hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > İMAN > İman ve mü’minler > Tevhid

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 23. March 2010, 01:21 AM   #1
canneylesin
Yeni Üye
 
canneylesin - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Jan 2010
Mesajlar: 16
Tesekkür: 15
13 Mesajina 28 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 0
canneylesin has much to be proud ofcanneylesin has much to be proud ofcanneylesin has much to be proud ofcanneylesin has much to be proud ofcanneylesin has much to be proud ofcanneylesin has much to be proud ofcanneylesin has much to be proud ofcanneylesin has much to be proud of
Standart Tasavvuf ve algı bozukluğu

“Tasavvuf şirktir” dediğim zaman bir kısım insan, hangi tasavvuf dedi. Onlara göre tasavvuftan ne anlaşıldığı önemli idi. “Evet bir kısım tasavvuf şirktir” ama “bir kısmı da değildir” dediler. İşte tam da belirtmek istediğim şeyi söylediler. “Bir kısım tasavvuf şirk değildir” dedikleri kendi anladıkları tasavvuf idi. Onlara göre diğerleri yanlış anlamış ama kendileri doğru anlamıştı. Tasavvufçular Kur’an’da yazan kelimelerin manalarının ardına düşerler. Manadan kasıtları bir kelimenin dilbilimsel anlamı değildir. Eğer bir kelimenin dilbilimsel anlamını araştırsalar zaten bilim yapmış olurlar. Onların manadan anladıkları şudur ki, Kur’an’da yazan bir kelimenin ardında gizli bir anlam ararlar. Kur’an her yerinde apaçık bir kitap olduğunu yazmasına rağmen, benliklerinde “burada gizli birşeyler var, kimsenin bilmediği birşey var onun ne olduğunu bulabilirim” diyerek düşünce ve hayal dünyalarını harekete geçirmeye başlarlar. Kelimeye üzerinde bir müddet düşündükten sonra, o kelimeden çıkabilecek en akıl dışı manayı seçerek onun peşine takılırlar. Bunu diğer kelimeler ve diğer manalar izler. Bu aşamada hayal ve düşünce dünyası devamlı kurmaktadır. Kelimeler iyice biriktiğinde kişinin kendi kuruntularından oluşturduğu bir kuruntu dünyası ve kuruntu sözlüğü oluşur. Bu durumdaki kişi ile konuşursunuz o da sizinle konuşur fakat kişi konuşurken kelimeleri kendi oluşturduğu sözlükten seçer. Sizin kelimelerin gerçek anlamından giderek anladığınız başka bir şeydir, kişinin anlattığı başka bir şeydir. O artık kendi kuruntu dünyasının ve kelimelere yüklediği manaların esiridir. Burada aklımıza şu soru gelebilir. Kur’an’da namazla, oruçla, zekatla, güzel ahlakla, salihat işlemekle ilgili kelimelere böyle bir anlam nasıl yüklenir? Onlar bu saydıklarımıza kendi kuruntularının oluşturduğu anlamları yüklemezler. Çünkü bu saydıklarımız kaya gibi toprak gibi gerçektir. İşte bu çeşit üzerinde hiçbir tartışma bulunmayan ayetlere Kur’an muhkem ayetler der. Bu ayetler kitabın anasıdır. Kimse bu ayetlerde bir mana aramaz çünkü ayetler kelimenin birinci anlamı ile yazılmış ayetlerdir. Bu ayetleri herkes okur ve aynı şeyi anlar. Onların peşine düştükleri ayetler Kur’an’ın müteşabih dedikleri ayetlerdir. Müteşabih kelimesinin dilbilimsel anlamı, birbirinden güzel ve birden çok anlama sahip kelime demektir. Rabbimiz neden bütün ayetlerini muhkem yapmamıştır da bir kısmını müteşabih yapmıştır? Kur’an indiği dönem için bir edebi sanat mucizesidir. Ancak Kur’an’da indiği zamandan daha ileriki zamanlarda bilimsel araştırmalar ile ortaya çıkarılacak mucizeler vardır. Rabbimizin bu bilimsel gerçekleri birebir anlatması düşünülemez. Çünkü bunları birebir anlatırsa Kur’an bir fizik, kimya ya da biyoloji kitabına dönüşür. Ve indiği zamanki insanlar bu bilgilere sahip olmadıkları için Kitap için hemen “uydurma bunlar” derler. Müteşabih ayetler kullanılarak, hem Kur’an’ın indiği dönemdeki insanların faydalanması hem de bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu gerçeklerin ortaya çıkmasıyla daha sonraki dönemlerde yaşayan insanların Kur’an’ın bu mucizevi yönüne tanık olması sağlanmıştır. Burada bilmemiz gereken şudur ki bilimsel çalışmalar yapılmadan bu müteşabih ayetlerin barındırdıkları anlamlar da ortaya çıkmayacaktır. Bilimsel çalışma yapılmadan bu müteşabih ayetlerin arkasına düşmek kişinin kalbinin eğriliğinden ileri gelir. Müteşabih ayetler üzerinde uzun uzadıya düşünülecek ayetler değildir. Bu ayetlerin anlamları bilimsel çalışmalar sonucu elde edilecek bilgi ile ortaya çıkacaktır. İşte bazı insanların bu bilimsel çalışmalar yapılmadan ve bilimsel gerçeklikler ortaya çıkmadan müteşabih ayetlerin peşine düşmeleri ve bu ayetlerde gizli saklı birşeyler aramaları yukarıda tanımını yaptığımız tasavvufçu insan tipini ortaya çıkarmaktadır.

Bu belirttiğimiz tasavuufçu tipinden başka bir de Allah’ın isim ve sıfatları ile ilgilenen, bunlar üzerinde kafa patlatıp bir şekilde bu isimleri kendileri ile ilişkilendirenler vardır. Bu kimselere aşağıdaki ayeti dikkatlice okumalarını tavsiye ediyoruz:

“… Onlar ise, O'nun dilediğinden başka ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar… ”(Bakara 255).

“İlminden hiçbir şeyi kavrayamaz” cümlesindeki “ilim”den ne anlamamız gerektiğini anlatmaya çalışalım. Arapça ilim kelimesinin Türkçesi bilimdir. Bilim ise bizim bugün fakültelerimizde okuttuğumuz pozitif ve sosyal bilimlerdir. Dilbilimi, fizik, kimya, matematik gibi. İnsanın bilgisi bilimden gelir. İnsanın bilimi ise ancak ve ancak yaratılmış olanı kavramaya yöneliktir. Bilimsel bilgi ile yaratılmış olanlar tanınır, irdelenir. Kişisel kanaatime göre bütün peygamberler ancak kendi çağlarındaki bilimsel ilerlemişlik ve bilgi durumuna göre toplumlarına mesajlar getirmişlerdir. Örnek vermek gerekirse, Kur’an’dan öğrendiğimiz kadarı ile Yusuf peygamber zamanında kral ve Yusuf Peygamber’in arkadaşları da vizyon görmektedir. Yusuf Peygamber’de aynı vizyonları görmüş ancak Rabbinden bunların tevilini öğrenmiştir. Musa döneminde yaşadığı toplumda sihirbazlık çok yaygındır. Musa’ya öğretilen de bu sihirbazların yaptıkları hileleri ortaya çıkarmaya yönelik bilgidir. Hz.Muhammed zamanında Arabistan’da şairlik ve edebi sanatlar çok gelişmiştir. Hz.Muhammed’e indirilen Kur’an’da yer alan bilimsel bilgiler indiği dönemde bilinmemekteydi ve Kur’an’ın indiği dönem için bu bilgilerin o topluma bir faydası yoktu. Bu sebeple olacak ki Kur’an indiği dönem için tüm şairleri aciz bırakan bir edebi mucize olarak inmiştir. İbrahim Peygamber zamanında aya, güneşe ve yıldızlara tapılmakta ve çok tanrıcı bir dönem yaşanmaktaydı. Yine Kur’an’dan öğrendiğimiz kadarı ile İbrahim Peygamber eğitilirken önce bu ilahları yok etmekle işe başlamıştır. Hz. Salih ise bencilliğin alıp yürüdüğü bugünün tabiri ile kapitalist denebilecek bir toplumda yaşamaktaydı. Salih’in toplumuna getirdiği kanıt ise o günün kamu kurumu sayılabilecek etinden sütünden yününden yoksulların faydalandığı bir devenin kesilmemesi yönündeydi.

Şimdi yukarıdaki ayeti de dikkate alacak olursak, Rabbimizin dilediği hariç, O’nun bildiği bir bilgiye insanların ulaşmaları mümkün değildir. Bu bilgiden kastımız yaşadığımız dönemden binlerce yıl sonrasına ait bir bilgi olmayıp, yaşadığımız dönemin koşullarına uygun bir uyarı ya da göz açıcı bir kanıt anlamındaki bilgidir. Hal böyle iken Rabbimizin isim ve sıfatları gibi zatını ilgilendiren hususların insanlar tarafından paylaşılmaya çalışılması ya da bu sıfatlarla ilinti kurulmaya çalışılması doğru değildir. Yaratanın herhangi bir özelliğini yaratılmışa atfetmek doğru değildir. Yaratanı, yaratılmış herhangi bir şey ile tanımlamaya çalışmak doğru değildir. İhlas Suresindeki “Ahad” (eşi benzeri dengi yoktur) sıfatı böyle girişimlere engeldir.
Burada anlattığımız tasavvufçuların çoğunda algı bozukluğu vardır. Çoğunlukla bozulan gerçeklik algısıdır. Kişi bu algı bozukluğunu kabul etmediğinden hekime gidip tedavi yöntemine başvurmaz. Kendi kurduğu dünyada yaşamaya devam eder.

Şimdi anlattığımız konunun başına dönersek, “bir kısım tasavvuf şirk değildir” diyen kişinin aslında tasavvufun şirk gördüğü tarafı ile bir farkının olmadığını, kişilerin müteşabih ayetlere kendi taktıkları manaların peşinden gitmiş olduklarını ya da Rabbimizin zatını tanıtmaya yönelik sıfatlarını kendileri ile ilişkilendirmeye çalıştıklarını görüyoruz. Tasavvur dahi edilemeyecek sınırsız ve sonsuz bir kudretin isim ve sıfatları ile kendi nitelikleri arasında ufak dahi olsa bir bağlantı kurmaya çalışmak şirktir. Şimdi Ali İmran 7. Ayeti okuyalım:

“Kitap'ı sana indiren O'dur: Onun ayetlerinden bir kısmı muhkemlerdir ki; onlar Kitap'ın anasıdır. Diğer ayetlerse müteşâbihlerdir. Şu var ki, kalplerinde bir eğrilik ve bozukluk bulunanlar, fitne aramak, onun teviline öncelik tanımak için Kitap'ın sadece müteşâbih kısmının ardına düşerler. Onun tevilini ise bir Allah bilir, bir de ilimde derinleşmiş olanlar. Bunlar, "Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır." derler. Gönül ve akıl sahiplerinden başkası gereğince düşünemez”.
canneylesin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
canneylesin Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 3 Kisi:
Apollonius (23. March 2010), Barış (23. March 2010), sabaha_dogru (3. April 2010)
Alt 23. March 2010, 01:57 AM   #2
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Selamun Aleykum! Değerli Canneylesin Kardeşim!

Allah razı olsun. Yazınızın ana konusu olan "şirk" kavramı daha iyi anlaşılsın diye sizlerle paylaşmak istedim.

Şirk: Allah’a inandığı halde Allah’ın yanına başka tanrılar getirip, Allah’ın varlığında, sıfatlarında ve fiillerinde eşi, ortağı, dengi ve benzeri olduğuna inanmaktır. Yani Allah’ın özelliklerini ve fiillerini başka bir varlığa verip o varlığı Tanrı seviyesine getirmeye denir.

Tevhid inancı: Allah’ın yanına başka bir tanrı getirmeyerek Allah’ın varlık-sıfat-fiillerinde ortağı, eşi ve benzeri olmadığına, Allah’ın en yüce ve en mükemmel varlık olduğuna, Allah’tan başka O’nun gibi bir “ en yüce, en mükemmel “ varlık olmadığına inanmaktır.

“La ilahe illallah” Kelime-i Tevhid’i İslam Dinine girmenin ilk basamağıdır.

Peygamberler tarihine baktığımızda bütün Peygamberlerin bu kutsal mesajı hep yinelemişler. Ve insanlar bunu bozup şirke düşünce tekrar düzelmek ve aslına döndürmek için 100.000’lerce peygamberler gelmiştir.

“ - Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona şöyle vahy etmiş olmayalım: "Gerçek şu ki benden başka ilâh yoktur. Onun için bana ibadet edin.” (ENBİYA/25)

“-Firavun, ondan öncekiler ve altı üstüne getirilen beldeler de hep o hatayı (şirk ve isyanı) işleye geldiler.” (Hakka/9)



Allah’ın dinine girmeyen insanları zannederiz ki madem inkar ediyorlar bu kişiler Allah’a da inanmayan Ateist bir tavırda olan kişiler hissine kapılabiliriz. Ama bu kişilere Müşrik diyorsak bunların Allah’ın yanına başka tanrılar getirdiğini, Allah’ı inkar etmediklerini göremeyiz. “Onlar (müşrikler), o kimselerdir ki, Allah ile beraber başka bir ilah tanırlar.” (Hicr/96)



Dikkat edersek Peygamberlerin mesajlarında Allah’ın varlığına inanın mesajı yerine Allah’ın yanına başka tanrılar getirmeyin mesajı olduğunu göreceğiz.

Örneğin; Ad ve Semud kavimleri,Peygamberlerine itiraz ederken Allah’ın insan yerine melek peygamber göndermesini söyleyen bir toplumun Allah’a ve meleklerine inandığını anlayabiliriz.

“Peygamberler onlara: Önlerinden ve arkalarından gelerek Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, dedikleri zaman, "Rabbimiz dileseydi elbette melekler indirirdi. Onun için biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz" demişlerdi.” (Fussilet/14)

Nuh kavmi;

“Bunun üzerine, kavminin inkarcı ileri gelenleri şöyle dediler: "Bu, tıpkı sizin gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık.” (Müminun/24)

MEKKELİ MÜŞRİKLER (Putperestlik):

Mekkeli müşrikler sanıldığının aksine Allah’ın varlığına inanıyorlardı. Çünkü her topluma Peygamberler geldiği için o toplum ilahi dini bozmuş olsa dahi o mesajlardan etkilenmişler. İşte Mekke’ye de Hz.İbrahimin’in getirdiği İslam Din (Hanif Dini) gelmişti. Yüzyıllar içersinde Hz.İbrahim’in getirdiği Tevhid Dini bozulmuş idi. Şu bir gerçektir ki hiçbir şey %100 bozulmaz kalıntıları mevcuttur.
İşte Mekkeli müşriklerin Allah’ın Varlığına İnandığının delilleri:

1- Kabe’ye Beytullah (Allah’ın Evi) diyorlardı. Allah’ın Evi diyenler Allah yoktur demezler.

2- Kur’an-ı Kerim gelmeden önce Hz.Muhammed’in (s.a.v.) babasının adı Abdullah (Allah’ın kulu) idi.Bu toplumda Allah kavramı yabancı değil ki çocuklarının isimlerinde Allah ismi kullanılıyor.

3-Kur’an ve Peygamberlik gelmeden önce Hz.Muhammed’in Kabe hakemliği meselesinde Kabe’deki Hecerul Esved yere düştüğünde yerine koymak için Mekkeli müşrikler kavga ediyorlar ki taşı oraya koymak büyük bir şeref idi.

4-Kabe’yi tavaf etmeleri, Sa’y yapmaları, sünnet olmaları, gusül abdesti almaları Hanif dininden kalma adetlerdi.

Ayetlerden örnekler:

5-Mekkeli müşrikler putlara tapıyorlardı. Fakat bunlara tapmaları Allah’ın varlığını inkar anl¤¤¤¤¤ gelmiyordu. Onlar putlara, Allah’a yakınlaştırsın diye tapıyor şirk koşuyorlardı.

Zümer suresi 3 “..Onlara (putlara) sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz..” demekteydiler.

6-Müşrikler Ateist olmayıp evrenin,insanın yaratıcısı olarak Allah’ ı görüyorlardı.

Zuhruf/87- “Eğer sen onlara(müşriklere) kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette: "Allah" derler. O halde nasıl haktan çevriliyorlar?”

Ankebut/61. “Andolsun ki onlara(müşriklere): "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?" diye sorsan, mutlaka, "Allah" derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?”

Müminun/84. “(Resûlüm, müşriklere ) de ki: Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım), bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir?”

Müminun/85. "Allah'a aİttİr" diyecekler. Öyle ise siz hiç düşünüp taşınmaz mısınız! De”

Lokman/25. “And olsun ki onlara/müşriklere), "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, mutlaka "Allah..." derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah'a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.”

7.-Müşrikler,Allah’ın varlığına inanıyor, kurban kesiyor, sadaka veriyor ama putları için de ayrıca kurbanlıklar ayırıp şirk koşuyorlardı. Aşağıdaki cümleler Allah’a inanmayan kişilerin söyleyeceği bir cümle olamaz.

Enam/136. “Allah'ın yarattığı ekinlerle hayvanlardan Allah'a pay ayırıp zanlarınca, bu Allah'a, bu da ortaklarımıza (putlarımıza) dediler. Ortakları için ayrılan Allah'a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar?”

8-Müşrikler yanlış,kötü bir kader anlayışı da olsa Allah’ın kaderine inanıyorlar ve putlara, Allah, dilediği için taptıklarını söylüyorlardı.

Zuhruf-20. “Ve dediler ki: Rahmân dİleseydİ biz onlara tapmazdık. Onların bu hususta bir bilgileri yoktur. Onlar sadece yalan söylüyorlar.”

Nahl/35.” Ortak koşanlar dediler ki: "Allah dİleseydİ ne biz ne de babalarımız ondan başkasına tapardık. Onun emri olmadan hiçbir şeyi de haram kılmazdık." Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı. Peygamberlerin üzerine açık seçik tebliğden başka bir şey düşer mi!”

9-Allah’a and içmeleri de Allah’a inandıklarını gösteriyor.

Enam/109. “Kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka inanacaklarına dair kuvvetli bir şekilde ALLAH’A AND İÇTİLER.. De ki: Mucizeler ancak Allah katındandır. Ama mucize geldiğinde de inanmayacaklarının farkında mısınız?”

10--Allah’ın meleklerine yanlış bir şekilde de olsa inanıyorlardı.

Zuhruf-19.” Onlar(müşrikler), Rahmân'ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışlarını mı görmüşler?”

11--Allah’a ve peygamberlik kavr¤¤¤¤¤ inanıyor ama mazeretlerinde Allah’ın insan peygamber değil melek peygamber göndermesini söyleyenler Ateist olamazdı.

Fussilet/14. Peygamberler onlara: Önlerinden ve arkalarından gelerek Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, dedikleri zaman, "Rabbimiz dİleseydİ elbette melekler İndİrİrdİ. Onun için biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz" demişlerdi.



İLK İSYAN BAYRAĞINI AÇAN, EN KÖTÜ VARLIK OLAN ŞEYTAN BİLE ALLAH’A İNANIYORDU.

1-İblis, Allah’a itiraz ederken, kendisini ve insanları Yaratanın Allah olduğuna inanmakta olup ateist bir hareket içinde değildir. Yukarıdaki ayetlerde aynı ifade Mekkeli putperestlerde de vardı. Evreni yaratanın Allah olduğu hiçbir kişinin inkar edemeyeceği kadar açık ve seçik olduğu için kurnaz toplumlar Allah’ın insanları, doğayı yarattığını inkar etmeyip Allah’ın yanına Tanrılar getirmektedirler.

Sad/76-İblis: Ben ondan hayırlıyım! Benİ ateşten yarattın, onu (Adem’i) çamurdan yarattın, dedi.

2--Şeytan,Allah’a Rabbim diyerek dua eder, ömür ister. Çünkü canı verenin, alanın Allah olduğunun farkındadır.

Sad/79- İblis: Ey Rabbim! O halde tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver, dedi.

3-Şeytan, Allah’ın adını anarak yemin etmekte ve Allah’ın kudretli oluşunun farkındadır.

Sad/82-İblis: Senİn mutlak kudretİne andolsun kİ, onların hepsini mutlaka azdıracağım."

4- Şeytan, Doğru yolun Allah’a ait olduğunu söylemekte insanları bu yoldan saptıracağına yemin eden varlık, Allah’ı inkar eden bir ateist tavır olamaz.

Araf/16. İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senİn doğru yolunun üstüne oturacağım

5- Şeytan, Allah’tan korktuğunu, azabının şiddetli olduğunu dile getirmektedir.

Enfal/48. Hani şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi de: Bugün insanlardan size galip gelecek kimse yoktur, şüphesiz ben de sizin yardımcınızım, dedi. Fakat iki ordu birbirini görünce ardına döndü ve: Ben sizden uzağım, ben sizin göremediklerinizi (melekleri) görüyorum, ben Allah'tan korkuyorum; Allah'ın azabı şİddetlİdİr, dedİ.

*** Şeytan hakkında, bazı kişiler, eskiden melekti sonradan şeytan oldu denilmektedir. Bu ifade yanlıştır. Bu yanılgıya iblis ilk önceleri meleklerin başkanı oluşundan düşülmektedir. Burası doğrudur. Çünkü Allah, iblisin çok bilgili ve çok ibadet eden birisi olması sebebiyle onu mükafatlandırıp rütbesini yükseltmiş meleklerin başına yönetici olarak geçirmiştir. Bu onun melek olduğu anl¤¤¤¤¤ gelmez. Çünkü meleklerin İradesi olmadığı, içinde kötülük duygusu olmadığı, Allah’a isyan etme özelliği olmadığı için iblisin Allah’a isyanı onun melek olmadığını mantık hemen kavrayabilir.



Ayrıca melekler nurdan yaratılmış olup iblis ise ateşten yaratılmış (SAD suresi 76) olduğundan soyları,ırkları da farklıdır. Şeytan, ırk olarak cinlerdendir. (Kehf/50) “-İblİs, cİnlerdendİ.” (55/15) ” Cİnlerİ öz ateşten yarattı ” ve cinlerin iradesi olduğundan iyisi de olur kötüsü de,itaat edeni de olup isyan edeni de vardır.

O halde iblis, Allah’ın var olduğuna, kudretine, doğayı, kendisini ve insanı yarattığına, inanmakta olup Allah’ı bir ateist gibi inkar etmemektedir. Problem, tıpkı Peygamberleri yalanlayan tarihteki milletler, Mekkeli müşrikler gibi şeytanın Allah’a ŞİRK koşmasıdır. Peki şeytan neyi, kimi Allah’ın yanına getirip tanrılaştırmış, şirke düşmüştür?

Şeytan, kendi egosunu tanrılaştırmakta, kibirlenip Allah’ın varlığını yok saymayıp Allah ile kendisini eş tutmaktadır. Sad/74- Yalnız İblis, secde etmedi. O büyüklük tasladı.

Fakat şeytan, Allah’ın evreni, insanı yaratması konusunda ¤¤¤¤¤ olmadığı için eş tutmaz, büyüklenmez. O’nun büyüklendiği şeyler farklıdır.

Şeytan’ın büyüklük taslaması, BİLGİ konusundadır. İblis, çok bilgili birisi olduğu için bu bilgi onu şımartmıştır. Ve kendisinin Allah kadar bildiğini, Allah’ın “-Adem’e saygı göster! “ emrinin yanlış olduğunu, kendi fikrinin doğru olduğunu ( “ ateş, topraktan üstündür.”) kabul edip, Allah’ın yanıldığını savunarak kendini tanrılaştırmaktadır. Allah’a basit bir karşı çıkış olmayıp kendisini, egosunu büyük gördüğü için şirke düşmektedir. NASIL Kİ Kur’an, Allah’ın bilgisinin yazılı olduğu bir kaynaktır ve bir ayet inkar edilince iman olmuyor ise burada Allah’ın yanıldığı ifade edildiği için kişinin kendisini tanrılaştırması söz konusu oluyor. Burada şeytan, nefsine uyup karşı çıksa sonra pişman olması gerekir, çünkü hatasının farkında olan erdemli kişiler özür diler. Fakat şeytan, yaptığının bir hata olduğunu kabullenmediği için zaten tevbe etmiyor, inat ediyor, gittiği yolun doğru olduğunu, kendisini her şeyi bildiğine inandırarak megolamanlaşıyor, tanrılaşıyor. Tıpkı Yunan mitolojisinde baş tanrı Zeus’tan bilgiyi çalarak isyan eden ………………tanrısı gibi hareket ediyor. Böylece şeytanın özelliklerini de ortaya çıkarıyoruz.

* Kendini bilgi konusunda güç ve otorite görerek kibirlenip tanrılaştırma

* Gittiği yolun doğru olduğunu kabul ederek yaptığı isyanın hata olmadığını iddia edip pişman olmamakta, tevbe etmemekte.

* Hatasından geri dönmediği için de inatçı

* Kompleks sahibi bir varlık olarak Adem’i kıskanmakta

* Bütün insanlara düşmanlık beslediği için kan davacı, kindar

* Ateş ırkını, toprak ırkından üstün gördüğü için ırkçı

* Kendisin eninde sonunda öleceğini ve ceza göreceğini, Allah’ın her şeye gücünün yettiğini bildiği halde sırf gurur ve kibir yüzünden bu yollara düştüğü için de ¤¤¤¤¤

Özetle ilk isyankar, ilk müşrik, ilk savaş yanlısı, ilk kinci, ilk kan davacı, ilk kıskanç, ilk küstah, ilk inatçı ŞEYTAN dahi Allah’ın var olduğuna, evreni ve insanı yaratığına tıpkı Mekkeli müşrikler gibi inanmaktadır. Ama kendi nefsini, benliğini tanrılaştırmak veya başka şeyleri tanrılaştırıp Allah’ın yanına tanrılar getirerek şirk inancı anlayışı vardır. Zaten bütün Peygamberler tarihinde de isyan eden kişilerin müşrik olduğu dikkate alınırsa, İslam’a girmek için -şirkin zıttı olan- Kelime-i Tevhid’e (La İlahe İllallah= Allah’tan başka tanrı yoktur) inanıp bunu söylemek gerekiyorsa konunun önemi anlaşılacaktır.



ŞİRK: (Affedilmeyen sapkınlık)



“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.” (Nisa suresi,116)



Üstelik bunlardan başka Kuran'ın pek çok yerinde Allah müminleri şirke karşı uyarmış, onları bu en büyük kötülükten şiddetle sakındırmıştır. Hz. Lokman'ın oğluna verdiği, "Ey oğlum, Allah'a şirk koşma. “Şüphesiz şirk, gerçekten büyük bir zulümdür." (Lokman Suresi, 13) öğütlerde görünmektedir.

Kuran'da şirk, herhangi bir şeyi veya herhangi bir kimseyi ya da herhangi bir kavramı, değerlendirme, tercih etme ya da ona önem ve kıymet verme veya onu üstün tutma bakımından Allah'la eşit veya daha ileri bir düzeyde görmek ve bu çarpık bakış açısıyla hareket etmek anlamında kullanılır. Kuran'da bu tutum Allah'tan başka ilah edinmek olarak tanımlanır.



Kuran'ın temel mesajı ise Allah'tan başka ilah olmadığıdır. Bu mesaj, Kurani ifadeyle,

"La ilahe illallah"tır. Bu ifade Kuran'da pek çok kereler önemle tekrarlanır ve imanın birinci şartı olarak vurgulanır. Yalnız bu noktanın müslümanlar tarafından çok iyi kavranılması ve derinlemesine düşünülmesi gerekir. Zira Allah'ın tek güç ve kudret sahibi olduğu, tek ilah olduğu çok kesin bir gerçektir, fakat bu gerçeği yalnızca zahir manasıyla değerlendirmek büyük yanlış olur. Kuran'a baktığımızda, bu temel gerçeğin aksine bir inanç, tutum ve davranışın şirk olduğunu görürüz. Bu nedenle şirki en genel anlamda, "La ilahe illallah" gerçeğinin dışında, Allah'tan başka "güç ve kudret sahipleri", "ilahlar" olduğu gibi yanlış bir tavır ve anlayışa saplanmak şeklinde tanımlayabiliriz.

Dolayısıyla yegane ilah Allah'tır. Allah'ın sıfatlarına sahip olan başka hiçbir varlık yoktur ve olamaz. Bu yüzden Allah'ın herhangi bir sıfatına başkasının sahip olduğunu iddia etmek "Allah'tan başka ilahlar edinmek", diğer deyimle "şirk koşmak" anl¤¤¤¤¤ gelir.

Örneğin, Allah, ezeli ve ebedidir.(başlangıcı ve sonu yoktur). İşte Allah’ın bu özelliğini bir şeye,nesneye verip o nesnenin başlangıçsız ve sonsuz olduğuna inanırsak Allah’a eş getirmiş, şirk inancına girmiş oluruz.

Veya Şeytan’ın iddia ettiği gibi bilgi konusunda Allah gibi her şeyi bilen bir varlık olduğuna inandığımızda şirk olur.Çünkü subuti sıfatlarda gördüğümüz “İLİM” sıfatıyla her şeyi bilen Allah’tır.O’nun bu sınırsız özelliğini başka bir varlığa verdiğimizde Tevhid inancı olmaz, Şirktir.

Burada ince bir ayrımı belirtmek yerinde olacaktır. Örneğin,Allah'ın sıfatlarından biri olan "Gani" yani "Zengin" terimi insanlar için de kullanılır. Elbette bu vasfı kullanmanın, bu kişinin mali durumunu tarif etmek açısından hiçbir sakıncası yoktur. Ancak, şirke yol açan durum bu zenginliğin kişinin kendisinden kaynaklandığını zannetmektir. Durum böyle olunca zenginliğin gerçek sahibinin Allah olduğu unutulur. Bu kişinin sahip olduğu her şeyi ona Allah'ın verdiği, Allah'ın Gani sıfatıyla bu kişide tecelli ettiği, verdiği her şeyi dilerse bir anda geri alabileceği gözardı edilmiş olur. Dolayısıyla Allah'tan başka herkesin mutlak fakir ve aciz olduğu, ancak dilediği kulları üzerinde dilediği sıfatlarıyla tecelli edebileceği düşünülmemiş olur. Bunun sonucunda o kişi sahip olduğu mal, mülk ve zenginliğin gerçek sahibi zannedilerek, onun kendiliğinden böyle bir sıfata sahip olduğu, zenginliğinin kendisinden kaynaklandığı sanılır. Bu çok cahilce bir yaklaşımdır ve bunun birkaç adım sonrası şirktir. Çünkü bu bakış açısıyla hareket edildiğinde Allah tamamen unutulur ve o kişiye hakkı olmayan bir ilahlık vasfı verilmiş olur.

Nitekim bu konuda en güzel örnek yine Kur’an-ı Kerim’de Hz.Musa’nın (A:S kıssası anlatılırken Firavun’un arkadaşı olan ve tarihe zenginliği ile mal olmuş Karun’un ifadesi şirk inancına bir örnektir. (KASAS-76)-“Karun, Musa'nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti ki: "Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez." *(KASAS-78)“-Karun ise: "O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi." demiştir.

Doğru olan tavır ise zenginliğin asıl sahibinin Allah olduğunu bilmek, O'nun göklerin ve yerin mülkünün tek hakimi olduğunu takdir etmek ve insana verdiği bu zenginliği Allah'ın dilediği anda alabileceğinin de bilincinde olmaktır. Zenginlik verilen kişiyi değerlendirirken de onun zengin ya da fakir olması önemli olmamalı, onun Allah'ın bir kulu olduğu düşünülmelidir. Örneğin bu kişinin aile üyeleri, yanında çalıştırdığı işçiler, malın asıl sahibi olarak onu görürlerse, yalnızca ondan medet umarlarsa, malın esas malikinin Allah olduğunu unuturlarsa bu çok yanlış bir bakış açısı olur. Aynı şekilde bu kişinin yanında çalışan insanlar da kendilerini yediren ve içirenin, barındıranın Allah olduğunu unutmamalıdırlar. Allah'ı unutup, patronlarını müstakil bir güç olarak değerlendirirlerse bu çok büyük bir akılsızlık olur. Nitekim bu gerçek insanlara Kuran'da da bildirilmiştir:

"...Gerçek şu ki, sizin Allah'tan başka taptıklarınız, size rızık vermeye güç yetiremezler; öyleyse rızkı Allah'ın katında arayın, O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Siz O'na döndürüleceksiniz." (Ankebut Suresi, 17)

Yukarıdaki tanımlarda ifade edildiği gibi Allah’tan başka Bir Tanrı olmadığı için, Yunan Mitolojisinde olduğu gibi çok yaratıcı tanrılar ( Rızık Tanrısı, Aşk Tanrısı,v.b.) yoktur. İslam inancına göre tek bir yaratıcı ilah vardır O her şeyin –rızık,şifa-hayır ve şer v.b.- yaratıcısı olan, nasip eden bir tek Allah’tır. Mesela; Türbelere gidip şifayı,kısmeti, bereketi Allah’tan değil de o türbedeki kişiden istemek şirk olur.

Bir başka örnek verecek olursak, Kuran'da ”Allah'tan başka güç ve kuvvet sahibi olmadığı” bildirilir. (Kehf Suresi, 39) Yarattıklarının sahipmiş gibi göründükleri güç ve kuvvet ise gerçekte Allah'a ait olan sonsuz gücün onlardaki bir yansımasıdır. Allah dilediği anda bu gücü kendilerinden geri alabilir. Bu nedenle bir kimseyi, Allah'ın kendisine bu dünyada geçici olarak ve imtihan için verdiği güç ve kudret nedeniyle gözde büyütmek, ona hayran olmak, bu gücü ona aitmiş, kendisinden kaynaklanmış gibi görmek bir nevi onu ilahlaştırmak olur. Gerçekte büyük görülmesi, hayran olunması, kendisinden medet umulması gereken yegane mutlak güç Allah'tır. Bu gerçek Kuran'da şöyle bildirilir: "Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir." (Hac Suresi, 74) Ünlü filozof Descartes de Tanrı’yı= En Mükemmel Varlık olarak tanımlamıştır.

Aynı mantık Allah'ın yarattıklarında tecelli eden, yani yansıyan diğer tüm sıfatları için de geçerlidir. Bunları değerlendirirken de bu sıfatların asıl sahibinin Allah olduğunu bilmek, insanlarda görülenin yalnızca bir tecelli,sınırlı bir özellik olduğunu idrak etmek gerekir.Çünkü bilmekteyiz ki Allah, insanları çok sevdiği için Kendisinde sınırsız bulunan subuti özelliklerini İNSANLARI ÇOK SEVDİĞİ VE BU SEBEPLE DİĞER YARATTIĞI VARLIKLARDAN ÜSTÜN TUTUP MELEKLERE BİLE İNSANA SAYGI GÖSTERMESİNİ EMRETMİŞTİR.Ama bizdeki bu ilahi özellikler sınırlıdır ve Allah’ın lütfü sayesinde olan özelliklerdir.

Bunun için de herkesin ve her şeyin, varlıklarını Allah'a borçlu olduğunu her an hatırlaması gereklidir. Onlar Allah'ın dilemesiyle var olmuşlardır. Varlıklarını Allah ayakta tutmaktadır ve dilediği an dilediğini yok edip ortadan kaldırabilir. Ayrıca herkese ve her şeye sahip olduğu tüm özellikleri veren de yine Allah'tır. Güç, imkan, zeka, güzellik, şöhret, makam hepsi Allah'ın dilemesiyle olan özelliklerdir. Allah dilediği anda bunları kişinin elinden alabilir. Bu, Allah'a göre çok kolaydır. Allah her yerde ve herkeste değişik şekillerde tecelli eder. İnsanlar çevrelerinde hep bu tecellileri seyrederler. Allah'a iman eden bir insanın, hiçbir şeyin Allah'tan bağımsız müstakil bir varlığı olmadığını bu şekilde kalbine iyice yerleştirmesi gereklidir. Ancak bu gerçeğe uygun bir inanç, düşünce ve davranış biçimi içerisinde bulunduğunda şirke düşmekten kendini kurtarabilir.

“Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rablar (ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i de... Oysa onlar, tek olan bir ilah'a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir. “(Tevbe Suresi, 31)

“Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında bir ırmak fışkırtmıştık. Birinin başka ürünleri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: "Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm." Kendi nefsinin zalimi olarak bağına girdi: "Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" dedi. "Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım." “(Kehf Suresi, 32-36)
Kaynak:Buradan alınmıştır.

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 3 Kisi:
Apollonius (23. March 2010), Barış (23. March 2010), sabaha_dogru (3. April 2010)
Alt 23. March 2010, 05:39 PM   #3
canneylesin
Yeni Üye
 
canneylesin - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Jan 2010
Mesajlar: 16
Tesekkür: 15
13 Mesajina 28 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 0
canneylesin has much to be proud ofcanneylesin has much to be proud ofcanneylesin has much to be proud ofcanneylesin has much to be proud ofcanneylesin has much to be proud ofcanneylesin has much to be proud ofcanneylesin has much to be proud ofcanneylesin has much to be proud of
Standart

Sayın dost1 paylaştığınız yazı için teşekkür ederim. Bu yazının konumuzu açacağını düşünüyorum.

"Maşallah, la kuvvete illa billâh [Allah ne isterse o olur. Allah'tan başka hiçbir güç yoktur]"(Kehf 39).

Bu ayette “Allah ne isterse o olur. Allah’tan başka güç yoktur” denmektedir. Yani sizin istemeniz yetmez, sizin istemenizle olmaz eğer Allah dilerse, isterse olur demektedir. O yüzden de Allah’tan başka güç yoktur. Eğer bu ayet üzerinde çokça düşünülür düşünceyle yoğunlaşılırsa bu tasavvur dünyasını harekete geçirir. Cümlenin belli bir bölümüne odaklanılması tasavvur ve düşünce dünyasını harekete geçirir. Tasavvur ve düşünce dünyasının işlemeye başlamasıyla birlikte kişi kendine mantıklı gelen bir takım varsayımlar üretir ve bu varsayımlardan yola çıkarak hükümler vermeye başlar. Şöyle ki: Allah’tan başka güç yoksa benim gücüm yok. O zaman ben yokum sadece Allah var. İşte bu nokta ilk yazıda belirttiğim gerçeklik algısının bozulduğu noktadır. Kişiye mantıklıymış görünen bu düşünce silsilesi ve bu düşünceler ardından verilen hükümlerin hiçbir bilimsel açıklaması yoktur. Sadece o kişiye göre bu akıl yürütme varılan sonuçlar mantıklıdır o kadar. Kişi düşünce silsile ile hareket edip hüküm verdikten sonra aklına bir soru gelir. Peki nasıl? İşte bu nasıl sorusuna verilecek cevap kesinlikle yanlış olacaktır. Çünkü konumuz Allah’tır ve Allah’ı tasavvur etmek, kavramak, kuşatmak, tespit etmek mümkün değildir. Bu nasıl sorusuna eğer “Allah yarattıklarında tecelli eder” dersek (ki bu cümlenin Kur’an’da hiçbir dayanağı yoktur) bu cevabı verdiğimiz anda da tasavvurumuzu netleştirmiş ve sonuca varmış oluruz. Artık algı bozulmuş gerçeklik algısı değişmiştir. Bu gerçeklik algısında tek gerçek olan vardır o da Allah’tır. Bu yanlıştır, doğru değildir.

Şimdi tecelli konusunda Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne bir bakalım: Tecelli: 1.Belirme, görünme, ortaya çıkma, zuhur etme, meydana çıkma. 2.Tanrı'nın insanlarda ve doğada görünmesi.

Bugün internette tasavvufla ilgili hangi siteye girilse tecelli anlatılmaktadır. Allah’ın tecelli etmesi diye bir şey yoktur. Böyle bir tecellinin Kur’an’da dayanağı da yoktur. Bu sadece bilimsel hiçbir dayanak olmaksızın yukarıda anlattığımız gibi şekillenen tasavvur dünyasında kişinin nasıl sorusuna verdiği cevaptır. Rabbimizin tecelli etmesi durumunda ne olacağı Araf 143’te açıklanmıştır: “… Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi, Musâ da baygın olarak yere yığıldı. Ayılıp kendine gelince de, "Seni tenzih ederim, sana döndüm [tövbe ettim] ve ben inananların ilkiyim" dedi.

Alıntı:
Şirk: Allah’a inandığı halde Allah’ın yanına başka tanrılar getirip, Allah’ın varlığında, sıfatlarında ve fiillerinde eşi, ortağı, dengi ve benzeri olduğuna inanmaktır. Yani Allah’ın özelliklerini ve fiillerini başka bir varlığa verip o varlığı Tanrı seviyesine getirmeye denir.
Burada sayılanların yanına Allah’a noksanlık izafe etmeyi ve isim sıfatlarından birini bile hafife almayı da ekleyebiliriz. Bu anlamda Allah’ın isim ve sıfatlarından birini alıp, bu isim ve sıfatı Kendisinin yaratmış olduğu bir canlıya nispet ederek açıklamaya çalışmak Allah’a noksanlık izafe etmektir. Allah’ın görmesi ile insanın görmesi, Allah’ın zenginliği ile insanın zenginliği arasında hiçbir ilinti yoktur. Yaratan bizleri yaratırken örneksiz bir yaratma sergilemiştir. Biz insanlar birşeyler üretirken hep emsallerinden örnek alırız. Oysa Rabbimiz yarattığını hiçbir örneğe bakmadan yaratmıştır. Burada Rabbimizin Kendine nispetle bir yaratış sergilediğini söylemek O’na noksanlık izafe etmektir.

Alıntı:
subuti sıfatlarda gördüğümüz “İLİM” sıfatıyla her şeyi bilen Allah’tır. O’nun bu sınırsız özelliğini başka bir varlığa verdiğimizde Tevhid inancı olmaz, Şirktir.
Cümlede “İLİM” için “O’nun bu sınırsız özelliğini başka bir varlığa verdiğimizde” diyor. Birincisi Allah’a ait sınırsız ilim özelliğini hiç kimse bir başkasına vermez. İkincisi şirk olmasının şartı Allah’ın isim ve sıfatlarından birinin tümüyle başka bir varlığa verilmesi olmayıp, isim ve sıfatlardan birinin bile en küçük zerresine ortak olmak ya da ortak olmaya çalışmaktır. Ayrıca subuti sıfatlar denilerek Rabbimizi tarif eden sıfatların da parçalara ayrılması uygun değildir.

İsim ve sıfatlardan yola çıkarak Allah tanınamaz. Kavranması ve kuşatılması mümkün olmayan bir varlığa “işte bu” diyemezsiniz. “İşte bu” dediğinizde kavramış ve kuşatmış olursunuz ki böyle bir şey mümkün değildir. Mümkün olmadığı için de yanlıştır. Bu hususu “La ilahe illaallah” cümlesinden yola çıkarak, İbrahim kıssası eşliğinde anlatmaya çalışalım. Hz.İbrahim güneşe baktı bu benim rabbim değil dedi, aya baktı bu benim rabbim değil dedi. Yıldıza baktı bu benim rabbim değildi. İbrahim burada “la ilahe” yaptı. Kendine göre aklına gelen bütün ilahları “bu değil” diyerek eledi. Yani önce zihnindeki ilahları yok etti, onlardan kurtuldu. Peki ondan sonra “bu benim Rabbim” dedi mi? Demedi. Diyemez çünkü Allah “bu benim Rabbimdir” diyerek işaret edilebilecek bir varlık değildir. Allah’ı işaret edebilmek onu kavramak ve kuşatmak anlamına gelir ki bu mümkün değildir. Yani Rabbimiz İbrahim’e ne olduğunu değil ne olmadığını gösterdi. Ki zaten ne olduğunu göstermesi ve İbrahim’in bunu anlaması da mümkün değildir. Rabbimiz ne olduğunu gösterirse kavranabilir ve kuşatılabilir olur. Rabbimizin kavranamaz ve kuşatılamaz olduğu ise aşikardır. Rabbimizin Kendisini tanıtırken izlediği yol Kendisinin ne olmadığını göstermekten geçmektedir.

İsim ve sıfatlar üzerine çok fazla gitmek ve bunların üzerine giderek Rabbimizi tanımak mümkün değildir. Böyle bir durum Rabbimizi işaret etmeye çalışmaktır ki Rabbimiz kavranılıp kuşatılıp tespit edilemez. Bu hususu yine başka bir örnekle açıklayalım. Akvaryumunuzda balıklarınız var. Onlar suyun içinde başka bir alemde biz başka bir alemdeyiz. Balığın sizi kavraması kuşatması mümkün değil. Eğer balığa kendinizi anlatmaya çalışırsanız. Balığın bildiklerinden yola çıkarak bunu yapmanız gerekir. Oksijeni hava alıp vermeyi bilmeyen bir balığa bunu anlatamazsınız onun bilgisi bunu kavramaya yetmez. Ona onun bildikleri ile kendinizi anlatmaya çalışırsınız. Kur’an’da yer alan isim ve sıfatların durumu da bundan ibarettir. Rabbimizin kendini anlatırken kullandığı kelimelerden bazılarının bizde olan özelliklerle örtüşmesi, tamamen Rabbimizin Kendisini bize bizim bildiğimiz kelimelerle anlatması dolayısiledir. Yoksa Yaratan ile yaratılan arasında özelliklerimiz açısından en ufak bir ilinti dahi yoktur.

Alıntı:
bizdeki bu ilahi özellikler sınırlıdır ve Allah’ın lütfü sayesinde olan özelliklerdir.
İlahi, ilaha özgü demektir. Bizde herhangi bir ilahi özellik mevcut değildir. İlahi özelliklerin tamamı Rabbimize aittir. Aksi halde Rabbimize ait ilahi özelliklere ortaklık iddasında bulunmuş oluruz.

Doğrusunu Allah Bilir.
Kusursuz Olan Allah'tır.
Sevgi Saygı ve Muhabbetle Allah'a Emanet Olunuz.

Konu canneylesin tarafından (25. March 2010 Saat 06:51 AM ) değiştirilmiştir.
canneylesin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
canneylesin Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
Apollonius (23. March 2010), sabaha_dogru (3. April 2010)
Alt 23. March 2010, 11:35 PM   #4
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Selamun Aleykum! Değerli Canneylesin Kardeşim!

Adı her ne olursa olsun ister tasavvuf, ister başka bir şey… Bunların Kur’an’dan onay alıp almadıklarına bakılır. Müslümanım diyen hiçbir insan Kur’an’dan onay almıyan fikirlerin peşine takılıp gitmez, gitmemelidir. Gitmesi halinde Allah’ın ayetlerinin üzerine örtüyor olur ki bunun adı da küfrdür. Rabbim müslümanım diyen herkesi vahyine uyanlardan ve vahyine uygun yaşayanlardan eylesin.

Değerli Kardeşim!
Allah razı olsun. Müslümanlar için hayati bir konuya değinmişsiniz.
Gerek “fikr”, gerekse “tefekkür”, beynin düşünme fonksiyonunun ürünleri olduğu için, ancak algılanabilen varlıklar ve olaylar hakkında yapılabilir. Buna göre “fikr” ve “tefekkür”, Allah’ın yarattığı ve algılayabildiğimiz varlıklar için söz konusudur ama suret olarak vasıflandırılamayan ve şekil olarak hayal edilemeyen Allah hakkında mümkün değildir. Keza Kur’an’da örneklemelerle, sembollerle anlatılan cennet, cehennem ve diğer detaylardan oluşan ahiret hayatı hakkında da, bizim bulunduğumuz boyuttan farklı bir boyutta bulunduğu (Rad; 35, İsra; 60, Muhammed; 15, İnsan; 16), dolayısıyla bizim de algılayamadığımız bir âlem olduğu için, “fikr” ve “tefekkür” yapılamaz.

Bundan başka “fikr” ve “tefekkür”, insan beyninin ürünleri olduğundan Allah için kullanılamaz. Yani Allah’ın fikir sahibi olması veya tefekkür etmesi mantıksızdır, söz konusu edilemez.

Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah vahyinde tefekkürü ve akıl yürütmeyi emreder.

Değerli Kardeşim!
Yaptığınız bu çalışmanın daha iyi tefekkür edilebilmesi için Hakkı Yılmaz Kardeşimin tefekkür ile ilgili bir çalışmasını sizlerle paylaşmak istiyorum.


TEFEKKÜR
“Tefekkür”, Yüce Rabbimizin, üzerinde önemle durduğu ve bizlere zorunlu kıldığı bir eylemdir. Bu sebeple “tefekkür” kavramının herkes tarafından iyice özümsenmesi gerekmektedir.
“Tefekkür” mastarı (tefekkere fiili), üç harfli olan “fikr” kökünden (fekere fiilinden) türemiştir. “Fikr” ise; “İ’mâl ül hatarı fi ş şey’i (Bir şey hakkında ham düşünce üretilmesi)” demektir (Lisan ül Arab, cilt 7, s. 146).
“Fikr” (ham düşünce)” sözcüğü, Kur’an’da sadece Müddessir suresinin 18. ayetinde (tef’il babı kalıbıyla) yer almış ve orada konu edilen kişi, tefekkür etmediği, fikri (ham düşüncesi) ile hareket edip kâfir olduğu için kınanmıştır:

Müddessir; 18-25: Düşündü ve ölçü koydu.

– O mahvoldu – nasıl bir ölçü koydu!

Yine – o mahvoldu – nasıl bir ölçü koydu!

Sonra baktı.

Sonra yüzünü buruşturdu, kaşlarını çattı.

Sonra, arkasını döndü ve böbürlendi.

Şöyle dedi: “Bu, rivayet edilerek gelen bir büyüden başka bir şey değil.

Bu, beşer sözünden başka bir şey değil.”


“Ham düşünce üretmek” anlamındaki “fikr” sözcüğünden türemiş olan “tefekkür” sözcüğü ise Lisan-ül Arab’da “teemmül” olarak, “teemmül” sözcüğü de “tesebbüt” olarak tanımlanmıştır (Lisan ül Arab, cilt 7, s. 146). Bu sözcüklerin Türkçe karşılıklarına göre “tefekkür”; “Herhangi bir mesele hakkında iyice, etraflıca düşünmek, zihni yormak, işin bilincine varmak, yani üzerinde düşünülen konuya ait bilgileri ve başka fikirleri karşılaştırmak, aralarındaki bağlantıları inceleyerek bir karara ve hükme varmak” anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi “tefekkür”, ham düşünce olmadığı gibi, sadece düşünme yetisinin ürünü de değildir; düşünme yetisi ile birlikte, akıl, muhakeme, hafıza, dikkat gibi diğer melekelerin ortaklaşa ürettikleri bir yargıdır.
Böyle olmasına rağmen bu kavram Türkçe’de yaygın olarak sadece “düşünme” sözcüğü ekseninde anlaşılmakta ve ifade edilmektedir.
“Tefekkür”ü daha doğru bir şekilde anlayabilmek için; “düşünme” ile arasındaki farkı belirlemek, bunun için de öncelikle “düşünme”nin ne olduğunu bilmek gerekmektedir. “Düşünme” başlığı altında psikoloji ders kitaplarında ve Ana Britannica ansiklopedisinde aşağıdaki bilgiler verilmektedir:

“Düşünme, beynin dolayısıyla (indirect) yaptığı bir tepkidir. … Beynimizin işleyişi yalnızca dış uyaranların varlığına tâbi değildir. Bir dış uyarıcı olmadan da beynimizin “düşünme” şeklinde faaliyetine devam ettiğini görürüz. O kadar ki, kendimizi en sakin hissettiğimiz, her şeyle ilgimizi kestiğimiz zamanlarda dahi beynin faaliyetini gözlemek kabildir: Yorgun bir insanın hiçbir şeyi düşünecek hâli olmasa da, kafasından bir yığın hayaller geçer. Meselâ uykusunda rüyalar görür. Böylece zihin âdeta boş durmaktan hoşlanmazmış gibi görünmektedir. Burada beyin, kendisine bir ‘övendire’ ödevini gören maddî uyaranlara karşı değil, belki bu maddî uyaranın beyinde bıraktığı bir ‘iz’e veya onun ‘sembol’üne karşı tepki gösteriyor denilebilir. … Aradan bir hayli zaman geçmesine rağmen beyni, aynı olay veya tepkiye davet eden sebep, artık maddî bir uyaran değil, o olayın algılanmasından meydana gelen, ‘olay’ın hayalleri, tasavvurlarıdır. Yani beyin o anda olaydan gelen maddî uyaranlarla değil, o olaydan arta kalmış olan ‘sembol’lerle faaliyet hâlindedir.” (Genel Psikoloji, Lütfi Öztabağ, Remzi Kitabevi 7. Baskı, s. 118-119)

“Düşünme, bireyin zihinsel etkinlikleri ile dış uyaranlar arasında kurduğu bağlantıdır. … Geçmişte düşünme bilinçli bir deneyim olarak tanımlanmaktaydı. Ancak, uyarıcı durumlar ile bunlara verilen cevaplar arasındaki tüm süreçler bilinçli değildir. Psikanalize göre ‘birincil süreç düşüncesi’, bilinç dışı ve sözcük öncesi bir süreçtir, yani sözcüklerle simgeselleşmemiştir. Örneğin, bir isteğin insanı baskı altında bırakması sözcüklere dökülemez. Bu düşünce türünde karşıtlar bir arada bulunabilir; böyle düşünce mantık kurallarına uymaz, zaman ve yer tanımaz, neden-sonuç bağıntısı taşımaz ve bütünüyle haz ilkesi doğrultusunda, gerçeklikle bağıntılı olmayan bir biçimde gelişebilir. Oysa ‘ikincil süreç düşüncesi’, gerçeklik ilkesine bağlı olarak dış nesnelerin gerçekliğini gözetir, söze dökülür, dil ve mantık kurallarına uyum gösterir. İç ve dış etkilerin yoğunluklarına bağlı olarak düşünce, mantıksal (yönlendirilmiş ve yapılandırılmış) ya da düşsel (imgesel ve fantastik) olabilir. Mantıksal düşünme, yaşanan deneyimlerin sonuçları arasında bağlantı kurma yolundaki usavurmanın yönlendirilmiş ve yapılandırılmış biçimidir. Bu nitelikteki düşünce nesnel, dışa yönelik ve ‘gerçekçi’ (realistik) olarak nitelenir. Bunun karşıtı öznel, duygusal olan ‘içe yönelik’ (otistik) düşüncedir. … ‘Gerçekçi düşünce’, bir amaç doğrultusunda düşüncelerin bir araya getirilmesi ve düzenlenmesine yönelik mantıklı düşüncedir: Nesneler, kavramlar ya da bilgi kaynakları arasında bağlantı kurma, değerlendirme, yargılama, problem çözme ve yeni çözümler bulma, ilke çıkarsama, tümevarım ve tümdengelim gibi değişik biçimler alabilir. ‘İçe yönelik düşünce’, temelde düşünenin istek ve fantezileri bağlamında, dış koşullar ya da yer-zaman-nedensellik bağlantıları dikkate alınmadan gelişen düşüncedir. Bu tür düşüncenin tipik örneği, uyaranlara herhangi bir denetim uygulanmadan, düşüncelerin ansızın kendiliğinden anımsandığı serbest çağrışımdır. …” (Ana Britannica, cilt 11, s. 20)

Yukarıdaki açıklamalardan, “düşünme” hakkında şu tespitleri yapmak mümkündür:
- Düşünme, karşılaşılan her nesne ve olguya karşı, beyin tarafından verilen dolaylı bir tepkidir. Ancak bu tepki her zaman etki ile eş zamanlı olarak ortaya çıkmaz.
- Düşünme dolaylı bir tepki olduğundan, bu tepkiyi doğuracak bir etkinin bulunmaması hâlinde beynin düşünce yetisi harekete geçmez. Meselâ duyu organlarının algılama yapamadığı bir ortamda (uzayda, boşlukta) beynin düşünme faaliyetinde bulunması söz konusu değildir.
- Düşünme yetisi, kontrol edilemeyen, yani insana boyun eğmeyen, onun iradesi dışında her türlü koşulda faaliyet gösteren bir beyin fonksiyonudur.
- Düşünme, beynin bilinçli sürecinde oluşabileceği gibi (ikincil süreç düşüncesi), bilinçsiz sürecinde de oluşabilir (birincil süreç düşüncesi).
- Düşünme, kendisini oluşturan iç ve dış etkilerin yoğunluklarına göre; “içe yönelik” veya “gerçekçi” olarak nitelendirilebilir.


“Tefekkür”ü daha doğru bir şekilde anlamak amacıyla gelinen bu noktadan sonra bize göre yapılacak şey; yazımızın başında Lisan ül Arab kaynaklı açıklamalarını verdiğimiz “fikr” ve “tefekkür” kavramlarının, yukarıdaki bilimsel açıklamaların neresinde yer aldığına ve bilimsel açıklamalardaki tarifler ile Lisan ül Arab kaynaklı tarifler arasında bir fark olup olmadığına bakmak olmalıdır. Ancak, bu bakışın sağlıklı olabilmesi için ise, Kur’an gözlüklerimizin takılı olması gerekmektedir. Çünkü cevabını aradığımız şey, Kur’an’daki “fikr” ve “tefekkür”dür.
Konuya Kur’an penceresinden bakıldığında Kur’an’ın, “fikr” ve “tefekkür” kavramlarını, beynin bilinçli sürecine ait faaliyetler olarak kabul ettiği hemen görülmektedir. Çünkü Kur’an’ın muhatabı “bilinçli insan”dır. Yani Kur’an’ın “fikr” ettiğini söylediği ve “tefekkür” etmesini istediği insan; Kur’an’ın muhatabı olan “bilinçli insan”dır. Bu tespit, yukarıdaki bilimsel açıklamalar dikkate alınarak ifade edilecek olursa denilebilir ki; “fikr” de, “tefekkür” de, “ikincil süreç düşüncesi” kapsamındadır.
Bu noktada, “fikr” ve “tefekkür”ün, bilimsel açıklamalarda “ikincil süreç düşüncesi” olarak adlandırılan düşünceyi oluşturan “içe dönük düşünce” ve “gerçekçi düşünce”ye karşılık geldikleri zannedilebilir. Çünkü bilimsel açıklamalarda, beynin bilinçli sürecinin ürünleri olarak “içe dönük düşünce” ve “gerçekçi düşünce”den başka bir düşünceden bahsedilmemektedir. Dolayısıyla “fikr” ve “tefekkür”ü, “içe dönük düşünce” ve “gerçekçi düşünce” ile özdeşleştirmek, en uygun davranış gibi görünmektedir.
Gerçekten de “fikr” denilen ham düşüncelerin bir çoğu vesveseden ibaret, tutarsız, anlamsız, bazıları da Kur’an’ın bildirdiği gibi insanı helâk edecek boyutta zararlıdır. Bu durumda, insanın hevasını ön plânda tuttuğu ve bu hevanın derecesine göre; içe dönük, imgesel, fantastik, düşsel olarak adlandırılan düşünce ile “fikr”, aynı şeymiş gibi algılanabilir. “Fikr” ile “içe dönük düşünce” aynı şey olarak kabul edildiğinde ise, “tefekkür” ile “gerçekçi düşünce”nin de aynı şey olduğunun kabulü lâzım gelir. Nitekim “tefekkür” sözcüğünü açıklayan “karar vermek”, “hükme varmak” gibi davranışlar ile “gerçekçi düşünce”yi açıklayan “değerlendirme”, “yargılama”, “problem çözme”, “ilke çıkarsama” gibi davranışlar, anlamları itibariyle aynı eksende olan davranışlardır.
Ancak, bize göre bu yaklaşım noksandır ve bu yaklaşım ile doğru sonuca ulaşmak mümkün değildir. Kur’an, yazımızın sonunda bir çok örneğini vereceğimiz gibi, “tefekkür” sayesinde insanın yanlıştan uzaklaşarak doğruyu bulacağını, gerçek başarıya ulaşacağını söylemektedir. Yani “tefekkür” sonucunda, ödülü cennet olan gerçek başarı söz konusudur. Halbuki “gerçekçi düşünce”nin tarifinde, açıklamalarında, böyle bir başarıya ulaştırma özelliğinden bahsedilmemiştir. Başka bir ifade ile, her aşaması bilimsel gerçeklere dayandırılarak mantıklı bir amaca göre hazırlanmış bir plân tasavvuru, “gerçekçi düşünce” olarak nitelendirilebilir ama gerçek başarıya ulaşmaya hizmet etmiyorsa, “tefekkür” olarak nitelendirilemez. Örnek olarak, nükleer enerjiyi bir imha silâhı olarak geliştiren düşünce, “gerçekçi düşünce”dir ama asla “tefekkür” değildir. Bu durumda, bilimsel açıklamalarda yer alan “gerçekçi düşünce” tarifi, “tefekkür”ün açıklamasında yeterli olamamakta, noksan kalmaktadır.
Diğer taraftan Kur’an, Müddessir suresinin 18. ayetinde; “fikr” eden kişinin ölçü koyduğunu söylemektedir. Ölçü koymak ise, anlam olarak değerlendirme yapmayı ve hüküm vermeyi de içermektedir. Yani ayette sözü edilen kişi, bilimsel açıklamalarda “gerçekçi düşünce” olarak tanımlanmış davranışlarda bulunmak suretiyle ölçü koymuş ama sonuçta “fikr” ettiği (ham düşünce ürettiği) için kınanmıştır. Şu hâlde Kur’an’daki “fikr” eylemi; bilimsel açıklamalardaki, hevanın ön plâna çıktığı “içe dönük düşünce”yi temsil ettiği gibi, “gerçekçi düşünce”yi temsil etmektedir
Bu bilgiler ışığı altında, Kur’an’daki “fikr” ve “tefekkür” kavramları hakkında aşağıdaki tespitleri yapmak mümkündür:
- Kur’an bilinçli insanları muhatap aldığı için, Kur’an’daki “fikr” ve “tefekkür”, bilinçli beynin ürünleridir.
- Kur’an’daki “fikr”; bilinçli bir beyin tarafından üretilen, düşüncelerin ansızın kendiliğinden anımsandığı serbest çağrışımlardan başlayarak, değerlendirme, yargılama, ilke çıkarsama, problem çözme gibi biçimler ihtiva eden “gerçekçi düşünce”nin de içinde bulunduğu, düşünce çeşitlerinin genel adıdır.
- Kur’an’daki “tefekkür”; yanlıştan sakındırıp doğruyu buldurmak suretiyle gerçek başarıyı sağlayan “fikr”dir.

Bu son tespitin bazı yanlış anlaşılmalara meydan vermemesi için, bir hususun hemen belirtilmesinde yarar vardır: Gerçek başarının elde edilmesi, insanın oturduğu yerde tefekkür etmesi ile değil, tefekkür ile bulduğu doğruları hayatına geçirmesi, o doğrulara uygun davranması ile mümkündür. Nasıl ki, kuvveden fiile dönüşmeyen yanlış düşünceler sebebiyle kimsenin hesaba çekilmesi, cezaya çarptırılması söz konusu edilemezse, kuvveden fiile dönüşmeyen doğru düşünceler de kişiye ödül getirmez.

Gerek “fikr”, gerekse “tefekkür”, beynin düşünme fonksiyonunun ürünleri olduğu için, ancak algılanabilen varlıklar ve olaylar hakkında yapılabilir. Buna göre “fikr” ve “tefekkür”, Allah’ın yarattığı ve algılayabildiğimiz varlıklar için söz konusudur ama suret olarak vasıflandırılamayan ve şekil olarak hayal edilemeyen Allah hakkında mümkün değildir. Keza Kur’an’da örneklemelerle, sembollerle anlatılan cennet, cehennem ve diğer detaylardan oluşan ahiret hayatı hakkında da, bizim bulunduğumuz boyuttan farklı bir boyutta bulunduğu (Rad; 35, İsra; 60, Muhammed; 15, İnsan; 16), dolayısıyla bizim de algılayamadığımız bir âlem olduğu için, “fikr” ve “tefekkür” yapılamaz. Bundan başka “fikr” ve “tefekkür”, insan beyninin ürünleri olduğundan Allah için kullanılamaz. Yani Allah’ın fikir sahibi olması veya tefekkür etmesi mantıksızdır, söz konusu edilemez.
Kur’an, “tefekkür” dışında, insanlara gerçek başarının yolunu gösteren iki eylemin daha var olduğunu bildirmiştir. Bu eylemlerden biri “akletmek”, diğeri de “vahye kulak vermek”tir:

Mülk; 10: Ve yine derler ki: “Eğer kulak vermiş olsaydık veya akletmiş olsaydık, sair/ Cehennem halkı arasında olmazdık.”

Furkan; 44: Yoksa onların çoğunu vahye kulak verir veya akleder mi sanıyorsun? Onlar sırf hayvan gibidirler, hatta gidişatça daha sapıktırlar.

“Tefekkür”ün alt basamağı mahiyetinde olan “akletmek”, Kur’an’da mecazen “tefekkür” anlamında kullanılmıştır (Bakara; 44, 73, 76, 164, 170, 171, 242, Âl-i Imran; 65, 118, Maide; 58, 103, En’âm 32, 151, A’râf; 169, Enfal; 22, Yunus; 16, 42, 100, Hud; 51, Yusuf; 2, 109, Rad; 4, Nahl; 12, 67, Enbiya; 10, 67, Müminun; 80, Hacc; 46, Nur; 61, Şuara; 28, Ankebut; 35, 63, Rum; 24, 28, Kasas; 60, Ya Sin; 62, 68, Saffat; 138, Mümin; 67, Zümer; 43, Zühruf; 3, Hadid; 17, Casiye; 5, Hucurat; 4, Haşr; 14).
Ancak, “akletmek (aklı kullanmak, akıl yürütmek)” ve bu yolla “tefekkür”e ulaşmak herkesin yapabileceği bir şey olmayıp, bilginlere özgü bir beceridir. Yani bilgisizler “tefekkür” edemezler:

Ankebut; 43: Bu örnekleri insanlara veriyoruz. Ama, bilginlerden başkası akletmez.


Vahye kulak vermek ise, vahyi kabul etmek ve onunla amel etmek demektir. Vahydeki haberler, Muhbir-ı Sadık (Doğru Haberci) olan Allah tarafından bildirildiği için mutlak doğrudur. İnsanoğlu, vahydeki haberlerin, uyarıların hepsine bilimsel bilgi olarak henüz ulaşamamış, onların doğruluğunu ilimle tespit edememiştir. Ama vahyin haberlerini, uyarılarını kabul edenler, yani vahye kulak verenler, bu doğru haber ve bilgiler sayesinde kendilerini kurtarırlar. Yine vahye kulak verenler, zihinlerinde oluşan ham düşünceleri, vesveseleri Kur’an terazisine götürüp tartarlarsa, yani bize göre Şeytan-ı Racim’den Allah’a sığınırlarsa, zihinlerinde oluşanların yanlışlarını hemen görme şansını elde ederler.
“Vahye kulak vermek” de aynen “akletmek” gibi Kur’an’da “tefekkür” anlamıyla kullanılmıştır (A’râf; 100, Yunus; 67, Nahl; 65-69, Rum; 21-24, Secde; 26, Enfal; 21, 22, Kehf; 101, Kaf; 37).

Sonuç olarak, İslâm’ın çok önem verdiği “tefekkür”ün; düşünme yetisi başta olmak üzere insan beyninin bir çok melekesinin, aynı anda ve en mükemmel şekilde kullanılması olduğu söylenebilir. Tefekkür için önce akledebilmek, akledebilmek için de bilgili olmak lâzımdır. Yani tefekkür, insanın bilgisini arttırır, insanı taklitçilikten kurtarır. Bilgili insan, iyi ve kötü şeylerin ayrımını bilgi ile yapar, her zaman için kârlı çıkar ve doğru davranışları ile de başkalarına yol gösterir.

Tefekkürü konu alan ve tefekkür örneğini sergileyen Kur’an ayetleri aşağıda verilmiştir:

Âl-i Imran; 190, 191: Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette aklıselim sahipleri için ibret verici deliller vardır.

Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler (düşünürler). Rabbimiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru!.

Bakara; 219: Ey Muhammed! Sana uyuşturucu ve kumardan soruyorlar. De ki: “Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat günahları, menfaatlerinden daha büyüktür.” Yine sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan fazlasını infak edin.” İşte böylece Allah, size ayetlerini açıklı- yor. Umulur ki siz düşünürsünüz.

Bakara; 266: Hiç biriniz ister mi ki, kendisinin hurmalık ve üzümlüklerden bir bahçesi olsun, altında ırmaklar aksın, içinde her türlü ürünü bulunsun da, kendi üzerine de ihtiyarlık çökmüş ve elleri ermez, güçleri yetmez küçük, zayıf çocukları olsun. Derken ona ateşli bir bora isabet ediversin de o bahçe yanıversin. İşte Allah, ayetlerini size böylece açıklıyor. Umulur ki, düşünürsünüz.

En’âm; 50: De ki: “Size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Ve size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.” De ki: “Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?

A’râf; 176: Ve eğer dileseydik onu o ayetlerle yüceltirdik, fakat o alçaklığa saplandı kaldı ve kendi keyfinin ardına düştü. Artık onun ibret verici hâli o köpeğin hâline benzer ki, üzerine varsan da dilini uzatır solur, bıraksan da solur. İşte bu, ayetlerimizi inkâr eden kavmin misalidir. Bu kıssayı iyice anlat, belki biraz düşünürler.

A’râf; 184: Onlar arkadaşlarında herhangi bir cinnet bulunmadığını hiç düşünmediler mi? O, açık bir uyarıcıdan başka biri değildir.

Rum; 8: Kendi içlerinde hiç düşünmediler mi ki, Allah göklerde, yerde ve bu ikisi arasında bulunan her şeyi ancak hak ile ve belirlenmiş bir süre için yaratmıştır? Gerçekten insanların çoğu, Rabblerine kavuşmayı inkâr etmektedirler.

Rum; 21: Yine O’nun ayetlerindendir ki, sizin için nefislerinizden kendilerine ısınırsınız diye eşler yaratmış, aranıza bir sevgi ve merhamet koymuştur. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.

Yunus; 24: Dünya hayatının misali şöyledir: Gökten indirdiğimiz su ile, insanların ve hayvanların yediği bitkiler birbirine karışmıştır. Nihayet yeryüzü süslerini takınıp süslendiği ve sahipleri kendilerini ona gücü yeter sandıkları bir sırada, geceleyin veya gündüzün, ona emrimiz gelivermiştir, ansızın ona öyle bir tırpan atıvermişiz de sanki bir gün önce orada hiçbir şenlik yokmuş gibi oluvermiştir. Düşünen bir kavim için ayetlerimizi işte böyle açıklarız.

Rad; 3: O’dur ki arzı uzattı, orada sabit dağlar ve ırmaklar var etti. Orada bütün meyvelerden iki çift yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor. Şüphesiz bunda tefekkür eden (düşünen) bir toplum için ayetler vardır.

Nahl; 10, 11: O’dur ki, sizin için gökten bir su indirdi. İçecekleriniz ondandır ve hayvanları otlattığınız ağaçlar, bitkiler ondan sulanıp filizlenmektedir.

Onunla size ekin, zeytin, hurma, üzümler ve her çeşit meyvelerden bitirmektedir. Şüphesiz bunda, tefekkür eden (düşünen) bir toplum için (yaratıcının varlığına, kudretine ve hikmetine) işaret vardır.

Nahl; 44: Biz o peygamberleri mucizelerle ve kitaplarla gönderdik. Ey Peygamberim! Sana da Kur’an’ı indirdik ki, insanlara vahyedi-leni açıklayasın. Belki onlar da düşünürler.

Nahl; 69: Sonra meyvelerin hepsinden ye de, Rabbinin (sana) kolay kıldığı yollara gir, diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir bal çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz ki bunda düşünen bir millet için, büyük bir ibret vardır.

Zümer; 42: Allah, o canları öldükleri zaman, ölmeyenleri de uyuduklarında alır. Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkoyar, diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.

Casiye; 13: O, göklerde ve yerde bulunan her şeyi kendinden bir lütuf olarak sizin hizmetinize vermiştir. Şüphesiz bunda düşünen topluluklar için ibret ve deliller vardır.

Haşr; 21: Biz bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, Allah’ın korkusundan onu, baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri, tefekkür etsinler diye insanlara veriyoruz.

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

“Tefekkür”, Yüce Rabbimizin, üzerinde önemle durduğu ve bizlere zorunlu kıldığı bir eylemdir. Bu sebeple “tefekkür” kavramının herkes tarafından iyice özümsenmesi gerekmektedir.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 27. March 2010, 04:11 AM   #5
canneylesin
Yeni Üye
 
canneylesin - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Jan 2010
Mesajlar: 16
Tesekkür: 15
13 Mesajina 28 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 0
canneylesin has much to be proud ofcanneylesin has much to be proud ofcanneylesin has much to be proud ofcanneylesin has much to be proud ofcanneylesin has much to be proud ofcanneylesin has much to be proud ofcanneylesin has much to be proud ofcanneylesin has much to be proud of
Standart

Burada Sayın Hakkı Yılmaz'ın tefekkür bahsinde anlattığı ham düşünce konusunu açmakta fayda görüyorum:

“Peki, onlar, yeryüzünde dolaşmadılar mı ki kendilerinin, kendisiyle akledecekleri kalpleri ve kendisiyle işitecekleri kulakları olsun. İşte, şüphe yok ki, gözler kör olmaz, fakat göğüslerin içindeki kalpler kör olur”(Hacc 46).

Bu ayet bize asıl akletmek faaliyetinin kalp ile olduğunu söylemektedir. Çoğumuz bu tip ayetlerin manevi anlamları olduğunu insanın kalbi ile akledemeceğini düşünür. Oysa ki bilimin gelişmesi ve ilerlemesi sayesinde manevi anlamı olduğu zannedilen bu ayetlerin aslında müteşabih oldukları ve bilimsel anlamda birebir doğruyu söylediklerinin açığa çıkacağını düşünüyorum.

Kalp günde oluşan yüzbinlerce düşünceden ve düşüncenin insana verdiği rahatsızlıklardan arınmış bir haldedir. Düşünce ise beş duyumuzla algıladığımız dış dünyaya beynimizin verdiği tepki ve bu tepki neticesinde sonuca ulaşmak için yürüttüğümüz beyin faaliyetidir. Bu anlamda Kur’an’da yer alan Adem kıssasına bakacak olursak Rabbimiz Adem’e “bu ağaca yaklaşma” demiştir. “Bu ağaca yaklaşma” emiri üzerine Adem’in beyninin verdiği tepki “benim sonsuzlaşmamı engellemek için bu ağaca yaklaşma” dedi, olmuştur. Beyninin verdiği bu tepkinin peşinden giden Adem Rabbinin yasakladığı şeyi yapmıştır. Akletmemiş, sorgulamamış düşüncelerinin arasında kaybolmuştur. Eğer Adem akletmiş olsaydı yani kalbinin sesini dinlemiş olsaydı ya da bir sorgulamaya yani tefekküre girişmiş olsaydı beyninin ürettiği bu ham düşünceden sakınabilirdi. Ama yapamadı.

Beyin her zaman ham düşünce mi üretir? Beynin elde ettiği her sonuç ham mıdır? Burada önemli olan nokta beyinle yapılan düşünme faaliyeti ile akletme faaliyeti arasındaki korelasyondur. Eğer sadece beyninizle düşünürseniz her zaman ham düşünceye ulaşırsınız. Düşünme faaliyeti isterse aylarca isterse yıllarca sürsün sonucunda ulaşacağınız sonuç ham olacaktır. Bu durumda olgunlaşmamış bir sonuca dayanarak yaptığınız eylem, dış dünyaya yansıttığınız davranış da yanlış olur. Ancak düşünme faaliyetinin içine akletme fonksiyonunu dahil edebilirseniz o taktirde ulaşacağınız sonuç gerçek bilgi olacaktır. Beynin ürettiği ham düşüncelerden kurtulmak için bir destekçimiz daha vardır. O da Kur’an ve bilimdir. Eğer düşüncelerimizin ürettiği ham sonuçlardan kurtulmak için aklederken özellikle Kur’an’dan ve bilimden yardım alırsak o taktirde gerçek bilgiye ulaşma ihtimalimiz çok daha fazla artar. Üç tane silahımız var; Akletme + Kur’an + Bilim. Eğer üçünü birden kullanabilirsek Rabbimizin ayetlerini daha rahat görebiliriz.

Peki ürettiğimiz şeyin ham düşünce olup olmadığını nereden bileceğiz? Ürettiğimiz şeyin ham düşünce olup olmaması eldeki sonucun bilimsel verilere uygunluğu ile ölçülür. Eldeki sonuç yaşadığımız çağda tüm dünyada kabul gören bilimsel verilere uygun ise ürettiğimiz şey doğrudur ham düşünce değildir. Burada önemli olan ulaştığımız sonucun doğru veya yanlış olmasıdır. Elimizde bize göre ne kadar somut veri ya da sonuç olursa olsun eğer ulaştığımız sonuç yanlış ise o düşünce hamdır.

Konu canneylesin tarafından (27. March 2010 Saat 04:25 AM ) değiştirilmiştir.
canneylesin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 28. March 2010, 12:55 AM   #6
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Selamun Aleykum! Değerli Canneylesin Kardeşim!

Alıntı:
canneylesin Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
Burada Sayın Hakkı Yılmaz'ın tefekkür bahsinde anlattığı ham düşünce konusunu açmakta fayda görüyorum:

“Peki, onlar, yeryüzünde dolaşmadılar mı ki kendilerinin, kendisiyle akledecekleri kalpleri ve kendisiyle işitecekleri kulakları olsun. İşte, şüphe yok ki, gözler kör olmaz, fakat göğüslerin içindeki kalpler kör olur”(Hacc 46).

Bu ayet bize asıl akletmek faaliyetinin kalp ile olduğunu söylemektedir. Çoğumuz bu tip ayetlerin manevi anlamları olduğunu insanın kalbi ile akledemeceğini düşünür. Oysa ki bilimin gelişmesi ve ilerlemesi sayesinde manevi anlamı olduğu zannedilen bu ayetlerin aslında müteşabih oldukları ve bilimsel anlamda birebir doğruyu söylediklerinin açığa çıkacağını düşünüyorum.

Kalp günde oluşan yüzbinlerce düşünceden ve düşüncenin insana verdiği rahatsızlıklardan arınmış bir haldedir. Düşünce ise beş duyumuzla algıladığımız dış dünyaya beynimizin verdiği tepki ve bu tepki neticesinde sonuca ulaşmak için yürüttüğümüz beyin faaliyetidir. Bu anlamda Kur’an’da yer alan Adem kıssasına bakacak olursak Rabbimiz Adem’e “bu ağaca yaklaşma” demiştir. “Bu ağaca yaklaşma” emiri üzerine Adem’in beyninin verdiği tepki “benim sonsuzlaşmamı engellemek için bu ağaca yaklaşma” dedi, olmuştur. Beyninin verdiği bu tepkinin peşinden giden Adem Rabbinin yasakladığı şeyi yapmıştır. Akletmemiş, sorgulamamış düşüncelerinin arasında kaybolmuştur. Eğer Adem akletmiş olsaydı yani kalbinin sesini dinlemiş olsaydı ya da bir sorgulamaya yani tefekküre girişmiş olsaydı beyninin ürettiği bu ham düşünceden sakınabilirdi. Ama yapamadı.

Beyin her zaman ham düşünce mi üretir? Beynin elde ettiği her sonuç ham mıdır? Burada önemli olan nokta beyinle yapılan düşünme faaliyeti ile akletme faaliyeti arasındaki korelasyondur. Eğer sadece beyninizle düşünürseniz her zaman ham düşünceye ulaşırsınız. Düşünme faaliyeti isterse aylarca isterse yıllarca sürsün sonucunda ulaşacağınız sonuç ham olacaktır. Bu durumda olgunlaşmamış bir sonuca dayanarak yaptığınız eylem, dış dünyaya yansıttığınız davranış da yanlış olur. Ancak düşünme faaliyetinin içine akletme fonksiyonunu dahil edebilirseniz o taktirde ulaşacağınız sonuç gerçek bilgi olacaktır. Beynin ürettiği ham düşüncelerden kurtulmak için bir destekçimiz daha vardır. O da Kur’an ve bilimdir. Eğer düşüncelerimizin ürettiği ham sonuçlardan kurtulmak için aklederken özellikle Kur’an’dan ve bilimden yardım alırsak o taktirde gerçek bilgiye ulaşma ihtimalimiz çok daha fazla artar. Üç tane silahımız var; Akletme + Kur’an + Bilim. Eğer üçünü birden kullanabilirsek Rabbimizin ayetlerini daha rahat görebiliriz.

Peki ürettiğimiz şeyin ham düşünce olup olmadığını nereden bileceğiz? Ürettiğimiz şeyin ham düşünce olup olmaması eldeki sonucun bilimsel verilere uygunluğu ile ölçülür. Eldeki sonuç yaşadığımız çağda tüm dünyada kabul gören bilimsel verilere uygun ise ürettiğimiz şey doğrudur ham düşünce değildir. Burada önemli olan ulaştığımız sonucun doğru veya yanlış olmasıdır. Elimizde bize göre ne kadar somut veri ya da sonuç olursa olsun eğer ulaştığımız sonuç yanlış ise o düşünce hamdır.
Allah razı olsun.

"kalp" ile ilgili yapılan bir çalışmayı sizlerle paylaşmak istiyorum.

"Kalp" sözcüğü; "insanın ortası, özü" demektir. Bundan dolayı "yürek"e de "kalp" denmiştir. Araplar "yürek"i, düşünce ve tefekkürün merkezi olarak bildikleri için zamanla "akıl"a da "kalp" demeye başlamışlardır. "Akıl"ın "kalp" olarak isimlendirilmesi aslında "mahalliyet mecazı mürseli" sanatı olmasına rağmen, "akıl" ve "kalp" kelimeleri giderek eş anlamlı isimler olarak görülmüş ve böylece bu kullanım, doğru bir temele dayanıp dayanmadığına bakılmaksızın "kalp" ve "akıl sözcüklerinin geçtiği diğer dillerde de uygulama alanı bulmuştur. Bu sebepledir ki Kur`an`da kalp sözcüğü, kan pompalayan organ olarak değil aklın, düşüncenin, tüm zihinsel fonksiyonların merkezi olan "beyin" anlamında kullanılmıştır.

Gerçekten de tarihe bakarsak, ders almak, geçmiş olaylardan ibret almak, insanların hep birbirine tavsiye ettiği ve yapılmasının gerekli olduğuna inandığı bir yöntemdir. Ama kendisine geçmişten öğüt çıkarmak, ayette de işaret edildiği gibi, aslında kalbi (aklı) olan insanlar için söz konusudur. Kalbi (aklı) olmayan veya kalbi ölü olan (aklı çalışmayan) insan, öğüt, ibret alamaz. Kalbi (aklı) olan insan ise geçmişteki acı akıbetler konusunda son derece hassastır. Mezarlar ve örenler gibi etkileyici ve coşturucu yerler kalbi (aklı) olan insanı etkiler; duygularını coşturur, hatıralarını canlandırır, ona ilham kaynağı olur. Ama kalbi (aklı) olmayanlar, bu gibi yerler ve olaylar karşısında kör, sağır ve dilsizdirler:

Bakara;18: (Onlar) sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar dönmezler.

Münafikun; 4:Ve onları gördüğün zaman kalıpları senin hoşuna gider ve eğer konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Onlar sanki dayanmış keresteler gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandırlar, onlardan hemen sakın. Allah onları öldürmüştür! Nasıl da döndürülüyorlar?

A`râf; 179:Ant olsun ki, cinlerden ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yarattık; onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte bunlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar da gafillerin ta kendileridir.

Furkan; 43, 44:Hevasını (kötü duygularını, tutkularını) kendisine tanrı edinen kişiyi gördün mü? Peki onun üzerine sen mi vekil oluyorsun?
Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (vahye kulak) vereceğini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Gerçekte onlar hayvanlar gibidir, hatta yol bakımından daha sapıktırlar / şaşkındırlar (aşağıdırlar).

Kasas; 50:Buna rağmen eğer sana cevap vermezlerse, bil ki onlar, sırf heveslerine uymaktadırlar. Allah`tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık / şaşkın (aşağı) kim olabilir? Kesinlikle Allah zalim kavme yol göstermez.

Ahkâf; 26:Ve ant olsun ki, Biz, sizi güçlü kılmadığımız şeylerde onları güçlü kılmıştık (size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik). Onlara da kulaklar, gözler ve duygular kılmıştık (vermiştik). Buna rağmen kulakları, gözleri ve duyguları onlara hiçbir fayda sağlamadı. Çünkü onlar Allah`ın ayetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Alay etmekte oldukları şey de onları sarıp kuşatıverdi.

Kur`an, son derece manidar örneklerle anlattığı bu kâfirlerin hâlini, bağırıp çığıran ve kendi sesinden başka bir şey duymayan çobanın hâline benzetmiştir. Kuru gürültüyle hakk sözü bastırıp boğarak galip gelmeyi çok iyi bilip uygulayan kâfirler, Kur`an`a göre ancak sükûnet ve ciddiyetle dinleyerek anlaşılabilecek sözleri dinlemeye değer ve anlamlı bulmazlar. Onları kör, sağır, dilsiz ve yüreksiz olarak niteleyen Kur`an, bu kâfirlerin kıyamet günü de böyle kör, sağır ve dilsiz olarak haşredileceğini bildirmiştir (Bakara; 171 ve İsra; 97).

Allah`ın kalpleri mühürlemesi ve damgalaması:

Yukarıda söylediğimiz gibi bu konu, ilgili Kur`an ayetleri yardımı ile incelenecek ve Kur`an`dan öğrenilecektir. Ancak ayetlere geçmeden evvel, bu ayetlerle ilgili doğru değerlendirme yapılmasını sağlayacak iki özelliğin hatırlatılmasında yarar görüyoruz:
Birinci özellik; ayetlerde zikredilen kişilerin belirgin olmasıdır. Konumuz çerçevesinde aşağıda okuyacağımız ayetlerde "kalpleri, kulakları mühürlenen/ damgalanan, uyarının fayda vermeyeceği, inanmayacak olan "kâfirler"in hepsi ism-i mevsul denilen "الّذين ellezine" sözcüğüyle ifade edilmiş olup, muarrafattandır yani, peygamberimize işaret edilen belli, belirli kişilerdir. Dolayısıyla ayetlerdeki ifadelerin, bizim kâfir olarak bildiğimiz kimseler için kullanılması doğru değildir. Çünkü biz, çevremizde gördüğümüz kalpleri mühürlü, iman etmemiş olan insanların hiçbir zaman iman etmeyeceklerini ve kâfir olarak kalacaklarını bilemeyiz. Bunu ancak Allah bilebilir. Nitekim bu ayetlerde de iman etmeyecekleri Allah tarafından bilinen kişiler, bir lütuf olarak peygamberimize bildirilmiştir.

İkinci özellik; ayetlerin mucize özelliğidir. Aşağıda sunacağımız ayetler, Ebuleheb örneğinde olduğu gibi ömür boyu iman etmeyecek olanların, onlarla fazla oyalanmaması için peygamberimize bildirildiği, yani istikbalden (gelecekten) haber verildiği, bu sebeple de mucize özelliği arz eden ayetlerdir. Gerçekten de ayetlerde belirtilen bu kişiler akıllarını başlarına almamışlar, kalpleri mühürlü yaşamışlar ve cehennemlik olarak ölüp gitmişlerdir.
Kaynak:İşte Kur'an (Hakkı Yılmaz)

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
elmuh (30. March 2010), sabaha_dogru (3. April 2010)
Alt 30. March 2010, 07:59 AM   #7
elmuh
Katılımcı Üye
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: İstanbul
Mesajlar: 96
Tesekkür: 45
47 Mesajina 108 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
elmuh is on a distinguished road
Standart

Selam Dostlar,

Akleden kalp ile ilgili düşüncelerimi paylaşmak istedim.
Kuran'ı yorumlarken, Kurandaki veriler ile birlikte, o devrin düşünce yapısını, kültürel özelliklerini, tarihsel verileri kullanmak gerektiğini düşünmekteyim. Yani ilk muhattapları Kuranı anlamak için, kendilerinden sonra ortaya çıkan verilere, anlayışa, kültüre ihtiyaç duymamışlardır.

Günümüzde düşüncenin beyinde oluştuğunu biliyoruz, ancak bu tarih boyunca hep bu şekilde bilindiği anlamına gelmiyor. Örneğin Aristo beyni insan vücudunun soğutucusu olarak düşünüyordu. Eski uygarlıklarda kalbin düşüncenin merkezi olarak görülmesinin nedenini tahmin etmek güç değil. Muhtemelen heyecan, öfke, endişe, sakinlik gibi zihinsel faaliyetlerin bedene etkisinin en rahat gözlendiği organ kalp olduğu için, yetersiz veri ile yaptıkları yorumlar sonucu kalbin düşünme organı olduğu sonucuna varmış olabilirler. Zamanla kalbin değil beynin düşünme organı olduğu ortaa çıkmış olsa dahi, konuyla ilgili üretilen terimler dilde yaşamaya devam etmiştir. Bugün bile kullanmaktayız. Örneğin kalbimdesin, temiz kalpli vb gibi.

Bu nedenle Kurandaki ilgili deyimleri de bu anlamda anlamak ve müteşabih (edebi) bir anlatım üslubu olarak yorumlamak en doğru yaklaşım olacaktır düşüncesindeyim.

Muhabetle.
elmuh isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
elmuh Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
hiiic (30. March 2010), kamer (30. March 2010)
Alt 30. March 2010, 04:37 PM   #8
hiiic
Uzman Üye
 
hiiic - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Mar 2010
Mesajlar: 1.979
Tesekkür: 1.908
1.298 Mesajina 2.732 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 26
hiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud of
Standart

İnsan kalbiyle mi sever?
Hayır beyniyle sever, ama kalbiyle sevgisini tastik eder, sevdiğini görünce kalbi çarpar.
İnsan aynı şekilde kalbiyle sever,korkar,düşünür,hisseder,görür...

Keza inektede beyin var kalpte var.
Ama bizde gönül varki sevgide onda, düşüncede, göz de...

Kiminin kalbi taş gibidir ama içinden su fışkırır, kiminin kalbi yumuşaktır, kiminin kalbi taştır ama içinden ne su fışkırır nede başka bişi, sanki düşecek gibi.
Tıbben kalp bu meziyetlere sahip değildir..

Töbe töbe sanki kendimi kalbi yapan onu yaratana akıl veriyormuşum gibi hissettim töbe, en doğrusunu Allah bilir. Tıpıda tıpçıyıda yaratan da Allahtır.
hiiic isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
algı, bozukluğu, tasavvuf


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 02:49 AM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam