hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > GELENEK DİNİ > Mezhepler ve Tarikatlar

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 1. January 2011, 01:54 PM   #1
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik

Selamun Aleykum ! Değerli Kardeşlerim!

Bu başlık altında yapılam müzakerelerin daha iyi değerlendirilmesine yönelik olarak Süleymaniye Vakfı yayınlarından 2000 yılında çıkan Ve Ferit Aydın tarafından yazılan "TARİKATTA RÂBITA VE NAKŞİBENDİLİK" kitabından bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum.

BÖLÜM – I

TARÎKAT KAYNAKLARINA GÖRE RÂBITA HAKKINDA GENEL BİLGİLER

"Râbıta" Kelimesinin Sözlük ve terim anlamı:

Râbıta: Arapça "rabt" kökünden türetilmiş bir kelimedir. Sözlükte birleştirmek, bitiştirmek, iliştirmek ve bağlamak anlamına gelmektedir.

Arap ülkelerinde, (Rabita'tül-Üdebâ=Edebiyatçılar birliği) ve (Rabita'tül-Qurrâ' =Kur'ân Hafızları Cemiyeti) gibi adlar altında çeşitli dernek ve kuruluşlar vardır ki bu isimler, aynı mesleğe mensup kimselerin belli bir amaçla bu kuruluşların çatısı altında bir araya gelmiş olduklarını ifade etmektedir. Yani bu bileşik adlar içindeki "râbıta" kelimesi, söz konusu birliği anlatmak için kullanılmaktadır.

İşte bütün bu ayrıntılar, "râbıta" sözcüğünün lügatteki genel anlamı hak*kında bize yeterli bir bilgi vermektedir.

Kelimenin, konumuz açısından ifade ettiği özel anlama gelince, bir tasavvuf terimi olarak (daha doğrusu Nakşibendî Tarîkatı'nın kuralla*rından biri olarak) râbıta: Mürîdin, kendini mürşidi ile yüz yüze gelmiş var*sayıp ondan feyiz aldığını (ondan metafizik anlamda güç aldığını ya da nurlandığını) zihninde canlandırması demektir.

Râbıtanın ne ifade ettiğini ve ne yüce fazîletlerden, ne büyük erdemler*den olduğunu, çeşitli ma*nevî ve lâhûtî hallerin râbıta ile nasıl yaşandığını ve bu yüzden ne yüksek mertebelere erişildiğini anlatan yazılar; râbıtayı Kurân-ı Kerîm'e ve Rasulullah (s)'ın sünnetine dayandırmaya çalışan açıklamalar; hatta sırf bu konuda ya*zılmış kitapçıklar bile vardır. Ancak bu yazılar, üslûp ve anla*tım bakımından çok rasgele ve dağınıktır. Dolayısıyla "Râbıtanın Uygulanış Biçimi ve Şartları" başlığı altında daha sonra verilecek olan sistematik bilgiler, Nakşibendîler tarafından şimdiye kadar gelişigüzel yapılmış açıklamaların, söy*lenmiş ya da yazılıp çi*zilmiş sözlerin derli toplu bir özeti olacaktır diyebili*riz.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 3 Kisi:
Drasfiti (5. April 2011), hiiic (3. January 2011), Miralay (2. January 2011)
Alt 1. January 2011, 01:55 PM   #2
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Râbıtanın Değişik Tanımları:

Râbıta, Nakşibendî Tarîkatı'nın kurallarından biridir. Ancak zaman içinde kurumlaştırılmış olan râbıtanın, bütün tarîkat öncüleri tarafından onaylanmış, ya da üzerinde görüş birliğine varılmış çok net bir tanımı yoktur. Bununla birlikte gerek manzum, gerekse düz ifade olarak yalnızca birkaç kişi tarafından yaklaşık bir dille, râbıtanın ne olduğu anlatılmaya çalışılmıştır. Fakat başta Halid Bağdâdî olmak üzere bu şahıslar, meşruluğunun da ötesinde onun kaçınılmaz gerekliliğini, hatta râbıtanın, kaynağını Kurân-ı Kerîm'den ve Rasulullah (s)'ın sünnetinden aldığını kanıtlamak için olağanüstü çaba sarf etmişlerdir. Buna rağmen yaptıkları açıklamalar eskilerin tabiriyle: «Efrâdı câmi' ağyârı mâni'» değildir. Yani râbıtayı her bakımdan tanımlayan ve onun başka bir şeyle karıştırılmamasını kesin biçimde sağlayan birer tanım olmaktan uzaktırlar. Nitekim aşağıdaki çeşitli tarifler ya da açıklamalar bunu kanıtlamaktadır.

Râbıtaya bazı izahlarla belli bir boyut kazandıranlar, yakın tarihte yaşamış olan Nakşibendî şeyhleridir. Bunlardan, Halid Bağdâdî'ye mal edilen açıklamada şöyle denilmektedir:

«Tarîkatta râbıta:

Mürîdin, Allah'da fânî [1] olmuş bulunan şeyhinin şeklini hayâlinde sürekli canlandırmasıyla onun rûhâniyetinden yardım istemesi [2] demektir. Bu da mürîdin edeplenmesi (saygılı olmaya alışması) ve tıpkı şeyhinin yanında bulunuyormuş gibi gıyabında da ondan feyiz alabilmesi için lüzumludur. Çünkü mürîd, şeyhinin şeklini hayâlinde canlandırmakla ancak huzur bulur, nurlanır ve bu sayede çirkin davranışlarda bulunmaktan sakınır.» [3]

İleri sürüldüğü üzere bu sözler, Halid Bağdâdî'nin, İstanbullu Muhammed Es'ad Efendi'[4] ye gönderdiği bir mektupta yer almaktadır.

Iraklı Muhammed Emîn el-Kurdî el-Erbilî de Tenwîr'ul-Qulûb adlı eserinin "Tasavvuf" bölümünde ve «Nakşibendî Sâdâtına Göre Zikrin Keyfiyeti» başlığı altında saydığı on bir şarttan dokuzuncusu olan râbıtayı şöyle anlatıyor:

«Zikrin dokuzuncu keyfiyeti, mürşidi râbıta etmektir. Bu da mürîdin, kalbini şeyhin kalbine karşı bulundurması; gıyabında bile olsa onun şeklini haya*linde canlandırması; kalbine, şeyhin nur okyanusundan feyizlerin ak*tığını içinden ta*savvur etmesi ve ondan bereket dilemesiyle olur. Çünkü mürîdin Allah'a ulaşabilmesi için vasıtası odur. » (Yani şeyhdir.) [5]

Bu kitabın en bariz özelliği, onun çok sade ve anlaşılır bir Arapça ile yazılmış olmasıdır. Dolayısıyla yazar, râbıtadan ne anlıyor, ya da onu nasıl anlatmak istiyorsa, her hangi bir yoruma mahal bırakmayacak şekilde amacını gâyet açık bir dille ortaya koymaktadır. El-Kurdî'nin, meseleyi bu kadar berrak bir tablo içinde sunduğu Tenwîr'ul-Qulûb adlı eseri ise konumuz açısından çok önemli bir belge oluşturmaktadır.

Ömer Zıyâüdîn Dağıstânî'nin de kendine göre râbıtayı tanımlaması şöyledir:

« (...) bu da mürîdin, kalbini Allah'ın peygamberlerinden birine, veya O'nun velî kullarından bir velîye, veya hepsinden birine, ya da silsilesi Hz. Peygamber (s)'e ulaşan kâmil bir mürşide veya şeyhine, ya da HAKKINDA GÜZEL DUYGULAR BESLEDİĞİ VE ÜSTÜNLÜĞÜNÜ TAKDİR ETTİĞİ BİRİNE BÜTÜN SEVGİ VE SAMİMİYETİYLE BAĞLANMASINDAN İBARETTİR.» [6]

Mustafa Fevzi ise râbıta konusunda manzum olarak kaleme aldığı İsbât’ul-Mesâlik adlı kitapçıkta Hâdimî'den naklen, râbıtayı şöyle tarif etmektedir:

«Ya tahayyül eylesün Peygamber'i,

Ya mübârek mürşid-i kâmilleri. » [7]

Râbıtanın, bir süredir önem kazanmasında büyük rol oynamış bulunan yakın tarihin etkili Nakşibendî şeyhlerinden Abdulhakîm Arvâsî'ye gelince, 1923 yılında kaleme aldığı "Râbıta-i Şerîfe" adlı risâlesinde bu tarîkat kuralını şöyle tarif etmektedir:

« Râbıta, Sıfat-ı İlâhiyye-i Zâtiye ile mütehakkık, makâm-ı müşâhedeye vâsıl bir kâmil–i mükemmel ile rapt-ı kalb eyleyüp huzur ve gıyabında o zatın sûretini hızâne-i hayâlinde hıfzetmekten ibarettir. »

Ağdalı bir ifade olduğu için günümüzün okuyucusu tarafından anlaşılamaya bileceği endişesiyle yukarıdaki tarifin, Necip Fazıl Kısakürek tarafından yapılan sadeleştirilmiş şeklini aşağıya alıyoruz.

« Râbıta, İlâhî-Zâtî sıfatlarla tahakkuk etmiş [8] ve müşahede makamına varmış bir kamil ve mükemmele kalp bağlayıp, huzur ve gıyabında o zatın suretini hayâl hazinesinde muhafaza etmekten ibarettir.» [9]

Yukarıdakilerden başka:

1. Hüseyn ed-Dewserî'nin H. 1237'de yazdığı «Er-Rahme'tul-Hâbıta...» ;

2. Ahmed el-Biqâî'nin H.1249'da kaleme aldığı «Risâle'tun Fi Âdâb'it-Tarîqa’tin-Naqshabandiyya» ;

3. Süleyman Zühdi'ye ait 1297 tarihli «Tabsıra'tul-Fâsıliyn ...» adlı kitap*ların her birinde ayrıca râbıtanın yakın tarifleri yer almaktadır. Ad*ları geçen bu dokuz râbıtacının da aynı zamanda mürşidi sayılan Halid Bağdâdî'ye ait Risâle-i Hâlidiyye'deki râbıtanın tanımıyla, yukarıdaki tanımlar arasında ortak noktalar vardır. [10]





--------------------------------------------------------------------------------

[1]. Fânî olmak: Bir tasavvuf terimidir. Sûfîler arasında genel olarak “Allah'da fânî olmak“ ya da “fenâfillâh“ şeklinde de ifade edilmektedir. Bk. BÖLÜM II/11 (Râbıta, “Fenâfillâh ve “Nirvana“)

. Tarîkatların hemen tamamında ve özellikle Nakşibendî Tarîkatında çok önemli bir inanış şekli olan “Rûhâniyetten istimdâd“ ya da günümüzün Türkçe’siyle (Evliyaların ruhun*dan yardım dilemek), kaynağını Animizm'den alır. «Animizm, ataların ruhlarına tapma esasına dayanan politeist bir inançtır.»

(Fazla bilgi için Bk. Ferit Aydın, İslâm'da inanç Sistemi, S.133-134, Kahraman Yayınları İstanbul-1995

[3]. Bk. Halid Bağdâdî, Risaletun fi Tahqıyq’ır-Râbita (Raşahât'ın kenarı S. 221-232 )

[4]. Muhammed Es’ad Efendi: Ayasofya Kütüphânesi'nin kurucusu, İstanbul Nakıyb'ul-Eş*râf'ı ve bir ara “Meclis-i Maârif-i Umûmiye Reisi“ (Milli Eğitim bakanı-1848).

Köken olarak Malatyalıdır. H. 1204/M. 1789'da İstanbul’da doğdu. "Ziynet'ul-Mecâlis" adlı kitabın yazarı ve II. Mahmud döneminin ünlü devlet adamlarından, Hâlet Efendi namıyla mârûf, Seyyid Muhammed Said'in öğrencisidir. Muhammed Es’ad Efendi, Kazaskerlik ve vak'anüvislik yaptı. Halid Bağdâdî, Muceddidiyye adı altında revize ettiği Neo-Nakşibendîliği Osmanlı başkentinde yayabilmek için O'nun nüfuzundan yararlanmak istedi. Muhammed Es’ad'ın hocası Hâlet Efendi ise Bağdâdî'nin genişleyen çevresinden endişe ediyor ve O'nun siyasi açıdan devlet için bir sıkıntı kaynağı olabileceğini Padişaha söylüyordu. Bu sebepledir ki Nakşibendîler, Hâlet Efendi'yi daima nefretle anarlar ve Onun 1823 yılında Konya'da idam edilmesini Bağdâdî'nin bir kerameti (!) olarak anlatırlar. H. 1264/M. 1848 yılında ölen Muhammed Es’ad Efendi'nin ise, Bağdâdî'ye karşı olumlu bir tavır sergilediği anlaşılmaktadır.

[5]. Bk. Muhammed Emîn el-Kurdî el-Erbilî (Öl.H.1332), Tenwîr'ul-Qulûb s. 512

[6]. Bk. Ömer Ziyâüddin Dağıstanî Tasavvuf ve Tarîkatlarla İlgili Fetvâlar s. 149-150

[7]. Bk. Mustafa Fevzi, İsbât’ul-Mesâlik s. 25

Mustafa Fevzi (1871-1924): Erzincanlı olduğu sanılmaktadır. Kalyon kâtibi olarak memurluk yaptı. Duygusal ve şair ruhluydu. Yaşlanınca Gümüşhânevî'ye bağlandı. İsbât’ul-Mesâlik'den başka birkaç risâlesi daha vardır. “Kâtip“ lakabıyla adaşlarından ayırt edilmektedir. Gümüşhânevî'nin, «Tekirdağlı» olarak bilinen Mustafa Fevzi adındaki bir diğer mürîdi ile O'nu karıştırmamak gerekir.

[8]. «İlâhî-Zâtî sıfatlarla tahakkuk etmiş» olma inancı hakkında fazla bilgi için Bk. BÖLÜM II/6 (Nakşibendîlik'de Kerâmet, Menkabe ve Râbıta ilişkisi)

[9]. Râbıta-i Şerîfe, Bayezit Devlet Kütüphânesi No. 243435 S. 18

[10]. Bu tanım, (Eğer Halid Bağdâdî'ye ait olduğu doğruysa) adı geçen risâlenin 10. sayfasında yer almaktadır. El-Hâc şerif Ahmed b. Ali tarafından tercüme edildiği ileri sürülen bu risâle, Merkezleri İstanbul-Çarşamba'da bulunan bir Nakşi cemaati tarafından, ismet Garîbullâh'a ait Risâle-i Qudsiyye ile birlikte bastırılmıştır. Üzerinde, nerede ve hangi ta*rihte basıldığına ilişkin bilgi yoktur.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
hiiic (3. January 2011), Miralay (2. January 2011)
Alt 1. January 2011, 01:55 PM   #3
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Tarîkat Öncüleri Tarafından Râbıtanın Ayrıntıları Hakkında Yapılmış Çeşitli Açıklamalar:

Nakşibendîlerce şimdiye kadar gerek yazılı, gerekse sözlü olarak bu konuda ifade edilenlere bakılacak olursa râbıtanın çeşitli tariflerinden özet olarak şu anlamları çıkarmak mümkündür:

1. Râbıta: Mürîdin, şeyhini şeklen ve cismen tasavvur etmesidir. Yani daha açık bir anlatımla, onu fizik olarak zihninde canlandırmasıdır.

2. Bununla birlikte mürîd, şeyhinin kalbinden kendi kalbine nur hüzmelerinin yansıdığını, ya da nurdan çağlayanlar aktığını ayrıca düşünecek ve ondan bereket, himmet ve yardım isteyecektir. [1]

Bunu, tarîkat dilinde «istifâza» ya da «rûhâniyetten istimdâd» diye bazı yakıştırmalarla özet olarak anlatmaya çalışmışlardır.

3. Mürîd kendini, şeyhinin giyim ve kuşam tarzı içindeymiş gibi görmeye çalışacaktır.

Son dönemin Nakşibendî teorisyenlerinden Abdulhakîm Arvâsî'ye ait bu konuya ilişkin bazı açıklamalar sadeleştirilerek şu şekilde verilmiştir:

«Pîrin kıyafet ve heyetine aynen bürünmek, kendini mürşid şeklinde görmek ve hayâl etmek... Bu vaziyette meydanda olan sanki pirdir, kendisi değil... Bu kısım râbıta ibâdetlere mahsustur. Mesela Kur'ân dinlerken gözlerini yumar ve kendisini pîrin vücud ve kıyafetinde görür. Olan, sanki pîrdir, kendisi değil... Keza Kur'ân ve «Delâil» okurken, vaaz ve ders dinlerken, namaz kılarken kendisini mürşidin kıyafet ve heyetinde hayâl eder. Namazda kıyam (ayakta duruş), kuud (oturuş), ve kıraat (Kur'ân okuyuş) fiillerini yerine getiren sanki pîrdir, kendisi değil... »

«Bu son nokta şekline (Telebbüsî râbıta - kılığa bürünme) râbıtası ismi de verilir.»[2]

4. Birçok çeşitleri olan râbıtanın bu farklı şekilleri hakkında da aynı yazar şunları kaydetmektedir:

«Tatbik edile gelen râbıta (Usul bakımından) birkaç türlüdür: »

«Birincisi, Sâlik tarafından kâmil ve mükemmel sıfatlarına lâyık şeyhin sûretini karşısında tasavvur edip hayâl yoliyle iki kaşı arasına bakmak ve suretteki rûhâniyete yönelmek.... Bu bakış ve mıhlanışla kendinden geçme, kaybolma hali başlayıncaya kadar râbıtayı sürdürmek... (...)

«İkincisi, sâlikin, kendisini mürşid kıyafet ve heyetinde görmesidir. (...) Mürşidin suretiyle giyimli olmak bakımından bu râbıta şekline "telebbüs -giyim- râbıtası" ismi verilir.»

«Üçüncüsü, mürşidin suret ve heyetini karşısında görüp, onu kalbinin ortasına indirmek, kalbini uzun ve geniş bir dehliz farz ederek mürşidi o dehlizde yürüyor ve kendisine doğru geliyor hayâl eylemek...» [3]

5. Şeyhin şeklini hayâlde canlandırırken onun «rûhâniyetinden» istimdâd etmek (ondan yardım dilemek) gerekir.

Tarîkatçılara göre yalnızca sağ olan mürşidden değil, aynı zamanda ölüden de yardım beklenir. Yani şeyhin rûhâniyetinden yardım dilemek için onun, sağ ya da ölü olması fark etmez. Bu inanış hemen bütün tarîkatlarda vardır ve «himmet dilemek», «bereket talep etmek», «feyiz almak» «istifâzada bulunmak» ya da «rûhânîyetten istimdâd etmek » gibi çeşitli deyimlerle ifade edilir.

Mehmed Zâhid Kotku bu konuda aynen şunları kaydetmektedir:

«Bu tarikde şeyh, kemâl-i marifet ile mütehakkık olursa, ifâzada (yardım etme konusunda) ölü ile diri müsavi olurlar. » [4]

Aslında müsavi olmaktan da öte, (yine tarîkat rûhânîlerine göre) velî, öldükten sonra bir «tîğ-i üryân» gibi, yani kınından çıkmış olan bir kılıç gibi çok daha keskin olur ve onu çağıran insanın imdadına çok daha çabuk yeti*şir. Nitekim aşağıdaki dörtlük bu inancı açık olarak anlatmaktadır:

«İki cihanda tasarruf ehlidir çünki velî

Deme kim bu mürdedir bunda nice dermân ola

Rûh şemşîr-i Hudâ'dır ten gılâf olmuş ona

Tâ ki â'lâ kâr eder bir tîğ ki uryân ola.» [5]



6. Râbıtayı gerçek anlamdaki mürşide yapmak şarttır.

Peki gerçek manadaki mürşid kimdir ? Bu konuda da yine Kotku şunları söylemektedir:

«İnsân-ı kâmil mirât-ı haktır. Her kim kâmil insanın rûhâniyetine basîret gözüyle bakarsa onda Cenâb-ı Hakkın tecellîsini görür. Sıfatının zuhûrunu idrâk eder. » [6]

Demek ki râbıta sırasında, hayâlde canlandırılan insan tipi Nakşî rûhânîlerine göre «mir'ât-ı hak = Allah'ın aynası» olan ve kendisine «insân-ı kâmil» denilen, insanüstü kişiliğe sahip biri olmalıdır. Râbıta, bu derece yücelmiş ve Allah'a ayna olmuş (?) birine ancak yapılabilir.

7. Sağlara yapıldığı gibi Ölmüş kimselere de râbıta yapılabilir.

Ölüye râbıta yapma konusuna, özellikle son dönem Nakşî şeyhleri tarafından çok önem verilmiştir. Bu cümleden olarak Abdulhakîm Arvâsî'nin, «Mezarlara Râbıta Keyfiyeti» başlığı altında aşağıya alınan sözleri ilginçtir. Arvâsî şu öğütleri vermektedir:

«Mezar ziyaretçisi mürîd, nefsini her türlü dış alâkadan boşaltır. İçini dünya kayıtlarından uzaklaştırır. Kalbini ilimler ve nakışlardan ve hadiselere bağlı duygulardan çekip çıkarır. Ziyaret ettiği mevtânın rûhâniyetini hissi keyfiyetlerden mücerret bir nur farz eder. O kabir sahibinin Feyizlerin*den bir Feyiz ve hallerinden bir hal zuhur edinceye kadar o nuru kalbinde tutar. (...)»

«Feyiz istekçisi ziyaretçi, Feyiz vericinin kabrine yaklaşıp selâm verir. Mezarın ayak ucuna yakın sol tarafına durur. Ona karşı hayattaki tavrını muhafaza eder. Bir fatiha ve on bir ihlas okur. Sevabının mislini mevtâya hediye eder. Sonra çöker oturur. Feyiz almak için kabirdeki mevtânın rûhâniyetine teveccüh eder....» [7]

Arvâsî'nin, ölüye râbıta konusundaki sözleri bundan sonra da epeyce sürmektedir ve Mehmed Zâhid Kotku'nun, bu konuda yazdıkları ile O'nun söyledikleri arasında paralellik vardır.

Kotku'nun, «Mevtâdan râbıta ile feyiz almak keyfiyeti:» başlığı altındaki sözleri ise şöyledir:

«Mürîd nefsini dünya alakalarından sıyırıp, kuyûdât-ı tabi'ıyyeden içini boşaltır ve kalbini ulûm ve nükûşdan ve havâtır-ı kevniyyeden temizler, sonra o meyyitin ruhâniyetinden feyiz alıncaya kadar o nuru kalbinde saklar; muhafaza eder. Eğer râbıta meyyitin kabrinin yanında olursa, o kabrin sahibine selam vermek lazımdır. Kabrin sağ ayak tarafına durur. Bir fatiha üç ihlâs ve bir âyet'ül-Kürsî okuyup sevabını o mevtânın ruhuna hediye eder. Sonra ruhâniyetine teveccüh edip istifâze eder. Nitekim (sav) efendimiz hazretleri "İşlerinizde güçlükle karşılaştığınız; kararsız olduğunuz zaman, kabir ehlinden yardım isteyiniz." buyurdular.» [8]

Yukarıdaki ağdalı anlatım, büyük ihtimalle Abdulhakîm Arvâsî'nin, Râbıta-i Şerîfe adlı kitabından küçük bir değişiklikle ve biraz da sadeleştirilerek neredeyse aynen kopya edilmiştir. Ancak bu izlenimi uyandırmamak için yazı, alıntıyı yapan Mehmed Zâhid Kotku tarafından tırnak içine alınmamıştır. Adı geçen kitapçık, bugünkü nesil tarafından anlaşılmadığı için yazarı, Abdulhakîm Arvâsî'nin mürîdlerinden olan Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilmiştir.

8. Râbıta, yer yer zikirle açıklanmaya çalışılmış ve bazen de onunla karşılaştırılmıştır. Hatta, «Sabit olmuştur ki, râbıtasız zikir erdirici değil, zikirsiz râbıta ise tek başına erdiricidir.» şeklinde ilginç bir ifade kullanılmıştır. [9]

Ancak râbıtanın bir ibâdet biçimi olup olmadığına ilişkin pek açık bir kayda rastlanmamaktadır .

9. Râbıta, tarîkat ulularını gıyâben hayâlde canlandırma alışkanlığıyla onlara benzemeye çalışmak ve onların sahip oldukları fazîletleri kazanmaktır, diye bir yorum daha vardır. Bu görüşü, çağdaş ilahiyatçılardan biri şöyle izah etmektedir.
«Dinler ; “Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanma" veya O'nu taklid -imitatio dio- prensibini hedef almıştır. Bu gayeyi gerçekleştirmek isteyen insan oğlunun, sürüp giden hayatında canlı ve müşahhas bir modele olan ihtiyacı, "insanın insanı taklidi" -imitatio hominis- realitesini ortaya çıkarmıştır.» [10]

10. Yakın tarihin Nakşibendî şeyhlerinden biri de râbıtanın üç türlü olduğunu şu şekilde sıralayıp açıklamaktadır:

a) Râbıta'tül-Huzûr: Mürîdin devamlı olarak Allah ile beraber olduğunu düşünmesi.

b) Râbıta'tül-Mevt: Mürîdin, ölüm anının gelip çattığını, sanki mezara konmak üzere olduğunu, berzah ve ahiret alemlerini devamlı surette düşünmesi.

c) Râbıta'tül-Mürşid: Mürîdin devamlı olarak mürşidini düşünmesi ve onu hayâlinde canlandırması.[11]

İşte buraya kadar anlatılanlar, râbıtanın kısmen tanımları ve bazı yönlerden açıklamaları olarak kullanılmış çeşitli ifadelerdir.





--------------------------------------------------------------------------------

[1]. Muhammed Emîn el-Kurdî el-Erbilî, Tenwîr'ul-Qulûb s. 512

[2]. Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe Risâlesi s. 11

[3]. Age. S. 21, 22

[4]. Mehmed Zahid Kotku (H. 1313/M. 1897-H. 1401/M. 1980) Tasavvufî Ahlâk: 2/272

[5]. Ahmed Yaşar Ocak, Menâkıbnâmeler S.7

[6]. Mehmed Zahid Kotku, Tasavvufî Ahlâk: 2/272

[7]. Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe Risâlesi s. 23 Sadeleştiren N. F. Kısakürek

[8]. M. Z. K. Tasavvufî Ahlâk S. 2/272

Bu yakışıksız sözlerin, Hz. Peygamber (s)'e ait olduğunu ileri sürecek kadar çığırdan çıkmış olanlar, elbette ki bu suretle hem kişiliklerini, hem de öncülüğünü yaptıkları tarîkatın iç yüzünü bütün çıplaklığıyla ortaya koymuşlardır. Burada söylenebilecek tek şey, bu gibi kimselerin peşinden giden insanlara Hz. Peygamber (s)'in şu sözünü hatırlatmaktır: «Kim, benim adıma yalan uydurursa, yerini cehennemde hazırlasın!» (Bk. İmam Buhârî -Muhammed b. İsmail-, Sahîh'ul-Buhârî C. I, İstanbul-1315 S. 36; İmam Müslim -Müslim b. Hajjâj el-Quşeyrî-, Sahhih'u Muslim, C. I, S. 10)



[9]. Bk. Râbıta-i Şerîfe s.7, 8,10, 17, 45

[10]. İrfan Gündüz'ün basılmamış bir çalışmasından...

[11]. Ömer Zıyâuddîn Dağıstânî, Tasavvuf ve Tarîkatlarla ilgili Fetvâlar. S. 149
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
Miralay (2. January 2011)
Alt 1. January 2011, 01:56 PM   #4
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

"Râbıtanın Şartları ve Uygulanış Biçimi:

Bilindiği üzere her tarîkatın kendine özgü birtakım kuralları vardır. Bunlar âdetâ birer kanun gibi, daha doğrusu "Allah'ın ya da Peygamber'in birer emri olarak" tarîkat bağlıları tarafından titiz bir şekilde uygulanırlar. İşte -konumuzun özünü oluşturan- "râbıta" da bu kurallardan biridir.

Zikrin değişik bir biçimi olarak da tanımlanan râbıta, Nakşibendî Tarîkatı'nda şeyh-mürîd ilişkisinin çok önemli bir halkasını oluşturur. Mürîdin şeyhe mutlak, kesin ve sürekli bağlılığını sağlamak üzere konmuş olan bu kuralın belli zamanlarda, belli uygulanış şekilleri vardır. Aynı tarîkatın bir cemaatinden diğerine küçük farklarla icra edildiği ise bir gerçektir. Genelde "Hatm-i Huwâcegân" adı altında uygulanan zikir merasimi sırasında halka şeklinde oturan mürîdler, şeyhin ya da onun adına “hatm"i yöneten vekilinin bir işareti üzerine râbıta yaparlar. Bu işaret, halkada bulunanların rahatça duyabileceği orta bir sesle "Râbıta-i Şerîfe !", "mürşide râbıta", ya da benzer bir komuttan ibarettir.

Nakşibendî Tarîkatı'nın dili Farsça’dır.[1] Dolayısıyla bu komutun da Farsça mı, yoksa (İslâm'da ibâdet dili olan) Arapça mı, ya da başka bir dille de yapılıp yapılamayacağına ilişkin herhangi bir açıklamaya rastlanmamaktadır.

Şunu özellikle belirtmek gerekir ki râbıta, tarîkatta bağımsız bir âyin değildir. Bilakis mürîd, râbıtayı pratikte ya kendi başına, zikrin bir parçası niyetiyle, ya da bir grubun içinde "Hatm-i Huwâcegân" âyininin kurallarından biri olarak yapar. "Hatm-i Huwâcegân" sırasında yapılan râbıta, bu ayinin on kuralından biridir.[2] Şu var ki tarîkat çevrelerince ona verilen olağanüstü önem sebebiyle bir yandan bu cemaatlerin başındaki liderler tarafından sık sık işlenmiş, üzerine yazılar ve kitapçıklar kaleme alınmıştır; diğer yandan râbıtayı İslâm dışı görenler, onu çok kısa ifadelerle reddetmeye çalışmışlardır. Fakat râbıtayı çürütmek amacıyla yazılmış kapsamlı ve belgesel bir reddiyeye bugüne değin rastlanmamıştır.

Yukarıda ifade edildiği gibi râbıta, mürîd tarafından "Hatm-i Huwâcegân" âyini dışında ve yalnız başına da yapılabilmektedir. Bu münferid râbıtanın en çok yapıldığı zaman "Wird"e başlamadan önceki dakikalardır.

"Wird": Şeyh tarafından mürîde telkin edilmiş ve günün belli saatlerinde tekrarlanması istenmiş olan rûhânî ödev demektir. Bu ödev, belli sözlerin yüzlerce hatta binlerce kez tekrar edilmesiyle yerine getirilir. Râbıta ise ondan önce yapılan zihinsel bir hazırlanmadır. [3]

Gerek sistematik bir âyin biçimi olan "Hatm-i Huwâcegân" merasimi ve tüm ayrıntıları (ki bunlardan biri de râbıtadır), gerek bu ayrıntılardan her biri, gerekse şeyhin rûhânî bir ödev olarak mürîde verdiği herhangi bir ders, wird, telkin, emir ve tâlimat, tarîkat protokolünde zikrin kapsamına girer. Yani bunların hepsi, ya da herhangi biri, tarîkatın avam dilinde genel bir tabirle, "zikir" [4] olarak adlandırılır. Dolayısıyla râbıta da Nakşibendî Tarîkatı'nda bir zikir şeklidir.

Râbıtanın uygulanışı sırasında mürîdin oturuş biçimi, fiziksel ve zihinsel durumu ile yer, zaman ve ortam çok önemlidir. Bu durumları şu şekilde özetlemek mümkündür:

a) Abdestli olmak:

Râbıta yapan kimsenin, özellikle "Hatm-i Huwâcegân" halkasında bu*lunu*yorsa -her şeyden önce- abdestli olması gerekir. Nitekim bu âyin genel*likle sa*bah, ikindi ve yatsı namazlarından sonra düzenlendiği için halkaya katılan mürîdlerin hepsi zaten abdestli olurlar. [5]

b) İnâbeli olmak:

Yani mürîdin, mürşid olarak kabul ettiği şeyhe, ya da vekiline önceden bey'at etmiş olması gerekir. Buna, tarîkat dilinde “El almak" da denir. Zaten Nakşibendîlere göre bir şeyhe bağlanmayan (Yani daha açıkçası tarîkata girmeyen) insanın öncüsü şeytanın ta kendisidir. [6]

Şeyhlerden kimisi, aynı tarîkata bağlı olsalar bile kendisinden el almamış bulunanları (yani başka bir şeyhin mürîdlerini), yönettiği "Hatm-i Huwâcegân" halkasına kabul etmez. Bazıları ise bu konuda herhangi bir ayırım yapmazlar. Dolayısıyla tarîkatın bütün kurallarında olduğu gibi bu noktada da hemen her şeyhin yorumu ve protokolü farklıdır. Ancak halkaya oturan mürîd, her halükârda râbıtasını kendi şeyhine yapar. Bu vesile ile şunu da belirtmek gerekir ki kendi ifadelerine göre «Tarif edilen şekilde fenâ ve bekâ [7] mertebelerine ulaştıkları şehâdetle sabit olmayan kimseler her ne kadar zikir tâlimine mezun ve memur olsalar da kendilerine râbıta ettiremezler» [8]

Bu konuda bazı şeyhlerle halîfeleri arasında polemikler ve tartışmalar bile cereyan etmiş, hatta önemli bir olay diye yakın tarihin Nakşibendîlerine ait kitapçıklarda yer almıştır... [9]

c) Kapıyı kitlemek:

Aslında kapının içerden kitlenmesi sırf râbıtaya bağlı bir kural değildir. Nakşibendîlere göre bu, "Hatm-i Huwâcegân" âyininin bir ayrıntısıdır. Bununla beraber râbıta yalnız başına bile yapılsa yine de sakin bir yer tercih edilir. Şu var ki -yukarıda da değinildiği üzere- râbıta, "Hatm-i Huwâcegân" âyininin kurallarından biri olduğu için bu merasimin bir öğesi olarak icra edilirken zaten kapı kitli bulunmuş olur. Yakın tarihin Nakşibendî şeyhlerinden İsmet Garîbullah,

«İnâbe böyle ta'lîm etti ol mâh,

Kapanmak kapı sünnettir ol âgâh» [10]

mısralarıyla tarîkatın bu kuralını anlatmaya çalışmaktadır.

d) Ortamı Karartmak:

Vakit gece ise ışıkları söndürmek, gündüz ise pencerelere perde germek suretiyle ortam karartılır, ya da en azından loş hale getirilir. Ancak bunlar özellikle "Hatm-i Huwâcegân" âyininin yapıldığı mekân için söz konusudur. Tek başına râbıta yapan kişi, oturduğu yerde başından aşağıya bir çarşaf, ya da puşu gibi bir şey örtmek suretiyle de bu ortamı sağlayabilir.

e) «Ters Teverruk» Oturuşu İle Oturmak:

Bunun şekli şöyledir: Şafiî Mezhebinde namazdaki son oturuşun tam tersi olarak sol ayak dik tutulur (yani topuk yukarıda, parmak uçları ise yerdedir.) Sağ ayağın parmak uçları da -köprü gibi duran- sol bacağın altından biraz dışarı çıkarılır. Bu durumda sağ baldır tamamen yere yapışıktır, vücut zorunlu olarak sol tarafa doğru eğimlidir ve eller namazda olduğu gibi yine dizler üzerinde bulundurulur. Bu oturuş şeklinin, yakın tarihte yaşamış olan bazı Nakşibendî teorisyenleri tarafından öngörüldüğü anlaşılmaktadır.[11]

f) Gözleri Yummak:

Gerek "Hatm-i Huwâcegân" sırasında, gerekse mürîdin tek başına yaptığı râbıtada gözler yumulur. Hem hatim âyinini yöneten şeyh veya temsilcisi, hem de mürîdler aynı şeyleri yapmak durumundadırlar. Mürîd, hatim dışında ve yalnız başına râbıta yaparken de yine gözlerini yumar. [12]

g) Nefesi Kontrol Altına Almak:

Râbıta yaparken ağız kapalıdır, soluk burundan alınır. Nakşibendî Tarîkatı'nda başlıca iki çeşit zikir vardır. Bunlardan biri sözlü zikir olan "wird"dir, diğeri ise zihinsel zikir olan "râbıta"dır ki her ikisinde de nefes kontrol altında bulundurulur. [13]

h) Sabit ve Hareketsiz Durmak:

Yakın tarihte Nakşibendî Tarîkatı'na yeniden şekil verenler, Hatm-i Huwâcegân, zikir, râbıta ve benzeri âyinlerin uygulanışı sırasında mürîdin hareketsiz durmasını, ah, vah gibi ızdırap ve hüzün ifade eden sesler çıkar*mamasını ve inlememesini şart koşmuşlardır. Onlara göre bu tür davranışlar şeytanın giriş kapısı ve nefsânî duyguların doyuma ulaştırılması olarak nitelenmiştir.[14]

ı) "Mürşid"in Sûretini Zihinde Canlandırmak:

Bu kural râbıtanın özünü oluşturur. Diğerleri ise buna bağlı olarak ikinci derecede ayrıntı sayılırlar. Nakşibendîlikte «Tarîkat Âdâbı» diye sıra*lanan kurallar içinde en önemli unsur olarak râbıtadan söz edilirken bu nokta üzerinde daha ısrarlı bir şekilde durulmuştur. [15]

Yapılan açıklamalara ve tarif şekillerine göre mürîd, bu ödevi yapmak için gerekli şartları yerine getirdikten ve gözlerini yumduktan sonra bütün dikkatini şeyhinin cismânî varlığı üzerinde toplamaya ve onun siluetini hayâlinde canlandırmaya çalışır. Nakşibendî Tarîkatı'nın, özellikle yakın tarihte oluşmuş Süleymancılık ve Menzilcilik gibi bazı kollarında şeyhin fotoğrafına bakmak suretiyle de râbıta yapılmaktadır. Mürîd bunu yaparken, şeyhinin nur deryası olduğuna inandığı kalbinden kendi kalbine bu nurların bir çağlayan gibi aktığını da aynı şekilde canlandırmaya gayret eder.

Râbıta yapanın konsantre olabilmesi, vecd halini yaşayabilmesi, (yani transa geçebilmesi) için onun, yukarıda anlatılanlara ek olarak -aynen gerçekmiş gibi- düşüneceği daha birçok şey vardır. Bunlardan bazılarını, Nakşi*bendî yazarlardan biri aynen şu ifadelerle açıklamaktadır:

«Kendinizi vâkıa halinde ölü ve teneşir tahtası üzerinde, kefene sarılmış tasavvur edeceksiniz (...)

«Mezarda olduğunuz halde, mürşidi, pîri, Allah ile aranızda vesîle ve vasıta mevkiindeki zatı düşünerek, onu yanınızda ve karşınızda farzederek ve onun yüce alnına, yani iki kaşı arasına gözlerinizi dikeceksiniz !»

« (...) o zatın ulu simasına hayâl hazinenizde yer verecek, onu kalbinizde hayâl yoliyle durduracaksınız.!» [16]

i) Mürşidin Rûhâniyetinden İstimdâd Etmek:

Râbıtanın çok önemli kurallarından biri de budur. Nakşibendî ruhânîlerine ait mektup ve kitapçıklarda bunun önemi sıkça vurgulanmıştır.

«Rûhâniyetten istimdâd»'ın ne demek olduğuna gelince bu, mürîdin şeyhinden himmet, bereket ve yardım dilemesidir. Bunun için şeyhin genç, yaşlı, sağ, ya da ölmüş olması arasında hiç bir fark yoktur. Hatta ölmüş olan şeyhin, kınından çekilmiş kılıç gibi olduğu, yani bütün maddesel kayıtlardan sıyrıldığı ve işlevini daha süratle yapabilecek durumda olduğu, yine bu tarîkatın rûhânileri tarafından ifade edilmiştir. Dolayısıyla mürîdin râbıta yaparken içinden, şeyhinin sûretini canlandırmasıyla birlikte ondan himmet ve medet dilemesi râbıtanın kaçınılmaz bir kuralıdır.

Bu şartlar bir şeyhten diğerine çoğalıp azalabilir, yani değişebilir. Nitekim bazı şeyhlerin, yolculuk sırasında veya çalışırken bile wirdlerini çekebileceklerine ve râbıtalarını yapabileceklerine ilişkin mürîdlerini serbest bıraktıkları, daha doğrusu onları bu durumlarda da boş bırakmak istemedikleri bilinmektedir.

Mürîd sık sık şeyhinin veya ona vekâlet eden yetkilinin sohbetlerinde sürekli telkinler alarak râbıta için hazır hale getirilir. Bu sohbetler bir çeşit şartlandırma seanslarıdır ; Son derece de etkilidir. Bu sırada oluşan mistik atmosfer içindeki mürîdin psikolojik durumu, ders ya da konferans izleyen bir dinleyicinin, hatta vaaz dinleyen bir mü'minin durumundan çok farklıdır. Mürîdin iç dünyasının derinliklerinde bu telkinlerle o kadar şiddetli etkiler uyandırılır ki râbıta sırasında o, kendinden geçmiş ve başka alemlere dalmış gibi olur. Arvâsî'nin tabiriyle:

«(...) mürîd, şeyhinin muhabbet alâkasıyla saatten saate onun renk ve kıvamı içinde olgunlaşır. Aksetme suretiyle de onun nurundan nur emer. Bu türlü faydalanma ve feyizlenmede, işin nasıl ve ne olduğunu bilmek şart değildir. Kavunun güneş hararetiyle pişmesi gibi sâlik, mürşidin terbiyesinde yavaş yavaş gelişir. Zamanla bu gelişme kemâle erer. Rahmânî nefesin üflenmesine istidad kazanır.» [17]

Mürşid râbıtası için, genellikle iki zaman vardır. Bunlardan biri "Hatm-i Huwâcegân" âyini sırasında, diğeri ise her mürîdin yalnız başına yapmak durumunda olduğu wird denilen sözlü zikre başlamadan öncedir. Bununla beraber yine her şeyhe göre, râbıtaya ilişkin zamanlama değişebilir. Esasen tarîkatta zikirle râbıta birbiriyle çok yakından alâkalıdırlar. Geniş anlamda râbıta da zikirden sayılmakla beraber "Zikir" terimi özellikle sözlü wird için kullanılır. Zikir de râbıta da tarîkatın temel kurallarındandır. Fakat daha önce de işaret edildiği gibi onlara göre râbıta zikirden çok daha önemlidir.

İşte râbıtanın uygulanış biçimi ve şartları hakkında elde edilebilecek en geniş bilgiler bunlardır denebilir.





--------------------------------------------------------------------------------

[1]. Bk. Muhammed b. Abdillâh el-Khânî (H. 1213/M. 1798-H. 1276/M. 1862), El-Bahja’tus-Seniyye, S. 3, 50; BÖLÜM - II/7 Tasavvuf, Nakşîlik ve Râbıta (Kelimât-ı Semâniye)

[2]. Tenwîr'ul-Qulûb adlı kitabın yazarı, Muhammed Emîn el-Kurdî el-Erbilî'ye göre râbıta, Nakşibendî Tarîkatı'nda zikrin 9.; “Hatm-i Huwâcegân“'ın ise 2. kuralıdır. Bk. Age. S. 512. ve 522.

[3]. Wird hakkında Bk. BÖLÜM - II/7 Tasavvuf (Seyr-u Sülûk); Kelimât-ı Semâniye (Yâd Kerd)

[4]. Zikir (Zikr): Arapça bir masdardır. Zihinde, ya da sözlü olarak bir kimseyi veya bir şeyi anmak manâlarında kullanılır. “Allah'ı zikretmek" Kur'ânî bir tabirdir ve Allah Teâlâ'nın emirlerindendir. Yüce Rabb'imiz, Nisa Sûresi'nin 103'üncü âyet-i Kerîmesi’nde meâlen: «Namaz kıldıktan sonra, ayakta, oturarak ve yan gelerek Allah'ı anınız.» buyurmaktadır. Yani normal olan her durumunuzda Allah (cc)'ı hatırlayınız ve O'nun yüce adını tekrar etme şerefine nail olunuz, demektir.

Keza Enfâl Sûresi'nin 45'inci âyet-i Kerîmesi’nde de: «Ey imân edenler! -düşmanlardan- bir toplulukla karşılaştığınız zaman direnin ve Allah'ı çok anınız.» buyurulmaktadır.

Kurân-ı Kerîm'de zikre, Allah Teâlâ'nın gerek Yüce adını, gerekse nimetlerini anmaya çok geniş yer verilmiştir. Tarîkatlarda, (özellikle Nakşibendî Tarîkatı'nda) ise zikrin Kur'ânî ölçülere uymayan biçimleri ve kuralları vardır. Bu tarîkatta “Râbıta“ ve “wird“ adı altında, rûhunu Hind mistisizminden alan uygulamalarla zikir yapılır. (Bk. Kavramlar Dizini: “wird“ maddesi)

[5]. Muhammed Emîn el-Kurdî el-Erbilî Tenwîr'ul-Qulûb s. 511, 512, 520

[6]. Age. S. 524, 525; A. Z. Gümüşhânevî, Jâmi’ul-Usûl S. 55; Muhammed b. Abdillâh El-Khânî, El-Bahja’tus-Seniyye S. 4; Ali Behcet, Risâle-i Ubeydiyye-i Nakşibendiyye S. 7. Üniversite Kütüphânesi No. 77258

[7]. Bk. BÖLÜM - II /11 (Râbıta, “Fenâfillâh“ ve “Nirvana“)

[8]. Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe Risâlesi (Osmanlıca) s. 26 - Sadeleştirilmiş nüsha, S. 27 N. F. Kısakürek. Beyazıt Devlet Kütüphânesi No. 243435-Süleymaniye Kütüphânesi-Celal Ötüken/232

[9].Bk. BÖLÜM - II/6. Rûhânîler ve Râbıta (Bağdadi ile Karşıtları Arasındaki Kavgalar)

[10]. Risâle-i Qudsiyye S. 89

[11]. Bk. M. Emin el–Kurdî, Tenwîr'ul-Qulûb s. 511; A. Z. Gülüşhanevi, Jâmi'ul-Usûl S. 146; S. Zühdi, Majmûa’tul-Khâlidiyya S. 4; S. Zühdi, Nahja’tus-Sâlikîn S. 30; Ahmed el-Biqâî, Risâle'tun Fi Âdâb'it-tarîqa'tin-Naqshabandiyya s. 42

[12]. Bk. M. Emin el–Kurdî, Tenwîr'ul-Qulûb s. 512; A. Z. Gülüşhanevi, Jâmi'ul-Usûl S. 147; S. Zühdi, Majmû’a’tul-Khâlidiyya (Sahîfe'tus-Safâ) S. 4

[13]. Bk. M. Emin el–Kurdî, Tenwîr'ul-Qulûb s. 514

[14]. Bk. S. Zühdi, Majmû’a’tul-Khâlidiyya (Nahja’tus-Sâlikîn): S. 24

[15]. Bk. Halid Bağdâdî, Risâletun fi Tahqıyq’ır-Râbita s. 3; Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî, Jâmi'ul-Usûl s. 146; Muhammed Emîn el-Kurdî el-Erbilî, Tenwîr'ul-Qulûb s. 512

[16]. Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe Risâlesi, sadeleştirilmiş nüsha, s. 10 N. F. Kısakürek. Beyazıt Devlet Kütüphânesi No. 243435 - Süleymaniye Kütüphânesi-Celal Ötüken/232

[17]. Age. S. 20
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
Miralay (2. January 2011)
Alt 1. January 2011, 01:56 PM   #5
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Tarîkat Rûhânîlerine Göre, Râbıta Yapmanın Kaçınılmaz Lüzumu:



Nakşibendîler, râbıtaya dini ve rûhânî bir nitelik atfetmekte ve onu İslâm'ın bir parçası, hatta Allah'ın kesin bir emri olarak uygulamaya ve yaymaya çalışmaktadırlar. Nitekim Nakşî şeyhlerinden Mustafa Fevzi, sırf râbıta konusunda kaleme aldığı İsbât’ul-Mesâlik Fi Râbıta'tis-Sâlik adlı manzum risâlesinde râbıtanın farz olduğunu ileri sürerek aynen şöyle demektedir:

«Elli dört farzdan biridir râbıta,

Ehl-i aşkın rehberidir râbıta ;

Hubb-i fillâh'tır bu yolda râbıta,

Bir muhabbettir gönülde râbıta.» [1]

Nakşibendîlere göre râbıta farz olduğu için herkesin mutlak surette bir şeyhe bağlanması ve mürşidine râbıta yapması kaçınılmaz bir görevdir. Nitekim Muhammed Emîn el-Kurdî, bu konuda şunları kaydetmektedir:

«Allah'a ulaşmış bulunan şeyh, mürîdin Allah'a ulaşması için bir aracıdır ve onun, Allah huzuruna girebileceği bir kapıdır. Dolayısıyla kendisini irşâd edecek bir şeyhi bulunmayanın rehberi ancak şeytandır.» [2]

Nakşî şeyhlerinden biri olan İsmet Garibullah da el-Kurdî'yi teyid eden sözlerle bir şeyhe bağlanmanın kaçınılmaz gerekliliğini ileri sürmekte ve bunu Risâle-i Qudsiye'sinde manzum olarak şöyle anlatmaktadır:

«Şerîat mahzeninden bunca insan,

Hüdâya vâsıl oldu buldu meydan ;

Veli [3] gâyet katı müşkildir ey cân,

Ki mürşidsiz bu sırra ola şâyân.

Heman mürşid bulup hakka gidelim

Cemâl-i bâ kemâle seyr edelim.» [4]

Yukarıdaki «Heman mürşid bulup hakka gidelim.» mısrâında ifade edildiği gibi tarîkatçılar, cemâl ve kemâle doğru yol almanın; yani Allah'ın güzelliklerini seyretmek için yürüyebilmenin; onların hayâl ettiği alemde mesafe kat edebilmenin; hatta ve hatta «Allah'da eriyip gitme»'nin[5] ancak bir mürşid aracılığıyla gerçekleşebileceğine inanmaktadırlar. Dolayısıyla râbıtanın lüzumu, onlara göre buradan kaynaklanmaktadır. Şeyh edinmek ve ona râbıtada bulunmak, tarîkatta âdetâ birbirini tamamlayan iki temel halkadır. Bundan da anlıyoruz ki bir şeyhe bağlanmak, bilgilerinden yararlanmak üzere bir öğretmene, bir üstada, bir hocaya başvurmaktan çok farklıdır. bu sebeple tarîkatçılara göre Allah'a ulaştıran bir aracı olarak mürşide eğer bir kimse mürîd sıfatıyla gönül bağlamayacak olursa onun iflah olması mümkün değildir. Tarîkatçılardaki bu kesin inancı, yine yukarıdaki mısraların sahibinden öğreniyoruz. Bunu da şöyle açıklıyor:

«Mürîd raptetmese şeyhe derûni,

Ebed bulmaz fenâ sırrı kurûni.» [6]

Tarîkatta şeyhe, nasıl ki mürîdi Allah'a ulaştıran bir aracı, bir rehber olarak bakılmakta ise, râbıtaya da Allah'a ulaştıran bir çare, bir yol, hatta yegâne bir yol olarak inanılmaktadır.

Mustafa Fevzi bunu, İsbât’ul-Mesâlik Fi Râbıta'tis-Sâlik adlı risâlesinde şöyle özetlemektedir:

«Râbıta şehrâh-ı vuslattır sana,

Mübtedi ! durma yürü ondan yana.»

«Mebde-i Feyz-i Hüdâdır râbıta,

Melce-i şah-ü gedâdır râbıta.»[7]

Şair yukarıdaki beyitlerde, râbıtayı Allah'a ulaştıran şahâne bir yol olarak niteliyor, tarîkata girenleri bu yolda yürümeye özendiriyor ve râbıtanın, Allah'ın feyiz ve nurunun kaynağı, (padişah olsun, sıradan insan olsun) herkesin sığınağı olduğunu ileri sürüyor.

Bütün bu tanımlardan, açıklamalardan, övgü ve özendirmelerden şu özeti çıkarmak mümkündür:



1. Tarîkata girmek ve bir şeyhe mutlak surette bağlanmak zorunludur. Mürşidi olmayanın rehberi şeytandır.

2. Tarîkata girerek mürîd olan kişi, bağlandığı şeyhine râbıta yapacaktır. Onu, hemen her an hatta tuvalette bile[8] hayâlinde canlandıracak; şeklini gözünün önüne getirecek; kalbini şeyhinin kalbiyle karşı karşıya bulunduracak; yakınında bulunmuyor olsa bile onu kendine çok yakın hissedecektir.

3. Bununla birlikte şeyhini bir feyiz, bereket ve nur deryası olarak tasavvur ederken bu okyanustan akan nurların, onun oluk vazifesini gören kalbinden kendi kalbine aktarıldığını da düşünecektir. 4. Gerek sağ olsun, gerek ölmüş olsun, gerek kendisinden çok genç olsun, daima şeyhinden «himmet» ve «bereket» (yani yardım ve nimetlerde bolluk) dileyecektir. Çünkü mürîdi Allah'a ka*vuşturabilecek olan tek vasıta ancak ve ancak şeyhtir, mürşittir. (?) Kişinin kendi kendine Allah'a kavuşması, yani «fenâfillâh» denen ma*kama yükselip «Allah'da erimesi» (!) mümkün değildir.

Bu sebeple tarîkatçılar Kurân-ı Kerîm'den bazı âyetleri ve ayrıca bazı hadisleri yorumlayarak bu yoldaki kanâatlerini delillendirmeye de çalışmaktadırlar.





--------------------------------------------------------------------------------

[1]. Mustafa Fevzi, İsbât’ul-Mesâlik Fi Râbita’tis-Sâlik s. 19

[2]. Muhammed Emîn el-Kurdî el-Erbili, Tenwîr'ul-Qulûb s.524-525

[3]. Buradaki “veli“ kelimesi, Farsça’dır ve: Ama, fakat, lakin anlamlarına gelmektedir. Tasavvufta “Ermiş“ anlamına gelen Arapça kökenli “veli“ ile karıştırılmamalıdır. Nitekim bu iki kelimenin telaffuzlarında küçük bir aksan farkı vardır.

[4]. İsmet Garibullah, Risâle-i Qudsiyye s. 30

[5]. “Allah'da eriyip gitme“ inancı Hk. Bk. BÖLÜM - II/4-a) Râbıtayı Bir Ayrıntı Olarak İşlemiş Bulunan Kitaplar ya da Kitapçıklar.; BÖLÜM - II/7. Tasavvuf (Seyr-u Sülûk); Rûh'ul-Furkân: 2/63

[6]. İsmet Garibullah, Risâle-i Qudsiyye S.91

[7]. Mustafa Fevzi, İsbât’ul-Mesâlik Fi Râbıta'tis-Sâlik s. 19

[8]. Tarîkatçılar bunu, şöyle ilginç bir gerekçe ile açıklamaya çalışırlar: Sözde, Hz. Ebubekr, Rasulullah'ı tuvalette bile hatırından bir türlü çıkaramıyordu. Bu nedenle duyduğu sıkıntıyı Hz. Peygamber'e anlattı. O da bunun önemli olmadığını söyledi. Bk. Rûh'ul-Furkân: 2/76
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
Miralay (2. January 2011)
Alt 1. January 2011, 01:57 PM   #6
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Nakşibendîlerin Râbıtaya İlişkin Delilleri


Halid Bağdâdî, "Risâle’tun Fi Tahqıyq'ır-Râbıta" adı altında sırf râbıta konusunda yazdığı bir kitapçıkta şöyle demektedir:

«Ulularımızdan kimisi, tasavvuf terbiyesini gerek kendine, gerekse başkasına uygularken sadece râbıta ile yetinirdi. Çünkü bu, Allah'da fânî olmanın (Allah'da eriyip yok olmanın) [1] hazırlık aşaması olan şeyhde erimek için en yakın yoldur. Onlardan, râbıtayı Allah'ın şu sözlerine dayandıran da vardır:

"Ey iman edenler! Allah'(a itaatsızlık) tan sakının ve doğru*larla beraber olun." (Kurân-ı Kerîm 9/119) [2]

Tarîkat silsilesiyle Halid Bağdâdî'ye bağlı olan Muhammed Emîn el-Kurdî de râbıtayı kanıtlamaya çalışırken önce şu ifadeyi kullanmaktadır:

«Bu konuda gerek âyet, gerekse hadis olarak mevcut bulunan deliller ise bilinemeyecek gizlilikte değildirler. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:»

«Ey iman edenler! Allah'(a itaatsızlık) tan sakınınız ve O'na, (sizden hoş*nut* olacak) vesîleler arayınız.» (K. Kerim 5/35) [3]

Bu âyet-i kerîmeyi, daha önce anlatılan merasim çerçevesi içindeki uygulanışıyla râbıtaya delil gösteren, yalnızca bu şahıs değildir. Bilindiği kadarıyla bütün Nakşibendîler -her nasıl ikna olabiliyorlarsa!- bu görüşü paylaşmaktadırlar.

Muhammed Emîn el-Kurdî'nin, râbıtaya delil olarak gösterdiği bir diğer âyet ise, aynen Halid Bağdâdî'nin yukarıda adı geçen risâlesinde naklettiği Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyet-i kerîmesidir. Bu konuyu özellikle işlemiş bulunan Nakşibendî rûhanîlerinin hemen tümü, bu iki âyeti, (yani Mâide Sûresi'nin 35'inci ve Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyet-i kerîmelerini) râbıtaya delil olarak göstermişlerdir.

El-Kurdî'nin, kanıt olarak ileri sürdüğü bir de şu meâldeki hadis-i şerif vardır:

«Kişi sevdiği ile beraberdir.»

Nakşibendîler, râbıtanın Kur'ân'a ve sünnete dayandığını büyük bir ısrarla ileri sürmektedirler. Bunlardan Mustafa Fevzi şunları söylüyor:

«Var bu yolda çok ehâdîs-i Nebi,

Râbıta makbûl-i Hak'dır gün gibi.» [4]

Şair, yukarıdaki beyitte, râbıtayı kanıtlayan -sözde- Hz. Peygamber (s)'in birçok hadisleri bulunduğunu hiç çekinmeden ileri sürüyor ve buna delil olarak da şu meâldeki hadisi gösteriyor:

«Beni, çocuğundan, babasından, (bir diğer hadisde de kendi canından) ve tüm insanlardan daha çok sevmedikçe hiç biriniz gerçek anlamda iman etmiş olamazsınız.»

Mustafa Fevzi'ye göre bu ve daha birçok hadis, mürîdin, şeyhine râbıta yapmasını kesin olarak emrediyor (?)

Râbıtayı kitap ve sünnetle kanıtlamaya çalışanlardan biri de Hüseyn ed-Dewserî'dir. Sırf râbıta konusunda, «Er-Rahme'tul-Hâbıta Fi Tahqıyq'ır-Râbıta» adlı bir kitap yazmıştır.

Hüseyn ed-Dewserî, yazdığı bu risâlenin önsözünde: Kitabı, H.1237 yılında -özel bir sebepten dolayı- müstear bir isim kullanarak yazdığını, daha sonra amacının yerine geldiğini, bu kez kitabı kendi adıyla yayınladığını ifade etmektedir.

Hüseyn ed-Dewserî'nin bu risâlesi, sırf râbıta konusunda kaleme alınmış hemen hemen en kapsamlı bir kitaptır. Yazar, kendince râbıtayı uzaktan yakından ilgilendiren birçok ayrıntılara dokunmuş, kanâat ve yargısını açıkça dile getirmiştir. Yazarın en ilginç ifadeleri ise râbıtayı inkâr edenlere yönelttiği suçlamalar ve ağır hakaretlerdir.

Hüseyn ed-Dewserî de diğerleri gibi, râbıtanın meşruluğu konusunda kanıt olarak Mâide Sûresi'nin 35'inci âyeti-i kerîmesini göstermektedir. [5]

Yazar: «Tecrübeyle öğrenmiş bulunuyoruz ki, râbıtayla meşgul bulunduğumuz zaman amellerimiz gaflet şâibesinden temiz kalmış olur. Gafletle yapılan amel ise makbul değildir. » diyor.[6]

Râbıtayı, kendi üslûbuyla ve kanâati doğrultusunda genişçe anlatmaya çalışan Hüseyn ed-Dewserî, kendisine itiraz eden biri varmış gibi hayâlî muhatabını işaret ederek şunları söylüyor:

«Eğer inkârcı kardeşimiz -Allah taksirâtını affetsin !- derse ki: »

«– Söylediğin bu sözleri anladık, râbıta, kalbi irtıbatlandırmak, (yani bir mürşide bağlanmaktır.) Ancak bu -söylediğin- laf bizzat ona engel oluşturmaktadır. Hiç bir çıkar beklemeden sırf Allah rızası için sevmek vâcip, güzel ahlâk ve gidişata sahip insanlara karşı sempati beslemenin gerekliliği de delillerle sabittir. Bütün bunları anladık, fakat zihinde bir adamın şeklini canlandırmakla şu sayıp döktüğünüz şeylerin gerçekleşmesi de nasıl olurmuş ?!»

«Ona, birkaç alternatifle cevabımız şudur:»

«...Farkında değil misin ki, ihram tekbirini alıp namaza durduğun zaman, sana zekâtını verecek tüccarı, işini görecek devlet sorumlusunu, veziri, ya da malını ve aile halkını zihninde canlandırıp onlarla meşgul oluyorsun. Hatta bunların bütün hepsini bir rekatın, ya da bir secdenin içine bile sığdırıyor ve hiç utanmadan karşısında durmuş bulunduğun Rabb'ini unutuveriyorsun. Ondan sonra da ne söylediğinin farkında olmadan namazdan çıkıyorsun. Yoksa bunu inkâr mı ediyorsun ? Fakat inkâr edeceğini hiç sanmıyorum !»[7]

Anlaşıldığı üzere namazda duran bir kimse, yazara göre tüccarı, devlet adamını, malını ve çoluk çocuğunu aklına getireceğine şeyhini zihninde canlandırmalı, yani ona râbıta yapmalıdır! Râbıtacı yazar, Allah'ın huzurunda duran bir Müslüman’ın, ancak böyle davrandığı takdirde gafletten kurtulabileceği ve ibâdetinin makbul olabileceği kanâatindedir.



***



Zaman zaman önemini kaybeder gibi olan bu râbıta olayı, son birkaç yıldır yeniden gündeme getirilmiş bulunmaktadır. Özellikle tefsir çalışması olarak RUHU'L-FURKAN adı altında kaleme alınan bir kitapta râbıtaya çok geniş bir yer verilmiştir. Merkezleri İstanbul-Çarşamba'da bulunan gelenekçi bir Nakşî cemaatinin lideri ve bir grup yandaşı tarafından yazılan bu kitapta râbıtanın bir Allah ve Peygamber emri olduğunu kanıtlamak için dokuzu âyet, on dördü ise hadis olmak üzere toplam yirmi üç delil ileri sürmüşlerdir.

Noktalamaya varıncaya kadar, üslûp, anlatım ve yorumlarıyla tamamen onlara ait olan bu deliller sırayla şöyledir:

1. «O, sizin aranıza sevgi ve acıma koydu. (Rum Sûresi: 21)»[8]

2. «Enes (r.a.) den rivâyet edilmiştir ki: Halk yağmursuz kalıp kıtlığa uğradıkları zaman Ömer İbnul Hattab, (Peygamber'in amcası) Abbas İbni Abdilmuttalib'i vesîle edinerek yağmur duası yapar ve duada "Ya Allah ! bizler, peygamberimizi vesîle edinerek sana niyaz ettiğimizde bize yağmur ihsan ederdin. (şimdi de) Peygamberimizin amcasını vesîle edinerek senden niyaz ediyoruz. (yine) yağmur ihsan eyle (Buhari, İstiska:3)»[9]

3. «İmanın en üst derecesi, Allah için (Allah dostlarını) sevmen, Allah için (Allah düşmanlarına) buğz etmen ve dilini Allah'ın zikrinde çalıştırmandır. (Ali el-mütteki, kenzü'l-Ummal: 1/37-38 H. No:6773)»[10]

4. «Yusuf (a.s.) kasıtsız olarak, elinden gelmeyerek, ona, (Züleyha'ya) meyletti. Rabbisinin burhanını (delilini) görmeseydi, (o meyline göre hareket edebilirdi.) (Yusuf Sûresi: 24)»[11]

5. «Ebu Malik El-Eşcai'nin babasından rivâyet ettiği:»

«Rüyada beni gören hakikatta beni görmüştür. (Ali el-mütteki, Kenzü'l-Ummal: 15/382 H.No: 31477)»[12]

6. «Sadıklarla beraber olunuz. (Tevbe suresi: 24)»[13]

7. «İbni Abbas (ra) dan rivâyet edildiğine göre, bir kere Resulullah (s.a.v.) Efendimize: »

«Meclis arkadaşlarımızın en hayırlısı hangisidir ? diye sorulduğunda, Efendimiz (s.a.v.): »

«"Kimi görmek size Allah'ı hatırlatıyor, kimin konuşması sizin ilminizi artırıyor, kimin de ameli size ahireti hatırlatıyorsa işte onlar en hayırlı arkadaşlarınızdır." buyurdu. (Askalani, el- metalibul Aliye: 3/193) [14]

8. «Allah-u Teâlâ'nın

«–Onlar meclis arkadaşlarımdır." (Buhari, Deavât: 66) hadisi kutsisi gereğince de onlarla oturmak, zikredilen Mevla Teâlâ ile beraberliği kazandırır." buyurdu.»[15]

9. «Ebu Hureyre'den rivâyet edildiğine göre Resulullah (s.a):

"– Nerede olursanız bana salat (-u selam) edin. Çünkü sizin salatınız, bana ulaşır, buyurmuştur.»[16]

10. «Meşayihi kiram,

"O. (Cebrail (a.s.) Onun (Meryem validemiz) için, bütün azası yerinde tam bir insana benzerdi. (Meryem Sûresi: 17) âyetinde bu meseleyi zihinlere yaklaştırdılar." »[17]

11. «Yine onlardan Alim-i Allame es-Sefiri el-Halebi eş-Şafii, Buhariye yaptığı şerhte:»

«"Sonra, Efendimiz (s.a.v) e tenha (da ibâdet) sevdirildi. (Buhari, Babül Vahy: 3 ) "»[18]

12. «Yine onlardan Allame Fasi, Delaili Hayrat şerhinin birkaç yerinde meseleyi açıklamıştır.»

«Birisi de:

«Abdullah İbni Mesut[19] (r.a.) dan rivâyete göre, Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:»

« Kıyamet gününde insanların bana en yakını (şefaatıma en layık olanı) bana en çok salat (-u selam) getirendir. (Tirmizi, Salat:325, 2/3554)»[20]

13. «Nitekim Allah-u Teâlâ

«Her kim Allah ve Resulüne itaat ederse, işte onlar, Allah (-u Teâlân) ın, kendilerine inam (iyilik) ettiği nebiler, Sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdir. Ve bunlar en güzel refik (arkadaş) tırlar buyuruyor. Nisa suresi: 69»[21]

14. «...Aişe (r.a.) Validemizden rivâyete göre: »

«Resulullah (s.a.v.):

«– Ruhlar toplu ordulardır. Onlardan (ezelde Allah yolunda) birbiriyle tanışanlar i'tilaf eder (anlaşır, Allah uğrunda) tanışmayanlar ise ihtilaf eder. (dünyada zıtlaşır) lar. buyurdu. (Buhari, enbiya : 2,4/104, Müslim: 8/41, Ebu Davud: 46359, Müsnedi Ahmed: 2/295 )»

15. «Bütün bu imamlar ve bütün mahlukatı yaratan Allah-u Teâla buyurdu ki: »

«– O'na (sizi kavuşturacak) vesîle arayın. (Mâide Sûresi: 35) »[22]

16. «İsmail, Elyasa ve zülkifl (a.s.v.) i hatırla, hepsi en hayırlı kullardandır. (Sad suresi, Ayet 0 48)» [23]

17. «(O akıl sahipleri) öyle kimselerdir ki, ayakta, oturdukları halde ve yanları üzere (yaslanmış) oldukları halde Allah (-u Teâlây) ı zikrederler ve göklerin, yerlerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler. (Âli İmrân Sûresi: 1917»[24]

18. «Bir âyeti-i celilesinde ise:

"(Habibim!) Deki, göklerde ve yerde neler olduğuna bakın. "(Yusuf Sûresi:101)[25]

19. «Resulullah Efendimiz (s.a.v):»

"– Allah-u Teâlâ'nın nimetlerini düşünün, zatını düşünmeyin, buyurdu. "(Ali el-Mütteki, Kenzü'l-Ummal: 3/106 H. No.: 5707)»[26]

20. «İbni Abbas (r.a.) dan rivâyete göre Efendimiz (s.a.v.):»

"Mahlukatı (yaratılmış olanları) düşünün. Halik (Teâlâ) yı (yaratıcıyı) düşünmeyin, çünkü siz onun kadrini takdir edemezsiniz. " buyurdu. (Ali el-Mütteki, Kenzü'l-Ummal: 3/106 H. No.: 5706 »[27]

21. «Ubadetübnüs Samit (r.a.) den rivâyete göre, Resulullah (s.a.v.): "

"–Yeryüzü onlarla durur, onlar sebebiyle yağdırılıyorsunuz ve onlar hürmetine yardım olunuyorsunuz, "buyurdu. (Ali el-Mütteki, Kenz'ül-Ummal: 12/190 -191 H. No. 34613) »[28]

22. «Enes İbnu Malik (r.a.) dan rivâyet edilen bir hadisi şerifte, Resulullah (s.a.v.): »

«–Küçüğüne acımayan, büyüğüne tazim etmeyen bizden değildir, bu*yurdu. (Tirmizi Birr: 15, 4/321 H. No: 1919) »[29]

23. «Ebu Hureyre (r.a.) den rivâyete göre, Resulullah (s.a.v.) buyurdular ki:»

"–Beş şey ibâdettendir ; az yemek, camilerde oturmak, kabe'ye bakmak, okumadan da olsa mushafa bakmak, âlimin yüzüne bakmak" (Deylemi, müs*ned-i Firdevs 2/190 H. No: 2969)" [30]

İşte tam yedi Nakşibendî baş başa vererek “RUHU'L-FURKAN“adı altında kaleme aldıkları bir kitapta Bakara Sûresi'nin 152'inci âyetini, kendi inanç ve kanâatlerine göre açıklamaya çalışırlarken bu ilgiyle râbıta konusuna girmiş ve onu kanıtlama ihtiyacını duymuşlardır. Yukarıdaki âyet ve hadisleri de yine bu münasebetle râbıtaya delil olarak göstermişlerdir!

Ancak delil diye öne sürülen bu âyet ve hadislerin gerçekten râbıtayı çağrıştıracak bir anlam taşıyıp taşımadıkları ve harcanan bütün bu çabaların, râbıtayı kanıtlamaya yetip yetmediği ortadadır. Fakat bu gerçeğin daha berrak bir şekilde ortaya çıkabilmesi için bundan sonraki bölümde râbıta, özel*likle iki ana yönden ele alınacak, analitik ve eleştirel bir yöntemle oldukça derinlemesine irdelenecektir.

Râbıtanın değerlendirilmesinde ortaya çıkması amaçlanan bu iki ana nokta şunlardır:

1. Nakşibendîler tarafından ileri sürülen yukarıdaki birçok kanıtlama örneklerinde râbıtayı İslâm'a mal edebilecek bir ilgi var mı; yani bu âyet ve hadisler, râbıtanın gerçekten İslâm’la ilişkili bir şey olduğunu kanıtlayacak birer anlam vermekte midirler? Ayrıca bu örneklemeler sistem ve üslûp bakımından ilmi birer değere sahip midir?

2. Bütün tartışmalar bir yana, râbıta ile İslâm arasında esasen herhangi bir ilgi, herhangi bir bağ var mıdır, ya da İslâm'da râbıta diye bir şey söz konusu mudur; yoksa râbıtanın kökeni ve kaynağı nedir, İslâm'a niçin ve na*sıl mal edilmeye çalışılmıştır ?

Tasavvuf örgüsü içinde yer alan ancak İslâm'a ait olup olmadıkları hâlâ tartışılan birçok kavram, sembol, âyin, inanış ve anlayış gibi râbıtanın da kaynak bakımından nereye dayandığı, ancak bu iki soruya ciddi biçimde cevap aramakla ortaya çıkabilir. İşte bu amaçla bundan sonraki bölümde çeşitli veriler değerlendirilerek, gerçek belgeler ortaya konarak, soruna bilimsel bir yöntemle ışık tutulacaktır.



***





--------------------------------------------------------------------------------

[1]. “Allah'da eriyip gitme“ inancı Hk. Bk. BÖLÜM - II/4-a) Râbıtayı Bir Ayrıntı Olarak işlemiş Bulunan Kitaplar ya da Kitapçıklar.; BÖLÜM - II/7. Tasavvuf (Seyr-u Sülûk); Rûh'ul-Furkân: 2/63

[2]. Halid Bağdâdî, Risâletun Fi Tahqıyq'ır-Râbıta s. 2, 3; Bk. BÖLÜM II/4, Râbıtayı Konu alan Yazılı Belgeler.

[3]. Muhammed Emîn el-Kurdî, Tenwîr'ul-Qulûb s. 512

[4]. Mustafa Fevzi, İsbât’ul-Mesâlik s. 20

[5]. Hüseyn ed-Dewserî, Er-Rahmet'ul-Hâbıta Fi Tahqıyq’ır-Râbita s. 223

[6]. Age. S. 234

[7].Age. S. 236

Buradaki üslûba dikkat edilecek olursa yazarın, öğütlerini çağının “dinadamı“ tipine yönelttiği hemen anlaşılmaktadır. Çünkü halktan zekât almak, işini tüccara yaptırmak ve devlet adamlarına sokularak onları amaçlarına âlet etmek gibi suçlar, eskiden dinadamlarına yöneltilirdi.

Bu sözlerin, esasen arkasında gizli bulunan ve üzerinde durulması gereken ilginç bir nokta vardır; o da şudur:

Yazar, bilinç altında bütün “râbıtasızları“, “dinadamı“ olarak görmektedir, ya da râbıta yapmayan herkese: Halktan zekât alan, tüccara angaryasını yaptıran ve devlet adamlarını kullanan sahtekarlar olarak bakmaktadır! Çünkü hocalar, eskiden, genelde tasavvufla uğraşmayan ve tarîkat dışında kalan, ancak “dinadamı“ sıfatıyla -aynı zamanda- tarîkat şeyhlerine rakıyb olan bir sınıf sayılırlardı. Bu nedenle tarîkat çevreleri onlara: «Ulemâ-i Rüsûm», yani şekilci âlimler; Ya da «Ulemâ-i Zâhir», yani dinin özünden habersiz ve sadece dinin biçimsel yönüyle meşgûl olan kimseler diye bir çeşit hakaret ederlerdi.

[8]. Ruh'ul-Furkan, s. 2/64

[9]. Age. S. 2/64

[10]. Age. S.2/65

[11]. Age. S. 2/65

[12]. Age. S. 2/66

[13]. Age. S. 2/66

[14]. Age. S. 2/67

[15]. Age. S.2/67

[16]. Age. S.2/69

[17]. Age. S. 2/70

[18]. Age. S. 2/70

[19]. Bu ismin, aslına uygun olarak okunabilmesi için «Mes’ûd» şeklinde yazılması gerekirdi.

[20]. Age. S. 2/71

[21]. Age. S. 2/71

[22]. Age. S. 2/74

[23]. Age. S. 2/74

[24]. Age. S. 2/74

[25]. Age. S. 2/74

[26]. Age. S. 2/74

[27]. Age. S. 2/74, 75

[28]. Age. S. 2/75

[29]. Age. S. 2/75

[30]. Age. S. 2/76
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
Miralay (2. January 2011)
Alt 1. January 2011, 01:58 PM   #7
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

BÖLÜM - II

RÂBITAYA İLİŞKİN ÇOK YÖNLÜ DEĞERLENDİRMELER

Nakşibendî Tarîkatıyla ilişkisi bulunmayanların, bu tarîkatın örtülü yanları hakkında elbette ki bilgileri sınırlıdır, ya da bu konuda kayda değer hemen hiç bir şey bilmezler.

Özellikle işaret etmek gerekir ki aynı zamanda bütün tarîkatların sıradan mürîdleri için de bu durum söz konusudur. Bu insanlar, bağlısı oldukları tarîkatların çeşitli âyin, sembol ve kurallarının esasen nerelerden alındığı hakkında hiç düşünmez, düşünme ihtiyacını bile duymazlar. Onun için râbıta ve benzeri meselelerde eğitim görmemiş mürîdlere yöneltilen sorular, onların çok ilkel tepkilerine neden olabilir. Aralarında bulunan sakin tiplerin de, «Bunu ancak Efendi Hazretleri bilir» gibi daha tehlikesiz bir karşılıkla yetineceği olasıdır.

Bu konuda rûhânîlerle avâm arasında (yani şeyhlerle mürîdler arasında) küçük bir fark vardır. Şeyhler ve onlara yakın olan üst tabaka, râbıta gibi tarîkat kurallarının, kaynağını Kurân-ı Kerîm'den ve Hz. Peygamber (s)'in sünnetinden aldığına ilişkin birçok yazılı ve sözlü rivayetler ileri sürerler. Onların eski büyüklerine ait olduğu için bu söylentilere çok büyük önem verirler. Yukarıdaki alıntılarda görüldüğü gibi hiç ilgisi olmayan ayet ve hadislere tutunarak bu söylentileri korkunç bir inatla savunmaya çalışırlar. Tabiatıyla bu konuda sarsılmaz bir inanca sahiptirler. Ancak bu inanç esaslı bilgilere ve kanıtlara dayanmamaktadır. Nitekim yukarıda “RUHU'L-FURKAN“ adlı kitabın yazarları tarafından, âyet ve hadislere ne kadar âfaki anlamlar verildiğini, akla ve dine sığmayan ne tuhaf yorumlarla râbıtanın İslâm'a mal edilmeye çalışıldığını ibretle gördük.

Çünkü esasen şeyhlerin de mürîdlerinin de inanç ve bağlılıkları tamamen kör taklide dayanmaktadır.

Nakşibendî şeyhlerinden birkaçı hariç, râbıtanın geçmişi hakkında diğerlerinin hemen hiç bir bilgisi yoktur. Bu ise onlara râbıtanın içyüzünü anlatmayı son derece zorlaştırmaktadır. Çünkü zihinlerine yerleşmiş olan yaygın inanca göre râbıtanın geçmişi ta Hz. Peygamber (s)'e kadar dayanır!



Oysa hiç bir belgeye başvurulmadan bile râbıtanın çok eski bir mesele olmadığı, tanımının ve tertibinin son dönemlerde yapıldığı şu gerçeklerden de gâyet açık bir şekilde anlaşılmaktadır:

Her şeyden önce râbıtayı diline dolayarak, kitap yazmaya kalkışmış Nakşibendîler, sayı olarak son derece azdırlar. Bunların hepsi zaten on, on beş kişiyi geçmemektedir. Üstelik bunların bir iki tanesi hariç hepsi Türk ve Kürt kökenlidirler; Hemen hepsi de Irak ve Türkiye'de yaşamışlar ve yine bir ikisi hariç, hepsi de 1811 yılından sonra bu kitapçıkları çiziklemişlerdir. Dolayısıyla, râbıta bu açıdan da ele alındığı zaman onun, belli bir kitlenin dışında hemen hiç bir kimseyi ilgilendirmediği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Nitekim râbıtayı kökten çürüten bu çalışmanın yapıldığı sıralarda konuyu tartışmak üzere Nakşibendî çevrelerine defalarca yapılan çağrılar, hiç bir yankı uyandırmamış, râbıtanın böylece Nakşi Tarîkatı'na bağlı geniş tabanın vicdanına esasen yerleşmemiş olduğu açıkça ortaya çıkmıştır.

Son dönem Nakşî liderleri, örneğin XV. – XVII. yüzyıl arasında yaşamış bulunan ve çoğu Hindli olan ya da Hind kültürünün etkisi altında kalan bu tarîkatın rûhânilerine ilişkin hayat ve muhit şartlarını bile pek bilmemektedirler. Bu bir yana, sözü edilen rûhânîlerin yaşadıkları çevrelerde Müslümanları o gün için etkileyen din, felsefe ve fikir akımları hakkında da hemen hiç bir malumâta sahip değildirler. Dolayısıyla bu Hindli şeyhlerin Brahmanizm'den ve Patanjalizm'den o günün şartlarında neler aşılanmış olabileceklerini akıllarının ucundan bile geçirememektedirler.

XX. asrın şu son yarısında (Afganistan ve Pakistan’da bulunan birkaçı hariç) hemen hepsinin Türkiye'de yaşadığı Nakşî şeyhleri arasında acaba kaç kişi Hindistan'da -eskiden beri yaygın olan- din ve felsefeler hakkında köklü bir bilgiye sahiptir? Hatırlatmak gerekir ki bu şeyhler arasında bugün yaşadığı ülkeyi dünya haritası üzerinde gösteremeyecek kadar bilgi ve kültürden yoksun insanlar bile vardır!

Nakşibendî Tarîkatı özellikle 1800'lerin ortalarından itibaren Kuzey Irak'dan Anadolu'ya doğru yayılmış ve geniş çevreler içinde bağımsız bir din niteliğini kazanmış bulunmaktadır. Öyle ise râbıtanın, Kur'ân'a ve sünnete dayanıp dayanmadığını bir kenara koyup önce bu tarîkatın, neden yüz milyonlarca Müslüman’ın dışında ve yalnızca Kürtler ve Türkler tarafından tutunmuş olduğunu düşünmek daha doğru olmaz mı? Tabiatıyla buna bağlı olarak artık meşruluğu tartışılan mistik bir örgütün daha dün koyduğu dinsel kurallar nasıl olur da kaynağını İslâm'dan ve Kur'ân'dan almış olabilir ?!

Nakşibendîlerin inandığı üzere râbıtanın, kaynağını Kurân-ı Kerîm'den ve Hz. Peygamber (s)'in sünnetinden almış olması şöyle dursun, eğer bu sözcükle anlatılmak istenen şey, en çok mîlâdî 1300 yıllarından öncesine ait tasavvuf literatüründe yalnızca bir kez bile geçmiş olsaydı, sûfîleri ve tasavvufu inceden inceye araştırmış, onlara karşı amansız mücadeleler vermiş ve bu yüzden de şimşeklerini üzerine çekmiş olan İbn. Teymiyye gibi biri, mutlak surette kitaplarında bu konuya yer verecekti! Çünkü denebilir ki, âdetâ onlara çatmak için İbn. Teymiyye, en ufak bir bahaneyi bile ihmal etmemiş, kendince kitaba ve sünnete aykırı bulduğu her düşüncelerini yalanlamaktan geri kalmamış, hatta tüm tasavvuf erbabının en üst derecelerde saygısını kazanmış olan Muhiddîn-i Arabi'ye açıkça kafir demekten bile çekinmemiştir![1]

Ayrıca Nakşibendîler, can düşmanı olarak mimledikleri “Vahhâbîler“ aleyhinde yüz elli yılı aşkın bir zamandır, bütün gayret ve güçleriyle yoğun bir karalama savaşı sürdürmektedirler; Buna karşın “Vahhabîler“ de hiç değilse küçük bir misilleme olarak râbıtayı çürütmek için şimdiye kadar bir makale bile kaleme almamışlardır. Acaba bu, ne anlama gelmektedir? Yoksa “vahhabîler“ Nakşibendîlere çok mu saygı duymaktadırlar; ya da dünyada olup bitenlerden hiç mi haberleri yoktur?! “Vahhabîler“ için râbıta gibi müthiş bir koz mevcutken onların bu kelimeyi şimdiye kadar hiç duymamış olmaları bile bu düzmecenin, son yüz elli yılın karmaşası içinde tertiplendiğini ve üç beş Türk tekkesinin dışında bile konuşulmadığını ortaya koyan en büyük bir kanıt değil midir?!!

Nitekim râbıtanın, kurallarıyla ve ayrıntılarıyla son şeklini Halid Bağdâdî (Öl M.1826)'ye mal edilen yazılardan ve O'nun kurduğu Hâlidiyye Kolu'na bağlı şeyhlerin kitapçıklarından ancak öğrenebiliyoruz. Bu ise dünün meselesidir, çok yeni bir olaydır. Râbıta kelimesi, (bugün ona yüklenen anlamdan çok farklı ve genellikle) sırf yalın bir ilişki diye öteden beri kullanılmış ise de, Bağdâdî'den önceki Nakşibendî rûhânîlerine ait yazılı metinlerin hiç birinde, hele zaman, mekân ve şekil ölçüleriyle, üstelik ibâdet niyetiyle böyle bir tarîkat kuralına ilişkin herhangi bir açıklama bulunmamaktadır. İleride içlerinden bazı örnekler verilecek olan bu metinler, hem eski tarihlere dayanmamakta, hem de son dönemin Nakşibendî şeyhlerine ait yazılardan daha kısa, daha dağınık ve içerik bakımından daha belirsizdirler. Dolayısıyla râbıtanın şekil bakımından ne olup olmadığı, keza şartları ve uygulanış biçimi hakkında bir açıklık getirmemektedirler. Tam tersine önceki Nakşibendîler, en çok mîlâdî 1550'lerde râbıta sözcüğünü yalın anlamda kullanmışlardır. Yoksa eğer Nakşibendîler râbıtanın en ufak bir tanımına bile herhangi bir kaynakta rastlamış olsalardı bu fırsatı asla kaçırmayacak ve onu kanıt olarak kullanmak için her münasebette ortaya koyacaklardı!

Halbuki râbıtanın tanımı diye onların ileri sürdükleri ifadelerin tümü (günümüzde) en çok 150 yıllık bir geçmişe sahiptir. Bunlar da, II. Mahmud döneminin bir Osmanlı vatandaşı olan Süleymaniyeli Halid Bağdâdî'ye ve O'ndan esinlenen İsmet Garibullah, Hüseyn ed-Dewserî, Muhammed Emîn el-Kurdî ve Abdulhakîm Arvâsî gibi şahıslara aittir.

Bu konuda araştırma yapmış olan bir ilahiyatçı da râbıtanın yeni bir mesele olduğunu aynen şu sözlerle anlatmaktadır:

«Râbıta hakkında bilgi veren kaynaklar, oldukça muahhar devrin mahsulleridir. Râbıtayı savunmak üzere eser yazan müellifler, bunun tatbikatını Hz. Peygamber zamanına kadar indiriyorlarsa da, buna dair yazılı kaynağa rastlamak ancak H. X /M. XVI. asır müellefâtı arasında mümkün olmaktadır.»[2]

Ayrıca şunu da hatırlatmak gerekir ki Nakşibendîlikten başka hiç bir tarîkat, kendi kuralları arasında râbıta diye bir şeye yer vermemiştir. Eğer râbıta -Nakşilerin ileri sürdüğü gibi- İslâmî bir kaynaktan gelmiş olsaydı; Kitab ve Sünnete dayanmış olsaydı, en azından Sünnî’ler arasında yaygın olan diğer tarîkatlar da mutlaka kuralları arasında ona yer vereceklerdi. Halbuki bunun tam tersini görüyoruz. Örneğin Melâmî Tarîkatı'nın ileri gelenlerinden biri, bakınız râbıta hakkındaki görüşünü nasıl açıklıyor:

«Mürşidler insanları kendilerine bağlamazlar. Kendilerine bey’at ettirmezler. Allah'a bağlarlar. Allah'a bey'at ettirirler. Râbıta Allah'adır, mürşide değil.»[3]

Bu ifade içinde yer alan «Râbıta Allah'adır, mürşide değil» sözleri, Nakşîlikteki râbıta inancını dolaylı şekilde deklare eden bir kanıt olarak algılanmamalıdır. Bilakis mürşide râbıta yapılamayacağını çok açık şekilde ifade etmektedir. Kuşkusuz Melâmilik de Nakşibendîlik gibi bir tarîkattır. Hatta Nakşibendîliğin, gerçek Melâmîlik olduğunu bizzat Nakşibendî bir lider açıkça ileri sürmektedir! Bu şahıs, Halid Bağdâdî'nin en üst derecedeki halîfelerinden Muhammed bin Abdillâh el-Khânî'dir. Yazdığı El-Bahja’tus-Seniyye adlı kitapta aynen şu ifadeyi kullanmaktadır: «Çünkü bu tarîkat (yani Nakşibendî Tarîkatı) en uygun Melâmîliktir.»[4]

Onun için, İslâm’ın bakışı açısından bu tarîkata ait kişisel bir görüş, İslâm adına kanıt sayılamaz. Bu da yukarıdaki ifadenin, bir bakıma hem temel noktalarda tarîkatlar arasındaki çelişkileri sergilemektedir, hem de en az Nakşibendîlik kadar İslâm'a aykırı nitelikler taşıyan Melamîliğin bile râbıta gibi tevhîd inancına taban tabana zıt bir anlayışı reddetmesi açısından önem taşımaktadır.



Son zamanlarda râbıtanın sık sık gündeme gelmesiyle tarîkat çevrelerinde gözlenen paniğin arka planında esasen onun İslâm'a yabancı bir unsur olduğu gerçeği yatmaktadır. Aslında râbıtadaki bu yabancılık, Nakşibendîliğin hemen bütün kurallarında da vardır. Çünkü bu tarîkat önce Türkistan ve Maverâunnehr'de, sonra Hindistan'da, ondan sonra da Irak ve Anadolu'da geçirdiği çok ilginç bir serüvene sahiptir.

Bununla ilgili olarak önce şu önemli noktayı göz önünde bulundurmak gerekir ki son yüz elli yıldır Nakşibendîlik yepyeni bir kimlik kazanmış, prensipleri esaslı şekilde belirlenmiş, bu arada "râbıta" da tarîkata köşe taşı gibi ehemmiyetli bir kural olarak yerleştirilmiştir. Dolayısıyla râbıtayı, aslında Nakşibendîliğin yakın tarihte kaydettiği büyük gelişmeler içinde ele almak lazımdır. Çünkü bu tarîkatı geçmişiyle, kaynaklarıyla ve tarihi evrimiyle bir bütün olarak incelemeden ve hele son bir buçuk asırdır Türkiye toplumunu yönlendiren siyasal rejimlerin ve ideolojik akımların bu tarîkatla olan ilişkilerinin arka planını keşfetmeden râbıta hakkında tatmin edici bir bilgi elde etmek ve kesin bir hükme varmak mümkün değildir.

Tarîkatın bu nokta ile olan bağlantısı bakımından hemen işaret edilmelidir ki gerek Osmanlı Yönetiminin son döneminde, gerekse Cumhuriyet tarihinde, Ortadoğu'da yaşanan dört büyük gelişmenin ardından devletin, askeri ve siyasi stratejilere paralel biçimde Nakşibendî Tarîkatı'nı gizli bir silah gibi kullandığı bugün artık belgesel bir gerçek olarak ortadadır.

Bu olaylara gelince, kuşkusuz birincisi, 1785'lerde Hicaz Yarımadası’nda patlak veren «Vahhâbî Hareketi»'dir ; İkincisi, XX. yüz*yı*lın başlarından itibaren S.S.C.B. tarafından yaklaşık yetmiş yıl kadar uygulanan komünist rejimdir ; Üçüncüsü, 1979 yılında Humeynî liderliğinde gerçekleştirilen «İran İslâm Devrimi»'dir ; Dördüncüsü ise son yıllarda Türkiye'nin güneydoğusunda ortaya çıkan «Kürt gerilla hareketi»'dir.

İşte bu dört olayın da etkilerine karşı her defasında devlet, (daha sonra ayrıntılı olarak anlatılacağı üzere) Nakşibendî Tarîkatı'nı yarı örtülü bir şekilde devreye sokmuştur ki bu nedenle tarîkat da gittikçe güçlenerek gelişmesini ve bu doğrultudaki evrimini hızla sürdürmüştür. Özellikle “Hatm-i Huwâcegân“ âyini ve bu âyinin önemli bir kuralı olan râbıta, tarîkatın yakın tarihte üzerinde durduğu disiplin pratikleri haline gelmişlerdir.

Bilindiği üzere örgütlenmede kuralların önemi çok büyüktür. Bu bakımdan özellikle mürîd yetiştirmek ve onu bütün iç dünyasıyla şeyhe bağlamak konusunda en etkin bir şartlandırma sistemi olan râbıta, Nakşibendîliğin can damarlarından biri haline getirilmiştir.

Bunu, başta politikacılar olmak üzere hemen bütün menfaat çevreleri de çok iyi keşfetmiş bulunmaktadırlar. Dolayısıyladır ki tarîkatları, sözde yasaklamış ve tekkeleri kapatmış olan «TC» Rejimi'nin uygulayıcıları durumundaki politikacılar bile daima Nakşî şeyhlerine yaranmakta ve onların sağladığı kalabalık oylarla yönetimleri rahatça ele geçirebilmektedirler. Bütün bu gerçekler ise Nakşibendî Tarîkatı'nın Türkiye toplumu içindeki ağırlığını ve etkinliğini kanıtlamaktadır. Olayların da somut biçimde ortaya koyduğu gibi tarîkatın gittikçe güç kazanmasında eğer birkaç neden varsa bunların başında elbette ki onun disiplini ve bunu sağlayan râbıta gibi kurallar ve âyinler gelmektedir.

Unutmamak gerekir ki Nakşibendî Tarîkatı'nın dayandığı kurallar (daha önce de anlatıldığı üzere) her şeyden evvel dinsel ve kutsal birer anlam taşırlar. Bu kuralların, sözde ilhamlarını Kurân-ı Kerîm'den ve Hz. Peygamber (s)'in sünnetinden aldığı çok kesin ve ısrarlı ifadelerle işlenir, aynı zamanda sık periyotlarla tekrarlanan telkinler sayesinde mürîdlere hazmettirilir. İşte bundan elde edilen sonuçladır ki şeyhin emri mürîd tarafından aynen Allah'ın emri olarak algılanır ve itirazsız bir şekilde uygulanır.

Eğer bu gerçeğin fazla irdelenmesiyle İslâm âlimlerinin dikkati râbıta üzerine çekilir ve Kur'ânî anlayış doğrultusunda kesin hükümler verilirse bu kez tarîkat yoluyla İslâm'a sızdırılmış daha birçok yabancı sembol ve merasimlerin de ayıklanması için yol açılmış olacak, bu ise tarîkatın iflasını hazırlayacaktır. İşte tarîkat toplulukları arasında râbıta ile ilgili olarak yaşanan tedirginliğin esas nedeni budur.

Nitekim tasavvuf yoluyla İslâm'a birçok batıl inanış ve hurâfenin bulaşabileceğine ilişkin bizzat Nakşibendîlerin de itirafları vardır.[5]

Hele şurası gâyet açık bir gerçektir ki, zaman içinde birçok şey değişebilir, değişir ve değişmektedir. Değerler yozlaşır, ölçüler çarpıtılır ve insanlar arasında yeni yeni anlayışlar yayılır ve tutunur. Ortalama insan ömrü gibi kısa bir süre içinde bile o kadar çok şey değişmekte ve değişebilmektedir ki bu gerçeğe inanmamak için hayat ve kainat olaylarından habersiz bir cahil olmak gerekir.

İşte Aczmendî Tarîkatı. Daha birkaç yıl öncesine kadar böyle bir tarîkatın esâmisi bile yoktu. Ama gün geldi, görüldüğü üzere bu isim altında, özel giysileriyle, âyinleriyle belli kurallarıyla koskoca bir mistik örgüt kuruldu. Hem de fincancı katırlarını ürkütmeden, yağdan kıl çekercesine son derece büyük bir ustalıkla Nakşibendîlikten sıyrılarak kendini yenilemiş olan Saîd-i Nursi gibi aktif bir hareket adamının adı kullanılarak bu tarîkat kurulmuştur!..

Bilindiği üzere Saîd-i Nursî, eserlerinde kendinden söz ederken, zamanla bazı düşüncelerinin değiştiğine işaretle kişiliğini: «Saîd-i Evvel = Birinci Said» ve «Saîd-i Sâni = İkinci Said» olarak tanıtmaktadır. Gençliğinde tipik bir Nakşibendî olan ve o dönemlerde etkisini yaşadığı Bitlis'in Hizan yöresindeki bir şeyhten ve yine Bitlis'in Çukur Kasabası’ndaki dervişlerden övgü ile söz eden Nursî, «İkinci Said» olduktan sonra düşüncelerini revize etmiş, bu dönemde ağzından Nakşibendîlikle ilgili bir tek laf bile işitilmemiştir. Hal böyleyken hayatında tahmin bile edemediği yepyeni bir tarîkat, O'nun ölümünden yıllar sonra kurularak felsefesine dayandırılmış ve bu yeni oluşum, Aczmendî adı altında faaliyetlerine başlayarak «İslâm dünyası»'nın gözü önünde tarîkatlar kervanına katılmıştır! Bir kadınla basılan ve hapse giren bu tarîkatın şeyhi, kim bilir belki de yüzyıllar sonraki tarîkatçılar tarafından «Büyük evliya», «çağının kutbu», «ermişlerin tâcı» gibi daha nice unvanlarla yüceltilerek anılacaktır. Öyle ki O’nu bir tek kelimeyle eleştirmeyi bile belki kimse kolayca göze alamayacaktır.

İşte her gün tanık olduğumuz buna benzer birçok olaylarla, modaların, ahlâk kurallarının ideolojilerin, inanç ve felsefelerin, sanatsal zevklerin nasıl büyük bir hızla değiştiğini, değerlerin nasıl yozlaştığını hepimiz görüyoruz. Daha düne kadar aktır denilen birçok şeyin bugün nasıl karalandığına da yine birçoğumuz şahit olmaktayız. Nice kavramların zamanla anlam değiştirdiği, nice inanış ve görüşlerin, zamanla farklı içerikler ka*zandığı, hatta çürütülüp rafa kaldırıldığı belgelerle sabittir. Daha dün, sapık, ahlâksız ve hain diye lânetlenerek ipe çekilen adamların, kısa bir süre sonra ruhlarından özür dilendi ve kemikleri milyonların omuzunda özel türbelere taşınarak görkemli törenlerle gömüldü! Dinler, felsefeler, doktrinler, mezhepler, tarîkatlar ideolojiler, siyasal teoriler, askeri stratejiler bu örneklerle doludur. Bu, insanlık tarihinin bir gerçeği ve kaderin bir cilvesidir.

Sürelerle meydana gelen değişimlerin çeşitli nedenleri vardır. Bunların arasında haklı ve yerinde olanlar bulunduğu gibi, haksız, tutarsız ve batıl olanları da vardır. Nitekim İslâm'dan önceki Tevhîd dinleri, bu tür nedenlerle zaman içinde tahrife uğramış ve asıllarını yitirmişlerdir.

Şunu önemle kaydetmek gerekir ki özellikle nassların (dogmaların), saygın, temel, dokunulmaz ve değişmez din ve hayat kanunlarının çarpıtılmasında başlıca iki faktör söz konusudur. Bunlardan biri, bilinçli düşmanlık duygusudur ki bu etkenin temelinde daima hırs vardır; rekabet vardır; çıkar planları vardır; dolayısıyla amaçlı yıkıcılık vardır. Günümüzdeki kökten putçuluk gibi... Diğer faktör ise bilgisizlik, ya da bilgi eksikliğidir. Bu etkenin de temelinde özenti vardır; Özlem ve nostalji vardır; Mitoloji vardır; Faniyi ebedileştirmek, yaratığı tanrılaştırmak gibi aşırı saygıya dayalı bir kör taklit vardır. Nakşibendîlikteki "râbıta", "Hatm-i Huwâcegân", "Kelimât-ı Semâniye" ve benzeri Patanjalist meditasyon sistemleri*nin İslâm'a adapte edilmesi gibi...

Ancak şunu bilmek gerekir ki bu faktörlerden ikincisi her ne kadar samimi duygulardan kaynaklanıyorsa da yıkıcılık açısından en az birincisi kadar, hatta bazen ondan daha tehlikeli olabilmektedir ve olmuştur... Çünkü kör taklit saplantısına uğramış insanlarla tartışmak kolay değil, bazen mümkün bile değildir; Ve çünkü kör taklidin hiç bir stratejisi yoktur. Taklitçi kişi tutucudur ve bir amaca, körü körüne baş koymuş insan tipidir. Halbuki salt çıkar uğruna bir davayı üstlenmiş olan kimse, en azından manevra niyetiyle de olsa bazen geri adım atabilir. Nitekim gerek solcu laikler, gerekse putçu laikler gibi çeşitli müşrik gruplar özellikle seçim mevsimlerinde Müslümanların arasına girmeyi, hatta camilere girip namaz kılmayı bile göze alabilecek kadar inançlarından ve kişiliklerinden fedakarlık yapabilmektedirler! Oysa bir tek Nakşibendî bile Müslümanlarla sırf işbirliği yapabilmek için örneğin râbıtadan kolay kolay vazgeçemez, onu vicdanından rahatlıkla silemez... O bakımdan bu iki faktörden herhangi birinin etkisine girmiş olan şahıslar, özellikle de kör taklidin kurbanı olmuş kimseler daima dinin ve hayatın orijinal yasalarını çarpıtmaya çalışmış, bu yüzden de insanlığın yanlış yönlenmesinde rol oynamışlardır. İşte râbıtanın hikayesi esasen buraya dayanmaktadır.

Râbıtanın İslâm'a sızmış ya da sızdırılmış yabancı bir unsur olduğunu ortaya koyan belgesel kanıtlara gelince bunlar tahmin edildiğinden daha çoktur. Nakşibendîlerin din, ibâdet, anlayış ve dünya görüşü olarak sergiledikleri ibret verici çelişkilerinden tutun da bu tarîkatın kendi tarihi seyri içinde kaydettiği evrimlere; Nakşî şeyhlerinin mitolojik menkabelerine[6] ve kişiliklerine; dua, zikir, âyin ve çeşitli merâsimlerine; âyet ve hadisler üzerinde yaptıkları ilginç yorumlara ve karıştıkları olaylara varıncaya kadar sayılamayacak birçok belgesel kanıtlar bu oluşumun içyüzünü ve bu arada râbıtanın da ne olduğunu ve hangi kaynaklardan alındığını bütün çıplaklığıyla ortaya sermektedir.

Bundan sonraki analitik değerlendirmeler işte bu gerçekleri tesbit ederek meydana çıkarmakta ve onları belli bir tertip içinde sunmaktadır.





--------------------------------------------------------------------------------



[1]. Bk. Ahmed b. Abdilhalîm b. Teymiyye, El-Furqân, Beyne Ewliyâ'ir-Rahmân ve Ewliyâ'iş-şeytân: Vahdet-i Vücûd Bölümü.

[2]. Ydr. Doç. Dr. irfan Gündüz, Tasavvufî bir terim olarak RÂBITA adlı, basılmamış bir çalışmasından S.10

[3]. Hasan Özlem, Arifler Gül Bahçesi Giriş Bölümü: Dr. Kemal Aydın S. 26

[4]. Muhammed bin Abdillah el-Khânî, El-Bahja’tus-Seniyye s.12

Bu eserde geçen “Melâmiyye" kelimesinin, sözde yanlış yazıldığı ya da bir matbaa hatası olduğu izlenimini uyandırmak için adı geçen yazarın torunu Abdulmecid b. Muhammed b. Muhammed el-Khânî kurnazca davranmış, bu sözcüğün geçtiği pasajı alıntı olarak naklettiği el-Hadâiq’ul-Wardiyya Fi Haqâiq’i Ejillâ’in-Naqshabandiyya adlı kitabında (uygun anlamına gelen) “Mulâime” şeklinde yazmıştır!.

[5]. Modernist Nakşibendîlere ait bir ansiklopedide bu endişeye yer verilmiştir. (15/327)

[6]. Menkabe: Arapça, «Nekabe-Yenkubu» fi'linin türevlerinden bir «Masdar-ı Mimî»'dir. (Aynı zamanda bir ism-i zamân ve ism-i mekândır.)

Konumuzla ilgisi bakımından «Menkabe» kelimesinin sözlük anlamı: Tanınmış kişile*rin, övgüye yaraşır hayat öyküsü demektir.

Bu sözcük, Türkçe’de «Menkıbe» olarak yanlış bir telaffuzla yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Ancak doğrusu, yukarıda açıklandığı gibi «Menkabe»'dir, «Menkıbe» değildir. Bu kelimenin de «Ma'siye'tun» gibi ayn'ul-Fi'linin meksûr okunabileceğini savunmak doğru olmaz. Çünkü, «Mağrib'un», «Meşrik'un» ve «Ma'siye'tun» gibi masdarlar, esasen Arap dil tarihi boyunca kural dışı olarak kullanılmışlardır. Kur'ân-ı Kerîm'de bunun örnekleri vardır. (Bk. Kur'ân-ı Kerîm: 2/115)

Burada önemle belirtmek gerekir ki, mimli bir masdarın, kural dışı olarak (mef'il'un) vezninde okunabilmesi için onun:

1. Ya sülâsi-yi mücerred, “misâl-i vâvî“ ve “sahih'ullâm“ olması gerekir; “Mevlid'un“ gibi...

2. Ya da, “ecvef-i yâ'î“ ve “meksûr'ul-ayn“ olması gerekir. “Mesîre'tun“ gibi...
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
Miralay (2. January 2011)
Alt 1. January 2011, 01:59 PM   #8
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Râbıtanın Dayandırıldığı Ayet ve Hadislere İlişkin Kanıtlama ve Yorumlar

Sırf râbıtayı bir kitap konusu yapacak kadar meseleye büyük önem veren, ya da eserlerinde râbıtaya geniş biçimde yer ayıran birkaç Nakşî ileri gelenlerinin görüşlerini önceki bölümlerde incelerken görmüş olduk ki hepsinin de tutundukları deliller hemen hemen aynıdır. Ancak bu görüş birliğinin son derece şaşırtıcı bir yanı vardır ki o da bu şahıslardan hiç birinin, (kanıt olarak ileri sürülen âyet ve hadislerde râbıtayı çağrıştıracak en ufak bir işaret bile yokken) bu gerçeği görmezlikten gelmiş olmalarıdır.

Bu âyet ve hadislerin, "Nakşi râbıtası" na ne kadar mesnet teşkil ettiği esasen ortadadır. Çünkü onların tefsir ve tercümesinde kullanılan ifade ve üslûp şekillerine, inşa, imla ve hatta noktalama biçimlerine bile bakılacak olursa bu şahısların her bakımdan düzeyleri anlaşılmaktadır! Dolayısıyla İslâm Dini üzerinde böylesine tasarrufta bulunmuş olmakla taşıdıkları ağır vebâli bir kenara koysak bile bu kişiler, hemen hiç bir ölçüyü hesaba katmadan sergiledikleri düşünce ve anlayış biçimleriyle ilmî teamülleri âdetâ ayaklar altına almışlardır.

Nakşibendîlerin, râbıtaya kanıt olarak gösterdikleri âyet ve hadislere kendilerince verdikleri anlamlar yalnızca ilginç değil, aynı zamanda endişe vericidir. Onun için Kurân-ı Kerîm'e ve Sünnet-i Seniyye'ye karşı Müslümanların taşıdığı ağır sorumluluk açısından, onların bu âyet ve hadisler üzerinde yaptıkları yorumları dikkatle incelemek gerekir.

İleride nakledilecek birçok örnekte görüleceği üzere İslâm âlimlerine ait tefsirlerde bu âyet ve hadislerin hiç birinde "Nakşibendî Râbıtası" na ilişkin bir tek nüans bile yoktur. Ayrıca râbıtanın söz konusu olmaya başlandığı Miladî 1500'lerden hemen sonraki Nakşibendî rûhânîleri râbıta sözcüğünü kullanmış iseler de bunu ne bir terim, ne de ciddi bir tarîkat kuralı diye ifade etmedikleri için tabiatıyla onu, âyet ve hadislere dayandırma ihtiyacını da o devirlerde duymamışlardır. Hatta denebilir ki bu rûhânîlerden çok önce yaşamış olan (Örneğin M. 1140 yılında ölen Yusuf Hemedânî'den sonraki)[1] şeyhlerin birçoğu hem Türk kökenli oldukları hem de kayda değer bir eğitim almadıkları için bu âyet ve hadislerin Arapça anlamlarını bile bilmedikleri çok büyük ihtimal dahilindedir. Bu olasılık, o devirlerden kalma Raşahât ve Rabbânî'nin mektupları gibi Farsça ve rasgele karalanmış (şeyhlere ait) tek tük yazılı metinlerden anlaşılmaktadır ki esasen bunlar, râbıtanın Kur'ân'a ve sünnete dayandırılması konusunda herhangi bir ilmî değer ifade etmemektedirler. Çünkü bütün ilmî kriterler bir yana, bu metinlerin, aslında mal edildikleri şahıslara ait olup olmadığı bile meçhuldür. Üstelik bu tesbit, sadece çok eski Nakşî rûhânîlerine ait söz ve yazılar için değil, aynı zamanda Halid Bağdadî gibi yakın tarihte yaşamış olan şeyhlerin yazıp çizdikleri için de söz konusudur.

Nitekim Halid Bağdadî tarafından dönemin Milli Eğitim Bakanı Muhammed Es'ad Efendi'ye gönderildiği ileri sürülen ve Nakşibendîler arasında "Risâle’tun Fi Tahqıyq'ır-Râbıta" diye bir isim altında bilinen bir mektup vardır ki bunun hakikaten Bağdadî'ye ait olup olmadığını anlamak son derece güçtür.

Eğer -Nakşibendîlerin ifadesine göre- bu mektup gerçekten Halid Bağdadî'ye ait ise, bu şahsa göre râbıta, ilhamını Kur'ân'dan almaktadır ve Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyet-i kerîmesi de bunun kesin delilidir (?)

Sözü geçen âyet-i kerîmenin, meâllerde genel olarak bugünkü Türkçe ile verilen anlamı ise şöyledir:

«Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun.»

Bu âyet-i kerîmede eğer varsa râbıtaya ilişkin ne gibi bir işaret bulunduğunu anlamak ve onu acaba herhangi bir ilgiyle çağrıştırıyor mu diye zihinde belirebilecek bir soruya cevap aramak üzere önce bizzat Nakşibendîle*rin kendi kitapçıklarında naklettikleri bu âyetin Türkçe anlamına bakalım:

Çok eskilerin değil, bilakis dört adet Nakşibendînin birleşerek 1994 yılında "Râbıta ve Tevessül" adı altında kaleme aldıkları bir kitabın hem önsözünde, hem de 11'inci sayfasında, yukarıdaki âyetin Türkçe anlamı aynen şu şekilde nakledilmiştir:

«Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun.»

Görüldüğü üzere bu şahıslar bile Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyet-i kerîmesini, genelde verdiği bu anlamı açıkça yazmaktan başka bir çare bulamamış, buna rağmen râbıtayı bu âyetle kanıtlamaktan da çekinmemişlerdir!

Burada anlaşılması son derece güç olan tablo şudur: Pek eğitim görmemiş, hatta büyük ihtimalle çoğunun okuma yazma bile bilmediği tahmin edilen eski Nakşibendî hocaları tarafından vaktiyle “Hatm-i Huwâcegân“ ve “râbıta“ gibi bir takım kurallar konmuş olması ve bunların şu veya bu şekilde Kur'ân'a dayandırılmış olması bir bakıma olağandır. Ancak günümüzün az çok eğitim görmüş, tercüme aracılığıyla da olsa Kur'ân-ı Kerîm'i nisbeten anlama imkanını bulmuş olan “ilâhiyâtçı“ Nakşibendîlerin bilinçli bir şekilde böylesine zoraki bir kanıtlama biçimiyle diretmeleri, doğrusu pek ilginçtir!

Eskiden beri «hoşmeşreplik» ve «kalenderlik» diye bilinen dervişlik mesleğinin gereği olarak sûfîlikte hoşgörü adına hemen hiç bir kurala süreklilikle bağlı kalınmadığı bir gerçektir. Nakşîliğin son dönemlerde kazandığı sert disipline rağmen bu eğilim, asırlardır tarîkata genel bir anlayış olarak yerleştiği içindir ki âyet-i kerîmeler, yukarıdaki örneklerde görüldüğü üzere hiç alâkası olmayan bir konuda kanıt olarak ileri sürülmüşlerdir. Ancak bu tutum, hoşgörünün sınırlarını pervasızca aşmakta ve (Nakşibendîlik gibi belli prensiplere dayalı bir tarîkatta bile olsa) esasen hiç bir sınırı bulunmayan dervişliğin, gerçek anlamda ibâhiyecilikle eşdeğerde olduğunu çok çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.

Nitekim râbıtanın, sözde kitaba ve sünnete dayandığı yolunda Nakşibendîlerce sergilenen kanıtlama şekilleri hiç bir ilmin usul ve âdâbına sığmamaktadır.

Örneğin râbıtayı ilk defa tanımladığı tahmin edilen Hindli Tâcuddîn, Patanjali'nin Sutralarındaki karmaşık ifadeleri anımsatırcasına çetrefil bir ifadeyle bu meditasyonu anlatmaya çalışırken onu Kur'ân'a dayandırmaya yanaşmamış; buna karşın Tâcuddîn'den 135 yıl sonra dünyaya gelen Halid Bağdâdî, râbıtayı göz kırpmadan Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyetiyle kanıtlamaya çalışmıştır!

Nakşibendîlerin, râbıtayı Kur'ân'a mal etmek için gösterdikleri diğer bir kanıt da Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmesidir. Aynen yukarıdaki âyette olduğu gibi, bunu da metnine uygun bir anlamla açıkladıkları halde yine de onu râbıtaya kanıt diye ileri sürmekte hiç bir tereddüt göstermemişlerdir.

Bu âyet-i kerîmenin de diğeri gibi meâllerde genel olarak bugünkü Türkçe ile verilen anlamı şöyledir:

«Ey iman edenler! Allah'tan korkunuz ve O'na (yaklaşmaya) vesîle arayınız.»

Allah'a yaklaşmanın ve O'na yaklaşmak için vesîle aramanın ne olduğu konusunda İslâm âlimlerinin görüşleri birbirinden pek farklı değildir ve Nakşibendîlerinkine hiç benzememektedir. İleride verilecek örneklerde de görüleceği üzere tefsir âlimleri, Allah'a yaklaşmayı, O'nun hoşnutluğunu kazanmaktan başka bir şey olarak anlamamışlardır. Keza onlara göre Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için vesîle aramak, sâlih amel işlemekten, (yani yararlı ve hayırlı işler yapmaktan) başka bir şey değildir ve bu çok geneldir. O kadar ki bu âyetin manasını, hayatın bütün alanlarını kapsayacak şekilde anlamak mümkündür. Nakşibendîler ise bu noktada İslâm âlimlerinin görüşünü inkâr etmemekle beraber, bu iki âyet–i kerimeye kendilerince özel ve çok farklı bir anlam daha yüklemiş, bu âyetlerle, (bir çeşit «yoga» demek olan) râbıta arasında kesin bir ilişki bulunduğunu ısrarlı bir şekilde ileri sürmüşlerdir.

Nakşibendîlerin, bu iki örnekten başka, daha birçok âyet ve hadisleri râbıtaya hangi ilgiyle kanıt diye gösterdiklerini anlamak, gerçekten de mümkün değildir. Çünkü bir insanın,

1. Bulunduğu mekânı karartarak;

2. Özel «teverruk» oturuşu ile hareketsiz oturarak;

3. Nefesini kontrol altına alarak;

4. Şeyhinin şeklini zihninde canlandırarak ve «onun

rûhâniyetinden yardım dileyerek» ibâdet yapması gerektiğine ilişkin, bu âyet ve hadislerin hiç birinde en gizli bir anlam bile yoktur. Bu ise çok şaşırtıcı bir meseledir. Sebebine gelince, kılık kıyafette bile son derece belirgin bir tarzı seçerek büründükleri dış görünüşlerine; herkesten çok daha titiz ibâdet anlayışlarına ve fanatizme varan şekilciliklerine rağmen Nakşibendîlerin, âyet ve hadisleri böylesine hiç ilişkisi olmayan bir konuda ve ödünsüz bir ısrarla kanıt göstermesi, düşünce yolunu kesin şekilde tıkamakta ve anlaşılmaz bir mantık sorunu olarak insanın karşısına çıkmaktadır!

Bu açmazın esasen ne ifade ettiğini çok daha somut bir şekilde algılayabilmek için önce yukarıdaki iki âyet–i kerimeye yeniden bir göz atalım.

Evet Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyet-i kerîmesi meâlen şöyledir:

«Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve doğrularla beraber olun.»

Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmesini de meâlen şu ifadelerle açıklamak mümkündür:

«Ey iman edenler! Allah'tan sakınınız ve O'nun hoşnutluğunu kazanacak yollar araştırınız.»

Şimdi şu noktayı çok iyi düşünelim:

Bu iki âyet-i kerîmenin, Nakşibendîlerce de kabul edilen yaklaşık anlamları işte budur. Ancak bu ifadelerin içinde ne râbıta sözcüğünü görmek, ne de râbıta ile anlatılmak istenen eylem ve ibâdet şekline ilişkin herhangi bir be*lirti bulmak mümkün değildir. Peki öyle ise bu yakıştırma nereden gelmektedir, niçin buna gerek duyulmuştur ve bu ısrarın sebebi nedir?

Bu soruların cevaplarını elbette ki ileride aramaya çalışacağız. Ancak unutmamak gerekir ki Nakşibendîlerin, diledikleri gibi birtakım âyet ve hadisleri seçerek bunlarla râbıta diye ortaya koydukları yeni bir ibâdet şeklini kanıtlamaya çalışmaları aslında onların, râbıtaya ne kadar önem verdiklerini ortaya koymaktadır! Çünkü Allah Teâlâ'nın yüce kelâmını, göz kırpmadan istediği şekilde yorumlama cür'etini gösteren insan, bunu yaparken neyi amaçlıyorsa bunun son derece önemli olduğunu unutmamak gerekir. Onun için Müslümanlar râbıta sorununu hiç bir zaman küçümsememeli, bu mesele üzerinde gereğince durmalıdırlar!

Bu arada asla hatırdan çıkarılmamalıdır ki râbıta konusu son zamanlarda Nakşibendîlerin en büyük sancısı haline gelmiştir. Bütün dünya sanki râbıta ile uğraşıyormuş gibi her şeyi bir kenara bırakmış, bu inanışın etrafında beliren kuşkuları dağıtmak için âdetâ kolları sıvamışlardır. Ruh'ul-Furkan adı altında kendilerince Kurân-ı Kerîm'in tefsiri diye kaleme aldıkları bir kitabın ikinci cildinde, önemli bir bölümü râbıtaya ayırmışlardır.

Özellikle dört Nakşibendînin -belki de Ruh'ul-Furkan'ı yeterli görmedikleri için- yardımlaşarak «Râbıta ve Tevessül» adı altında yazdıkları birtakım şeyler onların ne kadar büyük bir telaş ve panik içinde olduklarını göstermektedir.

Bunun sebebi ise gâyet açıktır ve râbıtanın Nakşîlik doktrini içinde oynadığı rolle yakından ilişkilidir.

Aslında râbıta Nakşi Tarîkatı'nda başlı başına bir âyin şekli değil, (daha önce de belirtildiği gibi) «Hatm-i Huwâcegân» Ayini'nin on kuralından biridir. Fakat mürîdin üzerinde bıraktığı silinmez etkiler bakımından diğer dokuz kuraldan çok daha büyük bir önem taşımaktadır.

Çünkü Nakşibendîlik esasen bütün gücünü kendine bağladığı insanın iç dünyasını tamamiyle fethetmekten almaktadır. Bu tarîkatta mürîd, şeyhinin kulu ve kölesi olmaktan da öte bütün irade ve benliğinden sıyrılmış, şeyhine kayıtsız şartsız teslim olmuş bir âlet gibidir.[2] O kadar ki mürîd kendini, şeyhinin yalnızca bir bendesi, bir hizmetçisi gibi değil, onun bir köpeği gibi görmektedir![3]

İşte râbıta, özgür ve akıllı bir insanı ne yazık ki bu derekeye düşürebilen korkunç bir etkiye sahiptir.

Dolayısıyladır ki Halid Bağdâdî gibi Nakşîliğe son şeklini veren ünlü bir şeyh bile sırf râbıta ile ilgili olarak kaleme aldığı ve bir mektup niyetiyle İstanbullu Muhammed Es'ad Efendi'ye gönderdiği yazıda her ne kadar bu kuralın önemi üzerinde durmuş ise de onun ne uygulanış biçimi, ne de şartları hakkında hemen hiç bir bilgi vermemiş, sadece râbıtayı tanımlamakla yetinmiş olduğu halde son devrin şeyhleri bu boşluğu da doldurmaya çalışmış ve râbıtanın tanımı yanında ona bir de uygulama şekli bulmuşlardır.

Bir yandan âdetâ birbirini tamamlayan ve Nakşibendîliğin evrim sürecini hızlandıran bu canhıraş çabalar, râbıtaya karşı çıkabilecek kimseleri susturmak için elbette ki diğer yandan bu davayı kanıtlama ihtiyacını da doğurmuştur. Bu nedenle Halid Bağdâdî'den itibaren râbıtayı konu olarak seçen Hüseyn ed-Dewserî, Muhammed Emîn el-Kurdî, İsmet Garibullah, Mustafa Fevzi ve Abdulhakîm Arvâsî gibi şeyhler onu kanıtlamak için o kadar dil dökme ihtiyacını duymuşlardır ki ortaya koydukları tuhaf anlatım biçimleriyle âdetâ bocaladıklarını gözler önüne sermişlerdir.



Onların bu beyhude çabalarını, İslâm âlimlerinin (yukarıdaki 2 âyet-i kerîmeye ilişkin) açıklamalarıyla karşılaştırdığımız zaman bu gerçek bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilmektedir. Üstelik Nakşibendîlerin hepsi de bu müfessirlere karşı saygı duymakta ve eserlerini muteber saymaktadırlar ki bu da onların ne büyük çelişkilerin içinde yüzdüklerini ayrıca kanıtlamaktadır.

İşte Mâide Sûresi'nin 35'inci ve Tevbe Suresi’nin 119'uncu âyet-i kerîmelerine ilişkin İslâm âlimlerinin tefsirlerinden örnekler:



1. Ebu Ja'far Muhammed bin Jerîr Et-Taberî (Öl. H. 310)'ye ait Jâmi’ul-Beyân Fi Tefsîr'il Qur'ân adlı tefsirinden:

a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:

«O'na yaklaşmak için vesîle arayınız.»

«Diyor ki: O'na, kendisini hoşnut kılacak amelle yakınlık arayınız. vesîle kelimesine gelince: (Arapça) faîle veznindedir. Şöyle ki: Kişi “Filan kese tevessül ettim“ der ; Bu, ona yaklaştım demektir. Yine bu cümleden olarak (Şair) Antere şöyle diyor: »

«Vardır sana gençlerde yiğitlerde vesîle,

Çek sürmeyi kına yak madem ki öyle.»

Taberî bu açıklamadan sonra bazı hadislerle de yine “vesîle“ kelimesi*nin, yakınlık kazanmak için arayış anlamına geldiğini kanıtlamaya çalışmaktadır.

b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:

«Kelamın manâsı ancak şudur: »

«Allah'ın emir ve yasaklarına dünyada titizlikle uymak suretiyle ahirette sadıklarla beraber olunuz. (...) Tefsircilerden bazıları da şöyle demişlerdir: “Bunun manâsı: Ebubekr ile, Ömer'le, ya da Hz. Peygamber ve muhacirlerle birlikte olunuz.“ Allah onlara rahmet eylesin.»



2. Mu'tezileden Ebulkasım Jârullah Mahmûd b. Omar ez-Zemakhşerî (Öl. H. 538)'nin, El-Keşşâf An Haqâiq'i Gawâmıd'ıt-tenzîl adlı tefsîrinden:

a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:

«Vesîle: Başvurulan her araç vesîledir. Yani bir yakınlık, bir iş, ya da başka bir şey... Bundan esinlenilerek emirlere uymak veya yasaklardan sakınmak suretiyle Allah'a yakınlık için başvurulan herhangi bir şey demektir.»

b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:

«Sadıklarla birlikte...»

Sadıklar: Niyet, söz ve eylem olarak Allah'ın dininde dürüst davrananlardır ; Veya: “Onlar Allah'a verdikleri sözü yerine getiren kimselerdir. [4] âyetinden anlaşıldığı üzere gerek imanlarında, gerekse Allah'a ve Rasûlüne verdikleri sözde bağlılık gösterenlerdir.



3. Fahruddîn-i Râzî (Öl. H. 606) olarak bilinen Muhammed b. Omar b. el-Hasan el-Bekrî'nin Mefâtîh'ul–Gayb adı altında kaleme aldığı Tefsîr-i Kebîr'inden:

a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:

«“O'na yaklaşmaya yol arayınız“ Allah'ın yasaklarını çiğnemekten sakınanlar olunuz ; Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için O'nun emirlerine tevessül ediciler olunuz. »

b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:

«“Doğrularla beraber olunuz.“ yani, savaşlarda Peygamberle ve ashabıyla birlikte olunuz; Sakın münafıklarla birlikte savaşlardan geri durup evlerinizde oturmayınız.»



4. Qurtubî Tefsiri olarak bilinen Endülüslü İslâm bilginlerinden Ebu Abdillâh Muhammed b. Ahmed el-Ensârî (Öl. H. 671)'ye ait, El-Jâmi' li-Ahkâm*'il-Qur'ân adlı kaynaktan:

a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:

« “Ey iman edenler, Allah'ın emir ve yasaklarına titizlikle uyunuz ve O'na yaklaşmak için vesîle arayınız “: vesîle, yakınlık kazanmak demektir. (...) Ve vesîle, yakınlık kazanabilmek için başvurulması gereken şeydir.»

b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:

« “Doğrularla birlikte olunuz“ Yani, münafıklarla değil, Peygamberle beraber çıkanlarla birlikte olunuz; Yani, sadıkların anlayışı ve yolu üzere olunuz. Denilmiştir ki, onlardan amaç peygamberlerdir.»



5. Kadı Beyzâvî Tefsîri (Öl. H. 691) olarak bilinen, Nâsiruddîn Ebu Said Abdullah b. Omar el-Baydâwi'nin yazdığı, Envâr'ut-Tenzîl ve Esrâr'ut-Te'wîl isimli eserden:

a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:

«“O'na yaklaşmak için vesîle arayınız“ Yani gerek O'na tâatta bulunmak (emirlerini yerine getirmek), gerekse ma'siyetleri terk etmek (günah işlemekten sakınmak) suretiyle sevabını ve yakınlığını kazanmak için arayışta bulununuz.»

b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:

«“Doğrularla beraber olunuz“ Yani yeminlerine ve keza verdikleri söze olan bağlılıkları bakımından, ya da Allah'ın dininde (Allah'a karşı olan muamelelerinde) gösterdikleri içtenlik ve dürüstlük bakımından doğrular (doğruluktan şaşmayan insanlar) la birlikte olunuz, (onlar gibi davranınız.»



6. Medârik'ut-Tenzîl ve Haqâiq'ut-Te'wîl adı altında, Ebu'l-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Muhammed en-Nesefî (Öl. H. 701) tarafından yazılan ve kı*saca Nesefî tefsiri olarak bilinen eserden:

a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:

«“O'na yaklaşmak için vesîle arayınız“ âyet-i kerîmesindeki (vesîle): Herhangi bir surette (O'na) yaklaşabilmek ve yaklaşmayı sağla*yabilecek bir iş yapmak üzere başvurulan her türlü çaredir. Bu çareler, Allah Teâlâ'nın hoşnutluğunu kazanabilmek için tâatlarda bulunmak ve kötü eylemlerden sakınmak anlamında kullanılmıştır.»

b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:

«“Doğrularla beraber olunuz“ Yani, imanlarında doğru olanlar gibi olunuz, münafıklar gibi değil. Ya da savaştan geri durmayanlar veya gerek niyet, gerek söz ve gerekse eylem olarak Allah'ın emir ve yasaklarına uyanlarla birlikte olunuz.»



7. Alâuddîn b. Muhammed b. İbrahim (Öl. H. 741) tarafından yazılan ve Khâzin Tefsiri olarak bilinen Lubâb'ut-Te'wîl Fi Maânit-Tenzîl adlı kaynaktan:

a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:

«“O'na yaklaşmak için vesîle arayınız“ Yani emirlerine uyarak ve rızasına erişebilecek davranışlarda bulunarak O'na yakınlık kazanma yollarını araştırınız.»

b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:

«“Doğrularla beraber olunuz“ Yani, Peygamber (s)'e ve arkadaşlarına savaşlarda bağlılık gösterenler ve onları onaylayanlarla birlikte olunuz; Savaştan geri kalıp evlerinde oturan ikiyüzlülerden olmayınız.»



8. İbn. Kesîr Tefsiri (Öl. H. 774) olarak bilinen ve Ebulfidâ İsmail İmâduddîn b. Omar b. el-Kethîr tarafından yazılan Tefsîr'ul-Qur'ân'il-Azıym adlı eserden:



a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:

«“O'na yaklaşmak için vesîle arayınız“ Yani Onun emirlerine uymak ve O'nu razı edecek işler yapmak suretiyle yakınlığını kazanınız.»

b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:

«“Doğrularla beraber olunuz“ Yani Muhammed (s) ve arkadaşla*rıyla birlikte olunuz..»



9. Ebu Tahir Muhammed b. Ya’qûb el-Firûzâbâdî (Öl. H. 817) tarafından yazılan, Tenwîr'ul-Miqbâs Min Tefsîr'i İbn. Abbas adlı kaynaktan:

a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:

«“O'na yaklaşmak için vesîle arayınız“ Allah katında üstün dereceler kazanmak için çarelere başvurunuz demektir. Nitekim yararlı işler yaparak, üstün derecelere nail olmak amacıyla arayışlarda bulununuz denmektedir.»

b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:

«“Doğrularla beraber olunuz“ Yani gerek hazarda, gerek savaş için evden ayrılma sırasında, gerekse fiilen savaşta Ebubekr'le, Ömer'le ve onların dâvâ arkadaşlarıyla birlikte olununuz.»



10. Kanûnî döneminin ünlü Şeyhülislâm Ebussuûd el-İmâdî (Öl. H. 982)'nin yazdığı İrşâd'ul-Aql'is-Selîm İla Mazâyâ'l-Kitab'il-Kerîm adlı tefsirden :

a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:

«Ey İmân edenler! Allah'dan sakınınız.»

«Can almanın ve bozgunculuk yapmanın ne dehşetli hadiseler olduğu (önceki âyetlerde) anlatıldıktan sonra; İkisinin hükmü açıklandıktan ve cinâyet işleyenin tevbe ettiği takdirde Allah'ın onu bağışlayacağına işaret edildikten sonra; sakınılması gereken can alma ve fesat çıkarma gibi Allah'a başkaldırı sayılan eylemlerden uzak durmak; ruhları yaşatmak ve bozgunculuğu bertaraf etmek gibi tedbirler almak; bununla birlikte tevbede acele etmek suretiyle mü'minlerin her hâlükârda Allah'ın öfkesinden sakınmaları emrolunmuştur.»

«Arayınız»

«Yani kendiniz için arayınız.»



«O'na»

«Yani O'nun vereceği sevabı kazanmak ve O'na yaklaşmak için»

«Vesîle -arayınız-»

«Vesîle: (Arapça) Faîle veznindedir ve Allah'a yakınlık kazanmak için emirlere uymak ve yasaklı şeyleri bırakmak anlamına gelir.»

b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açık*la*ması:

«Ey İman edenler!»

«Burada hitap geneldir. Bütün tevbekârlar öncelikle buna dahildir. Bununla birlikte, özellikle Tebuk Seferi’ne katılmaktan kaçınanların amaçlandığı söylenmektedir.»

«Allah'dan sakınınız.»

«Gerek işleyeceğiniz, gerekse bırakacağınız her şeyde (Allah'dan sakınınız.) Öncelikle savaşlar konusunda Hz. Peygamberle olan ilişkiler bu hitabın kapsamına girmektedir.»

«Ve sadıklarla birlikte olunuz.»

«İmanlarında ve verdikleri sözde (onlarla) beraber olunuz. Ya da Allah'ın dini ile ilgili olarak (genel anlamda): niyette, sözde ve eylemde onlarla birlikte olunuz; veya her konuda (doğrularla beraber olunuz.) Veyahut tevbelerinde ve bağlılıklarında onlarla birlikte olunuz. Bu takdirde amaç, şu üç kişi ve benzer durumda olanlardır.»

Bütün bunlara ek olarak bir de Şiî (Ca'ferî) Mezhebi'ne mensup ulemâdan Ayetullah Nasır Mukârim Şirâzî başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanmış bulunan Tefsîr-i Numûne adlı eserden söz konusu iki âyet-i kerîmenin yorumu aşağıda sunulmuştur.

a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:

«Ey iman edenler! Allah'dan sakınınız ve O'na (yakınlık kazanabilmek için) vesîle arayınız.»

«Ey iman edenler! Sakınmayı kendinize huy (kural, alışkanlık) edininiz ve Allah'a yaklaşabilmek için kendinize bir vesîle seçiniz.»[5]

b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:

Ey iman edenler! Allah'dan sakınınız ve sadıklarla beraber olunuz.»



«Ey iman edenler! Allah'ın emrine (muhâlefet etmekten) sakınınız ve sadıklarla beraber olunuz.»[6]



İşte Nakşibendîlerin, tezlerini kanıtlamak için ileri sürdükleri iki âyet-i kerîmenin gerçek ve özlü açıklamaları bunlardır. Bu açıklamalar, dünyadaki Müslüman çoğunluğun güvendiği ve saygı duyduğu, aynı zamanda ilim adamlarının başvurduğu tefsirlerin başında gelen ve yukarıda adları geçen kaynaklardan aktarılmıştır.

Ancak ne hayret verici bir husustur ki, kitap ve sünnet çizgisinden sapmış olan Şiîler ve Mu'tezilîler bile (yukarıdaki örneklerde görüldüğü üzere) bu iki âyet-i kerîmeyi tefsir ederlerken kişisel yorumlarını ortaya koymaktan âdetâ dikkatli bir şekilde sakınmışlardır. Buna karşın, Sünnilikte kimseye sıra vermeyen tarîkatçılar Allah'ın yüce kelâmına istedikleri her anlamı yakıştırmaktan çekinmemiş, üstelik bu yorumlarını günümüzde bir kitap haline getirmek suretiyle de cür'et ve pervâsızlıklarını sergilemişlerdir.

Görüldüğü üzere yukarıdaki tefsirlerin hiç birinde ne kelime olarak, ne de kavram olarak «râbıta» denen bir şeyden söz edilmemektedir.

Özellikle burada şu noktayı hatırlatmakta yarar vardır ki Kurân-ı Kerîm'in bütün âyetleri birer nedene bağlı olarak inmişlerdir. Bunlardan bazen birkaçının iniş nedeni aynıdır. Bu nedenlere İslâm'ın akademi di*linde «Esbâb-ı nüzûl» denir ve bu konu o kadar önemlidir ki Kur'ân ilimleri arasında bir bilim dalı olmuştur.

Bu branş, âyetlerin iniş nedenlerini incelemekte, bir, ya da birkaç âyetin birden inmesine sebep oluşturan hadiseleri açıklamakta, bazen ilgili yer ve kişiler hakkında da bilgi vermektedir. Daha ziyade hadisten desteğini alan bu ilim dalında örneğin, Ebulhasan Ali b. Ahmed el-Vâhidî, ve Celalüddîn Abdurrahman es-Suyûtıy gibi İslâm âlimleri de*ğerli eserler vermişlerdir.

İşte yukarıda sözü edilen iki âyet-i kerîmeyi bu açıdan da ele aldığımız zaman görmüş oluruz ki her birinin belli bir iniş nedeni vardır . Bu nedenlerin ise râbıta diye bir şeyi çağrıştıracak hiç bir yanı yoktur.

Evet Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmesi de -kaynaklara bakılacak olursa - ondan önceki iki âyet ve sonraki iki âyetle birlikte beş âyet olarak aynı olay hakkında birbirlerini tamamlayıcı şekilde inmişlerdir.

Rivâyet edildiğine göre Ukl ve Urayna[7] Kabîleleri'nden bir topluluk Medîne'ye gelerek Hz. Peygamber (s)'i ziyaret etmiş ve Müslüman olmuşlardı. Çölün mahrumiyetinden şikâyette bulunan bu adam*lara Allah'ın Elçisi ilgi göstermiş, hem İslâm'a ısınmaları, hem de dinlenmeleri için onları Medîne dışında havadar bir yerde ağırlamak istemişti.

Ne var ki bu vahşi çöl adamları konuklandıkları bu mevkide bir süre kalıp rahatladıktan sonra Hz. Peygamber (s) tarafından onlara, sütünden yararlanmaları için tahsis edilmiş olan deve sürüsünün çobanını öldürmüş, develeri de alıp kaçmışlardı.

İşte Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmesi, yakalanan bu canilere uygulanacak cezayı bildirmek üzere inerken, bu münasebetle savaşlarda düşmana karşı nasıl davranılacağı ve Allah'ın hoşnutluğunun (başta cihad ol*mak üzere) çeşitli hayırlı amellerle nasıl kazanılacağı hakkında 34. 36. ve 37'nci âyet-i kerîmeler de (belki bu ilgiyle ve ) bir çeşit tamamlayıcı bilgi olarak inmişlerdir.[8]

Hiç kuşku yok ki Kurân-ı Kerîm, tüm beşeriyet âlemine çağlar üstü bir ilâhî mesaj olarak gönderildiği için âyet-i kerîmeler (gerek iniş sebeplerine göre, gerekse taşıdıkları çok yönlü mânâ ve hikmetlere göre) her devirde insanlara, özel ve genel hayatlarında ışık tutacak ve yollarını aydınlatacaktır.

Şu var ki bazı âyetler çok genel anlamlar taşımaktadır. Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmesi gibi. Burada Allah Teâlâ'nın bizden iste*diği şey: O'na yakınlık kazanmak için her yararlı işe sarılmak ve bütün hayırlı yolları denemektir. Çünkü bu âyet-i kerîmedeki «vesîle» araç demektir. Öyle ise Rabb'imizin yakınlığını ve hoşnutluğunu bizim için sağlayacak olan her şey, bu âyet-i kerîmenin kapsamı içine girmektedir. Şu halde âyet-i kerîmedeki bu sınırsızlığı inkâr edercesine onu sırf râbıta için bir kanıt ola*rak ileri sürmek; ya da genelliğini kabul etmekle beraber hiç bir alâkası yokken onu râbıta ile iliştirmek ve hele bütün bunların ötesinde, (kaynağını Budizm'den aldığı ve İslâm'a zaman içinde yamandığı bütün çıplaklığıyla ortada bulunan, üstelik bir Hind meditasyonun*dan asla başka şey olmayan) râbıtayı meşrulaştırmak için bu âyet-i kerîmeyi alet etmek, iki ihtimali ortaya getirmektedir:

Bunlardan biri: İslâm'ı çarpıtmak ve onu içeriden çökertmek için amaçlı düşmanlıktır ki bu ihtimali râbıta yapanlar ve yaptıranlar için düşünmek (ileride ayrıntılarıyla açıklanacağı üzere) mümkün değildir.

İkinci ihtimal ise: Bilgisizlik, ya da bilgi yetersizliğidir; Buna bağlı şartlanmışlık altında gösterilen direniş ve inattır. Yani bu iş, esasen akıllı bir düşmanın marifeti olmasa gerektir.

Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyet-i kerîmesine gelince, bu da yine tefsir âlimlerinin tesbitine göre Hz. Peygamber (s)'in H. 8/M. 630 yı*lında tertip buyurduğu Tebuk Seferi'ne katılmaktan bilinçli olarak geri kalan Şair Kâab b. Mâlik, Hilâl b. Ümeyye ve Mirâra b. Rabi' adlarındaki üç zat hakkında inmiştir ki zaten bundan önceki âyette (yani Tevbe Sûresi'nin 118'inci âyet-i kerîmesinde) adları açıklanmamış olsa bile bu asker kaçaklarının üç kişi oldukları ifade edilmektedir. Dolayısıyla âyetin iniş sebebi berrak bir şekilde ortadadır.

Şimdi, bu âyet-i kerîmeyi başka yönlere çekenlerin iman, akıl, bilgi ve ahlâk bakımından hangi derekelerde bulunduklarını bir kez daha teşhis edebilmek için onu, önceki iki âyetle birlikte tekrar incelemeye çalışalım.

Evet Allah Teâlâ, Tevbe Sûresi'nin, 117. 118 ve 119'uncu âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyurmaktadır:

Âyet-117:

«Gerçek şu ki Allah, Peygamber (s)'i ve O'na o zor saatte uyan muhacirleri ve ensârı bağışladı. İçlerinden bazılarının kalpleri kaymaya yüz tutmuşken yine de onların tevbesini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı şefkatli ve esirgeyicidir.

Âyet-118:

«Keza seferden kendilerini geri bırakan o üç kişinin de tevbesini kabul etti. Dünya bütün genişliğine rağmen onların başına daralmıştı. Canları sıkıldıkça sıkılmış, ancak Allah'a sığınmaktan başka çareleri olmadığını anlamışlardı. (Nihâyet) tevbe etsinler diye Allah onların tevbesini kabul buyurdu. Çünkü elbette tevbeyi kabul eden ve elbette ki esirgeyen Allah'dır.»

Âyet-119:

«Ey iman edenler! Allah'ın emir ve yasaklarına titizlikle uyun ve doğrularla beraber olun.»

Görüldüğü üzere son âyet, öncekileri âdetâ tamamlayıcı bir anlam sergilemekte ve çok genel bir mesaj vermektedir. Dolayısıyla bu olayın gerek o günün şartlarında uyandırdığı izlenimler ve sebep olduğu olumsuzluklar, gerekse dünya durdukça meydana gelecek benzerlerinin neden olabileceği sonuçlar bakımından bu âyette bizlere yöneltilmiş o kadar büyük bir uyarı vardır ki bu noktayı bilinçli olarak göz ardı edip onu Hind kaynaklı bir meditasyon uygulamasına kanıt göstermek, Allah'ın yüce kitabını alaya almaktan başka bir şey değildir! Bu ise ister bilgisizlik, isterse bir hamâkat eseri olsun, bir yanlışlık ya da mazeret olmaktan uzaktır.





--------------------------------------------------------------------------------



[1]. Bk. BÖLÜM - II/6. Rûhânîler ve Râbıta.

[2]. Esasen tarîkatın kesin şartlarından biri de bunu peşin olarak kabul etmek ve böyle olmaktır. Nitekim Nakşibendîlere ait tarîkat kitaplarında, mürîdin şeyhine karşı uymak zorunda olduğu kurallar sıralanırken, sonunda hepsinin özeti olarak aynen şu ifade kulla*nılmaktadır: «Mürîdin şeyhe karşı tutumu, ölmüş kimsenin, teneşir üzerinde yıkayıcının elleri arasındaki durumu gibi olmalıdır.» Bk. Gümüşhânevî, Jâmi’ul-Usûl, s. 140; El-Kurdî, Tenwîr'ul-Qulûb s. 528; El-Khânî, El-Bahja'tus-Seniyye s. 23; Ali Behcet b. Ebibekr, Risâle-i Ubeydiyye-i Nakşibendiyye s. 3, Üniversite Kütüphânesi No. 77258. ist.

[3]. Bk. Muhammed Emîn Abidin, Sel'lul-Husâm el-Hindî Fi Nusra'ti Mawlânâ Khâlid an-Naqshabandî s. 37; Ferîduddîn Ferit Aydın, Mawqıf'u ibn Âbidîn Min's-Sûfiye'ti wa't-Tasawwuf s. 24



[4]. Kur’ân-ı Kerîm: 21/23

[5]. Farsça’sı : «Ey kesânî ké imân âverdeîd! Perhizkarî pîşe kunîd, ve vesîleî berâyé taqarrub be khudâ intikhâb nemâîd.»



[6]. Farsça’sı : «Ey kesânî ké imân âverdeîd! Ez (mukhâlefet-é fermân-é) khudâ perhîz, ve bâ sâdıkân bâşîd.»



[7]. Urayna Kabilesi Bujayla'nın bir koludur. Geniş bilgi için Bk. Jamhara'tu Ensab'il-Arab s. 365



[8]. Bk. Ebulfida' İsmail imâduddhin b. Omar b. el-Kethîr, Tefsîr'ul-Qur'ân'il-Azıym 3/86-99 Kahraman Yayınları, İstanbul- 1985; Ebulhasan Ali b. Ahmed el-Vâhidî, Esbâb'un-Nuzûl, S. 163, 164 Dâr ibn. Kethîr, Beyrut-1993
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
Miralay (2. January 2011)
Alt 1. January 2011, 02:00 PM   #9
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Râbıtayı Kanıtlamada Nakşibendîlerin Kullandığı Üslûp


Qusheyrî ve Gazalî gibi iyi eğitim görmüş nadir şahsiyetler istisna edilecek olursa esasen bütün tasavvufçuların anlatım ve açıklama tarzları perişan, rasgele ve dağınıktır. Bu durum elbette ki Nakşibendîler için de aynen söz konusudur.

Genellikle bütün yazıp çizdiklerinde ve özellikle râbıtaya ilişkin olarak kaleme aldıkları mektup ve kitapçıklarda bir anlatım mantığına rastlamak mümkün değildir. Bu nedenle, yazılarında hiç bir metod ve disiplin yoktur.

Hiç kuşku yok ki anlatım mantığının temeli diyalektik kurallar üzerinde kuruludur. Çünkü kanıtlamak, ilim kaynaklarına akılcı yollardan başvurmak suretiyle gerçekleri belli bir açıklama düzeni ve mantık silsilesi içinde ortaya çıkarma sanatıdır. Bu sanatın icrasında eğer tez ile kanıt arasında hiç bir ilgi ortaya konamazsa, ya da bu iki şey arasında herhangi bir ilgi yokken bunun var olduğu yolunda kuru bir inat sergilenirse bunda artık bir anlatım mantığı aramak abes olur. Doğrusu böyle bir tutuma, müzmin bir megalomani tezahürü demek daha doğru olur.

Nitekim râbıta konusunda Nakşibendîlerin sergilediği inat aynen böyledir.

İşte örnekleri:

Son dönem Nakşî şeyhlerinden İsmet Garibullah râbıtasız çalışan insanın deli olduğuna kesin şekilde hükmetmekte ve bu konuda aynen şunları söylemektedir:



«Bin yıl olsa ah vah sırr-u celî,

Hakka vasıl kimsenin olmaz dili ;

Manevi sohbetle vasıl her velî ;

Râbıtasız sa'yeden mutlak deli.»[1]

Demek ki bir insan eğer gidip bir Nakşî şeyhine bağlanmamışsa ve tabiatıyla “mürşidsiz olduğu için“ böyle birinin şeklini de zihninde canlandırmaksızın çalışıyorsa (yani ibâdet ediyorsa!) o insan, İsmet Efendi'ye göre mutlak surette delidir! Bu konudaki kanıtı da aynen, kendisinden önceki şeyhlerin ileri sürdüğü gibi Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyetidir (!)[2]

Bir başka örnek de Halid Bağdadî'ye mal edilen Risâle-i Hâlidiyye tercümesindeki şu ifadelerdir:

«Eğer denilirse ki râbıtaya delil-i sâbit var mıdır ? Biz deriz ki:

–Naam, (yani evet) kitab ve sünnet ve kıyas ile delil sabittir. Emma kitâb ile sübûtu, Hak Teâlâ'nın "ve'bteğû ileyhi'l-vesîlete" kavl-i şerifidir.»[3]

Ne ilginçtir ki Nakşibendîler bu kitabın Halid Bağdâdî'ye ait olup olmadığını bile şimdiye kadar kanıtlayamamışlardır. Çünkü bu kitapçık onların iddiasına göre Bağdâdî tarafından yazılmış olan Arapça bir metnin tercümesidir. Bu metnin nerede olduğu hakkında ise hiç bir şey söylememektedirler. Hal böyle iken râbıtanın, sözde Allah'ın kitabında ve Rasulullah (s)'ın sünnetinde sabit delilleri bulunduğunu bu kitapçığa dayanarak söylemektedirler!

Allah'ın kitabından, davâlarına kesin birer delil olarak ileri sürdükleri Tevbe Sûresi'nin 119'uncu ve Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmelerinden râbıta diye bir anlam çıkarmak, Nakşibendîlikteki mantık iflasının sadece bir tek kanıtı değil, görüldüğü üzere bu düşünceyle sergiledikleri anlatım üslûbu da onların ilim divanında ne duruma düştüklerini açıkça ortaya koymaktadır.

Bir tarîkat şeyhine bağlanmayı, ondan sonra da belli bir şekilde hareketsiz oturup o insanı zihinde canlandırmayı ve onun (her ne demekse) rûhâ*niyetinden medet ummayı bu iki âyet-i kerîme ile açıklamaya çalışmak acaba hangi ilgiyle mümkün olabilmektedir?

Aslında Nakşibendîler bu perişan mantığın sıkıntısını çekmiyor değiller. Nitekim onlara bu yüzden yönelebilecek eleştirileri başlarından savabilmek için bakınız, Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmesiyle ilgili olarak neler söylüyorlar:

«Eğer denilirse ki: Burada vesîleden murâd, râbıtadan gayrıdır; Biz deriz ki: Mefhum âmdır. (kavram geneldir.) Taleb-i vesîle ile emir sabit oldu ise râbıta vesâilin efdalıdır.»[4]

Dikkat edilecek olursa Nakşî rûhânileri bu anlatımla öyle karanlık bir dehlizin içinde dolaşıyorlar ki aslında neyi kanıtlamaya çalıştıkları da belli değildir. Çünkü Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmesini, temelde râbıtayı kanıtlamak için burada ileri sürdükleri halde konuyu hemen saptırıp bu kez «vesîle» kavramı üzerine dikkatleri çekmeye çalışmaktadırlar. Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için (hayırlı ve yararlı işlerden başka bir şey olmayan) «vesîle» yi, sanki Müslümanlar inkâr ediyormuş gibi onu râbıtanın yerine koyarak böyle hileli bir yoldan savunmaya geçmektedirler.

Acizliğin ve çaresizliğin zoru altında ezilen Nakşîler, hiç bir zaman kendilerini ciddiye almamış olan İslâm âlimlerinin muhtemel bir itirazını sürekli olarak hesaplamış olmalıdırlar ki râbıta meselesini işledikleri hemen her yerde hayâlî bir düşman karşısında yaşamış ve zaman zaman dillerini sertleştirerek saldırgan bir tavır da almışlardır. Bu suretle Naşibendîlikte «münkirlik edebiyatı» da diyebileceğimiz bir hakaret üslûbu gelişmiştir.



İşte bu üslûbun örneklerinden birkaçı:

Halid Bağdâdî'nin, İstanbullu Muhammed Es'ad Efendi'ye gönderdiği ileri sürülen mektubun hemen ilk satırlarında aynen şu ifadeler yer almaktadır:

«Hakikatın sırrından gâfil bazı kimseler, râbıtayı tarîkatta bir bid'at (yani tarîkata keyfi olarak sonradan ilave edilmiş bir husus) sayıyorlar. Ona, asılsız ve gerçek tarafı olmayan bir şeydir, diyorlar. Bilakis o, bizim Yüce Nakşibendî Tarîkatımızın büyük prensiplerinden biridir. Hatta gerçeğe ermek yolunda -Aziz Kitab'a- (Kur'ân-ı Kerîm'e) ve Hz. Peygamber (s)'in sünnetine tutunduktan sonra, yapışılması gereken sebeplerin en büyüklerinden biridir. »[5]

Halid Bağdâdî'nin mürîdlerinden Mustafa Fevzi de bu konuda şeyhini izleyerek râbıta aleyhdarlarını aşağıdaki beyitlerde şöyle kötülemektedir:

«Bazı câhiller edermiş qıyl-ü qâl,

Herze gûyân-u şerîr-u bed maqâl ;

Za'mederlermiş ki gûya râbıta,

Küfrimiş, mezmûm imiş hem vâsıta,

Şeyhe eylermiş perestiş salikîn,

Eylemişler ihtirâ' bir başka dîn,

Sümme hâşa, Sümme hâşa yâ kerîm,

Bu söze estağfirullah'el azıym. »[6]



Keza Halid Bağdâdî'ye ait olduğu söylenen Risâle-i Hâlidiyye'de, Hz. Ebubekr'in tuvalette bulunurken Hz. Peygamber (s)'i düşünmekten rahatsız olduğu ve bunu kendisine anlattığı nakledilmekte, bunun da râbıtaya bir kanıt olduğu ileri sürülürken sözde esas amacın, zihinde canlandırılan kimsenin bizzat kendisi olmadığı, bilakis onun bir araç olduğu ifade edilmekte ve nihâyet: «Münkirler, emreyn beynini fark ve temyizden kasırlardır.» (yani: İnkar edenler, bu iki şey arasındaki farkı algılayabilecek basiret ve anlayıştan yoksundurlar.) diyerek râbıtayı kabul etmeyenler bu suretle aşağılanmaktadır.

Özellikle Necip Fazıl Kısakürek'in, râbıtaya karşı çıkabileceklere yağdırdığı hakaretler dikkat çekicidir. Şeyhinin bu konudaki bir kitapçığına yazdığı giriş bölümünde aynen şu sözleri sarf etmektedir:

«Sonsuzluğa eriş ve sonsuzlukta oluş sırrının mukaddes rejimini nokta nokta çizen bu eseri, ulvi gayesinin yanı başında, dini esrar ve derinlik buudundan mahrum bırakmak isteyen ve gûya dinden yana geçinen bazı maddeci mankafalara indirilmiş bir balyoz mahiyetini taşıyor.»[7]

Bu Nakşibendî şâirin, edebî ve havalı bir üslûpla Arvâsî'nin Râbıta Risâlesi'ni ,«Sonsuzluğa eriş ve sonsuzlukta oluş sırrının mukaddes rejimini nokta nokta çizen..» bir eser diye göklere çıkararak onu balyoz gibi üzerlerine indirdiği ve “mankafa“ diyerek aşağıladığı insanlar, hiç kuşkusuz Allah'ın Yüce Kitabı'nı ve Rasûlullah (s)'ın Sünnet-i Senniyyesi'ni, bir avuç Nakşibendînin cür'et ettiği gibi Patanjali meditasyonu ile çarpıtmayan, bilakis bu iki nur kaynağına sıkıca bağlı olan birkaç yüz bin Müslüman dan başka kimseler değildir!

Nakşi okur-yazarlarında kendini gösteren bu râbıta paranoyasının, aslında pek zorlayıcı bir nedeni de yoktur. Nitekim şimdiye kadar râbıtaya karşı kampanya açmış birine rastlanmamıştır. Çünkü râbıta çok yeni bir meseledir de ondan. Şuna inanılmalıdır ki çok önceleri değil, Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi zamanında bile bu konu eğer Müslümanların gündemine gelmiş olsaydı bu zat mutlak surette râbıta hakkındaki kanâatini ortaya koyacaktı. Zaten râbıtanın ne olduğunu ve Nakşibendîlik doktrinine ne zaman ve hangi kaynaklardan, hangi nedenlerle İslâm'a sızdırıldığını meydana çıkaran kanıtlardan biri de budur. Ve çünkü eğer râbıta çok eski bir mesele olsaydı, İslâm âlimleri onu mutlak surette işleyecek, Kur'ân ve Sünnet'in süzgecinden geçirecek ve hakkındaki ictihadlarını ortaya koyacaklardı.

Esasen râbıtanın çağımızda tartışma gündemine getirilmiş olması bu konuda akla gelebilecek birçok soruyu kendiliğinden cevaplamakta ve bu inanışın içyüzünü ortaya sermektedir.

İşte bu gerçekler karşısında Nakşibendî Tarîkat çevreleri, davâlarını kanıtlayabilecek durumda olamadıkları için bu kez ilmin kabul edemeyeceği yolları izlemekte ve yukarıdaki örneklerde görüldüğü üzere Müslümanlara hakaret etmek suretiyle rahatlamaya çalışmaktadırlar.


--------------------------------------------------------------------------------



[1]. Risâle-i Qudsiyye s. 95



[2]. Age. S. 92

[3]. Risâle-i Hâlidiyye tercü*mesi S. 11

[4]. Age. S. 11

[5].Bk. Muhammed Muti' el-Hafız-Nizar Abaza, Ulemâ'u Demashq wa A'yânuha Fi'l-Qarn’it-Thâlith Ashar el-Hijrî: Cilt 1/S. 313; Raşahât kenarı (Arapça’sı) S. 222; Midilli'de sürgün Seyyid Vasfi Hüseynî, Tercüme-i Risâli-i Râbıta (Osmanlıca tercümesi), Raşahât kenarı S. 236

[6]. Mustafa Fevzi, İsbât’ul-Mesâlik Fi Râbıta'tis-Sâlik s. 25

[7]. Râbıta-i Şerîfe Risâlesi s. 5
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
Miralay (2. January 2011)
Alt 1. January 2011, 02:01 PM   #10
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Râbıtanın Tarihi ve Kaydettiği Aşamalar


Râbıta ne kadar bir geçmişe sahiptir, ya da bugünkü anlamda ilk kez ne zaman söz konusu edilmiştir? Bu inanış tarzı kim ya da kimler tarafın*dan Nakşibendî doktrinine yerleştirilmiştir?

Aslında bu ve benzeri soruların cevabını Nakşibendî Tarîkatı'nın, kaydettiği evrimin akışı içinde aramak lazımdır. Çünkü bizzat bu tarîkatın ruhanileri ve ileri gelenleri tarafından bu konuda söylenmiş olan sözlere bakılacak olursa Tarîkat, tarih boyunca aşamalarla çeşitli adlar almış ve içinde faaliyet gösterdiği muhitlerin gelenek ve anlayışlarıyla yeni yeni içerikler kazanmıştır.

Müteveffa eski Ağrı Milletvekili ve «Doğu»'nun ünlü Nakşî şeyhlerinden Muhammed el-Küfrevî'nin torunu ve O'nun temsilcisi Kasım Kufralı (Küfrevî), 1949 yılında yazdığı «NAKŞİBENDÎLİĞİN KURULUŞ VE YAYILIŞI» adlı eserin önsözünde aynen şunları söylemektedir:

«İlk şeyhlerinin Türkistan ve Maverâünnehrli olmaları dolayısıyla Nakşibendîliğe bu muhitin anane ve âdetleri de girmişti. Tesirleri türlü şekillerde tezahür eden bu gelenekler dolayısıyla Nakşibendîliğin Türk fikriyâtı bakımından da tetkiki gerekiyordu.»

Nitekim Kasım Kufralı bunları tetkik etmiş, (incelemiş) ve birçoğunu ortaya çıkarmıştır; ki bunların en önemlisi Nakşibendî Tarîkatı'nın hangi tarihlerde kurulduğu konusudur. Çünkü Nakşibendîler, «Silsile-i Sâdât» diye adlandırıp, birbirine bağladıkları birkaç düzine insandan oluşan hayâlî bir tarîkat zinciri aracılığıyla bu teşkilatı her ne kadar Hz. Ebubekr'e kadar bağlıyorlarsa da Kufralı bunu âdetâ yalanlarcasına (yine bu kitabının önsözünde) şunları kaydetmektedir:

«Mevcut eserlere dayanılarak Nakşibendîliğin teessüs tarihi Gazneliler zamanına kadar çıkarıldığı için, tarîkatın bu hanedân zamanından itibaren hakiki hüviyetini ihraz etmeye başladığı, Hâce[1] Yusuf el-Hemedânî devrine kadar geçirdiği istihâle tetkike mebde' ittihaz edilmiştir.»

Nakşibendîliğin âdetâ cenneti haline getirilmiş bulunan Türkiye'de «bu tarîkatın bağlıları, neden son zamanlarda râbıta üzerinde titizlikle durmaya başladılar?» sorusuna gerçek anlamda bir cevap bulabilmek için -yukarıdaki alıntılardan da anlaşıldığı üzere- bu tarîkatın tarihini irdelemekle ancak mümkün olabilecektir. Her ne kadar Nakşibendîliğin tarihi (bu çalışmada) amaç değilse de konunun ana çekirdeğini oluşturan râbıta hakkındaki ayrıntıların su yüzüne çıkarılabilmesi açısından bu mistik akımın geçmişini biraz eşelemek burada az çok önem taşımaktadır.

Nakşibendîliğin, genelde Türklere mahsus bir İslâm modeli olduğunu söylemek yanlış olmaz. (Sırf Kurân-ı Kerîm'e ve Rasulullah (s)'ın Sünnetine bağlı Müslüman azınlığın dışında kalan) Anadolu’daki hemen bütün Türkler, bilerek veya bilmeyerek İslâm’ı bu model içinde benimsemişlerdir. Hatta ve hatta Türkiye'deki «dindar» Kürtler’in, Arapların ve diğer Müslümansı azınlıkların da İslâmî anlayışı, egemen kitle olan Ortodoks Sünni Türklerin etkisi altında Nakşibendîleşmiştir. Bu bakımdan kurallarıyla, âyinleriyle ve dış dekoruyla topluma aşıladığı zihniyet ve ona verdiği yön bakımından, Nakşibendîliğin serüvenini araştırarak râbıtanın tarihi hakkında tesbitler yapmak daha doğru olur.

Bu tarîkatın gerçek anlamda Türklerin milli dini olduğunu en çarpıcı şekilde kanıtlayan aşağıdaki sözlerin bizzat Şah-ı Nakşibend tarafından söylendiği Nakşibendîliğin en güvenilir bir kaynağında yer almaktadır.

«Ol hâbı ana dedim. Buyurdularki: " – Ey oğul ! Sana meşayih-i Türkden nasib erişse gerektir.»[2]

Nakşibend'in, gördüğü bir rüyayı büyükannesine anlattığı zaman O'nun, bu düşü nasıl yorumladığını anlatan yukarıdaki sözler bugünkü Türkçe ile şöyledir:

«O rüyayı ona söyledim. Buyurdular ki: " –Ey oğul! sana Türk şeyhlerinden bir pay ulaşsa gerektir. » Yani Türk şeyhleri seni eğitecek ve sana yön vereceklerdir.

Bu iki cümleden bile çok rahatça anlaşılmaktadır ki: Türklük ideali, Nakşibend'in doğduğu ta Miladî 1318 yıllarından itibaren İslâm'ı sırf bu millete mahsus bir din kalıbına dökmek için Nakşibendî Tarîkatı'na çok önemli bir rol yüklemeye başlamıştır.



Bu ipucundan hareketle iz sürülürse çok net bir şekilde görülecektir ki doğrudan doğruya İslâm'ı Kur'ân'dan anlamak ve O'nu, orijinal nitelikleriyle alıp hayata geçirmek, daha o zaman Türkün milli idealine sığmamıştır. Çünkü tarîkat kapısından girerek İslâm'la tanışan Türk insanı, genellikle «Ben önce Türküm, ondan sonra Müslümanım» diye düşünmüştür. Bu özellik aynı zamanda İranlılar için de söz konusudur. Nitekim, İranlılar için Şiîlik, nasıl ki bir İslâm modeli haline gelmişse Türkler için de Nakşibendîlik bir İslâm modeli haline gelmiştir. Bu nedenle, İranlı Şiî’nin vicdanında «Âyetullah» denen kutsal kişiliğin yeri ne ise Nakşibendî Türkün vicdânında da «Efendi Hazretleri»'nin yeri odur.

Arı İslâm'ın eski Türkler arasında salt bir Arap dini olarak algılanmış olması gibi çok güçlü bir ihtimalin varlığını eğer düşünecek olursak, elbette ki dil ve kültür farklılıklarından kaynaklanan birtakım sorunların, İslâm'ın Nakşibendîleştirilmesinde büyük etken oluşturduğuna da inanmamız gerekir. Dolayısıyla «Alternatif bir İslâm şekli»'nin elde edilebilmesi için elbette ki çeşitli malzemelere gereksinim vardı. Nitekim eski Türk rûhânîlerinin yaptığı iş, bu malzemeleri bulmak olmuştur. İşte bunlardan biri de «râbıta»'dır.

Tarîkata çok sonraları girmiş olan râbıta hakkında kanıtsal bilgilere ulaşabilmek ise, bu konuda gerek bizzat Nakşîler tarafından, gerekse karşıtları tarafından kaleme alınmış yazıları incelemekle ancak mümkün olabilir. İşte şimdi de sıra bu belgelerde...





--------------------------------------------------------------------------------

[1]. Bu kelime Farsça’dır. Efendi, reis, öğretmen, başkan ve önder gibi anlamlarda kullanılır. Ancak Türkçe’ye zaman içinde girmiş olan binlerce Arapça Farsça ve çeşitli dillerden sözcüklerin uğradığı sonuçta olduğu gibi bu kelimenin de hem yazılış, hem söyleyiş biçimi bozulmuştur. Yukarıdaki alıntıda görüldüğü üzere, yalnız eğitimsiz insanlar değil, bilakis okumuş, sözde kültür almış birçok kimse de artık bu kelimeyi (bir galat-ı Meşhûr olarak) «Hoca» şeklinde yazmakta ve okumaktadır. Yukarıdaki alıntıda yazar, bu sözcüğü her ne kadar aslına uygun biçimde yazmak istemişse de Farsça’daki yazılışına uygun olarak okunabilmesi için Latin harfleriyle (Hâce değil), «Khuwâce» şeklinde yazılması gerekir.

[2]. Bk. Nefehât Ter.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
Miralay (2. January 2011), Muhabbetci (18. January 2011)
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
mürid, mürşid, nakşibendi, nakşibendilik, rabıta, tarikat, tarikatta


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 07:26 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam