hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > GELENEK DİNİ > Mezhepler ve Tarikatlar

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 1. January 2011, 02:01 PM   #11
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Râbıtayı Konu Alan Yazılı Belgeler



Geçmişe ait inanç ve düşünceleri geleceğe yansıtan en önemli araçlar kuş*kusuz yazılı belgelerdir. Özellikle, bir zamanlar ortaya atılmış olan her*hangi bir anlayış tarzının, bir dâvâ, bir inanç, bir ideoloji ya da felsefî bir te*zin, ilim, ha*yat ve ta*rih gerçekleri karşısında test edilebilmesi bakımından belgeler hayli önem taşırlar.

Günümüzde tartışma ortamına getirilmiş olan râbıtaya da işte böyle bir test uygulamak gerekmektedir ve elbette ki bunun için belgelere büyük bir ge*reksinim vardır. Bu münasebetle hemen ifade edelim ki râbıtayı en ufak bir ayrıntı olarak işlemiş bulunanlara varıncaya kadar konu ile ilgili mevcut ya*zılı malzemelerin elde edilmesinde oldukça gayret sarf edilmiş ve çoğu sağ*lanmıştır.

Râbıtanın geçmişini araştırırken özellikle onun İslâm'a ait olup olmadı*ğını tesbit etmek bakımından bu yazı çizilerin çok yönlü ve dikkatle ince*len*mesi, sanırız küçümsenemeyecek sonuçlar ortaya çıkaracaktır. Fakat (bunların tümü, râbıtanın son şeklini aldığı yakın geçmişte düzenlendikleri için) insa*nın dikkati ister istemez Nakşibendî Tarîkatı'nın (eğer varsa) eski geç*mişine iliş*kin vesikalara yönelmektedir. Çünkü bu tarîkatın tarihi akı*şını ve bu akış içinde râbıtanın nasıl peydahlandığını (yalnızca râbıtayı konu almış olan yazılı malzemeler değil), bununla birlikte Nakşîliğin genel an*lamda varlığını, felse*fesini ve amaçlarını ortaya koyan başka metinlerin yardımıyla ancak tesbit etmek mümkündür.

Yani daha öz bir ifade ile râbıtayı -yazılı belgelere dayanarak- Nakşibendîliğin bütünlüğü içinde incelemek gerekir. Nitekim râbıta anlayı*şı*nın çok eskiden beri Nakşilik doktrini içinde var olup olmadığı, hatta Nakşîliğin kendisinin bile ortaya çıktığı günden şimdiye kadar ne gibi deği*şik*liklere uğradığı, bu suretle de İslâm'dan ne derece uzaklaştığı ancak bu şekilde saptanabilir.

Bu konudaki belgeler hakkında iz sürerken yine Kasım Kurfralı'ya ait bir ipucu dikkatimizi çekmektedir.

Kufralı diyor ki: «Abdulhâlik Gucduvânî[1] zamanından itibaren Harizm'e kadar yayılan bu tarîkat, Bahâuddîn Nakşibend tarafından esaslı ka*ideler halinde tedvîn ve üveysîlik düsturlarıyla tahkim edilerek merkezi Buhâra'da olmak üzere genişletildi.»

Yukarıdaki anlatım içinde geçen üç sözcük, konumuza ışık tutması ba*kı*mından çok önemlidir.

Birincisi, «Tedvîn» kelimesidir ki: Kaleme almak, yazmak demektir. Ancak tasavvufçulara ait belgelerin, belli kurallara uyulmadan kaleme alındığını özellikle burada belirtmek gerekir.

Mistik kanâatlere sahip bazı araştırmacılar, tarafsızlıklarını koruyama*dıkları için tasavvufçuları, bu tutumlarında da mazur görmektedirler. Onlara göre sûfîler, zaten maddi ölçülerle takdir edilemeyecek bir zevk ve duygu âlemi içinde yüzüyorlar. Onlar için objeler ve boyutlar önemli değil*dir; Dolayısıyla sûfîlerin bıraktığı belgelerde yer, tarih, kronoloji, hatta kay*nak bile aranmamalıdır (!)

Bu görüş, duygusal kimseleri belki tatmin etse bile aslında ikna edici hiç bir yanı yoktur. Çünkü madem ki tasavvufçular da ellerine kalem ve kağıt alıyor, yani objeleri kullanarak, inançlarını ve felsefelerini aynen başkaları gibi yazmaya çalışıyor, hatta bunları da belli başlıklar altında, belli sıralarla yazmaya çalışıyorlar, onları hemen her saniye “Allah aşkıyla sarhoş“ san*mak, ya da onlar hakkında: “maddi ölçülerle takdir edilemeyecek bir zevk ve duygu âlemi içinde yüzüyorlar.“ demek, duygusallıktan ya da şartlanmış*lıktan başka bir şey değildir.

Şu var ki tasavvufçuların kaleme aldığı belgelerdeki sistemsizlik, on*lara ait gerçeklerin saptanmasını bir hayli zorlaştırmaktadır. Ama bir bakıma on*ların kişilik ve bilgiden, ilim ve irfandan ne kadar nasip aldıklarını da ortaya sermektedir.

Yukarıdaki metinde bulunan ikinci önemli sözcük, «Üveysîlik»'tir. Bu terimle, Nakşîlikte çok önemli bir inanç ve an*layış biçimi ifade edilir.

Üveysîlik: Bir tarîkat şeyhinin, (yaşamakta olduğu çağdan çok önceleri) ölmüş tarîkat rûhânîlerinden biriyle buluşarak, görüşerek(?) onun bilgile*rin*den yararlanması inancıdır. Bu iki kişi arasındaki zaman farkı bazen yüzyıl*larla ifade edilebilir.

Örneğin bu tarîkatın kurucusu olan Şah-ı Nakşibend (Öl. M. 1389)'in, ken*disinden iki yüz yıl önce ölmüş olan Abdulkhâlıq Gonjduwânî ile görüş*tüğü ve O'ndan mezun olduğu ileri sürülmektedir.

Üçüncüsü ise, «Genişletildi» kelimesidir ki bununla tarîkatın, yukarıda söz konusu edilen iki yüzyıllık süre içinde «Esaslı kaideler halinde» kaleme alın*dığı ve «Üveysîlik düsturlarıyla tahkim edilerek» genişletildiği anlatıl*makta*dır. İfade gâyet açıktır ve Nakşibendî Tarîkatı'nın içeriğini, niteliğini, karakte*rini ve felsefesini âdetâ özetlemektedir.

Öyle ise yetkili ve entelektüel bir Nakşibendî şeyhi olan Kufralı'nın bu sözlerine dayanarak rahatça diyebiliriz ki:

Nakşibendî Tarîkatı'nın kuralları mîlâdî 1179 yılında ölen Abdulkhâlıq Gonjduwânî'den sonra iki yüz yıl boyunca yazıla yazıla oluşturulmuş ve ge*niş*letilmiştir. Bu yapılırken de kaynak olarak «Üveysîlik» yolları kullanıl*mıştır. Yani diriler yüzyıllar önceki ölülere danışa danışa, onlarla buluşup bir araya gelerek, onlardan fiili bir şekilde ders alarak kazandıkları bilgiler sayesinde bu belgeleri meydana getirmişlerdir (!)

Görüldüğü üzere onlara ait belgelerle kanıtlandığı gibi Nakşibendî Tarîkatı işte bu şekilde meydana geldiğine göre onun kurallarından biri olan râbıtanın Kur'ânî bir kaynağa dayanılarak konmuş olabileceği ihtimali üze*rinde artık fazla bir şey söylemeğe değmez.

Sırf râbıta konusunda şimdiye kadar kaleme alınmış belgelere gelince bun*lar sayı olarak çok azdır. Bu belgeler hakkındaki üç tesbit çok önemlidir.

Birincisi, bunların yakın tarihte düzenlenmiş olmasıdır;

İkincisi, bu kitapçıkların tamamının sekiz taneden ibaret olmasıdır;

Üçüncüsü ise, bunların hepsinin de Nakşibendîliğin Hâlidiyye kolu'na bağlı kimseler tarafından yazılmış olmasıdır.

Bilindiği üzere tasavvuf, asırlardır işlendiği için bu akımın gerek le*hinde, gerekse aleyhinde birçok kitaplar yazılmış, mistik inanış ve felsefe*lere dayalı tarîkatlar hakkında çeşitli inceleme ve araştırmalar yapılmıştır. Buna karşın yukarıda sözü edi*lenlerden başkaca, sırf râbıtayı konu alan ba*ğımsız herhangi bir yazılı belgeye rastlanmamıştır. Râbıtaya küçük bir ay*rıntı ola*rak yer veren ki*tapçıkların sayısı ise bunun ancak iki katı kadardır.

Bu konuda dikkati çeken en ilginç nokta ise sözü edilen kitapçıkların hep*sinin de râbıta lehinde kaleme alınmış olmalarıdır. İçerikleri, râbıtanın çeşitli tariflerine, kurallarına ve önemine ilişkindir. Bunların yanında râbı*taya karşı çıkabilecek kimselere yöneltilmiş sert uyarılar, saldırılar ve aşağı*lamalar var*dır.

Râbıta aleyhinde ise Türkiye’de bir iki makaleden başka şimdiye kadar yazılmış he*men hiç bir belge yoktur. Üstelik râbıtaya karşı çıkmış olan*la*rın hiç birinin de bugüne dek kim olduğu açıklanmamış olmasına rağmen onlara karşı en ağır suçla*maları ve tehditleri, Nakşibendîlere ait kitapçıklarda bulmak mümkündür. Râbıtaya karşı, daha çok Türkiye dışında –Özellikle Hindistan’da ve Irak’ta- kullanılmış ifadeler vardır. Bunları içeren belgeler, ileride yeri gelince incelenecektir.

Nakşibendîlerce kaleme alınan ve konu olarak yalnızca râbıtayı işleyen belgelerin ilki, Halid Bağdâdî'ye atfedilen bir mektuptur.

Yukarıdaki verilerden ise râbıtanın çok yeni bir mesele olduğunu kanıt*la*yan şu iki sonucu çıkarmak mümkündür:

1. Râbıtayı ilk kez bağımsız bir konu olarak işleyen belgenin, (aşağıda daha ayrıntılı bir şekilde anlatılacağı üzere) mîlâdî 1778-1826 yılları arasında ya*şamış olan Halid Bağdâdî tarafından kaleme alınmış olması, bu mesele*nin ne kadar yeni olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu da netice itiba*riyle tasavvufun, İslâm'dan uzaklaşan bir ibâdet anlayışı ve şekli olarak ta*rihin akışı içinde na*sıl gitgide farklı içerikler kazandığını ve evrime uğradı*ğını; buna süreklilik kazandıran rûhâniler sınıfının da, mistik anlayışlarına her devirde nasıl yeni biçimler verdiklerini güçlü bir şekilde kanıtlamakta*dır.

Nitekim ilk defa mîlâdî 1550'lerde sade bir sözcük olarak tarîkat literatü*rüne giren râbıta, XIX. yüzyılın ortalarında Nakşibendîliğin en önemli ku*ralı haline getirilmiştir.

2. İletişimin ve eğitimin çağımızda hızlanmasıyla birlikte Müslümanlar ara*sında yaşanan uyanışın doğal sonucu olarak râbıta ve benzeri yabancı inanış ve düşünceler sıkça gündeme getirilmekte ve cesaretle sorgulanmak*tadır. Bu gelişme yenidir ve anlamı şudur: Hurâfeler, bâtıl ve yabancı ina*nışlar, son birkaç yüzyıldır Müslümanlar arasında yaşa*nan kopuk*luğun ve kaybolan oto kontrolün yarattığı boşlukta ve belli çevre*lerde ancak tu*tuna*bilmiştir. Çünkü eğer bazı kimseler, râbıtayı çok daha eski ta*rih*lerde ortaya atma cesaretini gösterselerdi, kesinlikle İslâm âlim*lerini ve onları des*tekle*yen toplumun zinde ke*simlerini karşıla*rında bu*lur*lardı. Yaşadığımız şu günlerde her türlü perişanlığa ve kü*für dünyasının amansız saldırılarına rağmen dünya Müslümanlarının genç, aydın ve bi*linçli toplulukları, birbir*le*riyle yeniden iletişimi sağlamış bulunmaktadır*. İşte bunun hayırlı sonuç*la*rından biri de râbıtanın sorgu*lanmaya baş*lanma*sıdır. Bu ise hiç kuşkusuz râ*bıtanın, yakın geçmişte yaşa*nan karanlık dö*nemin ürünlerinden oldu*ğunu kanıtlamaktadır.

Aslında karanlık dönem olarak nitelediğimiz yakın geçmişte de râbıtaya karşı çıkmış birçok kimselerin bulunduğunu, bu inanış tarzını propaganda eden kitapçıklardan bizzat öğreniyoruz. Çünkü bu kitapçıkları çizik*leyenle*rin her biri, râbıtaya karşı çıktığı anlaşılan birilerine ateş püskürmek*tedir. Fakat bu kişilerin genellikle kim oldukları, neler söyledikleri ve ne gibi bir akıbete uğradıkları açıklan*ma*maktadır. Bundan da, yakın geçmişte egemen Nakşibendî topluluklarına karşı direnmiş olan Müslümanların, ne gibi so*nuçlarla karşılaşmış oldukları az çok hisse*dilmektedir!

Bilindiği üzere araştırma ruhu, İslâm Dünyası'nda yüzyıllar öncesinden beri sönmüş, ilmi hayat gerileyerek son yirmi otuz yıl öncesine kadar durma nok*tasına gelmiştir. Dolayısıyla râbıta, iki yüz yıllık bir mesele olma*sına rağmen birçok yanlışlık ve hurâfenin yanında, işte bu ölü dönemde vicdanlara sızmış ve yayılma imkanını bulmuştur. Kur'ânî düşünce çizgi*sinden sapma eğilimle*rini önleyebilecek kudretli âlimlerin maalesef yok*luğu yü*zünden bu dö*nemde meydana gelen boşluk, tarîkat rûhânîleri tara*fından doldurulduğu için de râbıtayı ve benzeri şirk sızıntılarını fark edebi*le*cek, on*ları ayıklayıp temizle*yebilecek ve toplumu bu noktalarda aydınla*tıp bilinç*lendirebilecek ilim ve di*râyet sahibi kimseler pek az yetişmiştir. Bunlar da Müslümanların başına daha çok İslâm yurdunun dışından gelen emperya*list tehlikelere karşı müca*dele verdiklerinden, içeride olup biten ikinci de*recedeki gâilelere zaman ayı*ramamışlardır. Buna rağmen bazı âlimler, tasavvufun, İslâm'a başka din ve felsefelerden taşıdığı inanışlara karşı da zaman zaman mücadele etmek iste*mişler, ancak bu şahsiyetler, yö*netim*lerin daima deste*ğini alabilmiş olan tarîkatçıların saldırı*larına uğra*mış ve susturulmuşlardır!

Yaşadığımız şu günlerde ise İslâmî ilimlerle uğraşanlar, belki bazı nedenlerle bu olayı henüz ciddiye almış gibi gözükmemektedirler. Çünkü râbıta sadece Türkiye'deki aktif Nakşibendî cemaatlerinin, yönlendirici üst kümeleri ara*sında canlı bir mesele olarak gündemdedir. Bunların dışında, gerek Nakşî topluluklarının cahil tabanı arasında, gerekse Müslümanımsı dindarlar ara*sında pek bilinen bir konu değildir. Bununla birlikte Türkler İslâm'ı «Müslümanlık» adı altında ve «Nakşibendîlik» modeli içinde yaşadıkla*rın*dan, örneğin İslâm Konferansı Teşkilatı, Yüksek Fıkıh Konseyi gibi dünya Müslümanlarını temsil etme mevkiinde kendini gören kuruluşlar, belki de Müslümanların, birlik ve beraberliğe her zamandan çok daha muhtaç ol*duğu bu duyarlı dönemde Türklerin darılabileceği endişesiyle râbıta gibi ko*nular üze*rinde durmamaktadır.

İşte bütün bu sebeplerden dolayı birkaç makaleden başka râbıtayı şim*diye kadar ele almış, onu inceleyip Kur'ân ve sünnetin süzgecinden geçire*rek Müslümanlara sunmuş ciddi bir çalışmaya rastlayamıyoruz.

Şimdi ise bu boşluğu bir nebze dolduracak olan gayretlerle -aşağıda görü*le*ceği üzere- uzun bir çalışma sonunda elde edilen malzemeler, Kur'ân ve Sünnet'in hakemliğinde, ilim ve akıl divanında ortaya konacaktır.

Râbıta konusunda şimdiye kadar yazılıp çizilmiş irili ufaklı ne varsa ço*ğunun ve özellikle en önemlilerinin oluşturduğu aşağıdaki belgeleri üç şe*kilde sınıflandırmak mümkündür.



A) Sırf Râbıtayı Konu Alan Risâleler;

B) Râbıtayı Bir Ayrıntı Olarak İşlemiş Bulunan Kitaplar, ya da Kitapçıklar;

C) Râbıtaya Karşı Yazılmış Makaleler, ya da Kullanılmış Müteferrik İfadeler.

Bu yazılı malzemelerle ilgili sınıflandırılmış bilgiler ise şöyledir:





--------------------------------------------------------------------------------

[1]. Bk. BÖLÜM - II/6. Rûhânîler ve Râbıta.

Ayrıca şu açıklamayı yapmakta zorunluluk görüyoruz:

K. Kufralı, bu şahsın adını «Abdulhâlik» şeklinde yazdığı için, alıntı olarak aynen nakledilmiştir. Ancak bu sözcüğün aslına en uygun şekilde seslendirilmesini sağlamak amacıyla metnimizde «Abdulkhâlıq» şeklinde yazılması uygun görülmüştür. Bu ismin, yukarıda görülen biçimde yazılması son derece yanlıştır. Bunun gibi (Türkçe’ye sonradan girmiş) daha birçok yabancı kelime, yukarıda görüldüğü üzere tanınmış entelektüel kişiler tarafından bile doğru yazılamamaktadır. Bu, her şeyden önce Türkçe’nin sorunudur. Çünkü Türkçe, günümüzde olduğu gibi tarih boyunca da hep başka milletlerin alfabesi ile yazılmıştır. Dolayısıyla Arapça’dan alınmış birçok sözcük, deyim ve terimi, bugün kullandığımız Latin alfabesi ile aslına uygun olarak yazmak ve okumak mümkün değildir. Aslına uygun olarak yazılmayan sözcüklerin ise çoğu kez anlam kaybına uğradıkları, hatta çok yanlış anlamlar verdikleri bir gerçektir. Bu nedenle bazı durumlarda joker kullanmak suretiyle kelimeyi orijinal fonetiğine uygun biçimde okutmaya özen göstermek gerekir. Örneğin yukarıdaki isim ancak «Abdulkhâlıq» şeklinde yazıldığı takdirde aslına uygun olarak okunabilir. Bunun anlamı, (Yaratıcının kulu) demektir. Halbuki «Abdülhâlik», (yok edenin kulu) demektir ki aralarında çok büyük anlam farkı vardır. Yukarıda, Arap alfabesinin yedinci harfi yerine (kh) joker olarak kullanılmıştır.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. January 2011, 02:03 PM   #12
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

A) Sırf Râbıtayı Konu Alan Risâleler;



1. Risâle'tun Fi Tahqıyq'ır-Râbita

Aslında bu risâle, bir kitap olarak kaleme alınmamıştır. Daha doğrusu, Nakşibendîliğin son teorisyenlerinden olan ve mîlâdî 1778-1826 yılları ara*sında yaşayan Halid Zıyâuddîn Bağdâdî tarafından İstanbullu Muhammed Es'ad Efendi'ye gönderilmiş bir mektuptur.

Bu mektubun, İstanbul'da modernist Nakşibendîlere ait bir yayınevi ta*ra*fından 1978 yılında dört kitapçıkla birlikte basılan nüshasının dip no*tunda: Muhammed Es'ad Efendi'nin, İstanbul Naqıyb'ul-Eşrâf'ı; Ayasofya Kütüphânesi'nin kurucusu ve Maarif Nâzırı (yani dönemin Milli Eğitim Bakanı) olduğu kaydedilmektedir.[1]

Aynı mektubun son satırlarında da: (Bu modernist Nakşibendî toplu*luğa liderlik eden) bir asker emeklisi, ilgili mektubun, kendisi tarafından hicrî 1392'de (yani 1972 yılında) buraya kopya edildiği ifadesi yer almaktadır.[2]

Yakın geçmişte, Halid Bağdâdî ile ilgili olarak yazılmış bazı kitapçıklarda da bu mektuptan söz edilmektedir.[3]

Mektubun en ilginç yönlerinden biri; girişteki selâm kelâm bölümün*den sonra râbıtaya inanmayanlara karşı hemen saldırıya geçilmiş olmasıdır. Ardından râbıta, epeyce övüldükten ve üçüncü sayfada tanımlandıktan sonra: «râbıtayı, Allah'ın öfkesine uğrayan ve O'nun hoşnutluğundan yok*sun olan bedbaht kimselerin ancak inkâr etmeye yeltenebileceği» yolunda sert bir dil kullanıl*maktadır.

Bu mektupta göze çarpan çelişkilerin başında, (râbıta düşüncesinin he*nüz hiç oluşmadığı bir dönemin ünlü Mu'tezilî bilginlerinden) Zemakhşerî'nin, sözde râbıtayı doğrulayıcı açıklamalar yaptığına dair O'nun, el-Keşşaf adlı ese*rinden alıntılar yapılmış olmasıdır!

Son derece câhilâne yazılan ve çok büyük ihtimalle Halid Bağdâdî'nin ağzından uydurulmuş olduğu tahmin edilen bu mektuptaki tutarsızlıkların başında, Zemakhşeri'den yapılan alıntının, belli bir yerde (ve belki de mak*satlı bir şekilde) kesilerek, Zemakhşeri'nin kendi sözleriymiş gibi O'na mal edilen ifadedir. Halbuki Zemakhşeri, bu sözlerin sonunda «Bu ve benzeri ifadeler an*cak haşviyecilere ve cebrîlere ait olabilir; Bunlar Allah'a ve elçi*lerine iftira*dır!» diyerek bu iğrenç yorumu yalanlamıştır. Üstelik râbıtanın icat edildiği ta*rihten yüzyıllar önce yaşamış bulunan Zemakhşeri'nin, bu inanışı kanıtlayan bir şahit olarak gösterilmiş olması, mektubun ne oldu*ğunu ortaya koymakta*dır!



Mektupta Ekmelüddîn, İmam Gazâlî, İbn. Hajer el-Heytemî, Ahmed b. Muhammed eş-Şerîf el-Hamewî, Avârif'ul-Maârif'in yazarı Suhrewerdî, Celâluddîn Suyûtıy, Muhammed eş-Şerif el-Cürcânî ve hele İbn. Kayyım gibi ünlü şah*si*yetlere ait -râbıtayla hiç bir alâkası olmayan- çeşitli sözler nakledilerek âdetâ bir çırpınış sergilenmesi, bütün bunlar yetmiyormuş gibi Tâcuddîn b. Zekeriyya b. Sultân adındaki bir şahsın bu ünlüler arasında gösterilerek Tâciyye adındaki küçük bir risâlesinden alıntılar yapılmak suretiyle râbıta denen şeyin kanıt*lanmaya çalı*şılması, mektubun hangi karakter ve bilgiye sahip kimseler ta*rafından hazır*lanmış olduğunu iyice gözler önüne sermektedir!

Mektubun en ilginç yönü ise, günümüz Nakşibendîliğinde râbıta olarak bilinen tarîkat kuralının çok net bir anlatımla ilk kez tanımının bu mek*tupta yapılmış olmasıdır. Nakşibendîlerin her türlü iddialarına rağmen, bu mektup*tan önce râbıta, (her ne kadar bir kavram olarak kullanılmış ise de) herhangi bir yazılı belgede bir tarîkat kuralı olarak, (daha doğrusu Hatm-i Huwâcegân âyininin on kuralından biri olarak) tanımlanmamıştır.

Bu mektubun, Halid Bağdâdî gibi öğrenim gördüğü söylenen ve İslâm'ı iyi anladığı tahmin edilen ; aynı zamanda pozitif bilimlerle de ilgilendiği anlaşı*lan biri tarafından kaleme alınmış olması, her şeyden önce şüphelidir ; Eğer gerçekten O'na ait ise, bu da çok şaşırtıcıdır.



2. Er-Rahme'tul-Hâbita Fi Tahqıyq'ır-Râbita[4]

Bunun yazarı Hüseyn ed-Dewserî, kitabı hicrî 1237 tarihinde (yani M. 1820'de) kaleme aldığını, belli bir amaç için onu önce başka bir isim altında sunduğunu, «ameller niyetlere bağlı olduğundan» amacı yerine geldikten sonra kitaba bazı ilaveler daha ya*parak yeniden ortaya çıkardığını ifade et*mektedir.

Yazarın, neden kimliğini vaktiyle gizlediği, pek açık şekilde anlaşılma*makla beraber, râbıtanın o günkü şartlarda propaganda edilmesinin, Müslümanlar tarafından tepki ile karşılanacağı ihtimalini hatırlatmaktadır. Çünkü gerçekte Budizm-Şaman-İslâm sentezinden ibaret olan Nakşibendî Tarîkatı, o tarihlere kadar Ortadoğu'da pek bilinmiyordu. Dolayısıyla râbıta hazmedilme*yebilirdi.

Nakşibendîliğin, XIX yüzyılda patlama yapmasından önce, Irak ve Anadolu'da (İran Mecusiliği ile Mezopotamya Sabiîliği'nin etkisi altında gelişmiş olan) Kâdirî ve Rufâî tarîkatları daha çok yaygındı. Halk bu iki tarîkatı özümsemişti. Çünkü gerek bu iki tarîkat, gerekse Bektaşîlik, Halvetîlik, Cerrâhîlik, Uşâkîlik, Sümbülîlik, Gülşenîlik ve daha birçok Türk tarîkatları*nın âyinleri, aslında birer çeşit müzik şöleni havasında icra edilirdi. Bu ba*kımdan eğlendirici de olurdu. Halk, tarîkatları daha çok bu yanıyla yaşı*yordu. Tarîkatlarda. özellikle iki şey, daha çok insanları meşgul ediyordu. Bunlardan biri, Sindibad hikâyelerine benzeyen evliya menkabeleriydi; Diğeri ise müzikti. Anadolu'da, Irak'da ve Suriye'nin kuzeyinde Müslümanımsı topluluklar, bu sayede stres de atıyordu.

Halbuki Bey'at ve râbıta gibi bağlayıcı kurallar; sıkça tekrar eden «Hatm-i Huwâcegân» toplantıları; gizlilik; hiyerarşi ve sıkı teşkilatlanma gibi çok esaslı disiplinleri bakımından Nakşibendî Tarîkatı, toplum için henüz yeni ve yabancı bir şeydi. Bu sebepledir ki dö*nemin ünlü Kadiri Şeyhi, Ma'ruf el-Berzenjî, Bağdad Valisi Said Paşa'ya gönderdiği (Arapça) bir yazıda Halid Bağdâdî'yi şikâyet ederek, O'nu ağır bir dille suçlamakta ve hak*kında (orijinal metniyle) aynen şu ifadeyi kullanmaktadır:

«..we innehu zehebe ile'l-Hind'i, we teallem'e min'es-seharat'il-jûkiyye.»[5]

Bu cümlenin Türkçe anlamı şudur:

«O, Hindistan'a gitmiş ve sihirbaz yogilerden ders almıştır.

Dikkat edilirse Şeyh Ma'ruf'un bu ifadesinde iki nokta çok önemlidir.

Birincisi: Halid Bağdâdî'nin, Irak'ın Süleymaniye Kenti'nden, (hiç de zor*layıcı olmayan bir nedenle o günkü şartlarda) ta Hindistan'a kadar gitmiş bulunduğunun söz konusu edilmesidir.

Hindistan ise, türlü dinlerin neşvü nüma bulduğu, bunların etkileşimi al*tında sürekli olarak yeni yeni inanç ve düşüncelerin peydah*landığı, engin ha*yal dünyalarından akıp gelen karmaşık duyguların itişiyle bin bir çeşit eg*zotik törenlerin hemen her gün her yerde sahnelendiği çok entere*san bir ül*kedir. Dolayısıyla Hindistan'a sıradan bir amaçla giden insanın bile gerek düşünsel, gerekse psikolojik etkilenmelerle döneceği ihtimali genel*likle vardır. Kaldı ki mistik bir ilham kaynağının arayışı gibi çok özel bir amaç ve derûnî hisler içinde bu ülkeye giden kimsenin her şeyden önce çok duygu*sal olduğu, bu ne*denle de bu tür etkilerin böyle bir insanda çok daha belir*gin şekilde ortaya çı*kacağı muhakkaktır. İşte Berzenjî, birinci derecede bu noktaya işaret etmek istemiştir.

İkincisi ise Bağdâdî'nin, sihirbaz yogilerden ders almış olduğuna ilişkin id*di*adır ki (çok özet bir anlatımla tek cümleye sığdırılmış olan ve aynı za*manda birbirini tamamlayan) bu iki şey, Nakşibendîliğe yabancı bir toplu*mun, bu tarîkata ilişkin kurallara ve âyinlere karşı tahrik edilmesinde önemli bir mal*zeme oluşturduğunu kanıtlamaktadır.

Bütün bunlar gösteriyor ki Halid Bağdâdî'nin halîfesi Hüseyn ed-Dewserî, bu kitabı yazarken önceleri dikkatli ve tedbirli davranmak zo*runda oldu*ğuna inanmıştır.



Hüseyn ed Dewserî kimdir?

İlginçtir ki çağdaş Nakşibendîler, özellikle Halid Bağdâdî ile haşır neşir olmuş bütün tarîkat rûhanîlerini kutsadıkları halde, kitapçıklarında Hüseyn ed-Dewserî'ye hemen hiç yer vermemişlerdir. Nedenini kes*tirmek ko*lay olmamakla beraber, bunu, ed-Dewserî'nin, Basralı bir Arap olmasına bağlamak pek yanlış olmaz! Çünkü Pakistan, Afganistan ve Özbekistan'daki küçük Nakşî topluluklarını bir kenara koyacak olursak bu tarîkata bağlı çoğunluğun, Türkiye'deki «Güneydoğulu» Kürtler’den ve Anadolu'daki Türklerden oluştuğunu ve özellikle Türk kökenli Nakşibendî*lerin, bu tarîkatı Araplardan kıskandığını belirtmek gerekir.

Ed-Dewserî'nin, köken olarak el-Ahsalı olduğu söylenmekle birlikte, bu yerin, günümüz «Suûdî» bölgesi içinde, Basra Körfezi kıyıları olarak bi*linen El-Ahsa' olup olmadığı da kesin değildir. Esasen bilinen odur ki bu kişi Iraklıdır. Bu nedenle de üze*rinde biraz durmaya değer.

Sebebine gelince, genelde 5000 yıllık Mezopotamya tarihi ve özellikle İslâm Tarihi incelendiği zaman görülüyor ki Babil ve Basra kentleri her ne kadar dünyanın en eski ve en görkemli uygarlıklarına sahne olmuşlarsa da yine dünyanın en saldırgan, en katı yürekli ve en asî insanlarının yaşadık*ları birer kent olarak tarihe geçmişlerdir.

Evet, günümüze kadar, insanlık tarihinin en kanlı dikta*törleri tarafın*dan yönetilen Irak'ın (eski adıyla Mezopotamya'nın) bu iki ken*tinde yaşa*yan âlimler ve aydınlar bile buradaki insanlarla aynı sinsi huyları paylaş*mış, kalemlerini genellikle silah niyetine kullan*mış, daima felsefî ve cedelî konularda fikir üreterek kafaları karıştırmış, in*sanların ma*sum ve sade iç dünyalarını altüst ederek ruh derinliklerinde fır*tınalar ko*par*mışlardır.

İşte Hüseyn ed-Dewserî'nin de böyle bir kimse olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim râbıta konusunda yazmış olduğu kitabın içeriğini analiz ederken O'nun nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu ileride göreceğiz.

Dewserî'nin yazdığı «Er-Rahme'tul-hâbita...» adlı kitapçık yedi kısımdan oluşmakta ve yazarın ifadesiyle bu kısımlar şöyle sıralanmaktadır:

«Birinci Bap: Hayırlı insanlarla haşir neşir olmak ve kötülerden uzak durmak konusunda iyi şeyleri öğütleyen kardeş nasihatı »

Yazarın «Hayırlı insanlar» dediği, herhalde tarîkat şeyhleri olsa gerektir.

«İkinci Bap: İsm-i Zât'ın zikredilmesi »

«Üçüncü Bap: Seçkin insanlara râbıta yapmak ve ister kabul etsin, ister reddetsin, her insanın aslında râbıta halini yaşadığına ilişkin açıklama»

«Dördüncü Bap: Güzel râbıtanın, müstehab (sevilen) bir şey olduğuna ilişkin yüce sözler.»

«Beşinci Bap: Kemâl sahibi evliyâya râbıta yapmak konusunda özet bir açıklama.»

«Altıncı Bap: İyi bir sonuçla karşılaşabilmeleri için inkârcılara yönelik özel ve genel öğütler.»

Yazar, giriş kısmında Halid Bağdâdî'nin, halîfelerinden (Basra'nın Khatıh Köyü'nde oturan) Şeyh İsmail'e uğradığını, O'nun söz ve öğütlerin*den yarar*landığını, bu suretle de tarîkatını izlenecek tek yol olarak gördü*ğünü anlattık*tan sonra bu tarîkatın, bütün diğer tarîkatlardaki hakikati bünyesinde topladı*ğını, bu tarîkattan (yani Nakşibendî Tarîkatı'ndan) bir harf bile inkâr edenin, ahmak ya da münafık olduğunu ileri sürmektedir. Yazar, Müslümanlara yö*nelttiği bu ağır hakaretten sonra da hiç bir ilgi yok*ken İmam Şafii'nin, «gerçekleri inkâr edenlerin münafık olduğu»'na iliş*kin bir sözünü naklet*mektedir.

İmam Şafiî Miladî 820 tarihinde vefat etmiştir, oysa Nakşibendî Tarîkatı, M. 1318-1389 yılları arasında yaşamış olan Nakşibend'in hayatında bile he*nüz belirgin bir şekil almış değildi ; Aynı zamanda râbıta sözcüğü Nakşiben*dîler arasında ilk kez ancak Miladî 1550'lerde ve çok basit bir an*lamda kul*lanılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla Şafii'nin ölümünden yüzyıl*lar sonra or*taya çıkan Nakşiliği ya da râbıtayı O'nun bu sözüyle kanıtlamaya çalışmak ya da Nakşîliğe ve râbıtaya inanmayanları münafıklıkla suçlamak yazarın kişiliğini net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bu nedenle O'na, hak ettiği en isabetli cevabı vermek, herhalde İmam Şafii'nin aşağıdaki sözleriyle ancak mümkün olabilir! İmam Şafii buyuru*yor ki:

«Bir kimse eğer sabahleyin tasavvufla meşgul olacak olursa, daha öğle vakti gelip çatmadan mutlak surette o adam aptallaşır.»



Ayrıca şu sözler de yine İmam Şafii'ye aittir:

«Bir kimse eğer kırk gün sofilerle düşüp kalkarsa onun ebediyyen artık aklı başına gelmez.[6]

Bu gerçekten hâlâ şüphe edenler varsa, gidip bir tekkeyi ziyaret ederek, İmam Şafii'nin ne kadar haklı olduğuna ilişkin çarpıcı örnekleri ibret naza*rıyla orada seyredebilirler.

İlginçtir ki Nakşibendîler, İmam Şafiî’nin yukarıdaki sözlerini nakleden ve tasavvufçuları yerden yere vuran «Telbîs’u İblîs»’in yazarı Eb’ul Faraj Abdurrahman b. Ali’yi kitaplarında överek göklere çıkarmışlardır. Aynı zamanda dikkat çekici üslûplarıyla yayınladıkları İslâm Alimleri Ansiklopedesi’nin 6’ıncı cildinde[7] bu zâtın eserinin adını saymış, bu arada, içeriğini görmezlikten geldikleri «Telbîs’u İblîs» adlı kitaptan da söz etmişlerdir.!

Tabiatıyla bütün bu çelişkiler Tasavvufun, tarikatın, tarikatçının ve bu cümleden olarak Nakşîliğin ve Nakşibendîlerin de iç yüzünü, ortaya koymaktadır.

Neyi, kimden, nasıl gizleyeceklerini bir türlü beceremeyen bu topluluğun kalem kullanmış kişilerinden biri de râbıta hakkında müstakil bir kitap yazmış olan bahis konusu Hüseyn ed-Dewserî’dir.

Yazar ed-Dewserî, kitabının girişinde kullandığı yukarıdaki üslûptan sonra muhtemelen Müslümanları kastederek sahtekar diye nitelediği kimselerden bazı sözler duyduğunu, ünlü bazı adamlara ait cahilce laflar işittiğini, ilim*le*riyle âmil bilginlerin onayladığı gerçekler aleyhindeki tutumlarını haber aldı*ğını ifade etmekte ve Allah rızası için (!) onları yalanlamak, Allah'ın yüce adı için hizmet ve Hz. Peygamber (s)'in ümmetine öğüt olmak üzere işbu kitabı yazdığını açıklamaktadır.

Dewserî, aslında adını vermediği bir kişiye hitaben bu kitabı kaleme al*dı*ğını da sözlerine ilave ederek giriş kısmını bitirmektedir.



Kitaptaki bazı ilginç anlatımları şöyle özetlemek mümkündür:

1. Kullandığı üslûptan, yazarın bütün Nakşibendîler gibi her an bir tepki ile karşılaşma endişesi içinde olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle her şey*den önce ve hatta râbıtaya ilişkin daha bir tek sözcük bile yazmadan önce O'na karşı çıkmış ya da çıkabilecek olan kimselere aldanmaması için okuyu*cusunu şöyle uyarmaktadır:

«Ey kardeşim! İyi niyetli ol, inatçıların çabaları seni aldatmasın.»

Yazar, birinci babın sonuna kadar uzun uzadıya bir nasihat çekmekte ve okuyucuyu şartlandırmaya çalışmaktadır.

2. Râbıtanın tarifine ayırdığı üçüncü bapta da şunları kaydetmek*tedir:

«Ey kardeşim! Doğru yolu izlemeye Allah seni muvaffak buyursun. Beni de seni de şeytandan korusun.»

«Bilmiş ol ki râbıta, kalbi bir amaç uğruna bir şeye sevgiyle bağlamak*tır. Râbıtası yapılan bu şey, bazen övgüye yaraşır, bazen kötü, bazen de mubah bir şey olabilir. Çünkü gâyet açıktır ki sevilen şey, Allah tarafından emro*lun*muş, ya da başka bir husus olabilir. Dolayısıyla,



«Bu ikisinden biri: Allah'ı, O'nun elçisini, ya da O'nun rızası için bir şeyi sevmek gibi...;»

«Diğeri ise: Allah'ın yasakladığı bir hususa ya da başka bir şeye sevgi gös*termek olabilir.»

«Yine bu ikisinden biri: Haram ve mekruh olan şeyleri sevmek,»

«Diğeri ise: Mubah sevgidir. İnsanın doğal olarak kendisine karşı eğilim duyduğu karısını ve çocuklarını sevmesi gibidir.»

«İşte bu taksimat, Ahkâm-ı hamse denilen beş hususu içerir.»

«Övgüye layık olan hususun kapsamına vacip ve mendup girer;»

«Kötünün kapsamına da haram ve mekruh girer.»

«Mubah ise bellidir ve yasak kapsamına girmez.»

«Kalbin bir şeye bağlanması her insan için söz konusudur. Dolayısıyla râbı*tayı inkâr eden kişi eğer dikkat edilecek olursa, inkâra kalkıştığı şeyi biz*zat ya*şadığını görecektir. Bu nedenle râbıtayı bilmeyenin bile onu işlediği, gerçek bir olaydır. O râbıta ki kişi, bizzat onu yaşadığı halde Allah'a karşı saygısızlık ya*parak onun gerçek olduğunu reddeder.»

Yazar bu sözlerle aklı sıra râbıtanın açıklamasını belli bir mantığa oturtmaya ça*lış*maktadır. Sözde insanın, her hâlükârda bir şeyi zihninde canlandırmak ve mutlak surette bir şeyi düşünmek durumunda olduğuna göre neden râ*bıtayı inkâr ettiğine şaşmakta, hatta bununla da kalmayarak râbıta yapma*yan insanı Allah'a karşı saygısızlık yapmakla suçlamaktadır.

Hemen ifade etmek gerekir ki: râbıtayı inkâr etmeyi; yani bir meditas*yon uygulaması olan râbıta gibi bir ibâdet biçiminin İslâm'da yeri olduğunu kabul etmemeyi; dolayısıyla bir tarîkat şeyhinin, ibâdet niyetiyle şeklinin zi*hinde canlandırılamayacağını söylemeyi; eğer bu şahıs, «Allah'a saygısızlık*tır.» diye değerlendiriyorsa esasında böylesine mesnetsiz bir hükümle râbı*tayı İslâm'a mal ettiği, üstelik bunu Kur'ân ve sünnetle açıklama cür'et ve pervasızlığını gösterdiği için Dewserî'nin bizzat kendisi, Allah'a en büyük saygısızlığı yapmış olmak gibi bir duruma düşmektedir.

Hüseyn ed-Dewserî, Nakşibendîlik adına çok daha fahiş bir kanâatle ge*nelleme yaparak namazını gaflet içinde kılan herkesi râbıtasızlıkla suçla*mak*tadır. Allah Teâlâ'nın, «Vay hallerine!» diye tehdit ettiği, gaflet içinde namaz kılanların bu suçuna hiç aldırış etmeyen ed-Dewserî, bu insanların namazdaki dalgınlıklarını, bir tarîkat şeyhinin şeklini zihinlerinde canlan*dırmamakla izah etmekte ve şöyle demektedir:

«İhram tekbirini aldıktan sonra birtakım hayâl ve zan vadilerine dalıp gi*der; Rabbinden yüz çevirerek nefsini bile unutur. (...) Bu arada ya vakfet*tiği malını, ya mülkünü, ya işini gücünü, ya (şâyet seviyorsa) karısını, ya da ço*luk çocuğunu düşünüp durur; Veyahut İblis onu iflas etmiş olarak na*maz*dan çı*karmak için zihnine bir mesele sokuverir; ya da kendisinden Zekât veya sa*daka ümid ettiği bir kimseyle zihni meşgulken tam o sırada (Fatiha Sûresi'ndeki) «Ancak sana ibâdet eder ve ancak senden yardım dile*riz.» -meâlindeki- âyet-i kerîmeyi okur. Ne var ki tam bu sırada şuhûdî olan ma*bu*duna (gözlemekte olduğu tanrısına) yönelik durumdadır ve aklında onun râ*bıtası vardır. O, selam verinceye kadar da bu hali yaşar. Ancak bi*rinci selamı verir vermez ardından, âlimlerin ve ariflerin, özel vakitlerde yaptıkları râbıta aleyhinde atıp tutmaya başlar.»

Hüseyn ed-Dewserî, bir tarîkat şeyhinin, şeklini eğer bir kimse hayâlinde canlandıracak olursa, yukarıda sayıp döktüğü şeylerle artık namazda uğraş*ma*yacağını ileri sürmektedir.

Ne gariptir ki ed-Dewserî,'nin hiç anlamak istemediği bir gerçek vardır ki o da, zihin boş durmayacağına göre namaz kılan kimse*nin, normalde ve ancak okuduğu şeylerin anlamlarını düşünmekle meşgul olması gerektiği*dir. Oysa Hüseyn ed-Dewserî, hiç bu yollardan geç*memektedir. Çünkü tarîkatlarda bazı sırlar vardır ki erbabından başka*sına açıklanamaz. Aslında ed-Dewserî, deşifre etmek istemediği sırrın -bize kalsa- ipucunu yuka*rıdaki ifa*desi içinde az çok vermiş bulunmaktadır.

Kişinin namazda, «Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım di*le*riz.» meâlindeki âyeti okurken, zihninin birtakım şeylerle meşgul olma*sını -size göre- yazar acaba neden kınamaktadır ? Acaba sırf dünya işleriyle zih*nini meşgul ettiği ve ibâdeti sırasında okuduklarının anlamını düşün*me*diği için mi ona kızmaktadır ? Hiç sanmıyoruz. Çünkü yazar, namaz kı*lan kişinin, okuduklarıyla meşgul olmasını hiç de öğütlememekte, hiç oralı bile olma*maktadır. Çünkü yazarın istediği bu değil, aslında onun istediği: Namaz kılan insanın, bu âyeti okurken şeyhini zihninde canlandırması ve ona ibâdet etti*ğini ifade etmesidir! İşte Nakşibendî râbıtasının en büyük sır*larından biri bu*dur. Ancak bu sır herkese sızdırılmaz. Nakşibendîlerin dı*şındaki tasavvufçu*lar vaktiyle bu sırların benzerlerini zaman zaman çok açık ve bilinçli bir şe*kilde ortaya koymuşlardır.

Örneğin Nakşibendîlerin de kendisinden saygı ve övgü ile söz ettikleri Şeyh Abdulkerîm el-Ciylî, El-İnsan'ul-Kâmil, adlı kitabında aynen şunları kaydetmektedir:

«Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah'a kulluk etmişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hak bütün varlıkların gerçeği (yani özü ve ta kendisi) olduğuna göre -ki kâfir*ler de varlıkların bir bölümüdürler - öyleyse Cenâb-ı Hak onla*rın da gerçeği*dir. (Yani onların da ta kendisidir.) Tabiatıyla O'nun ayrıca bir tanrısı yoktur. Mutlak Rabb (yani kesin ve genel anlamdaki) İlâh O'dur. Dolayısıyla kâfirler, Allah'ın bizzat kendisi oldukları için varlıklarının ka*çınılmaz gereği olarak O'na tapmış oldular.»[8]

Bu sözleri biraz daha açmak gerekirse Abdulkerîm el-Ciylî, aslında daha ilk cümlede şunu demek istiyor:

Kâfirler, (yani Kur'ân'a göre Allah'ı inkâr edenler, ya da O'na ortak ko*şanlar), Allah'ın (Haşa !) ta kendisi oldukları için öz varlıklarını inkâr ede*meyeceklerinden, (sonuç olarak) O'nu da dolaylı şekilde tanımış sayılırlar.

El-Ciylî'nin, tasavvufta «vahdet-i vücûd» olarak bilinen inancı âdetâ özetler mahiyetteki bu açıklaması, Hüseyn ed-Dewserî'nin, râbıta konu*sunda (özellikle namazdaki gafleti bir şeyhe râbıta yapmamaya bağlarken) verdiği örneği desteklemektedir.

Aslında bu sözleri sarf eden el-Ciylî'nin de, ed-Dewserî'nin de amacı gâ*yet açıktır. Ne var ki bu ka*dar pervasızca konuşmuş olmalarına rağmen, Müslümanların bu gibi kimseler hak*kında hoşgörülü olmasını isteyen yan*daş*ları, onlar için eskiden beri şöyle bir mazeret ileri sürmekte ve genelde şuna benzer bir ifade kullan*maktadırlar:

“Allah aşıkları tarafından zaman zaman kullanılan ve insana aşırı gibi ge*len bazı sözler vardır ki gerçekte bunlar bir aşk sarhoşluğu içinde sarf edilmişlerdir. Üstelik bizim gibi sıradan insanlar bu sözlerin içyüzünü, ulvî anlamla*rını ve içerdikleri büyük gerçekleri kavrayamazlar. Bunun için on*ları hoş görmek gerekir.“

Düşünün ki bir insan bilinçli olarak eline kalemi kağıdı alacak, yukarı*daki sözlere benzer anlatımlardan oluşan koskoca bir kitap yazacak, ondan sonra da birileri çıkıp:

«Filan evliya hazretleri bu sözleri, Allah'a duyduğu aşkın sarhoşluğu içinde söylemiştir. Onu anlamak bizim ne haddimize!» diyerek haddini bil*mezleri mazur görecek; Onun, İslâm inanç sisteminde göz göre göre yap*tığı en büyük yıkıcılığa karşın Müslümanları hoşgörüye ve susmaya çağıra*cak; Üstelik itiraz edeni de bozgunculukla, «Vahhâbîlik»'le suçlayacak!



İşte ed-Dewserî böyle bir çabanın içindedir.

Ve işte bu inanca bağlı olarak şeyhin, Allah'ı temsil ettiğini ve hatta Allah'ın bizzat kendisi olduğunu ortaya vurmaktan, günümüzün râbıtacı*ları da artık hiç çekinmemekte, eski Nakşibendîlere göre çok daha cesur dav*ranmaktadır*lar. Nitekim bu konuda RUHU'L-FURKAN adlı tefsirde (başka bir kaynaktan aktarmayla) aynen şu ifadelere yer verilmiştir:

«Üçüncü yol, müşahede (Allah-u Teâlâ Hazretlerini görür gibi olma) ma*kamına ulaşmış ve sıfatı zatla tahakkuk etmiş, (Allah-u Teâlâ Hazretlerinin öz zatına ait sıfatların mazharı, Tecellî ettiği, parladığı bir yer haline gelmiş) olan bir şeyhe râbıta etmektir. Çünkü onu görmek Allah'ı hatırlatır.» [9]

Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Nitekim Mehmed Zâhid Kotku'ya ait Tasavvufî Ahlâk adlı kitapta da şu sözler yer almaktadır:

«Kul, fenâ-i mutlaktan sonra terakki eder. Fenâ-i mutlak demek: Fenâ-i zat ve fenâ-i sıfattır. Sâlik bu fenâ-i mutlakta vücudu hakkânî hıl'atını gi*yer. Hatta sâlikin vücudunda evsâf-ı ilahiye ittisaf eder ve ahlâk-ı Rabbânî ile te*halluk eder.»[10]

Yukarıdaki ifadeler yoruma gerek duyulmayacak şekilde açıktır. Bu ifa*de*lere göre kul, (tasavvufta seyr-u sülûk diye tarif edilen birtakım dehliz*lerde yol aldıktan sonra) vücûdunda «Evsâf-ı İlâhiye» yani Allah'a özgü ni*telikler oluşur ve «Ahlâk-ı Rabbânî ile tehalluk eder.» Yani Allah'ın huyla*rını alır (?)

Bu kadar açık konuşan yazardan, amaçladığı şeyi, biraz daha netleştir*me*sini istemek artık safdillik olur. Çünkü eğer râbıtacılar, «Şeyh Allah'ın bizzat kendisidir.» diye kısa yoldan kestirip atacak olurlarsa bu oyun hemen bitiverecektir. Ondan sonra da ne artık yığın yığın kitap yazabilecekler, ne insanları karanlık ve dolambaçlı yollardan gezdi*rerek gözlerini boyayabile*cekler, ne de sürülerle insan yığınlarının gönlünde taht kurarak omuzlarda yükselebileceklerdir.

Dolayısıyla hiç unutmamak gerekir ki kalabalıkları bu karanlık yollar*dan sürükleyip güdebilmenin ve Nakşîlikte şeyhin saltana*tını ayakta tuta*bilmenin sihirli anahtarı işte bu râbıta denen şeydir.

Hüseyn ed-Dewserî, daha sonra sözlerine şöyle devam ediyor:

«İtirazcılardan bana bir soru yöneltildi. Diyor ki: »

«Yapılmasını önerdiğiniz râbıtanın, vacip ya da mendup olarak dinen em*redildiği konusunda hiç bir ilgi mevcut değildir. Halbuki vacip ve men*dup iki şer'î emirdir ki ikisi de delillere dayanırlar. Deliller ise kitap, sünnet, icma' ve kıyastır. Şu halde bu delillere baş vur bakalım, râbıtanın mendup, ya da va*cip olduğuna dair delilin nedir? Hem sonra hiç kuşku yok ki Hz. Peygamber (s) de ashâbın şeyhiydi. Çünkü onlar hem zikirleri, hem de başka emirleri Hz. Peygamber (s)'den alırlardı. Ne var ki Hz. Peygamber (s)'in onlara, şek*lini zihinlerinde canlandırmalarını emretti*ğine ilişkin, şimdiye kadar hiç bir haber almış değiliz. Halbuki Hz. Peygamber (s)'in şekli, insanlık dünyasının en mükemmel şekliydi. Eğer ashâbına böyle bir şey emretmiş olsaydı mutlak surette bu olay bize nakle*dilmiş olacaktı. Çünkü vacip öyle bir emirdir ki nakli konusunda çok delil bulunur.»

Yazar, «Ben bu soruyu bir kaç yönden cevaplandırmaya çalışacağım.» diye*rek zorlanmakta, bin dereden su getirmekte ve konunun içinde âdetâ boğul*maktadır.

Esasen yukarıdaki sorunun kısaca cevabı: Hz. Peygamber (s)'in, asha*bına şeklini hayâllerinde canlandırmaları için şâyet verdiği bir emir varsa onu delilleriyle hemen burada zikretmektir. Ebetteki böyle bir şey söz ko*nusu ol*madığı için yazar ed-Dewserî, büyük bir inatla ve “ille de benim te*zim doğru*dur .“ dercesine birtakım dolambaçlı izahlarla dikkati dağıtmaya çalışmakta, konuyu saptırmakta ve okuyucuyu şaşırtmakta ya da şartlan*dırmaya çalış*maktadır. Bu tür zorlanmalar esasen bütün sofilerde vardır.

İslâm Hukukunun “kavâid-i külliyesi“'nden, (yani genel kuralların*dan) örneklemelerle de tezini savunmaya çalışan yazar ed-Dewserî'nin gö*nül ver*diği batıl bir dâvâyı İslâm'a mal etmek için didinirken ne kadar sı*kıştığı apaçık ortadadır. Ed-Dewserî, yukarıdaki soru karşısında bocalayınca şu hileye baş*vurmaktadır:

«Amaçlara mahsus hükümler, aynı zamanda araçlar için de söz konu*su*dur.»

İslâm Hukukundaki: «Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir.»[11] kuralının bir başka ifadesi olan ed-Dewserî'nin yukarıdaki sözü, amaç*la*rın hükmü ne ise araçların da hükmü odur, anlamını taşıyor. Onun için ed-Dewserî, bununla ne istediğini şöyle savunuyor:

«Râbıta gafletin yok olmasını gerektiricidir. Amaçlanan şey de zaten gaf*leti zevâle erdirmektir. Şu halde amaca ulaştıran (her) şey, aynı zamanda amaç gi*bidir.»

Hüseyn ed-Dewserî, bütün bu dolambaçlı izah tarzlarıyla tezini savun*maya çalışırken sözde delillere başvurmakta, belli bir mantıkla kanıtlama yap*tığını ortaya koymakta ve kendince gerekçeler sunmaktadır. Yaklaşık aynı şey*leri tekrar ederek bu üslûpla kısaca şunları anlatmaya çalışmaktadır:

«Araçların hükmü de aynen amaçlarınki gibidir. ..»

«Râbıtaya gelince, insana huzur verir. Huzur ise perdelerin açılmasına yardım eder. Şu halde amaçlanan şey, perdelerin aradan kalkmasıdır. Amacın gerçekleşmesine yardım eden her şey ise bizzat amaçtır. Öyle ise râ*bıta da amaçtır. Binaenaleyh râbıtası olmayanın hali perişanlıktır! »



Görüldüğü üzere ed-Dewserî, yukarıda kendisine yöneltilen soruya (yani râbıtanın vâcip mi, yoksa mendup mu, sorusuna) bir türlü cevap verme*mekte, çünkü verememektedir.

İşte ed-Dewserî'nin, râbıtayı kanıtlamadaki mantığı budur ve bu yolun bü*tün yolcuları arasında, onu İslâm'a mal etmek için en çok uğraşan da bu şahıs*tır. Nitekim râbıtaya ancak milâdî on dokuzuncu yüzyılın başlarında ilk kez belli bir tanım getirildikten sonra çoğu aynı şeylerin tekrarı olmakla birlikte en hacımlı bir yazılı belge bırakan yine bu kişidir.

Hüseyn ed-Dewserî'nin, «Er-Rahme'tul-Hâbita» adlı bu kitabını 1230 hicrî (yani 1823 milâdî) tarihinde yazdığına bakılacak olursa râbıtayı ilk defa tanım*layan Halid Bağdâdî'nin henüz yaşıyorken bu kitabın kaleme alınmış olduğu anlaşılmaktadır.

Halid Bağdâdî tarafından yazıldığı ileri sürülen bir mektupta ilk kez ta*nımlanan râbıtanın, bu kitapta daha geniş anlamda ele alınmış olması ise mantık açısından râbıtayı kurumlaştırma sürecinin bununla başlatıldığını göster*mek*tedir. Nitekim râbıta, tasavvuf literatürüne işte ancak bu belge*lerle ve 1800'lerin başından itibaren girmiştir.



3. Tabsira'tul-Fâsıliyn an Usûl'il-Wâsıliyn



Kitaba verilen bu acayip isim daha baştan ürkütücü bir çağrışım yapmak*ta*dır. Anlaşılabildiği kadarıyla «Allah'a ulaşmış bulunanların yöntemleri hak*kında ayrılıkçılara nasihat» anlamını taşıyan bu ad, bütün Nakşibendî*lerde ol*duğu gibi bu yazarda da Müslümanların saldırısına uğrama saplantı*sını açıkça göstermektedir.

Bu ilgiyle, daha önce de ifade edildiği gibi Nakşibendîlerdeki «münkirlik» fobisi, çok belirgin örneklerle bu kitapta da sık sık geçmektedir.

Kitapçığın yazarı, Süleyman Zühdî bin Hüseyn el-Khâlidî olarak kendini tanıtmakta, zihin bulandırıcı mektuplarıyla kişiliğini ortaya koymaktadır.

İçinde sırf râbıta konusunu işlediği, O'nun birkaç sayfadan oluşan bu ki*tapçığı; Ve sözde tarîkata ilişkin bazı soruları cevapladığı mektuplarıyla bir*likte on yedi parçadan oluşan pejmürde yazıları, ez-Zumrud’ul-Anka adlı mecmuanın bir bölümünü meydana getirmektedir.[12]

Hicrî 1305 tarihinde, İstanbul-Kıztaşı'nda Kırımî Abdullah Matbaası'nda basılan bu risâle Arapça’dır. Bu tarih, râbıtanın daha yeni oluşmaya başladığı mîlâdî 1888'e rastlamaktadır.

Dil, son derece bozuk ve üslûptan yoksundur. Yazarın cahil olduğu, ifade*le*rinden açıkça anlaşılmaktadır. O'nun sırf râbıtaya hasrettiği bu kitapçı*ğına, Müslümanlara saldırıyla başlaması, hem cahilin cesur olduğu yolun*daki yay*gın kanâati, hem de Nakşibendîlerdeki münkir korkusunu yine bize hatırlat*maktadır.

Aslında O'nun, her şeyden önce râbıtayı tarif etmesi ve Nakşilere göre bu*nun nasıl bir ibâdet olduğuna ilişkin bilgiler vermesi gerekirken, daha ilk cümlesinde şöyle demektedir:

«İşbu girişten sonra, kemâle ermişlerin sözlerini toplamaya beni sevk e*den şey: Kendilerini nasihate muhtaç görmeyenler ve râbıtaya dil uzatan*lardır.»

Yazarın esasen daha bu ilk sözlerle, demagoji yapmaya nasıl hazırlandı*ğını, O'nun cümlelerini okudukça anlamaya başlıyoruz. Râbıtacılardaki bo*zuk, belirsiz, fanatik şartlanmış ve bencil kişiliği daha iyi kavrayabilmek ba*kımından bu kitapçığı kelime kelime ele almaya değer.

Yazar Zühdî, anlatımını şöyle sürdürüyor:

«Bilmiş ol ki: Bir araya topladığım bu sözler ve öğütler nisan yağmu*runa benzemektedir. Onlar herkes için bir şifâdır.»

Sonra yazar, râbıtaya karşı çıkabilecek kimseleri daha baştan hedef alarak savunmaya geçmekte, verdiği öğüdün, çok değerli ve tereddütte bulunanlar için bu kararsızlıklarını giderici olduğunu, aşıkların muhabbetini artıraca*ğını, karşıt olanları çatlatacağını, kendini beğenmişleri ise daha çok küstah*laştıraca*ğını sayıp dökmekte; «Neden olmasın, kişi bilmediğinin düşmanı*dır» diye*rek söylediklerini bizzat kendisi onaylamaktadır. Ondan sonra da, «İnsan çok zâlim ve çok cahildir.» meâlindeki âyet-i kerîme ile de sözlerini tescil etmeye çalışmaktadır.

Yazar, karışık iç dünyasını, bozuk ruh halini ve tipik bir sofunun dar uf*kunu yansıtan bu ağızla bazı şeyler daha söyledikten sonra Halid Bağdâdî'ye atfedilen «Risâle'tun Fi Tahqıyq'ır-Râbıta» adlı mektubunun baş tarafla*rın*dan uzun bir bölümü nakletmektedir.

Halid Bağdâdî'nin, «gafiller tarafından râbıta hakkında ileri geri konu*şulduğunu duyunca İstanbul'daki ihvânına mektup yazdığı»'nı söyleyen Zühdî, bu konunun Raşahât adlı kitapta da ayrıntılı olarak geçtiğini; bütün mezhep büyüklerinin bu meselede görüş birliği içinde olduklarını ekleyerek bir kaç sayfadan ibaret olan kitap*çığında sürekli şekilde Bağdâdî'nin mektu*buyla uğraş*maktadır.

Yazarın, Tabsira'tul-Fâsıliyn adını verdiği bu kitapçık, baştan ayağa çeliş*ki*lerle -daha doğrusu- pek anlaşılamayan bilmecemsi sayıklamalarla dolu*dur. Nitekim insanlara, şirk koşmamalarını ve Allah'a samimiyetle kulluk etme*lerini öğütleyen Beyyine Sûresi'nin beşinci âyetiyle Kehf Sûresi'nin yüz onuncu âyetini kaydettikten ve şirkle tevhid konusunda kopuk kopuk bir sürü şeyler kaydettikten sonra gaflet halini kötülemekte, kalbi ıslah et*me*nin -uyku ya da uyanıklık halinde olsun- daimi huzurla ancak sağlanabi*lece*ğini, içten sevgiyle ancak kötülüklerden ve zarardan insanın korunabi*lece*ğini, mürîdin vücudu, mürşidinin -ister yanında, ister uzağında olsun- varlı*ğında eriyinceye kadar onun kemâle ulaştırıcı beraberliği ile bu söyle*nenlerin ancak gerçekleşebileceğini ileri sürmekte, bu sözlere benzer, irtibat*sız, zorla birbirine yamanmış kelimelerden oluşan, karışık, bazen nisbeten kapalı, bazen yersiz birçok şey söyledikten sonra şunu ilâve etmektedir:

«Bütün bu haller, ancak Allah için teslimiyet ve sevgiyle gerçekleşebilir. İşte bu da râbıtadır.»

Esasen bu kitapçıktan net bir şey anlamak mümkün değildir. Herhalde kitabın bütün sır ve hikmetleri de burada gizli bulunmaktadır (!) Çünkü bilgi*siz kitleleri oyalayabilmek için eskiden beri kurnaz insanların izledikleri bir yöntem vardır. O da, çok değerli ve hikmetli şeyler söylüyormuş gibi -özellikle aralarında hiç bir alâka bulunmayan birçok söz*leri bir laf kalaba*lığı içinde sarf ederek- eğitimsiz insanlar üzerinde hayranlık uyandırmaya çalış*maktır.

Fakat yazarın bu kadar akıllı ve kurnaz olduğu ihtimaline inanmak da güç*tür. Çünkü yazıp çizdikleri, baştan sona kadar çelişkilerle doludur. Aslında bu tip karalamaların ciddiye alınmaması gerekir. Şu var ki râbıtayı diline do*lamış insanların, ilim, kültür, âdâb ve kişilik açısından ne düzeyde oldukla*rını ortaya koyabilmek için bunların yazıp çizdiklerini gözler önüne ser*mekte yarar vardır.

İşte bu amaçla, sözde sırf râbıta konusunda yazılmış bulunan bu kitabın, temelde râbıtaya ne kadar yer vermiş bulunduğunu, nelerden bahsettiğini ve konular arasında ne kadar bağlantı kurabildiğini meydana çıkarmak için kitap*tan aşağıya aktarılan şu alıntı ibret vericidir:

«–Hz. Peygamber buyurdu:

“Allah Teâlâ, namazı kulumla aramda paylaştım,“ demiştir. Nitekim kul:

“–Elhamdulillâhi Rabbil'âlemîn,“ dediğinde Allah:

“–Kulum bana hamd etti,“der. Kul:

“–Errahmanirrahîm“ deyince, Allah:

“–Kulum beni övdü,“ der. Kul:

“–Maliki yevmiddîn“ deyince, Allah:

“– Kulum beni yüceltti,“ der. Kul

“–İyyake na'budu ve iyyake nestaiyn“ deyince, Allah:

“–İşte bu, kulumla aramda bir sırdır. Kulum ne isterse onu ihsan ede*rim,“ buyurur.

İşte bu, aşk ve istikâmet makamıdır ve bu çok önemli bir husustur. Nitekim Hz. Peygamber:

«Hûd Sûresi saçımı başımı ağarttı.» buyurdu.

Şimdi söyler misiniz, yukarıdaki iki hadis arasında ne gibi bir ilişki var; ya da bu iki hadisle râbıta arasında hangi alaka var?! Hatta bu iki hadisten sonra sarf ettiği bir iki sözü daha aktaralım; Bakınız ne diyor:

«Başkasından yardım almak mümkün değildir, çünkü o yok gibidir.»

Acaba siz bu cümleden bir şey anlıyor ya da bu şahsın baştan beri söyle*diği sözlerden sonra naklettiği hadisler ve nihâyet son olarak sarf ettiği bu cümle arasında hiç bir bağ bulabiliyor musunuz? Neden başkasından yar*dım almak mümkün değilmiş? Başkasından yardım almak mümkün de*ğilse yazara, doğduğu günden beri kim yardım elini uzatmış; kim O'nu ye*dirip içirmiş; kim O'nu yetiştirip büyütmüş olabilir? Üstelik râbıtacılara göre râbıta yapmak: «şeyhin rûhâniyetinden yardım dilemekle olur.» Bu sorulara ne dersiniz? Bu râbıtacı bizzat kendisiyle korkunç bir çelişkiye düşmüş değil midir?



Râbıtacıların kendi ifadeleriyle:

«Şeyhin cismânî varlığını, (yani vücudunu, baştan ayağa kalıbını) zi*hinde düşünüp canlandırmak ve onun -her ne demekse- rûhâniyetinden yardım di*lemek» şeklinde tanımlanan râbıta ile yukarıdaki yığın yığın laf arasında acaba hangi ilişki vardır dersiniz; Bu kitapçık hakkında acaba başka bir şey eklemeye artık gerek var mıdır?



4. Tuhfa'tul-Uşşâq Fi İsbât'ir-Râbita:



Bu kitapçık da sırf râbıtayı konu almaktadır. 32 sayfalık Arapça matbu bir risâledir. H. 1293'de İstanbul'da basılmıştır.

Yazarı, Halid Bağdâdî'nin halîfelerinden İbrahim Fasihuddîn b. Sıbgatillâh b. Es'ad El-Haydarî'dir. Kürt kökenlidir ve kısaca İbrahim el-Fasih olarak da tanınır.[13]

Yazar, risâlenin girişinde meâlen şu ifadeyi kullanmaktadır:

«Sofiyye tarîkatının en büyük erkânından olan ve konularının yörüngesini oluşturan râbıtayı kanıtlamak üzere bunu kaleme aldım.»

Ayrıca risâlenin bir yerinde de şunları söylemektedir :

«Anlamını düşünerek kime salat ve selam getirdiğinin bilinci içinde, gönül huzuruyla ve tam bir muhabbetle Hz. Peygamber (s)'e salat ve selam getirmek elbette ki O'na yönelmeyi ve O'nu zihinde canlandırmayı gerektirmektedir.»[14]

Yazar bunu ölçü alarak râbıtayı kanıtlamaya çalışmıştır.



5. İsbât’ul-Mesâlik Fi Râbita'tis-Sâlik:



Sırf râbıta konusunda yazılmış bir diğer kitap da budur. Osmanlıca, man*zum bir risâledir. Nazımının adı ise Mustafa Fevzi'dir.

Risâlenin üzerinde hicrî 1324 tarihi vardır ki bu, mîlâdî 1906'ya rastla*maktadır. Bu tarihten en çok yüzyıl önce râbıtanın belirginleştirildiğine ba*kı*lacak olursa, henüz tazeliğini koruyan râbıtaya karşı süren tepkilerin he*yeca*nıyla bu kitapçığın kaleme alındığı anlaşılmaktadır.

Risâlenin kabı üzerinde, içeriğinin özeti şu şekilde verilmiştir:

«Tarîkat-ı Aliyye-i Hâlidiyye-i Zıyâiyye'de, zikrin âdâb-ı bâtıniyyesinden olan tezekkür ve râbıta-i mevt ve mülâhaza-i râbıtâ-i mürşid ve tefekkür-i râ*bıta-i huzûrun sûret-i ifâsıyla, ecille-i izâm tarafından râbıta hakkında irâd bu*yurulan edille-i kesîreden münâsip miktarının fihrist vechile izâhı ve ona müteferri' mevâd beyânındadır.»

Kapak üzerindeki bu açıklamalar arasında “râbıtaya ilişkin birçok delilin mevcut bulunduğuna“ yer verilmesi önemli bir gerçeği bir kez daha hatır*lat*maktadır. O da, ya râbıtaya mutlak surette karşı çıkılacağı endişesidir. (Çünkü bu zümrede, her an bir düşmanla karşılaşma kuşkusu âdetâ bir pa*nik olarak yerleşmiştir); Veya râbıtaya tepki göstermiş olanlara karşı bir sa*vunmadır. Bu da, râbıtanın en azından yeni bir şey olduğunu açıkça kanıt*lamaktadır.

Bundan çıkarılacak sonuç şudur: Râbıtaya bir tanım ve uygulanış biçimi belirlendiği tarihten gü*nümüze dek geçen yaklaşık ikiyiz yıl içinde İslâm âlimlerinden çok az kimse bu sorundan haberdar olabilmiştir. Onlar da bu topluluğu pek ciddiye almamışlardır. Buna rağmen, râbıtacılardaki bu pani*ğin gittikçe şiddetlenen nöbetler şeklinde kendini göstermesi ilginçtir. Onlardaki bu kaygı, râbıtanın gerek Müslümanlar nez*dinde, gerekse İslâm'ın sağlam ve berrak kaynakları karşı*sında neye uğrayaca*ğını göster*mekte ve bu bapta çok şeyler hatırlatmaktadır. Bunlardan biri de Allah Teâlâ'nın şu uyarısıdır:

«Allah'ın indirdiği bir delil olmaksızın Allah'a eş koştuklarından do*layı o kafirlerin kalplerine korku salacağız. Onların son sığınakları da ateş*tir. Zâlimler için ne kötü bir yerdir orası.»[15]

Bu risâle -nakaratlarla birlikte- 1123 beyittir. Küçük bir girişten sonra se*kiz başlık altında hazırlanmıştır. Başlıkları şunlardır:

Nâ't-ı şerif-i Rasûl-i Kibriyâ[16]

Nât-ı Şerîf

Nât-ı Şerîf-i diger

Mukaddime-i Kitâb

Der Beyân-ı râbıta-i Mevt

Der Beyân-ı râbıta-i Mürşid

Der Beyân-ı râbıta-i Huzûr

Esâs-ı Bend-i Tarîkat-i Aliyye olan Kelimât-ı semâniye beyânındadır.



Ne ilginçtir ki bu tabir bir tevafuk olarak «Kelimât-ı Şâmâniye» gibi bir terkibi çağrıştırmaktadır!

İlginç bir nokta daha vardır ki o da, Nakşibendî Tarîkatı'nın temel ku*ral*la*rını sembolize eden bu kelimelerin sekiz mi yoksa on bir mi olduğu konu*sunda râbıtacıların ifadeleri birbirini tutmamaktadır. Nitekim Mustafa Fevzi, yukarıdaki açıklamasında bu kelimeleri sekizle sınırladığı halde, Onunla çağ*daş olan Nakşî şeyhlerinden Muhammed Emîn el-Kurdî bu ke*limelerin on bir olduğunu ileri sürmektedir.[17]

Şairin, sekiz bölümden ibaret olan bu manzum kitabının en uzun bö*lümü, O'nun, mürşid râbıtasına ayırdığı kısımdır. Bu da gösteriyor ki Nakşîler, her ne kadar râbıta kavramı hakkında fırsat buldukça epeyce konuşmayı alış*kanlık haline getirmiş iseler de esas itibariyle (şeyhin cismânî varlığı üzerinde düşünmek ve onun -sözde- rûhâniyetinden medet ummak) gibi iki noktaya daha çok ağırlık verirler!

Şair,

«Evliyâya hep murâbıt der Arap,

Bunları hiç duymadın mı sen acep!»

Diyerek, Arapların velîleri «murâbıt» olarak nitelediklerini, bu ilgiyle de sözde râbıtanın meşruluğunu savun*makta, arkasın*dan da:

«Bak lûgatlarda nedir ma'nâsını,

Boş yere techîl edersin sen seni.»[18]

Demek suretiyle hem bir yandan akıl vermekte, hem de “Sen boş yere cehaletini ortaya vuruyorsun!“ sözleriyle Müslümanları aşağılamaktadır.

Biz de O'nun tavsiyesine uyarak gerek eski, gerekse yeni lügat ve çeşitli kaynakları taradık. Bu muteber sözlük ve kaynaklarda «Murâbıt» kelimesi*nin ne anlama geldiğini tesbit ederek referanslarıyla birlikte şu şekilde aşa*ğıya ak*tardık:

* El-Mu'jam'ul-Wajîz:

«Rabata (fiilinin türevlerinden) Murâbata ve rıbât: Stratejik noktada ve (düşmanın sızabileceğinden) korkulan mev*kide sürekli bulundu, (nöbet tuttu demektir.) »[19]

* El-Munjid:

«Rabata (fiilinin türevlerinden) Murâbata ve rıbât: Bir işle sürekli ilgi*lendi (anlamına gelir.)»[20]

* El-Mu'jam'ul-Arabiy'yul-Esâsî:

«Rabata (fiilinin türevlerinden) Murâbata ve rıbât: Ordu, Stratejik nok*tada ve (düşmanın sızabileceğinden) korkulan mevkide sürekli bekledi, (demektir.) »[21]

* Mu'jam'u Lûgat'il-Fuqahâ':

«Murâbata' (da bulunmak)...: Olağanüstü bir durum için, düşmana karşı ülke sınırları üzerinde yerleşmek (beklemek, nöbet tutmak demek*tir).»[22]

* Lisân'ul-Arab :

«Murâbata kelimesi temel olarak: Karşıt iki ordunun, stratejik bir mevkide, bineklerini yerleştirmeleri anlamına gelir. Bunlardan her biri, diğerine karşı alarm ha*linde bulunur. Bu nedenle stratejik noktalarda yerleşip nöbet beklemeye (karargâh kurmaya) murâbata adı verilmiştir.»

İşte Arap ve İslâm Dünyası'nda kullanılan yukarıdaki lûgatlarda «murâbata» budur ve bu görevi yapan kimseye de yine Araplar tarafından «murâbıt» denmiştir.

Keza ünlü Tâj'ul-Arûs adlı lûgatda da «murâbata» şu ifadelerle tanım*lanmaktadır:

«Temel anlamda murâbata: Karşıt iki ordudan her birinin, kendi mev*ki*inde karargah kurmasıdır. Onlardan her biri, diğerine karşı alarm halinde bu*lunur. Dolayısıyla stratejik noktalarda yerleşip nöbet beklemeye rıbât adı ve*rilmiştir. Sâğânî tarafından ve “el-lisân“ adlı kaynakta aktarıldığına göre, (murâbata'nın anlamı budur.) Daha sonraları stratejik noktalarda nöbet bek*lemek manasında kullanılmıştır. Bazen de bizzat (savaşa mahsus) atlara rı*bât adı verilmiştir. Bu cümleden olarak Allah Teâlâ buyuruyor ki: “Ey iman edenler! Dayanın ve direnin; Murâbata yapın (alarm durumunda olun) ve Allah'dan sakının ki başarıya eresiniz.“ Bu, şöyle yorumlanmıştır: Dininizde kalmak için dayanın; Düşmanlarınıza karşı direnin ve murâbata yapın (savaşa hazırlıklı olun.) Yani savaşmak ve bineklerinizle irtıbat ha*linde olmak (onları savaşa hazır tutmak) suretiyle cihada devam ediniz.»

Ayrıca, tamamen cihad konusunda yazılmış en mükemmel kaynaklar*dan biri olan, İbn'un-Nahhâs'ın "Müsîr'ul-Ğarâm ilâ dâr'is-Selâm Fi Fazâil'il-Jihâd" adlı eserinde “rıbât“, “murâbıt“ ve “murâbata“ terimleri hakkında şu önemli bilgiler verilmektedir:

«Rıbat'dan amaç: Düşmanın sızabileceği tahmin edilen stratejik bir mev*kide cihad yapmak -yani silahlı savunmada bulunmak- ya da nöbet bekle*mek niyetiyle bir insanın kendini rapt etmesi (o arazide devamlı yer*leşmesi*dir); veya -güvenliği sağlamak için- Müslüman (asker) sayısını ar*tırmaktır. »

«Yazar, -Allah taksiratını af buyursun- şöyle diyor:»

«Doğrusunu Allah bilir, ama bana öyle geliyor ki: Kim sırf kafirlere karşı muhtemel bir silahlı mücadeleye katılmak üzere ya da nöbet beklemek ama*cıyla bir sınır bölgesinde murâbata yapar (hazır vaziyette yerleşir) ve is*tediği zaman bu yerden zahmetsiz olarak ayrılabilirse işte bu kişi murâbıttır ve ribât bekleme sevabına nail olur.»

Yine aynı kaynakta şöyle bir açıklama yapılmaktadır:

«Muhammed b. Atiyya, tefsirinde şunları kaydetmiştir:

«Sözün doğrusu şudur ki, râbıta denen şey, Allah yolunda düşmana karşı mücadele etmektir. Bu kelimenin aslı (atı bir yere bağlamak) demek olan “rıbât“ dan türemiştir. Ondan sonra da ister süvari, ister piyade olsun, İslâm topraklarının sınır boylarında askerlik yapan kimselere “murâbıt" adı veril*miştir.»

“Murâbıt“ teriminin, (sınır boylarında askerlik yapan kimse) demek ol*du*ğunu kesinlik derecesinde te'yid eden birkaç hadisi'i şerif de şöyledir:

• «Sınır boyunda bir gün bir gece rıbât yapmak (yani nöbet beklemek) bir aylık süreyi oruç ve namazla ihya etmekten daha hayırlıdır. Ve her kim sı*nırda, murâbatada bulunurken (yani nöbet beklerken) ölürse bu sevabın aynısına yine nail olur. Aynı zamanda (şehit gibi o da) rızıklandırılır. Bu hadisi Müslim riva*yet etmiştir.»

• «Fudâla b. Ubeydillah'dan rivâyet olunduğu üzere Hz. Peygamber (s) şöyle buyurdular:»

«Allah yolunda murâbıt kişi (yani kafirlerin muhtemel bir saldırısına karşı nöbet bekleyen Müslüman) hariç, ölen herkesin defteri dürülür. Ancak murâbıt kişinin ameli kıyamet gününe kadar nemalandırılır (artırılır.) Aynı zamanda mezar içi cezalarına karşı da kendisine güven veri*lir.»

Araplara ait muteber kaynaklardan yukarıya aktarılan tüm bu bilgiler*den sonra bir kez daha hatırlamalıyız ki «evliya»'ya, Araplar tarafından “murâbıt“ de*nildiği doğru değildir.

Şu var ki Abbasî Devleti'nin parçalanmasından sonra Kuzey Afrika sa*hil*lerine dadanan Batılı korsanlara karşı vaktiyle Müslüman berberi milis*ler, as*keri bölgeler oluşturmuşlardı. Buralarda istilacılara karşı murâbatada bulunuyorlardı. Yani İslâm topraklarını korumak amacıyla sahil boylarında nöbet bekliyorlardı. Hatta bir zaman sonra bu berberîler Murâbıtlar adı al*tında bir devlet bile kurdular. Mistik inanışlara önem verdikleri ve Kur'ânî değerleri yozlaştırdıkları için daha çok bu yüzden Muvahhidler tarafından yıkıldıkları sanılmaktadır.

Çok sonraları Kuzey Afrika sahillerinde egemenlik kuran Osmanlılar'ın etkisi altında bu berberi askerlere ait karargahlar birer tekkeye dönüştü. Bu mekânlarda yaşayan topluluklar, asırların akışı içinde softala*şa*rak askerî kimliklerini tamamen yitirdiler. İşte bu ilgilerle, Kuzey Afrika Ülkelerinde tarîkatçılara günümüzde de “Murâbıtlar“ adının veriliyor olması cehâletin ve gelenek*selliğin so*nucudur.



6. Râbıta-i Şerîfe Risâlesi:



Sırf râbıta hakkında yazılan bu kitapçık, Abdulhakîm Arvâsî tarafından 1923'de kaleme alınmıştır.

Kitabın aslı Osmanlıcadır. Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleşti*ril*miştir.[23]

Kitapta râbıtanın tarihi hakkında fikir verebilecek ifadeler de yer almak*ta*dır. Yazar bu konuda şunları söylüyor:

«Şimdi bize şöyle bir sual yöneltilebilir: »

«–Yürürlükte olan Râbıta-i Şerîfenin, sabit (isbat edilmiş) bir aslı var mı*dır?»

«Cevap şudur: »

«– Evet ; Kitap, sünnet ve büyük din imamlarının sözleriyle sabittir. »

«Fazla olarak bildirelim ki, yüksek Nakşi yolunun fertleri ve rükünleri ve şeyhleri, irşad edicileri ve irşada talipleri, hemen top yekûn Maverâünnehr, Buhâra, Hayve, Semerkand ve Hindistan'ın üstün Hanefi âlimlerinden olup, Hâcagân kolunun reisi Abdülhalik Gucdevânî zama*nındaki ikinci asırdan başlatırlar. Demek ki 1240 tarihine kadar Hanefi âlim*leri, kendi “sülûk-yola gi*riş“lerinde ve mürîdlerini “teslik-yola alış“larında râbıta ile amel etmişlerdir. »[24]

Yazar râbıtanın, belli bir tarihten sonra başlatıldığını itiraf etmektedir. Ancak O'nun da anlatım şekli, diğer bütün Nakşibendî şeyhlerinin üslûbu gibi örtülü ve karışık olduğu için, doğrusu yukarıdaki bilmecemsi sözlerden net bir fikir çıkarmak kolay değildir. Dilerseniz bir de siz deneyiniz bakalım râbı*tanın, -yazara göre- başlatıldığı tarihi, bu ifadelerden kesin şekilde çıka*rabile*cek misiniz?



Abdulkhâlıq Gonjduwânî'nin, ölüm tarihi hicrî 575, mîlâdî 1179 dur. Yazar râbıtayı, «Hâcagân kolunun reisi, Abdülhâlik Gucdevânî zamanın*daki ikinci asırdan başlatırlar. » diye bir ifade kullanmaktadır.

Her şeyden önce «Abdülhalik Gucdevânî zamanındaki ikinci asır» ne demektir ? Görüldüğü gibi Nakşibendîleri anlayabilmek için ne bilgi ne de akıl yeterlidir.

Arvâsi'nin sözlerinden anlaşılabilen tek şey, Nakşibendî rûhânilerinin, hepsinin Türk illerinden olduklarıdır.

Abdulhakîm Arvâsî, Said adındaki bir mürîdine yazdığı 31.Mayıs.1923 ta*rihli mektubunda râbıtayı tanımlamakta, uygulanış biçimini ve faydala*rını açıklamakta, onu zikirle karşılaştırmakta ve süresinin on beş dakika ol*du*ğunu söylemektedir ; Ayrıca günlük zikir miktarının, (Allah, Allah, Allah...) şek*linde tekrarıyla en az bedbin olduğunu kaydetmektedir.

Bütün bunlar yukarıda sözü edilen mektupta geçmektedir. Bu mektup ise, Râbıta risâlesi’ne ait sadeleştirilmiş nüshanın baş tarafına yerleştirilmiştir.

Bu kitapçıkta anlatılanların, Halid Bağdâdî'ye mal edilen mektupta*ki ilginç şeylerden genellikle esinlenilerek yazıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim bu özellik yalnızca bahsi geçen ki*tapçık için değil, aynı zamanda söz konusu mektuptan sonra kaleme alınmış bütün yazı çiziler için de geçerlidir. Şu var ki bu kitapçıkların yazar*larından her birince konu, sanki çözümlenmesi çok zor bir sorun, ya da cennetin bir anahtarıymış gibi derin bir heyecan içinde ele alınmış ve bir tarîkatçının, karmaşık ruh yapısına özgü ; akıl, mantık, fıtrat ve zevk sınırla*rını zorlayan bir telaş içinde çiziklenmiştir!

İşte bu halet-i rûhiye içinde kaleme alınmış olan «Râbıta-i Şerîfe» adlı ki*tapçıkta dikkat çekici şu ifadeler kullanılmıştır:

«Râbıta, Allah'a ermeye müstakil bir yoldur. »[25]

«Râbıta, İlâhî-Zâtî sıfatlarla tahakkuk etmiş ve müşahede makamına varmış bir kâmil ve mükemmele kalb bağlayıp, huzur ve gıyabında o zatın suretini hayâl hazinesinde muhafaza etmekten ibarettir.»[26]

«Malum olsun ki bu yolla Allah'a ermek, kamil şeyhin muhabbet ve râbı*tasına bağlıdır (...) »

«Evliyadan bazıları vardır ki, sadık mürîde, vefatından sonra hayattay*ken olduğundan daha fazla menfaat eriştirir. Yine evliyadan bazılarının, rûhâni*yeti vasıtasıyla ilahi emirleri takib ve tatbik ettirdiği kimseler vardır. İsterse o velî kabrinde meyyit olsun... Kabrindeyken mürîdini yetiştirir. Mürîdi kab*rinden onun sesini işitir. Nitekim Ebulhasan-ül Hırkanî Şeyh Ebi yezid Bestâmî'den bu şekilde Feyiz almıştır.»[27]

Yani ölü evliya ile röportaj yapılabilir! Halbuki Allah Teâla ölülerin, duymadıklarını ve konuşmadıklarını Kur'ân-ı Kerim'de bildirmektedir.[28]

İlginç bir tesbit de şudur ki Arvâsî, sırf râbıtayı bir kitap konusu yaptığı halde, içinde tasavvufun başlıca terim ve kavramlarını tarif ettiği «Er-Riyâz'ut-Tasavvufiyye» adlı bir başka kitabında râbıtaya hiç mi hiç yer ver*memiş*tir! Bu kadar büyük bir çelişki, acaba râbıta hakkında size neyi dü*şündürebilir?

Yazar, «Râbıta-i Şerîfe» adlı risâlesinde ayrıca:

“Mezarlara râbıta keyfiyeti“, “Râbıtanın edepleri“ve “Râbıtanın şartları“ gibi başlıklar altında canı ne istemişse onu yazmaktan geri kalmamıştır.



7. Ez-Zâbıta Fi'r-Râbıta:



Bu kitap, mîlâdî 1889-1968 yılları arasında, yani çok yakın geçmişte ya*şamış olan ve muhitinde Şeyh Seydâ olarak tanınan, Cizreli Şeyh Said b. Omar ez-Zengânî tarafından hazırlanmıştır.

Şeyh Seydâ, «Doğu»'daki Ez-Zehrâ Medreseleri'nin, henüz tamamen çı*ğır*dan çıkmadığı bir dönemde ve Cizre gbi (eski ilim merkezlerinden ol*manın -silik de olsa- izlerini taşıyan) bir yerde, emsallerini geride bırakarak, İslâmî ilimlerde nisbeten iyi bir öğrenim görmüş, aynı zamanda eserler de vermiştir. Buna rağmen gelenekçiliği aşamamış ve Nakşilerin «Güneydoğu»'da yaklaşık ikiyiz yıldır süren yoğun propagandaları karşı*sında bölgenin kültürsüz şeyh*leri ve mollaları gibi O da ne yazık ki tarîkat*çılara alet olmuştur.

Tabiatıyla bunun nedeni, «Doğu Medreseleri»'nin bu ikiyiz yıllık süre bo*yunca tamamen Nakşî şeyhleri tarafından yönetilmiş olmasıdır. Dolayısıyla bu medreselerde, Şeyh Seydâ gibi okuyup mezun olmuş şeyh ve mollaların tümü Nakşibendî olarak yetişmişlerdir. O günün şartlarında bu*nun aksi za*ten düşünülemezdi. Kaldı ki Şeyh Seydâ'nın bizzat içinde ye*tişmiş olduğu aile, «Doğu»'daki Nakşîlik merkezlerinden biri idi. Bu ne*denle Şeyh Seydâ'nın, farklı bir meşrep ve görüşle yetişebilmesi ancak ola*ğanüstü ilâhî bir tevfikle müm*kün olabilirdi.

Şeyh Seydâ'nın, Molla Muhammed Şerif adında birine hitaben kaleme al*dığı bu kitapçık, sadece on yedi sayfadan ibarettir. Girişindeki ilk birkaç sa*tır hariç, kitabın hemen hepsi, üç yerden yapılan alıntılarla hazırlanmıştır. Bu üç kaynak şunlardır:

* Halid Bağdâdî'nin, kardeşinin oğlu Es'ad Sâhib'e ait “Nûr'ul-Hidâye'ti wa'l-İrfân“

* Muhammed bin Abdillâh el-Khânî[29] tarafından yazılmış bulunan “El-Bahja’tus-Seniyye“

* Halid Bağdâdî'ye mal edilen ve O'nun, İstanbullu Muhammed Es'ad Efendi'ye gönderdiği ileri sürülen mektup.

Bu kitapçığın, aynı konuda yazılmış diğerlerinden pek büyük farkı ol*ma*makla beraber, daha çok derleme ve alıntılardan oluştuğu için hazırlayı*cısı*nın, kendinden fazla bir şey katmak istemediğini göstermektedir. Bu da O'nun, yaşamı boyunca soluduğu tarîkat atmosferine rağmen -Arvâsî'den farklı olarak- medrese geleneğine daha çok bağlı kaldığını yansıtmaktadır. Bununla birlikte tarîkatçılardaki kör taklidin açık bir örneğini de canlan*dır*maktadır. Şöyle ki: Muhatap kişiye,

«Faziletli ve temiz kardeşim Molla Muhammed Şerif» diye hitap edil*miş bulunulması, muhatabın okumuş bir kimse olduğunu ve çok büyük ihti*malle râbıta hakkında kuşkuları bulunduğunu kanıtlamaktadır. Bu şahsa, mektupta adları geçen ve nüshaları Nakşibendî şeyh ve mollaların Kütüphânelerinden eksik olmayan bu üç kitapçığın sadece adlarını vermesi herhalde yeterli olurdu. Şeyh Seydâ'nın, böyle davranacağına, -birkaç cüm*leden başka - bu kitapçığın neredeyse tümünü bu üç kaynaktan yaptığı alıntı*lardan oluş*turması ise O'nun, akademik anlayış adına sahip olduğu düzeyi gözler önüne sermektedir. Sonuç olarak bu da Şeyh Seydâ'nın, diğer Nakşî şeyhlerinden farklı olmadığını, dolayısıyla râbıta hakkında yazıp çizdikleri*nin talihsiz bir çabadan öteye gitmediğini anlatmaya yeterlidir.

Bu kitapçığın en şaşırtıcı tarafı ise, Halid Bağdâdî'nin mektubundan bir bö*lümünün, buraya aktarılmış olmasıdır. Bu alıntı, Zemakhşeri'ye ait Keşşâf Tefsiri'nden yapılmıştır. Sözde râbıtayı kanıtlamak için yapılan bu aktarma, özellikle Şeyh Seydâ gibi ilimle haşir neşir olmuş birine yakışmayan büyük bir bilgisizlik örneğidir. Sebebine gelince nakledilen bu bölüm, esasen (râbıtacıların savunmakta olduğu tezi kanıtlamak şöyle dursun), tam ter*sine -Yusuf Sûresi'nin 24'üncü Âyeti’ne tefsir olmak üzere- ileri sürülen sa*kat görüşler alt satırlarda çürütülmekte ve bu yorumlar «Allah'a ve pey*gamber*lere bühtandır, iftiradır! » diye reddedilmektedir. Dolayısıyla Şeyh Seydâ'nın, işin iç yüzünü araştırmadan ve herhalde Keşşaf Tefsiri'ndeki il*gili yere bir kez bile göz atmadan, bu bölümü olduğu gibi şeyhinin mektu*bundan buraya ak*tarma gafletini gösterdiği anlaşılmaktadır.

Bu da tarîkatçılar tarafından göklere çıkarılan insanların, ciddiyetini, ger*çek kişiliğini ve ilimden ne kadar nasip aldıklarını kanıtlamaktadır.



8. Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta



Bu, bir ilahiyât hocası tarafından hazırlanmış ancak henüz basılmamış bu*lunan 44 sayfalık bir çalışmadan ibarettir.

Yazar,

«Kültürlerarası bir özellik gibi gözüken bu konuda Müslümanların da bir yolu ve usûlü bulunduğu ve bunu da râbıta şeklinde sistemleştirdikleri söy*lenenebilir.» demektedir.[30]

Râbıtayı meşrulaştırmak ve O'nu, İslâm'ın değerleri arasında varmış gibi göstermek için oldukça esnek bir giriş niteliğini taşıyan bu sözler Kur'ân'ın rûhuna yabancı olan okuyucuyu şartlandırmak bakımından mo*dernist bir sunuş örneğini sergilemektedir.

Aslında Nakşibendîlik,-dünden bugüne- eskimiş çeşitli din ve felsefe*ler*den beslenerek meydana gelmiş bir tarîkattır; Yani -yazarın da desteklediği- kültürlerarası alışve*rişin en çarpıcı ürünlerinden biridir. Buna rağmen Nakşibendîlerin, «Kültürlerarası ortak özellikler» diye bir kanâate kendi açıla*rından hiç de sıcak bakmayacakla*rını kestirmek zor değildir. Onların bu çe*lişkisi ile (İslâm'ın bir köşesine râbıtayı yerleştirebilmek için oldukça kıvrak bir rol üstlenmiş olan) yazarın, yuka*rıdaki sözler içinde sergilediği çelişki ara*sında açık bir uyuşmazlık vardır ki bu da üçüncü bir çelişkidir!!!

Yazar, râbıtayı anlatırken: «İmitatio dio», «İmitatio hominis», «Beşer symbiosis» ve «İdentification» gibi yabancı terimler kullanarak; Samuel Smiles, Joshua Loth Liebman, Prof. Jeager ve Shimmel gibi yabancı yazar*ları referans göstererek âdetâ Modern Nakşibendîlik Döneminin öncülü*ğünü yapmaktadır.

İlginçtir ki Nakşibendî cemaatlerinin, bu üslûptan ve bu işgüzarlıktan hiç de haberleri yoktur. Hatta eğer râbıtanın böyle bir üslûpla savunuldu*ğunu görecek ya da duyacak olurlarsa, “Evliyâlar yerine bir sürü kâfirden nakiller yapmış“ diye yazarı takdir yerine belki tektir bile edebilirler! Çünkü onlar, bu tarîkatı (Budizm'in “drahma“'ları üzerine oturtmuş olan), ne eski rûhânîlerin geçmişteki düzmecelerini İslâm'dan ayırt edebi*lecek ye*terli bir ilim ve basirete sahiptirler; ne de çağdaş ilâhiyatçıların edebî ve akademik havalar içinde râbıta aşkına yazdık*ları meşruluk fetvâ*larını anlayabilecek kültür ve anlayış düzeyini yakalaya*bil*mişlerdir. Dolayısıyla bu çalışmanın, Nakşibendîler tarafından kutlan*ması ya da ödüllendirilmesi ih*timalden uzaktır. Bununla birlikte ya*zar, râbı*tanın kesin yerini saptamak ko*nusunda açık bir kanâat ortaya koy*madığın*dan bu sorun karşısında okuyu*cuyu te*reddüt içinde bı*rakmaktadır.

Çünkü okuyucunun aradığı özetle şudur:

* Râbıtanın İslâm'da yeri var mıdır, yok mudur? Ya da başka bir ifade ile: Râbıta, ef'âl-i mükellefîn'den hangisinin sınırları içinde kendine yer bulabi*lir?

* Râbıta bir ibâdet şekli midir, öğrenciyi hocasına bağlamak için seküler bir alıştırma ya da şartlandırma biçimi midir, yoksa sırf bir zihin sporu mu*dur? Eğer bir ibâdet biçimi ise bunu gerçekten, Mâide Sûresi'nin 35. ve Tevbe Sûresi'nin 119. âyet-i kerîmeleri ile kanıtlamak mümkün müdür?

* Eğer hocayı öğrencisine sevdirmek, ya da hocanın saygısını öğrencisi*nin zihnine nakşetmek gibi râbıtadan masum ve hayırlı bir amaç güdülmek iste*niyorsa, üstelik kitap ve sünnetle kanıtlanan bir eğitim sistemi ise neden sa*dece Nakşi Tarîkatı'yla sınırlı bırakılmakta, neden tüm ilim müesseseleri için öngörülmemektedir? Allah'ın emir ve yasaklarını belli bir tarîkat çev*resiyle sınırlı tutmanın açıklaması acaba ne olabilir?!

* Hz. Peygamber (s), Nakşibendîler tarafından yapılmakta olan râbıtayı aynı uygulanış biçimi ile hayatında bir kez olsun yapmış mıdır? Yani gözünü yumarak, nefesini kontrol ederek, teverruk oturuşu ile oturarak ve (mürşid diye kabul ettiği) birinin şeklini zihninde canlandırarak “râbıta“ adı altında bir eylemde bulunmuş mudur; ya da ashabından birine böyle bir şeyi telkin etmiş midir?

Eğer amaç, gerçekten Müslümanları râbıta hakkında aydınlatmak ise işte en başta bu ve benzeri sorulara cevap bulmak suretiyle gereken hizmet, ye*rine getirilebilirdi. Oysa bu çalışma ile yapılan şeyler, ne yazık ki râbıta kav*gasını kızıştırmaktan başka hiç bir işe yaramayacaktır! Yazar, büyük emek*ler vererek yaptığı söz konusu araştırmasını belki de bu yüzden bastırma*mıştır.

Her şeye rağmen yazarın bazı tesbitleri râbıta ile ilgili önemli gerçekleri su yüzüne çıkarmaktadır. Bunlardan biri de O'nun şu sözleridir:

«Râbıta hakkında bilgi veren kaynaklar, oldukça muahhar devrin mah*sulleridir.»

Bu ifadenin son kesitinde, ağdalı bir anlatım biçimi seçilmiştir! Bunun, bilinçli yapıldığını insan düşünmeden edememektedir. Çünkü «Muahhar devrin mahsulleri» günümüzün Türkçesi ile “yakın dönemin ürünleri“ de*mektir. Yazarın hem hayatta bulunduğuna, hem de yaşlı olmadığına ba*kıla*cak olursa, böyle bir dil kullanması ister istemez bazı kuşkulara neden ol*maktadır. Eğer râbıta konulu kitapçıklar için «Muahhar devrin mahsulle*ri*dir.» deyimi yerine, örneğin: «Yakın tarihte kaleme alınmışlardır.» de*seydi, râbıtanın, daha dünün meselesi olduğu hakkında acaba bazı çevreleri huy*landırmış mı olacaktı, yoksa Müslümanlarla tarîkatçılar arasında olaylar çı*kacak diye yaza*rın bir*takım endişeleri mi vardı?! Bunu kestirmek kolay de*ğil, ama O'nun, neden arı bir Türkçe ile hazırladığı çalışmasının orta yerine âdetâ dikenli tel*ler gibi bu dolambaçlı an*latım biçimini yerleştirmesine te*sadüf demek de zordur.

«Kavram olarak râbıta», «Uygulama olarak râbıta» ve «Râbıtanın delil*leri» olmak üzere üç bölümden oluşan çalışmasında yazar, ideal model ola*rak kâmil insanın varlığını savunurken nihâyet sözlerinin sonlarına doğru ay*nen şu ifadeyi kullanmaktadır:

« “Her yiğidin gönlünde bir arslan yatar“ atasözünde bir realite olarak var*lığı ifade edilen bu idealizasyon, insân-ı kâmilleri hedef almakla bu ihti*yacı gidermeye matuf olsa gerektir.»[31]

Tabiatıyla bu sözler O'nun en azından tarafsız olmadığını açıkça kanıt*la*maktadır.

Yukarıda ayrıntılı olarak incelenen sekiz kitapçıktan başka dört adet Nakşi*bend*înin başlaşa vererek «Râbıta ve Tevessül» adı altında yazdıkları bir di*ğeri de 1994 yılında yayınlandı. Bunun belki de en ilginç yanı, hacmı ile içe*riği arasındaki tutarsızlıktır. Çünkü epeyce kalın gibi gözükmesine rağmen sadece baş taraflarında râbıtadan biraz söz edilmiştir. Geriye kalan kısmında ise şahıs bi*yografilerine ve daha çok, (yakın tarihte yaşamış olan ve ilim dünyası tarafın*dan tanınmayan) doğulu birkaç mollanın mitolojik hayat hikayelerine yer ve*rilmiştir. Bu nedenle üzerinde durmaya değmez.

İşte Nakşibendîlik tarihinde sırf râbıta hakkında kaleme alınmış olan ya*zılı şeyler bu dokuz kitapçıktan ibarettir.

Görüldüğü üzere bunların en önce yazılmış olanı Halid Bağdâdî'ye ait «Risâle'tun Fi Tahqıyq'ır-Râbıta» başlıklı mektuptur ki bu, 1811 yılından önce yazılmış olamaz. Sebebine gelince Bağdâdî, ancak bu tarihte Nakşî şeyhi ola*bilmiş ve Hindistan'dan Irak'a dönerek tarîkatını yaymaya başlamıştır. Bu da demek oluyor ki: sırf râbıta hakkında ilk kez kaleme alınmış olan ka*yıtlı mal*zeme, günümüzden en çok 185 yıl önce yazılmıştır.[32] Bu ise çok ya*kın bir geç*miştir. Dolayısıyla denebilir ki: İlk kez 1550'lerde yalın bir kav*ram olarak söz konusu edilmiş olan râbıtanın, 1811 tarihine kadar çeşitli ta*savvurlarla ve daha çok Hind mistisizminin etkisi altında zaman zaman tarîkat meclisle*rinde rûhânîler tarafından işlenmek suretiyle piştiği anlaşıl*maktadır.

Gerek bunlar, gerekse râbıtayı sadece bir ayrıntı olarak işlemiş bulunan (aşağıda incelenecek) yazılı malzemelerin tümü, aynı özelliklere sahip, üs*lûp ve bilimsellikten yoksun, rasgele, bölük pöçük ve bir iki tanesi hariç, ilim er*babı tarafından ciddiye alınmaktan uzaktırlar. Çünkü:

* Hepsi de mistisizmin etkisi altında şartlanmış olan insanlar tarafın*dan yazılmışlardır.

* Bu şahısların tamamı, Uzakdoğu dinlerinden en çok etkilenmiş olan Müslümanımsı toplulukların içinde yetişmişlerdir.

* Bu kitapçıkları yazanlar arasında Hz. Peygamber (s)'i, gerçek kişili*ğiyle örnek almış bir tek adam bile yoktur. Bunu nasıl söyleyebiliyoruz?

Çünkü her şeyden önce şurası çok iyi bilinmektedir ki İslâm'a, tevhide, hakka, adalete, bilgiye, dü*rüstlüğe, çalışkanlığa ve yüce ahlâka karşı olan putperest, baskıcı, bağ*naz insanlara ve zâlim güçlere karşı Allah'ın Rasûl'ü, hayatının hemen tümünü savaşarak geçirmiştir. Namazını bu savaşın içinde kılmış, orucunu bu savaşın içinde tutmuş, haccını bu savaşın içinde yapmış, zekâtını bu sa*vaşın içinde vermiş, zikrini ve bütün ibâdetlerini bu savaşın içinde yapmış*tır... Nakşibendî “evliyâları“'nın tamamı ise O'nun tam tersine, hayatta belki üzerlerinde paslı bir çakı bile taşımamış, teslimi*yetçi, mistikçi, bedduacı ve meditasyoncu tipler olarak yaşamışlardır.

* Bu kitapçıkların hepsi de İslâm Ümmeti'nin çöktüğü; İslâm toprak*la*rının yabancılar tarafından işgâle uğradığı ve çiğnendiği; parçalanıp bölüşüldüğü; Cehaletin ve ona bağlı olarak sefaletin, her türlü gericiliğin ve geri kalmışlığın, hurâfelerle örülü batıl inanışların en yaygın olduğu bir dönemde yazılmışlardır.

* Bu yazılarda, insanları sırf Nakşibendîleştirmekten, mürîdi şeyhin mut*lak irâdesine körü körüne bağlamaktan ve bunun arka planındaki he*defleri gerçekleştirmekten başka hiç bir amaç yoktur.

Bu nedenle eğitimsiz zümrelerin zihnini kirletebileceği ihtimaline karşı İslâm'ın asîl değerlerini korumak amacıyla söz konusu kitapçıklar, ancak Müslüman araştırmacılar tarafından belki bir kritik konusu yapılabilirler. Nitekim burada da aynı amaçla söz konusu edilmişlerdir.

Sırf râbıta konulu bu sekiz kitapçıktan başka, râbıtayı sadece bir ayrıntı ola*rak işlemiş olan yazılı birtakım malzemeler daha vardır. Suhrewerdî'ye ait «Avârif'ul-Maarif» adlı kitap hariç diğerlerinin kayda değer bir yanı yok*tur. Aslında Avârif'ul-Maarif, Nakşibendî râbıtasından hiç söz etmemekte*dir. Râbıta sözcüğü bu kitapta tamamen tesadüfi olarak kullanılmıştır. Bununla birlikte araştırmacılar için bir fikir verebilir diye aşağıda bunlara ilişkin özet bilgiler sunulmuştur.





--------------------------------------------------------------------------------

[1]. Muhammed Es'ad Efendi: (İstanbullu, H. 1204/M. 1789-H. 1264/M. 1848). Mahmud II. Dönemi'nin devlet adamlarındandır. Halid Bağdâdî O'na,"Risâle-i Râbıta" adı altında bir mektup gönderdiği için Nakşibendîler bu şahsa âdetâ kutsal bir kişilik atfederler.

[2]. Bu şa*hıs, ha*len sağ bulunmakta, cemaatini yönlendirmekte ve özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri içinde Nakşibendîliği yaymaya çalışmaktadır.

[3]. Bk. Abbas el-Azzawî, Mawlânâ Khâlid an-Naqshabandî, Mejelle'tul-Mejma'il-İl*miy*'*yil-Kurdiy (Kürt Akademisi Dergisi) Sayı-1-Bağdad; Muhammed Muti' el-Hafız-Nizar Abaza, Ulemâ'u Demashq wa A'yânuha: Cilt 1/S.306, 313-318; Midilli'de sürgün Seyyid Vasfi Hüseynî, Tercüme-i Risâli-i Râbıta (Osmanlıca), Raşahât Hamişi s. 234-257

[4]. Bu kitapçıktan kolayca elde edebildiğimiz nüsha, Türkiye'de, bir yayınevi ta*ra*fından bastırılmıştır. Yazarının adı Hüseyn ed-Dewserî'dir. Metin Arapça’dır ve (Muhammed Murad tarafından, Farsçadan Arapça’ya ter*cüme edilmiş olan) Rabbâni'ye ait Mektubâ'tın, birinci cildinin hâmişine yerleştiril*miştir. Kitapçığın adı, -büyük ihtimalle- basımcı tarafından küçük bir değişik*likle her ne kadar: «Er-Rahme'tul-Hâbita Fi Tahkıyk'ır-Rabita» olarak iç ka*pağa ya*zılmış ise de yazar bu adı, giriş kısmında: «Er-Rahme'tul-Hâbita Fi Zikr'i İsm'iz-Zât'i wa'r-Râbita» olarak kaydetmiş bulunmaktadır.



[5]. Bk. Muhammed Muti' el-Hâfız-Nizâr Abaza, Ulemâ'u Demashq ve A'yânuha 1/304. Dâr'ul-Fikr'il-Muâsır, Beyrut-Lübnan.

Bu ibârede geçen «El-Jûkiyye» kelimesi, esâsen «El-Yogiyye», yani «yoga» demektir. XIX. yüzyıl Arap âlimleri (ya da aydınları) tarafından «yoga» kelimesinin, «El-Jûkiyye» şeklinde kullanıldığı anlaşılıyor. Günümüzde ise bu sözcük, Araplar tarafından «El-Yoğa» olarak kullanılmaktadır.

İlginç olan: «El-Jûkiyye» Kelimesinin daha çok, Halid Bağdâdî'yi suçlayan karşıtları tarafından kullanılmış olmasıdır. Bu şahısların ba*şında ise şeyh Maruf en-Nûdehî el-Berzenjî ve Musul Eşrafından Osman Hayaî Bey (Ebu Saîd Osman b. Süleyman Paşa el-Celîli) gelmektedir. Osman Hayai Bey bu kelimeyi, Halid Bağdâdî'yi eleştirdiği «Dinullah'il-Gâlib Alâ Kulli Munkirin Mubtedi'in Kâzib» adlı risâlesinde kullanmıştır. Bu risâle, ise, Muhammed Emîn es-Suweydî tarafından «Def'uz-Zulûm An'il-Wuqû'i Fi Irz'ı Haz'el-Mazlûm» adı altında kaleme alınan bir reddiyeye konu ol*muştur. (Bk. Süleymaniye Kütüphânesi, Es'ad Ef. Bölümü No. 1404)

Ayrıca, Halid Bağdâdî'nin halîfelerinden Ahmed el-Biqâî de «Risâle'tun Fi Âdâb'it-Tariqa'tin-Naqshabandiyya» adlı eserinin 33. sayfasında bu kelimeyi kullanmaktadır. Ancak el-Biqâî, şeyhlerin kerametlerini, brahman yogileri ve yunan filozofları tarafından sergi*lenen olağanüstü olaylarla karşılaştırırken bu kelimeden söz etmektedir.

Bundan daha ilginç olanı da şudur: Sözde, «Vahhâbîler»'e öğüt vermek için (!) kaleme aldığı, ancak onlara sövüp saymaktan, buna pek fırsat bulamadığı anlaşılan İstanbul’daki Modernist Nakşibendîlerin lideri de bu kelimeyi, söz konusu kitabında kullanmıştır. Bu söz*cüğü aynen «Cûkiyye» şeklinde yazan modernist şeyh, ondan sonra da «Berehmen» diye bir kelime daha kullanmıştır.

Bunun ilginç yanı nedir diye sorulabilir: Bilindiği üzere bu kişi, ünlü Arvâsî'nin halîfe*si'dir. Nakşibendîlik adına ne öğrenmişse O'ndan aşılanmıştır. Onun için, hem İstanbullu olmak, hem de sözde kimya gibi pozitif bir bilim dalında öğrenim görmüş olmak gibi avantaj*larla bu şahsın, kültürden az çok nasibini almış biri olması beklenirken her ba*kımdan şeyhi*nin etkisi altında kaldığı açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim bu iki kelimenin ne anlama gel*diklerini bile pek bilemediği sanılmaktadır. Çünkü, XIX. yüzyıl boyunca toplumu meşgûl eden, Halid Bağdâdî hakkındaki yoğun dedikoduların hâlâ sürüp gitmesinde en büyük rolü oynayan bu kişi, sırf râbıtayı gündemde tutmak için elinden geleni geri bırakmamasına rağ*men «Yoga»'nın ne olduğunu öğrenememiş*tir! Nitekim O'nun, «Berehmen denilen Hind pa*pasları....» diye kullandığı cümle bile ken*disinin ilim ve kültürden ne kadar nasip aldığını açıkça göstermektedir. Çünkü her şeyden önce «papas» (ya da papaz), Hristiyanlık'da alt dereceden olan «dinadamları»'na verilen bir sıfattır. Hind müşriklerinin 1947'ye kadar yük*sek kastına bağlı olan ve «Brahman» sıfa*tıyla bilinen «dinadamları»'na papas demek, koyu bir cehâletin belirtilerindendir. Hem sonra bunlara «Berehmen» denilmez, kelimenin doğru telaffuz şekli «Brahman»'dır.



[6]. Eb’ul Faraj Abdurrahman b. Ali b. Muhammed İbn el-Jawzî, Telbis'u İblîs s. 371. Bağdad-1983.

[7]. Bk. Age. S. 180-198. Bu ansiklopedide Telbis'u İblîs adlı esere, 192. Sayfada ve 201. Sıra numarasında yer verilmiştir.

[8]. El-İnsan'ul-Kâmil s. 122

[9]. Ruh'ul-Furkan: 2/67

[10]. Tasavvufî Ahlâk, 2/296

[11]. Mecelle; Kavâid-i Külliyye (Genel Kurallar)

Madde: 2. «El-Umûr'u Bimeqâsıdihâ»

[12]. Bk. TDV. İSAM. 297.7 NM. Z 46644 s. 62-111

[13]. Zirikli, bu şahıstan söz ederken bazı eserlerinin adlarını vermiş, ancak bu risâleden bahsetmemiştir. Bk. Hayruddîn Zirikli, el-A'lâm: 1/44

[14]. İbrahim el-Fasîh, Tuhfa'tul-Uşşâq Fi İsbât'ir-Râbita s. 5

[15]. Kurân-ı Kerîm: 3/151

[16]. Hz. Peygamber (s)'e yakıştırılan «Rasûl-i Kibriyâ» nitelemesinin, İslâm kay*naklarında hiç bir dayanağı yoktur. Yalnızca Türkiye'deki tarîkatçılar arasında ve onların etkisini yaşayan çevrelerde bu tabir kullanılmaktadır. Akılları sıra Hz. Peygamber (s)'i çok havalı bir övgü ile anmak için bu sentetik duayı tercih etmektedirler. Halbuki Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s)'i, Kurân-ı Kerîm'de: «Nebiy», «Rasûl» ve Rasûlullâh» sıfat*larıyla tanıtmıştır. Nitekim Ashâb-ı Kirâm, Tabiîyn, Selef-i Sâlihiyn ve onları örnek alan tüm İslâm âlimleri O'nu, şânına en çok yakışan bu Kur'ânî sıfatlarla daima anmışlardır.



[17]. Muhammed Emîn el-Kurdî, Tenwîr'ul-Qulhub s. 506



[18]. Mustafa Fevzi, İsbât’ul-Mesâlik Fi Râbıta'tis-Sâlik s. 25

[19]. Mısır Arap Dil Kurumu, birinci basım. Kahire-1980

[20]. Luis Ma'lûf el-Yesûî

[21]. ALECSO-1989

[22]. Muhemmed Rawâsî Qal'aji – Hâmid Sadıq Quneybî

[23]. İstanbul-Süleymaniye Kütüphânesi, Celal Ötüken bölümü /232; Üniversite Kütüphânesi, 438/21 ve Beyazıt Devlet Kütüphânesi, 243435 sayı altında bu risâleden birer nüsha bulunmaktadır.

[24]. Age. S. 30, Beyazıt Devlet Kütüphânesi, 243435

[25]. Age. S. 17

[26]. Age. S. 18

[27]. Age. S. 19

[28]. Kur'ân-ı Kerim: 6/111, 27/80, 30/52

[29]. Muhammed bin Abdillâh el-Khânî: (1798-1862)

Köken olarak Haleb yakınlarındaki Khân'u şeykhûn Kasabası'ndandır.

Önce Kâdirî Tarîkatı'na bağlıyken Bağdâdî'nin ünlenmesi üzerine O'na mürîd oldu. Bağdâdî'nin en üst derecede halîfe tayin ettiği üç kişiden üçüncüsüdür. (Oğlu Muhammed bin Muhammed el-Khânî, bunlardan, babasına ait “El-Bahja’tus-Seniyye“ adlı kitabın sonunda ayrıntılı olarak söz etmekte*dir.)

El-Khânî, Bağdâdî'ye bağlı, Suriyeli Nakşibendîlerin en ünlüsüdür. Yerine, adaşı ve oğlu Muhammed'i şeyh olarak tayin etti. ikisini birbirinden ayırt ede*bilmek için bu ikinci Muhammed'e Nakşibendîler arasında «Küçük Muhammed» denilmekte*dir.

Muhammed bin Abdillâh el-Khânî, 1845 yılında Osmanlılar'ın Suriye Valisi olan Musa Safveti'yi kendine bağlayarak O'ndan ayda 1500 altın bağış almayı başardı. 1853'de de İstanbul’a gitti ve devlet protokolü ile karşılandı.

Kendisi, oğlu Küçük Muhammed ve torunu Abdulmecîd, üç kuşak boyu Suriye'de Bağdâdî'nin temsil*cisi ve Nakşibendîliğin sembolü oldular. Türk egemenliğinin sona erme*siyle birlikte Nakşîlik Suriye'nin Arap muhitinde sönünce bu aile de tamamen unutuldu.

[30]. Söz konusu basılmamış çalışma s. 4



[31]. Age. S. 44



[32]. Bu tarih, râbıta hakkındaki bu araştırmamızın, birinci baskısının gerçekleştirildiği 1996 yılı itibariyledir.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. January 2011, 02:04 PM   #13
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

B) Râbıtayı Bir Ayrıntı Olarak İşlemiş Bulunan Kitaplar, ya da Kitapçıklar;



1. Avârif'ul-Maarif:

Bu kitabı, yukarıda genel niteliklerinden söz edilen kitaplardan şu iki ne*denle hariç tutmak doğru olur:

•Avârif'ul-Maarif, diğerleriyle karşılaştırılamayacak kadar düzeyli bir eserdir.

•Kitabın yalnızca bir yerinde (ve ne ilginçtir ki bir tesâdüf eseri olarak şeyh-mürîd ilişkisine ayrı*lan bölümde) kullanılmış olan râbıta sözcüğün*den amaç, asla Nakşilik'deki râbıta değildir.

Eserin metni Arapça yazılmıştır ve elimizdeki nüsha, Abdulqâdir el-İyderûs'a ait Ta'rif'ul-İhya ile Gazalî'nin, karşıtlarına cevap verdiği, el-İmla adlarındaki iki kitapla birlikte bir cilt içinde Mısır'da basılmıştır. Üzerinde herhangi bir tarih yoktur.

Kitabın yazarı, Omar b. Muhammed b. Abdillah b. Muhammed - Şihâbuddîn Ebulhafs es-Suhrewerdî- dir. H. 539-632, M. 1145-1234 tarihleri ara*sında yaşamıştır. Abdulqâdir Geylânî'nin çağdaşı ve öğrencisi*dir. O'nu, adaşı olan (Gnostik tasavvufun temsilcisi) Şihâbuddîn Suhrewerdî (Yahya b. Habeş el-Maktûl) ile karıştırmamak gerekir.

Aşağıdaki ifadesinde görüleceği gibi bir rastlantı da olsa râbıtadan ilk kez söz eden bu zattır. Ancak bu, bir bakıma doğru bir tesbit sayılmaz. Çünkü bu gerçeği, yazarın aşağıdaki sözlerinden anlamak mümkündür.

Yazar, kitabının: «Âdâb'ul-Mürîd'i Maa'sh-Sheyh» (Yani: Mürîdin, şeyhe karşı uymak durumunda olduğu kurallar) adı altındaki 51'inci Bölümde şun*ları kaydetmektedir:

«Duydum ki -Allah rahmet eylesin- Şeyh Abdulqâdir'e fakir bir ziyaretçi geldiğinde kendisine haber verilir, O da çıkar, kapıyı açar ve fakirle tokala*şır, fakat onunla oturmaz; Ondan sonra da hemen özel odasına dönermiş. Halbuki fakirlerden olmayan biri gelince çıkıp karşılar ve onunla oturur*muş. Durum böyle olunca fukarâdan biri O'nun, fakir kimselere yüz ver*memesini, tersine başkalarıyla daha çok ilgilenmesini içinden yadırgamış. Şeyh, adamın bu düşündüklerini haber alınca şöyle demiş: »

«– Doğrusu bizim zavallı kimselerle olan râbıtamız (ilişkimiz) daha can*dandır. Çünkü o, bizden sayılır ve onda yabancı bir düşünce yoktur. Bu yüz*den ona karşı gönüllerin sevgi alışverişiyle yetiniriz; Sadece dış görü*nüşle bir arada bulunmak yerine böylesini daha yeğleriz. Fukarâ toplulu*ğundan olma*yan birine gelince böyle bir kimse, hep geleneklere ve dış görü*nüşe bağlıdır. Dolayısıyla ona dış görünüş bakımından uygun bir muame*lede bulunulma*dığı zaman yabancılaşır. Öyle ise mürîdin şeyhe karşı gö*revi, gizli olsun aşikar olsun her zaman dört başı mamur olmaktır.»[1]

Bu sözlerin, Nakşî râbıtasıyla ne kadar alakalı olduğu ortadadır. Çünkü yukarıdaki anlatımlar içinde «bizim zavallı kimselerle olan râbıtamız » cüm*lesinde kullanılan râbıta sözcüğü, tamamen tesadüfidir. Üstelik sırf herhangi bir olasılıkla bu ifade, râbıtayı kanıtlamak üzere Nakşibendîler ta*rafından gü*nün birinde ileri sürülebilir düşüncesiyle buraya tarafımızdan aktarılmıştır. Ne ilginçtir ki Nakşibendîlerin bundan hiç haberleri yoktur. Eğer haberleri ol*saydı bu fırsatı hiç kaçırırlar mıydı?! Tevbe Sûresi'nin 119'uncu ve Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmelerini râbıtaya kanıt gös*termeye kadar işi var*dıranlar, acaba Suhrewerdî'nin, Nakşi Tarîkatı'nın ku*rucusu Şah-ı Nakşibend'den 155 yıl önce; Râbıtayı ilk kez tanımlamış bu*lunan Halid Bağdâdî'den ise 592 yıl önce ölmüş olmasına hiç aldırış eder de O'nun, -yukarıdaki sözleri arasında- tesadüfen kullandığı râbıta kelimesine hemence*cik sahiplenmezler miydi?

Haşa! «Allah-u Teâlâ'da eriyip gitmek tabir edilen devlet»'e[2] nail ol*duklarına inanan ve tabiatıyla gizli aşikar ne varsa her şeyi bilmeleri gere*ken (!) Nakşibendîlerin, Suhrewerdi'ye ait bu sözlere rastlamamış olmaları elbette ki şaşılacak bir şey değil, fakat onların içinde yüzdükleri çelişkilerden mutlaka biridir.



2. Raşahât Ayn'ul-Hayât

Râbıta konusu ile ilgili en önemli kaynak budur. Çünkü (büyük ihti*malle) Raşahât'dan önce, içinde Nakşibendî râbıtasının söz konusu edildiği başka bir kaynak yoktur.

Farsça yazılan bu kitaba ilişkin bilgilere gelince,

Yazarı, Ali b. Hüseyn el-Vâiz el-Kâşifî el-Beyhaqıy (H. 867/M. 1462-H. 939/M. 1533) dir.

Ünlü bilgin, Molla Câmî'nin bacanağı olan bu zat, Afganistan'ın, Hindikuş Dağları eteğindeki tarihi Herat Kenti'nde doğdu ve orada öldü.

Rûhânile*rden, Nâsıruddîn Ubeydullah el-Ahrâr'ı, biri, H. 889 da, diğeri ise, H. 893 de olmak üzere iki kez, ziyaret ettiğini ve sohbetlerinde «Daima silsile-i Nakşibendîyye ulularının hasâis, şemâil, menâkıb ve fazâ*ili» nin anlatıldığını yazmakta ve H. 909/M. 1500 yı*lında da Raşahât'ı ta*mamladı*ğını söylemektedir.

Yazar, Khuwâce Ubeydullah'ın sohbetlerinde duyduklarını ve izlenimle*rini bu kitapta toplamıştır. (Farsça’dan Türkçe’ye tercüme edilmiş olan) ifade*siyle bunu şöyle anlatmaktadır:

«...Ve hâtır, ol cem' ve tertibe müsta'cel ve âzim oldi; Ve bu silsile-i şerîfe ulula*rı*nın, hulefâ ve ashâbının, tabaka ba'de tabaka ahvâlinden her nesne ki yine bu tâife-i aliyye'nin kütüb-i mu'teberelerinden müteferrik görmüş idi, veyahud Khuwâce Hazretlerinden vesâir bu silsile azizlerinden bilâ vasıta istimâ' it*mişti; ter*tib-i layık ve terkib-i muvafık ile bu mecmuada derc eyledi; Ve ânı Khuwâce Hazretleri'nin, şemâil ve menâkıb-ı zikri ile (ki bu te'lifden maksûd-i aslî ve bu tasnifden illet-i gaiyy-i evvel idi) itmame eriştirdi.»[3]

Meşhur bibliyografya ansiklopedisi Keşf'uz-Zunûn, bu kitabın te'lif dü*ze*nini şöyle açıklamaktadır:

«Tertibi: Bir giriş, üç bölüm ve bir sonuç şeklinde yapılmıştır.»

«Giriş, rûhânîlerin kronolojik sıra ile hayatı ve Nakşî zinciri hakkında*dır.»

«Birinci Bölüm, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın menkıbelerine ;



«İkinci Bölüm, O'nun sohbetlerinde dinlenilen bazı gerçeklere ve bilgi*lere;»

«Üçüncü Bölüm, O'nun kerâmetlerine ilişkindir.»

«Sonuç ise O'nun ölümünü konu almaktadır.»

İzmir Kadısı, Trabzonlu Muhammed Ma'ruf b. Muhammed eş-Şerif el-Abbasî tarafından III. Sultan Murad zamanında (H. 993/M. 1585 yılında) Türkçe’ye çevrilmiş olan Raşahât'da, iki yerde râbıtaya ilişkin çok kısa anla*tımlar vardır.

Birincisi şöyledir:

«...Ve yine Khuwâce Hazretleri buyurdular ki: Çün Mevlânâ Ya'kûb (Aleyhirrehme) Hazretleri'nden icâzet istedim, Huwâcegân (Kaddesellah'u ervâhahum)[4] tariklerini bittemâm beyân eylediler. Çün râbıta tarikini be*yana başladılar, buyurdular ki: “Bu tarikayı ta'limde dehşet etmeyesün ve tâ*lib ve müstaidlere eriştiresün.“»[5]

İkincisi ise Hz. Peygamber (s)'in, Hz. Ebubekr hakkında buyurduğu bir ha*dis ilgisiyle yazarın kullandığı şu ifadedir:

«...Ol Rasulullah (s) bu hadis-i şerifte ol ma'nâya işaret buyurmuşlar*dır ki: Cümle tarikler ve nisbetler muhabbet nisbeti yanında mesduddur ve mak*sûda mûsıl olan, nisbet-i hubbiyedir, gayrı değildir. Hak Sübhânehu ve Teâlâ ile bende mâbeyninde vâsıta olmağa layık olan bir sâhib-i devlete râ*bıta, bu nisbet-i hubbiyeden ibârettir.»[6]

İşte Raşahât'ın râbıta hakkında kaydettiği bilgiler bunlardır. Bundan da anlaşılmaktadır ki, râbıta, Nakşibendîlerin en eski ve en önemli kaynaklarından olan bu kitabın yazıldığı yıllarda ilk kez konuşulmaya başlanmış*tır. Özellikle XIX. yüzyılın başlarında Halid Bağdâdî tarafından kurumlaştı*rılan râbıtanın, o günlerde çok sade bir düşünceden öteye gitme*diği tahmin edil*mektedir. Nitekim -daha önce de ifade edildiği gibi- bu se*bepledir ki râ*bıtayı epeyce araştırmış olan bir ilahiyatçı, bu konuda hazırla*dığı bir çalış*masında:

«Râbıta hakkında bilgi veren kaynaklar, oldukça muahhar devrin mah*sulleridir.» ifadesini kullanmıştır.»

Öyle ise Halid Bağdâdî'ye mal edilen râbıta konulu kitapçıklar ve mek*tup*lar eğer gerçekten O'na aitse, râbıtayı ilk kez bir tarîkat kuralı olarak belli bir formüle oturtan kişinin, bu zat olması gerekir ki O da M. 1778-1826 yıl*ları ara*sında yaşamış olan Irak Kürtlerinden bir şeyhtir.

Dolayısıyla özet olarak diyebiliriz ki: Râbıta, ancak Halid Bağdâdî'nin ya*şadığı XIX. yüzyılın başlarından beri günümüzdeki tanımıyla, ya da bu ta*nıma en yakın bir yorumla benimsenmeye başlamıştır.



3. Risâl-i Tâciyye

Bu kitapçığın metni Arapça’dır. Nakşibendîler arasında kısaca Tâciyye ola*rak da bilinen bu risâle, gerek Halid Bağdâdî'ye mal edilen “Risâle'tun Fi Tahqıyq'ır-Râbıta“ adlı mektupta, gerekse son zamanlarda İstanbul'daki Nakşî ruhanîlerinden birinin öncülüğünde hazırlanan «Ruh'ul-Furkan» adlı ki*tapta, râbıtayı kanıtlamak için referans olarak gösterilmiştir.[7]

Risâlenin yazarı, Tâcuddîn b. Zekeriyya b. Sultan el-Osmânî el-Hanefi, Hindli Nakşibendî rûhânîlerindendir ve O da Rabbânî gibi Muhammed Bâqıy-Billâh'ın halîfesidir. Nakşiliği Hicaz'da ya*yan O'dur. Mekkeli Ahmed b. Allân'ı Nakşiliğe bağlayan da yine O'dur. Raşahât adlı tasavvuf konulu ki*tabı, Farsça’dan Arap*ça'ya çevirdiği söylen*mektedir. Fakat öğrenciliğe kabul et*tiği Bin Allân'ın yar*dımıyla bu kitabı tercüme ettiği ihti*mali büyüktür. Çünkü Tâcuddîn'in Arapça’yı iyi kullanamadığı tahmin edilmektedir.

Aynı zamanda Raşahât adlı kitapla çok meşgul olduğu anlaşılan bu şa*hıs, belki bu yüzden şartlanarak emsallerinden daha fazla râbıta üzerinde durmuş*tur. Nitekim Nakşibendî râbıtasından ilk kez söz eden kitap, Raşahât ise de, konuya ilişkin hemen hiç bir açıklama içermemektedir. Halbuki Tâcuddîn'in yazdığı kitapçıklarda râbıtanın, belli ölçülerde boyut*ları çizil*miştir.

Tâcuddîn, bu risâlesinde râbıtaya ilişkin olarak ilginç bir açıklama yap*mak*tadır. Bunun en yaklaşık çevirisini ve (anlaşılabilmesi için) genişletil*miş iza*hını şöyle sunmak mümkündür:

«İkinci yol, (yani Allah'a ulaşmak için izlenecek ikinci yol): Müşâhede makâmına ulaşmış (Allah'ı görebilecek düzeye çıkmış) ve zâtî Tecellîyât ile ta*hakkuk etmiş (Allah'ın kişiliğinden yansımalarla aynen O'nun gibi bir ki*şi*liğe sahip olmuş) bir şeyhe râbıta yapmaktır...»[8]

Bu yollu anlatımı bir miktar daha sürdüren Tâcuddîn'den önce râbıta hakkında bu genişlikte açıklama yapmış başka bir Nakşibendî rûhânîsine rast*lanmamıştır. Dolayısıyla (Raşahât'dan anlaşıldığı kadarıyla) bu sözcüğü ilk kez yalın anlamda kullanmış olan Ya’qûb-i Çarkhî 'den sonra râbıtanın ku*rumlaşma sürecini başlatan Tâcuddîn b. Zekeriyya'dır.



4. Âdâb'ul-Meshîkhat'i wa'l-Mürîdîn

Şeyhliğin ve mürîdlerin kuralları adını taşıyan bu kitapçık da yine Tâcuddîn b. Zekeriyya'ya aittir ve yazarın yukarı*daki risâlesi ile birlikte İstanbul Üniversitesi Kütüphânesi, Nadir eserler Bölümü'nde 3650 sayı altında kayıtlıdır.

Kitapta râbıta ile ilgili olarak şu ifadeler yer almaktadır:

«Râbıta ile izlenecek yola gelince bu, şeyhe yapılacak gönül râbıtasıdır.

O'nu görmek “Allah anıldığı zaman..." (mealindeki âyet) gereğince on*lar*dan yararlanma sonucu çıkar. Tıpkı “onlar Allah'ın sohbet arkadaşları*dır..." (hadisi) gereğince zikirden fayda sonuçlandığı gibi. Çünkü şeyh bir oluk gibi*dir, feyiz onun okyanusundan akar. Eğer (mürîd) râbıtada bir ko*pukluk göre*cek olursa, "kişi sevdiği ile birliktedir..." (hadisi) gereğince şey*hinin şeklini hayâlinde korumaya çalışır. Çünkü şeklin (zihinde) korunma*sıyla mürîd, ay*nen şeyhin niteliklerini ve manevi hallerini kazanır. Tıpkı şeyh için daha önce söz konusu olduğu üzere...»[9]

Râbıtanın kurumlaşma sürecini başlatan biri olarak Tâcuddîn b. Zekeriyya'nın, Hind orijinli olması, Rabbânî ile aynı çağı ve aynı mistik at*mos*feri paylaşması, bu inancın gerek tarihi, gerekse iç yüzü hakkında yeterli bir fi*kir vermektedir. Doğum tarihi bilinmeyen yazar, H.1050/M. 1641'de Mekke'de ölmüştür.



5."İmâm-ı Rabbânî" Olarak Bilinen Ahmed Fârûqıy'nin 187 Sayılı Mektubu

Bu mektubun aslı Farsça’dır. Eşref Kâbulî adında bir kişiye hitaben ya*zıl*mıştır.

Bu mektupta râbıta hakkında herhangi bir tanım yoktur. Aynı zamanda nasıl uygulanacağına ve şartlarının ne olduğuna ilişkin bir açıklama da bu*lunmamaktadır. Sadece «râbıtanın, mürîdi (Allah'a) ulaştırmada en yakın yol» ve «mürîd için zikirden daha yararlı olduğunu» anlatmaktadır.

Bununla birlikte Rabbânî, Nakşibendî Tarîkatı'nın eski rûhânilerinden Ubeydullah-ı Ahrâr'ı referans göstererek, O'nun Fakarât adlı eserinden, «Pirin gölgesi, hakkın zikrinden evlâdır» meâlindeki sözünü de bu mek*tupta nak*letmektedir. Buna göre Nakşibendî Tarîkatı'ında "mürîd için şey*hin gölgesi Allah'ı anmaktan daha üstündür."

Allah'ı zikretmenin, bütün ibâdetlerin özü ve en makbulü olduğu biz*zat Kurân-ı Kerîm'in nasslarıyla sabitken şeyhin nasıl olur da gölgesinin, Allah'ı zikretmekten daha üstün olabileceği eğer Nakşilere sorulacak olursa, çok bü*yük ihtimalle cevapları en azından: “Sen İmâm-ı Rabbânî'den ve O'nun üs*tadlarından daha mı iyi biliyorsun?!» şeklinde olacaktır. Çünkü tarîkat mese*lelerinde açıklama istemek yoktur. Hele tartışma hiç yoktur. Ya sınırsız ve ke*sin bir teslimiyetle şeyhin her dediğine Kur'ân'ın bir nassı imiş gibi inanacak*sınız ya da onlara göre taş gibi sert bir yüreğe ve zindan gibi kapkara bir vic*dana sahipsiniz.

En basit bir kavramı bile en zor ve anlaşılmaz sözlerle ve en dolambaçlı yollardan giderek kendilerine göre açıklamayı adet ve marifet sa*yan Nakşi*bendîler, yukarıdaki konuyu açıklamakta şâyet biraz daha nazik davranmayı düşünecek olurlarsa belki de şöyle diyebilirler:

«Efendim Allah'ı tanıyabilmek ve O'nu anmak için mutlaka bir kılavuza, bir yol göstericiye ihtiyaç vardır. Erbâb olan bir rehberden yoksun ola*rak izle*necek yol tehlikelerle doludur. Bu nedenledir ki Allah'ı zikretmek gibi son derece önemli bir görevi yaparken her şeyden önce mürşidin kıla*vuzluğuna ihtiyaç vardır. Dolayısıyla "onun gölgesi bile zikirden daha ev*ladır" denilmiş*tir.»

Hiç kuşku yok ki Allah'a gerçek anlamda kulluk yapabilmek için her şey*den önce O'nun koyduğu sistemin bütünlüğüne bağlı kalmak şarttır. Her in*sanın, keyfi biçimde bir ibâdet şekli seçerek Allah'a kulluk etmesi elbette ki yanlışlıkların en büyüğü olur. Nitekim râbıta da bunlardan biridir. Ama Müslümanlar Allah'a en uygun biçimde kulluk etmeyi, "Nakşî rûha*nîlerinin gölgesini Hakk'ı zikretmekten daha üstün tutarak" değil, her*halde Kur'ân ve sünnetin ışığında yol gösteren İslâm âlimlerinin rehberli*ğinde öğrenmek du*rumundadırlar.



6. Sharh'us-Silsile'til-Murâdiyya

Râbıtaya yer vermiş olan bu kitapçığın metni Arapça’dır. Küçük bir yazma risâle olup İstanbul-Süleymaniye Kütüphânesi'nde, Keçecizâde Bölümü-721 sayı altında kayıtlıdır.

Yazarı, Derviş Ahmed et-Trabzonî'dir. Notlarından O'nun, Muhammed Murad adında bir Nakşibendî şeyhi ile haşır neşir olduğu anla*şılmaktadır. İşbu Muhammed Murad'ın, Rabbani'nin mektuplarını Farsça*’dan Arapça’ya çe*virmiş olan Özbek asıllı Muhammed Murâd-ı Kazânî olması ihtimali büyük*tür.

Böylece, râbıtanın geçmişi açısından değerlendirilecek olursa bu kitapçı*ğın da diğerleri gibi eski olmadığı anlaşılmaktadır.



7. Er-Risâle'tul-Medeniyye

Arapça, 91 sayfadan ibaret el yazısından kopya bir kitapçıktır. Ez-Zumrud’ul-Anka adı altında derlenmiş kitapçıklardan oluşan bir mecmu*anın birinci risâlesidir. Yazarı Nimetullah b. Ömer'dir.

Kitapçığın girişinde verilen bilgiler, Halid Bağdâdî'nin henüz ünlen*me*den bu kitapçığın kaleme alındığını göstermektedir.

Medîne-i Münevere'nin ileri gelenlerinden “Cemel'ul-Leyl“ lakaplı bir arkadaşının isteğiyle bu kitabı yazdığını ifade eden yazar'ın verdiği bilgiler şöy*ledir:

«Nakşibendî şeyhi olmakla ünlenmiş birinin etrafında fır dolanan, söz*le*rine uyup isteklerine alet olan insanları görünce (bu konuya ilişkin) bazı kar*maşık meseleleri çözüme kavuşturmak ve zamane şeyhlerin yaptığı uy*gun*suz ve yeni şeyleri defetmek amacıyla ortaya çıkma cesaretini gösterdim (...) Ve bu kitabı, hayır ve ihsanı yayan, ülkenin derinliklerine kadar ulaş*mış kafir*lerin boynunu kopararak ortamı güvenliğe kavuşturan, kefere ve fecerenin yarattığı dehşeti gideren ve İslâm’ın zayıf düşüp çöktüğü bir sırada dini güç*lendirmeye çalışan Ahmed Hânoğlu, Mustafa Hânoğlu Sultan Selim Hân'a armağan ettim. »

Bu kitapçık Dimaşk’da[10] hicrî 1295/mîlâdî 1798 yılında yazıl*mış*tır. Halid Bağdâdî, 1811 yılında tarîkatını yaymaya başladığına göre yaza*rın kötü*lediği Nakşî şeyhinin, Bağdâdî, ya da halîfelerinden biri olması ih*timali yok*tur. Fakat önemli bir gerçeği ortaya çıkarmaktadır. O da şeyhler arası ün ve çı*kar yarışından kaynaklanan düşmanlığın, Nakşî şeyleri arasın*dan eksik ol*madığıdır. Küfrevîler'le Arvâsî'ler ; Cizreli Şeyh Kadri ile Şeyh Seydâ ve Ömer Öngüt'le Süleymancılar arasındaki düşmanlıklar gibi...

Kitabın 43'üncü sayfasında çok kısa, ancak doğrudan; 77'nci sayfasında ise üstü örtülü bir anlatımla râbıtadan söz edilmektedir.



8. Terceme-i Risâle-i Hâlidiyye

Bu kitap, Osmanlıcadır. İncelemeye alınan nüsha 56 sayfadan ibarettir.

Mütercimi, El-Hâc Şerif Ahmed b. Ali'dir.

Halid Bağdâdî'ye mal edilen bu risâlenin aslı, (kitabın sonundaki nota göre) Şeyh Âşık Efendi'nin tâlimatı üzerine H. 1257'de Mısır'da Türkçe’ye çevrilmiştir.

İstanbul Kütüphânelerinde, hatta Halid Bağdâdî'nin can fedâ hayranları olan Nakşibendî şeyhlerinin elinde bile bu kitabın orijinal nüshası bulun*ma*maktadır. Ancak Halid Bağdâdî hakkında kapsamlı birer araştırma ürünü olan iki kaynak vardır ki, ikisinde de O'nun, ayrıca «Risâle'tun fi Âdâb'iz-Zikri Fi't-Tarîqa’tin-Naqshabandiyya» adı altında bir eseri bulundu*ğuna işaret edil*mektedir. Büyük ihtimalle tercümeye konu olan metin bu risâleye aittir.

Söz konusu iki kaynağa gelince bunlardan biri, Iraklı araştırmacı Abbas el-Azzâwî'ye ait “Mavlânâ Khâlid an-Naqshabandî“ başlığı al*tında, (önce Bağdad Kürt Enstitüsü dergisinde yayınlanan ve daha sonra) ki*tap haline geti*rilen notlarıdır. İkincisi ise, Muhammed Muti' el-Hâfız ile Nizar Abaza tara*fından hazırlanan «Ulemâ'u Demashq wa A'yânuha Fi'l-Qarn’it-Thâlith Ashar el-Hijrî» adlı kitaptır.

Mısır'da yapılan bu tercüme, H.1262'de Bulak'da basılmış ve “Dâr'ul-Kutub'il-Mısriyya“'da 572 sayı altında muhafazaya alınmıştır.

Kitabın bir nüshası İstanbul-Süleymaniye Kütüphânesi Düğümlü Baba Bölümü'nde 278 numarada kayıtlıdır.

Ayrıca İstanbul-Çarşamba'daki tarîkatçılar tarafından da bu risâlenin bir örneği, İsmet Garibullah'a ait manzum Risâle-i Qudsiyye ile aynı kapak içinde birleştirilerek basılmıştır. Üzerinde hiç bir tarih, adres ve yayınevi adı yoktur.

Süleymaniye Kütüphânesi'ndeki nüshanın 7. sayfasında, diğer nüsha*nın ise 10. ve 11. sayfalarında râbıtaya yer verilmiş tarîkat âdâbının ikincisi olarak işlenmiştir.



9. El-Hadîqa'tun-Nediyye, Fi't-Tarîqat'in-Naqshabandiyya

Bu kitap 122 sayfadan ibaret, Arapça bir risâledir. Elimizdeki nüsha, İstanbul'da bir yayınevi tarafından 1984 yılında kopya ile basılmıştır.

Modernist Nakşibendîlere ait bir ansiklopedinin «İstifâde Edilen Eserler» başlığı altındaki kaynakça bölümünde bu kitap, Muhammed el-Hâni'nin eseri olarak gösterilmiştir. Bu doğru değildir. Bilakis yazarı, Halid Bağdâdî'nin halîfelerinden Muhammed b. Süleyman el-Bağdâdî'dir.[11] Ölüm tarihi H. 1234 olarak gösterilmektedir ki bu, mîlâdî 1818'e rastlar. (Iraklı araştırmacı Abbas el-Azzâwî “Hediyyet'ul Arifîn adlı kitapta ge*çen bu tarihin doğru olamayacağını, çünkü Kütüphânesinde, yazarın, 1829'da kendi eliyle yazdığı kitaplar bulunduğunu“ kaydetmektedir.)[12]

Araştırmacı el-Azzâwî'nin de epeyce önem verdiği bu kitap:

a) Giriş,

b) Şeyhlerin menkıbeleri

c) Mürîdler için gerekli hususlar, olmak üzere üç bölümden oluşmakta*dır. Sekseninci sayfada râbıtaya yer verilmiş, râbıta tarif edilmiştir.



10. Risâle'tun Fi Âdâb'it-Tarîqa'tin-Naqshabandiyya

Bu da 85 sayfadan ibaret Arapça yazılmış bir kitapçıktır. Ez-Zumrud’ul-Anka adlı mecmuanın ikinci risâlesidir. Bu mecmuanın bir nüshası, Türkiye Diyânet Vakfı İstanbul-Bağlarbaşı, İslâm Araştırmaları Merkezi’nde: 297.7 NM. Z 46644 sayı altında kayıtlıdır.

Kitapçığın yazarı, Lübnanlı Şeyh Ahmed b. Halil el-Biqâî'dir. Muhammed Rüstem Raşid'in kalemiyle H.1249 yılında yazılmış, sonra Ispartalı Mehmed Koca adında biri tarafından kopya edilmiştir. Yazı okunaklıdır.

Yazar Ahmed el-Biqâî, Halid Bağdâdî'nin halîfelerindendir. Buğye'tul-Wâjid adlı mecmuada bulunan Bağdâdî'nin vasiyetnamesinde, el-Biqâî'nin adının geçtiği şöyle bir ifade yer almaktadır:

«Söz konusu malımın üçte birinden, Şeyh Ahmed el-Biqâî'ye ve Şeyh İsmail ez-Zelzelewi'ye olan borcumun karşılığı olarak ödenecektir.»[13]

Bu sözlerden Bağdâdî'nin, bu halîfesine borçlandığı anlaşılmaktadır.

El-Biqâî'nin yazmış olduğu «Risâle'tun Fi Âdâb'it-Tarîqa’tin-Naqshabandiyya» adlı kitap, bir ayrıntı olarak râbıtaya en çok yer veren bir özel*liğe sahiptir. Kitabın hemen tümü, mürîdi şeyhe kayıtsız şartsız bağla*maya ve onu bu doğrultuda şartlandırmaya yönelik anlatımlardan oluş*makta*dır. İçindeki ilginç açıklamalardan biri de (çeviri olarak) şöyledir:

«Tarîkat büyüklerinin yüksek hizmetleri, mürîdi imkan derekesinden vücûbun zirvesine kadar yüceltir. (Vacip olanı, Caiz olan şeye tercih ettik*leri için onları yüceltir.) Onlar, durumları ve mevcutları, şeriatın ahka*mına tabi kılarlar (Olayları şeriat ölçülerine göre değerlendirirler.) Zevkleri ve bil*gileri dinî ilimlere hizmet ettirirler. Şeriatın nefîs mücevherâtını, ne çocuk*lar gibi vecdin (mistik coşkunun) cevizine (oyuncağına), ne de ma*nevi hal (denen duygusal tezahürlere) değişirler. Ne sofilerin saçma sapan sözlerine aldanırlar, ne de nassı (Kur'ân ve sünnetle sabit olanı) bırakıp (Muhiddin-i Arabî'nin) Fusûs ve Fütûhât-ı Mekkiye (gibi kitaplarına) ka*pılma dereke*sine düşerler. »

«Onlar daima sünneti seniyyeye yapışmışlardır (...) Ancak eğer fazladan manevi haller ve coşkularla da şereflenirseler, bunu en büyük bir nimet ka*bul ederler. Yoksa bunu, (yani coşku ve kerâmetleri değil, sırf şeriat ahka*mına göre yaşamayı) yeterli bir mutluluk sayarlar. Çünkü bu mutluluk var olursa onunla birlikte ancak her şey var olabilir. Nitekim Hind Brahmanistlerinin, Yogilerin[14] ve Yunan filozoflarının da görünürde bir*çok Tecellîleri (akıl almaz, olağandışı ve esrarengiz) gösterileri, İdealist ke*şif*leri ve tevhidî ilimleri vardı. Ancak yıkıcılıktan ve rezaletten öte bir na*sip*leri yoktu.»

Bütün Nakşî topluluklarının, yukarıdaki görüşlere aynen katılacakla*rına, (Yani Muhiddin-i Arabî ve O'nun görüşünde olan vahdet-i vucutçu*lara karşı aynı kanâate sahip bulunacaklarına) ih*timal vermek güçtür. Şu var ki zaten Nakşîliğin, çeşitli düşünce ve inanış*ların sentezinden oluştu*ğuna ba*kılacak olursa, bu tarîkata bağlı olanların, birinden diğerine değişen inanış ve düşünce tutarsızlıkları içinde bulunacakları her zaman beklenebi*lir.

Ayrıca, yukarıdaki alıntıda odaklanan ilginç bir nokta daha göze çarpmaktadır. Dikkat edilirse yazar, kerâmet olarak sergilenen olağan dışı hadiselerin pek önemli olmadığını vurgulamak isterken «Nitekim Hind Brahmanistlerinin, Yogilerin ve Yunan filozoflarının da görünürde bir*çok akıl almaz, olağandışı ve esrarengiz) gösterileri (…) vardı» diyor. Aslında yazarın bu cümlede Brahmanizm’den ve yogilerden söz etmesi iki noktadan sebep önemsenmelidir:

Bunlardan biri, bugünün bilgi ve kültürden yoksun Nakşi şeyhlerinin, Brahmanizm ve yoga hakkında hemen hiçbir bilgiye sahip bulunmamalarına karşın, bu şahsın söz konusu kavramlar hakkında malûmatlı olduğu gerçeğidir. Dolayısıyla günümüz insanının daha çok aydınlanmış olması akla gelirken bunun Nakşilikte tersini görüyoruz.

İkinci nokta ise, Brahmanizm ve yogadan az çok haberdar olduğu anlaşılan Bağdâdî’nin bu halîfesinin, (Nakşîliğin Hind dinlerinden etkilendiği yolunda öteden beri ortaya atılan düşünceleri –herhangi bir tartışmanın kalabalığına boğulmadan-) burada kurnazca defetme becerisini göstermiş olmasıdır!



11. Sahîfe'tus-Safâ l'i-Ehl'il-Wafâ

Dokuz sayfalık Arapça bir kitapçıktır.

Süleyman Zühdî adında Halid Bağdâdî'nin mürîdlerinden biri tarafın*dan kaleme alınmış ve yine O'na ait, nazım-nesir 18 parça risâlecikle bir*likte “Mecmua'tu Resâil, alâ Usul'il-Khâlidiyye“ adı altında toplanmış ve “ez-Zumrud’ul-Anka“ adlı mecmua içine üçüncü kitap olarak yerleştiril*miştir.

Yazar bu risâlede, «kalbin ıslahı için» bir nebze öğütlerde bulunmak is*te*diğini ileri sürmekte ve genellikle râbıta üzerinde durmaktadır. Sırf râbıta ko*nusunda yazdığı Tabsira'tul-Fâsıliyn adlı kitabındaki belirsiz üslûbunu bu*rada da sergilemektedir.



12. Nahja'tus-Sâlikin wa Bahja'tul-Muslikîn:

Bu da yukarıda adı geçen kitapçığın yazarı tarafından H.1288'de Taif'de ka*leme alınmıştır. Aynı mecmua içine yerleştirilmiş 22 sayfalık Arapça bir risâle*dir. Nakşibendî Tarîkatı'nın temel ilkeleri olan sekiz maddeyi açıkla*dıktan sonra râbıtadan da bir nebze söz etmektedir.



13. El-Bahja'tus-Seniyye Fi Âdâb'it-Tarîqa'til-Aliyye'til-Khâlidiyye'tin-Naqshabandiyya

Arapça yazılmış olan bu risâle, Muhammed b. Abdillâh el-Khânî'ye aittir. Bu zat, Halid Bağdâdî’nin en ünlü halîfelerinden biridir ve Nakşi-Hâlidîler’in edîbi olarak tanınan Abdulmecîd b. Muhammed b. Muhammed el-Khânî’nin de büyük babasıdır

Kitabın (İncelemeye alınan nüshasının) sonundaki nota göre Mehmed Talat Paşa tarafından -büyük ihtimalle- Suriye'de H.1303 tarihinde bastırıl*mış*tır.

Yazar, kitabının girişinde Şafii olduğunu açıkla*ma*sına rağmen, bu risâleyi İstanbul'da yeniden kopya ederek basan moder*nist Nakşibendîler, kapa*ğın üzerine O'nun Hanefî olduğunu kaydetmişler*dir!

Bu nüshanın 42., 43. ve 44. sayfalarında râbıta konusu genişçe ele alın*mış*tır.

Aynı risâlenin ayrıca H. 1319 Mısır baskılı nüshaları da vardır.



14. Er-Risâle'tul-Qudsiyye

Bu kitap, nakaratlarla birlikte 1328 beyitten ibaret, Osmanlıca manzum bir risâledir. Hicrî 1331 tarihini taşımaktadır.

Nâzımı, Halid Bağdâdî'nin mürîdlerinden, Abdullah-ı Mekkî'nin bir der*vişi olan İsmet Garibullah adında, İstanbul'da yaşamış bir hocadır.

Fatih-Çarşamba'daki gelenekçi Karadenizli Nakşibendîler, Ahıskalı Ali Haydar ve O'nun şeyhi Bandırmalı Ali Bezzâz kanalıyla bu şahsa bağlıdır*lar.

30 başlık altında düzenlenmiş ve Risâle-i Hâlidiyye Tercümesiyle birlikte aynı kapak içinde birleştirilmiş olan söz konusu risâle*nin 89. sayfasında râbıta konusu ele alınmıştır.

Şair'in mürîdleri, her ne kadar büyük bir ilgi ile bu risâlenin, yazı ve şekil yönünden estetiğine önem vermiş ve şeyhlerinin fizik yapısını yücel*terek canlandırmaya çalışmış iseler de O'nun, ne doğum ve ölüm tarihini belirtmiş, ne de kökeni, öğrenim ve kişiliği hakkında bir bilgi kaydetmişler*dir.



15. El-Majd'ut-Tâlid

Yazarı, Halid Bağdâdî'nin halîfelerinden İbrahim el-Fasîh'tir.[15] O'nun, (yukarıda geçtiği gibi) râbıta konusunda ayrıca yazdığı “Tuhfe'tul-Uşşaq Fi İsbât'ir-Râbıta“ adlı bir kitabı daha vardır.



El-Majd'ut-Tâlid adlı kitapçığın metni Arapça’dır, İstanbul-Süleymaniye Kütüphânesi İ. Hakkı İzmirli Bölümünde 1161/4 sayı altında kayıtlıdır.

Giriş kısmında, okuyucunun bu kitaba karşı güvenini sarsacak anlatım*lara yer verilmiş, İbn. Hajer ve Alliy'yül-Qârî'nin Nakşibendî Tarîkatı'nı öv*düklerinden söz edilmekle, tarîkatın meşruluğunu delillendirmek gibi gayret*ler sarf edilmiştir.[16]

Kitapta râbıta hakkında şu kayıtlar vardır:

«Tarîkat âdâbının ikincisi, râbıtadır. Râbıta ise, Şuhûd makamına (yani Allah'ın seyredilebileceği makama) ulaşabilmiş olan şeyhe gönlü bağlamak*tır. Çünkü şeyh, oluk gibidir. Feyiz, (İlâhî nurlar), ona bağlanmış olan mür*îdin kalbine, ancak onun kalbinden akar.»



16. Es-Saâde'tul-Ebediyye Fi ma Jâe Bih'in-Naqshabandiyya

Abdulmecîd b. Muhammed el-Khânî ta*rafından kaleme alınmış 48 sayfalık bir risâledir.[17]

Başlangıçta silsileyi açıklamakta, sonra da -sözde- Allah'a ulaşmak için dört yol bulunduğunu ileri sürmektedir:

a) Sadık mürîdin sohbeti,

b) Râbıta,

c) Şeyh tarafından öğretilen zikrin mürîd tarafından dikkate alınması,

d) Murâkabe.

Kitabın (İncelemeye alınan nüshasının) 22. inci sayfasında klasik ifade*lerle râbıtadan söz edilmektedir.



17. El-Hadâiq'ul-Wardiyya Fi Haqâiq'ı Ejillâ'in-Naqshabandiyya



299+8 sayfadan oluşan bu kitap, Arapça yazılmıştır ve matbudur. Matbaa-i Amire'de (Büyük ihtimalle İstanbul'da H. 1308 yılında) büyük boy olarak basılmıştır. Nakşî rûhânîlerinin her birinden kısa kısa söz etmektedir. Halid Bağdâdi'ye ve O'nun haleflerine bu kitapta daha geniş yer verilmiştir. İfade, sık sık seci’lerle ve deyimlerle klasik ve havalı bir üslup içinde sürdürülmüştür.

Kitabın yazarı, (David Dean Commins’e göre, Halid Bağdâdî’nin yeğeni Es’ad Sâhib’le geçinmeyen) Abdulmecîd b. Muhammed b. Muhammed el-Khânî'dir.[18]

Bu şahıs, Nakşî Tarîkatının bütün kurallarını: Zikr-i Khafiy (gizli zikir), râbıta ve kapıyı kitlemek diye üç ana başlık altında toplamış ve râbıta ile ilgili bölümde bu âyinin çok kısa bir tanımını yaptıktan sonra Halid Bağdâdi'ye mal edilen râbıta konulu mektubun giriş bölümü hariç, geriye kalının tamamını naklederek râbıtayı bu şekilde açıklamaya çalışmıştır[19]



18. Jâmi'ul-Usûl

Ahmed Zıyâuddîn Gümüşhânevî'ye ait olan bu kitabın, aslında adı bi*raz uzuncadır. Burada ilk iki kelimesiyle yetinilmiştir.

Metni Arapça’dır. İncelemeye alınan nüsha orta boyutlardadır ve 279 + 4 sayfadan ibarettir. Nerede ve ne zaman basıldığı meçhuldür. Fakat sonun*daki takrizlerden birinin altında 1276 tarihi vardır. Bunun hicrî olduğu ke*sindir. Çünkü Gümüşhânevî, mîlâdî 1813-1893 yılları arasında yaşamıştır. Buna göre h. 1276 tarihi, m. 1859'a rastlamaktadır ki seksen yıl yaşayan Gümüşhânevî'nin, bu eserini 46-47 yaşlarındayken yazdığı anlaşılmaktadır.

Denebilir ki bu kitapta, tasavvuf tarihi boyunca işlenmiş hemen bütün konular, özetlenerek komprime bir hale getirilmiştir. Bu da yazarın geniş ufkunu göstermektedir. Kitabın başlangıcında da çok zengin bir fihrist var*dır. Tasavvufun hemen bütün terimlerini, tarîkatların bütün kurallarını bu fihristte bulmak mümkündür. Buna rağmen ne ilginçtir ki bu geniş indek*sin içinde râbıtaya hiç yer verilmemiştir. Yazar, sadece sembolik olarak kita*bın içinde bir iki yerde râbıtaya dokunmuştur.

Bunlardan, «Âdâba gelince» diye başladığı bir bölümde mürîdin zikir dışında, tarîkata ilişkin günlük ibâdetleri nasıl yapacağını sırayla anlatırken şu ifadeyi kullanmaktadır: «Ondan sonra keza râbıta yapar ve bunu yapmak çok önemlidir.»[20]

Kitabın başka bir yerinde de râbıtanın uygulanışına kısaca yer vermekte, ancak burada râbıta sözcüğünü kullanmamaktadır. Yazar bu kelimeyi, bir şeyhe bağlanmak isteyen mürîdin neler yapacağına ayırdığı bölümde kullanmıştır. Fakat genelde, Nakşibendîlerin çok önem verdiği râbıtaya Gümüşhânevî, bu kitabında pek ağırlık vermemiştir.



19. Meşgûliyet Risâlesi

Bu kitap, İstanbul Üniversitesi Kütüphânesi'nde, 85253 sayı altında ka*yıtlıdır. Yazarı Ahmed Said Müceddidî'dir.

Te'lif ve basım tarihleri meçhuldür. Ancak yazarının, “Muceddidî“ Unvanını taşıyor olması, bu risâlenin, -en azından - Rabbânî'den sonra kaleme alın*dığını göstermektedir. Hatta, Halid Bağdâdî'yi Rabbânî'ye bağlamak ama*cıyla O'na, aynı zamanda “Halid'ul-Bağdâdîy'yul Muceddidî“ de denildiği için, Yazar Ahmed Said'in, Bağdâdî'nin mürîdlerinden olması ihtimali de vardır.

Mühim olan, bu kitapçığın yakın tarihte yazılmış olduğu gerçeğidir.

Kitabın mütercimi ise Manisalı, Şeyh Ali Nâili'dir. Arapça olan bu nüs*hanın, esas metninin Farsça olması ihtimali büyüktür.

Kitapta râbıta ile ilgili açıklama ise şöyledir:

«Tarîkat âdâbının ikincisi, murâkabedir. Bu ise, kalbi meşgûliyetlerden koruyarak, zikirsiz ve mürşide râbıta yapmaksızın sadece ilâhî kabzı (?!) bek*lemektir. Salik kişinin, daima ve her zaman ilâhî zat'a karşı kendini kırmış olarak ve ihtiyaç göstererek yönelik olması gerekir. Ta ki Allah'a yö*nelmek suretiyle başkalarına ait düşünceler artık sâlik kişiye hücum etme*yecek şekilde kalp meleke kazanıncaya kadar.»

«Bu mânâya huzur denir ki zikirden amaç işte budur.»

«Âdâbın üçüncüsü ise, kâmil ve ilmiyle amel eden şeyhin sohbetinden is*tifade etmektir ki ona yönelmenin yüzü suyu hürmetine, kalp gaflet kirle*rin*den arınır ve o kalpte şuhûd âleminin göklerinden dolunayların ve hi*lâllerin nurları parlar; Mürîd onun huzurunda edebe riâyet ederek ve rıza*sını isteye*rek nurlanır. Gıyâbında ise onun, Allah'a açılan kapı diye inana*rak şeklini zihninde canlandırmak suretiyle feyizlenir. İşte bu yol, (tarîkat ulularının) de*diği gibi Allah'a ulaştırmak için en yakın ve en kolay yoldur.»

«Bu yolu, “râbıta zikri“ diye adlandırmışlardır.»



20. El-Qawl’ul-Jamîl Fi Beyân’i Sewâ’is-Sebîl

Bu kitap, Hint âlimlerinin ünlülerinden olan ve Şah Weliyyullah-ı Dehlewî olarak bilinen Muhaddis Ahmed b. Abdirrahîm’in eserlerindendir. Ancak hemen vurgulamak gerekir ki bu eser râbıta aleyhinde önemli ifadeler içermektedir.

Râbıta konusu ile ilgili olarak bu kitabın adı iki önemli kaynakta geçmektedir. Bunlardan biri, Sıddıyq b. Hasan Khân’a ait Et-Tâj’ul-Mukellel’dir; Diğeri ise Es’ad Sâhib’in, Et-Tâj’ul-Mukellel’e reddiye olarak yazdığı Nûr’ul-Hidâyet’i Wa’l-İrfân’dır. (Aşağıda, bu her iki kaynaktan da söz edilecektir.)

Ancak son derece ilginçtir ki, bu kitabın adı, aynı zamanda Işıkçı Nakşibendîlerce yayınlanan İslâm Âlimleri Ansiklopedisi’nde, yazarın biyografisi içinde geçmektedir.

Yazar, El-Qawl’ul-Jamîl Fi Beyân’i Sewâ’is-Sebîl adlı bu eserinde râbıtaya şiddetle karşı çıkmaktadır. Halbuki inanışlarına ters düşen İbn. Teymiyye gibi şahsiyetleri bile İslâm âlimlerinden saymayan ve bu ansiklopediye adını işlemeyen Nakşibendîler’in, Şah Weliyyullah-ı Dehlewî’den övgü ile söz etmeleri, onların bu kitabı ya görmediklerini, ya da okumaya kalkışmış olsalar bile içeriğini anlayamadıklarını göstermektedir. Nitekim aynı yazarın öbür eserlerini sayıp sıralarken, doğrusu «Ikd’ul-Cîd» olan ve «Boyun Gerdanlığı» anlamına gelen diğer bir kitabının adını «Ikd’ul-Ceyyid» şeklinde yanlış yazmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm’in «Tebbet» Sûresi’nde geçtiği üzere «Boyun» anlamına gelen «Cîd» Sözcüğünü -çok büyük ihtimalle- «güzel ya da hoş» demek olan «Ceyyid» kelimesiyle karıştırmışlardır!

Tabiatıyla bu da Nakşibendîler’in, ilim dünyasına ne kadar yabancı olduklarını kanıtlamaktadır.

İlginç olan bir nokta da şudur:

Halid Bağdâdî’nin, doğumundan 15 yıl önce ölen Şah Weliyyullah’ın, râbıtayı bid’at ve çirkinlik olarak nitelemesi, bu meselenin o tarihlerde Hind Nakşîleri arasında yeni yeni ortaya çıktığını ve râbıta ile ilgili tartışmaların da ancak o sıralarda başladığını kanıtlamaktadır. Bu tarihlerden yaklaşık altmış, yetmiş yıl sonra Hind diyarına sırlarla dolu bir seyahat yapan Bağdâdî, başta Şah Weliyyullah’ın torunları olmak üzere Hindistan’daki İslâm âlimlerinin râbıtaya karşı nasıl alarma geçmiş olduklarını çok iyi bilmesine rağmen, bu meditasyon şeklini, Halidîlik olarak revize ettiği tarikatında önemli bir kural haline getirmekten çekinmemiştir.



21. Et-Tâj’ul-Mukellel

Bu eser, yine Hindistan’ın ünlü ilim erbabından Sıddıyq b. Hasan Khân’a aittir. Kitap, İslâm ilim tarihine damgasını vurmuş 543 âlimin kısa biyografisini içermektedir. Müellif, kendi hayat öyküsünü de kitabının sonuna eklemiştir.

Irak’ın allâmesi olarak ün kazanmış olan Mahmûd el-Âlûsî’nin oğlu Khayruddîn Nu’mân el-Âlûsî’ye ayırdığı bir bölümde yazar, bu zattan aldığı bir mektubun metnini nakletmektedir. Mektupta Âlûsî, Nakşibendî râbıtası hakkında yazarın kanâatini öğrenmek istemekte, daha doğrusu, İslâm’da râbıtanın hükmünü sormaktadır. Sıddıyq Khân ise, özetle: «Râbıtanın çirkin bir bid’at olduğunu»[21] vurguladıktan sonra referans olarak iki kaynak göstermektedir ki bunlardan biri yukarıda sözü edilen El-Qawl’ul-Jamîl Fi Beyân’i Sewâ’is-Sebîl’dir; öbürü ise Muhammed İsmail ed-Dehlewî’ye ait olan Es-Sırât’ul-Mustaqıym adlı kitaptır.



22. Nûr’ul-Hidâyet’i Wa’l-İrfân

Bu kitabın adı biraz uzuncadır ve tamamı: «Nûr’ul-Hidâyet’i Wa’l-İrfân Fi Sırr’ır-Râbita’ti wa’t-Tawajjuh’i wa Khatm’il Khuwajegân»’dır. Kitabın yazarı, Halid Bağdâdî’nin yeğeni Es’ad Sâhib’dir.

Şam’da doğan ve 1855-1928 yılları arasında aynı kentte yaşayan yazar, yukarıda sözü edilen kitabını, Sıddıyq Khân’ın, et-Tâj’ul Mukellel’de râbıtayı «çirkin bid’at» diye nitelemesi üzerine reddiye olarak kaleme almıştır.

Kitabın ilk başlarında et-Tâj’ul Mukellel’den râbıtayı eleştiren alıntılar yer almaktadır. Yazar, Nu’man el-Älûsî ile Sıddıyq Khân arasındaki diyalogu kastederek «Bana öyle geliyor ki gerek soran, gerekse cevap veren, konuyu anlayamamıştır.»[22] diye söze başlamaktadır.

Es’ad Sâhib, bu reddiyede epeyce duygusal ifadeler kullanmakta, râbıtanın meşruluğu konusunda, arada bir göklere çıkardığı amcası Halid Bağdâdî’nin ve halîfelerinin sözlerini delil göstermektedir. 92 sayfadan ibaret olan kitabının sonundaki şu sözleri dikkat çekicidir:

«Bu bapta, şu kadar ibare ile artık yetinmiş olalım. Çünkü insaflı ve başarılı insana bir işaret bile yeter; ama aptal insana Tevrat’la İncil’i bile okusan ona yine de bir yararı olmaz!»

Es’ad Sahib’in, bu sözleri yazarken ne kadar sıkıntılı olduğu anlaşılmaktadır. Kuşku yok ki kavgada yenik düşmüş insanın kendini savunmaya çalışması pek de hüzünlü olur.

İlginçtir, Türkiye Nakşibendîleri Es’ad Sâhib’in kitaplarına karşı hiç de rağbetli değillerdir. Özellikle O’nun bu kitabı 1998 yılına kadar Türkiye’de hiçbir Kütüphânede bulunmamakta idi.[23] Tabiatıyla bu nokta dikkat çekicidir. Öyle görünüyor ki Nakşibendî cemaatlerini yönlendiren gölge adamlar ve odaklar, bazı nedenlerle –bu kişinin ölümünden şu kadar yıl sonra bile- adının ön plana çıkmasını istememektedirler!



23. Es-Sırât’ul-Mustaqıym

Bu kitabın yazarı, Hindistan’da 1831 yılında İngilizlere karşı girişilen Balakut Savaşı sırasında şehit düşen, bu nedenle Muhammed İsmail eş-Şehîd olarak ünlenen Hintli bir âlim’dir.

Muhammed İsmail, Şah Weliyyullah-ı Dehlewî’nin torunu ve Şeyh Abdulganî’nin oğludur.

Sıddıyq Khân’ın, et-Tâj’ul-Mukellel’de naklettiği alıntılara göre bu zat, Farsça kaleme aldığı Es-Sırât’ul-Mustaqıym adlı eserinde Nakşibendî râbıtasını kesin bir ifade ile şirk olarak nitelemektedir.



24. Tenwîr'ul-Qulûb Fi Muâmeleti Allâm'il-Guyûb

Büyük bölümü, Şafii Mezhebi'ne ait özet bir fıkıh kitabıdır. Metni Arap*ça'*dır. Kitabın sonunda tasavvufa ait bir kısım vardır. İncelemeye alınan nüsha, H.1384 yılında Mısır'da basılmıştır.

Yazarı, Muhammed Emîn el-Kurdî el-Erbilî adında bir Iraklıdır. Süleymaniye'ye Yakın Tawila halkından Şeyh Osman Sirâcuddîn'in oğlu Şeyh Ömer 'den mezun olduğunu ileri sürmektedir.

Kitabın 517. sayfasında râbıtadan söz etmektedir.



25. Meqâsıd'ut-Tâlibiyn

Kitap 401 sayfadan ibarettir. Aslı Osmanlıca olup bir Nakşibendî tarafın*dan sadeleştirilerek Latin harfleriyle İstanbul'da bir yayınevi tarafından yeniden bastı*rılmıştır.

Yazarı, Mehmed Raif'tir. Kitabın 1888 yılında ka*leme alındığı kaydedil*mektedir.

134-138 sayfalarında râbıtaya yer verilmiş ve -sözde- Kitab, sünnet ve kı*yasla kanıtlanmaya çalışılmıştır.



26. Risâle-i Es’adiyye

Tâhâ el-Harîrî’nin[24] halîfesi olan Erbilli Es'ad tarafından kaleme alın*mış, kısmen Arapça, kısmen de Türkçe 30 sayfadan ibaret bir risâledir.

On birinci faslını râbıtaya ayıran yazar, bu konuda şunları kaydetmekte*dir:

«Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendîyye'nin, Sıddıyk-ı Ekber Hazretlerinden şimdiye değin yetiştirmiş olduğu yüz binlerce evliyânın, vücûd-i mübârek*leri tarîkat-ı mezkûre'nin hak ve hakikat olduğunu bu delil-i celî ve bür*hân-ı va*cib'üt-teselli iken, râbıta hakkında mesmû'um olan bazı şübühât'ı def' ve izâ*lesine medâr olmak üzere vârid-i hâtır olan bazı edille-i akliyye ve nakliyyeyi beyân ve ityân eyledim.»

Dikkat edilirse Erbilli de diğerlerinden, ne kafa yapısı, ne de üslûbu bakı*mından farklıdır. Çünkü bu fasla başlarken daha ilk sözlerinde «mesmû'um olan bazı şübühât'ı def...», diye bir ifade kullanmakta, yani ku*lağıma gelen bazı şüpheleri ortadan kaldırmak için kaleme sarıldım, demek istemektedir.

Demek ki Erbilli Es'ad da, kendinden önceki aynı yolun yolcuları gibi, râbıtaya tepki gösteren Müslümanları karşısında bulmuş, ancak O da diğer*leri gibi Tevbe Sûresi'nin 119. âyet-i kerîmesini kanıt olarak ileri sürmek*ten başka bir şey yapamamıştır. Bu âyet-i kerîmenin râbıtaya delil gösteril*mesi ise Nakşî rû*hânilerinin İslâm'a ne mesafede olduklarını açıkça gös*termek*tedir!

Muhammed Es'ad Eribilî, yakın tarihte İstanbul'da faaliyet gösteren Nakşibendî şeyhlerinden Mahmud Sami Ramazanoğlu'nun şeyhidir. Yazdığı bir eseri yüzünden II. Abdülhamid tarafından memleketine sür*gün gönde*rildi. On yıl sürgünden sonra tekrar İstanbul'a döndü. 1914'de kurulan Meclis-i Meşâyih'e üye oldu. Sonra bu meclise başkan seçildi. Ancak 1915'de bu gö*rev*den ayrıldı.

Tekkeler kapatılınca Erbil'deki arazilerini satarak bu parayla İstanbul Erenköy'de bir köşk satın aldı ve buraya yerleşti.

1931'de düzenlenen Menemen komplosu üzerine tutuklanarak Menemen'e gönderildi. Bu sırada (komplo programına göre) has*talandığı ge*rek*çesiyle Manisa Askeri Hastanesine yatırıldı ve söylentilere göre orada is*tihba*rat servisi tarafından ortadan kaldırıldı.



27. Risâle-i Bahâiyye Tarîkat-ı Nakşibendiyye Prensipleri

Ali Kadri adlı bir şahıs tarafından yazılan bu kitabın 54-56. sayfalarında râbıtaya geniş yer verilmiştir.

Kitaptaki ilginç sözlerden oluşan birkaç satır aynen şöyledir:

«Henüz intisâb eden bir sâlik ile Allah arasında perde vardır. Bu perde, sâlikin doğrudan yüce Allah’tan Feyiz almasına engel teşkil eder. Bu perdenin aradan kalkması için yüce Allah ile perdesiz birlikte olan ve O’nun dostluğuna ermiş bulunan kâmil bir mürşidin aracılığına ihtiyaç vardır.»[25]

Bu ifadeler, Nakşibendîlik doktrininde, Allah ile kul arasında mutlaka bir aracının bulunması inancını çok açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Râbıta ise, bu tarikata giren her insanı aracıya kayıtsız şartsız bağlamak için uygulanan müthiş bir şartlandırma sistemidir. Dolayısıyla her bakımdan İslâm’la çatışma halinde olan Nakşibendîlikteki râbıta uygulaması, İslâm’daki (kulun doğrudan Allah’a bağlanması) ana prensibini kökünden yıkmaya yönelik bir sistemdir!



28. Tasavvufî Ahlâk

Mehmed Zâhid Kotku tarafından bu başlık altında yazılmış ve İstanbul'da bir yayınevi tarafından basılmış olan bir seri kitabın adıdır. Metni Türkçe’dir ancak ağdalı bir dil kullanılmıştır.

Bu serinin 2. cildinin, 271-275 sayfalarında râbıta konusu işlenmiştir.



29. Tasavvuf ve Tarîkatlarla İlgili Fetvâlar

Kitabın asıl adı, FETÂVÂ-YI ÖMERİYYE'dir. Yazarı, Ömer Zıyâuddîn Dağıstânî'dir.[26]

Kitabın metni Osmanlıcadır. Buna rağmen kapak üzerinde Yard. Doç Dr. İrfan Gündüz ile Yard. Doç Dr. Yakup Çiçek için, (sadeleştirenler) tabiri ye*rine, «çevirenler» denilmiş, bu suretle kitap metninin, sanki Arapça olduğu izle*nimi uyandırılmıştır. Tekrarlanan baskısında da böyle yapılmış olması, bu*nun bir yanılgı olmadığı ihtimalini güçlendirmektedir.

İstanbul'da bir yayınevi tarafından, bir baskısı 1986 yılında yayınlanan bu kitabın, diğer baskısı üzerinde açık bir tarihe rastlanmamıştır.

Yazarın oğlu tarafından “Sunuş“ başlığı altında:

«Rahmetli babam Dağıstanlı Şeyh Ömer Ziyaeddin Efendi Hazretlerinin Fetâvâ-i Ömeriyye isimli te'lif eseri, İslâm Tasavvufunun çok önemli mese*le*lerini ihtiva etmektedir.» denildiği bu, soru-cevap şeklinde kaleme alın*mış olan -sözde tasavvuf ve tarîkatlarla ilgili- kitapta, tarîkatla hiç ilgisi bu*lunma*yan enteresan soru ve cevaplar da vardır.

Örneğin, bunlardan biri şöyledir:

«SORU:

«Hz. Muâviye Radiyallah'u anh'e la'net etmek caiz midir ?

«CEVAP:

«Caiz değildir. - Fetâvâ-yı Behce»

192 sayfadan ibaret olan bu kitabın, 148-170 sayfalarında râbıtaya geniş yer verilmiştir.



30. Şâh-ı Nakşibend

Bu kitapçık, A. Faruk M. takma adlı bir asker emeklisi tarafından ya*zıl*mış ve İstanbul'da bir yayınevi tarafından 1970 yılında basılmıştır. 48.-55. say*falarında râbıtadan, tarîkatın bir ayrıntısı olarak söz etmektedir.



31. Tasavvufî Âdâb

Kitap 288 sayfadan ibarettir. 1982 yılında bir Nakşibendî tarafından yazıl*mıştır. Son yıllarda yaşanan gelişmeler ve halkın bilinçlenmesi sonucu yıp*ra*nıp dağılmış, doğulu bir şeyh ailesinin enkazını yeniden toparlama hasre*tiyle kaleme alındığı anlaşılmaktadır.

Kitabın 216.-233. sayfalarında râbıtaya uzunca yer verilmiştir.



32. GÜMÜŞHÂNEVÎ AHMED ZiYÂÜDDÎN

Hayatı-Eserleri-Tarîkat Anlayışı ve HÂLİDİYYE TARÎKATI[27]

Bir ilahiyatçı tarafından kaleme alınmış ve İstanbul'da 1984 yı*lında ya*yınlanmıştır.

336 sayfadan ibaret olan bu kitabın metni Türkçe’dir. Gümüşhânevî'nin hayatını ve tarîkat anlayışını konu edi*nen bu kitabın 274-278. sayfalarında râbıtaya yer verilmiştir.



33. Ruh'ul-Furkân

Latin harfleriyle yazılmış bir tefsirdir. İstanbul-Çarşamba'da faaliyet gös*te*ren gelenekçi bir Nakşibendî şeyhi ile altı mürîdi tarafından hazırlanmış*tır.

Nakşi cemaatleri arasında Ortaçağ Türkistan mistisizmine en fazla bağlı olan ve özden çok şekle önem veren bu grubun, Kur'ân'ı tefsir ederken Latin harflerini seçmesi bir bakıma şaşırtıcıdır. Ancak bunun zorlayıcı neden*leri de yok değildir. Çünkü dil olarak Arapça kullanılması halinde, Türkiye'de hemen hiç okuyucu bulamamak gibi bir endişe vardır; üstelik tefsiri hazırlayan ekip de Arapça bilmemektedir. Dil olarak Türkçe’nin Arap harfleriyle kullanılmasına (yani kitabın Osmanlıca hazırlanmasına) ise hem yasalar imkan vermemekte, hem de son derece az sayıdaki okuyucuya ancak hitap edebilmektedir. Onun için kitabın içeriği kadar, teknik yönleri de Türkiye’de yaşanan bu çelişkilerin zorlayıcı sonucudur ki bu da ayrı bir çeliş*kidir.

Kitabın ikinci cildinin, 45. sayfasında Bakara Sûresi'nin 152. âyet-i kerîmesi yorumlanırken açılan zikir bahsi ilgisiyle nihâyet 64. sayfadan iti*ba*ren râbıta hakkında birtakım ilginç anlatımlara yer verilmiştir.[28]

Konu 93. sayfaya kadar uzatılarak Kur'ân'a ve İslâm'a yabancı olan bu kavram, olağanüstü bir değerlendirme ile ön plana çıkarılmış, bununla bir*likte akademik te'lif kurallarına hemen hiç uyulmamış, kitapta adı geçen kaynakların hiç biri hakkında, yer, cilt ve sayfa gibi referanslar gösterilme*miş*tir.[29]



34. Mezhepler ve Tarîkatlar Ansiklopedisi

Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı başkanlığında bir ekip tarafından hazırlana*rak 1987 yılında yayınlanan bu ansiklopedide büyük ihtimalle yukarıdaki kay*naklara dayanılarak râbıta hakkında şu bilgiler kaydedilmektedir:



«Râbıta: »

«Özellikle Nakşibendîlik tarîkatının geliştirdiği bir anlayışa göre müş*kül*leri halleden Allah'ın sırrıdır. Hayatın neşe ve lezzeti onunla tadılır. Râbıta vücut gemisinin dümeni gibidir; Râbıtasız hayat yolculuğu sürekli bir çalkan*tıdan ibarettir. Kusur ve eksiklikler râbıta ile düzeltilir.

Mürîd, şeyhine râbıta yapmakla Gerçekte Allah'a ulaşmak istemektedir. Çünkü O'na Allah'ı tanıtan ve sevdiren odur. Seyrüsülûkünü tamamlayan kişi mürşidine olan saygısı devam etmekle beraber artık ona râbıta yapmaz.

Şeyhi severek hatırlamaya râbıta-i muhabbet, kendisini şeyh şeklinde ha*yal etmeye ise râbıta-i telebbüs adı verilir.»[30]



35. Ariflerin Gül Bahçesi

Bu da melâmîlere ait, son zamanlarda yayınlanmış bir kitaptır.

İzmir'de 1993 yılında bastırılmıştır. Hasan Özlem adında birine ait mis*tik konulu sohbetleri içermektedir. Tamamı, 388 sayfadır. Nahit Sertdemir adında bir şahıs tarafından derlenmiştir.

«Yaşadığımız Ortam ve Gerçek Melâmet» başlığı altındaki bölümde râ*bıta hakkında şu ifadelere yer verilmektedir:

« Mürşidler, insanları kendilerine bağlamazlar, kendilerine bey'at ettir*mezler. Râbıta Allah'adır, mürşide değil.»[31]

Bu ifade, Ömer Ziyaüddin Dâğıstânî'nin, (Fetvâlar adlı kitabının 160'ıncı sayfasında) bir soruyu cevaplandırırken sarf ettiği sözleri tamamen ya*lanla*maktadır. Adları geçen İki Sünnî (!) tarîkat arasındaki bu çelişki, âdetâ her ikisinin de İslâm'a uzaklığını kanıtlayan ve her iki tarîkata da ait olan ikinci bir çelişkidir.

Yukarıda adları geçen kitapçıklardan başka, (Örneğin Dr. Hasan Akay'ın hazırladığı İSLÂMİ TERİMLER SÖZLÜĞÜ gibi) çeşitli lügat ve ansiklopedilerde de râbıtanın çok kısa tanımları yapılmıştır. Ancak bunlar da diğerleri gibi son yılların ürünleridir. Yani râbıtanın, bilindiği tarihten daha eski bir mesele olduğunu kanıtlayan belgeler değildirler.





--------------------------------------------------------------------------------

[1]. Omar b. Muhammed b. Abdillâh b. Muhammed şihabuddîn Ebulhafs es-Suhrewerdî, Avârif'ul-Maarif, s. 201

[2]. Ruhu'l-Furkan: 2/63

[3]. Ali b. Hüseyn el-Vâiz el-Kâşifî el-Beyhaqıy, Raşahât, S.11, 12

[4]. Tarîkatçılar arasında «Kaddesellah'u Rûhahu, ya da Kaddesellah'u Sirrehu» şeklinde yapılan dualar, hiç bir İslâmî ve Kur'ânî kaynağa dayanmamaktadır. Ne Hz. Peygamber (s), ne de ashâbı, bu şekilde dua etmişlerdir. Onlar, birbirlerine ve mü'minlere Allah'dan rahmet dilemiş ve Allah'ın rızâsına nâil olmak için dua etmişlerdir.

«Kaddesellah'u Rûhahu: Allah rûhunu kutsasın» demektir; «Kaddesellah'u Sirrehu» ise, Allah sırrını kutsasın, Mübârek kılsın, anlamına gelmektedir. Bu adamların, Müslüman*lardan gizleyip Allah tarafından Mübârek kılınmasını diledikleri sırları acaba ne olabilir? insan bunu ister istemez merak ederken, onların bu tür hilelerle, kendilerine nasıl da her ba*kımdan Müslümanlar üstü bir statü belirlemiş olduklarını sezmemek elde değildir!

[5]. Ali b. Hüseyn el-Vâiz el-Kâşifî el-Beyhaqıy, Raşahât, s. 354

[6]. Age. S. 360; Bk. Keşf'uz-Zunûn: 1/903;

[7]. Risâle'tun Fi Tahkıyk'ır-Râbıta s.10; Ruh'ul-Furkan, 2/67

[8]. Tâcuddîn b. Zekeriyya b. Sultan el-Osmânî el-Hanefi, Tâciyye s.. 148

[9]. Tâcuddîn b. Zekeriyya b. Sultan el-Osmânî el-Hanefi, Âdâb'ul-Meshîkhat'i wa'l-Mürîdîn s. 78

[10]. Dimaşk, bugünkü Suriye’nin başkentinin adıdır. Türkiye’de, hatta Suriye’de halk, bu kenti Şam diye isimlendirir. Türkiye’de okul kitaplarına ve ansiklopedilere bile bu şekilde geçmiştir! Oysa Şam (Şâm), literatürde Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin ve (günümüzde İsrail diye iğreti bir isim almış olan topraklar dahil) tüm bölgenin adıdır.

Dimaşk adı, bu kentin Roma döneminden kalma Damascus şeklindeki eski isminin Arapçalaştırılmış biçimidir. Latin harfleriyle Araplar tarafından kısaca «Damas» olarak da yazılır. Bileşik isimler arasında «Demashq» şeklinde yazılması uygun görülmüştür.

[11]. Bk. Abbas el-Azzawî, Mevlana Halid, s. 723; Abdülmecîd b. Muhammed el-Khânî, el-Hadâiq’ul-Wardiyya Fi Haqâiq'ı Ejillâ'in-Naqshabandiyya s. 259;

[12]. Bk. Abbas el-Azzawî, Mevlana Khâlid, S. 723-724



[13]. Bk. Muhammed Muti' el-Hâfız-Nizar Abaza, Ulemâ'u Demashq wa A'yânuha S. 333

[14]. Bu kelime, Kitabın Arapça metninde «El-Cûkiyye» olarak geçmektedir. Bk Dipnot: 104

[15]. şu kaynaklar da yazardan söz etmektedir: Abbas el-Azzawî, Mevlana Halid, s. 718, 725; Muhammed Muti' el-Hâfız-Nizar Abaza, Ulemâ'u Demshq s. 307.

[16]. ibrahim el-Fasîh (H. 1236/M. 1820-H. 1300/M. 1882), El-Majd'ut-Tâlid S.15

[17] Kitabımızın birinci baskısında bu risâle’nin, (Halid Bağdâdî’nin halîfelerinden Muhammed b. Abdillâh el-Khânî’ye ait olduğuna ilişkin) bir açıklama yer almaktadır. Iraklı araştırmacı Abbas el-Azzawî’ye ait Kürt Enstitüsü Dergisi Sayı: 1/S. 726 - Bağdad-1973 referanslı, Mawlânâ Khâlid an-Naqshabandî adlı çalışmasına dayanarak daha önce aktardığımız bu isnâd yanlıştır. Kitabın gerçek yazarı, (yukarıda adı geçen Muhammed b. Abdillâh el-Khânî’nin torunu) Abdulmecîd b. Muhammed b. Muhammed el-Khânî’dir. Son olarak tesbit edilen bu doğru bilginin kaynağı ise, O’nun, İhlâs Vakfı tarafından İstanbul’da 1992 yılında yayınlanan eserinin matbu nüshasıdır. Bu nüsha, Halid Bağdâdî’nin halîfelerinden Muhammed b. Süleyman el- Bağdâdî’ye ait el-Hadîqa’tun-Nediyye ve başka birkaç risâle ile birlikte küçük boyutta basılmıştır.

[18]. Bk. David Dean Commins, İslâmic Reform Politics and Social Change in Late Ottoman Syria

[19]. Bk. Abdulmecîd b. Muhammed b. Muhammed el-Khânî, El-Hadâiq’ul-Wardiyya Fi Haqâiq'ı Ejillâ'in-Naqshabandiyya s. 295-297

[20]. Gümüşhânevî , (H. 1228/M. 1813-H. 1311/M. 1893) Jâmi’ul-Usûl s. 66

[21] Bk. Sıddıyq b. Hasan b. Lutfillâh el-Hüseynî el-Buhârî el-Qonûjî, et-Tâj’ul-Mukellel Min Jawâhir’i Meâthir’it-Tırâz’il-Âkhir’i wa’l-Awwal; Maktaba’tu Dâr’is-Selâm, Riyad-1995 s. 519-522.

[22] Nûr’ul-Hidâyet’i wa’l-İrfân, Kahire- h. 1311 s. 4

[23] Bu kitabın fotokopiden ibaret bir nüshası ilk kez, İsrail-Hayfa Üniversitesi Öğretim üyelerinden Prof. Dr. Butros Abu-Menneh tarafından 03 Ağustos 1998 günü Türkiye Diyânet Vakfı Bağlarbaşı Kütüphânesine hediye edilmiştir.

[24]. Tâhâ el-Harîrî, Tâhâ-i Hakkârî’nin halîfesidir.

[25]. Ali Kadri, Risâle-i Bahâiyye s. 133, Pamuk yy. İstanbul-1994

[26]. Ömer Ziya Dağıstânî'(H. 1266/M. 1849-H. 1339/M. 1921): Gümüşhânevî'nin ha*lef*lerindendir.

[27]. Kitabın adı aynen böyle yazılmıştır. Bu nedenle alıntı olarak kitapta da olduğu gibi kullanılmıştır.

[28]. Bk. BÖLÜM - I/6.Nakşibendîlerin, Râbıtaya ilişkin Delilleri.

[29]. Bu kitapla büyük bir fitnenin körüklen*meye çalışıldığını söylemek mümkündür. Çünkü eskiden beri râbıta meselesi gizli ve çok dar bir çevre içinde işlenirdi. Müslümanlar bu meseleden pek haber*dâr olamazlardı. Zaman zaman deşifre olup tekkelerin dışında gündeme gelse de konu üzerindeki tartışmalar çok sınırlı cereyan ederdi. Çünkü râbıtaya karşı çıkan*lar, (Bu gizli meseleden haberi olmayan) tarîkatın dışındaki kimseler değil, bilakis bu itirazcılar, genellikle içyüzünü bilmedik*leri için daha arı birer Müslüman olmak amacıyla tarîkata bağlanmak iste*yen, ancak İslâm inanç sistemini iyi bildik*leri için tarîkatın şifreleri çözdükçe uyanan mürîd adayları arasından çı*kardı. Ne var ki son zamanlarda laik egemen azınlık, Müslümanlara karşı güçlü kalabilmek için tarîkat çevreleriyle uzlaşmacı bir tutum izle*meye başlayınca bu çevreler de cesaret*lene*rek şimdiye kadar çok gizli yaptıkları râbıtayı yavaş yavaş ortaya çıkarmayı göze aldılar. Aslında bu kişiler toplumu şerbetlemek ve etrafı ürkütmeden Müslümanlara karşı bağışık*lık kazanmak için sanki bir sınama ile bu süreci başlatmış bulunuyorlar.

Fakat şunu önemle belirtmek gerekir ki onlar, izledikleri bu tutumlarıyla ve Kur'ânî de*ğerler üzerinde istedikleri yorumu yapma imkanını bulmakla İslâm'a, laik-mater*yalist topluluklardan daha çok büyük darbeler indireceklerdir!

[30]. Metinde sözü edilen ansiklopedi, s. 165

[31]. Hasan Özlem, Ariflerin Gül Bahçesi s. 26
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. January 2011, 02:04 PM   #14
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

C) Râbıtaya Karşı Yazılmış Makaleler, ya da Müteferrik İfadeler

Daha önce de işaret edildiği gibi râbıta, çok yakın geçmişte işlenen bir konu olduğu ve son dönemin Nakşibendîliği ile sınırlı kaldığı için İslâm âlimleri*nin dikkatini çekmemiştir.

Ayrıca İslâm Dünyası'nda asırlardır yaşanan perişanlık ve çöküş, özel*likle XIX. yüzyılda en derin kertesini bulduktan sonra râbıta ve benzeri sap*kın ina*nışlar daha fazla yayılma imkanını bulmuş, buna karşın Müslüman*lardaki araştırma ruhu da tam anlamıyla söndüğü içindir ki zindeliğini yi*tirmiş olan ilim çevreleri, bunun pek farkına varamamıştır. Aynı zamanda kapasiteli şahsiyetler, İslâm'ı bir bütün olarak hedef alan çok daha tehlikeli ve acil so*runların yanında sinsi ve hissedilmez râbıta gibi yabancı sızıntı*lara karşı uğ*raş verecek yeterli zamanı ve uygun ortamı bulamamışlardır.

Her şeye rağmen çok geniş anlamda olmasa bile, bazı kimseler râbıtayı sor*gulamışlardır. Birtakım kısa açıklamalarla ve tek tük makalelerle sınırlı kalsa bile râbıtayı ele almış, onu tartışmış bulunanların varlığını biliyoruz. Ne var ki bu kimseler, Nakşibendîlerin şiddetli saldırılarına uğradıkları için yazıp çizdiklerinin hemen tamamı imha edilmiş, bize ancak bunların çok azı intikal edebilmiştir.

Örneğin bunlardan biri, râbıta aleyhinde yazdığı bir risâleden dolayı (en az 1874'den önce) Edirne'de müftü olan Mehmed Fevzi adında bir adamın diline düşmüş ve yazdığı risâle büyük ihtimalle imha edilmiştir. Bu kitap*çıktan ge*riye kalan üç beş cümleyi ise ancak Mehmed Fevzi'nin O'na karşı yazdığı red*diye'nin içinde bulabiliyoruz.

Adı geçen müftü Mehmed Fevzi'ye ait Ayn'ul-Haqıyqa adlı risâlede ya*za*rın nakledilen bu birkaç cümlesi şöyledir:

«Ey birader! tarîkat ve hakikat ve marifet dahl olunmaz. Bu fakirin dahl eylediği: tarîkatın menşe-i Feyzi addolunan ve “Râbıta-i Şerîfe“ tesmiye kılı*nan “Hâlet-i pût-i şerîf“ demek ve şeytanî ve şer'in hilâfı ve şirk makûlesi bir keyfiyettir. »

«Ve şeytânî olduğunun alâmet-i akliyyesi, İblis Aleyh'il-La'ne'yi şeyhin yerine râbıta eylese, şeyhe râbıtada hasıl olan keyfiyet, laîn'e râbıtada hasıl ol*maktadır.»

Eğer sen, râbıta hakkında: “Halid Efendi'nin vesairlerinin risâleleri ve ce*vâzı hakkında delilleri vardır.“ dersen, onların her birisi mütâlaa olunup “Ewhen'u min beyt'il-Ankebût“ olduğuna ittila' olunmuştur.»

«Ve bu râbıtanın vücûdunu bulmak için kütüb-i tefâsîr ve ehâdîs ve kü*tüb-i sofiyye mütâlaa ve teftiş olunmuştur. Bir perde şeriatta vücûdunu müfîd bir şey bulunmamıştır. Belki müteahhiriynden cehele-i sofiyyenin ihdâs eyle*diği tevhide münâfi, dinde bir fitne-i azıymedir.»[1]

Bundan başka iki tane de kısa yazı vardır.

Biri, Mehmed Durmuş tarafından Türkçe kaleme alınmış ve Türkiye'de İktibas Dergisi'nin Haziran-1991 sayısında yayınlanmıştır.

Bu makalede râbıta, Kur'ân ölçüleri içinde eleştirilmektedir.



İkincisi ise Ercüment Özkan tarafından yine Türkçe yazılmış olan “Tasavvuf ve İslâm“ adlı kitabın kısa bir bölümünü oluşturmaktadır. 379 say*fadan ibaret olan bu kitap, Türkiye'de 1993 yılında yayınlanmıştır.

Mehmed Zâhid Kotku tarafından sadeleştirilen Risâle-i Hâlidiyye'nin, “Râbıta Edebi“ bölümü bu kitaba aktarılarak eleştirisi yapılmıştır. Bu tenkid, kitabın 79'uncu sayfasında yer almaktadır.

Müslümanların yaşadığı diğer ülkelerde Nakşibendîlik tanınmadığı için tabiatıyla râbıta, hemen hiç kimsenin dikkatini çekmemiş, dolayısıyla râbıta aleyhinde -Türkiye dışında- herhangi bir tepkiye rastlanmamıştır. Bu da râ*bıtanın, hatta ta*sav*vuf ve tarîkat kavramlarının, Türklerin bir bölümünden başka dünya Müslümanlarını hiç ilgilendirmediğini, binaenaleyh tarîkat adı altında var*lık gös*teren örgütlerin ve bunlara ait doktrinlerin, tören ve âyin*lerin, İslâm'a ya*bancı şeyler olduğunu açıkça kanıtlamaktadır.[2]





--------------------------------------------------------------------------------



[1]. Çok ağdalı olan bu sözleri -anlaşılabilmesi için- güncel dille şu şekilde sadeleşti*re*biliriz:

«Ey kardeş! Tarîkat, hakikat ve marifete karışılmaz. Benim müdâhale etmek istedi*ğim: Tarîkat için nur kaynağı sayılan ve “Râbıta-i Şerîfe“ diye adlandırılan “Mübârek Put“ anlamındaki şeytânî durum ve Yüce Şerîat'a aykırı düşen şirk sözünden ibarettir.»

«Bunun, şeytan işi olduğuna ilişkin akılcı kanıtı şudur: Eger kişi, şeyh yerine (onun şek*line girebilecek olan) lânetlenmiş şeytana râbıta yapacak olursa, bu râbıta, şeyhin kendisine değil, şeytana yapılmış olacaktır.»

«Yok eğer dersen ki: Râbıtanın meşrûluğu hakkında Halid Efendi'nin ve birçok kimsenin kitapları ve delilleri vardır; Ben de derim ki: Onların hepsi, tarafımdan gözden geçirilmiş, olup, örümcek ağından çok daha gevşek (zayıf ve önemsiz) oldukları anlaşılmıştır.»

«Ayrıca bu râbıta denen şeyin varlığını bulmak için tefsir, hadis ve tasavvuf kitapları, tarafımdan kolaçan edilmiş ve incelenmiştir.»

«Ancak şeriatta buna ilişkin en ufak bir şey bulunmamıştır. Bilakis râbıta son zamanla*rın cahil sofîleri tarafından uydurulmuş tevhide aykırı ve dinde büyük bir fitnedir.»

[2]. Bk. BÖLÜM - II/6. Rûhânîler ve Râbıta (Halid Bağdâdî)
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. January 2011, 02:05 PM   #15
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Rûhânîler ve Râbıta



Hiyerarşik zincir içindeki Nakşî rûhânîleri arasında kimler râbıtadan söz etmiştir.

Nakşibendîler, ta Hz. Peygamber (s)'den başlamak üzere sayıları otuzu ge*çen «azizler»'in -sözde- birbirlerine devretmesiyle bu tarîkatın günü*müze kadar geldi*ğine inanmakta ve bunları «sâdât» (yani pirlerimiz, efen*dileri*miz) diye anmakta*dırlar. Onların meydana getirdiği bu hiyerarşik zin*cire de «Silsile-i Sâdât» is*mini vermektedirler. Ayrıca Nakşîler arasında bu zincire, «silsile'tuz-zeheb» (yani altın gerdanlık) da denir.

Buna göre «Silsile-i Sâdât»: Nakşibendî Tarîkatı'nda en son şeyhi, sözde -yuka*rıya doğru- Hz. Peygamber (s)'e kadar bağlayan rûhânîlerin sıra ile ad*la*rı*nın oluşturduğu isimler zinciridir.[1]

Nakşibendîler tarafından ileri sürüldüğüne göre bu zincirdeki isim*ler*den her biri, bir öncekinden mezun olmuş ve makamına geçerek, mürşid sıfatıyla onun yerini doldurmuştur. Buna bağlı olarak -yine onlara göre - her şeyh, kendi döneminde Hz. peygamber (s)'i temsil eden bir titre sa*hiptir. Biraz sonra biyografi*leri içinde görüleceği üzere kerâmet ve fazîlet diye onlara Nakşibendîler tara*fından mal edilen inanılmaz mitolojik hikâyeler ise son de*rece ilginçtir.

Menkabe[2] denen bu hikâyeler, mürîdleri son derece etkilemekte, on*ları coş*turup kendilerinden geçirmektedir. Bu nedenledir ki her Nakşi*bendî şeyhi, kendinden sonra yerine oturacak olan «seccâdenişîn»'i[3] mezun ettiği zaman ona, mahrem bir şekilde yaklaşık olarak şu öğütlerde bulun*maktadır:

«Bak molla efendi oğlum! Sen artık bu cemâatin mürşidi olacaksın. Ama unutma ki, mürîd topluluğunun çoğu, cahil olduğu için âyet ve hadis*ten (yani Allah'ın ve Elçisi'nin sözlerinden) bir şey anlamazlar. Bu sebeple de yanlış yorumlar yapabilir ve tarîkattan kopabilirler. Onun için mürîdlere âyet ve hadis açıklamaları ye*rine daima mürşidlerimizin menkabelerini, kerâmet ve fazî*letlerini anlatarak onları eğitmeye çalış. Bu sûretle ancak on*ların tarîkata karşı şevk ve coşkularını artırabilirsin...»

Bu yollu öğütlerin, gerçekten iyi niyetlerle yapılıyor olabileceği ihtimali yok değildir. Sebebine gelince çöküntü içindeki Müslüman toplumların ta*banı büyük oranda eğitimsizdir. Gerçekleri, anlayamayacakları bir berraklık içinde açıklayıp, hidâyetten çok onları sonu dalâlet olan çeşitli kuşkular içine sürük*lemektense, (tarîkat şeyhlerinin hurâfelerinden değil) örnek İslâm âlimleri*nin, yüce Kur'ân'dan ilham alarak yaşadıkları üstün ahlâk ve fazîletlerden söz etmek suretiyle toplulukları eğitmeye çalışmanın faydaları elbette ki inkâr edi*lemez.



***



«Silsile-i Sâdât» terkibi içindeki «Sâdât» kelimesine gelince bu sözcük, Arap*ça'dır ve efendi anlamına gelen «Seyyid» sözcüğünün çoğuludur.

Nakşibendîler bu zinciri, (her nedense) Hz. Ebubekr (ra) ile başlatırlar ve O'nu birinci halka sayarlar. Bu silsilede, Hz. Peygamber (s)'den Halid Bağdâdî'ye kadar indirilenlerin, yuka*rıdan aşağıya doğru sırayla (ve özet bil*gilerle birlikte) adları şöyle*dir:



Yukarıdan Aşağıya Sıra No.
Aşağıdan Yukarıya Sıra No.
Nakşibendîlerin “Sâdât“ (yani efendilerimiz) dediği şahısların adları, nereli oldukları, doğum ve ölüm ta*rihleri.

1.
31.
Ebubekr es-Sıddıyk (Sıddıyq), HİCAZ– MADÎNE ; H. 13/m. 634

2.
30.
Selmân’ul-Fârisî, İRAN–ISFAHAN ; M. 656

3.
29.
Kasım b. Muhammed b. Ebibekr es-Sıddıyq, HİCAZ–MADÎNE ; H. 31/m. 653–h.106/m. 721.

4.
28.
El-İmâm Ca'fer'us-Sâdık, HİCAZ-MADÎNE ; H. 83/m. 702-h.148/m. 765

5.
27.
Ebu Yezîd (Bayezîd) Tayfur b. İsa b. Âdem b. Serûşân el-Bestâmî, İRAN–BİSTAM. H. 188/803-H. 261/M. 874.

6.
26.
Ebulhasan Ali b. Ebi Ja'far'il- Kharaqânî, İRAN–BESTAM. Doğ. ?-H. 425/m. 1034.

7.
25.
Ebu Aliy'yil-Fadl b. Muhammed'it-Tûsî el-Farmedî, İRAN–TUS ; Doğ. ?-H. 478/m. 1085.

8.
24.
Ebu Ya’kûb Yusuf-i Hemedânî, İRAN–HEMEDAN ; H. 440/m. 1048-h. 535/m. 1140.

9.
23.
Abdulkhâlıq el-Gonjduwânî b. Abdiljemil, TÜRKİSTAN–BUHARA ; Doğ. ?-H. 575/m. 1179.

10.
22.
Ârif er-Rîwegerî, TÜRKİSTAN–BUHARA.Doğ. ?-H. 606/m. 1209.

11.
21.
Mahmûd’il-İnjidfağnewî, TÜRKİSTAN-BUHARA. Doğ. ? – H. 715/m. 1315.

12.
20.
Aliy’yur-Râmitenî (Khuwâje-i Azizân), TÜRKİSTAN-BUHARA. Doğ. ?-H. 721 veya 728/m. 1328.

13.
19.
Muhammed Baba Semmasî, TÜRKİSTAN-BUHARA. Doğ. ?-H. 755/m. 1354.

14.
18.
Emir kulâl b. Hamza, TÜRKİSTAN–BUHARA. Doğ.?-H. 772/m. 1370.

15.
17.
Bahâuddîn Muhammed el-Buharî (Şah-ı Nakşibend), TÜRKİSTAN–BUHARA. H. 718/m. 1318–h. 791/m. 1389.

16.
16.
Muhammed Alâuddîn’ul-Attâr’ul-Buharî’ul-Khuwarizmî, TÜRKİSTAN–BUHARA. Doğ.?-H. 802/m. 1400.

17.
15.
Ya’qûb-i Çarkhî, AFGANİSTAN–GAZNE. Doğ. ?-H. 851/m. 1447.

18.
14.
Nâsiruddîn Ubeydullah’ıl-Ahrâr b. Mahmûd b. Şihâbiddîn es-Semerkandî, TÜRKİSTAN SEMERKAND. Doğ. ?-H. 895/m. 1490.

19.
13.
El-Qâdıy Muhammed Zâhid’ul Bedakhshî, TÜRKİSTAN-SEMERKAND. Doğ. ?-H. 936/m. 1529.

20.
12.
Derviş Muhammed’is-Semerkandî, TÜRKİSTAN–SEMERKAND. (Doğ. ?-Öl. H. 936/m. 1529.

21.
11.
Muhammed’ul-Khuwajegiy’yul-Emkenegî, TÜRKİSTAN–BUHARA ; H. 918/m. 1512–H. 1008/m. 1599

22.
10.
Muhammed Bâqıy-Billâh, AFGANİSTAN–KÂBİL. H.971/m. 1563–h.1012/m. 1603.

23.
9.
Ahmed’ul-Fârûqıy’yus-Serhendî (İmam-ı Rabbânî), HİNDİSTAN–SERHEND. H. 971, Serhend/m. 1563-h. 1034, Serhend/m. 1624.

24.
8.
Muhammed’ul-Ma’sûm’ul-Fârûqıy, HİNDİSTAN–CİHANABAD. H. 1007/m. 1599-h. 1079/m. 1668.

25.
7.
Muhammed Seyfuddîn el-Fârûqıy, HİNDİSTAN-SERHEND. H. 1049/m. 1630- h. 1098 /m. 1696.

26.
6.
Nur Muhammed’ul-Bedewânî, HİNDİSTAN-BEDEVAN. Doğ.? -H. 1135/m. 1722.

27.
5.
Şemsuddîn Habîbullah Mirza Mazhar Cân-ı Cânân, HİNDİSTAN–CİHANÂBÂD. H. 1111 /m. 1699- h. 1195/m. 1781.

28.
4.
Abdullah ed-Dehlewî, HİNDİSTAN–CİHANABAD. H. 1158 /m. 1745- h. 1240/m. 1824.

29.
3.
Halid’ul-Bağdâdî (Mevlânâ Khâlid Zuljenâhayn), IRAK-SÜLEYMANİYE. H. 1192/m. 1778-h. 1242/m. 1826.




* * *

Halid Bağdâdî, bu isimleri aynı sırayla, Farsça yazdığı bir manzûmesine de konu yapmıştır. Bağdâdî'nin manzûmesi şöyledir:

« Nebî, sıddıyq-u Selmân, Qâsım'est-u Ja'fer-u Tayfûr,

Ki ba'd ez Bu'l-Hasan şud bû Aliy'yu Yusuf'eş kencûr;

Zı Abdulkhalıq~âmed Ârif-u Mahmûd'ira behre,

K'ez îşân şud diyâr-i Mâverâunnehr-i Kûh-i Tûr;

Alî Bâbâ, Kulâl-û Nakşebend'est-û Alâuddîn,

Pes ez Ya'kûb-i Çarkhî Khâcegî Ahrâr-i şud meşhûr;

Muhammed Zâhid-û Dervîş, Muhammed Khâcegî Bâqıy,

Muceddid Urwa'tul-Wusqâ, ve Seyfuddîn-u Seyyid Nûr;

Habîbullah Mazhar, Şâh Abdullah Pîr-i mâ,

Ez'inhar'eş ki subh-i iyd şud mâ râ şeb-i deycûr.»

Nakşibendî kollarının her biri, Halid Bağdadî 'den sonra gelen ve bu zinci*rin devamı sayılan şeyhlerini de bu şiire, (aynı vezne uygun mısralar içinde) eklemeyi gelenek haline getirmişlerdir.



Şimdi akla şöyle bir soru gelmektedir:..

Acaba bu 29 kişi arasında kim, ya da kimler râbıtadan söz etmiştir. ?

Her şeyden önce onların kim olduklarını, her birinin nasıl bir kişiliğe sa*hip bulunduğunu, hangi muhitte yaşadığını, nelerle meşgul olduğunu, hatta bu kimseler arasında şeyh-mürîd olarak gösterilenlerin birbirini gerçekte görüp görmediklerini, aralarında görüşen*ler varsa bir*birlerine neler öğrettiklerini tesbit ettikten sonra ve aynı za*manda bilgi düzeylerini de araştırarak ancak bu sorunun ceva*bını bulmak mümkündür.



İşte bu amaçla, yukarıda adı geçenlere ilişkin olarak derlenmiş ayrıntılı bil*giler yine aynı sıraya göre şöyledir:





--------------------------------------------------------------------------------

[1]. Nakşibendîler tarafından «Silsile-i Sâdât» diye adlandırılan “tarîkat rûhânî*leri“'ne ait listenin ve bu listeye ilişkin rivâyet ve iddiaların bilimsel hiç bir değeri yoktur. Yakın geçmişin aydın Nakşibendî şeyhlerinden Kasım Kufralı (Küfrêvî), söz konusu listedeki şahıslar arasında kurulan bağlantı hakkında aynen şunları söylemektedir:

«Sûfîler arasında görülen en eski isnâd (silsile) Ca'far El-Huldî (Öl. 348)'nin isnâdıdır. (Al-Fihrist. S. 183)» Bk. Kasım Kufralı, Nakşibendîliğin Kuruluş ve Yayılışı S. 21 Dipnot: Türkiyât Enstitüsü No. 337.

[2]. Bk. Dipnot: 83

[3]. Seccâdenişîn: Yalın anlamı, seccâdeye oturan demektir. Tarîkatta, şeyhin mezun ettiği ve bulunmadığı zaman kendisini temsil etmekle yetkilendirdiği, halîfe mânâsında kullanılır. Bu terim, yalnızca Türk tasavvufunda vardır. Örneğin Nakşibendî Kürtler, «postnişîn» ve «seccâdenişîn» gibi terimleri ne bilir, ne de kulla*nırlar. Bu da tarîkatçıların bir başka çelişkisidir!
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. January 2011, 02:06 PM   #16
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

1–Hz. Ebubekr–i Sıddıyk (ra):

Fil Olayı'ndan sonra M. 573 yılında doğdu. Yaşça Hz. Peygamber (s)'den 2 yıl, 3 ay küçüktü. Büyük olayların hemen hepsinde Rasulullah (s)'ın ya*nında yerini aldı. Gerek Hz. Peygamber (s)'le birlikte, gerekse O'ndan sonra İslâm'ın yayılması ve tutunması için büyük hizmetlerde bulundu. İki yıl*dan fazla hilâfet makamında kaldı ve h.13/m. 634 tari*hinde 63 yaşında vefat etti.

Hz. Ebubekr (ra), tarihi belgelere göre Râşid Halifeler’in[1] ilki, Bedir ve Uhud kahramanı, Hz. Peygamber (s)'in kayınpederi ve İslâm Ümetinin, Rasulullah (s)'dan sonra en saygıdeğer şahsiyetidir. Nakşibendîlerce, rû*hânîler zincirinin 1'inci halkası olarak kabul edilmektedir. Ancak O'nun zama*nında Nakşibendîlik ve râbıta şöyle dursun, tasavvuf ve tarîkat kav*ramla*rının esa*misi bile yoktu.

Bu nedenle Hz. Ebubekr (ra)'in râbıta yapmış olduğunu ileri sürmek, bunu kanıtlamaya kalkışmaktan daha korkunç bir çelişkidir!





--------------------------------------------------------------------------------

[1]. Bu tarih teriminin orijinal karşılığı, literatürde «el-Khulefâ'ur-Râşidûn» olarak geçer. Hz. Ebubekr, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin, insanlık tarihinde benzeri yaşanmamış ve yaşatılmamış en adil ve en özgürlükçü yönetim dönemi amaçlanarak sırf bu dört ünlü devlet başkanı için bir niteleme unvanı anlamında kullanılmaktadır.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. January 2011, 02:06 PM   #17
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

2–Selmân-i Farisi (ra):

Pers asıllıdır ve ilk adı Mâbeh'dir. Mecûsî bir ailenin çocuğu olarak Isfahan'da dünyaya geldi. Doğum tarihi bilinmemektedir.

Büyüyünce Hristiyanlığı seçti ve uzun yıllar rahiplerin hizmetinde bu*lundu. Hayatında zincirleme olarak bir dizi olaylar yaşadıktan sonra zulme uğrayarak Mekke'de köle diye birine satıldı. Daha sonra Medîne'de yine köle olarak bir Yahudi’ye satıldı. Orada Hz. Peygamber (s)'le tanışma fırsatını bu*larak iman etti ve yakınlığını kazandı. Adı Selman olarak değiştirildi ve ilerlemiş yaşına rağmen çok kısa sürede mükemmel bir Arapça öğrendi.

Hz. Ömer (ra) Dönemi'nde Medâin valiliğine tâyin edilen Selman (ra) m. 656 ta*ri*hinde burada vefat etti. Ashâbın ulularındandır. Nakşibendîlerce, rû*hânî*ler zincirinin 2'inci halkası olarak kabul edilmekte*dir. Ne var ki O da Hz. Ebubekr (ra)'in çağdaşıdır ve dolayısıyla en az O'nun kadar râbıtadan münezzeh ve berîdir.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. January 2011, 02:07 PM   #18
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

3–Kâsım b. Muhammed (ra):

Hz. Ebubekr (ra)'in torunu, «Tâbiiyn»’in ulularından ve yedi ünlü hukukçudan biridir.[1] Annesi, son Sasânî İmparatoru Üçüncü Yezdcerd'in kızı Sewde (ra)'dir. Hz. Hüseyn’in oğlu İmam Ali Zeynulâbidîn (ra) ve Hz. Ömer’in torunu Salim b. Abdillah ile teyze oğludur.

Hz. Osman (ra) Dönemi'nde h. 31/m. 653 tarihinde doğdu. H.101 veya 106/m. 721 veya 725 yılında Mekke ile Medîne arasında El-Qudeyd Denilen yerde ve*fat etti. Nakşibendîlerce, rû*hânîler zincirinin 3'üncü halkası olarak kabul edilmektedir. Ancak O'nun zamanında, daha «tasavvuf » kelimesi bile Arap sözlüğüne girmiş değildi. Üstelik en ince ayrıntılarıyla bütün yaşamı tarihi kayıtlara geçmiş olan bu ünlü zatın eğer mistik bir anlayışı olsaydı, O’nun bu yanına ilişkin bilgiler de mutlak surette günümüze intikal edecekti. Nitekim Hz. Osman’ın şehid edilmesi hadisesinde rolü bulunmuş olan babasına, her namazda, secde halinde iken Allah’dan af dilediği konusuna kadar, hayatına ilişkin özel noktalar saptanabilmiştir. Dolayısıyla O'nun Nakşibendî olduğunu, ya da râbıta yaptığını söylemek yalnız gülünç, veya bir tutarsızlık değil, ilim adına böyle bir şey ileri sürmeye kalkışmak ilme hakaret etmekten başka bir şey değildir!





--------------------------------------------------------------------------------

[1]. Literatüre «Fuqahâ-i Seb’a» olarak geçen ve «Tâbiiyn» kuşağının ulularından sayılan bu yedi şahsiyet şunlardır:

1. Qâsım b. Muhammed b. Ebibekr es-Sıddıyq;

2. Khârice b. Zeyd b. Thâbit el-Ensârî;

3. Saîd b. el-Museyyeb;

4. Urwa b. Zubeyr b. el-Awwâm;

5. Ubeydullah b. Abdillâh b. Utba İbn. Mes’ûd;

6. Ebubekr b. Abdirrahmân b. el-Harth b. Hishâm (Hişâm);

7. Süleyman b. Yesâr.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. January 2011, 02:07 PM   #19
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

4- İmam Ca'fer'us-Sâdık (ra):

İmam Muhammed Bâkır (ra)'ın oğludur. O da İmam Zeynulâbidîn (ra)'in, O da Hz. Hüseyn (ra)'in, O da Hz. Ali (ra)'nin oğludur. Annesi ise Kasım b. Muhammed (ra)'in kızı Ummu Farwa (ra)'dır.

İmam Ca'fer (ra) h. 83/m. 702'de doğdu, h.148/m. 765 yılında Medîne'de ve*fat etti. Şiiler tarafından 6'ıncı imam, Nakşibendîler tarafındansa Sâdât zin*cirinde 4'üncü halka olarak kabul edilmektedir.

Gerçek olan, İmam Ca'fer (ra)'in, Ebu Hanîfe (ra) ile daima haşir neşir ol*duğu ve gerek İman, gerekse uygulama planında O'ndan ayrı düşmediğidir. Ebu Hanîfe (ra)'nin ise Kur'ânî çizgiden saptığına ilişkin hiç bir kanıt yok*tur. Sonuç olarak İmam Ca'fer (ra)'in, İslâm'ı ne Şiîler, ne de Nakşibendîler gibi anladığı or*taya çıkmaktadır. Dolayısıyla O'nun, tasavvufla ya da tarîkatla herhangi bir ilişkisinin olamayacağı gâyet açıktır.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. January 2011, 02:08 PM   #20
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

5–Ebu Yezîd-i (Bayezid) Bestâmî:

Wafayât'ul-A'yân'a göre, Adı Tayfur, ba*basının adı İsa, Onun babasının adı Âdem, Onun babasının adı yine İsa, O'nun da babasının adı Ali'dir. Ancak «ceddi –yani babasının dedesi– Mecûsî idi.» denilmektedir. Buna göre dör*düncü atası olan Ali'nin oğlu İsa için Mecûsî denilmiş olur ki bu, ihtimalden uzaktır. Belki de «ceddi Mecûsî idi» tabirin*den amaç, O'nun dördüncü atası olan Ali'dir. Serûşân adında İranlı bir Mecûsiyken İslâm'a girerek Ali adını alan bu şahıs olmalıdır.

Ebu Yezîd, h. 160 ya da 188 yılında Bestâm'da doğdu. Burası Hazar Denizi Sahillerinde bir yerdir. Ölüm tarihi ise h. 231 veya 261/m. 874'dür.

Nakşibendîler bu şahsın «Üveysî» olduğunu, yani, «İmam Ca’fer'us-Sâdık'ın rûhâniyetinden Feyiz alarak» velîlik makamına yükseldiğini ileri sürmekte ve O'nun, rûhânîler zincirinde 5'inci halkayı oluşturduğuna inan*maktadırlar. Halbuki Bestâmî, İmam Ca'fer'us-Sâdık (ra)'dan 40 yıl sonra dünyaya gelmiştir!

Nakşibendî Tarîkatı'nda «Üveysîlik» diye adlandırılan bu inanç, her ne kadar Üveys'ul Karanî adındaki bir Yemenlinin, (çağdaşı ve hayranı bu*lunduğu) Hz. Peygamber (s)'e olan platonik sevgisi üzerine örülmüş ise de as*lında kökü, eski Yahudi inançlarına dayanmaktadır. Nitekim Hz. Musa (as)'ya inen vahyin, ruhçuluğu yasakladığına ilişkin bilgilere bakılacak olursa, o de*virde ruh çağırmak ya da ölmüş insanların rûhâniyetinden yar*dım dile*mek gibi batıl inançların yaygın olduğu sonucu çıkmaktadır. Buna ek olarak Kur’ân-ı Kerîm'de Allah Teâlâ'nın, Hz. Peygamber (s)'e: «Ve sana ruhu sorar*lar, De ki: Ruh, Rabb'imin sistemindendir. Size ancak pek az bilgi ve*rilmiş*tir.»[1] diye emretmiş olması da ayrıca ruhlarla ilişki kurmaya çalış*manın hem ilâhî emre aykırı bir davranış olduğunu hem de bu türlü bir amacın asla gerçekleşemeyeceğini kanıtlamaktadır.

Bestâmî'nin, Ebu Ali es–Sindî[2] ile haşir neşir olduktan sonra fıkhı bı*rak*tığı ve Budizm'den etkilenerek Patanjalist bir inanca saptığı sanılmak*ta*dır. Nitekim, İmam Ca'fer'us-Sâdık (ra)'dan 40 yıl sonra dünyaya gelme*sine rağmen O'nun bu zatın rûhâniyetinden istifade ettiğine dair ileri sürü*len mitolojik hikayeye bakılacak olursa Nakşîliğin tuttuğu yolda, ta baştan beri ne tehli*keli çukurların bulunduğunu fark etmekte insan gecikmez. Bütün bu çeliş*kilere rağmen Ebu Yezîd-i Bestâmî'nin, (Teverruk oturuşu ile otura*rak, gö*zünü yu*marak, şeyhinin şeklini zihninde canlandırarak,) özetle bu*günkü Nakşîlerin yaptığı râbıtanın aynısını yapmış bulunduğuna ilişkin hiç bir ka*nıt yoktur.





--------------------------------------------------------------------------------



[1]. Kur’ân-ı Kerîm 17/85

[2]. Bu isim, ilginç bir tartışma konusu olmuştur: Tartışmanın özü ise: Ebu Ali'nin sanıldığı gibi (Hindistan'ın batısına düşen ve bugünkü Pakistan'ın bir bölgesi olan) SiND halkından olmadığı, bu zannın çok büyük yanlışlığa yol açtığı ve Ebu Ali'nin, esâsen Horasan'da bu adı taşıyan bir kasabadan olduğudur.

Çünkü Bestâmî'ye Hind mistisizmini aşılayan kişinin, Ebu Ali olduğu öteden beri ileri sürülmek*tedir. "Eğer bu adamın, Hindistan'daki SiND'le hiç bir ilişkisi yoksa Hind mistisizmini na*sıl öğrenmiş ve Bestâmî'ye onu nasıl öğretmiş olabilir?!" diye bazı kimseler kuşkuya düşmüş ve bunu ileri süren Oryantalist Zaehner'i ağır şekilde suçlamışlardır.

Burada hemen ifade etmek gerekir ki Zaehner'i suçlayanlar, çok ucuz bir fırsatı değer*lendirmeye çalışmışlardır. Çünkü onlara göre Zaehner, Horasan'da bu ismi taşıyan bir kasa*banın bulunduğunu bilmemektedir; Üstelik Zaehner, Ebu Ali'yi, Hindistan'ın Sind Bölgesi'*den sandığı için onunla Hind mistisizmi arasında hayâlî bir ilişki kurmuştur.

Burada belirtilmesi gereken birkaç gerçek vardır:

Her şeyden önce, bir milletin anlayış ve düşüncesini aşılanmak ve onu başkasına aşıla*mak, mutlaka o milletin arasında yaşamaya bağlı değildir. Bu açıdan Ebu Ali'nin, Hindis*tan'ın Sind Bölgesi'den olup olmaması büyük bir önem taşımaz. Esasen üzerinde durul*ması ge*reken ince nokta, kanâatimizce şu olmalıdır:

Zaehner'i suçlayanların en büyük kozu, Onun, bu iki Sind'den birini bilmediği için, diğe*rinden sebep Ebu Ali'yi Hind mistisizmiyle irtıbatlandırarak ilginç bir hata işlemiş olması*dır. Tabiatıyla bu yanlışlık, O'nun ileri sürdüğü her şeyi yalanlamak için karşıtlarının işine çok yaramıştır! Halbuki Horasan halkı tarih boyunca Hind atmosfarinin her bakımdan et*kisini yaşamışlardır.

Sonuç olarak Horasanlı Ebu Ali'nin Hind mistisizmine bulaşmış olması için O'nun, mut*laka Hindistan'nın Sind Bölgesi'nden olması diye bir şey düşünmek doğru olmasa gerektir.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
mürid, mürşid, nakşibendi, nakşibendilik, rabıta, tarikat, tarikatta


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 03:30 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam