hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > İMAN > Kitaplar'a İman > Kur'an

 
 
Seçenekler Stil
Alt 7. May 2011, 08:47 AM   #1
pramid
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Sep 2010
Mesajlar: 764
Tesekkür: 191
507 Mesajina 1.128 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
pramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud of
Standart Kurandan bazı kök çalışmaları

RAHMET: (R-H-M) kökü sözlükte “Sevgi, merhamet, şefkat, bağışlama, saf iyilik, güzellik saçıcılık” manasına geliyor. Bu kökten gelen kelimelerin eski dünya dillerinde meşhur ve yaygın olduğunu görüyoruz; Akadcada döl yatağı, rahîm (remu), merhamet eden tanrı (remânu), Aramice rahîm, merhamet (rhm), İbranîce rahîm, merhamet (raham), Hindçe iyilik tanrısı (Brahma) hep aynı kökten… Sevginin ve merhametin babası anlamına gelen Eb-Raham’ın bütün Sami dillerinde ve hatta Hindçede bile kullanıldığını görüyoruz. Buralardan evirilerek Arapçaya İbrahim olarak geldiği anlaşılıyor. Bunların hepsi Arapçadaki rahmet, rahman, rahîm kelimeleri ile aynı anlam ikliminden. Demek ki Allah’ın öz varlığında mündemiç (içkin) bulunana rahmân (çokça seven), bunun mahlûkat üzerindeki tezahürüne de rahîm (sevgisi taşıp yayılan) diyoruz.

Asurca, Aramice, Keldanice, İbranice, Arapça gibi tüm Sami kökenli Ortadoğu dillerinde “RHM” kökü sevgi ve merhametle ilgili…

Rahmet kökü Türkçe’de içinde sevgi, saygı, şefkat ve merhamet kelimelerinin yattığı “yârlığamak” kelimesini çağrıştırır. “Rabbim rahmeti ile yârlığasın”, “Rahmetinle yârlığa ya Rabbi”, “Rahmetinle yârlığa kıl ya gâni” deyişlerinde geçtiği gibi yârlamak veya yârlayıcı esasında yâr muamelesi yapmak demektir ki sevgi ve merhametin neticesidir (Elmalılı). “Allah yâr ve yardımcımız olsun” derken de bu kastedilir.



RAMAZAN: (R-M-D) kökünden gelen bu kelime “sıcaklık/kızgınlık” ile ilgili kullanılıyor. Arap, yalınayağı ile çölün kızgın kumunda yürüyüp ayağı yanınca buna “ramaza’l-gadem” demiş…Günün ısısı şiddetlenip artınca “ramza’l-yevm”, susuzluktan içi yanınca “ramiza’l-sâim”, koyununu sıcak bir vakitte otlatıp ciğerlerini yaralayınca “ramiza”l-ğanem”, güneş ıssısından kızgın hale gelmiş çöldeki taşa “er-ramzâu”, yaz sonunda yağan ve toprağı sıcak bulan yağmura “er-ramzu”, koyunun sıcakta otlama yerine “el-mermız” demiş… Bu durumda “ramazan” da sıcağın arttığı ay veya yazın ardından güz yağmurlarının başladığı ay demek oluyor…



BEREKET: (B-R-K) kökü sürekli, kalıcı olma, çoğalma, yayılma, birikme anlamında kullanılıyor. Bu anlamda “Allahu teâla ve tebâreke” dediğimizde Yüce, Ulu, Kalıcı, Daim olan, Ölmeyen, Yok olmayan, Yaşayan ve hep Yaşayacak olan Allah demiş oluyoruz. Kuran’ın “mübarek” bir kitap olması bu anlamda insanların kalbinde kalıcı olması, insanlık vicdanında çağlar boyu yankılanması, insanlığı sarıp sarmalaması, tutması, onlar tarafından benimsenmesi ve giderek ona inananların, gönül verenlerin çoğalması, artması manasındadır. Bu durumda mübarek beldeler de “yankısı çağlar boyu süren, kalıcı, sürekli yerler” demek olur… “Rahmet ve bereket ayı” da sevgi ve merhametin kalıcı, sürekli olduğu, çoğaldığı, yayıldığı ve giderek yerleşik hale geldiği/gelmesinin istendiği, bütün yıla yayılmasının hedeflendiği, insanlarda kalıcı/sürekli bir ahlaka dönüşmesinin amaçlandığı, bunun öğretildiği, taliminin yapıldığı ay demek oluyor.



ORUÇ: (S-V-M) kökü de Arapça’da tutmak demek. “Oruç tutmak” ise Osmanlıca’nın Farsça ile Arapça arasında sentez ve hakemlik misyonunu ifade eden en güzel deyimlerindendir. Bir imparatorluk dili olduğunun en güzel göstergelerindendir… Oruç Farsça gün (ruz) kökünden geliyor. Günlük (ruzname), çağ, devir, sabah meltemi (rüzgâr), yenigün (nevruz), gün gibi (piruz) kelimeleri bu kökten… Şu halde oruç tutmak, “günü tutmak, bir günlük kendini tutuş” demek oluyor. İslami literatürde ise “Kişinin bir gündüz boyunca yemeden, içmeden, cinsel arzulardan uzak durması, bunlara karşı kendini tutması” manasında. İnsan hayvandan, şehir ormandan işte bu “kendini tutabilmek” sayesinde ayrılır. Bu nedenle bütün büyük dinlerde oruç bir insanlaşma aracı olarak yer alır… Hakîm (bilge) kelimesi de “Ata gem vurmak” kökünden geliyor. Bu durumda Kuran’ı Hakîm de “İnsanoğluna, kendisine gem vurmayı öğreten kitap” demek olur. “Allah hakîmdir, hikmet sahibidir” demek de “Allah insana kendini tutmayı, arzularına gem vurmayı öğreten bilgelik dolu hükümler gönderendir. Yüce bilgelik kaynağıdır O.” demek olur.



İFTAR: (F-T-R) kökü de bir şeyi açmak, yarmak, ilk defa icat etmek demek. Arap, deriyi iyice sepileyip yumuşak yapmaya “fetara’l-cilde” demiş…Demek ki “iftar vakti” ruhen sepilenme, yumuşama vakti demek oluyor. İçimizdeki şehveti, ihtirası, öfkeyi sepiliyor, yumuşatıyor, iyice inceliyoruz. İftar sofrasındaki son 5 dakikayı düşünün…İç dünyamız nasılda yumuşuyor, inceliyor, insana bir dinginlik çöküyor. Sonra ezanla birlikte “açılım” yapıyoruz. Yeme içme dünyasına dönüyoruz… Orta harfi ince “te” ile okunduğunda sakin olmak, dinginleşmek, fersizleşmek manası kazanıyor. Yani içimizdeki şehvet, ihtiras, bencilik ve öfkenin sakinleşmesi, dinginleşmesi, fersiz hale gelmesi… Onun için ayın sonundaki bayrama da “iydu’l-fıtr” (sakinleşme, dingin hale gelme bayramı) deniyor. Türkçe’deki “fatura” sözcüğü de bu kökten. Bu durumda “fıtr sadakası” işte bu dinginleşmenin, yumuşamanın faturası oluyor. Öyle ya her işin bir faturası var. Sakinleşmekten, dinginleşmekten, bencilliği yenmekten maksat neydi? Ötekini düşünme, verme, paylaşma, ötekine doğru “açılım” yapma, kendi Ben’ini aşabilme, Benlik zindanından çıkma ayı, bayramı…

SAHUR: (S-H-R) kökü “erken, erken olmak” ile ilgili. Arab zihninin ‘eşyaya isim koyma’ tercihi, güneşin doğuş vaktine “seher” demiş. El çabukluğu, erken davranarak göz boyamaya da “sihir” demiş. Erken kalkarak gece yemek yemeye de “sahur” demiş. Bunların hepsi aynı kökten… Demek ki sahurun “erken” davranmakla ilgili bir anlamı var. Şöyle: Erken davranıp içinizdeki şehvet, ihtiras, bencilik ve öfkenin göz boyacılığına kendinizi kaptırmayacaksınız, bunların büyüsüne kapılmayacaksınız, gece uyanıklığı içinde olacak, büyüye kapılmış adam mahmurluğundan ayıkacak, diri bir zihinle kendinize hakim olmayı öğreneceksiniz… Demek ki “sahura kalkmak”, aslında erken davranmayı öğrenmek demek oluyor. Şehvetten, öfkeden, ihtirastan, bencilikten önce davranıp bunları yenecek; sağınızdan, solunuzdan, arkanızdan, önünüzden girip sizi büyüsü altına almasına izin vermeyeceksiniz.

SADAKA: (S-D-G) kökü “doğru söylemek/gerçeği tasdik etmek” demek. Doğruluk anlamına gelmekle birlikte daha ziyade sözün doğruluğu manasında. Kur’an’da zekat anlamında da kullanılır. Bu durumda “sadaka vermek” ne oluyor? “Sadakallahu’l-azim” (Büyük olan Allah doğru söyledi) cümlesinde de geçtiği gibi sadaka vermek, bir sözü doğrulamakla ilgili. Sadaka verdiğiniz zaman hangi sözü doğrulamış oluyorsunuz? Çünkü “sadaka verdi” demek “doğru söz söylemeyi verdi” demektir ki pek anlaşılmıyor. Ancak Kur’an’ın anlam dünyasında çok esaslı bir anlamı var. Biraz araştırdığımızda bunun “Mallarında muhtaç ve mahrum olanların hakkı vardır.” (Meâric; 24, Zariyat; 19) ayeti ile ilgili olduğunu görürüz. Siz, sadaka verdiğinizde bu gerçeği tasdik etmiş oluyorsunuz. Onun için “İsteyeni geri çevirme” denir. Onun için “Sadakalar yoksullar, muhtaçlar, yolu kesilmişler, köleler, borçlular, kalpleri ısındırılacaklar… içindir.” denir. Yani bunların malınız üzerinde hakkı olduğunu “tasdik” ettiğinizi göstermek için vereceksiniz. Vermiyorsanız “sadakat” göstermiyor, muhtacın ve mahrum hakkına “ihanet” ediyorsunuz demektir. İşte “sadaka vermek” bu oluyor.

ZEKAT: (Z-K-Y) kökü bir şeyin artması/çoğalması/fazlalaşması demek. Kelime bu mana etrafında dönüyor. Sevgi arttı (zeka’l-hubb), mal çoğaldı (zeka’l-mâle), adam zengin oldu (zeka’r-racul) şeklinde kullanılıyor. Peki o zaman “zekat vermek” ne demek? Tam karşılığı “fazlalaşmışı/çoğalmışı vermek” demek oluyor. Nitekim Ku’an’da genellikle onlar ki zekat verirler (ati’z-zekât) şeklinde “vermek” fiili ile birlikte kullanılır. Aksi halde tek başına ‘onlar ki çoğaltırlar, biriktirirler, fazlalaştırırlar’ olur ki doğrusu ‘böyle çoğalmış/birikmiş/fazlalaşmış (zekaten) olanı verirler’ demektir.

Tezkiye ile afv kelimeleri Kur’an literatüründe birbirinin yerine kullanılabilecek manaya sahip. Her ikisi de artmak/çoğalmak ve artmış/çoğalmış olmanın getirdiği kirlerden (mülkte şirk, ihtiras, kibir, cimrilik, kıskançlık, bencillik vb.) arınmak, temizlenmek manası etrafında dönüyor. Örneğin “Beni af et” demek “Benden sadır olan fazlalığı görme, hoş gör” demek oluyor. Keza afiyet olsun (aldığın fazlalık sana iyi gelsin), afedersiniz (fazlalık yapıyorum ama…), muaf olmak (fazlalıktan hariç tutmak), muafiyet sınavına girmek (ek/fazla sınava girmek) kelime ve deyimleri bu manadadır. Hepsinde de fazlalık manası vardır. Zekat kökünden gelen kelimeler de aynen böyle. Mesela tezkiye olmak üzerinden fazlalığın alınması demek oluyor. “Mahkemede tezkiye oldum” dediğinizde “Üzerime atılı/fazlalık duran suçtan arındım, temizlendim, o fazlalığın bana ait olmadığı anlaşıldı” demiş oluyorsunuz.

MUTREF}: “Bolluk içinde olan, şımarmış” demektir. Bolluk ve nimet içinde olmak, şımarmak (teref), konfor içinde olmak, nimetler içinde yüzmek (teterrûf), konfor, rahatlık, lüks, şımarıklık (teref) kelimeleri bu kökten… Demek ki mütref bir toplumun rahatlık ve konfordan şımarmış, “fors” sahipleri demektir… Bu durumda Kur’an’da sık sık geçen mele-i mütref “kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri” demek oluyor. Bugün için devlet beslemesi ailelere, sosyete çevrelerine, lüks ve sefahat içinde yaşayan zümrelere ve onlara özenenlere tekâbül eder.

KEBÂİRE’L-İSM: Sözlükte [كبر ] kökü “büyük olmak”, [ثما] kökü de “suç işlemek, günaha girmek” demektir. Bu iki kelimeden oluşan [كباءر الاثم ] ise “büyük günahlar” demektir. Bu deyim aslında sadece Müslümanlara değil; insanlığa önemli mesajlar vermektedir. Ayette geçen lemem kelimesi ise “Bir anlık şuursuzluk hali” demek olup (Razi) “küçük günahlar, ufak tefek hatalar” şeklinde meşhur olmuştur. Demek ki “Günahın büyüğü küçüğü olmaz” sözü doğru değildir. Suçun ve günahın büyüğü olur ve Kur’an bu anlamda büyükler (kebâir) demektedir.

TEKÂSÜR: Sözlükte [KSR] kökü mastar olarak “çok olmak, çoğalmak” demektir. Malı çok olmak, zengin olmak, maddî durumu iyi olmak (iksâr), çoğaltmak, teksir etmek, çokça yapmak, çoklaştırmak (teksîr), çoğalmak, artmak, üremek, türemek (tekâsür), çok olmasını istemek (istiksâr), daha çok, en çok (ekser), çoğunluk, galibiyet (ekseriye), çok (kesr, kesîr), çokluk, fazlalık, bolluk (kesret), çok konuşan, geveze (miksâr) kelimeleri bu köktendir…

MÂUN: Sözlükte [AVN] kökü mastar olarak “yardım etmek, orta yaşlı olmak” demektir. Orta yaşlı olmak (avân), yardım etmek (iâne), yardımcı (muâvin), yardımlaşmak, el birliği etmek (teâvün), yardım istemek (istiâne), yardım, destek, medet (avn), ikramiye, burs, destek (iâne), kooperatif (teâvuniyye), yardımsever, insanlara yardım eden (mi’vân), küçük yardım (maûne) kelimeleri bu köktendir…

Mülk kelime kökü itibariyle sahip olmak demektir. Kur’an’da iktidar ve mal anlamında kullanılır. Mal üzerinde tasarrufta bulunma yetkisine malın mülk edinilmesi diyoruz. Mal da kelime olarak meyletmek kökünden gelir. Meyledilen, arzu duyulan şey demektir. Meta da faydalanılan şey demektir. Bunlar Kur’an’da sık sık geçer. “Dünya hayatı aldatan/gelip geçici bir metadır” denilir. Kur’an’da dünya hayatı derken gezegen olarak dünya değil; dünyanın içendeki mal mülk kastedilir.

SA’Y: Sözlükte kökü mastar olarak “çalışmak, koşmak” demektir. Çaba, gayret (sa’y), mesâi, iş, çalışma, (mesâ’î), bir adamı kendi emeği ile geçinir hale getirmek (is’â), koşuşmak, koşuşturmak (tesâî), laf getirip götüren (es-sâî), haber getirip götüren, postacı (sâî) kelimeleri bu köktendir…

Görüldüğü gibi koşturma, çalışma, iş, mesâi anlamına gelen sa’y kavramı Türkçede “alınteri, emek” dediğimiz şeyi çağrıştırır. Ayet “İnsanın emeğinden/alınterinden başkasını alma hakkı yoktur” ölümsüz ölçüsünü getiriyor. Ayette geçen insan için (li’l-insani) ifadesi sahiplik ifade eder ve insanın bir şeyi alması, kendine ait kılması manası verir. Bu nedenle Türkçede sa’y kavramını karşılayacak en iyi iki kelime “emek” ve “alın teri” sözcükleridir.

“Alın” Eski Türkçe’deki (7.yy) “almak” sözcüğünden geliyor. “Alın” Türkçede şahsiyet, kişilik ifade eder. “Alın teri, alınyazısı, alnı ak yüzü açık, alnına kara leke sürmek, alnından silinmemek, alnından ter boşanmak” vs. sözlerinde geçen “alın” bu manadadır. Demek ki insanın şahsiyeti esasında “almak” ile ilgili bir şeydir. Hep alanın hiç vermeyenin, yani kendi emeği ile geçinmeyen birinin kişilikli, şahsiyetli, alınlı, alnı açık olduğunu söylemek mümkün değildir. Nitekim “Eli ekmek tutmak, tuttuğunu koparmak, ekmeğini taştan çıkarmak, bir baltaya sap olmak” deyimleri de doğrudan bu kişilikle ilgilidir. Şu halde kişinin “şahsiyet” olması “alın teri” ile doğru orantılıdır.

FUKARÂ: “Fakirler” demektir. Kök olarak “Omurga kemiği kırılmış” manasındadır. Türkçe’de “fıkra” da aynı kökten. Bu durumda “fıkra anlatmak” yazı gibi tüm ayrıntıları içermeyen, kırılmış omurga gibi atlanmış, kırık anlatım demek. Eskiden köşe yazarlarına “fıkra muharriri” denirdi. Yani anlatımı zayıf, konularını derinlemesine ele almayan, üstünkörü yazan manasında. Arap zayıf deveye de “fakr” demiş…

MESÂKİN]: “Yoksullar” demektir. Kök olarak “sakin olan, susan, duran, dinen şey” manasındadır. “Sukûn” hareketin durması, “seken” ise mülkü olmadığı halde kira veya başka bir şekilde evde oturmak demektir. “Meskûn mahal” veya “Mahalle sâkinleri” buradan gelir.

Fukarâ ile mesâkin arasında şöyle bir fark olduğu söylenebilir: Fukâra işsiz olduğu için zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak gelirden yoksun olanlar, mesâkin de işi olduğu halde geliri zaruri ihtiyaçlarını karşılamaya yetmeyenler, bu nedenle de geçim sıkıntısı çekenler demektir. Öyleki işi olduğu, kira da olsa bir evde meskun bulunduğu için görenler onu hali vakti yerinde birisi sanmaktadır. Halbuki geliri zaruri ihtiyaçlarını bile karşılamaya yetmemekte, geçim sıkıntısı çekmekte ve bunu da sâkin durarak, susarak kimselere söylememektedir. İşte mesâkin budur…

BÂİS: “Şiddetli sıkıntı çeken” demektir. Şiddetli darlık, yokluk, çaresizlik, açlık, savaş manalarına gelir. Fukarâ ve mesâkin’den daha şiddetli yoksulluğu ifade eder. İbn Abbas’a göre Bâis, şiddetli yoksulluğu yüzünden ve elbisesinden belli olan kimsedir. Çünkü fakirin fiziki görünümü böyle değildir. Fakirin elbisesi temizdir ve yeterli gıda aldığı da yüzünden belli olmaktadır (Razi). Bu durumda Bâisûn, şiddetli fakr-u zaruret içinde olduklarından istemek zorunda bırakılan hatta yalvartılan “yalınayaklıları” ifade eder. Kur’an’da “el-Bâise’l-Fakîr” şeklinde geçer. (Hac; 22/28).

MUMLİG: “Fakir düşmekten korkan” demektir. Kur’an’da şöyle geçer: “Yoksulluk korkusuyla (imlâg) çocuklarınızı öldürmeyin” (En’am; 6/151), “Yoksulluk korkusuyla (imlâg) çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da, sizi de biz rızıklandırırız. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır” (İsra; 17/31).

Mumlig ile memluk arasında yakınlık olduğu anlaşılıyor. Memluk başkasına köle olmuş kimse demektir. Kur’an’ın indiği dönemde Mekkeliler kız çocuklarını diri diri toprağa gömmekteydi. Çünkü yoksulluk belasından Mekkeli tefeci bezirgânlardan borç para almakta, daha sonra bunları ödeyememekte ve tefeciye köle olmaktaydılar. Eşlerini ve kızlarını da onlara vermekte ve umumhanelerinde çalıştırılma zilletine katlanmak zorunda kalmaktaydılar. İleride kızlarının başına bu gelmesin diye de çocuklarını diri diri gömmekteydiler. İşte bu çeşit yoksulluk “İleride tefecinin eline düşerek yoksullaşır, ona köle olur, beni, eşimi veya kızımı ne olur bırak diye yalvarmak zorunda kalırım” korkusunu ifade ediyor. Onun için olsa gerek mumlig, sözlüklerde “boyun eğen ve yalvaran yoksul” diye tarif edilmiş (İbn Manzur).

MAHRÛM: “Yasaklanmış” demektir. Türkçe’de de kullanılan “mahrum bırakılmak” manasındadır. Diğer yoksulluk kavramlarından farkı elinden bir iş geldiği, bilgisi ve becerisi olduğu halde haksız yere bunları kullanma imkanı kendisine verilmeyen, yasak konan, engellenen, bundan dolayı da yoksul ve muhtaç duruma düşen demektir. “Kamu hizmetinden mahrumiyet” bunu ifade eder. Kur’an’da zenginlerin malında yoksullar (sâil ve mahrûm) için hak olduğu söylenirken geçer. (Zariyat; 19/51, Mearic; 50/25). Genel olarak da Allah’ın yarattığı rızık (ürün) ve rızık kaynaklarından (üretim araçları) mahrum bırakılan bütün yoksulları ifade eder.

MUHTAÇ: “İhtiyaç sahibi” demektir. Hacet, ihtiyaç, muhtaç kelimeleri buradan gelir. Kur’an’da Allah’ın yarattığı rızık (ürün) ve rızık kaynaklarına (üretim araçları) insanların ihtiyaç duyması manasında kullanılır. Allah evcil hayvanları yaratmıştır ki insanlar yiyeceklerini ve binitlerini onlarla karşılasın diye. Nice faydaları olan bu hayvanlarla “ihtiyaçlar” giderilir (Mu’min; 40/850). Gemiler, su, ırmak, deniz, toprak, bahçe ve madenlerde de nice faydalar vardır. Bütün bu rızık ve rızık kaynakları insanlar içindir. Fakat bunların etraflarına “çit” çevirilip özel mülkiyete alınması yüzünden Allah’ın kullarından kimileri buralara sokulmamakta, dışarıda tutulmaktadır. İşte “muhtaç” bunlardan uzak tutulan, yararlandırılmayan kimsedir.

Oysa “iman” kalplerine yerleşmiş olanlar ve daha önceden buralara (rızık ve rızık kaynaklarına) yerleşenler, sonradan gelenleri (hicret edenleri) sevgiyle bağırlarına basarlar ve onlara verilenlerden dolayı haset etmezler. Kendilerinin “ihtiyacı” olsa bile onları kendilerine tercih ederler. Kim bencilce hırslarından (servet, siyaset, şehvet, şöhret) tutkusundan arınırsa işte onlar kurtulmuştur (Haşr; 59/9).

SÂİL: “İsteyen” demektir. Daha doğrusu istemek zorunda kalan manasındadır. Yukarıdaki “Bâis” ile benzer anlamdadır. Bâis’de istemenin nedeni (şiddetli fakr-u zaruret) öne çıkarılırken, Sâil de şiddetli fakr-u zaruretin sonucu (isteme, dilenme, yalvarma) öne çıkarılır. Bu duruma düşmüş olan için peygambere şöyle ‘emredilir’; “Sakın isteyeni/yalvaranı azarlama!” (Duha; 93/10). Keza bu tabir, Allah’ın, yarattığı dünya nimetlerini ona ihtiyacı olanlar/isteyenler arasında “eşitçe” takdir ettiğini söylerken de kullanılır: “Yeryüzünde sabit dağlar yarattı. Yeryüzünü (rızık ve ürünlerle) bereketlendi. Orada ihtiyacı olanlar/isteyenler (sevaen li’s-sâilîn) eşitçe (paylaşsın) diye dört günde (dört mevsim) gıdalar takdir etti.” (Fussilet; 41/10). Sâil, aynı zamanda suâl soran demek, mes’ele de buradan gelir. Dolayısıyla soru soranı, bir mes’elesi olduğunu söyleyeni, senden yardım isteyeni sakın azarlama, küçük görme manasına da gelir.

YETİM: “Öksüz” demektir. Arapların “eşsiz inci” (durre yetim) sözünden alınmıştır. İnci nasıl diğer taşlar arasında benzersiz ise yetim de diğer insanlar arasında kimsesi olmaması bakımından benzersizdir. Öksüz, eski Türkçe’de (8.yy) Anne (ög) kelimesinin (süz, sız) olumsuzlama ekiyle kullanılmasından geliyor. Göğüssüz (öğ-süz) yani yaslanacak bir anne göğsü bulamayan demek. Kur’an’da yukarıdaki sâil için söylenen aynen yetim için de söylenir: “Sakın öksüzü hor görme/üzme” (Duha; 93/9).

Daha geniş açıdan bakarsak, bugün için kimisi annesi babası olmama anlamında, onları bir şekilde kaybetme anlamında, kimisi toplumu içinde yalnız kalma anlamında öksüzdür. Babası, annesi olmayan, toplumunda yanlış anlaşılan, doğruyu söylediği için dokuz köyden kovulan, onca gürültü arasında sesini duyuramayan, sözü yarım kalan, dışlanan, mahkûm edilen, çaresiz kalan, kapısı çalınmayan, unutulan, terk edilen, taşlanan herkese öksüz demek icap eder…

Menn: (m-n-n) kökü bahşetmek, lütfetmek, iyilikte bulunmak, minnet altında bırakmak, iyiliği başa kakmak demek. Türkçe’deki minnet, memnun, memnuniyet kelimeleri de aynı kökten…İngilizce (money), Almanca (mammon), Fransızca (monnaie), İspanyolca (moneta) hep aynı kökten.

“menn” kelimesi, daha dördüncü surede (Müddesir, 6) Hz. Peygamber ile ilgili de kullanılır: “Servet yığma hayallerine kapılma.” (Ve la temnun testeksir). Yani “menn” talebinde bulunma, böyle bir ihtirasın içinde olma, çoğalma, biriktirme, yığma (tekâsür) beklentisi içinde peygamberlik (din söylemi) yasaktır!

Ayette geçen (k-s-r) kökü ise çoğalmak, birikmek, yığmak, artmak manasına geliyor. Türkçe’deki kesret, teksir de bu kökten…

Menkıbe: na-ka-be kökünden gelen, ‘halka önder olmak, bir halka önderlik yapmak’ manasına gelen nakîb kelimesi var. Buradan da menkıbe sözcüğü türüyor. Bu da tarihte yaşamış bir kişiliği alıp onu abartmak, kahramanlık destanına dönüştürmek, onun yapmadığı şeyleri ona izafe etmek yani olayı menkıbeleştirmek demek oluyor.

Mesel’… Örnek vermek demek. İşte ‘Allah’ın nuru bir kovuğun içinden ışık yayan bir kandile benzer’ veya ‘münafıkların durumu şuna benzer’, ‘ikiyüzlülerin durumu şunlar gibidir’ veya ‘Allah’ın ayetlerini inkâr edenlerin durumu çoban sesini böğürme olarak algılayan sürünün hali gibidir’ gibi. Bunlar da mesel oluyor. ‘Masal’ kelimesi de bu kökten.

Kıssa… Geçmişte yaşanmış bir olayı sözdeki dengiyle anlatmaktır. İbrahim’in kıssası, Musa’nın kıssası, İsa’nın kıssası dediğimiz zaman, ‘kasas’ denklik manasına geldiği için, sözdeki dengiyle anlatmayı kastediyoruz. Bugünkü manasıyla ‘kıssa’ bir dizide canlandırma yapmak veya tarihi bir film çekmek gibi oluyor. Çektiğiniz bir tarihi film kıssanın tıpkısının aynısı değildir, fakat ondan başka bir şey de değildir. Örneğin çağrı filminde ‘kıssa’ tekniği vardır. Yani geçmişte olmuş bir olayın günümüzdeki dengiyle onu anlatmaya çalışmaktır. İşte aktörler oynatarak, oradaki diyalogları aynen tekrarlayarak, film setleri yaparak onun dengini ‘işte olay böyle oldu’ diyerek anlatmış oluyorsunuz kıssada.

Esatirül evvelin’… Bu da mit, efsane, olmamış bir olayın sanki olmuş gibi kurgulanıp anlatılması demek oluyor.

Ritüel” sözcüğü Hind-Avrupa kökünde “ritu” (saymak) imiş… Oradan Letinceye “ritus” (ayin, tören, merasim, örf, adet) olarak geçmiş, Orta-Latincede “ritüale” olmuş… Ordan da Fransızcaya “rituel”, İngilizceye “ritual” olarak yerleşmiş…

Âyin” kelimesi ise Türkçeye Farsçadan geçmiş ve görenek, tören, merasim anlamına geliyor. Osmanlıcada kullanılan “Şehrâyin” bu anlamda tören, merasim, şenlik ayı demek. “Ayna” kelimesi de bu kökten. Ayin ve törende belli hareketlerin tekrar “aynısı” yapılır, aynada da kendinin “aynısını” görürsün. “Aynen” de bu kökten olup tekrar ifade eder…

Nusuk/menâsik kelimesinin Arapçada toprağı ıslah için gübrelemek (nusuku’l-ard), yeni yağmur yağıp yeşillenmiş toprak (ardun nâsike), bir adamın alıştığı yer (en-Neseki) kelimelerinden da anlaşılacağı gibi “gübrelemek, alışmak” gibi anlamları var.

Kur’an’da nusuk altı yerde salât, oruç, hacc, kurban vb. ile birlikte kullanılır. Bütün ritüelleri kendinde topladığı için özellikle hacc için “menâsik” denir ki aslında diğerlerini de kapsar. Kur’an namaz, oruç, hac, kurban vb. ritüllere ibadet demez. İbadet Kur’an’da 278 civarında yerde geçer ve hiç bunlarla birlikte kullanılmaz.

Nüsuk belirli hareketlerin sayılı, tekrarlı ve aynı tarzda yapılması bakımından ritüel ve ayine benzer. Fakat kelime kökünden de anlaşılacağı gibi bunlardan maksat sırf “aynı şeyleri tekrar” edip durma değildir. Amacını kaybetmiş, manasız tekrar olunca ayin, hayatın içindeki bir amaca “alıştırma” veya hayatta ürün almak için “gübreleme” olunca tekrarlanan hareketler nüsuk oluyor. Bu durumda nüsukun amacı “ibadet” oluyor. İbadet ise bir şeyi hayatın içinde yapmak, iş ve değer üretmek, ortaya çıkarmak, etmek, eylemek demektir.

Simsar” kelimesi ise Arapça’ya tâ Aramice’den geliyor. Aramice’de “srsür/spsir” aracı, mahabbet tellalı demek. Yüzyıllar boyu aynı anlamı koruyarak Arapça’ya aracı, komisyoncu manasında geçmiş. “İstismar” da birinin iyi niyetini kötüye kullanmak, sömürmek demek…

“Simsar” ile “sülük” arasında şöyle bir benzerlik var: Sülük, tatlı sularda yaşayan, vücudunda yirmi iki sindirim kesesi olduğu için bir kezde ağırlığının sekiz katı kan emebilen bir hayvan.

Simsar da öyle…

Hele din simsarı tam bir sülük. O da tatlı sularda yaşar, eziyete fazla gelemez, kolay yoldan kazanmayı çok sever. Dine sülük gibi yapışır ve yirmi iki sindirim sistemi olduğu için ağırlığının kat kat fazlası rant emer…

“Simsar” çok eski bir kelime olduğuna ve Aramice gibi Arapça’nın atası bir dile yüzyıllar öncesinden girdiğine göre simsarlık çok eski meslek…

Şiâr” kelimesi, “şiir” ile aynı kökten geliyor. “Sıklık, incelik, farkındalık” manalarını içeren bir kelime… Kısa, sık ve incelikli söz (şiir), inceliklerin farkında olan (şâir), inceliklerin farkında olma (şuur), ince ve sık biten/saç (şa’r), buğdaydan farklı olarak ucunda ince kılçık bulunan arpa (şa’îr), sıkça söylenen slogan, amblem (şiâr) kelimeleri bu kökten. Slogan” kelimesi de “slog” (sık) kökünden geliyor. “Sıkça söylenen kısa sözler” olarak Türkçe’de kullanılıyor. Arapça buna “şiâr” deniyor.

HIMAR/HUMUR kelimesi Arap dilinde BAŞ harici hiçbir organ için kullanılmaz.
Örneğin ÇORAP dediğimiz de ki bu da arapçadan geçen cevrabun kelimesidir.AYAĞA nisbetle kullanılır.
Türkçe bilen hiçbir insan "ayak çorabı" deme ihtiyacı hissetmez çünkü "çorap" ayağa nisbetle kullanılır ve sadece ayağa giyilir.
Ayette geçen "hımar" kelimesi sofra örtüsü değildir.
Baş örtüsüdür.


Zenc/ZENCİ” kelimesi Etiyopyalı ve Habeşistanlı anlamına gelen Zeng kelimesinin Farsça’ya Zenc olarak geçmesinden türetilmiş. Buradan da Zengibar denilmiş. Abbasi tarihçileri genellikle Zenc diye yazdıkları için Zenc hareketi olarak geçiyor… Hind kökenlilere Zutt, Pers asıllılara da Esavira demişler. Şehirlerde yaşadıkları varoşlara da Ahmas adını vermişler.

Kamu” sözcüğü eski (11. yy) Türkçe’deki “kamug”dan geliyor. Dil devriminden sonra Arapça “amme”nin yerine kullanılmaya başlanmış.
Arapça’da “amme” deniyor; herkese, genele ait olan (amme), genel (umumî), genellikle (umumiyetle), millet, topluluk (ummet), genelin içinden çıkan (ummî), genel, tüm (âm), genelin konuştuğu Arapça (âmmice) vs…
Batı dillerinde “pan” eki bu manayı veriyor; herkesin toplandığı yer (panayır), herkese açılan (pankart), tüm tanrıların tapınağı (panteon), genel görünüm (panorama), tanrının her varlıkta olması (panteizm) vb…
Türkçe dil, tarih ve kültür evreninde “kamu” denilmiş;

Kâm” kelimesi de bu kökten geliyor. Altay lehçesinde hala Kâm olarak kullanılıyor. Daha sonra Kâm, “Şaman” oluyor. Osmanlıca’ya Farsça’dan geçen Kam ise “zaman, süre, süreç” (dehr) ve onun verdiği “mutluluk, tat, sevinç” demek. (Kâm alalım). Eski Fars dininde “Zurvan” zaman tanrısıydı. Dolayısıyla Kâmu, ister eski Türk dininden gidin, ister eski Fars dininden gidin “herkese ait olanı” ifade ediyor.

Kur’an’da Salih kıssasında anlatılan “Allah’ın devesi” (Nâgatallah) da bunu anlatır. “Allah’ın devesi” herkese ait olanı, hiç kimsenin özel malı olmayanı yani “kamuya ait” olanı ifade için örnek verilir. Malum, Salih kıssası “Allah’ın devesine dokunmayın” diye biter. Yani “kamuya” dokunmayın, herkese ait olana, ortak alana destursuz girmeyin.” denmek istenir. Türkçe’de hala kullandığımız “Allah’ın dağı, Allah’ın suyu” deyimleri bu manayı çağrıştırır.

İQRA mastar olarak “Okumak, incelemek, selâm söylemek, bir araya getirmek, taşımak” demek… Okutmak, öğretmek (iqrâen), birisinin okumasını istemek, dikkatle inceleyip araştırmak (istiqrâ), okuyan, okuyucu, okur (qârî), hayız, hayızdan temizlenme (qur), okuma, okuyuş, kıraat (qırâat), medyumluk, fal bakma (qırâeh), rahle (mıqra), okunmuş, okunan (maqrŭ), okunanlardan toplanan (qurân), doğurmak (qare’e’l-hâmileh), devenin rahminde meni tutunmak (garae’l-nâgati), yel vaktinde esmek (garae’l-riyâh) kelimeleri bu kökten…

Eski Türkçe’de “Yüksek sesle seslenmek, çağırmak, okumak” ifadesi okı-mak şeklinde söyleniyordu. Fransızca ecole sözcüğü buna benzetilerek yeni Türkçe’de (1935) Arapça mektep ve medrese yerine okuma, öğrenme yeri anlamında okul şeklinde yeniden türetilmiş… İlginçtir, gerçi kelimenin kökünde de bu anlam var ama yukarıdaki “Yaratan Rabbinin adıyla oku” ayeti Türkçedeki “Yükses sesle seslendir, çağır, dile getir” anlamında kullanıldığında bağlama uygun düşmektedir.

ALAQ mastar olarak “ilişmek, takılmak, yapışmak, bitişmek, tutunmak, sevmek, tutkun olmak” demek… Asmak, askıya almak, ertelemek, yorumlamak, bir şey hakkında yorum yapmak, takmak, iliştirmek (ta’lîgan), ilgilenmek, ilişkili olmak, ilişmek, takılmak, bir şeye ilişkin olmak, bir şeye ait olmak (ta’alluq), ilgi, alaka, dostluk, iş, meslek, uğraş (a’lâqa), yorum, siyasi yorum (ta’lîq), dipnot, şerh, haşiye (ta’lîga), kan pıhtısı, sülük (alaq), hayvana verilecek yiyecek (alîq), ile ilgili, ilişkin, alakalı (mutealliq), askı, asacak (mi’lâq), askıda bırakılmış (mu’allaq) kelimeleri bu kökten…

Halife” sözlükte mastar olarak “Birinin yerine geçmek, arkasından gelmek, vekil, önder, lider, imam olmak” anlamındadır. Bu kökten gelen kelimeler Kuran’da 130 yerde geçer. Toplam beş anlamda kullanıldığını görürüz: 1- Arkadan gelen, peşi sıra (halef), 2- Önder, lider, imam, başkan, iktidarı elinde tutan (halife), 3- Karşı çıkmak, karşıt olmak (muhâlefet) 4- Sözünden dönmek (ihlâf), 5-Anlaşmazlık (İhtilâf)… Bu ayette ilk iki anlamda kullanıldığı anlaşılıyor. Dolayısıyla ayet; “Yeryüzünde şu ana kadar yaşayanların ardından, onlardan sonra daha gelişmiş bir varlık yaratacağım, bu varlığa yeryüzünün önderliğini vereceğim” demek olur. Arapçada devenin gebe kalmasına (halifetu’n-nâgatu) deniliyor. Bu durumda halife önceki bir şeyin rahminde varlığı mayalanmış olanın doğması, ortaya çıkarılması demek olur.

Adem” sözcüğünün “yeryüzü toprağı” anlamına gelen “edimu’l-arz” kelimesinden türediği en sahih görüştür. Buna göre insan türüne “Âdem” adının verilmiş olması yeryüzünde olmuş olmasındandır. Nitekim Arapça’da esmerliği artmak (udûme), esmer, kara, yağız (edmâ’), etle deri arası tabaka (edeme), gökyüzü (edîmu’s-semâ), gece karanlığı (edîmu’l-leyl), bir şeyin dış kısmı (edîmu’ş-şey), deri, cilt (edîm) kelimeleri bu köktendir… Sümercede babam anlamına gelen (adamu), Asur-Babil dilinde yapılmış, meydana getirilmiş, ortaya konulmuş, çocuk, genç anlamındaki (adamu), Sabiî dilinde kul, insan anlamına gelen (adam), Türkçede insan, kişi anlamına gelen (adam) ve batı dillerinde (edmurd, edward) sözcükleri de aynı köktendir. İbranicede (adam) insan türü için kullanılan müşterek isimdir. Tevrat’ta insan türü anlamında beş yüzden fazla yerde geçer… Kıssada Âdem (Adam) önceki varlıklara nazaran daha gelişmiş, bilgi, akıl, kavram üretme, eşyaya isim koyma, konuşma ve dil yetenekleriyle donatılmış, ev (beyt) yapan, ahlak ve hukuk üreten “insanı” temsil etmektedir…

İblis” Sözlükte “Hayret eden, şaşan, hayırsız olan, üzgün bezgin olan, surat asan, ümitsiz olan, şaşkınlığından dolayı susan, şaşakalan” anlamına geliyor. Akadçada Be’el, Baal; Efendi, Tanrı anlamında, Eski Filistin halkı tanrılarından Be’el zebub’a İbranîlerin verdiği aşağılayıcı isim olarak da kullanılmıştır. Yine Yunancaya iftiracı, kara çalan anlamında Diabolos, İngilizce’ye kötü ruh, şeytan anlamında Devil olarak geçmiş… İnsanoğlundaki kötülük temayülü veya dürtüsünü temsilen kıssanın semavî prolog (gökteki ilk konuşma) adını verdiğimiz birinci bölümünde iblis,

Konu pramid tarafından (11. May 2011 Saat 04:24 PM ) değiştirilmiştir.
pramid isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
pramid Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 3 Kisi:
Anonymous (9. May 2011), Miralay (9. May 2011), sevginur (2. February 2013)
 

Bookmarks

Etiketler
bazı, çalışmaları, kurandan, kök


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 03:31 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam