlere aktarmayın. (Bakara/188)

Ey iman etmiş kişiler! Mallarınızı kendi aranızda yaptığınız ticaret şekli hariç olmak üzere, aranızda hakksız yolla yemeyin, kendilerinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size çok merhametlidir. (Nisâ/29)

Bir şeytân emri, bir tehlike olduğuna dikkat çekilen bu tür davranışlardan, insanların kendilerini ancak infak yaparak kurtarabilecekleri bildirilmiştir:

Şeytân, sizi fakirlikle korkutur ve size aşırılığı [çirkin hayasızlığı] emreder. Allah ise, size Kendisinden bağışlama ve bol ihsan vaad eder. Ve Allah vâsi'dir [ilmi ve rahmeti sonsuz geniş olandır], en iyi bilendir. (Bakara/268)

Ve Allah yolunda infak yapın, ellerinizi [kendinizi] ellerinizle tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin, güzelleştirin. Şüphesiz Allah, iyileştirenleri, güzelleştirenleri sever. (Bakara/195)

Bunlardan başka Allah, mal ve servetin, belli bir zümrenin kontrolünde bulunmasını da istememektedir:

Allah'ın, o kent halkından, Rasûlü'ne verdiği ganimetler, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşmasın diye Allah'a, Elçi'ye, yakınlık sahiplerine; göç eden fakirler –ki onlar, Allah'ın lütuf ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir,– yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'a da takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, kovuşturması çok çetin olandır. (Haşr/7-8)

Yukarıdaki âyetlerden anlaşılacağı üzere Yüce Allah, mal ve servet verdiği kimselerin, ellerinde tuttukları fazlalıkları muhafaza etmelerine veya daha da arttırmalarına imkân veren davranışlardan kaçınmalarını, kendilerine verilen bu fazlalıkları infak yoluyla harcamalarını, kişilerin gerçek kazançlarının ancak çalışıp didinerek elde edilenler olması sebebiyle boşu boşuna karşılıksız kazanç sağlama girişiminde bulunmamalarını istemekte, aksi davranışların ise “insanların kendi kendilerini tehlikeye atmaları”, hatta “birbirlerini öldürmeleri” anlamına geleceği ihtarını yapmaktadır.

Bu noktada, her müslümanın, Allah'ın helâl kıldığı “alış-veriş”in ve harâm kıldığı “riba”nın kapsamları üzerinde iyice düşünmesi gerekir. Çünkü, ribadan vazgeçmeyenlerin, “Allah ve Elçisi'nin kendilerine savaş açmış olduğu kimseler” olarak ilân edilmesi sebebiyle mesele büyük önem taşımaktadır. Allah ve Elçisi'yle savaşan birinin ise, Allah ve elçilerinin mutlak gâlip gelecek olmaları sebebiyle, mahv u perişan olacağı kesindir:

Allah, “Elbette Ben ve elçilerim gâlip geleceğiz” yazmıştır. Şüphesiz Allah kavî'dir, azîz'dir. (Mücâdele/21)

“ER-RİBA”NIN KAPSAMI?

Bu önemli konudaki kapsam belirleme tahliline, Kur’ân'ın indirildiği dönemde uygulanmakta olan riba çeşitlerinden başlamakta yarar görüyoruz.

İster paraya, ister mala bağlı olsun “nesi’e ribası”nın bütün işlemlerinde, verilen ve geri alınan para veya mal miktarları arasındaki fark, vade sebebiyle oluşturulduğundan, yani bu riba çeşidi, vadeye bağlı bir ödünç verme işleminden kaynaklandığından, bu kapsamdaki işlemlerden sağlanan kazançlar tam anlamıyla “karşılıksız fazlalık” hükmündedir, dolayısıyla da “er-riba”dır. Örnek olarak, ödünç olarak verilen para karşılığında ana paranın haricinde alınan her türlü fazlalık, nasıl “er-riba” ise, elindeki 10 kile buğdayı ödünç verip, altı ay sonra 12 kile buğday almak da “er-riba”dır.

“Fazlalık ribası”nın söz konusu olduğu mal takasında ise, ortaya bir “karşılıksız fazlalık”ın [er-riba'nın] çıkması, mantığa uygun görünmemektedir. Çünkü ister farklı, ister aynı cinsten olsun iki malın takas edilmesinde işlem, o malların ederleri ölçü alınarak yapılacağı için, böyle işlemlerde taraflardan herhangi biri lehine “karşılıksız fazlalık” oluşması anlamsızdır. Meselâ, 1 kg. hurmanın ederi 20 TL, 1 kg. sofralık zeytinin ederi 10 TL ve 1 kg. yağlık zeytinin ederi 5 TL ise, elindeki 1 kg. hurma ile zeytin almak isteyen kişi, ya 2 kg. sofralık zeytin veya 4 kg. yağlık zeytin alacaktır. Böyle bir işlemde miktarlar arasındaki farkların “karşılıksız” olduğunu söylemek mümkün değildir. Veyahut, elindeki 1 kg. sofralık zeytini yağlık zeytinle takas etmek isteyen kişi, 2 kg. yağlık zeytin talep edecektir. Çünkü ederi yüksek olan malın sahibinin, kendi malının bir ölçeğine karşılık, ederi düşük olan maldan daha fazla ölçekte mal talep etmesi kadar doğal bir şey yoktur. Kaldı ki, ederi yüksek olan malın sahibi, böyle bir takası tercih etmeyip alış-veriş yoluyla önce kendi malını para ile satsa, sonra da diğer malı başkasından parayla satın alsa, ederi düşük olan maldan yine aynı ölçekte alacaktır. Yani, ortada herhangi bir aldatma veya aldanma yoksa, bu takas ticarî bir alış-veriştir. Dolayısıyla da, aynı cins malların takası sırasında, miktarlar arasında kalite sebebiyle ederi yüksek mal sahibinin lehine oluşan farkın “er-riba” olarak değerlendirilmesi mümkün değildir.

Bizce “er-riba”nın en başta gelen ögesi, ister parayla ister malla olan ödünç verme işlemlerinde alınan fazlalıktır. Faizin, harâm kılınan riba kapsamı içinde olduğu hususu tartışmasız olmasına rağmen, bazıları günümüzdeki faizli muamelelerin, “zaruret hâli” istisnâsı gibi mütalâa edilip edilmeyeceğini tartışmaya açmışlar ve faizi; “paranın, enflâsyon karşısında değer kaybını önler” veya “paranın kirasıdır” gibi birtakım düşüncelerle yasak kapsamı dışına çıkarma gayreti içine girmişlerdir. Allah'ın yasaklamış olmasına aldırmayan bazı kişiler ise faizin, ekonomik gelişmenin en önemli araçlarından biri olduğunu iddia etmişlerdir. Hâlbuki faizin nasıl bir belâ olduğunu anlamak için yakın târihimize bakmak yeterlidir:

Osmanlı Devleti, ilk kez 1854'te Kırım savaşı'nın getirdiği mâlî yükü hafifletmek amacıyla istikraz [tahvil çıkarma] yoluyla dış borç aldı. Dış borçlar, yatırım alanı arayan Avrupa sermayesinin özendirmesi ve bazı yenilikler için yapılan harcamalar nedeniyle hızla arttı. 1854-74 arasında 15 kez istikraz yoluyla dış borç alındı. Borcun toplamı 5.297.676.000 altın franka, bunların yıllık faizi de 300.000.000 franka ulaştı. Osmanlı Devleti bu borçların faizlerini bile ödeyemez duruma düşünce, Ekim 1875'te, vadesi gelen taksitlerin yarısını ödeyeceğini açıkladı. Ama bu taksitleri de ancak üç ay ödeyebildi ve Mart 1876'da ödemeler bütünüyle durdu. Osmanlı hükümeti daha sonra Galata bankerlerinin verdiği kısa vadeli borç ve avanslardan oluşan iç borç ödemelerini de durdurdu. 22 Kasım 1879'da imzalanan anlaşmayla bu borçların faiz ve anaparası karşılığı olarak damga, müskirat, balık avı, tuz ve tütün resmi 10 yıl süreyle alacaklılara bırakıldı.[294]

Osmanlı İmparatorluğu örneğinde olduğu gibi, devletlerin borcunu ve o borcun faizini, ondan yararlanmayan halk ödemektedir. Hatta, batan kredi kurumlarının borçlarının devlet kasasından ödenmesi sûretiyle, bir kısım mevduat sahiplerinin kurtarılması yükü de tamamen halka yüklenmektedir. Bunlar ise, “zulüm”den başka bir kelime ile açıklanması mümkün olmayan durumlardır.

“er-Riba”nın bir numaralı unsuru olan faiz, bireyler üzerinde de maddî-manevî öldürücü etkiler doğurmaktadır:

* Faiz, insanları çalışmaktan alıkor.

Çünkü imkânı olan kimseler, paralarını faize vermek sûretiyle emeksiz, risksiz kazanç sağlayacaklarından, çalışmaya gerek duymazlar. Bu durum, toplumsal hareketliliğin düşmesine ve verimliliğin azalmasına yol açar. Zira borçlu çalışır ve kazanır, ama onun çalışarak elde ettiği kazançtan, faiz alan kişi de çalışmadan beslenir. Oysa bir ülkenin refahının artması, ancak her alanda daha fazla çalışmak ve daha fazla üretmek ile mümkün olabilir.

* Faiz, yardımlaşma ve dayanışmayı ortadan kaldırır.

Faiz gibi emeksiz ve risksiz kazanç, genellikle insanları bencilliğe iter. Dolayısıyla, mal ve servet sahipleri, ihtiyacı olan kardeşlerine yardım etmek yerine faize yatırmayı tercih ederler. Allah'ın emrettiği “ihtiyaç sahiplerine yardım” yolunun açılması için, faizle elde edilecek kazanca itibar edilmemesi gerekir.

* Faiz, zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapar.

Yüksek oranlı ve uzun süreli enflâsyon dönemlerinde spekülâtif yatırım yapanlar hariç, borç alıp faiz ödeyenin zengin olduğu görülmüş bir şey değildir. Çünkü faiz oranları, elinde parası olanlar tarafından belirlenir ve bu kişiler faiz oranlarını, içinde bulunulan ekonomik ortamın imkân verdiği kazanç oranlarındaki aslan payını kendileri alacak şekilde belirlerler. Yani faiz oranları, o ortamda sağlanabilecek ortalama rantın daima büyük kısmına tekabül eder. Dolayısıyla, faizle borç alan yatırımcının zengin olmasına değil, ancak geçinmesine, başka bir ifade ile ancak borçlanmayı sürdürebilmesine izin verilir. Eğer borç alan yatırımcı değil de ihtiyaç sahibi, yani fakirse, bu kişinin faiz ödeyerek daha da fakirleşeceği zaten ortadadır. İşte bu yüzden; toplumda küçük bir azınlığın refah, çoğunluğun ise yoksulluk içinde yaşamalarını sağlayan ve sürekli kılan bir ortamın sebebi olduğu için faiz, fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapar. Ama iş bununla bitmez, bu tarz bir düzenin, çoğunluğu teşkil eden dar gelirliler bakımından giderek cehenneme dönüşmesi kaçınılmazdır. Çünkü böyle toplumlardaki faizci zenginler, zenginleştikçe hayatlarından ve servetlerinden daha fazla endişe eder hâle gelirler ve onları koruyabilmek için de daha değişik zulüm yollarına başvururlar.

* Faiz, şükretmeye engel olur, kişiyi Allah'a karşı nankör yapar.

Allah tarafından fazlalıklı kılınmış varlıklı kimselerin, bu fazlalıklarının karşılığını zekât, sadaka ve infak yollarıyla ödeyerek Allah'a şükretmeleri gerekir. Ama kolay, emeksiz ve risksiz bir kazanç olan faizin cazibesine kapılan insan, Allah'ın kendisine verdiği nimetlerin karşılığını Allah'ın gösterdiği adreslere iletmek yerine faize meyleder ve tuzağa düşüp bu görevleri yerine getirmez. İnsanın bu yanlışa düşme ihtimalinin yüksek olduğunu çok iyi bilen Rabbimiz, Allah, ribayı yok eder, sadakaları da artırır. Allah, tüm çok nankör ve günahkâr kimseleri sevmez (Bakara/276) ifadesiyle, faizi de kapsayan ribanın kimseye hayır ve bereketinin olmayacağı, çünkü Kendisinin onu yok edeceği tehdidi ile birlikte sadaka ve infakın dünya ve âhirette kat kat iade edileceğini vaad etmiş, böylece insanların nankörlüğü değil, şükrü tercih etmeleri gerektiğini bir kez daha hatırlatmıştır. Aynı mesele Kur’ân'da, “Allah'ın yaklaşma dediği ağaçtan Âdem'in tatması ve hemen istifçiliğe başlaması” şeklinde temsilî olarak da anlatılmıştır.

Faiz, başta psikolojileri olmak üzere kişilerin iş hayatlarının, geçimlerinin ve aile düzenlerinin alt üst olmasına yol açmaktadır. Böyle bireylerin toplum içinde giderek çoğalması da toplumu adım adım tehlikeye yaklaştırmaktadır. Faizin kölesi hâline gelmiş bir toplum ise, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini tüketmesi sonucunda sömürgeleşmeye maruz kalmaya mahkumdur. Evet faiz, fakirlerin köle, ülkelerin de sömürge hâline gelmesinde en büyük etkenlerden biridir.

Ancak, “er-riba”, faize indirgenemez. Çünkü yukarıda saptadığımız gibi “karşılıksız” ve “risksiz” her fazlalık yasaklamıştır. Dolayısıyla Müslümanların, sadece faizden uzak durup, “er-riba” kapsamına giren diğer karşılıksız fazlalıkların harâm olmadığını düşünerek kendilerini kandırma hatasına düşmemeleri gerekir. Fakat ne yazık ki insanlar için “er-riba” vazgeçilmez hâle gelmiş, bu tatlı kazancı bırakmak istemeyenler, “er-riba”yı faize indirgemek ve yedikleri “er-riba”yı da muamele-i şer’iyye denilen uygulamalarla faiz görüntüsünden çıkarmak sûretiyle, yaptıklarının, Allah'ın yasakladığı “er-riba” kapsamında olmadığına kendilerini inandırmışlardır.

Eğer söylenenler doğru ise, muamele-i şer’iyye denilen ve “Alacaklı tarafın borçludan, faiz sayılmayacak bir menfaat elde etmesini temin için yapılması gereken işlem” olarak tarif edilen bu çeşit uygulamalara dayanak teşkil eden fıkhî çözümlerin (!) bulunuşu, 700'lü yıllara kadar gitmektedir. Çeşitli usûller ihtiva eden bu uygulamalardan biri şöyledir: Para sahibi, vadeli olarak vereceği 10 dirheme karşılık 13 dirhem almak istiyorsa, o zaman borçlanacak olan tarafa, 13 dirheme bir mal satar ve teslim eder. Borçlanacak olan kişi de o malı üçüncü bir şahsa 10 dirheme satar ve teslim eder. Sonra bu üçüncü şahıs da o malı ilk sahibine 10 dirheme satar, parayı peşin alıp malı teslim eder. Sonra biraz önce aldığı malın bedeli olmak üzere 10 dirhemi, borçlanacak olan kişiye verir. Böylece mal, ilk sahibine, yani karşı tarafa borç vermek isteyen kişiye 10 dirhem karşılığında dönmüş ve karşı tarafın ona vadeli 13 dirhem borcu olmuş olur.[295]

Görüldüğü gibi, “alacaklı, borçlu, menfaat elde etme” gibi, ödünç verme işlemlerine has kavramlar olan bu uygulamalar, özünde şikeli alış-verişlerle borçlunun alacaklıya faiz kadar fazla ödemesini sağlamaktan başka bir şey değildir. Sadece ödemeler, faiz adıyla yapılmamaktadır. Hukuk dilinde “kanunu dolanma” denilen bu tür davranışlarla Allah'ın koyduğu yasağı dolandığını zanneden bazı kıt akıllı sapkınlar günümüzde de varlıklarını sürdürmektedirler. Meselâ, bankacılık sisteminin varlık sebebinin faiz olmasına rağmen birtakım çevreler “faizsiz bankacılık” diye bir kavram icat ederek, bu iddia ile kurdukları şirketlerden, kendilerine para yatıranlara “kâr payı” adı altında ödemeler yapmaktadırlar. Bu kâr payları, isteyene üç aylık, isteyene altı aylık, isteyene de yıllık olarak ödenmekte ve ne enteresandır ki, dönemlere göre yapılan ödemeler herkes için hep aynı tutarda olmaktadır. Yani, bu faizsiz bankaların, topladıkları paralarla ortak oldukları şirketlerin hepsi; tahsilâtlarını hep aynı dönemlerde yapmakta, dolayısıyla da kârlarını, ilan ettikleri ödeme dönemlerine uygun olarak elde etmekte ve hep aynı oranda kâr etmektedirler. Oysa, bu şirketlerin hepsinin; kârlarını ve giderlerini öngörerek dağıtılabilir kazanç olarak hesaplamaları mümkün olsa bile, tahsilâtlarını bu faizsiz bankaların ilan ettikleri kâr dağıtım dönemlerine uygun bir şekilde yapmaları ve kârlarını dağıtılabilir hâle getirmeleri mümkün değildir. Bu durumda, bu şirketlerin kâr payı adı altında yaptıkları ödemelere, “karşılıksız fazlalık”tan başka bir şey denemez. Bu yargımızı doğrulayan bir diğer husus da, bu faizsiz bankaların birçok şirkete ortak olduklarını ilân etmelerine rağmen, sanki bir tek şirketin kârını dağıtıyormuş gibi, hep aynı oranda kâr payı dağıtmalarıdır.

“er-Riba”nın bir diğer önemli unsuru da spekülâsyondur. Spekülâsyonu, “ileride fiyat değişikliğine uğrayacak malların aradaki fiyat farkından yararlanarak kâr etmek amacıyla önceden satın alınması” şeklinde tarif eden Ekonomi Ansiklopedisi, spekülâsyona sebep olacak fiyat değişikliği beklentilerinin başlıcaları arasında savaş, kıtlık ve enflâsyonu saymıştır. Görüldüğü gibi spekülâsyonda kâr beklentisi, herhangi bir çalışmaya veya hizmete değil, sadece fiyat artışına dayanmaktadır. Üstelik bu fiyat artışlarının da, birçok kişinin mahvına yol açacak afetler sebebiyle gerçekleşmesi beklenmektedir. Böyle bir kazanç umarak yapılacak alış-verişten sağlanan kârın, Allah'ın helâl kıldığı alış-veriş kârı cinsinden bir kâr olmayacağı ortadadır.

Özünde yine spekülâsyon gibi fiyat artışından kâr sağlama anlayışı olan, ama ondan çok daha çirkin başka bir “er-riba” unsuru daha vardır ki bu, “istifçilik” veya “karaborsacılık” denen rezilliktir. Bunu, spekülâsyondan daha çirkin kılan özelliği, yapılan mal alımlarının, piyasada o malın kıtlığına yol açarak fiyatının artmasını doğrudan etkileyecek miktarlarda olmasıdır.

Adına ister spekülâsyon densin, ister istifçilik densin, bunların “er-riba” kapsamına girmelerinin sebebi; her iki davranışın da, emeksiz olarak kazanç sağlamaya yönelik oluşlarıdır.

Bu açıdan bakıldığında, Allah'ın kendilerine bahşettiği fazlalıkları yabancı ülkelerin paralarına yatırarak, ileride kendi ülkesinin parası aleyhine gelişecek kur farklarından kazanç sağlamayı umanların veya faaliyet alanlarına bakıp muhtemel kârlarını değil de, piyasada oluşacak fiyatlarını hedefleyerek şirketlere, borsa kanalıyla ortak olanların, vicdan muhasebesi yapmalarında yarar vardır. Çünkü ne kur farkı beklentisi ile yapılan döviz alımlarının spekülâsyondan bir farkı vardır, ne de borsa gibi, büyük sermaye sahiplerinin oyuncağı hâline gelmiş bir kumarhaneden alınan hisse senetleri gerçek anlamda bir ortaklık hükmündedir.

Ülkemizde son zamanlarda uygulamaya konmuş bir diğer “er-riba” işlemi de, Vadeli İşlemler Borsası denilen kuruluş bünyesinde yapılmaktadır. Görünüşte ileriye matuf alım veya satım sözleşmeleri mahiyetinde olan bu işlemlere konu olan materyal, mal cinsinden olabileceği gibi, değişik ülke paraları cinsinden de olabilmektedir. Sözleşmelerin tarafları ise alım veya satım emirlerini verenler ile onlara böyle bir ortamı sağlayan kuruluşlardır. Bu işlemlerde alım veya satım emirlerini verenler, kesinlikle gerçek alıcı veya satıcı değildirler. Onlar, sözleşmede belirtilen gün geldiğinde, sözleşmedeki malları ne gerçekten alırlar, ne de satarlar, sadece sözleşmede yazan paraları öderler veya tahsil ederler. Özetle bu işlemler gerçek alış-verişlerle ilgili olmayıp, birtakım nesnelerin ileride oluşacak fiyatlarının tahmini üzerinden oynanan bir çeşit kumardır ve bu işlemlerin, Allah'ın helâl kıldığı alış-veriş ile hiç alâkaları yoktur. Ancak, Kapitalizm dininin önemli unsurlarından olan borsalar hakkında; ileride oluşacak fiyatların bilinmemesi sebebiyle borsa işlemlerinde bir riskin söz konusu olduğu, riski olan işlemlerden sağlanacak kazancın ise, baştan belirlenen faiz işlemlerindeki ile aynı sayılamayacağı yolunda birtakım fikirler ileri sürülmektedir. Bizce bu görüş sahiplerine öncelikle, “Tamamen riskten ibaret olan kumar, bu mantığa göre helâl mi sayılacak?” sorusu sorulmalı, sonra da helâl kazancı, “er-riba” işlemlerinden sağlanan kazançtan ayıran esas özelliğin risk değil, “bir emek karşılığı olması” olduğu hatırlatılmalıdır.

BANKACILIK ve İSLÂM

Bankalar, birikim sahiplerinden faiz karşılığında topladıkları fonları, iskonto, ödünç verme ve diğer mâlî işlemlerde, kendi hesaplarına ve yine faiz karşılığında kullanmayı esas iş edinmiş finansman kurumlarıdır. Yani faiz, bankaların yegâne hayat kaynağı, vazgeçilmez unsurudur. Faiz aynı zamanda da, Kapitalizm dininin ekonomik düzeninde sistem çarklarının dönmesi için gerekli olan dişlilerden biridir. Bu ilişki içinde bankalar, kapitalist ekonomilerin olmazsa olmazı durumundadır.

İslâm'da ise “er-riba”, dolayısıyla da “er-riba”nın bir numaralı unsuru ve en kötü türü olan faiz, tartışmasız olarak harâm kılınmıştır. Bu duruma göre aslında, sistem çarklarının dönmesi için faizin gerekli olduğu kapitalist düzenin ve bu düzenin yürümesini temin için faiz temeli üzerine kurulmuş bankacılık sisteminin İslâm'la bağdaşması mümkün değildir. Fakat ne yazık ki tam tersine, halkının büyük çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelerin hemen hepsinde kapitalist sistem tercih edilmiş ve o ülkelerdeki Müslümanlar da, özünde birbirlerine taban tabana zıt olan İslâm dini ile Kapitalizm dinini birlikte yaşar hâle gelmişlerdir. Hâl böyle olunca, iki din arasındaki zıtlıkların giderilmesi için bazı kuralların yumuşatılmalarına ihtiyaç duyulmuş, ama her nedense bütün yumuşatmalar, “gelişmenin gereği”, “uygulanması kaçınılmaz” gibi söylemler ileri sürülerek hep İslâm dininde yapılma cihetine gidilmiştir. Bu yöndeki gayretler öyle akıl almaz şekil ve boyutlara varmıştır ki, kelimelerin anlamları değiştirilmiş, otorite olarak tayin edilen kişilere fetvalar verdirilmiş ve sonunda İslâm dini, Allah'ın vahyettiğinden çok farklı bir şekilde uygulanır hâle gelmiştir.

Faiz konusundaki gayretler ise âdeta saldırıya dönüşmüştür. Bir taraftan ulema sıfatlı kişiler yukarıda örneğini verdiğimiz gibi, birtakım aldatmacalarla faize fıkhî çözümler (!) üretmişler, diğer taraftan kapitalist zihniyet sahipleri, “Verilen ödünç paranın borçlunun elinde uzun müddet kalması, fazladan alınacak paranın [faizin] bir karşılığıdır. Çünkü borç verilen para, eğer o müddet içinde borç verende dursaydı o kişi, onunla ticaret yaparak kazanç sağlayabilirdi” veya “Borç alan kişi, aldığı para ile ticaret veya yatırım yapıp kazanç sağlıyorsa, kazancının belirli bir oranını paranın esas sahibine ödemesinin ne sakıncası olur?” türünden sözlerle, insanların zaten bulandırılmış akıllarını iyice çelmeye uğraşmışlardır. Gerek ulema sıfatlıların, gerekse kapitalist zihniyetlilerin konuya yaklaşımları; faizi, helâl kılınan alış-veriş kârına benzeterek onunla eşdeğer kılmaya, yani Allah'ın koyduğu yasağı yasaklıktan çıkarmaya yönelik olup, Allah ve Elçisi ile yapılan savaş hükmündedir. Bir başka ifade ile bu şeytân çarpmış kişilerin, Allah ve Elçisi ile savaşı göze almalarının tek sebebi, Kapitalizm dininin vazgeçilmez unsuru olan faizi Müslümanlara uygulattırabilmektir. Ancak, Allah'ın emrine uyup aklını çalıştıran Müslümanların hemen fark edecekleri gibi, fıkhî çözümlerdeki uygulamalar ile kapitalist zihniyet sahiplerinin kabulleri arasında ciddî bir çelişki vardır. “Muamele-i şer’iyye”lerde borçluya mutlaka zararlı bir alış-veriş yaptırılmasına karşılık, faizi, “borç verenin ticaretten yoksun kalmasının karşılığı” veya “borç alanın elde ettiği kârdan borç verene hakkaniyete uygun olarak ödenmesi gereken pay” olarak gören zihniyet ise, zararı hiç hesaba katmamaktadır. Yani, borç alan kişi, aldığı borçla yaptığı işten zarar etse, bu durum “muamele-i şer’iyye”ye uygundur, ama bunun faizli sistemde kabul edilmesi asla mümkün değildir. Çünkü faizli sistemde, verilen para karşılığı adı konmuş bir fazlalığın ödenmesi kesin hükümdür ve borç alan kişi zarar etse bile, gerekirse her şeyini satıp hem borcunu hem de faizini ödemek zorundadır. Aslında faizli sistemin bu uygulaması, benzetme yerindeyse, ödünç aldığı yumurtayı kıran birisinden, “bu yumurta civciv, tavuk veya horoz olacaktı” mantığıyla civciv, tavuk veya horoz parası almaktan başka bir şey değildir.

Allah'ın koyduğu yasağı, birtakım yorumlarla sulandırıp Müslümanlara faizli muamele yaptırma çabasında olanlar, “Harâm olan faiz, fakire verilen ödünç paradan alınan faizdir. Bankaya para yatırıp da bankadan faiz alınmasında sakınca yoktur. Zira banka ve bankacı fakir değildir” tarzında bir başka fikir daha ortaya atmışlardır. Tabii ki bu düşüncenin de İslâm açısından kabul edilmesi mümkün değildir. Çünkü Allah, yasağı, ödeyecek olanın güçlü olup olmaması şartına göre koymamıştır. Yani faiz, ister zengin, ister fakir, ister banka; kimden alınırsa alınsın yasal bir kazanç değildir. Ayrıca bankalar, topladıkları parayı ödünç verme işinde kullanmakta olduklarından, bankaya bu amaçla para yatıranlar da, Allah tarafından harâm kılınan bir işlemin [paradan para kazanma işleminin] tarafı olmuş durumuna düşmektedirler.

Konuya, bankalardan kredi alanlar açısından bakıldığında, faizin o istenmeyen çirkin sonuçları daha net olarak görülmektedir. Eğer bankadan borç para alan kişi dar gelirli ise, krediyi herhangi bir ihtiyacını görmek üzere alıyor demektir ve gördüğü ihtiyacının ederinden daha büyük parayı geri ödemek sûretiyle emek ve kazancından, faiz kadar fazlasını bankaya kaptırmaktadır. Eğer bankadan kredi alan ve bu krediyi yatırımda kullanan kişi zengin ise, bankaya ödediği faiz giderini yaptığı işin maliyetine yansıtmakta, böylece de aldığı faizi hiç kusuru olmayan tüketiciye ödetmektedir.

Görüldüğü gibi can damarı faiz olan bankacılık, aslında dolaylı veya dolaysız olarak halka zarar vermekte, yani zulmetmektedir. Buna göre de, faizcilik esası üzerine kurulu olan bankalara para yatırmak; kötülüğün, zulmün artmasına ve devam etmesine vesile olmak anlamına gelmektedir. Hâlbuki İslâm dininin ana hedefi, insanları zulümden; soygun ve sömürüden kurtarmaktır. Dolayısıyla, faizin ve faize dayalı bankacılık sisteminin İslâm'la bağdaşması mümkün değildir.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. March 2010, 01:04 AM   #42
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

ÇARE

Kapitalizm dini bugün dünyaya hâkim olan ekonomik bir düzendir. Bu dinin temelinde, “küçük balık büyük balığı yutar” ilkesi yatmaktadır. Bu sebeple de Kapitalizm dini, hem ahlâken, hem vicdanen İslâm dininin tam karşıtıdır. Böyle olmasına rağmen Müslüman olduklarını iddia eden insanların, Allah'ın istediği sistem ve kurumları oluşturmak yerine Kapitalizm dininin ilkeleri içerisinde kendilerine bir yer bulmak için gayret etmeleri, gerçekten utanılacak bir davranıştır. Müslümanlara yakışan davranış, Allah'ın önerdiği hayat tarzına uygun olan bir ekonomik sistem kurmak, ama daha önce “Allah ve Elçisi'nin düşmanı” konumundan çıkmak için “er-riba”dan uzaklaşmaktır.

Yüce Allah, her konuda olduğu gibi bu konuda da rahmetini esirgememiş; fertlerin, aile ve ülkelerin “er-riba” belâsından kurtulmaları için ne yapmaları gerektiğini, kurtuluş için gerekli sistem ve kurumların nasıl oluşturulacağını Kur’ân'da açıkça göstermiştir:

Allah, İsrâîloğulları'ndan söz almıştı. İçlerinden on iki nakib [müfettiş/başkan] göndermiştik. Ve Allah demişti ki: “Ben, muhakkak sizinle beraberim. Salâtı ikâme eder, zekâtı verir, peygamberlerime iman eder, onları destekler ve Allah'a güzelce ödünç verirseniz andolsun ki sizin günahlarınızı örteceğim ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de, bundan sonra küfrederse, gerçekten dosdoğru yoldan sapmış olur. (Mâide/12)

Eğer Allah'a güzel bir ödünç verirseniz, O, onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. Ve Allah, en iyi karşılık ödeyen, çok yumuşak davranan, görülebileni ve görülmeyeni bilendir, azîz'dir, hakîm'dir. (Teğâbün/17-18)

Yine sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan fazlasını infak edin.” Allah, tefekkür edersiniz diye âyetlerini işte böyle sizin için ortaya koyuyor. (Bakara/219)

Ey iman etmiş kişiler! Kesinlikle, hahamlardan, rahiblerden bir çoğu insanların mallarını hakksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar. Ve kesinlikle altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar; hemen onlara acıklı bir azabı müjdele! O gün, onların [altın ve gümüşlerin] üstü cehennem ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacak: “İşte bu kendi canınız için saklayıp biriktirdiğiniz şeydir. Haydi şimdi tadın şu biriktirdiğiniz şeyleri!” (Tevbe/34-35)

Kimdir o, Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kişi ki, Allah da onun için kat kat artırsın. Onun için şerefli bir mükâfât da vardır. (Hadîd/11)

Ey iman edenler! Allah'ın alâmetlerine, harâm aya, hediylere, gerdanlıklarına ve Rabb'lerinden lütuf ve rıza bekleyerek Beytu'l-Harâm'ı [Ka‘be'yi] kasdedenlere sakın saygısızlık etmeyin. Dokunulmazlığınız kalktığında [hacc göreviniz bitince] da avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Harâm'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya da sevk etmesin. Ve iyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah'a takvâlı davranın. Hiç şüphesiz Allah azabı çok çetin olandır. (Mâide/2)

Sana da kendisinden öncekilerini doğrulayan ve onları kollayıp koruyan olarak hakk ile Kitab'ı [Kur’ân'ı] indirdik. Öyleyse onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen hakktan saparak onların arzu ve heveslerine uyma. Ve Biz, sizden hepiniz için bir şeriat ve yol kıldık. Ve eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi belâlandırmak [denemek] için (böyle yapmadı). Öyleyse iyiliklere yarışın. Hepinizin dönüşü yalnızca Allah'adır. Sonra O, kendisi hakkında ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. (Mâide/48)

Ve hep birlikte Allah'ın ipine sıkıca sarılın, ayrılmayın ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O [Allah], kalpleriniz arasında ülfet oluşturdu. Sonra da siz O'nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de oradan sizi O kurtarmıştı. İşte Allah doğru yolu bulasınız diye âyetlerini sizin için böyle ortaya koyar. Ve içinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir ümmet bulunsun. Ve işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. (Âl-i İmrân/103-104)

Bir de sabırla, salâtla [eğitimle, öğretimle, sosyal destek kurumlarıyla] yardım isteyin. Şüphesiz bu [salât ve sabırla yardım isteme], saygılı olanlardan; gerçekten Rabb'lerine kavuşacaklarına ve gerçekten kendilerinin O'na dönücü olduklarına inanan kimselerden başkasına çok ağır gelir. (Bakara/45-46)

Ey iman etmiş kimseler! Sabır ve salâtla yardım isteyin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. (Bakara/153)

Ve Allah yolunda infak yapın, ellerinizi [kendinizi] ellerinizle tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin, güzelleştirin. Şüphesiz Allah, iyileştirenleri, güzelleştirenleri sever. (Bakara/195)

Kimdir o kişi ki Allah'a güzel bir ödünç versin de Allah da ona birçok katlarını katlayıversin. Allah darlık da verir, genişlik de verir. Ve yalnız O'na döndürüleceksiniz. (Bakara/245)

Asra andolsun ki, iman eden, sâlihat işleyen, hakkı tavsiyeleşen ve sabrı tavsiyeleşenlerin haricindeki tüm insanlar kesinlikle tam bir hüsran/kayıp-zarar içindedir. (Asr/1-3)

Sen, sana kitaptan vahyedileni oku/izle ve salâtı [eğitimi, öğretimi, sosyal destek kurumlarını] ikâme et [oluştur, ayakta tut]. Muhakkak ki salât [eğitim, öğretim, sosyal destek kurumları], fahşadan ve kötülükten alıkoyar. Ve Allah'ın anılması, elbette daha büyüktür. Ve Allah, yapıp ürettiğiniz şeyleri bilir. (Ankebût/45)

Sonra onların ardından half [kötü bir nesil] geldi ki, salâtı [sosyal desteği] kaybettiler [hayatlarından çıkarıp attılar]. Ve şehvetlerine uydular. Bundan dolayı tevbe eden ve iman eden ve sâlihi işleyenler hariç onlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır. İşte bunlar [tevbe eden, iman eden ve sâlihi işleyenler] cennete; Rahmân'ın kullarına görmedikleri hâlde vaad ettiği Adn cennetlerine girecekler ve hiçbir şeyce hakksızlığa uğratılmayacaklardır. Şüphesiz O'nun vaadi mutlaka yerini bulacaktır. (Meryem/59-61)

Şüphesiz o şeytân, sizin için düşmandır. Onun için siz de onu düşman edinin. Şüphesiz o [şeytân] kendi taraftarlarını alevli ateşin ashâbından olmaları için çağırır. (Fatır/6)

Doğrusu kendini kurtarmıştır; arınan kimse, Rabbinin adını anıp sosyal destek sağlayan kimse. Fakat siz şu basit hayatı tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı [önemli] ve devamlı kalıcıdır. (A‘lâ/14-17)

Yukarıdaki âyetler, “er-riba”dan uzaklaşmanın yollarından olan zekâtı, sadakayı, salâtı ve salâtın ikâmesini emreden yüzlerce âyetin bir kısmıdır. Bu âyetler ile Allah, mü’minlerin teşkilâtlanarak birlik ve beraberlikler oluşturmalarını, ihtiyaç fazlası birikimlerini Allah için infak etmelerini, sosyal yardım ve destek kurumlarını oluşturarak iyilik ve hayırlarda yarışmalarını emretmekte, bunları yerine getirmeyenlerin ise, kendilerini ve toplumlarını tehlikeye atacaklarını, dünyada cehennem hayatı yaşayacaklarını, kenz yapanların [paralarını küpte, yastık altında, kasada, bankada biriktirerek tedavüle çıkarmayanların] cezalandırılacaklarını açık bir dille haber vermektedir. O hâlde, fertlerin, aile ve ülkelerin “er-riba” belâsından kurtulmalarının çaresi, bu âyetlerle amel etmek; Allah'ın bu âyetlerde emrettiği görevleri yerine getirmektir.

Meselâ, Müslümanlar bu âyetler ışığında Allah'ın kendilerine bahşettiği ihtiyaç fazlalarını, spekülâtif yatırımlara veya faize yatırmak yerine birleştirebilirler; denetimlerinin kamu otoritesince sağlandığı ve su-i istimallere fırsat verilmeyen ortaklıklar kurabilirler. Böylece, yeni iş sahalarının açılması sûretiyle işsizlere iş imkânları yaratılmış ve serevetten başkalarının da istifadesi sağlanmış olur. Daha sonra ise, bu ortaklıklardan sağlanan kazançlarla, infak amaçlı sosyal yardım ve destek kurumları, yardımlaşma sandıkları kurulabilir ve bu kuruluşlar vasıtasıyla ihtiyacı olan Müslümanlara faizsiz borç verilebilir. Tabii ki, bu yardımlaşma sandıklarından yapılan ödünç verme işlemlerinde, eğer borç alan borcunu ödeyemiyorsa, Allah'ın tavsiyesi gereği borcun silinebilmesi, hatta gerekiyorsa daha da takviye yapılması mümkün olmalıdır. Yine bu sandıklardan esnaf ve tüccarın kısa vadeli ticarî ihtiyaçları karşılanmalı, böylece Müslümanların tefecinin, bankanın kıskacına düşmesi önlenmelidir. Yine de bu sandıklarda atıl para kalırsa, bu fonlarla değişik sektörlerde yeni şirketler, yeni şirketlerin gelirleriyle de yeni yardım sandıkları kurulabilir ve bu verimli döngünün büyüyerek devam etmesi sağlanabilir.

Ancak, böyle bir sistemin işlerlik kazanabilmesi için işe aile çevresinden başlanmalı, sonra da mahalle, köy, şehir ölçeklerinde yaygınlaştırılmalıdır. Çünkü başarı, ancak tek tek fertlerin kendilerini düzeltmeleri sonucunda elde edilebilir.

Böyle bir sistemde ne faize, ne borsaya, ne de “er-riba”nın başka bir unsuruna gerek duyulur. Çünkü bu tarz bir ekonomik düzenin yürümesi için kamu otoritesi, halkın elindeki fazlaları toplama ve bunları yatırımlarda kullanacak ortaklıkların istifadesine sunma gibi işleri faizsiz olarak gerçekleştiren kurumlar tesis etmek durumundadır. Bu kurumlar ise, sadece kapitalist sistemin banka ve borsalarının yaptığı işleri bihakkın yerine getirmekle kalmayıp, ayrıca esnafın, tüccarın ve vatandaşın çek-senet tahsilâtını, havale işlemlerini de, bankaların yaptığı gibi bir soygun düzeni içinde değil, masrafı karşılığı, masrafı yoksa ücretsiz yerine getirecektir.

Kapitalizm dinini benimseyip, bu dinin hakksız kazançlarıyla beslenmeye alışmış zihniyet tarafından böyle bir sistemin yürütülebilmesi hususuna yapılacak ilk itiraz muhtemelen, bu sistemde enflâsyonun hiç hesaba katılmamış olduğu yönünde olacaktır. Çünkü bu zihniyete göre faiz, enflâsyonun olumsuz etkilerini dengeleyen bir araçtır ve faizsiz bir ekonomide özellikle küçük tasarruf sahiplerinin hakksızlığa uğramaları söz konusudur.

İktisatta, “para arzının, parasal gelirlerin ya da fiyatların topluca artışı” olarak tarif edilen enflâsyon[296] birtakım kuramlara göre, söz konusu artışın kaynaklanma yeri, geçirdiği safhalar ve ülkelerin gelişmişlik düzeyleri itibarıyla, “maliyet”, “talep”, “aşırı”, “gizli”, “yapısal” gibi şekiller göstermektedir.[297] Tarifinden de anlaşılacağı gibi enflâsyon kesinlikle ekonomik sistemle alâkalıdır ve bir “arzu edilmeyen artış” mahiyetindedir. Yani enflâsyon, ekonomik düzendeki çarpıklıkların istenmeyen bir ürünüdür. Bu da demektir ki, ekonomik düzende bazı çarpıklıklar mevcut değilse, enflâsyon diye bir şeyden bahsedilemez. Meselâ, eğer bir ekonomide faiz uygulaması yoksa, enflâsyonun en önemli sebeplerinden biri olan “yüksek faiz haddi” kendiliğinden ortadan kalkmış olur. Ya da bir ülkenin insanları, ellerindeki fazlalar ile spekülâtif amaçlı alımlar yapmak yerine, devletçe planlanmış yatırımlara yönelirlerse, kimsenin talep artışına bağlı bir enflâsyondan korkmasına gerek yoktur. Veya ithalâtın, ihracat gözetilerek yapıldığı, yani dış ticareti dengede olan bir ülkede, enflâsyonun bir diğer önemli sebebi olan devalüasyon hiç gündeme gelmeyecektir. Ezcümle, eğer bir ülke halkı, Allah'ın emirlerine samimiyetle uyar ve bu emirlerin hâkim olduğu bir ekonomik düzen kurarsa, o ülkede enflâsyon gibi bahaneler ileri sürülerek “er-riba” doğuran işlemler yapılması söz konusu olmayacak, böylece Allah ve Elçisi ile savaş hâline girme riski herkes için ortadan kalkacaktır.

Bu konuda üzerinde durulmasında yarar olan bir husus da, enflâsyon sebebiyle zarara uğranılacağından korkularak, şahıslar arasındaki ödünç verme işlemlerinde yabancı para, kıymetli maden veya eşya cinsinden ölçüler kullanılmasıdır. Bu gibi durumlarda meseleye borçlu açısından bakılması gerekir. Çünkü, zarar etmekten korkan borç veren kişi, belki kendini bu yolla enflâsyondan korumaktadır ama bu korumayı borçlu karşılamakta, bu kez enflâsyondan zarar gören borçlu olmaktadır. Bir başka deyişle, borçludan daha kuvvetli olan borç veren, çarpık ekonominin ceremesini zaten güçsüz olan borçluya ödettirmektedir. Böyle bir davranışın, Allah'ın, Eğer o [borçlu], darlık içindeyse, kolaylığına kadar mühlet! Eğer biliyorsanız, sadaka olarak vermeniz, sizin için daha hayırlıdır buyruğuna pek uymadığı ortadadır. Çünkü Allah bu buyruğu ile Müslümanların, kardeşleri için gerekirse zararı göze almaları gerektiğini bildirmektedir. Buna göre Müslümanların, zarara uğrama korkusuyla bu gibi davranışlarda bulunmamaları, hele hele daha kötü bir davranışa yönelerek borç vermekten kaçınmamaları gerekir.

Önemine binaen riba konusunda yaptığımız uzunca tahlilin kapanışını, Prof. Mehmet Yazıcı'nın “müzakereci” sıfatıyla katıldığı, Ensâr Vakfı tarafından 1986 yılında İstanbul'da düzenlenen “İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri” adlı sempozyumdaki ifadelerine bırakıyor, bu ifadenin özellikle son cümlesine dikkat edilmesini tavsiye ediyoruz:

İslâm bir dindir; bu dinin kendine özgü bir iktisat düzeni vardır. Bankacılık, İslâm iktisat düzeni dışındaki iktisat düzenlerinde bir kavram ve kurumdur. İslâm iktisat düzeninde böyle bir kavram ve kurum yoktur. O hâlde ‘İslâm bankacılığı’ olmaz… İslâm'a zıt kimi kurum ve kavramları İslâmlaştırma çabaları, İslâm'a aykırı düşer. Bu tutum yanlıştır. Hani, bağışlayın lütfen bu gidişle yakın gelecekte ‘İslâm şarapçılığı’ diye ilmî toplantılar düzenlenirse şaşmamak gerekir. … İslâm'da faiz harâmdır. İslâm iktisat düzeninde faizin de, faize dayalı banka ve benzeri kurumların da yeri yoktur. İslâm iktisadında finansman sorunları, özellikle ortaklıklarla çözümlenir. İslâm, ortaklığın her türünü övmüştür. İslâm toplumlarında, ticaret yapmak, mal ve hizmet üretmek için küçük birikimlerle ortaklık yapma yolları araştırılmalıdır. İyi müslümanın ise, büyük birikimi zaten olmaz.[298]

282. Ey iman etmiş kimseler! Adı konmuş bir süreye borçla borçlaştığınız zaman onu hemen yazın. Aranızda bir katip de adaletle yazsın. Ve o katip, Allah'ın, kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın da yazsın. Hakk kendi üzerinde olan kişi de söyleyip yazdırsın ve Rabbi olan Allah'a takvâlı davransın ve ondan [haktan] bir şey eksiltmesin. Şâyet hakk kendi aleyhine olan kişi [borçlu] bir aklı ermez veya zayıf biri veya bizzat söyleyip yazdıramaya güç yetiremeyen biri ise, velîsi adaletle söyleyip yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şâhit yapın. Şâyet o ikisi [iki erkek şâhit] olmazsa, o zaman razı olacağınız şâhitlerden bir erkekle iki kadın –bunlardan birisi yanılırsa, şaşırırsa, öbürü hatırlatsın diye– olsun. Şâhitler de çağırıldıklarında kaçınmasınlar. Siz, küçük veya büyük, onu vadesine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah nezdinde daha hakkaniyetlidir, şâhitlik için daha sağlam ve şüpheye düşmemenize daha elverişlidir. Aranızda hemen devredeceğiniz bir ticaret hariçtir; o zaman bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alım-satım yaptığınız vakit yine şâhitlendirin. Yazan ve şâhitlik eden bir zarar görmesin. Eğer yaparsanız [onlara zarar verirseniz], şüphesiz o, size dokunacak bir fısk [günah] olur. Allah'a da takvâlı davranın. Allah, size öğretiyor ve Allah, her şeyi en iyi bilendir.

283. Ve eğer siz, bir yolculuk üzere olur da bir kâtip de bulamazsanız, o vakit alınmış bir rehin! Yok, eğer birbirinize güveniyorsanız kendisine güvenilen adam üzerindeki emaneti ödesin. Ve Rabbi olan Allah'a takvâlı davransın. Şâhitliği de gizlemeyin. Onu kim gizlerse artık, şüphesiz onun kalbi günahkârdır. Ve Allah, yaptıklarınızı çok iyi bilendir.

Bu âyetlerde, borca dayalı alış-veriş usûlü belirlenmektedir. Her türlü işlemin söze dayandığı bir ortamda bu ilkelerin konulması, insanlar arasındaki ihtilafları ve hakk gasplarını gidermeye yöneliktir. Gâyet net ve açık olan âyetteki ilkeleri şöyle sıralayabiliriz:

* Vâdeli borçlanma durumlarında, borç büyük de olsa küçük de olsa yazılmalıdır.

* Yazan kişi, taraflardan ayrı üçüncü bir şahıs olmalı ve taraf tutmadan yazmalıdır.

* Borçlu, gerçeği yazdırmalı, en ufak bir şeyi gizlememelidir.

* Borçlu, aklı ermez [çocuk, bunak, deli], zayıf, konuşamayan biri ise, velîsi, adaletle yazdırmalıdır

* Bu işleme iki erkek şâhit tutulmalıdır. İki erkek yoksa, bir erkek, iki kadın şâhit tutulmalıdır.

* Şâhitler çağırıldıklarında şâhitlik etmekten kaçınmamalıdırlar.

* Küçük veya büyük olsun borç vadesine kadar yazılmalıdır, üşenilmemelidir. Bu, Allah nezdinde daha hakkaniyetlidir, şâhitlik için daha sağlam ve şüpheye düşülmemesine daha elverişlidir.

* Peşin alış-verişlerde yazmaya ve şâhit tutmaya gerek yoktur.

* Alım-satım işleri de şâhitlendirilmelidir.

* Yazan ve şâhitlik eden kimseye zarar verilmemelidir. Onlara zarar vermek, büyük suçtur.

* Yolculukta olup da bir kâtip bulunamazsa rehin alınabilir.

* Kendisine güvenilen kişi, üzerindeki emaneti ödemelidir.

* Şâhitlik gizlenmemelidir. Konu mahkemeye intikal ederse şâhitler şâhitlik yapmalı, bildiklerini söylemelidir.

Biz bu âyetlerdeki bazı noktalarda açıklama yapılmasının faydalı olacağı kanaatindeyiz.

Âyetteki, Hakk kendi üzerinde olan kişi de söyleyip yazdırsın ve Rabbi olan Allah'a takvâlı davransın ve ondan [hakktan] bir şey eksiltmesin ifadesine göre, yazdırma işi borçlunun sorumluluğundadır. O üzerindeki hakkın ne olduğunu bildirmek üzere bizzat kendi ifadesiyle hiçbir şey gizlemeden ikrarda bulunacaktır. Çünkü şâhitlik ancak onun ikrarda bulunması üzerine gerçekleşir.

Borç senedini yazan katiple ilgili, Aranızda bir katip de adaletle yazsın emri verilerek adalet sıfatı şart koşulmaktadır.

Âyette şâhit konusunda, “erkeklerinizden” ifadesi kullanılmıştır. Âyetin başında mü’minlere hitap edildiğine göre, buradaki şâhitler, mutlaka mü’minlerden olmalıdır. Bu borçlaşma protokolü mü’minler için zorunludur; İslâm toplumundaki gayr-i Müslimler için zorunlu değildir.

Âyetteki, Erkeklerinizden iki de şâhit yapın. Şâyet o ikisi [iki erkek şâhit] olmazsa, o zaman razı olacağınız şâhitlerden bir erkekle iki kadın –bunlardan birisi yanılırsa, şaşırırsa, öbürü hatırlatsın diye– olsun ifadelerinden anlaşılıyor ki, borçlaşma protokollerindeki şâhitlerin, öncelikle iki erkek olması gerekir. Eğer iki erkek bulunamıyorsa, bir erkek ile iki kadın şâhit tutulmalıdır.

Bir erkek ile iki kadın şâhit tutulmasının gerekçesi, bunlardan birisi yanılırsa, şaşırırsa, öbürü hatırlatsın diye şeklinde açıklanmıştır. Burada, o dönemde kadınların, aile içi işlerle meşgul olmalarından dolayı, ticarî konu ve ilişkilere aşina olmadıkları, bir ihtilaf vukûunda, yıllar evvele ait bir ticarî konuyu karıştırabilecekleri bildirilmektedir. Âyetteki ifade, mahkemede bir erkek ile iki kadın şâhit olması gerektiği anlamında değildir. Mahkemeye iki şâhit gidecektir. Bir erkek bir kadın; ama kadın şâhitler mahkemeye gitmeden önce geçmişteki olay hakkında kendi aralarında müzakerede bulunacak, olayı iyice hatırlayacak ve öyle şâhitlik yapacaklardır. Aksi hâlde hakksızlığa vesile olabilirler.

Bu işin başka bir yönü de, bu âyetin indiği zamanda, tarafların ve tanıkların genellikle okuma-yazma bilmemeleridir. Ayrıca, yazı bilen ve yazı malzemesi kıt olduğundan yazışmalar tek nüsha yazılırdı.

Âyette, borca yapılan alış-verişin mutlaka yazılması ve şâhit tutulması istenmektedir. Zira bu tür işlemlerde, ihtilaf ve nizaa olağan şeylerdendir. Kişiler miktarı ve vadeyi unutabilir ya da inkâr edebilir, yahut alacaklı miktarı ve vâdeyi değiştirmeye kalkabilir. Ama yazılı ve şâhitli olunca bu sorunlarla karşılaşılmaz.

Âyetteki, o zaman razı olacağınız şâhitlerden bir erkekle iki kadın olsun ifadesiyle de, şâhitlerin alelusul belirlenmemesi, onlarda belirli özelliklerin aranması gerektiğine dikkat çekilmiştir. Ayrıca, ileride geleceği üzere boşanma sırasında da, Ve sizden adalet sahibi iki kişiyi şâhit tutun (Talâk/2) buyurulmuştur. Bundan anlaşılan şu ki: Şâhitler, “âdil” sıfatına layık kimselerden olacaktır. Şöyle ki: Şâhit; özgür, reşit, müslüman, neye şehâdet ettiğini bilen, şehâdeti sebebiyle bir menfaat elde etmeyecek veya bir zararı gidermeyecek olan, yanılma özelliği ile tanınmayan, kişilik sahibi ve aleyhine şehâdet ettiği kimse ile bir düşmanlığı bulunmayan bir kimse olmalıdır.

284. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler Allah'ındır. Siz içinizdekileri açığa vursanız da gizli tutsanız da Allah onunla sizi hesaba çeker. Sonra dilediği kimseyi bağışlar, dilediği kimseyi de azaplandırır. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.

Bu âyet, özellikle de Bakara sûresi'nde açıklanan ilkelerin dikkate alınması konusunda bir uyarı niteliğindedir. Âyette, Allah'ın gökler ve yer üzerindeki mutlak egemenliğinden ve sınırsız tasarruf yetkisinden söz ediliyor. Ve Allah'tan hiçbir şeyin gizli kalmayacağı, hepsinden insanları hesaba çekeceği açıklanıyor.

285. Elçi, kendi Rabbi'nden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine iman ettiler: “Biz Allah'ın elçileri arasında ayırım yapmayız.” Ve “Biz duyduk ve itaat ettik. Rabbimiz, bağışlamanı dileriz, dönüş ancak Sanadır” dediler.

286. Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı kendi yararına ve kendi yaptığı zararınadır. Ey Rabbimiz! Eğer terk ettiysek ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz! Bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır sorumluluk/sıkıntıya sokacak şeyler yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Ve bağışla bizi, mağfiret et bizi, rahmet et bize! Sen bizim mevlâmızsın. Ve de kâfir kavimlere karşı yardım et bize.

Bu âyetlerde bazı iman esaslarına dikkat çekilmekte; ardından da bir niyaz örneği verilmektedir. Buradaki iman esasları şöyle sıralanabilir:

* Diğer inananlar gibi Elçi de Rabbi'nden kendisine indirilene inanmak zorunda olup bir ayrıcalığı ve dine bir şey ekleme veya dinden bir şey çıkarma yetkisi yoktur.

* Elçi de dahil tüm inananlar, Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine iman etmek ve Allah'ın elçileri arasında ayırım yapmamak zorundadır.

* İnananlar, “Biz duyduk ve itaat ettik. Rabbimiz! Bağışlamanı dileriz, dönüş ancak Sanadır. Ey Rabbimiz! Eğer terk ettiysek ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz! Bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır sorumluluk/sıkıntıya sokacak şeyler yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Ve bağışla bizi, mağfiret et bizi, rahmet et bize! Sen bizim mevlâmızsın. Ve de kâfir kavimlere karşı yardım et bize demek sûretiyle inandıklarını göstermek durumundadırlar.

* Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı kendi yararına ve kendi yaptığı zararınadır.

Bu âyetler de gerçek mesajından uzaklaştırılmak istenmiş ve âyetin lafzına yönelik birtakım kerametler ihdas edilmiştir. Mesela:

el-Hasen, Mücâhid ve ed-Dahhâk'tan rivâyet edildiğine göre bu âyet-i kerîme(nin nüzûlü) Mirac kıssasında söz konusu olmuştur. İbn Abbâs'tan gelen bazı rivâyetlerde de böyle belirtilmiştir. Bazıları da şöyle demiştir: “Kur’ân-ı Kerîm'in tamamını Cebrâîl (a.s) Muhammed'e (s.a) indirmiştir. Ancak bu âyet müstesnâdır. Peygamber (s.a) Mirac gecesinde bu âyet-i kerîmeyi bizzat işitmiştir.” Bazıları da, “Mirac kıssasında böyle bir şey olmamıştır” derler. Çünkü Mirac gecesi Mekke'de olmuştur, bu sûre ise bütünüyle Medîne'de inmiştir. Bunun Mirac gecesi vahyolunduğunu söyleyenler olayı şöyle anlatırlar: Peygamber (s.a) miraca çıkıp semavatta Hz. Cebrâîl ile birlikte oldukça yüksek bir yere ulaştı. Nihâyet es-Sidretu'1-Müntehâ'yı da geçince Cebrâîl o'na, “Ben ileri geçemem. Senden başka da bu yeri geçme emri kimseye verilmiş değildir” dedi. Peygamber (s.a) Yüce Allah'ın dilediği yere ulaşıncaya kadar orayı aşıp gitti.

Hz. Cebrâîl o'na, “Rabbine selâm ver” diye işarette bulununca, Peygamber (s.a), “Bütün selâmlar, salâtlar ve iyi ameller [tayyibât] yalnız Allah'ındır” dedi. Yüce Allah da, “Selâm sana ey Peygamber, Allah'ın rahmeti ve bereketleri de üzerine olsun” buyurdu. Peygamber (s.a) ümmetinin de bu selâmdan bir pay sahibi olmasını istediğinden şöyle dedi: “Selâm bize ve Allah'ın sâlih kullarına.” Bunun üzerine Hz. Cebrâîl ve bütün semavat ehli şöyle dediler: “Şehâdet ederiz ki Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur ve yine şehâdet ederiz ki Muhammed Allah'ın kulu ve Rasûlü'dür.” Yüce Allah da ameli mükâfatla karşılayacağı anlamında, “Peygamber Rabbinden kendisine indirilene iman etti (yani, tasdik etti) buyurdu.

Peygamber (s.a) bu şeref ve fazilete ümmetinin de ortak olmasını istediğinden şöyle buyurdu: “Mü’minler de her biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman etti. Peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırmayız” (yani onlar “Biz bütün peygamberlere iman ettik” derler, “onlardan herhangi birisini inkâr etmeyiz. Yahûdilerle Hristiyanların ayrım gözettiği gibi ayrım gözetmeyiz.) Bunun üzerine Rabbi Hz. Peygamber'e, “İndirmiş olduğum bir âyeti kabulleri [karşılamaları] nasıl oldu?” diye sordu. Bununla kastettiği ise, İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de... buyruğudur. Rasûlullah (s.a) şöyle karşılık verdi: “Dinledik, itaat ettik. Rabbimiz! Senden mağfiret dileriz ve dönüş ancak Sanadır dediler. Bunun üzerine Yüce Allah şöyle buyurdu: Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez (yani takatinden başkasını yüklemez. Takatinden aşağısı diye de açıklanmıştır.) Hayır kabilinden kazandığı kendisine, şerr kabilinden yaptığı da onun aleyhinedir.[299]

Bu âyetlerin iniş sebebi ile ilgili kaynaklarda şu bilgiler yer alır:

İmâm Ahmed der ki: Bize Affân'ın... Ebû Hureyre'den rivâyet ettiğine göre o, şöyle demiştir: Rasûlullah'a (s.a), Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. İçinizdekini açıklasanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker. Sonra dilediğini bağışlar, dilediğini azaplandırır. Ve Allah her şeye kâdir'dir âyeti nâzil olunca, bu Rasûlullah'ın (s.a) ashâbına ağır geldi. Rasûlullah'ın (s.a) yanına gelerek diz çöktüler ve, “Ey Allah'ın Rasûlü! Biz (daha önce) gücümüzün yeteceği namaz, oruç, cihâd ve sadaka gibi ameller ile mükellef tutulduk. (Şimdi ise) sana bu âyet nâzil oldu ve bizim buna gücümüz yetmez” dediler. Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: “Sizden önceki Ehl-i Kitab'ın [Yahûdi ve Hristiyanların] dediği gibi ‘İşittik ve isyan ettik’ demek mi istiyorsunuz. Bilakis siz, ‘İşittik ve itaat ettik. Affını dileriz ey Rabbimiz, dönüş ve varış Sanadır’ deyiniz.” Kavim böyle söyleyip dilleri alışınca Allah Teâlâ bu âyetin peşinden, “Peygamber de, iman edenler de o'na indirilene inandı. Hepsi de Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman etti. O'nun peygamberlerinden hiç birinin arasını tefrik etmeyiz. İşittik ve itaat ettik, affını dileriz ey Rabbimiz, dönüş Sanadır” dediler âyetini indirdi. Böyle yaptıklarında Allah Teâlâ bu âyeti neshetti ve, Allah kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez. Kazandığı lehine yüklendiği aleyhinedir... âyetini indirdi.[300]

Rasûlullah (s.a), “İşittik, itaat ettik ve teslim olduk” deyin buyurdu ve Allah Teâlâ onların kalblerine imanı doldurdu: “Peygamber de iman edenler de o'na indirilene inandı. Hepsi de Allah'a, meleklerine, kitâblarına, peygamberlerine iman etti. O'nun peygamberlerinden hiç birinin arasını tefrîk etmeyiz. İşittik ve itaat ettik, affını dileriz. Ey Rabbimiz! Dönüş Sanadır” dediler... Sen mevlâmızsın. Kâfirler güruhuna karşı yardım et bize âyetini indirdi.

Bu âyet indirildiğinde Rasûlullah'ın (s.a) ashâbı çok üzüldü ve, “Ey Allah'ın Rasûlü! Helak olduk [mahvolduk]. Konuştuğumuz ve yaptığımız şeylerden dolayı hesaba çekilsek haydi ne ise; ama kalplerimiz bizim elimizde değil ki!” dediler. Rasûlullah (s.a) da onlara, “İşittik ve itaat ettik” deyin buyurdu. Onlar da, “İşittik ve itaat ettik” dediler. Bu âyeti kerîme'yi, Peygamber de iman edenler de o'na indirilene inandı... Allah kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez. Kazandığı lehine yüklendiği aleyhinedir âyet/i kerîmeleri neshetti. Onların kalblerinden geçenler affolundu ve ancak işlediklerinden sorumlu oldular.[301]

Denildiğine göre bu âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi, ondan önce yer alan, Göklerde ne var yerde ne varsa (hepsi) Allah'ındır. İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker. Kime dilerse mağfiret eder, kimi dilerse de azaplandırır. Allah her şeye kadirdir (mealindeki) âyet-i kerîmesidir. Bu buyruk, Peygamber'e (s.a) indirilince durum Rasûlullah'ın (s.a) ashâbına çok ağır geldi. Rasûlullah'ın (s.a) yanına gelip dizleri üstüne çöktüler ve, “Ey Allah'ın Rasûlü” dediler, “Namaz, oruç, cihad, sadaka gibi gücümüzün yettiği amellerle mükellef tutulduk. Allah bize bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. Biz bunun altından kalkamıyoruz.” Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: “Sizler de sizden önceki iki Kitap Ehli gibi ‘dinledik ve isyan ettik’ mi demek istiyorsunuz? Bunun yerine, ‘Dinledik itaat ettik. Rabbimiz! Senden mağfiret dileriz ve dönüş ancak Sanadır’ deyin.” Onlar da, “Dinledik, itaat ettik. Rabbimiz! Senden mağfiret dileriz ve dönüş ancak Sanadır” dediler. Bu buyrukları okumaya başlayınca dilleri buna alıştı [itaate boyun eğdi]. Bunun akabinde de Yüce Allah, “O peygamber kendisine Rabbinden indirilene iman etti. Mü’minler de. Her biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman etti. Peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırmayız. Dinledik itaat ettik. Rabbimiz! Senden mağfiret dileriz ve dönüş ancak Sanadır” dediler buyruğunu indirdi. Onlar bunu yapınca Yüce Allah (az önce sözü geçen) o âyeti neshederek şu buyruğu inzâl buyurdu: Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez. Kazandığı kendisine yaptığı da onun aleyhinedir. Rabbimiz, unuttuk ya da yanıldıysak bizi sorguya çekme. Yüce Allah, “Evet, (öyle yapacağım)” buyurdu. Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi üzerimize ağır yük yükleme! Yüce Allah, “Evet (öyle yapacağım)” buyurdu. Rabbimiz, güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme! Yüce Allah, “Evet (öyle yapacağım)” buyurdu. Bizi affet, bize mağfiret buyur ve bize merhamet eyle. Sensin bizim mevlâmız, kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et! Yüce Allah, “Evet (yapacağım)” buyurdu. Bu hadisi Müslim, Ebû Hureyre'den rivâyet etmiştir.[302]

286. âyette, Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı kendi yararına ve kendi yaptığı zararınadır buyurularak kimseye kapasitesinin üzerinde bir yük yüklenmediği ve yüklenilmeyeceği; sorumluluğun da kişisel olduğu bildirilmektedir. Bu ilke şu âyetlerde de vurgulanmıştır:

Anneler, çocuklarını, –emzirmenin tamamlanmasını isteyenler için– tam iki yıl emzirirler. Çocuk kendisine ait olan babaya da onların [emzirenlerin] yiyecekleri ve giyecekleri ma‘rûf üzere bir borçtur. Kişi sadece gücüne göre mükellef olur. Ve çocuğu sebebiyle bir anne, çocuğu sebebiyle bir baba da zarara sokulmasın. Varise de bunun aynı borçtur. Eğer ikisi [ana ve baba] birbirleriyle istişare edip, her ikisinin de rızasıyla çocuğu sütten ayırmak isterlerse kendilerine bir günah yoktur. Eğer çocuklarınızı emzirtmek isterseniz, vereceğinizi ma‘rûf ile teslim ettiğiniz zaman, bunda da size bir günah yoktur. Ve Allah'a takvâlı davranın ve şüphesiz Allah'ın yaptıklarınızı çok iyi gören olduğunu bilin. (Bakara/233)

Yetimin malına da yaklaşmayın; yalnız erginlik çağına erişinceye kadar (malına) en güzel biçimde hariç [bu şekilde yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz]. Ve ölçüyü, tartıyı hakkaniyetle tastamam yapın. Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız. Söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa âdil olun ve Allah'a verdiğiniz sözü tastamam tutun. İşte bunlar öğüt alıp düşünesiniz diye O'nun [Allah'ın] size vasiyet ettikleridir. (En‘âm/152)

İman edenler ve sâlihâtı işleyenler; –ki Biz hiç kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemeyiz– işte onlar cennet yâranlarıdır ve onlar, orada ebedî olarak kalıcılardır. Ve göğüslerinde gıll'den [kinden, hınçtan, kıskançlıktan, hileden, hâinlikten, garazdan] ne varsa çıkarıp atarız. Onların altlarından ırmaklar akar. (Ve onlar,) “Bize bunun için kılavuzluk eden Allah'a hamdolsun. Eğer Allah bize kılavuzluk etmeseydi biz doğru yola erişemezdik. Şüphesiz Rabbimizin peygamberleri bize gerçek ile gelmiştir” derler. Ve onlara seslenilir: “İşte size cennet! Yapmış olduklarınızla buna vâris oldunuz.” (A‘râf/42-43)

Ve Biz hiç kimseyi, gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız. Nezdimizde de hakkı konuşan bir kitap vardır ve onlar, hakksızlığa uğratılmazlar. (Mü’minûn/62)

Geniş imkânları olan, nafakayı geniş imkânlarına göre versin. Rızkı kısıtlı tutulan da, artık Allah'ın kendisine verdiğinden versin. Allah, hiçbir nefse ona verdiğinden başkasıyla yükümlülük koymaz. Allah, bir güçlüğün ardından bir kolaylık kılacaktır. (Talâk/7)

Bu âyetin daha iyi anlaşılması için En‘âm/164'te yaptığımız açıklamayı da burada naklediyoruz:

De ki: “O [Allah] her şeyin Rabbi iken, ben Allah'tan başka Rabb mi arayayım?” Her kişinin kazandığı yalnız kendisine aittir. Yükünü taşıyan kimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Sonra sadece Rabbinizedir dönüşünüz. Böylece O [Allah], ayrılığa düştüğünüz şeyi size haber verecektir. Ve O, sizi yeryüzünün halifeleri kılan, verdikleriyle sizi belâlandırmak [sınamak] için, kiminizi kiminizin üzerine derecelerle yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk olandır ve şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (En ‘âm/164-165)

164. âyetteki, Her kişinin kazandığı yalnız kendisine aittir. Yükünü taşıyan kimse, bir başkasının yükünü taşımaz ifadesi, kıyâmet günü vukû bulacak olan cezalandırma hükmünün adaletini haber vermekte, sorumluluğun ve cezanın kişisel olduğunu, hiç kimsenin –akrabası bile olsa– başkasının günahını çekmeyeceğini bildirmektedir. Yani, o günde nefisler kendi amelleri karşılığında cezalandırılacaklardır. Kişinin amelleri “hayır” ise ceza da “hayır”, ameller “kötü” ise ceza da “kötü” olacaktır. Ayrıca hiç kimsenin kötü amellerinin cezası bir başkasına yüklenmeyecektir.

Bu beyan, Mekkeli kodamanların, “Eğer Muhammed'e uymamak günah ise siz korkmayın, biz sizin günahlarınızı üstleniriz” diyerek kendi elleri altındaki mustaz‘af/gariban kesime uyguladıkları sömürü ve İslâm'a girişi engelleme politikalarını bozmuştur. Bu açıklama aynı zamanda Îsâ peygamberin başkalarının günahını çektiği yolundaki Hristiyan inancının bâtıl olduğunu da ortaya koymuştur.

Kur’ân'da açıkça ifade edilmiş olmasına rağmen bazıları hâlâ, “bir kimsenin bir başkasının günahını çekmeyeceği” konusunu yeterince bilmemektedir. Yanlışa itilmek istenen insanlar hep “günahın benim boynuma” martavalı ile kandırılmaktadır. Kur’ân'a aykırı bu saçma sözü söyleyenlerin câhil ya da kötü niyetli, bu söze inananların da câhil ve bilinçsiz oluklarında hiç şüphe yoktur. Çünkü hiç kimsenin başkasının yükünü çekmeyeceği Kur’ân'da tekrar tekrar dile getirilmiştir:

Sonra, şiddetle çarpanın çıkardığı korkunç ses geldiği zaman; bir gün ki o, kişi kaçar kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden, oğullarından. O gün onlardan her kişi için kendisini boş bırakmayacak bir uğraş vardır. (Abese/33-37)

Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse, hiç kimsenin yerine bir şey ödemez, kimseden fidye kabul edilmez. Ve ona şefaat de fayda vermez, onlar yardım da olunmazlar. (Bakara/123)

İman eden kullarıma söyle: “Salâtı ikâme etsinler, alış-veriş ve dostluğun olmadığı bir günün gelmesinden önce, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden açık ve gizli olarak infakta bulunsunlar.” (İbrâhîm/31)

Ey insanlar! Rabbinize takvâlı davranın. Ve babanın çocuğuna hiçbir fayda vermediği, çocuğun da babasına hiçbir şeyle fayda sağlamadığı günden ürperin. Şüphesiz Allah'ın vaadi gerçektir. O hâlde basit yaşam sizi aldatmasın. Ve sakın o çok aldatıcı şeytân sizi Allah ile aldatmasın. (Lokmân/33)

Kim doğru yola gelirse sırf kendi iyiliği için gelir. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. (İsrâ/15)

Eğer inkâr edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size hiç bir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için küfre rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin [yararınız] için ondan razı olur. Hiçbir günahkâr [suçlu], bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz, böylece yaptıklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı bilendir. (Zümer/7)

Gerçek şu ki, hiçbir günahkâr bir başka günahkârın günahını çekmez. (Necm/38)

164. âyetteki, Sonra sadece Rabbinizedir dönüşünüz ifadesiyle, inançsızlara “sonucuna katlanmayı göze aldıktan sonra bildiğinizi yapın” mesajı verilmektedir. Aynı mesaj Sebe sûresi'nde de mevcuttur:

De ki: “Siz bizim yaptığımız günahlardan sorumlu tutulmazsınız. Biz de sizin yapıp durduklarınızdan sorumlu olmayız.” De ki: “Rabbimiz aramızı bir araya getirecek, sonra da hakk hükmü ile aramızı ayıracaktır.” Ve O, fettâh'tır, alîm'dir [en iyi bilendir]. (Sebe/25-26)[303]

Âyette, Ey Rabbimiz! Eğer terk ettiysek ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz! Bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır sorumluluk/sıkıntıya sokacak şeyler yükleme! ifadesi ile inananlar, suç işlemeleri nedeniyle dünyada birtakım ağır sorumluluklarla karşı karşıya bırakılmamalarını istemektedir. Âyetin orijinalinde geçen ısr sözcüğü, “yük” demek olmayıp, “ağır ahd [ağır sorumluluk], suça karşı dünyevi ceza” demektir.[304]

Bunun örneği İsrâîloğulları'na uygulanan cezalarda görülmektedir:

Kitap Ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de, “Allah'ı bize açıkça göster” demişlerdi. Sonra da hakksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde buzağı edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik. Ve söz vermeleri nedeniyle Tûr'u [dağı] üzerlerine kaldırdık. Ve onlara, “O kapıdan secde ederek girin” dedik. Yine onlara, “İbâdet gününde sınırları aşmayın” dedik ve onlardan sağlam bir söz aldık. Onların kendi sözlerini bozmaları, Allah'ın âyetlerine karşı inkâra sapmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmeleri ve, “Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir” demeleri nedeniyle (onları lânetledik.) Hayır; Allah, inkârları dolayısıyla ona [kalplerine] damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar.” (Bir de) inkâra sapmaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri ve, “Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa o'nu öldürmediler ve o'nu asmadılar. Ama onlara iyice benzetildi. Gerçekten o'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. Hayır, Allah o'nu Kendine yükseltti. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. Andolsun, Kitap Ehlinden, ölmeden önce o'na inanmayacak kimse yoktur. Kıyâmet günü, o da onların aleyhine şâhit olacaktır. Sonra da Yahûdileşen kimselerden olan zulüm, onların birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları hâlde faiz almaları ve insanların mallarını hakksız yere yemeleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış temiz şeyleri harâm kıldık. Ve onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık. (Nisâ/153-161)

A‘râf sûresi'nde Rasûlullah, İsrâîloğulları'nın üzerindeki bu ek yükü kaldıran kimse olarak tavsif edilmiştir:

Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine harâm kılan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de yazılmış bulacakları o Ümmî Peygamber, o Elçi'ye uyarlar. O hâlde, o'na iman eden, o'na kuvvetle saygı gösteren, o'na yardımcı olan ve o'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. (A‘râf/157)

Allah, doğrusunu en iyi bilendir.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. March 2010, 01:05 AM   #43
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

TEVBE

Dinimizde çok önemli bir yeri olan التوبة [tevbe] kavramının, zaman içerisinde anlamı sığlaştırılmış, yozlaştırılmış ve içi boşaltılmıştır. Müslümanlar her türlü günahı işleyip arkasından, “tevbe yarabbi!” diyerek tevbe ettiğini, günahlarının affedildiğini sanmaktadır. Bu nedenle, “tevbe” kavramını derinlemesine tahlil edilmesi zorunludur:

الوبة[tevbe], lügatlerde, “günahtan pişmanlık duyarak Allah'a itaate dönmek, yönelmek” diye tanımlanır.[305]

Sözcüğün asıl anlamı, “dönmek”tir. Kur’ân'da bu sözcük farklı türevleriyle 110 kez yer almıştır. Bu âyetlerde sözcük bütünüyle, “kul” ile “Allah” hakkında; yani “kulun Allah'a tevbesi” veya “Allah'ın kullara tevbesi” hakkında kullanılmaktadır.

Aşağıda değişik alt başlıklarda görüleceği gibi kulun tevbesi [kötülükten Allaha itaate dönüşü] ve Allah'ın tevbesi [kullarını cezalandırmaktan dönüşü] mutlak olmayıp, bir bilgi neticesinde oluşmaktadır. Yani bu, tepkisel bir eylemdir. Tevbe, kişinin hayata bağlanmasına, ümitlerin sönmemesine vesile olan bir rahmet kapısıdır.

Kul açısından tevbe, “yapılan şeyin, kötü ve zararlı olduğunu bilmek ve bir daha yapmamaya kesin olarak karar vermek”tir:

Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı [kendine vahyedildi; zihnine yerleştirildi]; Biz dedik ki: “Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar.” Sonra da O [Allah], onun tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul edenin, çok merhametli olanın ta kendisidir. (Bakara/37-39)

Hani bir zamanlar Mûsâ kavmine, “Ey kavmim! Şüphesiz siz o buzağıyı edinmekle [altına tapmakla] kendi kendinize zulmettiniz. Gelin hemen Yaratıcı'nıza tevbe edin de benliklerinizi değiştirin. Böylesi Yaratıcı'nız nezdinde sizin için hayırlıdır” demişti. Sonra da O [yaratıcınız] tevbenizi kabul etti. Şüphesiz O [yaratıcınız], tevvâb'ın, rahîm'in ta kendisidir. (Bakara/54)

Ve âyetlerimize inanan kimseler sana geldikleri zaman hemen, “Selâm olsun size! Rabbiniz rahmeti Kendi üzerine yazdı. Şüphesiz sizden her kim bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra arkasından tevbe eder ve düzeltirse; şüphesiz ki O [Allah], ğafûr'dur, rahîm'dir” de! (En‘âm/54)

Ve çirkin bir hayasızlık işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah'tan başka günahları bağışlayan kimdir? Bir de onlar yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyenlerdir. (Âl-i İmrân/135)

Ve Biz, her elçiyi sadece, Allah'ın izniyle itaat olunsun diye gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmalarını isteselerdi, Rasûl de onlar için bağışlanma isteseydi, kesinlikle Allah'ı tevvâb, rahîm bulurlardı. (Nisâ/64)

Kim bir kötülük işler yahut nefsine zulmeder, sonra da Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok merhametli bulur. (Nisâ/110)

Biz bu âyetler ışığında kulun tevbesini şöyle tanımlayabiliriz: Tevbe, “bilinçlenerek, kararlılıkla kusurları terk edip, Allah'a itaate yönelme”dir. Kısacası tevbe, kişinin hayatında gerçekleştirdiği bilinçli bir devrim olup “Tevbe yâ Rabbi” demek gibi sözden ibaret değildir.

Allah açısından tevbe, “kulun bu kesin kararı karşısında onu cezalandırmaktan dönmek, vazgeçmek ve kulun kusurlarını örtüp gizlemek”tir. Allah'ın bir ismi de tevvâb olup Kur’ân'da 11 kez yer alır. Ayrıca Allah'ın, “Tevbeleri kabul etti, eder” [cezalandırmaktan vazgeçti, geçer, O, tevbeleri kabul edendir] şeklinde de onlarca vaadi vardır. Allah'ın tevvâb olması [hatalı kullarının kusurlarını örtüp onları cezalandırmaması], onlara mağfiret –“mağfiret” sözcüğü aşağıda açıklanacaktır– etmesidir:

Allah, sizin kendinize hâinlik ettiğinizi bildi de tevbenizi kabul etti ve sizi bağışladı. (Bakara/187)

Şimdi Allah, sizden hafifletti ve sizde şüphesiz bir zaaf olduğunu bildi. O hâlde sizden sabırlı yüz kişi olursa ikiyüzü yenerler. Ve sizden bin olursa Allah'ın izniyle ikibini yenerler. Ve Allah sabredenlerle beraberdir. (Enfâl/66)

Sizin onu kuşatamayacağınızı bildi de size tevbe nasip etti. O hâlde Kur’ân'dan kolay geleni okuyun! (Müzzemmil/20)

Bunun üzerine ikisi de o ağaçtan yediler. Hemen çirkinlikleri kendilerine açılıp görünüverdi. Ve aleyhlerine cennet yaprağından örtüp yamamaya başladılar. Âdem Rabbine âsi oldu da şaşırdı/azdı. Sonra Rabbi, onu seçti de tevbesini kabul buyurdu ve ona doğru yolu gösterdi. (Tâ-Hâ/121-122)

Allah onlarca âyette; rahmân, rahîm, tevvâb, gaffâr, gafir, gafûr ve afuvv sıfatları gereği kusurlu kullarını tevbeye davet etmiştir:

Mü’min erkeklere, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, onların yapıp ürettiklerine haberdardır. Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Ziynetlerini de –görünenler hariç– belli etmesinler. Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. Ve süslerini, kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kızkardeşin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların avretlerini [cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli etmesinler. Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca Allah'a tevbe edin! (Nûr/30-31)

Ey iman etmiş kimseler! Nasuh [saf, katışıksız; samimi] bir tevbe ile Allah'a tevbe edin. Umulur ki Rabbiniz, Peygamber'i ve o'nunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı, nûrlarının önlerinde ve sağlarında koşacağı, “Rabbimiz! Nûrumuzu tamamla, bizi bağışla, çünkü Sen her şeye güç yetirensin” diyecekleri günde sizin kötülüklerinizi örter ve sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. (Tahrîm/8)

Hani bir zamanlar Mûsâ kavmine, “Ey kavmim! Şüphesiz siz o buzağıyı edinmekle [altına tapmakla] kendi kendinize zulmettiniz. Gelin hemen Yaratıcı'nıza tevbe edin de benliklerinizi değiştirin. Böylesi Yaratıcı'nız nezdinde sizin için hayırlıdır” demişti. Sonra da O [yaratıcınız] tevbenizi kabul etti. Şüphesiz O [yaratıcınız], tevvâb'ın, rahîm'in ta kendisidir. (Bakara/54)

Sonra şüphesiz senin Rabbin, bir câhillikle günah işleyen, sonra bunun ardından tevbe eden ve düzelten kimseler içindir. Şüphesiz ki senin Rabbin, bundan sonra kesinlikle çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. (Nahl/119)

Elif, lam, ra. (Bu,) Allah'tan başkasına kulluk etmeyin [sadece Allah'a kulluk edin] diye âyetleri hikmet içertilmiş/bozulması engellenmiş, bir de Hakîm [hikmetler koyan/engelleyen], Habîr [her şeyden haberdar olan Allah] tarafından detaylandırılmış bir kitaptır: “Şüphesiz ben sizin için O'nun tarafından bir uyarıcı ve bir müjdeciyim. Ve Rabbinize istiğfâr edin [bağışlanma isteyin], sonra O'na tevbe edin ki, sizi adı konmuş bir süreye kadar güzelce yararlandırsın. Ve her fazilet sahibine lütfunu versin. Ve eğer yüz çevirirseniz, ben sizin aleyhinize olan büyük bir günün azabından korkarım. Dönüşünüz yalnızca Allah'adır. Ve O her şeye gücü yetendir.” (Hûd/1-4)

Âd'a da kardeşleri Hûd'u (gönderdik)... O dedi ki: “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yok. Siz uydurmacılardan başka bir şey değilsiniz. Ey kavmim! Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak beni yaratan üzerinedir. Hâlâ akıllanmayacak mısınız? Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret isteyin, sonra O'na tevbe edin ki, üzerinize gökten bol bol göndersin ve sizi kuvvetinize kuvvet katarak çoğaltsın. Ve günahkârlar olarak sırt çevirmeyin.” (Hûd/50-52)

Semûd'a da kardeşleri Sâlih'i (gönderdik)... O dedi ki: “Ey halkım! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yok. O, sizi yeryüzünden oluşturan ve size orada ömür geçirtendir. Artık O'ndan mağfiret isteyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim karîb'dir [çok yakındır], mucîb'dir [cevap verendir].” Dediler ki: “Ey Sâlih! Sen, bundan önce aramızda aranan/ümit beslenen bir kişi idin. Şimdi kalkmış, atalarımızın kulluk ettiklerine kulluk etmemizi mi yasaklıyorsun? Ve hiç şüphesiz biz, bizi çağırdığın şey hakkında kafaları karıştıran bir kuşku içindeyiz.” (Hûd/61-62)

O [Şu‘ayb], “Ey kavmim! Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Şâyet ben Rabbimden bir delil üzerinde bulunuyorsam ve şâyet O bana Kendi katından güzel bir rızık ihsan etmişse!? Ve Ben size karşı çıkmakla sizi menettiğim şeylere kendim düşmek istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmeyi istiyorum. Muvaffakiyetim de ancak Allah iledir. Ben yalnızca O'na tevekkül ettim ve ancak O'na yönelirim. Ve ey kavmim! Bana karşı gelmeniz sakın sizi, Nûh kavminin veya Hûd kavminin veya Sâlih kavminin başlarına gelen musibetler gibi bir musibete uğratmasın. Ve Lût kavmi sizden pek uzak değildir. Ve Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz ki, benim Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir” dedi. (Hûd/88-90)

Fakat tevbe etmiş, iman etmiş ve sâlihi işlemiş kimseye gelince; o, kurtuluşa erenlerden olmayı umabilir. (Kasas/67)

Sana kadınların aybaşı hâlinden de soruyorlar. De ki: “O, bir eziyettir. Onun için aybaşı hâlinde kadınlardan çekilin ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Artık iyice temizlendikleri zaman da Allah'ın emrettiği yerden onlara varın.” Şüphesiz Allah, çok tevbe edenleri sever, çok temizlenenleri de sever. (Bakara/222)

Hâlbuki sen içlerinde iken Allah, onlara azab edecek değildi. İstiğfâr ettikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir. (Enfâl/33)

Ya Allah'ın size lütfu ve rahmeti olmasaydı!.. Ve şüphesiz Allah, tevvâb'dır, hakîm'dir. (Nûr/10)

Eğer siz, yasaklandığınız şeylerin büyüklerinden sakınırsanız, kötülüklerinizi sizden örteriz. Ve sizi saygın giriş yerine girdiririz. (Nisâ/31)

Toplanma günü için sizi toplayacağı gün [zaman], –işte o gün, karşılıklı aldatma günüdür– kim Allah'a inanır ve sâlihi işlerse O [Allah], onun kötülüklerini örter ve onu, içinde ebedî kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte bu, büyük kurtuluştur. (Teğâbün/9)

“Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih'in kendisidir” diyen kimseler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesih, “Ey İsrâîloğulları! Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz Allah'a kulluk edin. Şüphesiz kim Allah'a ortak koşarsa kesinlikle Allah ona cenneti harâm eder onun barınağı da ateştir. Ve zâlimler için yardımcılardan kimse yoktur. “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyen kimseler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Oysa tek ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse, kesinlikle onlardan kâfir olan kimselere acı veren bir azap dokunacaktır. Hâlâ onlar, Allah'a tevbe etmez ve O'ndan af dilemezler mi? Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (Mâide/72-74)

TEVBENİN ZAMANI-TEVBENİN İŞE YARAMAYANI

Âyetlerden anlaşıldığına göre, ölüm ânındaki tevbe hiçbir işe yaramaz:

Allah'ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerinkidir. İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm/hikmet sahibidir. Tevbe, ne kötülükleri yapıp edip de onlardan birine ölüm çatınca, ‘Ben şimdi gerçekten tevbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır. (Nisâ/17-18)

Ve Rabbinizden bağışlanmaya ve eni göklerle yer kadar olan, bollukta ve darlıkta infak eden, öfkelerini yutan ve insanları affeden muttakiler için hazırlanmış olan cennete yarışın. –Ve Allah, muhsinleri [iyilik güzellik üretenleri] sever.– Ve çirkin bir hayasızlık işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah'tan başka günahları bağışlayan kimdir? Bir de onlar yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyenlerdir. İşte bunların karşılığı, Rabb'lerinden bağışlanma ve içinde ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlerdir. (Böyle) yapıp-edenlerin karşılığı/ödülü ne güzeldir. (Âl-i İmrân/133-136)

Şüphesiz imanlarının arkasından küfreden, sonra da küfrünü artırmış olan şu kimseler; onların tevbeleri asla kabul olunmayacaktır. Ve işte onlar sapıkların ta kendileridir. (Âl-i İmrân/90)

Şüphesiz Allah, Kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun altındaki günahları dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a ortak tanırsa, şüphesiz pek büyük bir günah uydurmuş [işlemiş] olur. (Nisâ/48)

Hiç şüphesiz, Allah, Kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun aşağısında kalanları ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır. (Nisâ/116)

Tevbe, sadece âhirete yönelik değil, dünyada da söz konusudur. Toplumsal suçlarda, yakalanmadan evvel, yaptığı kötülüğün bilincine vararak kamu otoritesine teslim olup suçunu itiraf eden suçlunun da tevbesi kabul olur; o kişi cezalandırılmaz, affa mazhar olur.

Allah ve Rasûlü'ne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların karşılığı, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama/arka arkaya kesilmesi, ya da yeryüzünden sürgün edilmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir zillettir. Âhirette de onlar için büyük bir azap vardır. Ancak onlar üzerine güçlü olmazdan [onları yakalayıp kontrol altına almazdan] önce tevbe edenler hariç. Artık iyi bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. (Mâide/33-34)

Hırsız erkek ve hırsız kadının; bunların yaptıklarına karşılık, Allah'tan bir engelleyici uygulama olarak hemen ellerini kesin [etkenlerini kaldırın]. Allah, azîz'dir, hakîm'dir. Sonra kim yaptığı hakksızlıktan sonra tevbe eder ve düzeltirse, bilsin ki, şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul eder. Şüphesiz Allah, ğafûr'dur [çok bağışlayandır], rahîm'dir [çok merhamet edendir]. (Mâide/38-39)

Ve muhsan [evli, himaye altında] kadınlara zina isnadında bulunup, sonra dört tanık getiremeyen kimseler; hemen bunlara seksen kamçı vurun ve onların tanıklığını hiçbir zaman kabul etmeyin. Ve onlar, yoldan çıkmışların ta kendileridir. Ancak bundan sonra tevbe eden ve düzelten kimseler hariçtir. Artık, şüphesiz Allah, ğafûr'dur [çok bağışlayandır], rahîm'dir [çok merhametlidir]. (Nûr/4-5)

Ey İsrâîloğulları! Sizleri düşmanınızdan kurtardık ve dağın sağ yanında size söz verdik/dağın sağ yanını size buluşma yeri olarak belirledik. Üzerinize de kudret helvası ve bıldırcın/bal indirdik. –Sizi rızıklandırdığımız şeylerin temizlerinden yiyin ve bunda aşırı gitmeyin, sonra üzerinize gazabım iner. Kimin üzerine de gazabım inerse, muhakkak o iner [düşer, mahvolur]. Ve şüphe yok ki Ben, tevbe eden, iman edip sâlihi işleyen, sonra da hakk yolu bulan kimse için çok bağışlayıcıyım.– (Tâ-Hâ/80-82)

De ki: “Ey nefislerine karşı sınırı aşmış olan kölelerim! Kullar! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah, günahları tümden bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. Ve size azap gelmeden önce Rabbinize yönelin ve O'na teslim olun. Sonra yardım edilmezsiniz. Ve ansızın azap gelmeden, kişinin, “Allah'ın yanında, yaptığım ölçüsüzlüklerden dolayı yazık bana! Doğrusu ben alay edenlerdendim” demesinden yahut “Allah bana doğru yolu gösterseydi, her hâlde ben muttakilerden olurdum” demesinden veya azabı gördüğü zaman “Bana bir geri dönüş olsaydı da ben de o iyilik-güzellik üretenlerden olsaydım” demesinden önce Rabbinizden size indirilenin en güzelini izleyin.” (Zümer/53-58)

Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı [kendine vahyedildi; zihnine yerleştirildi]; Biz dedik ki: “Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar.” Sonra da O [Allah], onun tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul edenin, çok merhametli olanın ta kendisidir. (Bakara/37-39)

Sonra kim yaptığı zulümden sonra tevbe eder ve düzeltirse, bilsin ki şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul eder. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. (Mâide/39)

Ve âyetlerimize inanan kimseler sana geldikleri zaman hemen, “Selâm olsun size! Rabbiniz rahmeti Kendi üzerine yazdı. Şüphesiz sizden her kim bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra arkasından tevbe eder ve düzeltirse; şüphesiz ki O [Allah], ğafûr'dur, rahîm'dir” de! (En‘âm/54)

Sonra onların ardından half [kötü bir nesil] geldi ki, salâtı [sosyal desteği] kaybettiler [hayatlarından çıkarıp attılar]. Ve şehvetlerine uydular. Bundan dolayı tevbe eden ve iman eden ve sâlihi işleyenler hariç onlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır. İşte bunlar [tevbe eden, iman eden ve sâlihi işleyenler] cennete; Rahmân'ın kullarına görmedikleri hâlde vaad ettiği Adn cennetlerine girecekler ve hiçbir şeyce hakksızlığa uğratılmayacaklardır. Şüphesiz O'nun vaadi mutlaka yerini bulacaktır. (Meryem/59-61)

Ve işte o kişiler [Rahmân'ın kulları], Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah'ın harâm kıldığı canı öldürmezler. –Ancak hakk ile öldürürler.– Zina da etmezler. –Ve kim bunları yaparsa, günahla karşılaşır. Kıyâmet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli olarak kalır. Ancak tevbe eden, iman eden ve sâlihi işleyenler müstesnâ. İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Ve her kim tevbe eder ve sâlihi işlerse, kesinlikle o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner.– (Furkân/68-71)

Şüphesiz, inanan kimseler içinde fâhişenin [aşırılığın, utanmazlığın] yayılmasını seven kimseler; dünyada ve âhirette acı veren bir azap onlar içindir. Ve Allah bilir; siz bilmezsiniz. Ve sizin üstünüze Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı... Ve şüphesiz Allah, çok şefkatli ve çok merhametlidir. Ey iman etmiş kimseler! Şeytânın adımlarını izlemeyin. Ve kim şeytânın adımlarını izlerse, şunu bilsin ki o, fahşa [aşırılıklar] ve münkeri [tüm çirkinlikleri] emreder. Ve eğer üstünüzde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, sizden hiçbir kimse ebediyen temize çıkmazdı. Fakat Allah, dilediğini temize çıkarır. Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. (Nûr/19-21)

Gerçekten münâfıklar, ateşin en alçak tabakasındadırlar. Onlara bir yardımcı bulamazsın. Ancak tevbe edenler, ıslah edenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini katıksız olarak Allah için (hâlis) kılanlar başka; işte onlar mü’minlerle beraberdirler. Allah mü’minlere büyük bir ecir verecektir. (En‘âm/54)

Şüphesiz ki münâfıklar, ateşten, en aşağı tabakadadırlar. Sen de onlara bir yardım edici bulamazsın. Ancak dönenler, düzeltenler, Allah'a sıkıca sarılanlar ve dinlerini Allah için arıtan kimseler müstesnâ. İşte bunlar, mü’minlerle beraberdirler. Ve Allah, mü’minlere büyük bir ecir verecektir. (Nisâ/145-146)

Şüphesiz indirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti, Biz, kitapta insanlara apaçık gösterdikten sonra gizleyen kimseler; işte onlar; onlara Allah ve lânet ediciler lânet eder. Ancak tevbe eden ve düzeltenler ve (açık delilleri ve hidâyeti) açıkça ortaya koyanlar başkadır. İşte onlar; Ben onların tevbelerini kabul ederim. Ve Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça esirgeyenim. (Bakara/159-160)

Andolsun ki, Allah, Peygamber'e ve en zor gününde ona uyan Muhâcirlere ve Ensâr'a, kendilerinden bir kısmının kalbleri az kalsın kayacak gibi olmuşken, tevbe nasip etti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Şüphesiz O, onlara, çok şefkatlidir, çok merhametlidir. Geri kalanlardan o üç kişinin de (tevbelerini kabul etti). Öyle ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye başlamıştı, benlikleri de kendilerini sıkıntıya sokmuştu. Allah'tan kurtuluşun, ancak Allah'a sığınmakta olduğuna da iyice inanmışlardı. Sonra O [Allah], onlara dönmeleri için tevbe nasip etti de tevbelerini kabul etti. Şüphesiz ki Allah, tevbeleri çok çok kabul edenin, çok merhametli olanın ta kendisidir. (Tevbe/117-118)

O kötülükleri işleyip de sonra arkasından tevbe edenler [dönenler] ve iman edenler için de hiç şüphe yok ki, Rabbin bundan sonra yine de affedici ve merhamet edicidir. (A‘râf/153)

MAĞFİRET-İSTİĞFÂR

المغفرة[mağfiret] sözcüğü, “örtmek, gizlemek, perdelemek” anlamındaki غفر [ğ-f-r] sözcüğünün türevlerindendir. Bu sözcük Arapların, “elbiseni siyaha boya, çünkü siyah renk kiri örter/gizler” deyimlerinden gelmektedir.[306]

Kur’ân'da, غفر[ğ-f-r] kökünden türemiş 234 sözcük olup, bunlardan 229'u Allah'a nisbet edilmiştir. Sözcük Allah'a nisbet edildiğinde, “Allah'ın, kulun günahlarını örtmesi/gizlemesi, ifşa etmemesi, dolayısıyla da cezalandırmaması” anlamına gelir ki buna kısaca “Allah'ın bağışlaması” diyoruz. Bu sözcük, kullara nisbet edildiğinde ise, “başkasının kusurunu görmeme; hoşgörü” manasını ifade eder. Bu anlamda Kur’ân'da sadece bir âyette geçmiştir:

Ma‘rûf söz [bir tatlı dil, güzel söz] ve bağışlamak, kendisini eza [incitme, başa kakma] izleyen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, ğanî'dir [zengindir; hiçbir şeye muhtaç değildir], halîm'dir [yumuşak davranandır]. (Bakara/263)

Rabbimizin, “ğafir, ğafûr ve ğaffâr” isimleri de ğ-f-r kökünden türemiştir. Bu kökten türeyen الإستغفار[istiğfâr] sözcüğünün anlamı ise, “bağışlanma istemek”tir. O nedenle istiğfâr, bir dua türüdür: Suç işledikten sonra kulun tevbe etmesi ve Allah'tan kendisini affetmesini istemesidir. Tevbe kişiye özeldir; insan ancak kendisi adına tevbe eder. İstiğfâr ise bundan farklıdır; kişi kendisi için istiğfâr edebileceği gibi, başkaları [anası, babası, çocukları, arkadaşları, komşuları vs.] için de istiğfâr edebilir. Ancak kâfirlere istiğfâr edilmesi yasaklanmıştır.

Allah kullarını tevbe etmeye davet ettiği gibi, itiğfâra [kusurlarının bağışlanmasını istemeye] da çağırmıştır.

Allah'ın bağışlamayacağı tek suç, şirktir.

İstiğfâr ve mağfiret ile alakalı da yüzlerce âyet vardır. Burada birkaçını arzetmek istiyoruz:

Ve onlar senden, iyilikten önce kötülüğü çabuklaştırmanı isterler. Hâlbuki onlardan önce onlara misal olacak cezalar gelip geçmiştir. Ve gerçekten senin Rabbin, zulümlerine karşılık insanlar için cidden mağfiret sahibidir. Ve kesinlikle senin Rabbin, azabı cidden çok çetin olandır. (Ra‘d/6)

Şüphesiz sen o zikre [Kur’ân'a] uyan ve gaybda Rahmân'a haşyet duyan kimseyi uyarırsın. Sen hemen onu bir bağışlanma ve çok şerefli bir ödül ile müjdele. (Yâ-Sîn/11)

De ki: “Ey nefislerine karşı sınırı aşmış olan kölelerim! Kullar! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah, günahları tümden bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (Zümer/53)

Şüphe yok ki müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, saygıda duran erkekler ve saygıda duran kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, huşûlu erkekler ve huşûlu kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını muhafaza eden erkekler ve ırzlarını muhafaza eden kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve Allah'ı çok zikreden kadınlar; Allah, onlar için bir mağfiret ve büyük bir ödül hazırlamıştır. (Ahzâb/35)

İman ederek sâlihatı işleyenlerin de Allah'ın mağfiretine kavuşacakları aşağıdaki âyetlerde açıklanmaktadır:

Allah, iman eden ve sâlihatı işleyen kimselere vaad etmiştir: Mağfiret ve büyük ödül yalnızca onlaradır. (Mâide/9)

Ve Rabbinizden bağışlanmaya ve eni göklerle yer kadar olan, bollukta ve darlıkta infak eden, öfkelerini yutan ve insanları affeden muttakiler için hazırlanmış olan cennete yarışın. –Ve Allah, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] sever. Ve çirkin bir hayasızlık işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah'tan başka günahları bağışlayan kimdir? Bir de onlar yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyenlerdir. İşte bunların karşılığı, Rabb'lerinden bağışlanma ve içinde ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlerdir. (Böyle) yapıp edenlerin karşılığı/ödülü ne güzeldir. (Âl-i İmrân/133-136)

Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz de, Allah'tan bir bağışlanma ve rahmet, kesinlikle onların topladıklarından daha hayırlıdır. (Âl-i İmrân/157)

Ve o, iman eden, hicret eden ve Allah yolunda cihad eden kimseler ile, barındıran ve yardım eden kimseler; işte bunlar, gerçek mü’minlerin ta kendileridir. Bunlar için bir mağfiret ve saygın bir rızık vardır. (Enfâl/74)

Onlar ki, bazı küçük sürçmeler hariç, günahın büyüklerinden ve iğrençliklerden çekinip kaçınırlar. Hiç kuşkusuz, senin Rabbin bağışlaması geniş olandır. Sizi, hem topraktan oluşturduğu zaman, hem de annelerinizin karnında ceninler hâlinde bulunduğunuz zaman, en iyi bilen O'dur. O hâlde nefislerinizi temize çıkarmayın. İttika eden kimseyi O daha iyi bilir. (Necm/32)

Ve müşrik kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın. İman etmiş bir câriye –sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri de iman edinceye kadar nikâhlamayın; iman etmiş bir erkek köle –sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– müşrik bir erkekten daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar, Allah ise Kendi bilgisi ile cennete ve mağfirete çağırır. O, öğüt alıp düşünürler diye insanlara âyetlerini ortaya koyar. (Bakara/221)

Rabbinizden bir bağışlanmaya, Allah'a ve elçilerine inananlar için hazırlanmış, genişliği gökle yerin genişliği gibi olan cennete koşuşun. İşte bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Onu dilediğine verir. Ve Allah büyük lütuf sahibidir. (Hadîd/21)

Ve onlar, Allah'ın dilediği dışında öğüt alamazlar. O, sakındırmaya ehildir ve affetmeye ehildir. (Müddessir/56)

Müşriklere ve münâfıklara, mağfiret hususunda Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Onlar için ister mağfiret dile, ister dileme. Onlar için yetmiş kere mağfiret dilesen de yine Allah onları bağışlamayacaktır. Bu, onların Allah'ı ve Rasûlü'nü inkâr etmeleri nedeniyledir. Allah, fâsıklar kavmine kılavuzluk etmez. (Tevbe/80)

Kendilerine, cehennem ashâbı oldukları iyice belli olduktan sonra Peygamber'e ve iman etmiş kişilere, akraba bile olsalar müşrikler için istiğfâr etmek yoktur. İbrâhîm'in babası için istiğfâr etmesi de yalnızca ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Sonra onun Allah için bir düşmanı olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan [istiğfârdan] vazgeçti. Şüphesiz İbrâhîm, çok içli, çok halîm birisi idi. (Tevbe/113-114)

Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı kendi yararına ve kendi yaptığı zararınadır. “Ey Rabbimiz! Eğer terk ettiysek ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz! Bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır sorumluluk/sıkıntıya sokacak şeyler yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Ve bağışla bizi, mağfiret et bizi, rahmet et bize! Sen bizim mevlâmızsın. Ve de kâfir kavimlere karşı yardım et bize.” (Bakara/286)

O [Mûsâ] dedi ki: “Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetinin içine al. Ve Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” (A‘râf/151)

Ve babamı da bağışla, şüphesiz o sapıklardan oldu. (Şu‘arâ/86)

Ve hani bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı putlara tapmamızdan uzak tut! Rabbim! Şüphesiz onlar [putlar] insanlardan bir çoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana uyarsa, artık o, şüphesiz bendendir; kim bana karşı gelirse… Artık Sen şüphesiz çok bağışlayan ve çok merhamet edensin. Rabbimiz! Şüphesiz ben çocuklarımdan bir bölümünü salâtı ikâme etmeleri için, Senin dokunulmazlaşmış Evinin yanında, ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim. Rabbimiz! Şükretmeleri için artık Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Ve onları bazı meyvelerden rızıklandır. Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim gizlediğimiz şeyleri ve açığa vurduğumuz şeyleri bilirsin. –Ve yerde ve gökte, hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.– İhtiyarlık hâlimde bana İsmâîl'i ve İshâk'ı lütfeden Allah'a hamd olsun. Şüphesiz ki Rabbim duamı çok iyi işitendir. Rabbim! Beni salâtı ikâme eden kıl! Soyumdan da. Rabbimiz! Duamı da kabul et! Rabbimiz! Hesabın kurulduğu günde benim için, anam-babam için ve mü’minler için mağfirette bulun!” demişti. (İbrâhîm/35-41)

Öyleyse, Allah'tan başka ilâh diye bir şeyin olmadığını bil! Kendi günahın için, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar için bağışlanma dile. Ve Allah, sizin gezip dolaştığınız yeri ve durduğunuz yeri bilir. (Muhammed/19)
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. March 2010, 01:09 AM   #44
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

[1] Suyûtî, el-İtqân
[2] Tebyîn, c. 8, s. 379-537.
[3] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 560-573.
[4] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 426.
[5] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 198.
[6] Lisânu'l-Arab; c. 8, s. 656-657, “Nfk” mad.
[7] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 655-662.
[8] Taberî.
[9] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 7, s. 294-297.
[10] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 6, s. 229-230.
[11] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 487 ve c. 2, s. 433.
[12] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 459.
[13] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 487.
[14] Secde hakkında detaylı bilgi için bkz. Tebyînu'l-Kur’ân/İşte Kur’ân, c. 1.
[15] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 430-449.
[16] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 5, s.31.
[17] Tekvin, 1:1-31.
[18] Tekvin, 2:1-3.
[19] Tekvin, 2:4-25.
[20] Tekvin, 3:1-24.
[21] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[22] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[23] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 421.
[24] İbn Kesîr.
[25] Lisânu'l-Arab; c. 7, s. 241-245, “Qtl” mad.; Tâcu'l-Arûs, c. 15, s. 607-606, “Qtl” mad.; Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât, “Qtl” mad.
[26] Lisânu'l-Arab, c. 8, s. 396-398; Tâcu'l-Arûs, c. 3, s. 135-137; Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât, “Mvt” mad.
[27] Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’ân.
[28] Sayılar, 11:4-9.
[29] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[30] İbn Kesîr.
[31] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[32] Muhammed Esed, Kur’ân Mesajı.
[33] Lisânu'l-Arab; c. 5, s. 259-260, “Sbe” mad.
[34] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 68-72.
[35] Shab, 88.
[36] Çıkış, 19:16-22.
[37] Çıkış, 20:18-21.
[38] Çıkış, 20:22-26.
[39] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[40] Lisânu'l-Arab; c. 1, s. 470-472.
[41] İbn Kesîr.
[42] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[43] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[44] Sayılar, 19:1-10.
[45] Tesniye, 21:1-9.
[46] Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’ân.
[47] İbn Kesîr.
[48] Lisânu'l-Arab; c. 1, s. 457, “Ba’z” mad.
[49] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 415.
[50] İbn Kesîr.
[51] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 560.
[52] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 55-62.
[53] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[54] Seyyid Kutub, fî-Zılâli'l-Kur’ân.
[55] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 532-548.
[56] Lisânu'l-Arab; c. 6, s. 292-293.
[57] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[58] İbn Kesîr.
[59] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 532-548.
[60] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[61] Kitab-ı Mukaddes; Daniel, 12:1-13.
[62] Daniel, 10:1-21.
[63] Yahuda, 5-14.
[64] Vahy, 7-9.
[65] Lisânu'l-Arab; c. 1, s. 111-115.
[66] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân; Taberî.
[67] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2. s. 392-397, c. 3, s. 191.
[68] Kitab-ı Mukaddes; I. Krallar, 11:1-13.
[69] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 377- 380.
[70] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân
[71] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[72] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[73] Derveze, et-Tefsîru'l-Hadîs.
[74] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 169-419.
[75] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[76] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[77] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[78] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[79] Lisânu'l-Arab; c. 8, s. 533, “Nsh” mad.
[80] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 7, s. 301-302.
[81] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[82] İbn Kesîr.
[83] İbn Kesîr.
[84] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 352.
[85] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[86] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[87] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 8, s. 379-537.
[88] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[89] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[90] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[91] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[92] İbn Kesîr.
[93] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[94] Lisânu'l-Arab; c. 8, s. 368.
[95] Tekvin, 25:1-6.
[96] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 452-454.
[97] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[98] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 583-585.
[99] Kurtubî.
[100] Lisân; c. 6, s. 385, “Akf” mad.
[101] Lisânu'l-Arab; c. 4, s. 232-233; “Rakea” mad.
[102] Lisânu'l Arab; c. 4, s. 497.
[103] Lisân; c. 7, s. 227-234, “Kbl” mad.
[104] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[105] Semâ sözcüğü hakkında detaylı bilgi için Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 526-527'ye bakılabilir.
[106] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[107] Râzî.
[108] İbn Kesîr.
[109] İbn Kesîr.
[110] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[111] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[112] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 322-328.
[113] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 137-145.
[114] Lisânu'l-Arab; c. 2, s. 326-327, “Hcc” mad.
[115] Tâcu'l-Arûs; c. 3, s. 324, “Hcc” mad.
[116] Lisân; c. 6, s. 195-201, “Arf” mad.; Tâc; c. 7, s. 374-384, “Arf” mad.
[117] Tecrîd-i Sarîh Trc. X, 396.
[118] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[119] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[120] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[121] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[122] İbn Kesîr.
[123] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[124] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[125] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[126] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[127] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[128] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[129] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[130] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[131] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[132] Lisânu'l-Arab; c. 5, s. 125-130, “Şa‘r” mad.
[133] Lisânu'l-Arab; c. 2, s. 326-327, “Hcc” mad.
[134] Tâcu'l-Arûs; c. 3, s. 324, “Hcc” mad.
[135] Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’ân.
[136] İbn Kesîr
[137] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[138] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 444.
[139] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[140] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[141] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[142] İbn Kesîr.
[143] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[144] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[145] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[146] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[147] Lisânu'l-Arab, c. 4, s. 75-76, “Rcs” mad.; el-Müfredât, “Rcs” mad.
[148] Levililer, 11:1-47.
[149] Levililer, 3:1-17.
[150] Levililer, 7:1-10.
[151] Levililer, 7:11-21.
[152] Levililer, 7:22-27.
[153] Levililer, 7:28-38.
[154] Tesniye, 14:1-21.
[155] Tesniye, 14:22-29.
[156] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 5, s. 444-455.
[157] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[158] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[159] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[160] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 452-455.
[161] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[162] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[163] Lisânu'l-Arab; c. 7, s. 377-380, “Kss” mad.
[164] Lisânu'l-Arab; c. 5, s. 434-435.
[165] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 492-493.
[166] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[167] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[168] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[169] İşaya, 58:1-14.
[170] Matta, 6:16-18.
[171] Matta, 9:14-17.
[172] Luka, 18:9-14.
[173] Lisânu'l-Arab, c. 4, s.244,245, “Rmd” mad.
[174] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[175] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[176] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 473.
[177] Lisânu'l-Arab; c. 4, s. 193, “Rfs” mad.
[178] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[179] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[180] İbn Kesîr.
[181] Lisânu'l-Arab; c. 6, s. 385, “Akf” mad.
[182] Sahîh-i Buhârî; “Kitabu's-Savm”, Bab: 30, Hadis no: 43.
[183] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[184] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[185] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 5, s. 484-497.
[186] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[187] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[188] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[189] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[190] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[191] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[192] İbn Kesîr.
[193] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[194] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[195] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[196] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[197] Derveze, et-Tefsîru'l-Hadîs.
[198] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[199] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[200] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[201] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[202] İbn Kesîr.
[203] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[204] Tebyîn; c. 8, s. 30-33.
[205] Lisânu'l-Arab; c. 1, s. 221-225.
[206] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 577-580.
[207] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 4, s. 517-519.
[208] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[209] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[210] Târih kaynakları.
[211] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[212] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[213] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[214] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[215] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[216] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[217] İbn Kesîr.
[218] Lisânu'l-Arab; c. 3, s. 214-217.
[219] Lisânu'l-Arab; c. 7, s. 452-455.
[220] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[221] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[222] Lisânu'l-Arab; c. 6, s. 338-341, “Afv” mad.
[223] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[224] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[225] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[226] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[227] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[228] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[229] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[230] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[231] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[232] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[233] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[234] Sahîh-i Buhârî, “Hayız Kitabı”, bab: 10, no: 12.
[235] Sahîh-i Buhârî, “Hayız Kitabı”, Bab: 24, No: 29.
[236] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[237] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[238] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[239] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[240] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[241] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[242] Tebyîn; c. 8, s. 379-537.
[243] Lisânu'l-Arab, c. 9, s. 297-301; Tâcu'l-Arûs, c. 10, s. 442-448.
[244] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[245] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[246] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[247] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[248] İbn Kesîr.
[249] Sayılar, 13:1-33.
[250] Sayılar, 14:1-45.
[251] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[252] I. Samuel, 8:1-22.
[253] I. Samuel, 9:1-27.
[254] I. Samuel, 10:1-27.
[255] I. Samuel, 11:1-15.
[256] I. Samuel, 12:1-25.
[257] I. Samuel, 13:1-22.
[258] I. Samuel, 14:1-52.
[259] I. Samuel, 15:1-35.
[260] I. Samuel, 16:1-13.
[261] I. Samuel, 16:14-23.
[262] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[263] Çıkış, 25:10-22.
[264] Çıkış, 37:1-9.
[265] I. Samuel, 17:1-58.
[266] Lisânu'l-Arab; c. 7, s. 636, “Krs” mad.
[267] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 122-125.
[268] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[269] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[270] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[271] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 47-50.
[272] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[273] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[274] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[275] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[276] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[277] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[278] İbn Kesîr.
[279] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 284.
[280] İbn Kesîr.
[281] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[282] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[283] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[284] Zemahşerî, el-Keşşâf.
[285] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[286] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[287] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[288] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
[289] Lisânu'l-Arab; c. 4, s. 54-56, “Rbv” mad.
[290] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 465-480.
[291] Tesniye, 23:19-20.
[292] Nehemya, 5:10.
[293] Çıkış, 22:25.
[294] Ana Britannica, c. 11, s. 22.
[295] İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, Ensâr Neşriyat, s. 316-317.
[296] Ana Britannica, c. 11, s. 266.
[297] Ekonomi Ansiklopedisi, c. 1, s. 393.
[298] İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, Ensâr Neşriyat, s. 463-465.
[299] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[300] İbn Kesîr.
[301] İbn Kesîr.
[302] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
[303] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 5, s. 470-474.
[304] Lisânu'l-Arab; c. 1, s. 160-162, “Isr” mad.
[305] Lisânu'l-Arab; c. 1, s. 635-636, “Tvb” mad.
[306] Lisânu'l-Arab; c. 6, s. 646, “Ğfr” mad.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 23. November 2010, 01:38 PM   #45
hiiic
Uzman Üye
 
hiiic - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Mar 2010
Mesajlar: 1.979
Tesekkür: 1.908
1.298 Mesajina 2.732 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 26
hiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud of
Standart

Bakara 259
Yahut görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin duvarları çatıları üzerine çökmüş (alt üst olmuş) bir kasabaya uğradı; "Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir acaba!" dedi. Bunun üzerine Allah onu öldürüp yüz sene bıraktı; sonra tekrar diriltti. Ne kadar kaldın? dedi. "Bir gün yahut daha az" dedi. Allah ona: Hayır, yüz sene kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Eşeğine de bak. Seni insanlara bir ibret kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik). Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz, dedi. Durum kendisince anlaşılınca: Şimdi iyice biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir, dedi.


Bu ayetin tahlili beni pek mutmain etmedi... Bu konuda bilen birisi açıklama yapabilir mi? bu yaşanan olay nedir neyi anlatıyor?
hiiic isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
hiiic Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
Barış (23. November 2010), Miralay (24. November 2010)
Alt 23. November 2010, 05:17 PM   #46
Barış
Uzman Üye
 
Barış - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 785
Tesekkür: 1.340
366 Mesajina 989 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
Barış is on a distinguished road
Standart

Selam Hiiç kardeşim,

Benim de aklımın bir köşesinde soru işareti ile birlikte duran bir ayete dikkat çekmişsin.

Alıntı:
Durum kendisince anlaşılınca: Şimdi iyice biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir, dedi.
Ayetin bu ifadesine dikkatimizi çekmek istedim.
Ayetteki soruyu soran kişiye durum anlaşılmış. Ve o iiyice bilmiş.
Bizler ise ayeti okumakla beraber, durum bizce anlaşılır değil gibi. Ve bu yüzden de bilmiyoruz o kişi gibi.
__________________
Kimse kimsenin yargıcı değil, olmamalı da zaten..Herkes kendi üzerinde gözetmen ve yargıç olsun..Kendimizi rahatsız edelim, dünyamız değişsin...Belki o zaman huzuru bulmuş benliğimiz başkalarına kendiliğinden ışık saçar../Elif.
Barış isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Barış Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
Miralay (24. November 2010)
Alt 23. November 2010, 10:19 PM   #47
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Selamun Aleykum! Değerli Hiiç Kardeşim!


Alıntı:
hiiic Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
Bakara 259
Yahut görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin duvarları çatıları üzerine çökmüş (alt üst olmuş) bir kasabaya uğradı; "Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir acaba!" dedi. Bunun üzerine Allah onu öldürüp yüz sene bıraktı; sonra tekrar diriltti. Ne kadar kaldın? dedi. "Bir gün yahut daha az" dedi. Allah ona: Hayır, yüz sene kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Eşeğine de bak. Seni insanlara bir ibret kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik). Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz, dedi. Durum kendisince anlaşılınca: Şimdi iyice biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir, dedi.


Bu ayetin tahlili beni pek mutmain etmedi... Bu konuda bilen birisi açıklama yapabilir mi? bu yaşanan olay nedir neyi anlatıyor?


Cenabı Allah, ayetlerinde asla bir çelişki ve tutarsızlık bulunmayacağını belirtiyor. Ateş yakar,bıçak keser,su yüzme bilmeyeni boğar,ölen insan dirilmez. Kıyametten sonraki dirilme dışında yani, kıyametten önce ölen bir insanın dirilmesi Allah’ın vahyine aykırıdır.

Aşağıdaki ayetleri bu bilinçle okuduğunuzda taşlar yerine oturacaktır. İnşaAllah.


Bakara;170: Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine uyun” dendiği vakit, “Aksine biz, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız” dediler. Ataları bir şeye akıl erdirmez ve doğru yolu bulmaz idiyseler de mi?

Bakara;171: Ve küfretmiş olan şu kişilerin hâli, sadece bir çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyen şeylere çoban haykırışı/karga haykırışı yapan kimsenin hâli gibidir; sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden onlar, akıl da etmezler.

Bakara;259: Veya (o küfretmiş kişilerin hâli), evlerinin çatıları çökmüş bir kente uğrayan kimse gibidir: O [o kimse], “Bunu bu ölümünden sonra Allah, nasıl diriltecek?” dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz sene öldürdü, sonra diriltti. O [Allah], “Ne kadar kaldın?” dedi. O, “Bir gün yahut bir günün bir kısmı kaldım” dedi. O [Allah], “Bilakis, sen yüz sene kaldın, öyle iken bak yiyeceğine, içeceğine henüz bozulmamış, eşeğine de bak. –Ve seni insanlar için bir âyet kılalım diye…– O kemiklere de bak, onları nasıl yüksekleştiriyoruz. Sonra onlara nasıl et giydiriyoruz?” dedi. Böylece ona açıkça belli olunca, “Şüphesiz Allah'ın her şeye kadir olduğunu daha iyi biliyorum” dedi.

Bu âyetlerde, taklitçi müşriklerin şirk koşma gerekçelerinin tutarsızlığı, sanatsal bir soru ile ortaya konmuş, ardından da iki örnekle kınanmışlardır.

Atalarından intikal eden din, iman ve kültüre körü körüne tâbi olup meseleleri sorgulamayanlar, başka sûrelerde de zikredilmiştir:

Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine ve Elçi'ye gelin” dendiği zaman, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler olsa da mı? (Mâide/104)

Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine tâbi olun!”dendiği zaman, “Aksine, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” dediler. Ya şeytân onları cehennemin azabına çağırıyor idiyse! (Lokmân/21)

Taklitçi kâfirler, ilk örnekte; duymayan, akletmeyen, yardım etmesi mümkün olmayan nesnelere bağıran kimseye benzetilmiştir; ki bunların, dünyada yaptıkları bütün iyilikler boşa gidecek, amellerinin kendilerine hiç faydası olmayacaktır.

Kur’ân'da fayda ve zarar vermeye gücü olmayan, hatta kendilerine bile hayrı dokunmayan şeylere yakaranlardan, Bakara/102; En‘âm/71; Hacc/12; Yûnus/18, 106; Furkân/3, 55; Mâide/76; Ra‘d/16; Tâ-Hâ/89 ve Enbiyâ/66'da da bahsedilmiş ve geniş bilgi verilmişti. Bu âyetle aynı içerikte olan Şu‘arâ ve Meryem sûrelerindeki âyetleri de takdim ediyoruz:


Ve onlara İbrâhîm'in haberini oku! Hani o, babasına ve kavmine, “Siz neye kulluk ediyorsunuz?” demişti. Onlar, “Birtakım putlara kulluk ediyoruz. Onlara kulluk etmeye devam edeceğiz” dediler. O [İbrâhîm], “Yalvarıp yakardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı veya size fayda veriyorlar mı yahut zarar veriyorlar mı?” dedi. Onlar, “Bilakis, biz babalarımızı böyle yapar bulduk” dediler. O [İbrâhîm], “Peki, siz ve en eski babalarınızın nelere tapmış olduğunuzu gördünüz mü? İşte onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi ayrı. O, beni yaratandır. Ve bana doğru yolu O gösterir. Ve O, beni yediren, içirenin ta kendisidir. Hastalandığım zaman O bana şifa verir. Ve O, beni öldürecek, sonra beni diriltecektir. Ve O, din günü, hatamı bağışlayacağını umduğumdur. Rabbim! Bana hüküm ver ve beni iyilere kat! Ve beni, sonra gelecekler için doğrulukla anılanlardan kıl! Ve beni naim [nimeti bol] cennetinin mirasçılarından kıl! Ve babamı da bağışla, şüphesiz o sapıklardan oldu. Ve yeniden diriltilen gün; mal ve oğulların sağlam bir kalple [gerçek imanla] gelenlerden başkasına fayda vermediği ve cennetin muttakilere yaklaştırıldığı, azgınlar için de cehennemin açılıp gösterildiği gün beni rezil etme!” dedi. Ve onlara, “Allah'ın astlarından taptığınız şeyler nerede? Size yardım ediyorlar mı veya kendilerine yardımları dokunuyor mu?” denilmiştir. Sonra da onlar [putlar ve azgınlar] ve İblisin askerleri toptan onun [cehennemin] içine fırlatılmışlardır. Onlar, onun içinde birbirleriyle çekişirlerken dediler ki: “Vallahi biz, gerçekten apaçık bir sapıklık içinde idik. Çünkü biz sizi, âlemlerin Rabbi ile bir seviyede tutuyorduk. Ve bizi yalnızca o günahkârlar saptırdı. Artık bizim için şefaatçilerden hiçbir kimse ve candan bir velî yoktur. Ah keşke bizim için bir geri dönüş olsaydı da biz de mü’minlerden olsaydık!” Şüphesiz bunda bir âyet [alınacak bir ders] vardır. Ama onların çoğu iman edenler değillerdi. (Şu‘arâ/69-103)


Kitap'ta İbrâhîm'i de an/hatırlat. Şüphesiz ki o, sıddîk [özü, sözü doğru] biri idi, peygamberdi. Bir zaman o, babasına, “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin ibâdet ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana gelmeyen bir ilim bana geldi. O hâlde bana uy da, sana dosdoğru bir yolu göstereyim. Babacığım! Şeytâna kulluk etme. Şüphesiz şeytân Rahmân'a âsi oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahmân'dan bir azap dokunur da şeytân için bir velî [yardımcı] olursun diye korkuyorum” demişti. (Meryem/41-45)


259. âyetteki ikinci örnekte ise, inkârcılar, başka bir inkârcıya benzetilmektedir: Veya (o küfretmiş kişilerin hâli), evlerinin çatıları çökmüş bir kente uğrayan kimse gibidir: O [o kimse], “Bunu bu ölümünden sonra Allah, nasıl diriltecek?” dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz sene öldürdü, sonra diriltti. O [Allah], “Ne kadar kaldın?” dedi. O, “Bir gün yahut bir günün bir kısmı kaldım” dedi. O [Allah], “Bilakis, sen yüz sene kaldın, öyle iken bak yiyeceğine, içeceğine henüz bozulmamış, eşeğine de bak. –Ve seni insanlar için bir âyet kılalım diye…– O kemiklere de bak, onları nasıl yüksekleştiriyoruz. Sonra onlara nasıl et giydiriyoruz?” dedi. Böylece ona açıkça belli olunca, “Şüphesiz Allah'ın her şeye kadir olduğunu daha iyi biliyorum” dedi.

Bu örnekteki kişi, uğradığı harap olmuş bir kent halkını Allah'ın nasıl dirilteceğini havsalasına sığdıramaz. Allah da onu öldürüp tekrar diriltmek sûretiyle bunu gösterir. Bunun üzerine o, “Şüphesiz Allah'ın her şeye kadir olduğunu daha iyi biliyorum” der. Böylece Allah'ın diriltmesini bizzat yaşayarak öğrenir.

Bakara/259. âyetin başındaki أوْ [ev/veya] ve ك[ke/gibi] edatları, paragraf içinde herhangi bir merciye bağlanmazsa, kurulacak cümle bir mana ifade etmez. Ama ne yazık ki mevcut Mushafta böyledir. Bazıları bu gerçeği göz ardı ederek parantez içi ilavelerle âyeti anlamaya çalışmışlardır. Bizce bu âyet, ait olduğu pasaj tesbit edilmedikçe anlaşılamaz.

Âyette geçen, “Bunu bu ölümünden sonra Allah, nasıl diriltecek?” dedi ifadesine göre, bu kişi, –Mekke müşrikleri gibi– Allah'a inanan, fakat âhirete inanmayan bir kişidir.

Mekke müşriklerinin de, Allah'a inandıkları hâlde ölümden sonra dirilişe inanmadıklarını gösteren âyetlerin bazılarını hatırlatalım:

Yine andolsun ki onlara sorsan: “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim kontrol altına aldı?” Kesinlikle, “Allah” diyeceklerdir. O hâlde nasıl çevriliyorlar? (Ankebût/61)

Ve hiç kuşkusuz eğer sen onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, kesinlikle “Onları Azîz, Alîm yarattı” diyeceklerdir. (Zuhruf/9)

Yine andolsun ki, onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, kesin “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Allah'a hamd olsun!” Aslında onların çoğu bilmezler. (Lokmân/25)

Ve kendi yaratılışını dikkate almayarak Bize bir örnekleme yaptı: Dedi ki: “Kim diriltecekmiş o kemikleri? Onlar çürümüş iken!” De ki: “Onları ilk defa yaratan, onları diriltecektir. Ve O her yaratmayı çok iyi bilendir. O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz. Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir? Evet [elbette kadirdir]! Ve O çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir. Şüphesiz ki O bir şeyi dilediğinde, O'nun buyruğu/işi o şeye “Ol!” demektir; o da hemen oluverir. (Yâ-Sîn/78-82)

Ve onlar, “Bu apaçık büyüden başka bir şey değildir. Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz tekrar dirilecekmişiz? Önceki atalarımız da mı?” diyorlar. (Sâffât/15-17)

Onlardan bir sözcü der ki: “Şüphesiz benim, ‘Sen gerçekten, kesinlikle doğrulayanlardan mısın? Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz karşılık göreceğiz?’ diyen bir karînim [yaşıtım, yakın arkadaşım] vardı.” (Sâffât/51-53)

Âyette dikkat edilmesi gereken bir nokta da, örnek verilen kişi ile ilgili, Böylece ona açıkça belli olunca, “Şüphesiz Allah'ın her şeye kadir olduğunu daha iyi biliyorum” dedi ifadesidir.

Bu ifadeye göre, bu kişi için artık mesele, iman meselesi olmaktan çıkmış, bilgi meselesine dönüşmüştür.

Bilgi ise iman ile aynı şey değildir. Bilgi, görme ve duyma gibi yollarla gerçekleşen bir tasdik; iman ise gaybı tasdiktir.

Mü’min Allah'ı, âhireti, ölümden sonra dirilişi, görmeden ve tecrübe etmeden iman eder. İman ile tasdik arasındaki fark şöyle bir örnekle izah edilebilir: “Cebimde iki kalem var” diyen birine güvenerek, kalemleri görmeden tasdik etmek imandır. O iki kalem çıkarılıp gösterildikten sonra tasdik etmek ise iman değildir:

Meleklerin gelmesinden, yahut Rabbinin gelmesinden, ya da Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? Rabbinin âyetlerinden bazısı geldiği gün, daha önce iman etmemiş yahut imanında bir hayır kazanmamış kimseye, artık inanması bir fayda sağlamaz. De ki: “Bekleyiniz; şüphesiz biz de bekleyicileriz.” (En‘âm/158)

Öyleyse, Allah'tan, geri çevrilmesi olmayan bir gün gelmeden önce yüzünü dosdoğru/koruyan dine çevir. O gün onlar, O'nun [Allah'ın], iman eden ve sâlihatı işleyen kimselere lütfundan karşılık vermesi için bölük bölük ayrılırlar. Şüphesiz O, kâfirleri sevmez. Kim inkâr ederse, artık inkârı kendi aleyhinedir. Kim de sâlihi işlerse, artık onlar da kendileri için döşek [rahat bir yer] hazırlamış olurlar. (Rûm/43-44)

Allah'tan, kendileri için dönüş yeri olmayan geri çevrilemeyecek gün gelmeden önce, Rabbinize icabet ediniz. O gün, sizin için sığınacak bir yer yoktur, sizin için inkâr da/tanınmamak da yoktur. (Şûrâ/47)

Sizden birinize ölüm gelip de, ‘Rabbim! Beni yakın bir süreye [ecele] kadar geciktirsen ben de böylece sadaka versem ve sâlihlerden olsam’ demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin. (Münâfikûn/10)

Bu âyette konu edilen örnek tipin âhiretteki durumu da Kur’ân'da nakledilmiştir:
Artık Sûr'a üflendiği zaman, işte o gün aralarında soy-sop ilişkisi yoktur. İstekleşemezler de [kimse kimseden bir şey isteyemez]. Böylece kimlerin tartıları ağır basarsa, işte bunlar asıl kurtuluşa erenlerdir. Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; cehennemde sürekli kalıcıdırlar. Orada onlar, dişleri sırıtır hâlde iken ateş yüzlerini yalar. “Benim âyetlerim size okunmadı mı? Siz de onları yalanlıyor muydunuz?” Dediler ki: “Rabbimiz! Azgınlığımız bizi yendi ve biz, bir sapıklar topluluğu olduk. Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha aynısını yaparsak işte o zaman gerçekten biz zâlimleriz.” O [Allah] dedi ki: “Sinin oraya! Bana konuşmayın da. Şüphesiz Benim kullarımdan bir grup, ‘Rabbimiz! Biz iman ettik; artık bizi bağışla, bize merhamet et, Sen, merhametlilerin en iyisisin’ diyorlardı. İşte siz onları alaya aldınız; sonunda da onlar, size Benim zikrimi/öğüdümü unutturdu/terk ettirdi. Ve siz onlara gülüyordunuz. Şüphesiz ki bugün Ben onlara, sabrettiklerine karşılık verdim; onlar, kazançlı çıkanların ta kendileridir.” O [Allah], “Yeryüzünde yıl sayısı olarak kaç yıl kaldınız?” dedi. Onlar, “Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. Haydi, sayanlara sor” dediler. O [Allah], “Siz sadece pek az bir süre kaldınız; keşke siz bilmiş olsaydınız!” dedi. Peki siz, Bizim sizi sadece boş yere yarattığımızı ve şüphesiz sizin yalnızca Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız? İşte gerçek kral Allah, yüceler yücesidir. O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. O, saygın Arş'ın Rabbidir. Her kim, hiç bir delili olmadığı hâlde, Allah ile birlikte diğer bir ilâha yakarırsa, bilsin ki, o kimsenin hesabı ancak Rabbinin nezdindedir. Şüphesiz kâfirler, iflah olmazlar [durumlarını koruyamazlar, zafer kazanamazlar]. (Mü’minûn/101-117)

Bir parantez cümlesi olan, "...ve seni insanlar için bir âyet kılalım diye… ifadesinda hazf bulunmaktadır.

İfadenin ve bağlacıyla başlaması, cümlenin öncesinin olduğunu gösterir. "Ve seni insanlar için bir âyet kılalım diye…" ifadesi, gerekçenin ikinci kısmıdır.

Birinci kısmının da, –paragraftan anlaşıldığına göre– şu şekilde takdir edilmesi gerekir: “Bu hâdisenin gerçekleşmesi, sana konuyu iyice öğretelim diyedir.”

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 3 Kisi:
elmuh (24. November 2010), hiiic (24. November 2010), Miralay (24. November 2010)
Alt 24. November 2010, 11:51 AM   #48
hiiic
Uzman Üye
 
hiiic - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Mar 2010
Mesajlar: 1.979
Tesekkür: 1.908
1.298 Mesajina 2.732 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 26
hiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud of
Standart

Yahut görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin duvarları çatıları üzerine çökmüş (alt üst olmuş) bir kasabaya uğradı;
Burası dünyadan bir şehir mesela deprem sonrası bir şehire bakıyoruz

"Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir acaba!" dedi.
Sorduğumuzu farz edelim

Bunun üzerine Allah onu öldürüp yüz sene bıraktı;
Burada ki ölüm kalbin ölmesi mi? yoksa bedensel ölüm mü? bu adam ölüyken çürümüş mü?
Sorduğu soru yada imansızlık üzerin kalbi ölmüş olabilir...

sonra tekrar diriltti.
kalbini tekrar diriltmiş mi yoksa bedensel bir diriltme mi?

Ne kadar kaldın? dedi.
Bu adam Musa peygamber gibi Allahla konuşuyor, ondan gelen sesi alıyor,??

"Bir gün yahut daha az" dedi. Allah ona: Hayır, yüz sene kaldın.
İmansızlıkla geçirdiği heba ettiği yılları hesaplıyor... 100 sene ömrünü boş işlerle öldürmüş..

Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır.
Ayrıca burdan mana "bak 100 seneden beri aynı yiyeceği yiyorsun bir değişme yok doğa sana bunu hep taze olarak sağlıyor" manasına da gelemez mi?

Eşeğine de bak. Seni insanlara bir ibret kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik).
100 senelik ölüm acaba 100 sene imansız geçen akli ölüm mü? 100 sene sonra tekrar imana geliyor olabilir.

Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz, dedi.
Bu eşşek aynı eşşek mi yoksa 100 sene sonra farklı bir eşşeğin doğurmasına yani gebe eşşeğin karnındaki gelişimi gözlemlerken tekrar imana gelmiş soyut anlamda dirilmiş olabilir.

Durum kendisince anlaşılınca: Şimdi iyice biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir, dedi.
Sonuçta eşşeğin oluşumunu rahimdeki gelişimini kemiklerin ve etin oluşumunu inceledikten sonra imna gelmiş, Allahın ilminin ne kadar derin olduğunu ve böyle bir olayın ancak üstün bir yaratcı zeka ve kudretle olabileceğini kavramış olabilir..
-------------------------------------------------------------

Acaba bu yazdığım mı doğru yoksa ayeti ilk okuyunca anladığımız adamın ölmesi (100 senede ölünün de çürümüş olması gerek) sonra dirilmesi (ölümden sonra bir daha geri dönüş yok ayetlerine ters olmasına rağmen) sonra yemeğinin 100 sene sonra bozulmamış oluşu (belki bal olabilir) sonra çürümüş eşşeğin dirilişi v.s. mi acaba?
Sadece bunu sormak istedim..

Konu hiiic tarafından (24. November 2010 Saat 11:53 AM ) değiştirilmiştir.
hiiic isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
hiiic Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
Barış (24. November 2010), Miralay (24. November 2010)
Alt 24. November 2010, 03:28 PM   #49
elmuh
Katılımcı Üye
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: İstanbul
Mesajlar: 96
Tesekkür: 45
47 Mesajina 108 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
elmuh is on a distinguished road
Standart

Selam Dostlar,

İzninizle ne anladığımı anlatmaya çalışayım.

2:259 Ya da altı üstüne gelmiş, ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini (görmedin mi?) Demişti ki: "Allah, burasını ölümünden sonra nasıl diriltecekmiş?" Bunun üzerine Allah, onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra onu diriltti. (Ve ona) Dedi ki: "Ne kadar kaldın?" O: "Bir gün veya bir günden az kaldım" dedi. (Allah ona "Hayır, yüz yıl kaldın, böyleyken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış; eşeğine de bir bak; (bunu yapmamız) seni insanlara ibret belgesi kılmamız içindir. Kemiklere de bir bak nasıl bir araya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?" dedi. O, kendisine (bunlar) apaçık belli olduktan sonra dedi ki: "(Artık şimdi) Biliyorum ki gerçekten Allah, her şeye güç yetirendir."

Allah'ın muhataplarına hitabı olan vahiy, onları ikna etmek için kanıtlarını, mantık yürütmelerini, onların diline, anlayışına, kültürel yapısına uygun olarak düzenlemektedir. Kuran daki pek çok kıssa da bu anlayışa uygun olarak anlatılmaktadır. Bu kıssaların çoğu bildikleri kıssalardır ancak amaca uygun olarak yeniden düzenlenmiş ve anlatılmıştır.

Kıssaların mutlaka gerçeği birebir anlatan hikayeler olmasını beklememek gerekir. Kültürü sözlü aktarıma dayanan toplumlarda, hikayeler zamanla değişebilir. Bu ya kıssa anlatıcının her sefer hikayeye farklı bir tat vermek istemesinden, ya hafızadan anlatım olduğu için her seferinde farklılıklar olmasından, ya da duyulan hikayenin akılda kaldığı gibi anlatılmasından, karşısındakilerin ilgisini çekmek için abartılması gibi nedenlerden kaynaklanabilir. Ancak sonuçta bu kıssalara birebir inanan bir topluluk olduğu gerçeği de ortada. Allah mesajını zihinlerde kalıcı kılmak için bu kıssaları amaca uygun olarak yeniden düzenleyerek veya onlara atıfta bulunarak vermektedir.

Bu ayette de bahsedilen kişi ile ilgili bu hikayenin zaten bilindiğini düşünüyorum. Bu kişinin kim olduğu ile ilgili farklı iddialar var. Yahudi kaynaklarına dayanarak verilen bilgilerde bu kişinin Üzeyr veya Emriya olduğu da iddialar arasında. Yani kim olduğu kesin olmasa da bir hikayenin var olduğu biliniyor. Bu detay o kadar da önemli değil, zaten ayette de ismi verilmeden atıf yapılıyor.

Asıl mesaj "Allah, her şeye güç yetirendir".

Muhabbetle.
elmuh isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
elmuh Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 4 Kisi:
dost1 (1. December 2010), hiiic (24. November 2010), Miralay (24. November 2010), pramid (9. December 2010)
Alt 1. December 2010, 09:52 PM   #50
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Selamun Aleykum! Değerli Elmuh Kardeşim!

Öze değinmişsiniz. Allah razı olsun.
Kur'an'da Kıssalar birer meseldir. Yaşanmış olması gerekmez. Ancak yaşanabilir de... Bakara 170,171,259 daki necmin 171 ve 259. ayetinde kafirin durumu ile ilgili bir mesel veriliyor. Kafirin durumu anlatılan meseldeki gibi olabilir, yaşanabilir...

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
elmuh (3. December 2010), Miralay (2. December 2010)
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
bakara, bakara suresi, hakkı yılmaz, suresi


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 11:02 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam