hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NÜZUL SIRASINA GÖRE TEBYîNÜ'L -KUR'AN İŞTE KUR'AN ve VİDEOLARI Hakkı Yılmaz > İniş Sırası ile Sureler > 87.Bakara Suresi

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 4. March 2010, 12:32 AM   #11
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

موت [MEVT/ÖLÜM]

Mevt sözcüğü, genellikle hakikat anlamıyla ele alındığından, ortaya makul olmayan anlamlar çıkmaktadır. Klasik lügat kaynaklarında bu sözcük hakkında bilgileri buluyoruz:

موت[mevt/ölüm], “hayat”ın karşıtıdır. Mecâzen mevt [ölüm], “sükun” [sakinlik, hareketsizlik] demektir. Hareketsiz her şey için, “o öldü” denir. Rüzgâr dindiğinde, “rüzgâr öldü”; şarabın kaynayıp köpürmesi bittiğinde, “şarap öldü”; kişi uyuklayıp kendinden geçtiğinde, “kişi öldü”; ateşin alevi, dumanı ve koru kalmadığında, “ateş öldü”; su toprakta kaybolduğunda, “su öldü” denir.

Ve denilmiştir ki ölüm, Arap dilinde “sükûn” üzerine ıtlak olunur. Yoksulluk, zillet, dilencilik, yaşlılık, câhillik gibi düşkünlük, sıkıntılı, mutsuz hâller de ölüm olarak ifade edilir. Bu anlamlar için şu âyetlere bakılabilir: Fâtır/9; Zuhruf/11; Ankebût/50; Meryem/53; Rûm/19, 52; Neml/8; İbrâhîm/17; Zümer/42 ve En‘âm/60, 122.[26]

Konumuz olan âyette zikredilen mecâzî ölüm ve dirilme olgusu, her zaman olan ve olabilecek hâdiselerdendir:

Kendileri binlerce kişi iken ölüm korkusuyla yurtlarından çıkan, sonra da Allah'ın kendilerine “Ölün!” deyip, sonra da kendilerine bir hayat verdiği kimseleri görmedin mi? Şüphesiz Allah, insanlara karşı bir lütuf sahibidir. Velâkin insanların pek çoğu şükretmiyorlar. (Bakara/243)

56-57. âyetlerdeki, Sonra Biz, şükredesiniz diye sizi ölümünüzün ardından dirilttik. Ve üstünüze o bulutu gölge yaptık ve üzerinize kudret helvası ve bıldırcın/bal indirdik. Ve size verdiğimiz rızıkların hoş olanlarından yiyin ifadesinden anlaşıldığına göre onlara, kendilerini çölün cehennem gibi kavurucu sıcağından koruyan gölgelik bulutlar ve yağmur gönderilmişti. Yağmur ve bulut sayesinde rahatlamışlar ve moralleri düzelmişti. Böylece hem uygun yiyeceklere, hem de huzurlu bir yaşam ortamına kavuşmuşlardı. Bu olay, A‘râf ve Tâ-Hâ sûrelerinde yer almıştı:

Ve Biz onları on iki torun ümmete [liderleri olan oymak topluluğa] ayırdık. Ve kavmi kendisinden su istediği zaman Mûsâ'ya, “Asan ile taşa vur” diye vahyettik. Hemen o taştan on iki pınar kaynayıp akıverdi. Halkın her biri su alacağı yeri iyice öğrendi. Ve bulutu da üzerlerine gölge yaptık. Onlara kudret helvası ve bal/bıldırcın indirdik; size rızık olarak ihsan ettiğimiz nimetlerin temizinden yiyiniz! Onlar Bize zulüm yapmadılar, kendi kendilerine zulmediyorlardı. Ve bir zaman onlara, “Şu kente yerleşin ve oradan dilediğiniz şeyleri yiyin ve ‘Hıtta’ [günahlarımızı bağışla]! deyin ve secde ederek [teslim olmuş olarak] kapıdan girin. Biz suçlarınızı bağışlayacağız, iyilere arttıracağız” denilmişti. Sonra onların içinden bir kısım zâlimler, sözü, kendilerine söylenenden başka söze değiştirdiler. Biz de zâlimlik ettiklerinden dolayı üzerlerine gökten bir ceza gönderiverdik. (A‘râf/160-162)

Ey İsrâîloğulları! Sizleri düşmanınızdan kurtardık ve dağın sağ yanında size söz verdik/dağın sağ yanını size buluşma yeri olarak belirledik. Üzerinize de kudret helvası ve bıldırcın/bal indirdik. –Sizi rızıklandırdığımız şeylerin temizlerinden yiyin ve bunda aşırı gitmeyin, sonra üzerinize gazabım iner. Kimin üzerine de gazabım inerse, muhakkak o iner [düşer, mahvolur]. Ve şüphe yok ki Ben, tevbe eden, iman edip sâlihi işleyen, sonra da hakk yolu bulan kimse için çok bağışlayıcıyım.– (Tâ-Hâ/80-82)

Burada nakledilen olaylar, Kitab-ı Mukaddes'te de [Çıkış; 24:9-11, 33:18-23, 16; 1:7-9, 31-32, Yesu 5:12, Sayılar; 11:7-9, 31-32] yer almaktadır.

58. Ve hani bir zamanlar Biz, “Şu kente girin de onun nimetlerinden dilediğiniz şekilde bol bol yiyin. O kapıdan da secde ederek [teslim olarak; onlara teb’a olarak, taşkınlık, zulüm yapmadan] girin ve ‘Hıtta’ [bizi bağışla]! deyin ki, size, hatalarınızı mağfiret ediverelim, iyilik-güzellik yapanlara nimetlerimizi daha da arttıracağız” demiş idik.

59. Bunun üzerine o zulmeden kimseler, sözü, kendilerine söylenildiğinden başka bir şekle değiştirdiler. Biz de yapmış oldukları fâsıklıkları karşılığında o zâlimlerin üstüne gökten bir azap indirdik.

Bu âyetlerde de, Mûsâ ve kavmi arasındaki geçmiş olaylardan bir kesit, Medîne Yahudilerine hatırlatılarak uyarı ve davete devam edilmektedir.

Allah İsrâîloğulları'ndan, bir kente girip oranın teb’ası olarak nimetlerden bolca istifade etmelerini, “Hıtta!” diyerek bağışlanma dilemelerini emretmiş; onlar ise “hıtta” sözünü değiştirip başka bir forma sokmuşlar. Bundan dolayı da cezalandırılmışlardır.

Kur’ân'da bu kentin neresi ve kapının hangi kapı olduğu bildirilmez. Kentin Kudüs, kapının da bugün Bab-ı Hıtta diye bilinen kapı olduğu kabul edilebilir. Merhum Mevdûdî bu hususta şu açıklamayı yapmıştır:

Şehrin adı henüz belirlenememiştir. Bu olay, İsrâîloğulları, Sina Yarımadası ile Kuzey Arabistan arasında gezindiği sırada meydana geldiği için, büyük bir ihtimalle oralarda bir şehir olması gerekir. Ürdün'ün doğusunda, Erina şehrinin tam karşısında Şittim olması da muhtemeldir. Kitab-ı Mukaddes'e göre İsrâîloğulları Hz. Mûsâ'nın (a.s) son yıllarında bu şehri fethettiler ve sefahate düştüler. Sonunda Allah onlara veba şeklinde bir azap gönderdi ve içlerinden 24.000 kişi öldü.[27]

İsrâîloğulları'nın “hıtta” sözünü nasıl değiştirdikleri hususunda da birçok tahmin yapılmıştır. Buna göre onlar حطّة[hıtta] yerine, حنطة[hınta/buğday] veya “hıttâ sümâsa” [kırmızı buğday] demişlerdir. Böylece onlar yine çıkarlarını kulluğun önüne geçirmişlerdir.

Bu kesit Mâide sûresi'nde şöyle verilir:

Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı mukaddes [temizlenmiş] toprağa girin, geriye dönmeyin, yoksa kayba uğrayanlar olarak dönersiniz. Onlar, “Ey Mûsâ! Şüphesiz orada zorba bir toplum var. Onlar oradan çıkmadıkça da biz oraya asla girmeyiz. Şâyet onlar, oradan çıkarlarsa, şüphesiz biz de artık girenleriz” dediler. Korkanlardan ve Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki adam dedi ki: “Onların üzerlerine kapıdan girin. İşte, oradan girerseniz şüphesiz siz gâlip olanlarsınız. Eğer inanıyorsanız da yalnızca Allah'a tevekkül edin.” Onlar [Mûsâ'nın kavmi], “Ey Mûsâ! Onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Artık sen ve Rabbin gidin de savaşın. Şüphesiz biz burada oturanlarız” dediler. O [Mûsâ], “Rabbim! Ben, kendimle kardeşimden başkasına mâlik değilim [söz geçiremiyorum]. Artık bizimle bu fâsıklar toplumunun arasını ayır” dedi. O [Allah] dedi ki: “Artık o [mukaddes arz] onlara kırk sene harâm kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. O nedenle sen o fâsık kavim için tasalanma!” (Mâide/21-26)

Bu kesit, A‘râf sûresi'nde şöyle yer almıştı:

Ve bir zaman onlara, “Şu kente yerleşin ve oradan dilediğiniz şeyleri yiyin ve ‘Hıtta’ [günahlarımızı bağışla]! deyin ve secde ederek [teslim olmuş olarak] kapıdan girin. Biz suçlarınızı bağışlayacağız, iyilere arttıracağız” denilmişti. Sonra onların içinden bir kısım zâlimler, sözü, kendilerine söylenenden başka söze değiştirdiler. Biz de zâlimlik ettiklerinden dolayı üzerlerine gökten bir ceza gönderiverdik. (A‘râf/161-162)

Bu kesit Kitab-ı Mukaddes'te de [Sayılar, 25:1-9] yer alır.

60. Ve hani bir zamanlar Mûsâ, kavmi için su istemişti de, Biz, “Asan ile taşa vur!” demiştik. Bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmıştı. Her kısım insan kendi su alacağı yeri kesinlikle öğrendi. –Allah'ın rızkından yiyin, için ve bozgunculuk yaparak yeryüzünde taşkınlık yapmayın.–

Bu âyette de geçmiş İsrâîloğulları'nın hayatından bir başka kesit aktarılmaktadır. İsrâîloğulları'nın çölde susuzluk çektiği bir dönemde Mûsâ kavmi için su istemişti. İsteğini kabul eden Allah kendisine, asasını belirli bir taşa vurmasını emretti. Asasını taşa vurunca, taştan, Yahûdi kabilelerinin sayısınca pınar fışkırdı.

Malumdur ki Allah, mucizeleri toplumların en ileri oldukları sahalarda yaratmaktadır. Araplarda Beyan ilmi [edebiyat] çok ileri olduğundan Kur’ân Rasûlullah'a edebî bir mucize olarak verildi. Mısır'da sihir çok geliştiğinden Mûsâ'ya –sihrin gücünü aşması, sihirbazları aciz bırakması için– asâ mucizesi verildi.

Âyette zikri geçen kaya, bugün de, Sina Dağı yakınlarında üzerinde 12 deliğiyle görülmektedir. Kayadan 12 pınarın fışkırması, İsrâîloğulları'nın 12 kabile olması sebebiyle aralarında su kavgası olmaması için olsa gerektir.

Yahûdiler, Ya‘kûb'a nisbetle “İsrâîloğulları” diye anılır ve Ya‘kûb'un 12 oğlunun soyu olarak bilinirler. Bu soylar, ileride “esbât” diye de zikredilecektir.

61. Ve hani bir zamanlar siz, “Ey Mûsâ! Biz tek yemeğe asla sabredemeyiz, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” demiştiniz. O [Mûsâ] da size, “O üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/Mısır'a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır” demişti. Ve üzerlerine zillet ve meskenet damgalandı ve nihâyet Allah'tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş olmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir.

Bu âyette de İsrâîloğulları'nın hayatından Mûsâ dönemine ait utanç verici başka bir kesit aktarılmıştır.

İsrâîloğulları, Mûsâ'ya, Ey Mûsâ! Biz tek yemeğe asla sabredemeyiz, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın demişler. Mûsâ da kendilerine, O üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/Mısır'a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır diye cevap vermiştir.

Mûsâ'nın bu cevabı, kavmine bir azar mahiyetinde olup onlara, “Mısır'a gidip köleliğe, onursuz hayata geri dönün. O hayat düzeni içinde mercimek, sarımsak, soğan, kabak ve benzeri şeyleri bol bol yersiniz. Siz onurlu ve özgür olmayı istemiyorsunuz” demek istemiştir.

Daha sonra İsrâîloğulları, kendilerine gönderilen peygamberleri hakksız yere öldürmeleri, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri sebebiyle zillet ve meskenete maruz kaldılar, Allah'ın gazabına uğradılar.

Bu konuya Kur’ân'da başka sûrelerde de değinilmiştir:

Şüphesiz Allah'ın âyetlerini inkâr edenler ve hakksız yere peygamberleri öldürenler, insanlardan hakkların verilmesini emreden kimseleri öldürenler… Hemen bunları acıklı bir azapla müjdele! (Âl-i İmrân/21)

Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine alçaklık damgası vurulmuştur. Ve Allah'ın ipine ve insanların ipine bağlı kalanlar hariç onlar Allah'ın hışmına uğradılar ve üzerlerine de miskinlik vurulmuştur. Bu, onların Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş olmaları ve hakksız yere peygamberleri öldürmeleri sebebiyledir. Bu, isyan etmiş ve haddi de aşmış olmaları nedeniyledir. Hepsi bir değildirler. Kitap Ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir ümmet [önderi olan topluluk] vardır ki onlar, gecenin saatlerinde secde ederek Allah'ın âyetlerini okurlar. Allah'a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle yarışırlar. Ve işte onlar iyi insanlardandırlar. (Âl-i İmrân/112-113)

Derken, halkın arasındaki yabancılar başka yiyeceklere özlem duymaya başladılar. İsrâîlliler de yine ağlayarak, “Keşke yiyecek biraz et olsaydı!” dediler, “Mısır'da parasız yediğimiz balıkları, salatalıkları, karpuzları, pırasaları, soğanları, sarmısakları anımsıyoruz. Şimdiyse yemek yeme isteğimizi yitirdik. Bu man'dan başka hiçbir şey gördüğümüz yok.” Man, kişniş tohumuna benzerdi, görünüşü de reçine gibiydi. Halk çıkıp onu toplar, değirmende öğütür ya da havanda döverdi. Çömlekte haşlayıp pide yaparlardı. Tadı zeytinyağında pişirilmiş yiyeceklere benzerdi. Gece ordugaha çiy düşerken, man da birlikte düşerdi.[28]

Kitab-ı Mukaddes'e göre İsrâîloğulları'nın târihi, öldürme ve eziyet olayları ile doludur: II. Târihler, 16:1-14; I. Krallar, 19:1-10; I. Krallar, 22:26-27; II. Târihler, 24:20-21; Yeremya, 15:10; Yeremya, 18:20-23; Yeremya, 20:1-18; Yeremya, 20:36-40; Matta, 23:37; Markos, 6:17-29; Matta, 27:22-26.

İsrâîloğulları'nın maruz kaldığı zillet ve meskenet Mâide sûresi'nde açıklanmıştır:

O [Allah] dedi ki: “Artık o [mukaddes arz] onlara kırk sene harâm kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. O nedenle sen o fâsık kavim için tasalanma!” (Mâide/26)

62. Şüphesiz şu, iman etmiş kişiler, Yahûdileşmiş kişiler, Nasrâniler ve Sâbiîler; her kim Allah'a ve âhiret gününe iman eder ve sâlihi işlerse, artık Rabb'leri katında bunlar için ecirleri vardır. Bunlara bir korku yoktur. Bunlar mahzun da olmayacaklar.

Bu âyet, birinci planda, Yahûdilerin iman ve amelleri ne olursa olsun, ebedî kurtuluşun tekellerinde olduğu hususundaki yanlış inançlarını reddetmekedir. Çünkü onlar, kendilerinin Allah'la özel bir ilişkileri olduğunu, inançları ne olursa olsun sadece İsrâîloğulları'ndan olmaları nedeniyle doğruca cennete gideceklerine ve diğer insanların ise cehenneme gideceklerine inanıyorlardı.

İkinci planda, bu âyetin mesajı evrensel olup tüm kitle ve zamanlara yöneliktir. Burada zikri geçen dört grup insandan; mü’min, Yahûdi, Nasrâni ve Sâbiîlerden Allah'a ve âhiret gününe iman eden ve sâlihi işleyenlere âhirette mükâfât verileceği, herhangi bir korku olmayacağı ve onların üzülmeyecekleri beyân edilmiştir.

Bunun bir benzeri de şu âyettir:

Şüphesiz şu iman etmiş kişiler, Yahûdileşmiş kişiler, Sâbiîler ve Nasrânilerden kim Allah'a ve âhiret gününe iman eder ve sâlihi işlerse, artık onlar için bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. (Mâide/69)

Âyetteki, Yahûdileşmiş kişiler ifadesi ile “Yahûdiler” kasdedilmektedir. Yahûdilere bu ismin verilmesi, iki şekilde açıklanabilir:

A) Bu, “Ya‘kûb'un en büyük oğlu olan “Yehûda”ya mensup olanlar, onun soyundan gelenler, onun izinden yürüyenler” demek olabilir.

B) Bu isim, “tevbe etti” anlamındaki hâde fiilinden türemiştir. Ve Yahûdiler altına tapma, aşırı çıkarcı olma ve daha birçok yanlıştan tevbe ettikleri için bu isimle isimlenmiş olabilirler.

Âyetteki, Nasrâniler ifadesi ile de, “Îsâ'nın ashâbı ve Hristiyanlar” kasdedilmiştir. Onlara bu ismin verilmesi de iki şekilde açıklanabilir:

a) Bu sözcük, “yardım etmek” anlamındaki nasara'dan gelebilir. Bu ismin verilmesi birbiriyle yardımlaşmalarındandır. Onlara aynı zamanda ensâr [yardımcılar] ismi de verilir:

Sonra Îsâ, onlardan inkârcılıklarını sezince, “Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?” dedi. Havariler, “Allah'ın yardımcıları biziz; biz, Allah'a iman ettik, bizim şüphesiz müslimler olduğumuza tanık ol” dediler. (Âl-i İmrân/52)

Ey iman etmiş kişiler! Allah'ın yardımcıları olun; nitekim Meryem oğlu Îsâ, havarilere, “Allah'a benim yardımcılarım kimdir?” demişti. Havariler, “Allah'ın yardımcıları biziz” dediler. Sonra İsrâîloğulları'ndan bir zümre inandı, bir zümre inkâr etti. Sonra da Biz, inanmış kimseleri, düşmanlarına karşı destekledik de onlar, üstün geldiler. (Saff/14)

b) Nasârâ isminin verilmesi, Îsâ peygamber ve ilk taraftarlarının, “Nasıra” denilen bir yerde oturmalarındandır. Sözcüğün anlamı, “Nasıralılar” demektir.

SÂBİÎLER

Âyetlerde bir de, الصّابئين'den [sâbiîn'den/sâbiîlerden] söz edilmektedir. Bunların kimliği ötedenberi tartışmalıdır. Bu hususta klasik kaynaklardaki açıklamalar şu şekildedir:

1) Mücâhid ve Hasan Basrî, bunların kestikleri hayvanlar yenilmeyen ve kadınları ile evlenilmeyen Mecûsî ve Yahûdilerden olan bir tâife olduğunu söylemişlerdir.

2) Katâde, bunların meleklere tapan ve hergün beş kere güneşe doğru ibâdet eden kimseler olduğunu söylemiş; sözüne devamla şöyle demiştir: “Beş türlü din vardır. Dördü şeytânın, biri Allah'ın dinidir. Meleklere tapan Sâbiîlerin, ateşe tapan Mecûsilerin, putlara tapan müşriklerin ve Ehl-i Kitab'ın dini şeytânın dinidir.

3) Doğruya en yakın olan bu görüşe göre, Sâbiîler, yıldızlara tapan bir tâifedir. Sâbiîlerin bu hususta iki değişik görüşleri vardır:

A) Kâinatın yaratıcısı Cenâb-ı Allah'tır. Ancak O, bu yıldızlara tazim edilmesini ve onların ibâdet, duâ ve tazim için kıble kabul edinilmesini emretmiştir.

B) Allah felekleri ve yıldızları yaratmıştır. Fakat, âlemdeki hayır, şerr, sıhhat ve hastalık gibi şeyleri idare eden, düzenleyen ve yaratan bu yıldızlardır. Bundan dolayı insanların, onlara tazim etmesi gerekir. Çünkü bunlar âlemi idare eden ilâhlardır. Hem bu yıldızlar da Cenâb-ı Hakk'a ibâdet ederler. Bu mezheb, Hz. İbrâhîm'in (a.s) itikadlarını reddetmek ve iptal etmek için geldiği, Keldânilere âit bir mezhebdir.[29]

Sâbiîler; Mecûsîler, Yahûdiler ve Hristiyanlar arasında bir kavim olup dinleri yoktur. İbn Ebî Nûceyh de böyle rivâyet eder. Keza Atâ ve Sa‘îd ibn Cübeyr'den de böyle rivâyet edilmiştir. Ebu'l-Âliye, Rebî ibn Enes, Süddî, Câbir ibn Zeyd ve Dahhâk, Sâbiîlerin Ehl-i Kitabtan bir fırka olup Zebur'u okuduklarını söyler.

Heşîm Mutraf'tan nakleder ki o şöyle demiş: “Biz Hakem ibn Uteybe'nin yanında bulunuyorduk. Basralının biri Hasan'dan nakletti ki o, Sâbiîlerin Mecûsîler gibi olduğunu söylemiş. Hakem, ‘Ben size bunu haber vermedim mi?’ demişti.”

Abdurrahmân ibn Mehdi de Muâviye ibn Abdulkerîm'den nakletti ki o şöyle demiş: Ben işittim ki Hasan, Sâbiîleri anlatıyordu. “Onlar, meleklere tapınan bir kavimdiler” dedi.

Ebû Ca‘fer er-Râzî dedi ki: “Bana ulaştığına göre Sâbiîler meleklere tapınan, Zebur'u okuyan ve kıbleye doğru ibâdet eden bir kavim imiş. Sa‘îd ibn Arûbe, Katâde'den aynı şekilde rivâyet eder.

İbn Ebû Hatim der ki: Bana Yûnus... Ebû Zenâd'dan nakletti ki o şöyle demiş: “Sâbiîler Irak'ın ötesinde bir kavim olup Kûsâlıdırlar, bütün peygamberlere inanırlar ve her yıl otuz gün oruç tutarlar, Yemen'e doğru günde beş vakit namaz kılarlar.”

Vehb ibn Münebbih'e, “Sâbiîler kimdir?” diye sorulduğunda, o “Allah'ı bir olarak tanıyan, fakat amel edecekleri bir şeriatı bulunmayan ve küfür sözü söylemeyenlerdir” demiştir.[BLOK

Abdullah ibn Vehb der ki: Bana Abdurrahmân ibn Zeyd şöyle dedi: “Sâbiîler dinlerden bir dinin mensubudurlar. Onlar Musul el-Cezire'sinde bulunurlardı ve ‘lâ ilâhe illallâh’ derlerdi. Ancak ne amelleri, ne kitapları, ne de peygamberleri vardı. Sadece Allah'tan başka ilâh bulunmadığını kabul ederlerdi.”

Abdurrahmân ibn Zeyd dedi ki: “Onlar bir peygambere de inanmazlar, bunun için müşrikler Hz. Peygamber ve arkadaşlarına, ‘Bunlar Sâbiîlerdir’ diyorlardı.” Yani, Allah'dan başka ilâh olmadığını söyledikleri için onlara benzetiyorlardı.

Sözlerin en açığı –Allah en iyisini bilir– Mücâhid ve onun ardından gidenlerden Vehb ibn Münebbih'in sözüdür ki buna göre; Sâbiîler ne Yahûdi, ne Hristiyan, ne Mecûsî ne de müşrik olan bir kavimdir. Onlar kendi fıtratları üzere oldukları gibi kalmışlardır. Tâbi olup uyguladıkları bir dinleri yoktur. Bunun için Araplar, müslüman olanlara Sâbiî ismini veriyorlardı. Yani, o gün yeryüzünde mevcûd olan dinlerden dışarı çıkmışlar, diyorlardı. Bazı ilim adamları da dediler ki: “Peygamber'in çağrısının kendisine ulaşmadığı kimselerdir.”[30]

Mücâhid, Hasan ve İbn Ebî Necih de der ki: “Bunlar dinleri Yahûdilik ve Mecûsilikten meydana gelmiş bir topluluktur, kestikleri yenmez.”

İbn Abbâs da, “Onların kadınlarıyla da evlenilmez” demiştir.

Yine el-Hasen ve Katâde şöyle demiştir: “Bunlar meleklere tapan, kıbleye doğru namaz kılan, Zebur'u okuyan ve beş vakit namaz kılan kimselerdir.”

Ziyad b. Ebû Süfyân bunları görmüş ve onların meleklere taptıklarını öğrenince üzerlerinden cizyeyi kaldırmak istemiştir.

İlim adamlarımızın anlattıklarına göre, görüşlerinin hülasası şudur: Bunlar muvahhid kimselerdirler, bununla birlikte yıldızların etkisine ve faal olduklarına inanırlar. Bundan dolayı Ebû Sa‘îd el-İstahrî hakklarında soru soran, el-Kâdir Billâh'a kâfir olduklarına dair fetva vermiştir.[31]

Sâbiîler, Yahûdilik ile Hristiyanlık arasındaki tek tanrılı bir dinî grup olarak bilinmektedir. İsimleri (bu isim, “kendini (suya) daldırdı” anlamındaki Ârâmîce tsebha‘ fiilinden türetilmiştir), onların Hz. Yahyâ'nın takipçileri olduklarına işaret etmektedir, ki bu durumda, bugün hâlâ Irak'ta yaşayan ve Mandeliler diye tanınan bir topluluğa mensup olabilirler. Ancak onları, İslâm'ın ilk çağlarında mevcut olan ve Müslümanlarca bütün tek tanrılı din sâliklerine tanınan avantajları elde etmek için gerçek Sâbiîlerin ismini bilinçli olarak kabullenmiş olmaları muhtemel bir irfânî/bilinirci [gnostic] mezhep olan “Harran Sâbiîleri” ile karıştırmamalıyız.[32]

Biz bu konuya sözcüğün anlamından hareket ederek yaklaşmayı tercih ediyoruz:

صبئين[sabiîn] sözcüğü, “devenin, davarın tırnağının, çocuğun dişinin çıkması, yıldızın doğması anlamlarını ifade eden ص ب ا[s-b-e] kökünden türemiş, çoğul ism-i fâil olup, anlamı “çıkanlar” demektir. Bunlar kendilerinin Nûh peygamberin dini üzere olduklarını kabul eden bir topluluktur. Sıhah'ta ise bunların Ehl-i Kitaptan oldukları, kuzey yönünü kıble edindikleri yer alır. Tehzib'de Leys'in, bunların Hristiyanlara benzedikleri, yalnız güneyi kıble edindikleri ve bunların Nûh dini üzere olduklarına inandıkları, ama yalancı olduklarını söylediği yer alır. Rasûlullah zamanında, Müslüman olanlara Mekkelileler قد صبأ[qad sabe’e/bir dinden başka bir dine geçti] derlerdi. Ebû İshâk ez Zeccâc, Kur’ân'daki Sâbiîlerin, “bir dinden başka bir dine geçenler” olduğunu söylemiştir. Araplar Rasûlullah'ı da Kureyş'in dinini terkedip İslâm'a girdiği için Sâbiî ismini takmışlardı.[33]

Bu açıklamalardan sonra vardığımız kanaat şudur: Bunlar, Allah'ın lütfuna mazhar olmaları hasebiyle şirkten uzak bir gruptur. Hristiyan, Yahûdi ve mü’minlerden ayrı bir grup olarak sayıldıklarından bunların, Rasûlullah'ı tanımayan-bilmeyen bir grup olduğu anlaşılıyor.

Bizce bunlar, akıllarıyla Allah'ın varlığı-birliği ve âhiret hakikatine ulaşan, fakat kendilerine elçi ve vahiy ulaşmayan “doğal dindarlar”dır.

63. Hani bir zamanlar Biz, Tûr'u/dağı da üstünüze kaldırdık ve sizden mîsâkınızı [sağlam bir sözü] almıştık: “Takvâlı olmanız için verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun ve içindekileri hatırınızdan çıkarmayın!”

64. Sonra siz, bundan sonra yüz çevirdiniz. İşte eğer üzerinizde Allah'ın lütfu ve rahmeti olmasa idi kesinlikle siz zarara uğrayanlardan olmuştunuz.

65. Ve siz içinizden sebtte [ibâdet gününde] sınırları aşan kimseleri de elbette bilirsiniz. İşte bundan dolayı onlara, “Sefil maymunlar olun!” dedik.

66. Sonra da onu [aşağılık maymunluğu], önlerindekilere [çağdaşlarına] ve sonrakilere müthiş bir ders ve muttakiler için bir mev’ize [nasihat, öğüt] kıldık.

Bu âyet grubunda da İsrâîloğulları'na ait –Medîne Yahûdilerinin de çok iyi bildiği– târihî kesitler, ibret ve uyarı için nakledilmiştir.

TÛR

Tûr sözcüğü ile ilgili Tîn ve Meryem sûrelerinde yaptığımız açıklamayı burada da sunuyoruz:

الطّور [et-tûr] sözcüğünün aslı, “temel” demektir. Araplar evin temelineطور الدّار [tavaru'd-dar] derler. Ancak bu sözcük, evin üzerine yapıldığı ilk temeli kapsadığı gibi, apartman katlarından her birinin başlangıcı anlamındaki ara temeli [tavr] de kapsar. Nitekim Türkçe'de “kademe, aşama” sözcükleriyle ifade edilen طور [tavr] sözcüğü, وقد خلقناكم اطوارا [ve qad haleqnâkum etvara/sizi aşama aşama yarattık] (Nûh/14) âyetinde de bu anlamda kullanılmıştır.

Temel anlamı ekseninde “kaya” ve “ağaç” için kullanılan tûr sözcüğü, daha sonra “dağ” anlamında kullanılmaya başlanmış ve bu anlamıyla daha meşhur olmuştur. Sözcüğün bu yöndeki gelişimine uygun olarak araştırmacıların bir kısmı tûr sözcüğünün genel anlamda “dağ” demek olduğunu söylemişler, bir kısmı ise Mûsâ peygamberin vahiy aldığı özel dağın adı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Gerçekten de tûr sözcüğü, Kur’ân'da yer aldığı âyetlerde Mûsâ peygamberin vahiy aldığı özel dağın adı olarak kullanılmıştır (Bakara/63, 93; Nisâ/154; Meryem/52; Tâ-Hâ/80; Mü’minûn/20; Kasas/29, 46; Tûr/1 ve Tîn/2).

Bizce de Mûsâ peygambere Allah tarafından ilk hitabın yapıldığı dağın adı olan Tûr, Sina, Sena gibi sözcüklerle birleştirildiğinde “Sina Dağı” anlamına gelir.

“SEBT” GÜNÜ

Halk arasında “Cumartesi günü” olarak bilinen sebt günü, insanların günlük yaşamları ile ilgili [dünyevî] işlerini bir tarafa bırakıp bunları hiç düşünmeden, sadece Tanrı'nın sözlerini dinledikleri ve bunları derin derin düşünmeye vakit ayırdıkları, dolayısıyla hem bedenlerini hem de rûhlarını dinlendirdikleri gündür. İsrâîloğulları'ndan haftanın bir gününü mutlaka kulluk için ayırmaları istenmişti. Onlar bir müddet bunu uyguladılar. Daha sonra o günlerde de çıkar sağlama yolunu tercih ettiler.

İsmi “Şabat Günü” olarak geçen “sebt günü” hakkında Kitab-ı Mukaddes'te ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Biz onları A‘râf sûresi'nin tahlilinde vermiştik.[34]

Bu pasajda nakledilen olaylar, Kur’ân'da birkaç kez tekrarlanmıştır. Kitab-ı Mukaddes'te de detay verilir.

Ve söz vermeleri nedeniyle Tûr'u [dağı] üzerlerine kaldırdık. Ve onlara, “O kapıdan secde ederek girin” dedik. Yine onlara, “İbâdet gününde sınırları aşmayın” dedik ve onlardan sağlam bir söz aldık. (Nisâ/154)

Derken onlardan sonra bir nesil gelip onların yerlerine geçti. Kitab'a mirasçı oldular. (Onlar) bu dünyanın değersiz kazanımlarını alırlar, “Bize ileride mağfiret olunur” diyorlardı. Kendilerine ona benzer değersiz bir meta gelirse, onu da alıyorlardı. –Allah'a karşı hakktan başkasını söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın teminatı alınmadı mı? Hâlbuki onda olanı ders etmişlerdi [okuyup öğrenmişlerdi]. Âhiret yurdu takvâ sahipleri için daha hayırlıdır. Hâlâ akletmeyecek misiniz?– Ve Kitab'a sımsıkı sarılanlara ve salâtı ikâme edenlere [sosyal yardım ve destek kurumlarını oluşturan ve ayakta tutanlara] gelince, Biz o düzeltenlerin [iyileştirenlerin] ödülünü zâyi etmeyiz. Hani bir zamanlar Biz o dağı gölgelik [şemsiye] gibi onların tepesine çekmiştik de onun üzerlerine düşeceğine inanmışlardı. –“Takvâ sahibi olmanız için size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekini hatırınızdan çıkarmayın!”– (A‘râf/169-171)

Bu olay Talmud'da şöyle anlatılır:

O Kutsal Varlık, Sina Dağı'nı büyük bir tekne gibi onların üstüne kaldırdı ve, “Tevrât'ı kabul ederseniz iyi olur, yoksa burası mezarınız olur” dedi.[35]

Üçüncü günün sabahı gök gürledi, şimşekler çaktı. Dağın üzerinde koyu bir bulut vardı. Derken, çok güçlü bir boru sesi duyuldu. Ordugahta herkes titremeye başladı. Mûsâ halkın Tanrı'yla görüşmek üzere ordugahtan çıkmasına öncülük etti. Dağın eteğinde durdular. Sina Dağı'nın her yanından duman tütüyordu. Çünkü Rabb dağın üstüne ateş içinde inmişti. Dağdan ocak dumanı gibi duman çıkıyor, bütün dağ şiddetle sarsılıyordu. Boru sesi gitgide yükselince, Mûsâ konuştu ve Tanrı gök gürlemeleriyle o'na yanıt verdi. Rabb Sina Dağı'nın üzerine indi, Mûsâ'yı dağın tepesine çağırdı. Mûsâ tepeye çıktı. Rabb, “Aşağı inip halkı uyar” dedi, “sakın beni görmek için sınırı geçmesinler, yoksa bir çoğu ölür. Bana yaklaşan kâhinler de kendilerini arıtsınlar, yoksa onları şiddetle cezalandırırım.”[36]

Halk gök gürlemelerini, boru sesini duyup şimşekleri ve dağın başındaki dumanı görünce korkudan titremeye başladı. Uzakta durarak Mûsâ'ya, “Bizimle sen konuş, dinleyelim” dediler, “Ama Tanrı konuşmasın, yoksa ölürüz.” Mûsâ, “Korkmayın!” diye karşılık verdi, “Tanrı sizi sınamak için geldi; Tanrı korkusu üzerinizde olsun, günah işlemeyesiniz diye.” Mûsâ Tanrı'nın içinde bulunduğu koyu karanlığa yaklaşırken halk uzakta durdu.[37]

SUNAKLARA İLİŞKİN YASALAR

Rabb Mûsâ'ya şöyle dedi: “İsrâîlliler'e de ki: ‘Göklerden sizinle konuştuğumu gördünüz. Benim yanımsıra başka ilâhlar yapmayacaksınız, altın ya da gümüş ilâhlar dökmeyeceksiniz. Benim için toprak bir sunak yapacaksınız. Yakmalık ve esenlik sunularınızı, davarlarınızı, sığırlarınızı onun üzerinde sunacaksınız. Adımı anımsattığım her yere gelip sizi kutsayacağım. Eğer bana taş sunak yaparsanız, yontma taş kullanmayın. Çünkü kullanacağınız alet sunağın kutsallığını bozar. Sunağımın üzerine basamakla çıkmayacaksınız. Çünkü çıplak yeriniz görünebilir.’”[38]

65-66. âyetlerde, Ve siz içinizden sebtte [ibâdet gününde] sınırları aşan kimseleri de elbette bilirsiniz. İşte bundan dolayı onlara, “Sefil maymunlar olun!” dedik. Sonra da onu [aşağılık maymunluğu], önlerindekilere [çağdaşlarına] ve sonrakilere müthiş bir ders ve muttakiler için bir mev’ize [nasihat/öğüt] kıldık ifadeleriyle İsrâîloğulları'na özel uyarılar yapılmaktadır. Bu uyarılar, başka âyetlerde de tekrarlanmıştır:

De ki: “Allah katında cezaya çarptırılma bakımından bunlardan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah, kimlere lânet etmiş ve gazabına uğratmışsa; kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytâna tapanlar yapmışsa, işte bunlar, mekanca kötüdür ve düz yoldan en çok sapmışlardır.” (Mâide/60)

Ey kitap verilmiş kimseler! Gelin, Biz birtakım yüzleri silip de enselerine çevirmeden yahut sebt halkını lânetlediğimiz gibi onları lânetlemeden önce yanınızda bulunanı tasdik etmek üzere indirdiğimiz bu kitaba iman edin. Ve Allah'ın emri yerine gelecektir. (Nisâ/47)

65. âyette, İşte bundan dolayı onlara, “Sefil maymunlar olun!” dedik buyurulmaktadır. Kimileri, İsrâîloğulları'nın fizikî olarak maymuna dönüştürüldüklerini ileri sürmüş ve buna dair birçok gayr-ı makul ve mesnetsiz hikaye ortaya atmışlardır.

İlim adamları, meshe uğrayan [insan iken hayvanlara, başka yaratıklara dönüştürülen] kimselerin soylarının devam edip etmediği hususunda farklı iki görüş ortaya atmıştır. ez-Zeccâc der ki: “Bir topluluk, ‘Bu maymunların onların soyundan gelmiş olması mümkündür’ demiştir.” Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî de bu görüşü tercih etmiştir. Cumhur [çoğunluk] ise şöyle der: “Mesholunanın soyu devam etmez. Maymunlar, domuzlar ve diğer hayvanlar, (İsrâîloğulları'ndan mesholunan bu kimselerden) daha önce de vardı. Ayrıca Yüce Allah'ın meshedip hilkatlerini değiştirdiği bu insanlar helak olmuş, onların geriye soyu kalmamıştır. Çünkü Allah'ın azap ve gazabı onlara gelip çatmıştır. Dolayısıyla üç günden sonra dünyada onlardan kimse kalmamıştır.” İbn Abbâs da der ki: “Mesholunan hiçbir varlık üç günden fazla yaşamış değildir. Bu süre zarfında onlar yememiş, içmemiş ve nesilleri olmamıştır.”[39]

Hâlbuki âyetin metninde, “onları maymun yaptık, maymuna çevirdik” denmeyip Sefil maymunlar olun!” dedik buyurulmaktadır k bu, çıkarcı insanların psikolojik durumlarının yansıtılmasıdır. Yani, bu tip insanların çıkar uğruna maymunlaşacağı; her türlü maskaralık ve şaklabanlığı yapacağı, Anadolu tabiriyle üç kuruş için kırk takla atacağı gerçeğine işaret edilmektedir.

67. Ve hani Mûsâ kavmine, “Şüphesiz ki Allah, size bir sığır boğazlamanızı emrediyor” demişti. Onlar, “Sen bizi alaya mı alıyorsun?” dediler. O [Mûsâ], “Ben câhillerden biri olmaktan Allah'a sığınırım” dedi.

68. Onlar, “Bizim için Rabbine dua et, o [sığır] her ne ise onu bizim için açığa koysun” dediler. O [Mûsâ], “O [Rabbim] diyor ki: ‘Şüphesiz o [sığır], pek yaşlı değil, pek körpe de değil, ikisi arası dinçtir.’ Haydi, emrolunduğunuz şeyi yapınız” dedi.

69. Onlar, “Bizim için Rabbine dua et, onun rengi ne ise onu bizim için açığa koysun” dediler. O [Mûsâ], “Şüphesiz O [Rabbim] diyor ki”: “Şüphesiz o [sığır], rengi bakanlara sürur veren, sapsarı bir inektir” dedi.

70. Onlar, “Bizim için Rabbine dua et, o nedir bizim için açığa koysun, şüphesiz ki o sığır, bize müteşâbih geldi ve biz şüphesiz Allah dilerse kesinlikle doğru yolu bulmuşlarız” dediler.

71. O [Mûsâ], “Şüphesiz O [Rabbim] diyor ki”: “O [sığır], zelil olmayan [çifte koşulmayan], arazi sürmeyen, ekin sulamayan, salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırdır.” Onlar, “İşte tam şimdi gerçeği getirdin” dediler. Sonunda onu boğazladılar. Ama neredeyse yapmayacaklardı.

Bu âyetlerde, Mûsâ ve kavmi arasında geçen bir olay müteşâbih olarak, İsrâîloğulları'nın altın tutkuları; temel karakterleri olan çıkarcılık çok farklı ve kalıcı bir anlatımla nakledilmiştir. Bu âyet, müteşâbih âyetlerin te’vîli açısından da çok güzel bir örnek teşkil etmektedir.

BAQARA

Bu sûreye adını veren ve pasajın eksenini de oluşturan بقرة[bakara] sözcüğünün kökü, “yarmak, fethetmek ve genişletmek” anlamına gelen ب ق ر[b-q-r] köküdür. Baqar, cins isim olup evcili ve vahşisi, erkeği ve dişisiyle cinse dahil olan tüm hayvanların adıdır, ki biz buna “sığır” diyoruz. Bu sözcük, “ıyal” [aile; aile efradı ve malıyla mülküyle] anlamındadır.[40]

Sığıra, genellikle toprağı sürmek sûretiyle yeri yarıp toprağı altüst ettiğinden dolayı “baqara” denildiği kabul edilir. Biz ise bu sığıra, sahiplerini zenginleştirdiğinden ve genişlettiğinden dolayı “baqara” denildiği kanaatindeyiz.

Bu pasaj, İsrâîliyâtın etkisiyle yanlış yorumlanmıştır. Âyetlerin tahliline geçmeden bu konuyla ilgili iddialara yer vermek istiyoruz:

Süddî, Hani bir de Mûsâ, kavmine, “Allah her hâlde bir sığır boğazlamanızı emrediyor” demişti... âyeti konusunda şöyle dedi: “İsrâîloğulları'ndan malı çok bir kişi vardı, onun bir kızı ve bir de muhtaç yeğeni vardı. Adam kızını yeğeniyle nikâhlamıştı. Fakat sonra kızını yeğeniyle evlendirmekten vazgeçti. Bunun üzerine delikanlı kızdı ve ‘Allah'a andolsun ki, ben amcamı öldürür, hem onun mallarını alırım, hem de kızını nikâhlar diyetini yerim’ dedi. Delikanlı adamın yanına geldi. O sırada İsrâîloğulları sıbtlarından bir kısmından tüccar gelmişti. Dedi ki: ‘Amcacığım! Benimle gel ve bu topluluğun malından bir şeyler alalım, belki onuna kâr ederim. Çünkü seni benimle görünce bana malı verirler.’ Amca delikanlıyla beraber geceleyin çıktı, ihtiyar o sıbta ulaşınca delikanlı onu öldürdü, sonra kendi ailesinin yanına döndü. Ertesi sabah amcasını arayıp onun nerede olduğunu bilmiyormuş gibi yaparak geldi. Amcasını bulamayınca ona doğru koştu ve söz konusu sıbtın amcasının çevresinde toplanmış olduğunu görünce onları muaheze ederek, ‘Amcamı öldürdünüz, onun diyetini ödeyin’ dedi. Bir yandan da ağlıyor, başına toprak serpiyor, ‘Vay amcacığım’ diye bağırıyordu. Dava Hz. Mûsâ'ya götürüldü. O da o sıbtın mensuplarına diyet hükmünü verdi. Onlar, ‘Ey Allah'ın Peygamberi! Bizim için Allah'a duâ et, suçu kim işlemişse bize bildirsin ki suçlu tutulsun. Allah'a yemin ederiz ki onun diyeti bizim için çok kolay, ama onu öldürmüş olmakla ayıplanmaktan utanıyoruz’ dediler. İşte Allah Teâlâ'nın, Hani siz bir canı öldürmüştünüz de onda şüpheye düşmüştünüz. Allah ise sizin gizlemekte olduğunuzu açığa çıkarandır... kavli buna telmihtir. Mûsâ (a.s) da kavmine, “Allah her hâlde bir sığır boğazlamanızı emrediyor” demişti. Onlar, ‘Biz senden maktul ve katili soruyoruz, sense bize sığır boğazlayın diyorsun, bizimle alay mı ediyorsun?’ dediler. Hz. Mûsâ, Ben, câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım demişti.”

İbn Abbâs der ki: “Eğer onlar bir sığır bulup da kesselerdi, bu kendileri için yeterli olacaktı, ancak onlar bu konuda şiddetli davrandıkları ve Hz. Mûsâ'yı yordukları için Allah da onlara şiddetli davrandı. Dediler ki: ‘Bizim için Rabbine duâ et de onu bize iyice bildirsin.’ Mûsâ da, “Allah, ‘O, ne çok kart, ne de çok körpedir, ikisi ortası bir sığırdır’ buyuruyor. Artık emrolunduğunuz şeyi yapın” demişti. Dediler ki: ‘Bizim için Rabbine duâ et, onun rengini bize iyice açıklasın’. O da Rabbim diyor ki: ‘O bakanları rahatlatacak sapsarı bir inektir’ demişti. Dediler ki: ‘Rabbine duâ et, bize açıkça niteliğini bildirsin. Çünkü bizce inekler hep birbirine benziyor. Allah dilerse biz elbette hidâyete erenlerden oluruz.’ Dedi ki: “Rabbim, ‘o, ne boyunduruğa koşulup arazi sürecek, ne de ekin sulayacak bir inektir, zillete uğramamıştır, bütün kusurlardan uzaktır, onun alacası da yoktur’ buyuruyor.” Onlar, ‘İşte şimdi gerçeği ortaya koydun’ dediler ve o sığırı aradılar, ama bulamadılar. İsrâîloğulları arasında babasına çok iyi davranan bir adam vardı. Adamın biri bir inci satıyordu ve onun yanından geçerken, ‘Bu inciyi 70.000'e satıyorum’ dedi. O adamın babası uyumakta olduğundan ve başının altında da anahtar bulunduğundan adam inci satana; ‘Bekle babam uyansın, onu senden 80.000'e alayım’ dedi. Adam, ‘Babanı hemen uyandır sana 60.000'e vereyim’ dedi. Tüccar her seferinde, onu onar onar düşürüyordu, nihâyet 30.000'e indi. Delikanlı da her seferinde babasının uyanmasını beklemesini ve fiyatı artıracağını söyleyerek 100.000'e çıkmıştı. Ona, bu fazla gelince, ‘Ben senden hiç bir şey almayacağıma, Allah'a and içerim’ dedi ve babasını uyandırmaktan çekindi. İşte Allah Teâlâ bu inciye mukabil olarak ona bu sığırı vermişti. İsrâîloğulları oradan söz konusu sığırı aramak için geçiyorlardı ve sığırı gencin yanında gördüler. Onu, kendilerine bir sığıra bir sığır olmak üzere satmasını istedilerse de o, buna yanaşmadı, iki sığır verdiler yine yanaşmadı, on sığıra kadar yükselttiler, o, yine vermeyince dediler ki: ‘Allah'a andolsun ki onu senden almadan bırakıp gitmeyiz.’ Onu Hz. Mûsâ'nın yanına getirdiler ve dediler ki: ‘Ey Allah'ın nebisi! Biz söz konusu sığrın bunun yanında bulduk, ama o bize vermekten kaçınıyor, hâlbuki biz ona fazlasıyla para verdik.’ Mûsâ ona dedi ki: ‘Sığırını bunlara ver.’ O da, ‘Ey Allah'ın Rasûlü! Ben, malıma daha çok lâyığım.’ Mûsâ, ‘Doğru söylersin’ dedi. Onlara da, ‘Arkadaşınızı memnun edin ve sığırın ağırlığınca altın verin’ dedi. O, yine vermekten kaçındı. Onlarsa verdikleri miktarı kat kat artırdılar ve neticede on kat altın vermeye razı oldular. Adam onlara sığırı sattı ve parasını aldı. Onlar da sığırı kestiler. Hz. Mûsâ, ‘Ondan bir parçayla adama vurun’ dedi. Onunla, adamın omuzları arasına vurulunca adam dirildi. ‘Seni kim öldürdü?’ diye sorduklarında, adam ‘Yeğenim’ dedi. Bunun üzerine yeğeni, ‘Ben onu öldürdüm ki malını alayım ve kızıyla evleneyim’ dedi. Böylece katili tutup öldürdüler.”[41]

Rivâyet edildiğine göre, Benî İsrâîl'in içinde sâlih bir zat yaşıyordu. Onun da bir buzağısı vardı. O buzağısını ormana götürdü ve “Allahım! Oğlum büyüyüp ana-babasına itaat edecek yaşa gelinceye kadar, bu buzağıyı oğlum için emanet ediyorum” dedi. İşte bu buzağı büyüdü ve ineklerin en güzeli ve besilisi oldu. Onu o yetim çocuk ile anası pazara sürdüler. O pazarda bir inek üç dinar ederken, Benî İsrâîl, bu ineği, derisini dolduracak kadar altına satın aldılar. İsrâîloğulları bu vasıfları taşıyan ineği kırk yıl aramışlardı.[42]

Bu ineğin kıssası ile ilgili birtakım rivâyetler vardır. Bunların özeti şöyledir: İsrâîloğulları'ndan bir adamın bir oğlu olur. Bunun da bir düvesi vardır. Bu düvesini bir ormanlığa bırakıp “Allahım! Ben bu düveyi Sana bu çocuk adına emanet bırakıyorum” diye dua eder ve ölür. Küçük çocuğun yaşı ilerleyince annesi ona –ki annesine karşı çok iyi davranırdı–, “Senin baban senin adına, Allah'a bir düveyi emanet vermişti, git onu al” der. Çocuk gider. İnek onu görünce onun yanına gelir. O da bu ineğin –inek evcil değildi– boynuzunu yakalar. İneği boynuzundan tutup annesine doğru götürmeye koyulur. İsrâîloğulları onu görür ve bu ineğin kesmekle emrolundukları ineğin niteliklerine sahip olduğunu farkederler. Onu satın almak üzere onunla pazarlık ettiler, ancak o onlardan oldukça yüksek bir fiyat istedi. İkrime'den rivâyet edildiğine göre, o ineğin değeri üç dinar imiş. Bunun üzerine İsrâîloğulları onunla Mûsâ'nın (a.s) yanına gittiler ve, “Bu adam bize büyük bir hakksızlık ediyor” dediler. Hz. Mûsâ onlara, “Kendisine ait olan mülkte onu razı edin” dedi. Bu ineği ondan ağırlığı bedelinde satın aldılar. Bu görüş Abîde'den nakledilmiştir. es-Süddî ise der ki: “Ağırlığının on katı ile ondan aldılar.” Derisini dolduracak kadar dinarla alındığı da söylenmiştir. Mekkî'nin zikrettiğine göre bu inek semadan inmiştir. Yeryüzündeki ineklerden değildi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[43]
Bu pasaj klasik kaynaklarda, İsrâîloğulları'nın işi fazla detaya boğmaları nedeniyle işlerinin zora koşulduğu, o sebeple verilen emri fazla irdelemeden hemen yapılması gerektiği noktasında açıklanmıştır.
Kitab-ı Mukaddes'te inek kesimiyle ilgili olarak şöyle denilir:

Rabb Mûsâ'yla Hârûn'a şöyle dedi: “Rabbin buyurduğu yasanın kuralı şudur: İsrâîlliler'e kusursuz, özürsüz, boyunduruk takılmamış kızıl bir inek getirmelerini söyleyin. İnek Kâhin Elazar'a verilsin; ordugahın dışına çıkarılıp onun önünde kesilecek. Kâhin Elazar parmağıyla kanından alıp yedi kez Buluşma Çadırı'nın önüne doğru serpecek. Sonra Elazar'ın gözü önünde inek, derisi, eti, kanı ve gübresiyle birlikte yakılacak. Kâhin biraz sedir ağacı, mercan köşk otu ve kırmızı iplik alıp yanmakta olan ineğin üzerine atacak. Sonra giysilerini yıkayacak, yıkanacak. Ancak o zaman ordugaha girebilir. Ama akşama dek kirli sayılacaktır. İneği yakan kişi de giysilerini yıkayacak, yıkanacak. O da akşama dek kirli sayılacak. Temiz sayılan bir kişi ineğin külünü toplayıp ordugahın dışında temiz sayılan bir yere koyacak. İsrâîl topluluğu temizlenme suyu için bu külü saklayacak; bu, günahtan arınmak içindir. İneğin külünü toplayan adam giysilerini yıkayacak, akşama dek kirli sayılacak. Bu kural hem İsrâîlliler, hem de aralarında yaşayan yabancılar için kalıcı olacaktır.”[44]

Tanrınız Rabbin mülk edinmek için size vereceği ülkede, kırda yere düşmüş, kimin öldürdüğü bilinmeyen birini görürseniz, ileri gelenleriniz ve yargıçlarınız gidip ölünün çevredeki kentlere olan uzaklığını ölçsünler. Ölüye en yakın kentin ileri gelenleri işe koşulmamış, boyunduruk takmamış bir düve alacaklar. Düveyi toprağı sürülmemiş, ekilmemiş ve içinde sürekli akan bir dere olan bir vâdiye getirecekler. Orada, derede düvenin boynunu kıracaklar. Levili kâhinler de oraya gidecek. Çünkü Tanrınız Rabb, onları Kendisine hizmet etsinler, O'nun adıyla kutsasınlar diye seçti. Kavga, saldırı davalarına da onlar bakacak. Ölüye en yakın kentin ileri gelenleri, derede boynu kırılan düvenin üzerinde ellerini yıkayacaklar. Sonra şöyle bir açıklama yapacaklar: “Bu kanı ellerimiz dökmedi, kimin yaptığını gözlerimiz de görmedi. Yâ Rabb! Fidyeyle kurtardığın halkın İsrâîlliler'i bağışla. Halkını dökülen suçsuz kanından sorumlu tutma.” Böylece kan dökme günahından bağışlanacaklar. Rabbin gözünde doğru olanı yapmakla, suçsuz kanı dökme günahından arınacaksınız.[45]

Hikayeler böyle devam eder gider. İşin aslında, İsrâîloğulları'nın karakterinin ve Mûsâ'nın onlara yaptığı bir nasihatin müteşâbih ifadelerle anlatımından ibarettir. Ayrıca Allah, bununla, müteşâbih âyetlerin nasıl te’vîl edileceğini de bizzat öğretmiştir. Sözkonusu hâdisenin cinâyet ya da katili meçhul cinâyet ile alakası yoktur. Bu pasaj bundan sonraki pasajla ilişkilendirilerek bu senaryolar üretilmiştir.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. March 2010, 12:34 AM   #12
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

MÜTEŞÂBİHİN TE’VÎLİ

Mûsâ kavmine, “Şüphesiz ki Allah, size bir sığır boğazlamanızı emrediyor” der. Herhangi belirti verilmeyip sadece sığır denmesi [kelimenin “nekre/belgisiz” kullanılması] sebebiyle İsrâîloğulları bu sözü anlamsız bulurlar. Zira sığır sözcüğü, “belgisiz” olduğundan, kasdedilen sığırın binlerce sığırdan ayırdedilmesi mümkün değildir. Buradaki “sığır” kelimesi, müteşâbihtir. O nedenle İsrâîloğulları Mûsâ'ya, “Sen bizi alaya mı alıyorsun” demişlerdir. Mûsâ da, “Ben câhillerden biri olmaktan Allah'a sığınırım” diyerek işin ciddiyetini ve alay etmenin câhillik alâmeti olduğunu bildirir.

İşin ciddi olduğunu anlayan İsrâîloğulları, Mûsâ'ya, “Bizim için Rabbine dua et, o [sığır] her ne ise onu bizim için açığa koysun” diyerek işin aslını öğrenmeyi isterler. Mûsâ da Allah'ın buyruğuyla, bu sığırın “yaşlı ve körpe olmayıp ikisi arası dinç” olduğunu bildirir. Ve hemen bu işi yapmalarını ister. Fakat İsrâîloğulları için bu tarif de yeterli değildir. Zira bu nitelikte de yüzlerce sığır vardır. Bu nedenle Mûsâ'ya tekrar, Bizim için Rabbine dua et, onun rengi ne ise onu bizim için açığa koysun ricasında bulunurlar. Mûsâ da, O [Rabbim] diyor ki”: “Şüphesiz o [sığır], rengi bakanlara sürur veren, sapsarı bir inektir diye rengi ile ilgili de bilgi verir.

Mesele İsrâîloğulları için hâlâ netleşmemiştir, zira yaşlı ve körpe olmayıp ikisi arası dinç, rengi bakanlara sürur veren sapsarı onlarca inek bulmaları mümkündür. O yüzden de Mûsâ'ya, “Bizim için Rabbine dua et, o, nedir bizim için açığa koysun, şüphesiz ki o sığır, bize müteşâbih geldi ve biz şüphesiz Allah dilerse kesinlikle doğru yolu bulmuşlarız” derler.

Bu defa Mûsâ, O [Rabbim], diyor ki”: “O [sığır], zelil olmayan [çifte koşulmayan], arazi sürmeyen, ekin sulamayan, salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırdır” açıklamasında bulunur. Bunun üzerine mesele, İsrâîloğulları için netleşir ve Mûsâ'ya, “İşte şimdi gerçeği getirdin” derler. Gönülsüz de olsa kendilerine verilen emri yerine getirirler.

Peki İsrâîloğulları'nın çözdükleri mesele neydi? Onlara emredilen, yapmaları istenen neydi? Ve bunu nasıl anlayabilmişlerdi?

Burada sığıra verilen nitelikleri göz önüne getirelim: Yaşlı ve körpe değil, ikisi arası dinç, rengi bakanlara sürur veren bir sarı, zelil olmayan [çifte koşulmayan], arazi sürmeyen, ekin sulamayan, salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığır. Dünyada böyle bir sığır yoktur, buradaki özellikler altın'a aittir. Dolayısıyla, mesele “sığır kesme/kestirme” değil, “altına tapmaktan vazgeçirme”dir.

A‘râf ve Tâ-Hâ sûrelerinde de İsrâîloğulları'nın altın tutkusu, müteşâbih olarak “buzağı edinme” şeklinde nitelenmişti.

72. Ve hani siz bir nefsi öldürmüştünüz de onun hakkında birbirinizle atışmıştınız. Hâlbuki Allah, saklamış olduğunuzu çıkarandır.

73. Sonra Biz, “Onun [öldürülen kişinin] ezası [ondan gelecek sıkıntı] sebebiyle o'nu [Mûsâ'yı] yola çıkarın” dedik. Allah ölüleri işte böyle diriltir ve akıllı davranasınız diye size âyetlerini gösterir.

Bu âyetlerde de İsrâîloğulları'nın geçmişlerinden başka bir kesit; atalarının işlemiş olduğu bir cürüm ve Allah'ın onlara verdiği emirler nakledilmekte; ayrıca Mûsâ'nın işlediği cinâyet nedeniyle başına gelebilecek sıkıntılardan kurtulması için o'nun Mısır'dan başka bir yere gönderilişi konu edilmektedir. Aynı konu Kasas sûresi'nde de yer almıştı.

Ve Mûsâ, şehir halkının habersiz olduğu bir anda şehre girdi. Sonra orada, biri kendi tarafından diğeri düşman tarafından savaşan [birbirlerini öldürmeye çalışan] iki adam buldu. Sonra kendi tarafı olan, düşmana karşı ondan [Mûsâ'dan] yardım diledi. Mûsâ da ötekine hemen bir yumruk indirdi de onun aleyhine gerçekleşti [o öldü]. O [Mûsâ], “Bu, şeytânın işindendir, şüphesiz o, saptırıcı, apaçık bir düşmandır” dedi. O [Mûsâ], “Rabbim! Şüphesiz kendime zulmettim. Artık beni bağışla!” dedi de O [Allah], o'nu bağışladı. Şüphesiz O, çok bağışlayıcının, çok merhamet edicinin ta kendisidir. O [Mûsâ], “Rabbim! Bana nimet olarak verdiğin şeylere andolsun ki, artık hiçbir zaman suçlulara arka olmayacağım” dedi. Sonra da o [Mûsâ], şehirde korku içinde, kontrol ederek sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kimse feryat ederek o'ndan yardım istiyor. Mûsâ ona, “Şüphesiz sen, apaçık bir azgınsın!” dedi. Mûsâ, ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, o [o adam], “Ey Mûsâ! Dün bir nefsi öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun? Sen sadece yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun ve sen düzelticilerden olmak istemiyorsun” dedi. Ve şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi, dedi ki: “Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzakere ediyorlar. Derhal çık! Şüphesiz ki ben öğüt verenlerdenim.” Sonra da o [Mûsâ] korka korka, kontrol ederek oradan çıktı. “Rabbim! Beni zâlimler kavminden kurtar!” dedi. (Kasas/15-21)

O [Mûsâ] dedi ki: “Rabbim! Şüphesiz ben onlardan bir can öldürdüm, şimdi onların beni öldürmelerinden korkuyorum. Kardeşim Hârûn'u da. O dil itibariyle benden daha fasihtir. O nedenle o'nu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Şüphesiz ben, beni yalanlamalarından korkuyorum.” O [Allah] dedi ki: “Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve ikiniz için bir kudret kılacağız. Sonra da onlar âyetlerimiz sebebiyle size erişemeyecekler. Siz ikiniz ve size tâbi olanlar üstün olanlarsınız.” (Kasas/33-35)

Hani kızkardeşin yürüyordu da, ‘Sizi o'nun bakımını üstlenecek birine götüreyim mi?’ diyordu. Böylece gözü aydın olsun ve kederlenmesin diye seni annene geri döndürdük. Ve sen, bir can öldürmüştün de seni gamdan kurtarmıştık. Ve Biz seni fitnelendirdikçe fitnelendirdik. Sonra da yıllarca Medyen halkı içinde kaldın. Sonra bir kader üzerine geldin, ey Mûsâ! (Tâ-Hâ/40)

Burada Mûsâ'nın elçiliğe hazırlanışı ve o'nun vahye muhatap olması nedeniyle sosyal ölülerin diriltilmesi söz konusudur. Âyetteki, Allah ölüleri işte böyle diriltir ve akıllı davranasınız diye size âyetlerini gösterir ifadesi de, buna işaret eder, cesedin canlanmasına değil. Nitekim Rasûlullah ve o'nun tebliğ ettiği vahiylerle ilgili de şöyle buyurulmuştur:

Ey iman etmiş kimseler! O [Elçi], sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah'a ve Elçi'ye icabet edin. Ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Ve siz kesinkes O'nun huzurunda toplanacaksınız. (Enfâl/24)

Bu paragraf, “sığır kesme” pasajının devamı olarak algılanmış, makul ve makbul olmayan iddialar öne sürülmüştür. Bunlardan biri de, birçok konuda takdir ettiğimiz Mevdûdî tarafından zikredilmiştir:

Kur’ân, öldürülen adamın bir müddet için hayata döndüğünü ve katilin adını söylediğini bildirmektedir. Bununla birlikte katilin bulunması için uygulanan metodla, yani “kurban edilen ineğin” bir parçası ile öldürülen adama vurulması hususunda bir belirsizlik vardır. Tesniye 21:1-9'da bahsedilen buna benzer bir metodla eski âlimler tarafından yapılan tefsiri, yani öldürülen adama kurban edilen ineğin bir parçası ile vurulduğu ve onun hayata döndüğü görüşünü destekler niteliktedir. Bu şekilde Allah'ın bir âyeti gösterilmiş olmakta, aynı zamanda onların taptığı nesnenin ne kadar güçsüz olduğu ve öldürülmesinin hiçbir zarar vermediği gözler önüne serilmektedir. Diğer taraftan onun öldürülmesinin yararlı bazı yönleri de vardır.[46]

Rivâyete göre İsrâîloğulları arasında zengin, yaşlı bir kişi vardı. Adamın tek oğlu bulunuyordu. Amcasının çocukları mirasına konmak için adamın oğlunu öldürmüşlerdi. Sonra da gelip kanını ve diyetini taleb ediyorlardı. Bu hususta Cenâb-ı Allah, bir sığır kesmelerini emretti. Kesilen sığırın bir parçasının ölünün vücûduna vurulması hâlinde, ölünün dirileceğini ve kendisini kimin öldürdüğünü söyleyeceğini bildirdi. Yahûdiler sığırı kestiler ve ölüye ondan bir parçayla vurdular. Allah ölüyü diriltti ve ölü kendisini kimin öldürdüğünü haber verdi. İşte Cenâb-ı Allah Yahûdilere bu vakayı hatırlatmaktadır. Hani Mûsâ peygamber sizin atalarınıza demişti ki: “Allah herhangi bir sığır kesmenizi emrediyor.” Onlar Allah'ın emrini yerine getirmemişler ve beklemişlerdi. Hattâ, “Ey Mûsâ! Bizimle alay mı ediyorsun?” diye o'na çıkışmışlardı. Mûsâ peygamber de, “Ben ciddî konularda alay edecek birisi değilim, dediklerinizden Allah'a sığınırım” diye karşılık vermişti. Hz. Mûsâ'nın dediklerinin ciddî olduğunu anlayan Yahûdiler, kesilecek sığırın nasıl olması gerektiğini Rabbinden öğrenmesini Hz. Mûsâ'dan istemişlerdi. Hz. Mûsâ da onun yaşlı veya çok genç olmayan, ikisi arasında dinç bir sığır olduğunu bildirmiş ve emrolunduklan şekilde kesmelerini söylemişti. Ama Yahûdiler yine karşı çıkıp renginin nasıl olacağını sorunca, Hz. Mûsâ renginin fazlaca sarı olup, görenler tarafından hoş karşılanan, sevilen bir sığır olması gerektiğini bildirmişti. Yahûdiler bununla da yetinmemişler, sığırın niteliklerinin daha çok açıklanmasını istemişlerdi. Davranışlarının aşırılığını hissederek, sığırın kendileri tarafından farkedilir gibi olduğunu belirtmişler ve mazeret göstermeye çalışmışlardı. Yüce Allah, istenilen sığırın daha önce toprak sürmemiş ve su çekmemiş bir hayvan olmasını ve her türlü eksikliklerden salim bulunması gerektiğini bildirmişti. Bunun üzerine Yahûdiler Hz. Mûsâ'ya, “Şimdi dediğini anladık” diyerek istenen sığırı araştırmaya başlamışlar ve annesinin emrini dinleyen bir yetim çocuğun sığırı olduğunu görmüşlerdi. Rivâyete göre sığırın, derisini altınla doldurmak şartıyla onu satın almışlardı. Burada Yüce Allah hitabını Peygamber devrindeki Yahûdilere çevirerek, atalarının davranışlarını, onlara hatırlatmakta ve kötü hâllerini gözleri önüne sermektedir.[47]

Hâlbuki, bu paragraf da daha öncekiler gibi İsrâîloğulları'nın hayatından kesit sunan bağımsız bir paragraftır. Bu yanılgının sebebi, âyetteki بعض [ba‘z] ve ضرب [darb] sözcüklerinin yanlış anlaşılması olduğundan bu sözcükler üzerinde duracağız.

Âyette geçen بعض[ba‘z] sözcüğü, “kısım, parça” anlamında edat olduğu gibi, بَعُضَ [ba‘uza/eza etti, acıttı] fiilinin mastarı da olabilir. Klasik anlayış, sözcüğün “parça” anlamını [edat hâlini] dikkate almıştır.

BA‘Z

بعض [ba‘z] sözcüğü, “parça” anlamında kullanıldığı gibi, بعض [ba‘uza/dişledi, eziyet etti] fiilinin mastarı da olur. Hatta, بعوضة[ba‘uzat/sivrisinek] sözcüğü de buradan gelir.[48]

DARB

Bu sözcüğün de birçok anlamı vardır. Bu konu hakkında Sâd sûresi'nin tahlilinde Eyyûb kıssası sadedinde açıklamalarda bulunmuştuk ve kelimenin, “yola çıkmak, bir başka yere gitmek” anlamını tercih etmiştik.[49]

Sözcükler bu anlama alındığında mana şöyle olur: Öldürülen kişi sebebiyle Mûsâ'ya eza edilmemesi için o'nu Mısır'dan uzaklaştırın, yola koyultun. Burada emir, Mûsâ'ya Mısır'dan kaçmasını öneren kimseye verilmiş, o da Mûsâ'nın Mısır'dan kaçmasını sağlamıştır. Bu kişi Mü’min sûresi'nde, “Firavun'un yakınlarından olup imanını gizleyen biri” olarak nitelenmiştir. Biz bu kişinin, Firavun'un karısı –ki Kur’ân'da övülmektedir– olduğu kanaatindeyiz.

74. Sonra da kalpleriniz katılaştı; işte onlar, taş gibidir, hatta daha katıdır. Ve şüphesiz taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır da ondan su çıkar, öyleleri vardır ki Allah'ın haşyetinden düşerler. Allah yaptıklarınızdan habersiz [gâfil] değildir.

Bu âyette, İsrâîloğulları'nın, Allah'ın onca nimetlerine mazhar olmalarına rağmen düştükleri konum gözler önüne seriliyor. Allah onlara alabildiğine toleranslı davranmış; onları yüzlerce kez affetmiş, onlardan iyi insan olacaklarına dair sözler almıştı. Ama onların kalpleri yine de taşlaşmış, hatta daha da katı olmuştur. Kötü alışkanlıkları sebebiyle onlarda duygu diye bir şey kalmamıştı.

İsrâîloğulları'nın, hiçbir manevî değer tanımadıklarına dair onlarca âyet vardır. Bunlardan biri de şudur:

Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerine katılık koyduk. Onlar kelimeyi/sözcüğü yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler. Öğütlendiklerinin önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hâinlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever. (Mâide/13)

Bu âyetin de, 72-73. âyetle bir bağı bulunmadığı; onların devamı olmadığı hâlde, onların devamı imişçesine birtakım rivâyetler ortaya atılmıştır:

Avfî tefsirinde, İbn Abbâs'tan naklen der ki: Kesilen hayvanın bir parçası ile vurulunca ölü dirilip oturdu ve kendisine, “Seni kim öldürdü?” denildiğinde, “Kardeşimin oğulları öldürdüler” dedi ve rûhu tekrar kabzolundu. Adamın öldüğünü görünce kardeşlerinin oğulları Allah'a ant içerek, “Onu biz öldürmedik” dediler ve böylece gördükten sonra hakkı yalanladılar. İşte bunun için Allah Teâlâ, Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı buyurmaktadır. Bununla, yaşlı ölünün yeğenleri kasdedilmektedir. Şimdi onlar taş gibidir yahut daha da katı. İsrâîloğulları'nın kalpleri, gördükleri âyetlere ve mucizelere rağmen uzun süre geçmesi nedeniyle öğüt dinlemekten uzaklaştı. Onların kalpleri öylesine katılaşmıştı ki, yumuşama imkânı olmayan taşlar gibiydi, hattâ taşlardan da katıydı. Çünkü kimi taşlardan ırmaklar akıtan gözeler kaynar, kimisinden sular fışkırır, kimisi de Allah'ın haşyetinden dağlardan aşağı yuvarlanır. Hepsi kendi hesabına göre bir idrâk içerisindedir.[50]

Kalp katılaşması; iman, iz’an, vicdan ve merhametin bulunmadığını ifade eden bir deyimdir. Buna şu âyette değinilir:

İnananlar için hâlâ vakti gelmedi mi ki, kalpleri Allah'ı anmak ve Hakk'tan gelen için ürpersin de, daha önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmiş, dolaysıyla kalpleri katılaşmış kimseler gibi olmasınlar. Onların çoğu da yoldan çıkmıştır. (Hadîd/16)

Kalplerin mühürlenmesi, pas tutması, damgalanması ve taşlaşması ile ilgili Tîn sûresi'nde geniş bilgi verilmişti.[51]

Âyetteki, İşte onlar, taş gibidir, hatta daha katıdır. Ve şüphesiz taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır da ondan su çıkar, öyleleri vardır ki Allah'ın haşyetinden düşerler ifadesi, Haşr sûresindeki şu âyetten anlaşılıyor ki, “Allah en katı, en cüsseli maddeye bile akıl verip ona tecelli edecek olsa…” anlamındadır:

Eğer Biz bu Kur’ân'ı bir dağa indirseydik, Allah'ın haşyetinden onu huşû yapar [saygı duyar, baş eğmiş], parça, parça olmuş görürdün. Ve Biz bu misalleri tefekkür ederler diye insanlara veriyoruz. (Haşr/21)

Nitekim, Allah tecelli ettiği cansız varlıklar harekete geçmektedir:

Ne zaman ki, Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte geldi ve Rabbi o'na konuştu. (Mûsâ,) “Ey Rabbim! Göster bana Kendini de bakayım Sana!” dedi. (Rabbi o'na) dedi ki: “Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin.” Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi, Mûsâ da baygın olarak yere yığıldı. Ayılıp kendine gelince de, “Seni tenzih ederim, Sana döndüm [tevbe ettim] ve ben inananların ilkiyim” dedi. (A‘râf/143)

Ve onlar kendi derilerine, “Niye aleyhimize şâhitlik ettiniz?” dediler. Onlar dediler ki: “Her şeyi konuşturan Allah, bizi konuşturdu ve sizi ilk defa O yarattı ve O'na döndürülmektesiniz. Siz, işitme, görme duyularınız ve derileriniz aleyhinize şâhitlik eder diye gizlenmiyordunuz. Velâkin yapmakta olduklarınızdan bir çoğunu Allah'ın bilmeyeceğine inandınız. İşte sizin bu inancınız; Rabbiniz hakkında beslediğiniz inancınız, sizi bir yıkıma uğrattı, böylelikle hüsrana uğrayanlardan oldunuz.” (Fussilet/21-23)

75. Peki siz, onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki onlardan bir zümre, Allah'ın kelamına kulak verirler, sonra, onu iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederler.

76. Ve onlar, iman etmiş kimselere rastladıklarında, “İnandık” derler, birbirleriyle başbaşa kaldıkları zaman da, “Allah'ın sizin aleyhinizde hüküm verdiği şeyleri Rabbinizin nezdinde aleyhinize delil olarak kullansınlar diye mi onlara söylüyorsunuz? Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” dediler.

77. Onlar, şüphesiz Allah'ın, kendilerinin sırr olarak sakladıkları şeyleri ve açığa vurdukları şeyleri bildiğini bilmiyorlar mı?

78. Bunlardan bir kısmı da, kuruntu dışında Kitab'ı bilmeyen ümmilerdir. Bunlar, sadece zannediyorlar.

79. Artık yazıklar olsun o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz paraya satmak için, “Bu, Allah katındandır” derler. Artık o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara yazıklar olsun! O kazandıkları şeyler yüzünden kendilerine yazıklar olsun!

80. Ve onlar dediler ki: “Sayılı birkaç gün dışında ateş bize asla dokunmayacaktır.” De ki: “Allah'tan bir ahit [garanti] mi aldınız? Allah, ahdine asla ters düşmez. Yoksa siz Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”

81. Evet, kim bir kötülük kazandıysa ve hatası kendisini kuşattıysa; işte bunlar ateş ashâbıdır. Onlar, orada sürekli kalıcıdırlar.

82. İman etmiş ve sâlihatı işlemiş kimseler de; işte onlar, cennet ashâbıdır. Onlar, orada sürekli kalıcıdırlar.

Yahûdilerin, geçmiş atalarıyla ilgili kesitler hatırlatıldıktan sonra Rasûlullah ve mü’minlere hitap edilerek Yahûdilerin sırları ifşa edilmiştir.

Bunların bir kısmı, Allah'ın kelamını dinleyip iyice anladıkları hâlde işlerine gelmediği için bile bile tahrif ederler [asıl anlamından uzaklaştırmak için kelimeleriyle oynarlar, yer değiştirirler, gerçek anlamdan uzaklaştırarak yorumlarlar]. Mü’minlerle karşılaştıklarında da iman ettiklerini söylerler; baş başa kaldıklarında ise, Allah'ın sizin aleyhinizde hüküm verdiği şeyleri Rabbinizin nezdinde aleyhinize delil olarak kullansınlar diye mi onlara söylüyorsunuz? Hâlâ akıllanmayacak mısınız diyerek tartışırlar.

Bunların diğer bir kısmı ise, kitabı bilmeyen ümmilerdir, ki hiçbir bilgileri bulunmayıp sadece zanna uyarak temelsiz bir inanç peşinde koşar dururlar.

Bu pasajda, birinci grupta yer alan ikiyüzlü, tahrifkârlar hakkında, Peki siz, onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? buyurularak, bunlarla boşuna uğraşılmaması, bunların inanmayacakları bildirilmektedir. Ayrıca bu grup, Artık yazıklar olsun o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz paraya satmak için “Bu, Allah katındandır” derler. Artık o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara yazıklar olsun! O kazandıkları şeyler yüzünden kendilerine yazıklar olsun! denilerek tehdit edilmektedir.

Ardından da kendi kendilerine din uydurmuş bu ikiyüzlülerin, Sayılı birkaç gün dışında ateş bize asla dokunmayacaktır iddiasında bulundukları beyân edilerek, onlara, Allah'tan bir ahit [garanti] mi aldınız? Allah, ahdine asla ters düşmez. Yoksa siz Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz? denilmesi emredilmiştir. Yani, onların temelsiz bir inanca sahip oldukları bildirilmiş, sonra da doğru inancın nasıl olacağı açıklanmıştır: Evet, kim bir kötülük kazandıysa ve hatası kendisini kuşattıysa; işte bunlar ateş ashâbıdır. Onlar, orada sürekli kalıcıdırlar. İman etmiş ve sâlihatı işlemiş kimseler de; işte onlar, cennet ashâbıdır. Onlar, orada sürekli kalıcıdırlar. Bu evrensel gerçek bir başka sûrede şöyle yer alır:

O [bu iş], sizin kuruntularınızla ve Ehl-i Kitab'ın kuruntularıyla değildir. Kim kötülük yaparsa onunla cezalandırılır. Ve o kendisi için Allah'ın astlarından bir yakın kimse ve bir yardımcı bulamaz. Ve erkekten veya kadından, kim mü’min olarak sâlihatı işlerse, işte onlar cennete girerler. Ve zerre kadar zulme uğratılmazlar. (Nisâ/123-124)

76. âyetteki, Allah'ın sizin aleyhinizde hüküm verdiği şeyleri Rabbinizin nezdinde aleyhinize delil olarak kullansınlar diye mi onlara söylüyorsunuz? ifadesi, “Allah katında biz sizden daha üstünüz desinler” veya “size karşı delil getirsinler diye mi haber veriyorsunuz?” demektir ki bununla da, onların âhirette aleyhinize şâhitlik yapmasını mı istiyorsunuz?! Onlara sırrınızı vermeyin; ikiyüzlü olduğunuzu belli etmeyin!” demek istiyorlar. Bunlarla mü’minlerin âhirette yüzleşecekleri ve tartışacakları Zümer sûresi'nde yer almıştı:

Sonra şüphesiz siz kıyâmet gününde Rabbinizin huzurunda tartışacaksınız. (Zümer/31)

Âyette zikri geçen ümmiler, “okuma-yazma bilmeyen, anasından doğduğu gibi kalan kimseler” demektir. Rasûlullah'ın ümmiliği bununla karıştırılmamalıdır. Rasûlullah'a izafe edilen el-ümmi niteliği, “ümmü'l-quravî” [anakentli] sözcüğünün hafifletilmiş şeklidir. Bu husustaki geniş açıklama için A‘râf sûresi'nin tahliline bakılabilir.[52]

Klasik kaynaklada bu âyetlerin inişi ile ilgili şu bilgiler verilmektedir:

Onlar [Yahûdiler], “Sayılı günler dışında bize katiyyen cehennem ateşi dokunmaz” dediler âyetinin nüzûl sebebiyle ilgili farklı görüşler vardır. Peygamber (s.a) Yahûdilere, “Cehennem ehli kimlerdir?” diye sorduğunda, onlar, “Biziz, fakat bizim arkamızdan da bizim yerimize siz geçeceksiniz” dediler. Hz. Peygamber onlara, “Yalan söylüyorsunuz, siz de biliyorsunuz ki biz oraya sizden sonra sizin yerinize gelmeyeceğiz” dedi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu açıklama İbn Zeyd'e aittir.

İkrime ise İbn Abbâs'tan rivâyetle der ki: “Rasûlullah (s.a) Medîne'ye geldiğinde Yahûdiler şöyle diyordu: ‘Bu dünya(nın ömrü) 7.000 yıl olacaktır. İnsanlar cehennemde, dünya günlerinden her bir sene mukabilinde âhiret günlerinden cehennemde bir gün azap göreceklerdir.’ Bunun üzerine Yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi indirdi.” Bu Mücâhid'in de görüşüdür.

Bir başka kesim ise şöyle demiştir: Yahûdiler dediler ki: “Tevrât'ta belirtildiğine göre cehennem 40 yıllık bir mesafedir [boyundadır]. Biz her gün bir yıllık mesafe katedeceğiz, nihâyet süreyi tamamlayacağız. Cehennem de yok olup gidecektir.” Bunu ed-Dahhâk İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir.

Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre Yahûdiler, Tevrât'ta şunun yazılı olduğunu iddia etmişler: “Cehennemin iki ucu arasında Zakkum ağacına ulaşıncaya kadar 40 yıllık bir uzaklık vardır.” Yine Yahûdiler şöyle demişlerdir: “Biz Zakkum ağacına ulaşıncaya kadar azap göreceğiz. Ondan sonra da cehennem yok olup gidecektir.”

Yine İbn Abbâs'tan ve Katâde'den rivâyet edildiğine göre Yahûdiler şöyle demişlerdir: “Allah bizi, buzağıya taptığımız gün sayısı olan kırk gün cehenneme sokacağına dair yemin etmiştir.” Ancak –önceden de geçtiği üzere– Allah onların bu iddialarını yalanlamıştır.[53]

80. âyette bu sözde uyanık toplumla ilgili, Dediler ki: “Sayılı birkaç gün dışında ateş bize asla dokunmayacaktır” buyurulmaktadır. Onların bu sapıkça iddiası Âl-i İmrân sûresi'nde de reddedilmiştir:

Bu, onların, “Ateş bize sayılı birkaç gün dışında asla dokunmayacaktır” demeleri nedeniyledir. Onların uydurmuş oldukları şeyler de, dinlerinde kendilerini aldatmaktadır. (Âl-i İmrân/24)

Âyetlerden anlaşıldığına göre Yahûdiler, Allah katında seçkin bir yere sahip olduklarına inanırlar, bu yüzden de işledikleri günahları önemsemezlerdi. Şu âyetler de onların inançları hakkında bilgi vermektedir:

Ve sen onların milletlerine uymadıkça Yahûdiler ve Hristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar. De ki: “Şüphesiz Allah'ın kılavuzluğu, kılavuzluğun ta kendisidir.” Ve eğer ilimden sana ulaşan şeyden sonra bunların hevalarına [boş ve iğreti arzularına] uyarsan, senin için Allah katından herhangi bir velî olmaz, herhangi bir yardımcı da olmaz. (Bakara/120)

Bir de onlar [inananları Yahûdileştirmek, Hristiyanlaştırmak isteyenler], “Yahûdi ve Hristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek” dediler. Bu, onların kendi kuruntularıdır. De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, delilinizi getirin.” (Bakara/111)

Ve onlar, “Yahûdi veya Hristiyan olunuz ki, hidâyet bulasınız” dediler. Sen de ki: “Bilakis, hanif [dönen biri] olarak şirk koşmamış olan İbrâhîm'in milletine!” (Bakara/135)

Allah'a iftira atan, Allah hakkında yalan uyduran bu kimseler kınanmakta ve tehdit edilerek uyarılmaktadır:

Ve onlardan [Kitap Ehlinden], o, kitaptan olmamasına rağmen, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip büken bir güruh vardır. O, Allah katından olmadığı hâlde, “Bu, Allah katındandır” derler. Kendileri bilip dururken, Allah'a karşı yalan söylerler. (Âl-i İmrân/78)

Ve kendi dillerinizin yalan vasfetmesi ile Allah'a yalan uydurmak için, “Şu helâldir, şu harâmdır” demeyin. Şüphesiz Allah'a yalan uyduran kimseler iflah olmazlar. (Nahl/116)

Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerine katılık koyduk. Onlar kelimeyi/sözcüğü yerlerinden değiştirirler. Öğütlendiklerinin önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hâinlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever. (Mâide/13)

83. Ve hani Biz, İsrâîloğulları'nın mîsâkını [kesin sözünü] almıştık: “Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya, yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere de iyilik yapacaksınız, insanlara güzelliği söyleyiniz salâtı ikâme ediniz ve zekâtı veriniz.” Sonra çok azınız müstesnâ olmak üzere yüz çevirdiniz. Ve siz yüz çevirenlersiniz.

84-85. Ve hani Biz, sizin mîsâkınızı almıştık; kanlarınızı dökmeyeceksiniz, kendilerinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız. Sonra siz tanıklık ederek ikrar verdiniz. Sonra, siz, işte, o kimselersiniz; nefislerinizi öldürüyorsunuz ve sizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz. Onların aleyhinde günah ve düşmanlıkta yardımlaşıyorsunuz. Eğer onlar size esir olarak gelirlerse de onlar için fidyeleşirsiniz. Hâlbuki o; onların çıkarılmaları size harâmlaştırılmıştır. Peki, siz Kitab'ın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şu hâlde içinizden böyle yapanların alacağı karşılık dünya hayatında bir rüsvaylıktan başka nedir? Kıyâmet günü de azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gâfil [duyarsız] değildir.

86. İşte onlar, âhiret karşılığında basit yaşamı satın almış kimselerdir. Artık bunlardan azap hafifletilmez, onlar yardım da olunmazlar.

83. âyette, İsrâîloğulları'nın, “Allah'tan başkasına kulluk etmeme, ana-babaya, yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere iyilik yapma, insanlara güzelliği söyleme, salâtı ikâme etme ve zekât verme” ile mükellef kılındığı, ama onların buna karşı çıktıkları bildirilmiştir.

84-85. âyetlerde de İsrâîloğulları'ndan, Kanlarınızı dökmeyeceksiniz, kendilerinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız diye söz alındığı, onların da sözlerinde duracaklarına dair ikrar verdikleri, fakat verdikleri sözden dönerek birbirlerini öldürdükleri ve sürgün ettikleri, kötülük ve düşmanlık için yardımlaştıkları ve yasaklanmasına rağmen fidye karşılığı esir değişimi yaptıkları bildiriliyor; ki bu, onların Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmelerinden kaynaklanmaktadır. Böyleleri dünyada rezil edilir, âhirette de azabın şiddetlisine çarptırılır. Çünkü Allah, yapılanların hiç birinden gâfil değildir.

Burada İsrâîloğulları'nın muhatap olduğu yükümlülükler, hakk dininin temel unsurlarıdır:

Ve Biz senden önce hiçbir elçi göndermedik ki, ona, “Gerçek şu ki Benden başka ilâh diye bir şey yoktur. Onun için Bana ibâdet edin” diye vahyetmiş olmayalım. (Enbiyâ/25)

Şüphesiz onlardan önceki kimseler tuzak kurdular da Allah, onların duvarlarına temellerinden geldi. Sonra da çatı tepelerinden üzerlerine çöktü. Ve onlara azap akledemedikleri bir yönden geldi. (Nahl/26)

Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz birr değildir. Ama birr [iyi olan kimseler], Allah'a, Âhiret Günü'ne/Son Gün'e, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanan; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve boyunduruktakilere [kölelere], ona [Allah'a/mala/vermeye] sevgisi olmasına rağmen, veren ve salâtı ikâme eden, zekâtı veren kimselerdir. Ve de sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden kimselerdir. İşte onlar, sadık olanlardır. Ve işte onlar, takvâlı olanların ta kendileridir. (Bakara/177)

Ve senin Rabbin kesin olarak şunları gerçekleştirdi [karar altına aldı]: Kendisinden başkasına kul olmayın, anne ve babaya iyi davranın. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa ererse, sakın onlara “Öf” deme, onları azarlama. Ve ikisine de kerîm [onurlu, tatlı ve güzel] söz söyle. Ve merhametinden dolayı onlar için alçak gönüllülük kanatlarını indir. Ve de ki: “Rabbim! Onların beni küçükten terbiye ettikleri gibi, onlara rahmet et.” Sizin Rabbiniz içinizdekileri çok iyi bilir. Eğer sâlihler olursanız, elbette O tam anlamıyla dönenleri bağışlayıcıdır. Yakınlık sahibine, yoksula ve yolda kalmışa da hakkını ver. Ve saçıp savurma. –Şüphesiz saçıp savuranlar, şeytânların kardeşleridir. Şeytân ise Rabbine karşı çok nankördür.– (İsrâ/23-27)

Ve Biz insana, anası ve babasını tavsiye ettik: –Anası onu zayıflık üstüne zayıflıkla taşıdı. Onun sütten ayrılması da iki yıl içindedir.– “Bana, anana ve babana şükret [karşılık öde]!” Dönüş, ancak Banadır. Ve eğer ki o ikisi [ana-baba] bilmediğin bir şeyi Bana ortak koşman üzerinde seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Ve dünyada onlarla iyi geçin ve Bana yönelen kimselerin yolunu tut. Sonra dönüşünüz ancak Banadır. Sonra da Ben size yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim. (Lokmân/14-15)

Ve Biz insana, ana ve babasına ihsanı [iyilik yapmayı/güzel davranmayı] tavsiye ettik. Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle bıraktı [doğurdu]. Ve onun taşınması ve ayrılması otuz aydır. Nihâyet insan, olgunluk çağına ulaştığı ve kırk seneye geldiğinde, “Rabbim! Bana ve anama-babama ihsan ettiğin nimetlerine şükretmemi ve Senin hoşnut olacağın sâlihi işlememi sağla. Benim için soyumun içinde düzeltmeler yap [sâlih kimseler ver]. Şüphesiz ben Sana yöneldim. Ve ben şüphesiz teslim olanlardanım” dedi. (Ahkâf/15)

Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yeteneği olan kişiler; Allah'ın ahdini yerine getirirler ve antlaşmayı bozmayan, Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştiren, Rabb'lerine haşyet duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler, Rabb'lerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş, salâtı ikâme etmiş ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak etmiş ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar oraya [adn cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!” (Ra‘d/19-24)

İşte bu, Allah iman eden, sâlihatı işleyen kullarına müjdelediği şeydir. –De ki: “Ben onun üzerine [bu tebliğime karşı] sizden yakınlıkta sevgiden başka hiçbir ücret istemiyorum.”– Ve her kim bir iyilik/güzellik yaparsa Biz onun için onda iyiliği/güzelliği artırırız. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır, karşılığını verendir. (Şûrâ/23)

Yetimin kerîmleştirilmesinin, mirasının zâyi edilmemesinin, yenilmemesinin, öz evlat gibi büyütülmesinin ve eğitilip topluma kazandırılmasının evvelki şeriatlarda da mevcut olduğu görülüyor. Kur’ân, yetim konusu üzerinde hassasiyetle durur:

Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip yayan Rabbinize takvâlı davranın. Ve kendisiyle birbirinizle dilekleştiğiniz Allah'a ve akrabalığa takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir. Ve yetimlerinize mallarını verin. Temizi pise değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Bunu yapmak kesinlikle büyük bir suçtur. Ve eğer ki yetimleriniz konusunda hakkaniyetsizlikten korktuysanız; o takdirde sizin için hoş olan, yetimlerin kadınlarından ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder nikâhlayın. Şâyet o takdirde de adaleti gözetemeyeceğinizden korktuysanız, bir tanesini ya da yeminlerinizin sahip olduğunu nikâhlayın. Bu hakksızlığa sapmamanız için en uygunudur. Ve bu kadınlara mehirlerini seve seve veriniz. Artık onlar ondan [alacaklarından] bir kısmını size hoş ederlerse [ikramda bulunurlarsa] de onu afiyetle, çekinmeden yeyiniz. Ve Allah'ın, ayakta kalmanız için size vermiş olduğu mallarınızı bu sefihlere vermeyiniz. Ve onları o mallarda rızıklandırın ve onları giyindirin. Ve onlara ma‘rûf söz söyleyin. Ve bu yetimlerinizi nikâha ulaşıncaya kadar belâlandırınız [sıkı bir eğitim vererek olgunlaştırınız]. Sonra da eğer kendilerinde rüşd hissederseniz mallarını kendilerine hemen teslim ediniz. Onlar büyüyecekler diye onların mallarını saçıp savurup yemeyin de. Ve kim zengin ise artık o iffetli davransın. Kim de fakir ise artık o da ma‘rûf ile yesin. Sonra da onların [yetimlerin] mallarını kendilerine teslim ettiğiniz zaman onlar üzerine şâhit tutunuz. Hesap sorucu olarak da Allah yeter. Ana-baba ve akrabaların terekesinde erkek yetimlere bir pay vardır. Ana-baba ve akrabaların terekelerinde de az olsa da çok olsa da farz kılınmış bir nasip olarak kadın yetimlere de bir pay vardır. Taksime yakınlar, yetimler ve miskinler hazır bulunduğu zaman da onları ondan rızıklandırın ve onlara ma‘rûf söz söyleyin. Ve arkalarında zayıf zürriyet bıraktıkları takdirde endişe edecek olanlar, ürpersinler! Ve de Allah'a takvâlı davransınlar ve hakksızlığı önleyen söz söylesinler. Kesinlikle yetimlerin mallarını hakksız yere yiyen kimseler, muhakkak ki karınlarının içinde ateş yerler. Ve yakında ateşi alevli cehenneme yaslanacaklardır. (Nisâ/1-10)

Yetimin malına da yaklaşmayın; yalnız erginlik çağına erişinceye kadar (malına) en güzel biçimde hariç [bu şekilde yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz]. Ve ölçüyü, tartıyı hakkaniyetle tastamam yapın. Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız. Söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa âdil olun ve Allah'a verdiğiniz sözü tastamam tutun. İşte bunlar öğüt alıp düşünesiniz diye O'nun [Allah'ın] size vasiyet ettikleridir. (En‘âm/152)

Hayır, hayır… Doğrusu siz yetimi kerîmleştirmiyorsunuz. Yoksulun yiyeceği üzerine birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Oysa mirası yağmalarcasına öyle bir yiyişle yiyorsunuz ki! Malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına! (Fecr/17-20)

O seni yetim olarak bulup barınağa kavuşturmadı mı? Seni sapıtmış olarak bulup da hidâyet etmedi mi? Seni aile geçindirme zorluğu içinde bulup da zengin etmedi mi? O hâlde yetimi kahretme, isteyeni azarlama ve Rabbinin nimetini söz ve fiillerinle ortaya koy! (Duhâ/6-11)

Dini yalanlayan şu kimseyi gördün mü? İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse. (Mâûn/1-3)

Sana hamrdan [aklı karıştıran/örten şeylerden] ve şans oyunlarından soruyorlar. De ki: “Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat dünya ve âhirette günahları, menfaatlerinden daha büyüktür.” Yine sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan fazlasını infak edin.” Allah, tefekkür edersiniz diye âyetlerini işte böyle sizin için ortaya koyuyor. Sana yetimlerden de soruyorlar. De ki: “Onlar için iyileştirme, en iyisidir. Eğer onlara karışırsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla iyileştiriciyi bilir [birbirinden ayırdeder].” Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Şüphesiz Allah azîz'dir, hakîm'dir. (Bakara/219-220)

83. âyette bir de, insanlara güzelliği söyleyiniz buyurulmuştur. Zira iyi, güzel ve faydalı sözler çekici, kötü sözler ise iticidir. Kötülüğün panzehiri, iyiliktir. Çünkü hakk gelince bâtıl zâil olur.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. March 2010, 12:34 AM   #13
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Bu, eğitimcilerin, toplum için yaralı işler yapmaya gayret edenlerin dikkat etmek zorunda oldukları ilk ilkelerden biridir. Nitekim Yüce Allah ilk vahiylerden itibaren bu hususta uyarılarda bulunmuştur:

Allah, hakksızlığa uğrayanların dışında, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Ve Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir. (Nisâ/148)

“Her ikiniz gidin Firavun'a. O, gerçekten azdı. Sonra ona öğüt alması ve haşyet duyması için yumuşak söz söyleyin.” (Tâ-Hâ/43-44)

Ve Allah'a çağırıp/yakarıp sâlihi işleyen ve “Ben müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır? Ve güzellikle çirkinlik/iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel şeyle sav. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sımsıcak bir yakın'dır. (Fussilet/33-34)

Ve gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde salâtı ikâme et [zihnî ve mâlî desteği oluştur ve ayakta tut]; çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür. (Hûd/114)

84. âyette, Hani Biz, sizin mîsâkınızı almıştık; kanlarınızı dökmeyeceksiniz, kendilerinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız. Sonra siz tanıklık ederek ikrar verdiniz. Sonra, siz, işte, o kimselersiniz; nefislerinizi öldürüyorsunuz ve sizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz. Onların aleyhinden günah ve düşmanlıkta yardımlaşıyorsunuz. Eğer onlar size esir olarak gelirlerse de onlar için fidyeleşirsiniz. Hâlbuki o; onların çıkarılmaları size harâmlaştırılmıştır ifadeleriyle kasdedilenler, Rasûlullah'ın Medîne'de muhatap olduğu İsrâîloğulları, Evs ve Hazrec kabileleridir. Bunlar, İslâm'ı kabul etmeden bir süre önce bu durumdaydılar:

Şöyle ki: Evs ile Hazrec kabileleri putlara tapıyorlardı. Aralarında, başka Arap kabileleri arasında görülmemiş derecede bir düşmanlık vardı.

Üç kabileden oluşmuş Medîne Yahûdileri de bu iki kabileden birinin müttefiki idiler. Yahûdi kabilelerinden Kaynukaoğulları ile Nadîroğulları Hazrec kabilesinin, Kurayzaoğulları ise Evs kabilesinin müttefiki idiler. Bu iki kabile arasında savaş çıkınca Yahûdi kabileleri de müttefikleri olan kabilenin yanında savaşa katılıyor, karşı tarafla vuruşuyorlar; karşı tarafta yer alan ırkdaşları ve dindaşları olan Yahûdileri öldürdükleri de oluyordu. Oysa, Allah'ın kendilerinden aldığı mîsâka göre birbirlerini öldürmeleri yasaktı.

Yine kendi müttefikleri savaşta gâlip gelince karşı taraftaki ırkdaşlarını-dindaşlarını yurtlarından sürüyor, mallarını yağmalıyor ve esir alıyorlardı. Oysa bunların tümü Allah'a vermiş oldukları söz gereğince yasaktı. Bir süre sonra savaşın etkileri yok olmaya yüz tutunca fidye karşılığında esirleri kurtarmaya girişiyorlar, bu aşamada gerek karşı tarafta savaşmış ırkdaşlarının-dindaşlarının gerek müttefiklerinin, gerekse de müttefiklerinin düşmanı olan Arap kabilesinin elindeki esirleri serbest bıraktırıyorlardı. Bunu Tevrât'ın şu hükmünün gereğini yerine getirmek için yapıyorlardı: “Nerede İsrâîloğulları'ndan bir köleye rastlarsan onu satın alıp azat etmelisin.”[54]

Bu durumlarına değinildikten sonra Medîneli Yahûdilere, Peki, siz Kitab'ın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şu hâlde içinizden böyle yapanların alacağı karşılık dünya hayatında bir rüsvaylıktan başka nedir? Kıyâmet günü de azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gâfil [duyarsız] değildir denilerek uyarı ve tehdit yöneltilmiştir. Bu tehdidi başka âyetlerde de görüyoruz:

Allah'ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olan, “Biz bir kısmına inanırız bir kısmına inanmayız” diyerek Allah ve Elçisi'nin arasını ayırmaya kalkışan ve böylece imanla küfür arasında bir yol tutmaya çalışan kimseler var ya, işte onlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir. Biz o kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. (Nisâ/150-151)

Bu âyetlerde, Allah'ın kitabının bir kısmına inanan bir kısmına inanmayan; bir kısmını uygulayan, bir kısmını uygulamayan tüm insanlara uyarı ve tehdit yöneltilmektedir.

86. âyette ise onlara, İşte onlar, âhiret karşılığında basit yaşamı satın almış kimselerdir denilerek, dünya hayatının, âhirete tercih edilmesi yanılgısına vurgu yapılmıştır. Kur’ân'da, insanları bu yanılgıdan kurtarmaya yönelik yüzlerce âyet vardır. Konumuz olan âyetteki ifade, daha evvel 16. âyette ikiyüzlüler için kullanılmıştı:

İşte onlar, hidâyet karşılığında sapıklığı satın alan kimselerdir de onların ticaretleri kâr etmedi ve onlar doğru yolu bulamadılar. (Bakara/16)

87. Ve andolsun ki, Mûsâ'ya Kitab'ı verdik. Ve o'ndan sonra birbiri ardı sıra elçiler gönderdik. Meryem oğlu Îsâ'ya da açık açık deliller verdik ve kendisini Rûhu'l-Qudüs ile destekledik. Peki siz, bir elçinin size, nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirdiği her seferinde büyüklük tasladınız mı?! Sonra da bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürüyorsunuz.

88. Ve onlar, ‘Bizim kalplerimiz kılıflıdır [örtülüdür]’ dediler. Aksine; Allah, inkârlarından dolayı onları lânetlemiştir. Bundan dolayı pek azı iman eder!

89. Onlara Allah katından kendileri ile birlikte olanı tasdik eden bir kitap gelince de –ki bunlar daha önceleri inanmayanlara karşı zafer kazanmak istemişlerdi de o tanıdıkları kendilerine gelmişti– onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın lâneti kâfirler üzerinedir.

90. Onların, kendilerini karşılığında sattıkları şey, Allah'ın kullarından dilediğine Kendi lütfundan indirmesini kıskanarak, Allah'ın indirdiği şeyleri inkâr etmeleri ne çirkindir! İşte bu yüzden gazap üstüne gazaba uğradılar. Küçültücü azap da yalnızca kâfirler içindir.

91. Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine iman edin” denildiği zaman, onlar “Biz, kendimize indirilene iman ederiz” dediler. Ve onlar, o [Allah'ın indirdiği], kendilerinin beraberindekileri doğrulayan bir hakk olmasına rağmen, ondan [kendilerine indirilenlerden] ötesini inkâr ediyorlar. De ki: “Peki eğer mü’minler idiyseniz niçin daha önce Allah'ın peygamberlerini öldürüyorsunuz?”

92. Ve andolsun ki Mûsâ size açık-seçik kanıtlarla gelmişti. Sonra siz, zâlimler olarak arkasından buzağıyı [altının ilâhlığını] edindiniz.

93. Ve hani sizden mîsâk almış ve Tûr'u üstünüze yükseltmiştik: “Size verdiğimizi [Kitab'ı] kuvvetlice alın ve dinleyin.” Demişlerdi ki: “Dinledik ve isyan ettik/iyice sarıldık.” Ve inkârları yüzünden buzağı [altının ilâhlığı] kalplerine içirilmişti. De ki: “Eğer inananlar iseniz/inanıyorsanız, inancınızın size emrettiği şey ne çirkindir!”

Bu âyet grubunda Medîne'deki Yahûdilere hitap edilerek, İsrâîloğulları'nın geçmişten beri elçilik müessesesine bakışları ve birçok olumsuz özellikleri ortaya konulmuştur.

Allah Mûsâ'dan sonra da İsrâîloğulları'ndan birbiri ardına birçok elçi göndermiştir. Ama her seferinde onlar, elçilerin getirdiği mesajlar hoşlarına gitmediğinden büyüklük taslamışlar; elçilerin bir kısmını yalanlamış, bir kısmını da öldürmüşlerdir.

Kendilerine iletilen mesajlar karşısında, Bizim kalplerimiz kılıflıdır [örtülüdür] deyip anlamazlıktan gelerek bir kenara çekilmişlerdir.

Onlara Allah katından kendileri ile birlikte olanı tasdik eden Kur’ân gelince de onu inkâr ettiler. Onlara, “Allah'ın indirdiğine iman edin” denildiği zaman, onlar “Biz, kendimize indirilene iman ederiz” dediler. Ama bu dedikleri de yalandır. Öyle olsa hiç elçileri öldürürler miydi?!

Kur’ân'ı inkâr etme gerekçeleri, hasettir. Aslında onlar, bir peygamberin gelmesini çok istiyor ve bekliyorlar; hatta bu sayede zafer kazanacaklarını ümit ediyorlardı.

Mûsâ açık kanıtlarla gelmesine rağmen, yine altına tapmaktan vazgeçmemişler, azapla yüzyüze iken bile sahtekârlık yapmışlar; Tûr'da ölüm tehlikesi altında kendilerinden söz alınırken bile, Dinledik ve isyan ettik/iyice sarıldık diyerek cinaslı söz kullanıp hâinliklerini ortaya koymuşlardı. İşte bu yüzden de İsrâîloğulları gazap üstüne gazaba uğramışlardı.

Bu âyetlerde, bir yandan İsrâîloğulları'nın geçmişi bildiriliyor, diğer yandan da tüm insanlığa bu kavimle ilgili ihtiyatlı olmaları mesajı veriliyor. Zira altın-çıkar tutkusu onların kalblerine işlemiştir.

87. âyette zikredilen Mûsâ'dan sonra gelen elçiler, Kur’ân ve Kitab-ı Mukaddes'e göre Yûşâ, İsmâîl, Sem’un, Dâvûd, Süleymân, İşaya, Ermiya, Uzeyr, Hezekyal, İlyâs, Elyesâ, Yûnus, Zekeriyyâ, Yahyâ ve Îsâ peygamberlerdir.

Yine 87. âyetteki, Meryem oğlu Îsâ'ya da açık-açık deliller verdik ve kendisini Rûhu'l-Qudüs ile destekledik ibaresinde geçen Rûhu'l-Qudüs, “Allah'ın vahyi/İncîl”dir. Meryem sûresi'nde, “Rûh”, “Rûhu'l-Qudüs” ve “Cebrâîl”le ilgili geniş bilgi verilmişti.[55]

İsrâîloğulları'nın kendilerine gelen elçilere yaptıkları muamele, 61. âyette yer almış ve detayı orada sunulmuştu. Kitab-ı Mukaddes'e göre de İsrâîloğulları'nın târihi, öldürme ve eziyet olayları ile doludur. Bkz. II. Târihler, 16:1-14; I. Krallar, 19:1-10; I. Krallar, 22:26-27; II. Târihler, 24:20-21; Yeremya, 15:10; Yeremya, 18:20-23; Yeremya, 20:1-18; Yeremya, 20:36-40; Matta, 23:37; Markos, 6:17-29; Matta, 27:22-26.

Burada İsrâîloğulları'nın olumsuz iki yönü daha açıklanmıştır:

A) Mesajlar kendilerine iletildiğinde, ‘Bizim kalplerimiz kılıflıdır [örtülüdür]’ deyip, anlamazlıktan gelerek bir kenara çekilmeleridir ki bu durumlarına Nisâ sûresi'nde de dikkat çekilmiştir:

Onların kendi sözlerini bozmaları, Allah'ın âyetlerine karşı inkâra sapmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmeleri ve, ‘Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir’ demeleri nedeniyle (onları lânetledik.) Hayır; Allah, inkârları dolayısıyla ona [kalplerine] damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar. (Nisâ/155)

B) Ölümle burun buruna iken bile hâinlik edebilecekleridir ki bu husus bu pasajda şöyle ifade edilmiştir: Ve hani sizden mîsâk almış ve Tûr'u üstünüze yükseltmiştik: ‘Size verdiğimizi [Kitab'ı] kuvvetlice alın ve dinleyin.’ Demişlerdi ki: ‘Dinledik ve isyan ettik/iyice sarıldık.’

Bu âyetin bir benzeri de Nisâ sûresi'nde yer almaktadır:

Yahûdileşmişlerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak (Peygamber'e karşı), “İşittik ve karşı geldik/iyice sarıldık”, “dinle, dinlemez olası”, “râ‘inâ” derler. Eğer onlar, “İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet” deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha sağlam/doğru olacaktı; fakat küfürleri [gerçeği kabul etmemeleri] sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık pek az inanırlar. (Nisâ/46)

93. âyetin orijinalindeki عصينا[‘asaynâ] fiili, genellikle “isyan ettik” diye çevirilir. Oysa ki İsrâîloğulları'nın ölümle burun buruna oldukları bir zamanda böyle demeleri uzak bir ihtimaldir.

عصينا[‘asaynâ] sözcüğünün kökü, عصى'dır [‘asy'dır]. ‘Asâ [baston, deynek] sözcüğünün etimolojisi incelendiğinde şu bilgilere ulaşıyoruz:

عصى'nın [‘asâ'nın] aslı, “toplanma ve uyuşma/kaynaşma” demektir. Esmâî, bazı Basralılardan şöyle nakleder: “‘Asâ'ya, ‘asâ denilmesinin nedeni, elin ve parmakların, o nesnenin üzerinde toplanmalarıdır. Bu söz Arapların, “toplumu hayra topladım, şerre topladım” deyimlerinden alınmıştır.”[56]

Öyleyse sözcük, عصى[‘asy] mastarından alındığında “sıkıca sarılmak”, عصيان [‘ısyân] mastarından alındığında “asi olmak, başkaldırmak” anlamına gelir.

Bu âyet, Nisâ/46. âyetinin delâletiyle değerlendirilecek olursa, bu hâin toplumun sesteş sözcük kullanarak insanları aldattıkları anlaşılır.

94. De ki: “Allah yanında ‘son yurt’ başkalarının değil de yalnızca sizin için ise, eğer doğrulardan iseniz haydi hemen ölümü temenni ediniz.”

95. Hâlbuki elleriyle işledikleri yüzünden onu ebediyyen temenni etmezler. Allah ise o zâlimleri çok iyi bilendir.

96. Ve sen kesinlikle onları insanların yaşamaya en hırslısı; şirk koşmuş olan kimselerden de daha hırslı bulacaksın. Onların her biri bin sene ömürlendirilmeyi arzular, oysa ömürlenmek kendisini azaptan uzaklaştırıcı değildir. Allah, onların yapmakta oldukları şeyleri çok iyi görücüdür.

Bu âyet grubunda, sapık inançları ortaya konan Yahûdilere birtakım sorular yöneltilmiş, böylece yanlış inançtan doğru inanca dönmeleri istenmiştir.

94-95. âyette, “son yurdun/cennetin” sadece kendilerine ait olduğunu iddia Yahûdilere, “Madem son yurt sadece size aittir, öyleyse haydi ölümü temenni edin, ölün de cennete kavuşun” teklifinde bulunulmakta; ardından da, işledikleri suçların cezası ve yaşama hırsı sebebiyle ölümü asla temenni etmedikleri, aksine binlerce sene yaşamak istedikleri bildiriliyor. Sonra da onlara, Allah'ın, zâlimleri çok iyi bildiği ve gördüğü; ne kadar uzun yaşarlarsa yaşasınlar, uzun ömrün kendilerini azaptan kurtaramayacağı ihtar ediliyor.

Yahûdilerin söz konusu kuruntuları başka âyetlerde de dile getirilmiştir:

Bir de onlar, “Yahûdi ve Hristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek” dediler. Bu, onların kendi kuruntularıdır. De ki: Eğer doğru kimseler iseniz, delilinizi getirin.” Hayır, aksine kim iyi davranan olarak yüzünü Allah'a teslim ederse, işte onun Rabbi katında ecri vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de. (Bakara/111-112)

De ki: “Ey Yahûdileşmiş kimseler! Eğer insanlar arasında yalnız kendinizin, Allah'ın velîleri olduğuna inanıyorsanız, o hâlde, eğer doğru kimseler iseniz ölümü isteyin.” Oysa onlar, ellerinin öne sürdüğü şeyler yüzünden, onu [ölümü] asla istemezler. Allah, zâlimleri çok iyi bilendir. (Cuma/6-7)

Ve Yahûdiler, Hristiyanlar, “Biz Allah'ın oğullarıyız ve O'nun sevgilileriyiz” dediler. De ki: “Madem öyle niçin günahlarınız sebebiyle O [Allah] size azap ediyor?” Bilakis, siz O'nun yaratıklarından birer beşersiniz. O dilediği kişiyi bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü de Allah'ındır. Dönüş de yalnızca O'nadır. (Mâide/18)

97-98. De ki: “Kim cibrîl'e düşmansa, bilsin ki şüphesiz Allah, onu [cibrîl'i], Kendisinin bilgisi gereği, iki eli arasındakileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine indirmiştir. Kim ki, Allah'a, meleklerine, elçilerine, cibrîl'e, mîkâl'e düşman olursa bilsin ki, şüphesiz Allah da inkârcılara düşmandır.”

Bu âyetlerde yine Rasûlullah'ın çağdaşı Yahûdilere hitap edilerek yanlış inançlarını değiştirmeleri istenmiştir.

97. âyetteki, Kim cibrîl'e düşmansa, bilsin ki şüphesiz O [Allah], onu [cibrîl'i], kendisinden öncekileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine Allah'ın izniyle indirmiştir. Kim ki, Allah'a, meleklerine, elçilerine, cibrîl'e, mîkâl'e düşman olursa bilsin ki, şüphesiz Allah da, inkârcılara düşmanıdır ifadesinden anlaşıldığına göre bu âyetler o dönemde vukû bulmuş bir olay nedeniyle inmiştir.

Bu âyetlerin sebeb-i nüzûlü hakkındaki nakiller şöyledir:

Yahûdiler Peygamber'e (s.a), “Kendisine herhangi bir meleğin Rabbinden risalet ve vahiy getirmediği hiçbir peygamber yoktur. Sana bunu getirenin kim olduğunu bize söyle ki biz de sana tâbi olalım” demişler. Hz. Peygamber de, “O Cebrâîl'dir” deyince şu karşılığı vermişler: “Cebrâîl savaş ve çarpışmayı getiren kimsedir. O bizim düşmanımızdır. Eğer sen bunun yerine şu yağmuru ve rahmeti indiren Mîkâîl olduğunu söylemiş olsaydın, sana uyardık.” Bunun üzerine Yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi, bir sonraki âyetin sonuna kadar inzâl buyurdu. Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiştir.[57]

Sonra İbn Cerîr der ki: Başkaları, Yahûdilerin bu sözü söylemelerinin sebebi olarak Hz. Peygamber konusunda onlarla Ömer ibn el-Hattâb arasında cereyan eden bir münazara olduğunu söylemişlerdir. Nitekim bu konuda Muhammed ibn el-Müsennâ... Şa‘bî'den nakletti ki o şöyle demiş:

-- Hz. Ömer Revha'ya indiğinde bazı kişilerin taşların üzerinde namaz kıldıklarını gördü ve “Bunlar kimdir?” diye sordu. Orada bulunanlar, “Onlar Rasûlullah'ın (s.a) burada namaz kıldığını zannediyorlar” dediler. O da bundan hoşlanmadı ve dedi ki: “Rasûlullah (s.a) namaz vaktinde vâdiye erişti ve orada kıldı, sonra kalkıp göçtü ve orayı terk etti.” Sonra Hz. Ömer onlarla konuşmaya başladı ve dedi ki:

-- Ben Yahûdilerin dinî kitaplarının okunduğu güne şâhit olmuştum ve Tevrât'ın Kur’ân'ı nasıl tasdik ettiğini, Kur’ân'ın Tevrât'ı nasıl tasdik ettiğini hayretle görüyordum. Bir gün ben onların arasında bulunuyordum ki şöyle dediler:

-- Ey Hattâb'ın oğlu! Senin arkadaşlarından bize senden daha sevimli olan yoktur.

Sordum:

-- Neden?

Şöyle cevap verdiler:

-- Sen bize geliyor ve bizi kuşatıyorsun.

Ben de şöyle karşılık verdim:

-- Size geliyor, Kur’ân'ın Tevrât'ı nasıl tasdik ettiğini, Tevrât'ın da Kur’ân'ı nasıl tasdik ettiğini hayretle müşahede ediyorum.

Hz. Ömer der ki: Hz. Peygamber oradan geçtiğinde dediler ki:

-- Ey Hattâb'ın oğlu! İşte arkadaşınız yürüyor, hakk o'nun yanında.

Hz. Ömer diyor ki: O zaman kendilerine şöyle dedim:

-- Kendisinden başka ilâh olmayan Allah adına söylerim size, O'nun hakkında siz neyi gözetiyorsunuz ve O'nun kitabı hakkında size ne emânet edilmiştir? Biliyor musunuz ki, o Allah'ın Rasûlü'dür.

Onlar sustular. Bilginleri ve uluları kendilerine dediler ki:

-- Ömer size çok ağır davrandı, ona cevap verseniz.

Onlar da şöyle dediler:

-- Sen bizim bilginimiz ve ulumuzsun, ona sen cevap ver.

O da dedi ki:

-- Eğer söz söylediğim Rabb adına, bizim söylememiz gerekirse biz o'nun Allah'ın Rasûlü olduğunu biliyoruz.

Hz. Ömer der ki: Bunun üzerine ben, kendilerine şöyle dedim:

-- Vay size, öyleyse niçin kendinizi mahvettiniz?

Şöyle karşılık verdiler:

-- Biz mahvolmadık.

Ben şöyle devam ettim:

-- Nasıl olur bu, siz hem o'nun Allah'ın Rasûlü olduğunu biliyor, hem de kendisine tâbi olup tasdik etmiyorsunuz.

Onlar şöyle karşılık verdiler:

-- Bizim meleklerden bir dostumuz, bir de düşmanımız var. O, peygamberliğini meleklerden bizim düşmanımız olanla birleştirdi.

Sordum:

-- Sizin düşmanınız ve dostunuz kimdir?

Cevap verdiler:

-- Düşmanımız Cebrâîl, dostumuz da Mîkâîl'dir.

Tekrar sordum:

-- Cebrâîl neden düşmanınız, Mîkâîl neden dostunuz?

Cevap verdiler:

-- Cebrâîl ağırlık, zorluk, katılık, şiddet ve azap meleğidir. Mîkâîl ise, şefkat, rahmet, hafiflik meleğidir.

Sordum:

-- Rabb'leri katında onların mertebesi nedir?

Cevap verdiler:

-- Birisi Rabbin sağında, diğeri de solunda bulunur.

Bunun üzerine dedim ki:

-- Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah'a yemîn ederim ki, birisine düşman olan diğerine de düşman olur, birisine dost olan diğerine de dost olur. Cebrâîl'in Mîkâîl'in düşmanıyla, Mîkâîl'in de Cebrâîl'in düşmanıyla dost olması uygun düşmez.

Hz. Ömer der ki: Sonra kalktım, Hz. Peygamber'in ardından gittim ve o'nu falancanın evinin kapı aralığından çıkarken yakaladım. Rasûlullah (s.a) dedi ki:

-- Ey Hattâb'ın oğlu! Sana biraz önce indirilmiş olan âyetleri okuyayım mı?

Ardından da, De ki: “Kim Cebrâîl'e düşmansa…” âyetini okumaya başladı. Âyetleri okuyunca dedim ki:

-- Anam-babam sana kurban olsun ey Allah'ın Rasûlü! Seni hakk ile gönderen Allah'a kasem ederim ki, ben de sana onu haber vermek için gelmiştim, ancak latîf ve habîr olan Allah bu haberi benden önce sana ulaştırdı.

İbn Ebî Hatim der ki: Bana Ebû Sa‘îd... Âmir'den haber verdi ki, o şöyle demiş: Hz. Ömer Yahûdilerin yanına gitti ve sordu:

-- Tevrât'ı Mûsâ'ya indiren Allah adına size söylerim, siz Hz. Peygamber'in geleceğini kitaplarda görüyor musunuz?

Onlar şöyle cevap verdiler:

-- Evet.

Ömer tekrar sordu:

-- Öyleyse sizi Hz. Muhammed'e tâbi olmaktan alıkoyan şey nedir?

Onlar şöyle karşılık verdiler:

Allah hiç bir peygamber göndermemiştir ki, beraberinde ona yoldaş olan bir melek bulunmasın. Muhammed'in (s.a) de yoldaşı Cebrâîl'dir (a.s). Ona gelen bu melek, bizim düşmanımızdır. Mîkâîl ise dostumuzdur. Eğer o'na Mîkâîl gelmiş olsaydı müslüman olurduk.

Hz. Ömer tekrar sordu:

-- Tevrât'ı Mûsâ'ya indiren Allah adına size söylerim, bu iki meleğin âlemlerin Rabbi katında mertebesi nasıldır?

Onlar karşılık verdiler:

-- Cebrâîl sağında, Mîkâîl de solundadır.

Bunun üzerine Ömer şöyle dedi:

-- Ben şehâdet ederim ki her iki melek Allah'ın izniyle inerler. Mîkâîl'in, Cebrâîl'in düşmanına dost olması; Cebrâîl'in de Mîkâîl'in düşmanına dost olması imkânsızdır.

Bu sırada Hz. Peygamber (s.a) oradan geçiyordu. Yahûdiler dediler ki:

Ey Hattâb'ın oğlu! İşte senin arkadaşın gidiyor.

Hz. Ömer kalktı ve Rasûlullah'ın yanına geldi. Bu sırada Allah, De ki: “Kim Cebrâîl'e düşmansa...” âyetini inzâl buyurdu.[58]

Bu rivâyetler, Cebrâîl ve Mîkâîl'in iki melek olduğu kabulüne göre kurgulanmıştır. Hâlbuki Kur’ân ifadeleri böyle bir anlayışa izin vermez. Çevirimizde de görüldüğü üzere Cebrâîl, indiren değil, inendir; dolayısıyla da, “Kur’ân”dır.

Cebrâîl için, Meryem sûresi'nin sonundaki “Rûh, Rûhu'l-Kudüs ve Cebrâîl” başlıklı tahlilimize bakılabilir.[59] Burada, cebrâîl'in, “Allah'ın onarması, reform yapması” anlamına geldiğini, vahyin farklı bir ifadesi, yani “Kur’ân” olduğunu belirtmekle yetiniyoruz.

98. âyette, Kim ki, Allah'a, meleklerine, elçilerine, cibrîl'e, mîkâl'e düşman olursa bilsin ki, şüphesiz Allah da, inkârcılara düşmanıdır buyurularak, “mîkâl”den bahsedilmektedir. “Mîkâîl”le ilgili de birçok fikir üretilmiştir. Biz bunlardan sadece Kurtubî'nin ifadelerine yer veriyoruz:
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. March 2010, 12:35 AM   #14
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Mîkâîl kelimesi altı şekilde okunmuştur:

1) Mîkâyîl. Bu Nâfi'in kıraatidir.

2) Mîkâîl. Bu Hamza kıraatidir.

3) Mîkâl. Hicazlıların şivesidir. Aynı zamanda bu Ebû Amr ve Âsım'dan nakledilmiştir.

4) Mîkeîl. Bu, İbn Muhaysın'ın kıraatidir.

5) Mîkâyyîl. Bu da ondan gelen farklı rivâyetler ile birlikte el-Ameş'in rivâyetidir.

6) Mîkâel. Bu da Arapça olmayan bir isim olduğundan dolayı munsarıf değildir. İbn Abbâs'ın zikrettiğine göre Cebr, Mîkâ ve İsrâ kelimeleri Arapça olmayan bir dilde, “kul ve köle” [abd ve memluk] anlamındadır; îl ise “Allah'ın adı”dır. O bakımdan Ebû Bekr es-Sıddîk'ın (r.a), Müseylime'nin secili sözlerini işitince, “Bu îl'den (yani, Allah'tan) gelmeyen bir sözdür” demesi de bu türdendir. Kur’ân-ı Kerîm'de de bu kelimenin iki ayrı tefsirinden birisine göre şu buyrukta bu anlama geldiği söylenmektedir: Onlar bir mü’min hakkında ne bir îl ve ne de bir ahde riâyet etmezler (Tevbe/10). Burada yer alan îl kelimesinin açıklaması ile ilgili iki görüşten birisine göre îl, “Allah”tır; yani, “onlar hiçbir mü’min hakkında Allah'ın öngördüğü hakk ve hukuku gözetmezler” demektir. İleride buna dair açıklamalar [Tevbe/8, 10'da] gelecektir.

el-Maverdî der ki: “Cibrîl ve Mikâl iki ayrı isimdir. Onlardan birincisi ‘abdullah’ [Allah'ın kulu], ikincisi ‘ubeydullah’ [Allah'ın kulcağızı] anlamındadır. Çünkü îl ‘Allah’, cebr de ‘kul’ demektir. Mîkâ ise, ‘kulcağız’ anlamındadır. Sanki cibrîl ‘abdullah’, mîkâîl de ‘ubeydullah’ anlamını ihtiva eder. Bu İbn Abbâs'ın görüşüdür. Müfessirler arasında ona bu konuda muhalefet eden kimse de yoktur.”

Derim ki: Bazı müfessirler İsrâfîl'in ‘abdurrahmân’ anlamına geldiğini de söylerler. en-Nehhâs ise şöyle demektedir: “Cebr kelimesini ‘kul’ [abd], îl kelimesini de ‘Allah’ diye açıklayan kimsenin, ‘Bu Cebruîl'dir, Cebraîl'i gördüm, Cebrîl'e uğradım’ demesi gerekir. Ancak böyle bir şey denilmediği için burada bu ifadenin, Cebrâîl'in adı olduğu ortaya çıkar.”

Başkaları ise şöyle demektedir: “Eğer onların [müfessirlerin] dedikleri gibi (verdikleri anlam doğru) olsaydı, bu kelimenin munsarıf olması gerekirdi. Munsarıf oluşunun terk edilmesi, bunun muzaf olmayan tek kelimeden meydana gelmiş bir isim olduğunu gösterir.” Abdulğanî el-Hafîz, Eflet b. Halife'den –ki bu Hassan'ın babası Fuleyt el-Âmirî'dir– o da Cesre bt. Decâce'den o Âişe'den (r.anha), Rasûlullah'ın (s.a) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Cibrîl'in, Mîkâîl'in ve İsrâfîl'in Rabbi olan Allahım! Cehennem ateşinin sıcağından ve kabir azabından sana sığınırım.”[60]

BİZİM TAHLİLİMİZ

İlk Mushaflarda, ميكال [mîkâle] şeklinde yer alan bu sözcük, Arap diline İbrânice'den geçmiştir. Bunun, “Cibrîl” sözcüğü gibi, ميك[mîk] ve ئيل[îl] sözcüklerinden oluşmuş bir bileşik isim olması da söz konusu değildir. Zira Arapça'da م و ك[m-v-k] ve م ي ك [m-y-k] harflerinden oluşmuş kök sözcük yoktur. Sözcüğün ك ي ل[k-y-l], و ك ل[v-k-l] ve م ك ل [m-k-l] sözcüklerinden türediği de, hem kalıbı, hem de Mushafta “belgisiz” olarak yazılı olması nedeniyle iddia edilemez. Ayrıca, bu sözcüklerin anlamının konuyla ilgisi yoktur.

Kehf ve Enbiyâ sûrelerinde de, “Ye’cuc” ve “Me’cuc” kelimelerinin Arapça olmadığı, İbrânice'deki anlamının dikkate alınması gerektiği kanaatini belirtmiş ve sözcükleri buna göre değerlendirmiştik.

Burada ميكال[mîkâl] sözcüğünü, İbrânilerin anlayışı doğrultusunda anlamaya çalışacağız:

“O zaman senin halkını koruyan büyük önder Mîkâel görünecek. Ulusun oluşumundan beri hiç görülmemiş bir sıkıntı dönemi olacak. Bu dönemde halkın –adı kitapta yazılı olanlar– kurtulacak. Yeryüzü toprağında uyuyanların bir çoğu uyanacak: Kimisi sonsuz yaşama, kimisi utanca ve sonsuz iğrençliğe gönderilecek. Bilgeler gökkubbe gibi, bir çoklarını doğruluğa döndürenler yıldızlar gibi sonsuza dek parlayacaklar. Ama sen, ey Daniel, son gelinceye dek bu sözleri sakla, kitabı mühürle. Bir çokları orada burada dolaşacak, bilgi artacak.” Ben Daniel baktım, biri ırmağın bu kıyısında, diğeri öbür kıyısında duran başka iki varlık gördüm. İçlerinden biri, ırmağın suları üzerinde duran keten giysili adama, “Bu şaşırtıcı olayların son bulması ne kadar zaman alacak?” diye sordu. Irmağın suları üzerinde duran keten giysili adamın sağ ve sol elini göğe kaldırarak sonsuza dek Diri Olan'ın adıyla and içip, “Bir vakit, vakitler ve yarım vakit olacak” dediğini duydum, “kutsal halkın gücü tümüyle kırılınca, bütün bu olaylar son bulacak.” Adamın söylediklerini duydumsa da anlamadım. Bunun için sordum:

-- Ey efendim! Bunların sonu ne olacak?

Şöyle yanıtladı:

-- Sen git, Daniel. Bu sözler, son gelinceye dek saklanıp mühürlenecek. Bir çokları kendilerini arıtıp temizlenecek, lekesiz duruma gelecek, ama kötüler kötülük etmeyi sürdürecek. Kötülerin hiç biri anlamayacak, bilgeler anlayacak. “Günlük sununun kaldırılıp yıkıcı iğrenç şeyin konduğu zamandan başlayarak 1.290 gün geçecek. Bekleyip 1.335 güne ulaşana ne mutlu! Sana gelince, ey Daniel, son gelinceye dek yoluna devam et. Rahatına kavuşacak ve günlerin sonunda payına düşen mirası almak için uyanacaksın.[61]

DANİEL'İN DİCLE IRMAĞI'NDA GÖRDÜĞÜ GÖRÜM

Pers Kralı Koreş'in krallığının 3. yılında Belteşassar diye çağrılan Daniel'e bir giz açıklandı. Büyük bir savaşla ilgili olan bu giz gerçekti. Daniel görümde kendisine açıklanan gizi anladı. O sırada ben Daniel üç haftadır yas tutuyordum. Üç hafta dolana dek ağzıma ne güzel bir yiyecek ya da et koydum, ne şarap içtim, ne de yağ süründüm. Birinci ayın 24. günü, Büyük Irmak'ın, yani Dicle'nin kıyısındayken, gözlerimi kaldırıp bakınca keten giysi giyinmiş, beline Ufaz altınından kemer kuşanmış bir adam gördüm. Bedeni sarı yakut gibiydi. Yüzü şimşek gibi parlıyordu. Gözleri alevli meşalelere benziyordu. Kollarıyla bacakları cilalı tunç gibi parlıyor, sesi büyük bir kalabalığın çıkardığı gürültüyü andırıyordu. Görümü yalnız ben Daniel gördüm. Yanımdakiler görmediler, ama dehşete düşerek gizlenmek için kaçtılar. Böylece ben yalnız kaldım. Bu büyük görümü seyrederken gücüm tükendi, benzim büsbütün soldu, kendimi toparlayamadım. Sonra adamın sesini duyunca yüzüstü yere düşüp derin bir uykuya daldım. Derken bir el dokundu, titredim; beni dizlerimle ellerimin üzerine kaldırdı. Bana, “Ey Daniel! Sen ki çok sevilen birisin!” dedi, “Ayağa kalk ve söyleyeceklerime iyi kulak ver. Çünkü sana gönderildim.” O bunları söyler söylemez titreyerek ayağa kalktım. “Korkma, ey Daniel!” diye devam etti, “Anlayışa erişmeye ve kendini Tanrı'nın önünde alçaltmaya karar verdiğin gün duan işitildi. İşte bu yüzden geldim. Pers krallığının önderi 21 gün bana karşı durdu. Sonra baş önderlerden Mikael bana yardıma geldi, çünkü orada, Pers krallarının yanında alıkonulmuştum. Son dönemde halkının başına neler geleceğini sana açıklamak için geldim şimdi, çünkü bu görüm gelecekle ilgilidir.” O bunları söyleyince, suskun suskun yere baktım. Derken İnsanoğlu'na benzeyen biri dudaklarıma dokundu. Ben de ağzımı açıp konuşmaya başladım. Karşımda durana, “Ey efendim! Bu görüm yüzünden acı çekiyorum, kendimi toparlayamıyorum” dedim, “ben kulun nasıl seninle konuşayım? Gücüm tükendi, soluğum kesildi.” İnsana benzeyen varlık yine dokunup beni güçlendirdi. “Ey çok sevilen adam, korkma!” dedi, “Esenlik olsun sana! Güçlü ol! Evet, güçlü ol!” O benimle konuşunca güçlendim. “Konuşmanı sürdür, efendim, çünkü bana güç verdin” dedim. Bunun üzerine, “Sana neden geldiğimi biliyor musun?” dedi, “Çok yakında dönüp Pers önderiyle savaşacağım. Ben gidince Grek önderi gelecek. Ama önce Gerçek Kitap'ta neler yazıldığını sana bildireceğim. Onlara karşı önderiniz Mîkâel dışında bana yardım eden kimse yok.”[62]

Bütün bunları bildiğiniz hâlde, size hatırlatmak isterim ki, Rabb Kendi halkını önce Mısır diyarından kurtardı, ama iman etmeyenleri daha sonra mahvetti. Yetkilerinin sınırı içinde kalmayıp kendilerine ayrılan yeri terk etmiş olan melekleri, büyük yargı günü için çözülmez bağlarla bağlayarak karanlığa hapsetti. Sodom, Gomora ve çevrelerindeki kentler de bunlara benzer şekilde kendilerini cinsel ahlâksızlığa ve sapıklığa teslim ettiler. Sonsuza dek ateşte yanma cezasını çekmekte olan bu kentler ders alınacak birer örnektir. Buna rağmen, aranıza sızan bu kişiler aynı şekilde hülyalara dalıp öz bedenlerini kirletiyorlar. Rabbin yetkisini hiçe sayıyor, yüce varlıklara dil uzatıyorlar. Oysa baş melek Mîkâîl bile, Mûsâ'nın cesedi konusunda İblis'le çekişip tartışırken, dil uzatarak onu yargılamaya kalkışmadı. Ancak, “Seni Rabb azarlasın” dedi. Ama bu kişiler anlamadıkları her şeye dil uzatıyorlar. Öte yandan, mantıktan yoksun hayvanlar gibi içgüdüleriyle anladıkları ne varsa, onları yıkıma götürüyor. Vay bunların hâline! Çünkü Kâbil'in yolundan gittiler. Kazanç için kendilerini Belam'ınkine benzer bir yanılgıya kaptırdılar. Korah'ınkine benzer bir isyanda mahvoldular. Sevgi şölenlerinizde sizinle birlikte pervasızca yiyip içen bu kişiler, birer kara lekedir. Yalnız kendilerini besleyen çobanlardır. Rüzgârın sürüklediği yağmursuz bulutlara, iki kez ölmüş, kökten sökülmüş, sonbaharın meyvesiz ağaçlarına benzerler. Köpüğünü savuran denizin vahşi dalgaları gibi, ayıplarını etrafa savururlar. Serseri yıldızlar gibidirler. Onları sonsuza dek sürecek koyu karanlık bekliyor.[63]

Gökte savaş oldu. Mîkâîl ve melekleri ejderhaya karşı savaştılar. Ejderha kendi melekleriyle birlikte karşı koydu, ama gücü yetmedi. Bu yüzden gökteki yerlerini yitirdiler. Büyük ejderha, İblis ya da Şeytân diye adlandırılan ve tüm dünyayı saptıran o eski yılan, melekleriyle birlikte yeryüzüne atıldı.[64]

Kısaca özetlersek İbrânî anlayışında, mîkâl/mikâîl, “büyük reis”, “İsrâîloğulları'nın hâmisi, İsrâîloğulları'nı, Perslere ve Yunanlılara karşı koruyan”dır.

Âyette, Kim ki, Allah'a, meleklerine, elçilerine, cibrîl'e, mîkâl'e düşman olursa… buyurularak, geçmiştekilere değil yaşayanlara hitap edildiğine göre, “Mîkâl”in, İsrâîloğulları'nın binlerce sene evvelki Mîkâl'i olması mümkün değildir. Zira, binlerce sene evvele düşmanlık etmenin bir anlamı olmadığı gibi, Kur’ân'ın böyle bir mantığı söz konusu etmesi de mümkün değildir. O nedenle, yeni bir “büyük reis”, yeni bir “hâmi” tesbit etmek zorundayız. Öyleyse kim olabilir bu hâmi, bu büyük reis?

Hiç kuşkusuz, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, sadece inananlara çok sevecen ve çok merhametli bir elçi gelmiştir. (Tevbe/128)

Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir. Ve siz, her nerede olsanız, insanlardan, –onlardan zulmeden kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermemiz gibi, size olan nimetimi tamamlamam için ve doğru yolu bulabilmeniz için hemen yüzünüzü onun tarafına çevirin. Artık onlara haşyet duymayın, Bana haşyet duyun. (Bakara/150-151)

Andolsun ki Allah, mü’minlere kendilerinden, onlara Kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir iyilikte bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler. (Âl-i İmrân/164)

Burada 91. âyete tekrar göz atalım: Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine iman edin” denildiği zaman, onlar, “Biz, kendimize indirilene iman ederiz” dediler. Ve onlar, o [Allah'ın indirdiği], kendilerinin beraberindekileri doğrulayan bir hakk olmasına rağmen, ondan [kendilerine indirilenlerden] ötesini inkâr ediyorlar. De ki: “Peki eğer mü’minler idiyseniz niçin daha önce Allah'ın peygamberlerini öldürüyorsunuz?”

Artık rahatlıkla burada zikredilen cibrîl ve mîkâl'in, İbrânilerin Cibrîl ve Mîkâl'i ile ilgisinin olmadığını, cibrîl'in,“Kur’ân”, mîkâl'in de –tıpkı Zülkarneyn'in “Rasûlullah Muhammed” olduğu gibi– “Rasûlullah Muhammed” olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca mîkâl'e yakıştırılan “abdullah, ubeydullah” manalarını kabul etsek bile, bununla “Rasûlullah Muhammed” kasdedilmiş olur. Çünkü Kur’ân'da abdullah ile “Rasûlullah Muhammed” kasdedilir, ki bu, A‘lâ, Cinn ve İsrâ sûrelerinde görülebilir.

NOT:

97. âyette yer alan, بإذن اللّه[bi-iznillâhi] ifadesi, genellikle “Allah'ın izni/müsaadesi/verdiği özgürlük ile” şeklinde çevirilir ki bu, izn sözcüğünün Türkçe'deki anlamıyla düşünülmesinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki Türkçe'deki “izin” ile Arapça'daki “izn” aynı değildir. Zira, إذن[izn], “bilgi/bilmek” demek olup أذِن [ezine/bildi], أئذنن [e’ezene/bildirdi] diye çekim yapılır.[65]

İzn sözcüğü gerçek anlamına alındığında bi-iznillâhi ifadesi, “Allah'ın bilgisi sebebiyle, Allah'ın bilgisine göre” anlamına gelir, ki bu, şu âyetlerde de görülebilir:

İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonra Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve ihtilaf ettikler konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hakk ile kitap indirdi. Ve sırf o kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, Kendi bilgisi gereği, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka, kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar. (Bakara/213)

Müşrik kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın. İman etmiş bir câriye –sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri de iman edinceye kadar nikâhlamayın; iman etmiş bir erkek köle –sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– müşrik bir erkekten daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar, Allah ise Kendi bilgisi ile cennete ve mağfirete çağırır. O, öğüt alıp düşünürler diye insanlara âyetlerini açıklar. (Bakara/221)

Allah onunla [kitabla] Kendi rızasına uyanları selâmet yollarına kılavuzlar. Onları Kendi bilgisi ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola kılavuzlar. (Mâide/16)

99. Ve andolsun ki Biz, sana açık açık âyetler indirdik. Bunları da fâsıklardan başkası inkâr etmez.

100. Onlar [fâsıklar], ne zaman bir ahd üzerine antlaşma yapsalar, onlardan bir grup onu atıvermedi mi? Aslında onların çoğu iman etmiyorlar.

101. Ve ne zaman Allah tarafından onlara, yanlarındaki kitabı tasdik edici bir elçi geldi, daha önce kendilerine kitap verilen kimselerden bir grup, sanki bilmezlermiş gibi Allah'ın kitabını sırtlarının arkasına attılar.

Bu âyetlerde, Yahûdilere uyarı sadedinde Rasûlullah'a hitap edilerek onların durumları bildirilmekte ve düşüncesizce davranmaları sebebiyle onlar kınanmakta; kendilerine gelen apaçık kitabı/Kur’ân'ı inkâr etmekle, yaptıkları antlaşmaları bozmakla suçlanıp fâsıklıkla itham edilmektedirler. Ayrıca, kendi kitaplarını tasdik eden bir Elçi'yi, içlerinden bir grubun görmezden gelerek kitabı sırtlarının arkasına attıkları da bildirilmektedir.

Bu âyetler ya bir sual-i mukaddere cevaptır ya da Rasûlullah ile Yahûdiler arasında geçmiş bir olay nedeni ile inmiştir.

Klasik kaynaklarda bu âyetlerin nüzûl sebebi hakkında şöyle denilmektedir:

Bu, İbn Suriya'ya verilen cevaptır. O Rasûlullah'a (s.a), “Yâ Muhammed! Sen bize bildiğimiz bir şey getirmedin. Allah sana apaçık bir âyet [mucize] indirmedi ki o âyet sebebiyle biz de sana uyalım” deyince Yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. Bunu Taberî nakletmektedir.[66]

Bu paragrafta konu edilen ahidler, Rasûlullah ile Medîneli Yahûdiler arasında yapılan ve Yahûdiler tarafından bozulan ahidlerdir; Kurayza ve Nadîroğulları'nın yaptıkları gibi. Bu ahdin bozulmasına başka sûrede de değinilmiştir:

Şüphesiz, Allah katında canlıların en kötüsü, kendileriyle antlaşma yaptığın hâlde her defasında antlaşmalarını bozan ve takvâlı davranmayan kimselerdir. Artık onlar inanmazlar. (Enfâl/55-56)

102. Ve onlar [kendilerine kitap verilenler], Süleymân mülküne dair şeytânların okuyup durdukları şeylere uydular. Hâlbuki Süleymân kâfir değildi. Ama o şeytânlar kâfir idiler; insanlara sihri ve Bâbil'de iki meleğe/iki krala; Hârût ve Mârût'a indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki o ikisi [Hârût ve Mârût], “Biz fitneyiz, sakın kâfir olma!” demedikçe hiç kimseye hiçbir şey öğretmezlerdi. Sonra onlar [herkes], o ikisinden erkekle eşinin arasını açan şeyleri öğreniyorlardı. –Ne var ki, onlar onunla Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler.– Onlar [herkes], kendilerine zarar vereni, yarar vermeyeni öğreniyorlardı. Andolsun ki, onu satın alanın âhirette hiçbir nasibi olmayacağını da kesinlikle biliyorlardı. Ve o, benliklerini karşılığında sattıkları o şey, ne çirkin bir şeydi! Keşke biliyor olsalardı!

103. Ve onlar eğer inansalardı ve takvâlı olsalardı, kesinlikle Allah'tan bir ödül, daha iyi olacaktı. Keşke biliyor olsalardı!

Bu âyetlerde yine kendilerine kitap verilenler [Yahûdiler] kınanmakta, Peygamber'i bırakıp kâfirlere uymakla suçlanmaktadırlar. Bu paragrafı anlayabilmek için târihin ve şu soruların cevaplarının bilinmesi gerekir:

Burada zikri geçen şeytânların kimler olduğu hususunda daha evvel şu bilgileri vermiştik:

SÜLEYMÂN PEYGAMBERİN EMRİNDEKİ ŞEYTÂNLAR/CİNNLER

Bu konu Sâd ve Cinn sûrelerinde ele alınmış ve detaylı olarak açıklanmıştı. Bu nedenle burada kısa bir hatırlatma yapmakla yetineceğiz.

Burada konu edilen cinnler halk kültüründeki cinnler değil, Süleymân peygamberin babası Dâvûd peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ve onlara ustabaşlık yapan Sur kralının gönderdiği Huram baba ve emrindeki hünerli kişilerdir.

Süleymân peygamberin emrindeki şeytânlar hakkında düzülen efsanelerin tümü, âyetteki şeytânlar ifadesinin, halk kültürüne yerleşmiş hayalî yaratıklar olarak kabulüne dayanmaktadır. Oysa Kur’ân'daki şeytân ile halk kültüründeki “şeytân” arasında hiçbir alâka yoktur.

Tekvîr ve Nâs sûrelerinin tahlilinde “şeytân” konusuna da değinilmiş ve bazı bilgiler verilmiş; şeytân'ın sözlük anlamının, “hakktan uzak olan” demek olduğu; bir kavram olarak şeytân'ın ise “hakka ve akla aykırı hareket eden her türlü kişi, güç ve kurumun ortak ve karakteristik adı” olduğu belirtilmişti. Süleymân peygamber kıssasında sözü edilen şeytânlar da, bu tip şeytânlardır. Yani, Süleymân peygamber hakkında sürekli gerçek dışı sözler söyleyip iftiralar yayan ve o'nun aleyhinde plânlar kuran kişilerdir.

Cinn olarak nitelenen bu varlıkların kimler olduğu hususunda doğru bir tahlil yapılabilmesi için öncelikle “dinler târihi” bilgisine ihtiyaç vardır. Babası Dâvûd peygamberden sonra o'nun mirasçısı olarak ülkesinin hükümdarı olan Süleymân peygamber, Ya‘kûb peygamberin soyundan gelen bir Benî İsrâîl peygamberidir. Bu nedenle hem Müslümanların hem de Ehl-i Kitab'ın [Yahûdi ve Hristiyanların] inandığı ve değer verdiği bir kişidir. Süleymân peygamberle ilgili haberler Ehl-i Kitap'ta da mevcuttur. Eldeki Tevrât'ın muharref [bozulmuş] olması sebebiyle dinî bir kaynak olarak dikkate alınması mümkün değilse de, târihî bir kaynak olarak ele alınmasında hiçbir sakınca yoktur. Çünkü yazılı dinî metinler de târihin temel kaynakları arasındadır. Nitekim Ana Britannica ansiklopedisi de, Süleymân peygamberle ilgili olarak verdiği bilgiler için Eski Ahit'i kaynak olarak göstermiştir:

Süleymân'ın yaşamına dair bilgilerin hemen tamamı Eski Ahit'e dayanır. Kitab-ı Mukaddes'te, Süleymân peygamberin hizmetinde olan cinnler'in, babası Dâvûd peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ile onlara ustabaşılık yapan Sur kralının gönderdiği Huram Baba ve emrindeki hünerli zanaatkârlar olduğu bildirilir. Süleymân peygamberin emrindeki şeytân nitelikli cinnler'in, “hünerli zanaatkârlar” olduğunu bildiren Kur’ân âyetleri ile, bir târihî kaynak olarak değerlendirdiğimiz Tevrât'ın verdiği bilgiler bu konuda aynıdır. Zaten Ehl-i Kitap da Kur’ân'ın bu âyetlerine itiraz etmemiştir. Bütün bunlar, Süleymân'a hizmet eden cinnleri, halk kültüründeki hayalî cinnler olarak açıklayanların hiçbir kaynak ve dayanaklarının olmadığını göstermektedir.

Süleymân peygamber hakkında yalan ve iftira kampanyaları düzenleyen, o'ndan kurtulmak ve iktidarını devirmek için ellerinden gelen her şeyi yapan şeytân nitelikli cinnler, bu “hünerli ama zoraki çalışan zanaatkârlar”dır. Süleymân peygamber, bu durumun bilincinde olarak onlardan zoraki de olsa yararlanmayı sonuna kadar sürdürmüştür.

Konunun detayları için, bu konunun ele alındığı bölümlere bakılabilir.[67]

Süleymân'ın kâfir olduğuna dair ortalıkta dolaşan dedikodu nedir?

Yahûdilerin, Süleymân peygamberin emrinde çalışan insan şeytânlarına uyarak o'na küfr isnat ettiklerinin kanıtı, Kitab-ı Mukaddes'te bulunmaktadır:

Kral Süleymân Firavun'un kızının yanısıra Moavlı, Ammonlu, Edomlu, Saydalı ve Hititli bir çok yabancı kadın sevdi. Bu kadınlar Rabbin İsrâîl halkına, “Ne siz onların arasına girin, ne de onlar sizin aranıza girsinler; çünkü onlar kesinlikle sizi kendi ilâhlarının ardınca yürümek üzere saptıracaklardır” dediği uluslardandı. Buna karşın, Süleymân onlara sevgiyle bağlandı. Süleymân'ın kral kızlarından 700 karısı ve 300 câriyesi vardı. Karıları o'nu yolundan saptırdılar. Süleymân yaşlandıkça, karıları o'nu başka ilâhların ardınca yürümek üzere saptırdılar. Böylece Süleymân bütün yüreğini Tanrısı Rabbe adayan babası Dâvûd gibi yaşamadı. Saydalıların tanrıçası Aştoret'e ve Ammonluların iğrenç ilâhı Molek'e taptı. Böylece Rabbin gözünde kötü olanı yaptı, Rabbin yolunda yürüyen babası Dâvûd gibi tam anlamıyla Rabbi izlemedi. Yeruşalim'in doğusundaki tepede Moavlıların iğrenç ilâhı Kemoş'a ve Ammonluların iğrenç ilâhı Molek'e tapmak için bir yer yaptırdı. İlâhlarına buhur yakıp kurban kesen bütün yabancı karıları için de aynı şeyleri yaptı. İsrâîl'in Tanrısı Rabb, kendisine iki kez görünüp, “Başka ilâhlara tapma!” demesine karşın, Süleymân Rabbin yolundan saptı ve O'nun buyruğuna uymadı. Bu yüzden Rabb Süleymân'a öfkelenerek, “Seninle yaptığım antlaşmaya ve kurallarıma bilerek uymadığın için krallığı elinden alacağım ve görevlilerinden birine vereceğim” dedi, “ancak baban Dâvûd'un hatırı için, bunu senin yaşadığın sürede değil, oğlun kral olduktan sonra yapacağım. Ama oğlunun elinden bütün krallığı almayacağım. Kulum Dâvûd'un ve kendi seçtiğim Yeruşalim'in hatırı için oğluna bir oymak bırakacağım.”[68]

Buna benzer dedikodular ile ilgili Sâd sûresi'nde uzunca detay sunulmuştu. Oradan bir bölümü naklediyoruz:

1) Hz. Süleymân'a (a.s), bir adada bulunan bir şehrin haberi ulaşır. Böylece o, ordusuyla birlikte, rüzgâra binerek oraya çıkar. O şehri alıp, kralını öldürür. Bu arada, insanların en güzel yüzlüsü olan, Cerâde ismindeki kral kızını da ele geçirir ve onu kendisine ayırır. Bu kız müslüman olur. Süleymân (a.s) onu sever. Ama kız, hep babası için ağlar. Bunun üzerine, Hz. Süleymân (a.s) bir cinne emir verir ve o kız için babası şeklinde bir heykel yaptırtır. Heykele kızın babasının elbiselerinden giydirir. Kız, sabah-akşam hizmetçileriyle birlikte hep o heykelin yanına gidip ona secde ederler. Derken Âsaf, bu durumu Süleymân'a (a.s) haber verir. Bunun üzerine Hz. Süleymân (a.s) o heykeli kırdırtıp, kadını cezalandırır. Daha sonra tek başına bir sahraya çıkıp, oraya kül yaydırıp, Allah'a tevbe için, külün üzerine oturur.

Süleymân'ın (a.s), Emine adında bir ümm-i veledi [çocuğunun annesi olan bir câriyesi] vardı. Tuvalete gittiğinde, yahut hanımlarıyla yatmak istediğinde mührünü ona emanet ederdi. Hz. Süleymân'ın (a.s) mülkünün kuvveti de, o mühründe saklı idi. Yine bir gün mührünü o kadının yanına bıraktı. Şeytân, Hz. Süleymân (a.s) şeklinde, bir denizci kıyafetiyle kadının yanına gelip, “Emine! Mührümü ver” dedi. Böylece mührü eline geçirip, Süleymân'ın (a.s) tahtına oturdu. Kuşlar, cinnler ve insanlar, ona gelip gitmeye başladı. O (sahrada), Hz. Süleymân'ın (a.s) görünümü değişmişti. Bu sırada mührünü almak için, Emine'nin yanına vardı. Ama Emine o'nu tanımadı ve kovdu. Böylece Hz. Süleymân (a.s) bir suç işlemiş olduğunu anladı. Derken ev ev el açıp dilenmeye başladı. “Ben Süleymân'ım” dediğinde, insanlar üzerine toprak atıp, o'na sövüp sayıyorlardı. Daha sonra, balıklarını taşımak sûretiyle, balıkçıların yanında çalışmaya başladı. Onlar, (ücret olarak) o'na her gün iki balık veriyorlardı.

Hz. Süleymân (a.s), evinde o puta tapıldığı gün sayısınca, yani 40 gün bu hâl üzere oldu. Âsâf ve İsrâîloğulları'nın ileri gelenleri, Hz. Süleymân'ın (a.s) kılığına girmiş olan şeytânın verdiği hükümleri ve kararları yadırgamaya başladı. Bunun üzerine Âsâf, Hz. Süleymân'ın (a.s) hanımlarına birtakım sorular sormaya başladı. Onlar, “Bu, biz hayızlı iken de bizimle birleşiyor. Üstelik, cünüplükten ötürü de yıkanmıyor” dediler. –Şeytânın hükmünün bu kadınlar hariç, diğer bütün konularda geçerli olduğu da ileri sürülmüştür.– Derken uçup kaçtı ve o mührü denize attı. Mührü bir balık yuttu ve bu balık neticede, Hz. Süleymân'ın (a.s) eline geçti. Hz. Süleymân (a.s) balığın karnını yardı, bir de baktı ki mührü orada. Mührünü alıp, Allah'a secdeye kapandı. Böylece mülkü yeniden eline geçti. O şeytânı yakalayıp, bir kaya parçasının içine tıkıp, o kayayı denize attı.

2) O hükümdarın kızı, bu heykele ibâdete başlayınca, Hz. Süleymân (a.s) fitneye düşmüş oldu. Mührü elinden düştü ve mührü eline alamadı. Bunun üzerine Âsâf, “Sen bir günahından [hatandan] ötürü bu fitneye düşürüldün. Binâenaleyh Allah'a tevbe et” dedi.

3) Süleymân (a.s), şeytânlardan birisine, “İnsanları nasıl fitneye düşürüyorsunuz?” dedi. Bunun üzerine şeytân, “Mührünü bana ver de, sana göstereyim” dedi. Hz. Süleymân (a.s), mührünü ona verince, şeytân mührü denize attı. Böylece Hz. Süleymân'ın (a.s) mülkü elinden gitti. Şeytân da Hz. Süleymân'ın (a.s) tahtına oturdu.

Bu rivâyetleri anladığına göre, bu görüşte olanlar, “Âyetteki, Andolsun ki Biz, Süleymân'ı imtihan ettik [fitneye düşürdük] ifadesinden, Allah Teâlâ'nın o'nu bu şekilde imtihan etmesi; ve tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik ifadesinden de, bu şeytânın o'nun tahtı üzerine oturması kasdedilmiştir” derler.

4) Hz. Süleymân'ın (a.s) fitneye düşüşünün sebebi, insanlara üç gün gözükmemesidir. Bundan dolayı o'nun mülkü elinden alındı, bir ceza olmak üzere tahtına bir şeytân oturtuldu.

Üçüncü bir grup müfessire göre ise, Hz. Süleymân, “Bu gece, 70 hanımımla birden yatacağım ve her hanımımdan bir mücahid doğacak” diye yemin etmiştir. Ancak bu yemini yaparken “inşâallah” demediği için o gece sadece bir hanımı hamile kalmış ve ondan da yarısı ceset bir çocuk doğmuştur. Bunu üzerine hanımı bu çocuğu Hz. Süleymân'ın tahtı üzerine bırakmıştır. Ebû Hureyre'nin Hz. Peygamber'den (s.a) rivâyet ettiği nakledilen bu hadisi Buhârî, Müslim ve diğer muhaddisler çeşitli senetlerle rivâyet etmişlerdir. Bu hadislerde Hz. Süleymân'ın hanımlarının sayısı 60, 70, 90, 99 ve 100 olarak verilmiştir.[69]

Zikri geçen şeytânlar ile kimlerin kasdedildiği anlaşıldıktan sonra âyetin, Ama o şeytânlar kâfir idiler; insanlara sihri ve Bâbil'de iki meleğe/iki krala; Hârût ve Mârût'a indirileni öğretiyorlardı bölümünü inceleyelim:

Târih ve coğrafya belgelerine göre Bâbil, Mezopotamya'da, adını aldığı Bâbil kenti etrafında kurulmuş, Sümer ve Akad topraklarını kapsayan eski bir medeniyettir. Bâbil'in merkezi, bugünkü Irak'ın el-Hılla kasabasıdır.

Âyetteki ifadelerden anlaşıldığına göre, sihri öğreten Hârût ve Mârût değil, Süleymân'ın düşmanı olan şeytânlaşmış kişilerdir. Onlar insanlara sihir ve Bâbil'deki iki meleğe/krala indirileni öğretiyorlardı.

SİHR

Sihr, “bir şeyi, göz boyayarak, elçabukluğu yaparak veya başka taktiklerle gerçeğinden başka bir şekilde göstermek”tir:

(Sihirbazlar Mûsâ'ya,) “Ey Mûsâ! Sen mi atacaksın yoksa atanlar biz mi olalım?” dediler. (Mûsâ,) “Siz atın” dedi. Onlar atınca da insanların gözlerini büyülediler ve onları korkuttular. Ve büyük bir sihir getirdiler [gösterdiler]. Biz de Mûsâ'ya, “Sen de asanı bırakıver” diye vahyettik. Bir de ne görsünler, onların uydurup düzdükleri şeyleri süratle yakalayıp yutuyor. Böylece hakk yerini buldu ve onların [Firavun ve ileri gelenlerin] bütün yaptıkları bâtıl oldu [boşa gitti]. (Firavun ve ileri gelenler) artık orada mağlup oldular ve küçük düşmüşler olarak geri döndüler. (A‘râf/115-119)

Onlar [sihirbazlar], “Ey Mûsâ! Ya sen atacaksın veyahut ilk atan kişiler biz olalım” dediler. O [Mûsâ], “Bilakis, siz atın” dedi. Bir de ne görürsün! Onların ipleri ve değnekleri, yaptıkları sihirden ötürü kendisine koştuklarını hayal ettirdi. Bu yüzden Mûsâ, içinde bir korku hissetti. Biz, “Korkma, şüphesiz sen; en üstün olan sensin, sağ elindekini de bırak, o, onların yaptıklarını yutacak. Şüphesiz onların yaptıkları ancak bir sihirbaz tuzağıdır. Sihirbaz ise, her nereye giderse gitsin iflâh olmaz” dedik. Sonunda bütün sihirbazlar, “Mûsâ ile Hârûn'un Rabbine iman ettik” demek sûretiyle boyunlarını kösmüş olarak bırakıldılar. (Tâ-Hâ/65-70)

HÂRÛT ve MÂRÛT'UN KİMLİĞİ

Bu âyette, şeytânların insanlara sihir ve Bâbil'deki Hârût ve Mârût adındaki iki meleğe/krala indirilenleri öğrettikleri bildirilmektedir.

Âyetin bu bölümüyle ilgili de bir çok saçma söylentiler uydurulmuştur. Önce bunların bir kısmını nakledelim:

Hz. Ali, İbn Mes‘ûd, İbn Abbâs, İbn Ömer, Ka‘b el-Ahbar, es-Süddî ve el-Kelbî'den şu anlamda rivâyetler gelmiştir: İdris (a.s) döneminde Âdem'in (a.s) çocukları arasında fesad alabildiğince çoğaldı. Bu bakımdan melekler onları ayıpladı. Bunun üzerine yüce Allah, “Eğer siz onların yerinde olsaydınız ve onların yapılarında bulunanlar size de yerleştirilmiş olsaydı, onların işlediklerini işlerdiniz.” Melekler, “Seni tenzih ederiz, bizim böyle bir şey yapmamız yakışmaz” dediler. Bunun üzerine Yüce Allah, “En hayırlılarınızdan iki melek seçin” buyurdu, onlar da Hârût ile Mârût'u seçtiler. Allah onları yere indirdi ve onlara da şehveti yerleştirdi. Aradan bir ay geçmeden adı Nabati dilinde Bîdaht, Fârisîde Nâhil, Arapça'da Zühre olan bir kadına gönüllerini kaptırdılar. Bu kadın bir dava için yanlarına gelmişti. Kadınla beraber olmak istediler; ancak dinine girmedikçe ve şarap içip Allah'ın harâm kıldığı nefsi öldürmedikçe tekliflerini kabul etmedi. Onlar kadının teklifini kabul edip içki içtiler ve onunla birlikte oldular. Kendilerini gören bir adamı da öldürdüler. Bu sefer kadın onlardan, kendisini söyleyerek semaya çıktıkları ismi öğrenmek istedi. Onlar da bu ismi kadına öğrettiler. Kadın o ismi söyleyerek yükseldi ve hilkati değiştirilip yıldız yapıldı.[70]

HÂRÛT-MÂRÛT KISSASI ve TENKİDİ

Onların iki melek olduğunu söyleyen âlimler de, onların indiriliş sebebi hususunda ihtilâf etmişlerdir. İbn Abbâs'tan (r.a) şöyle rivâyet edilmiştir: Cenâb-ı Allah, meleklere Hz. Âdem'i tanıttığı zaman onlar, Yeryüzünde, orada fesat çıkaracak ve kan dökecek kimse mi yaratacaksın? (Bakara/30) dediler. Cenâb-ı Allah onlara, Ben sizin bilmediklerinizi bilirim (Bakara/30) diye cevap verdi. Sonra Cenâb-ı Allah, insanlara bir grup meleği görevlendirdi; bunlar Kirâmen Kâtibîn melekleri idi. Bu melekler, insanların kötü amellerini semâya çıkarıyorlardı. Melekler, onların kötü ameller yapmalarına ve onlardan sâdır olan kabahatlere rağmen, Cenâb-ı Allah'ın onları hâlâ hayatta bırakmasına şaşırıp kaldılar. Üstelik insanlar, bütün bunlara sihir yapmayı da eklediler. Meleklerin şaşkınlığı daha da arttı. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, melekleri imtihan etmek istedi ve onlara, “İlim, zühd ve din bakımından en üstün olan meleklerden ikisini seçin; onları yeryüzüne indirip imtihan edeceğim” dedi. Onlar da Hârût ve Mârût'u seçtiler.

Cenâb-ı Allah bu iki meleğe, insanlarda bulunan şehvet hissini verdi ve onları yeryüzüne indirip, şirk, katl, zina ve içki içmeyi onlara yasakladı. Onlar yeryüzüne inince, en güzel kadınlardan biri, Zühre adındaki bir kadın onların yanına geldi. Bu melekler o kadından kâm almak istediler. Kadın, puta taparlar ve içki içerler ise onların dediğini yapacağını söyledi. Melekler önce bunu yapmaktan çekindiler; sonra şehvet onlara gâlip gelerek, her iki hususta da kadının teklifini kabul ettiler. İçki içmeye ve puta tapmaya yöneldikleri esnada bir dilenci geldi. Kadın, “Bu dilenci, gördüğü bu hâllerimizi insanlara anlatırsa, hâlimiz kötü olur. Eğer bana vuslatı istiyorsanız, bu adamı öldürün!” dedi. Melekler, önce bunu yapmak istemediler, ama sonra adamı öldürdüler. Sonra kadını aradılar, fakat bulamadılar. Pişman olup üzüldüler ve Allah'a yakarmaya başladılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah onları, dünya azabı ile âhiret azabından birisini seçme hususunda muhayyer bıraktı. Onlar, dünya azabını tercih ettiler. İşte bu sebeple bunlar, semâ ile arz arasında, Bâbil'de, asılmış olarak azâb görüyorlar. Ve insanlara sihri öğretiyorlar.[71]

Sonra, müfessirlerin Zühre hususunda iki görüşü vardır:

1) Cenâb-ı Allah iki meleği insanların şehveti ile imtihan edince, Zühre denilen yıldıza ve feleğine, yeryüzüne inmelerini emretti, derken o hâdise vukû buldu. İşte o zaman Zühre ve feleği, o iki melekte gördükleri hâli kınayarak, yüksele yüksele gökteki yerlerine çıktılar.

2) Bu kadın yeryüzünün fâhişelerindendi. O iki melek içki içtikten, o insanı öldürdükten ve puta taptıktan sonra o kadınla zina yaptılar ve ona göğe çıkmak için okudukları ismi öğrettiler. O kadın da o ismi söyleyip göğe yükseldi. Daha önce ismi “Bîduht” idi. Cenâb-ı Allah onun şeklini değiştirip Zühre yıldızı hâline soktu.

Bunlar fâsid ve merdûd olup kabul edilemez rivâyetlerdir. Çünkü Allah'ın kitabında bunlara delâlet edecek bir şey olmayıp, aksine birçok yönden onu geçersiz kılacak hususlar vardır:

A) Daha önce geçen ve meleklerin bütün günahlardan masum olduğunu gösteren deliller.

B) Bu görüşte olanların, “Bu iki melek dünya azabı ile âhiret azabı arasında muhayyer bırakılmışlardır” sözü fâsiddir. Doğru olan, onların tevbe ile azâb arasında muhayyer bırakılmalarıdır. Çünkü Hakk Teâlâ, ömrü boyunca Kendisine şirk koşan kimseyi bile bu ikisi arasında muhayyer bırakmıştır. Hâl böyle iken bu hususta o iki meleğe nasıl daha cimri davranır?

C) Şaşılacak şeylerden biri de bu görüşte olanların şu iddialarıdır: Bu iki melek azap gördükleri hâlde insanlara sihir öğretiyorlar ve cezalandırılmakta oldukları o vaziyette bile, insanları sihre çağırıyorlar.

Bu sözün yanlışlığı zâhir olduğuna göre deriz ki: O iki meleğin indirilmesinin birçok izahı vardır:

a) O esnada sihirbazlar çoğalmıştı. Bunlar, sihir konusunda daha önce bilinmeyen şeyleri ortaya çıkardılar ve peygamberlik iddiasında bulundular, bununla insanlara meydan okudular. Bu sebepten dolayı. Cenâb-ı Allah, insanlara bu yalancı peygamberlere karşı koyabilsinler diye sihri öğretmek üzere bu iki melek gönderdi. Bu, şüphesiz en güzel gaye ve maksatlardan biridir.

b) Mucizenin sihirden farklı olduğunu anlamak, mucize ve sihrin ne olduğunu bilmeye bağlıdır. Hâlbuki insanlar o zaman sihrin mahiyetini bilmiyorlardı. Bu sebeple, onların mucizenin hakikatini bilmeleri de imkânsızdı. İşte bunun üzerine, böyle bir maksad için, sihrin mahiyetini anlatsınlar diye Allah Teâlâ bu iki meleği gönderdi.

c) Şöyle de denilebilir: Allah'ın, düşmanlarının arasına ayrılığı; dostlarının arsına ise sevgiyi yerleştiren sihir, onlarca mübah veya mendub idi. İşte bundan dolayı, Hakk Teâlâ bu gaye ile sihri öğretsin diye o iki meleği göndermiştir. Sonra o günün insanları bu iki melekten sihri öğrenmişler ve onu şerr işler ile Allah'ın dostları arasına düşmanlık sokmak ve düşmanları arasında sevgi tesis etmek için kullanmışlardır.

d) Her şeyi bilebilmek güzeldir. Sihir yasaklanmış olunca, onun bilinen ve tasavvur edilen bir şey olması gerekir. Çünkü tasavvur olunamayan şeyi nehyetmek imkânsızdır.

e) Belki de cinnler, benzerini insanların yapamayacağı çeşitli sihirler biliyorlardı. Bundan ötürü Cenâb-ı Hakk, insanların kendisi ile cinnlere karşı koyabilecekleri şeyleri öğretmeleri için melekleri göndermiştir.

f) Bunun, mükellefiyeti zorlaştırma bâbında bir şey olması da caizdir. Çünkü insana, kendisini dünyevî lezzetlere ulaştıracak şeyi öğretip, sonra onu kullanmasını yasakladığı zaman bu, insan için çok güç olur. Bu sebeple de insan, buna riâyet ederek büyük bir mükâfât elde edebilir. Nitekim Hakk Teâlâ, Kim (o nehirden) kana kana içerse benden değildir. Kim ondan tatmaz ise işte o bendendir (Bakara/249) buyurduğu gibi, Talût'un kavmini bir nehirden su içme hususunda imtihan etmiştir. Böylece bu izahlarla Allah Teâlâ'nın melekleri sihir öğretmek üzere indirmesinin akıldan uzak görülemeyeceği ortaya çıkmış oldu. Allah en iyi bilendir.[72]
HÂRÛT ve MÂRÛT:
Seyyid Reşid Rıza konuya şöyle açıklama getirir: Bazıları âyetin orijinalinde geçen el-melekeyn kelimesini el-melikeyn şeklinde okurlar. Bu durumda Hârût ve Mârût ile, “iki melik” [kral] kasdedilmiş olur. Bazıları da el-melekeyn şeklinde okur. Bu ise, “iki melek” anlamına gelir.

Bu ikisi ile Hz. Dâvûd ve Süleymân'ın kasdedildiğini söyleyenler de olmuştur. Bazısına göre, bunlar vakar sahibi, saygın iki arkadaştı. Bu yüzden insanlar onları krallara ya da meleklere benzetiyorlardı. Onları psikolojik ve rûhânî ihtiyaçları için birer önder gibi algılıyorlardı. Seyyid el-Kâsımî –bir kaynak ya da isim belirtmeksizin– der ki: “Muhakkik alimlere göre, Hârût ve Mârût Bâbil'de takvâ ve yapıcılıklarıyla ün salmış iki adamın ismiydi. İnsanlara büyü öğretiyorlardı. İnsanların onlara ilişkin iyi niyetleri o düzeye vardı ki, sonunda onların gökten inip insanlara Allah'ın vahyini öğreten iki melek olduğunu sandılar.”

İlk kuşak müfessirler konuya ilişkin olarak özde aynı, siga ve ayrıntıda farklı çok garip, akıl almaz rivâyetler aktarmışlardır. Bunlardan biri, İbn Hanbel'in Müsned'inde yer alan hadistir. Bir de Abdullah b. Ömer'den nakledilen bir rivâyet vardır. Ancak, Peygamberimizin sözü mü, Ka‘b el-Ahbar'ın sözü mü olduğu hususu ihtilaflıdır. Bir diğeri de, İbn Abbâs'tan rivâyet edilir. Konuya ilişkin olarak Ali b. Ebî Tâlib'den de bir hadis rivâyet edilmiştir. Hasan el-Basrî, Katâde ve Zührî gibi tâbiîn ve tebe-i tâbiîn'den de rivâyetler aktarılmıştır. Rivâyetlerin özeti şudur: Melekler Âdemoğulları'nın işledikleri hatalar hususunda Allah'la konuşurlar (konuşmanın zamanı da ihtilaf konusudur. Bazısına göre konuşma, Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini, mi yaratacaksın? sözünün söylendiği sırada geçmiştir. Bazısına göre de bu konuşma, Âdemoğulları çoğalıp buna paralel olarak hataları da çoğalınca gerçekleşmiştir). Yüce Allah onlara der ki: “Eğer sizi de bu sınava tâbi tutsaydım siz de onların işledikleri hataları işlerdiniz.” Melekler, “Seni tenzih ederiz” derler. Bunun üzerine Allah, “Aranızdan iki kişiyi bu sınav için seçin” der. Melekler Hârût ve Mârût'u seçerler. Yüce Allah, bu ikisini insanların ihtiras ve şehevî duygularıyla sınamak üzere Bâbil kentine indirir. Güzel bir kadın karşılarına çıkar –olayın gerçekleştiği yer de ihtilaf konusudur.– Bu ikisi kadınla birleşmek isterler. Ancak kadın, putuna secde etmeleri veya göstereceği bir kişiyi öldürmeleri ya da şarap içmeleri durumunda bu isteklerini karşılayabileceğini söyler. Ancak melekler, daha hafif bir suç olduğu düşüncesiyle şarap içmeyi kabul ederler. Şarabı içtikten sonra sarhoş olurlar. Hem zina ederler, hem şirk koşarlar, hem de adam öldürürler. Bunun üzerine Yüce Allah onlara dünya veya âhiret azabından birini tercih etmelerini önerir. Dünya azabını tercih ederler. Bunun üzerine Yüce Allah, ayaklarından asılmalarını emreder. Bundan sonra insanlar onlara gelip büyü öğrenmeye başlarlar. Onlarsa gelenleri uyarmaktan ve “Biz birer sınama aracıyız, sakın küfre girmeyin” demekten geri durmazlar. Bir rivâyette onları Bâbil'de hapsedip ayaklarından asanın Hz. Süleymân olduğu belirtilir. İbn Kesîr mü’minlerin anası Hz. Âişe'ye dayandırarak akıl almaz bir diğer rivâyete de yer verir. Buna göre Devmetu'l-Cendel halkından bir kadın Hz. Âişe'ye gelir ve kaybolan kocası geri dönsün diye büyücü bir kocakarının yanına gittiğini anlatır. İddiaya göre kocakarı kendisini siyah bir köpeğe bindirerek birlikte Bâbil'e giderler. Oraya vardıklarında Hârût ve Mârût'un ayaklarından asılı olduklarını görürler. Kadın kendisine büyü öğretmelerini isler, onlarsa, “Biz birer sınama aracıyız, sakın küfre girme, var geri dön” derler. Ama kadın ısrar eder. Bunun üzerine Hârût ve Mârût ona bazı büyü oyunlarını öğretirler. Öyle ki kadın bir tohumu bir gün içinde eker, biçer, öğütür ve ekmek hâline getirebilir. el-Kâsımî, Fahreddîn er-Râzî'nin ünlü Tefsir'inde bu tür rivâyetlerin asılsızlığını çeşitli açılardan ortaya koyduğunu, ayrıca İmam Ebû Müslim'in bu iki meleğe sihrin inmiş olmasının mümkün olmayışını çeşitli yönlerden kanıtlamış olduğuna işaret ettiğini vurgular. Biz bunları teker teker sunmanın yararlı olacağını düşünmüyoruz.

Bununla beraber Bâbil'de geçen Hârût ve Mârût kıssasının ve bunların insanlara sihir öğretmelerinin, âyetlerin inişine tanık olan Araplar ve Yahûdilerce bilinmeyen şeyler olmadıklarını düşünüyoruz. İsimlerin [Hârût-Mârût] Arapça kalıplara uygunluğu da bunu kanıtlayıcı niteliktedir. Rahatlıkla bu iki kelimenin orijinal hâllerinden Arapçalaşmış olduklarını söyleyebiliriz. Âyetler ise, olayı Yahûdilerle ilintili olarak sunuyor. Rivâyetler de, kıssanın Hz. Peygamber zamanında ve yaşadığı çevrede anlatılageldiğini ortaya koymaktadır.

Hârût ve Mârût'la ilgili olarak aktarılan ayrıntılı açıklamaları ise ihtiyatla karşılıyoruz. Kaldı ki âyetlerin amacı bizzat Hârût ve Mârût kıssasını anlatmak değildir. Asıl amaç eleştiri, uyarı, anlatım ve öğüt işlevini görmedir. Önemli olan bu noktalar üzerinde yoğunlaşmaktır ve bu da yeterlidir.[73]

Görüldüğü üzere anlatılanların tümü, dayanaktan yoksun ve ihtiyatla yaklaşılması gereken şeylerdir. Klasik kaynaklarda yer aldığına göre İbn Abbâs, İbn Ebzâ, ed-Dahhâk ve el-Hasen âyetteki الملكين [melekeyn] kelimesini, الملِكين [melikeyn/iki kral] şeklinde okumuşlardır, ki mealde bunu da gösterdik. Âyette dikkat çeken şey, Hârût ve Mârût adındaki iki melek veya melikin, kendilerine vahiy inzâl edilmiş kimseler olmalarıdır. Kendilerine vahiy indirildiğine göre bunlar peygamberdir.

Daha evvel, melek/melâike sözcüğünün mülk veya üluk kökünden türeyebileceğini; mülk kökünden olduğunda “güç”; üluk kökünden olduğunda ise “haberci” anlamına geldiğini; hangi kökten türediğinin de, bulunduğu cümle ve paragraftaki söz akışından anlaşılabileceğini belirtmiştik.[74]

Âyetteki melek kelimesi, üluk kökünden türemiş kabul edilirse melekeyni sözcüğü, “iki haberci” anlamına gelir, ki bu da “iki nebi” demek olur. Zaten bunlara vahiy indirildiği de âyette açıkça zikredilmiştir. Kökü mülk kabul edilip de kelime melikeyni okunursa, “iki kral” manasına gelir, ki Allah'ın elçilerinin bir çoğunun “meliklik” vasfı da vardır; kendilerine “hikmet” verilenler aynı zamanda hükümdardırlar. Bu meleklerin halk kültüründeki türden melek olmaları söz konusu değildir. Zira bu anlamıyla meleklerde irâde yoktur:

Ey inanmış olan kişiler! Kendinizi ve ehlinizi [yakınlarınızı], yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir ateş'ten koruyun. Onun üzerinde, Allah'a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri yapan çetin ve kaba melekler vardır. (Tahrîm/6)

Bunların adları belli değildir. Zira Hârût ve Mârût; Ye’cuc ve Me’cuc, Tâlût ve Câlût gibi birer unvandır. Öyleyse Hârût ve Mârût hakkında, arkeolojik belgeler ortaya çıkıncaya kadar Kur’ân'daki bilgilerle yetinilmesi, bunun dışında tahminde bulunulmaması gerekir.

Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta da bu iki peygambere indirilen şeydir. Âyetteki ifadeleri takip ediyoruz: Hâlbuki o ikisi [Hârût ve Mârût], “Biz fitneyiz, sakın kâfir olma!” demedikçe hiç kimseye hiçbir şey öğretmezlerdi. Sonra onlar [herkes], o ikisinden erkekle eşinin arasını açan şeyleri öğreniyorlardı. –Ne var ki, onlar onunla Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler.– Onlar [herkes], kendilerine zarar vereni, yarar vermeyeni öğreniyorlardı. Andolsun ki, onu satın alanın âhirette hiçbir nasibi olmayacağını da kesinlikle biliyorlardı.

Buradan açıkça anlaşıldığına göre Hârût ile Mârût, karı-koca arasındaki uyumsuzluğa, geçimsizliğe ve ayrılığa neden olan şeyleri öğretiyorlar; yani, mutlu bir ailenin nasıl kurulacağını ve hangi şartlarda yuvanın dağılacağını öğretiyorlar, insanlar da bu iki kral peygamberden öğrendikleriyle yuvalarını sağlam tutuyorlardı. Ayrıca bu iki kral peygamber insanlara, “Biz fitneyiz, sakın kâfir olma [sakın bu bilgileri kötüye kullanmayın] demedikçe de hiç kimseye hiçbir şey öğretmiyorlardı.

104. Ey iman etmiş kimseler! “Râ‘inâ [sen bizim çobanımızsın; bizi güt/güdüşelim]” demeyin, “Unzurnâ [bizi gözet]” deyin ve kulak verin. Çok acıklı azap da yalnız kâfirler içindir.

Daha evvelki pasajlarda İsrâîloğulları'nın münasebetsizlikleri açıklanmıştı. Burada hitap mü’minlere yönelerek, başta Rasûlullah olmak üzere kimseye münasebetsizlik yapmamaları emredilmektedir: Ey iman etmiş kimseler! راعنا [râ‘inâ/sen bizim çobanımızsın; bizi güt/güdüşelim] demeyin, انظرنا [unzurnâ/bizi gözet] deyin ve kulak verin.

راع[râ‘i] ve نا[nâ] sözcüklerinden oluşan râ‘inâ tamlamasını teknik olarak iki şekilde anlamak mümkündür:

a) راع [râ‘i] sözcüğü, üçlü kalıbın ism-i fâili olup, “güden; çoban” demektir. نا [nâ] zamiri ile tamlama yapıldığında, “bizim çoban/çobanımız” anlamına gelir. Cümle de, mübteda takdiri ile isim cümlesi yapıldığında, “sen bizim çobanımızsın” anlamına ulaşılır.

b) Râ‘i sözcüğü, müfaale babından dörtlü kalıptan olup emir kipidir. نا[nâ] zamiri ile cümle yapıldığında fiil cümlesi olur. Bu kalıp işteşlik anlamı içerdiğinden, sözcüğün anlamı, “bizimle güdüş, sen bizi güt biz seni güdelim, sen bizi gözet, biz seni gözetelim” anlamı ortaya çıkar.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. March 2010, 12:36 AM   #15
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Klasik kaynaklarda bu âyetin iniş sebebi olarak, bazı Müslümanların Yahûdilerin oyununa gelerek Rasûlullah'a saygısızlık etmeleri gösterilir:

İbn Abbâs der ki: Müslümanlar “bize de dönüp bak” anlamında Hz. Peygamber'e talep ve arzularını ifade etmek üzere râ‘inâ diyorlardı. Ancak Yahûdilerin dilinde bu kelime, “işit, işitmez olası” anlamında bir hakaret manasındaydı. Yahûdiler bunu ganimet bildiler ve, “Biz o'na önceleri gizlice sövüp hakaret ediyorduk, şimdi açıktan açığa sövüp hakaret ediyoruz” demeye başladılar ve bu şekilde Peygamber'e (s.a) hitap edip aralarında da gülüşüyorlardı. Bunu Sa‘d b. Mu‘az işitti. Sa‘d onların dilini biliyordu. Yahûdilere, “Allah'ın lâneti üzerinize olsun. Eğer sizden herhangi birinizin bu sözü Peygamber'e söylediğini işitecek olursam, hiç şüphe etmesin boynunu uçururum” dedi. Yahûdilerin, “Siz bu kelimeyi söylemiyor musunuz?” demeleri üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu ve mü’minlerin bu kelimeyi kullanmaları yasaklandı.[75]

Allah'ın Rasûlü (s.a) Müslümanlara ilimden bir şey okuduğunda, Müslümanlar o'na, “Ey Allah'ın Rasûlü! Râ‘inâ [bizi gözet, bize bak]” derlerdi. İbrânice'de Yahûdilerin birbirlerine söverken kullandıkları, bu kelimeye benzeyen bir kelime vardı. Bu kelime, râ‘inâ idi. Bu, “dinle, ey dinlemiyesice!” manasına gelirdi. Onlar, mü’minlerin, “Râ‘inâ [bize bak, bizi gözet]” dediklerini duyunca, bunu fırsat bilip, bu küfürlerini kasdederek Hz. Peygamber'e (s.a) bununla hitab ettiler. Böylece mü’minler bu kelimeyi söylemekten nehyedilip diğer lâfzı –ki bu “unzurnâ [bize bak]” sözüdür– kullanmaları emredildi. Bu te’vîlin doğru olduğuna, Hakk Teâlâ'nın Nisâ sûresi'ndeki, (O Yahûdilerden kimi) dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak, “Dinledik ve isyan ettik. İşit işitmez olası râ‘inâ!” derler (Nisâ/46) âyeti de delâlet eder.

Rivâyet edildiğine göre Sa‘d b. Mu‘âz (r.a), onların bu sözlerini işitti ve, “Ey Allah'ın düşmanları! Allah'ın lâneti sizin üzerinize olsun. Canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki sizden kimin bu sözü Hz. Peygamber'e (s.a) karşı söylediğini işitirsem mutlaka boynunu vuracağım” dedi. Onlar, “Siz de böyle [râ‘inâ] demiyor musunuz?” deyince, bu âyet nâzil oldu.[76]

Biz bu âyeti, راعنا[râ‘inâ] sözcüğünün yukarıdaki her iki anlamına göre de açıklayacağız:

Birinci anlama göre, münâfıkların ve Yahûdileşmiş kimselerin kelimelerle oynadıkları, sözcükleri, anlamlarından kaydırdıkları birçok âyette yer almıştır:

Yahûdileşmişlerden bir kısmı kelimeleri/sözcüğü yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak (Peygamber'e karşı), “İşittik ve karşı geldik/sıkıca sarıldık”, “Dinle, dinlemez olası”, “Râ‘inâ” derler. Eğer onlar “İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet” deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha sağlam/doğru olacaktı; fakat küfürleri [gerçeği kabul etmemeleri] sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık pek az inanırlar. (Nisâ/46)

Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerine katılık koyduk. Onlar kelimeyi/sözcüğü yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler. Öğütlendiklerinin önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hâinlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever. (Mâide/13)

Ey Elçi! Kalpleri iman etmediği hâlde ağızlarıyla “İnandık” diyen kimseler ve Yahûdileşmişlerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler ve sana gelmeyen kimselere için dinlerler [casusluk ederler]; kelimeyi yerlerinden kaydırıp değiştirirler. “Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!” derler. Allah bir kimseyi fitneye düşürmek isterse, sen Allah'a karşı, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve âhirette onlara büyük azap vardır. (Mâide/41)

Kur’ân'dan öğrendiğimize göre Yahûdileşmiş kimseler ve münâfıklar Rasûlullah'ı gördüklerinde yalan ve kaypak sözler söylerlerdi. Râ‘inâ sözcüğü de bunlardan biridir. Bu sözcük, İbranice'de, “lütfen bir dakika bakar mısın”, “dinle, işitmez olasıca” anlamına da gelmektedir. Ayrıca Arapça'da aynı kelime “kibirli ve câhil” anlamında da kullanılmaktaydı.

Siyerlerde Yahûdilerin Rasûlullah'a, السلام عليك [es-selâmu ‘aleyke] yerineالسام عليك [es-sâmu ‘aleyke/ölüm üzerine olsun, geber] dedikleri nakledilir.

Âyette, راعنا[râ‘inâ] ve انظرنا[unzurnâ] sözcüklerinin kime karşı denilip denilmeyeceği ifade edilmemekle birlikte; Nisâ/46, Mâide/13, 41 ve Nûr/63'e göre bunun Rasûlullah'a karşı olduğu anlaşılmaktadır.

Burada mü’minlere, Rasûlullah ve birbirleri ile konuşurken dikkatli olmaları, kullanacakları sözcükleri iyi seçmeleri, kaypak ve kötü anlama çekilebilen cinaslı sözler kullanmamaları emredilmektedir. Nitekim bu husus Nûr sûresi'nde de vurgulanmıştır:

Aranızda Elçi'yi çağırmayı, bazınızın bazınızı çağırışı gibi kılmayın. Saklanarak sıvışıp gidenleri Allah kesinlikle bilmektedir. Bu sebeple, O'nun emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir fitnenin isâbet etmesinden veya kendilerine çok acıklı bir azabın isâbet etmesinden sakınsınlar. (Nûr/63)

Râ‘inâ sözcüğünün ikinci anlamına göre:

Âyetin devamı olan, انظرنا[unzurnâ/bizi gözet] deyin ve kulak verin. Çok acıklı azap da yalnız kâfirler içindir ifadeleri dikkate alındığında, bu âyette, Rasûlullah'ın dindeki konumu belirlenmektedir. Dolayısıyla mü’minler, Rasûlullah'a “Bizi gözet!” demeli, fakat sadece Allah'tan gelen vahye kulak verip onu izlemelidirler. Aksi ise küfürdür, kâfirler de acıklı azap göreceklerdir.

105. Kitap Ehlinden küfretmiş kimseler ve müşrikler, Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Allah ise, rahmetini dilediği kimseye mahsus kılar. Ve Allah, çok büyük lütuf sahibidir.

Bu âyette mü’minler, çevresel ilişkiler hususunda aydınlatılmakta; Kitap Ehlinden inkârcılar ve müşriklerin kıskançlık sebebiyle mü’minlere bir iyilik inmesini, onların aydınlanmasını, zenginleşmesini istemedikleri bildirilip Allah'ın rahmetini dilediğine indireceği ifade buyurulmaktadır.

Âyette zikri geçen rahmet, “elçilik görevi”dir. Bu nedenle âyetteki, Allah ise, rahmetini dilediği kimseye mahsus kılar ifadesinin anlamı, “Allah peygamberliği istediğine verir, onların istediği kişilere değil” demektir. Rahmet'in “elçilik” anlamında kullanıldığını şu âyetlerde de görüyoruz:

Yine onlar, “Bu Kur’ân, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” dediler. Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık, Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. (Zuhruf/31-32)

Ve sen Kitab'ın sana ilka edileceğini [indirileceğini] umuyor değildin. (O) ancak Rabbinden bir rahmet olarak (verildi). Öyleyse sakın kâfirlere arka çıkma [yardımcı olma]. (Kasas/86)

Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. (Kehf/65)

Ehl-i Kitaptan ileri gelenlerin ve müşriklerin ileri gelenlerinin sırf kıskançlık nedeniyle hakka karşı gelmeleri Kur’ân'da bir çok kez gündeme getirilmiştir:

Ehl-i Kitaptan bir çoğu, gerçek kendileri için ortaya konduğu hâlde, benliklerindeki kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra çevirip kâfir etsinler isterler. Buna rağmen siz, Allah'ın emri gelinceye kadar af ile hoşgörüyle davranın. Şüphesiz Allah, her şeye en iyi güç yetirendir. (Bakara/109)

Onların, kendilerini karşılığında sattıkları şey, Allah'ın kullarından dilediğine Kendi lütfundan indirmesini kıskanarak, Allah'ın indirdiği şeyleri inkâr etmeleri ne çirkindir! İşte bu yüzden gazap üstüne gazaba uğradılar. Küçültücü azap da yalnızca kâfirler içindir. Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine iman edin” denildiği zaman, onlar “Biz, kendimize indirilene iman ederiz” dediler. Ve onlar, o [Allah'ın indirdiği], kendilerinin beraberindekileri doğrulayan bir hakk olmasına rağmen, ondan [kendilerine indirilenlerden] ötesini inkâr ediyorlar. De ki: “Peki eğer mü’minler idiyseniz niçin daha önce Allah'ın peygamberlerini öldürüyorsunuz?” (Bakara/90-91)

Yoksa onlar için mülkten bir pay mı vardır. Eğer öyle olsaydı, insanlara bir hurma çekirdeğinin oyuğunu bile vermezlerdi. Yoksa onlar insanları, Allah lütuf ve kereminden verdi diye mi kıskanıyorlar? Şüphesiz Biz, İbrâhîm soyuna da kitap ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] vermiştik. Hem de onlara büyük bir mülk [hükümranlık] verdik. (Nisâ/53-54)

O [Allah], dinden Nûh'a tavsiye ettiği şeyi, sana vahyettiğimizi, İbrâhîm'e, Mûsâ'ya ve Îsâ'ya tavsiye ettiğimiz şeyi şeriat kıldı: “Dini ayakta tutun [yerleştirin] ve onda ayrılığa düşmeyin.” Senin kendilerini davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini Kendine seçer ve kalpten yöneleni de ona kılavuzlar. Ve onlar, ancak kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki taşkınlık yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbin tarafından “adı konmuş bir süreye kadar” sözü geçmemiş olsaydı aralarında kesinlikle gerçekleştirilirdi. Ve şüphesiz kendilerinden sonra Kitab'a vâris kılınan kişiler ondan [Kur’ân'dan] kesinlikle kararsızlığa götüren bir kuşku içindedirler. (Şûrâ/13-14)

Ve onlara emir'den apaçık deliller verdik. Sonra onlar, yalnızca, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeylerde kıyâmet günü aralarında gerçekleştirecektir. Sonra da seni emir'den apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Artık sen ona uy, bilmeyen kimselerin hevâlarına uyma. (Câsiye/17-18)

106. Biz, bir âyetten her neyi nesheder veya söylettirmezsek, ondan daha iyisini yahut benzerini getiririz. Sen, Allah'ın şüphesiz her şeye en iyi güç yetiren olduğunu bilmedin mi?

107. Göklerin ve yerin egemenliğinin şüphesiz yalnız Allah'a ait olduğunu, ve sizin için Allah'ın astlarından bir velî ve bir yardımcı olmadığını bilmedin mi?

Bu âyetlerde, Ehl-i Kitap kâfirlerinin tuzaklarına karşı mü’minler uyarılmakta; onların kargaşa çılarmak için ileri sürdükleri safsatalar ortadan kaldırılmaktadır. Bu âyetlerin iniş sebebi hakkındaki nakiller şöyledir:

Yahûdiler, Ka‘be'ye yönelmeleri hususunda Müslümanları kıskandıklarından dolayı İslâm'a dil uzatmaya ve “Muhammed ashâbına önce bir hususu emrediyor, sonra da onlara o işi yasaklıyor. O bakımdan Kur’ân olsa olsa o'nun tarafından uydurulmaktadır. Bundan dolayı bir kısmı ile öteki kısmı birbiriyle çelişmektedir” demeye koyuldular. Bunun üzerine de Yüce Allah, Biz, bir âyetin yerine diğer bir âyeti getirdiğimiz vakit (Nahl/16/101) buyruğu ile ...nesheder veya unutturursak buyruğunu indirdi.[77]

Bil ki bu, Yahûdilerin İslâmiyet aleyhindeki ikinci çeşit dedikodularıdır. Onlar şöyle demişlerdir: “Ashabına önce bir şey emredip, sonra yasaklayıp daha sonda da aksini emreden ve bugün söylediğinden yarın dönen Muhammed'e (s.a) bakmaz mısınız?” İşte bunun üzerine bu âyet nâzil olmuştur.[78]

Anlaşıldığına göre bu âyet, Yahûdilerin, mü’minlerin zihnini bulandırıp şüphe uyandırmak için sordukları bir suale cevap niteliğindedir. Onlar, “Kur’ân, hem önceki kitapların Allah tarafından indirildiğini söylüyor, hem de onlardakinden farklı emirler veriyor” diyorlardı. Onların bu sorusu, gerçeği öğrenmeye yönelik değil, zihinleri bulandırmaya yönelikti.

نسخ[nesh], “bir şeyi iptal ve izale edip onun yerine başka bir şeyi koymak” demektir. Güneş gölgeyi giderip gölgenin yerini tuttuğu vakit, “Güneş, gölgeyi neshetti” derler.[79] Bu sözcüğün, istinsah, nüsha, tenâsuh gibi türevleri Türkçe'ye de geçmiştir.

Eserlerde önemli bir yer tutan nesh konusunda birçok fikir üretilmiştir. Kelam kitaplarında nesh, “şer‘an yerleşmiş bulunan bir hükmü daha sonra gelen bir hitap ile ortadan kaldırmaktır” şeklinde tarif edilmiştir.

Bu tanımdan hareketle Kur’ân'da neshin vâki olduğu iddia edilmiş ve âyetin âyetle neshi, âyetin hadis ve icma ile neshi gibi konular tartışılmıştır.

Bunun dışında, Kur’ân'da hem lafzı, hem hükmü neshedilen, lafzı neshedilip hükmü bırakılan âyetlerin olduğu ileri sürülmüştür. Keçinin yediği Recm âyeti (!), Âişe vâlideye fatura edilen sözde “rıda” [süt emme] âyetleri (!) ve Ahzâb sûresi'nin Bakara sûresi'nden bile uzun iken daha sonra mevcut âyetlerin dışındakilerin neshedildiği gibi iddialar ortaya atılmıştır.

Bu âyetin ifadelerinin farklı sözcüklerle yer aldığı Nahl sûresi'nde şu açıklamayı yapmıştık:

Ve Biz bir âyet yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman –Allah ne indirdiğini daha iyi bilen olmasına rağmen– onlar, “Sen, ancak bir uydurucusun” dediler. İşin doğrusu onların çoğu bilmiyorlar. (Nahl/101)

Bu âyette, bazı âyetlerin kaldırılıp yerlerine başka âyetlerin getirildiği beyân edilmektedir. Benzeri bir açıklama Bakara sûresi'nde de yapılmıştır:

Biz bir âyetten her neyi nesheder veya söylettirmezsek, ondan daha iyisini yahut benzerini getiririz. Sen, Allah'ın her şeye en iyi güç yetiren olduğunu bilmedin mi? (Bakara/106)

Bu âyetlerde, peygamberlere gelen vahyin –evrensel hükümler içerenleri hariç– yöresel ve süreli olanlarından bazısının kaldırılması meselesine işaret edilmektedir. Buna göre, daha evvel gönderilen ilâhî kitaplardaki yöresel ve süreli ilkeler kaldırılıp yerlerine Kur’ân ile evrensel ilkeler getirilmiştir. Burada sözü edilen nesh/kaldırma, Rasûlullah'a gelen vahiylerin değiştirilmesi, unutturulması, terkettirilmesi değildir. Zira bunun söz konusu olmayacağı daha ilk vahiylerde bildirilmiştir:

Bundan böyle seni okutacağız [sende bilgi birikimi sağlayıp onu başkalarına tebliğ ettireceğiz] ve unutmayacaksın/terketmeyeceksin. Ancak Allah dilerse başka… Kuşkusuz ki O, açığı da bilir, gizliyi de.Ve sana en kolay olanı [seni en çok mutlu edecek olan şeyleri] kolaylaştıracağız. (A‘lâ/6-8)[80]

Görüldüğü üzere burada zikredilen nesh, Kur’ân âyetleri arasında olmayıp, dinler arasındadır.

106. âyetteki, âyet kelimesi, “mucize” manasına alındığında ise, evrendeki değişim ve gelişimi ifade eder. Allah ise, her an bir işte, bir yaratıştadır. Ve her yeni yarattığı eskisinden, ortadan kaldırdığından daha yararlıdır.

Ayrıca bu mucizeler, gönderdiği elçiler için yarattığı mucizeler olarak da ele alınabilir. İnkârcıları ikna etmek için peygamberlere mucizeler verildiği malumdur. Elçilerin mucizeleri farklı olmakla birlikte bir sonraki, evvelkinden daha büyük ve yararlıdır. En son âyet [mucize] ise, hepsinden daha yararlı ve etkindir. Onun için geçmiştekilerin benzeri mucize talep edenlere, Kendilerine okunan Kitab'ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? denilmiştir.

Bilakis o [Kur’ân], kendilerine ilim verilenlerin sinelerinde apaçık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi de ancak zâlimler bile bile reddederler. Ve onlar, “Ona Rabbinden âyetler [mucizeler] indirilmeli değil miydi?” dediler. De ki: “Âyetler [mucizeler] ancak Allah'ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım.” Kendilerine okunan Kitab'ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır. (Ankebût/49-51)

108. Yoksa siz Elçimizi, bundan önce Mûsâ'nın sorgulandığı gibi, sorguya çekmek mi istiyorsunuz? Ve her kim imanı küfürle değiştirirse artık o, düz yolun ortasını kaybetmiş olur.

Âyetin açık ifadesinden anlaşıldığına göre, bazıları, İsrâîloğulları'nın Mûsâ'ya yaptığı gibi, Peygamber'i sorgulamak istemişler, bu yüzden de kınanmışlardır. Klasik kaynaklarda bu âyetin mü’minlerden bazıları hakkında indiği nakledilir:

Yoksa siz de daha önce Mûsâ'dan açıkça Allah'ı kendilerine göstermelerini istedikleri gibi Peygamberinizden istemeye mi kalkışacaksınız? Onlar da Muhammed'den (s.a) Allah'ı ve melekleri kâfile hâlinde getirmesini istemişlerdi. İbn Abbâs ve Mücâhid'den gelen rivâyete göre onlar Hz. Peygamber'den Safâ tepesini altına dönüştürmesini istemişlerdi.

Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre bu âyet-i kerîme, Râfi b. Huzeyme ile Vehb b. Zeyd'in, Peygamber'e (s.a), “Bize semadan okuyacağımız bir kitap getir ve bizim için nehirler fışkırt ki, sana uyalım” demeleri üzerine nâzil olmuştur.[81]

Muhammed ibn İshâk der ki: Bana Muhammed ibn Ebî Muhammed İkrime'den veya Sa‘îd'den o da Abdullah ibn Abbâs'tan nakletti ki, o şöyle demiş: Râfî ibn Hureymle –veya Vehb ibn Zeyd– dedi ki: “Yâ Muhammed! Bize gökten bir kitap getir ki onu okuyalım, bize yerden bir ırmak fışkırt ki sana tâbi olup doğrulayalım.” Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i celîle'yi inzâl buyurdu: Yoksa daha önce Mûsâ'ya sorulduğu gibi siz de Peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz?[82]

Mücâhid, Yoksa daha önce Mûsâ'ya sorulduğu gibi siz de Peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz âyeti konusunda dedi ki: “Mûsâ'dan kendilerine Allah'ı apaçık göstermesini istemişlerdi. Kureyşliler de Hz. Muhammed'den, kendilerine Safâ tepesini altın yapmasını istemişlerdi. O, ‘Evet’ deyince, ‘Eğer küfrederseniz bu sizin için İsrâîloğulları'nın sofrası gibidir’ buyurmuştu. Onlar imtina ve rücû ettiler.” Süddî ve Katâde'den de buna benzer rivâyet nakledilir. En iyisini Allah bilir.[83]

Bizim kanaatimize göre, yoksa siz ifadesiyle muhatap alınanlar, “Rasûlullah dönemindeki mü’minler ile Medîne'de yaşayan Yahûdiler”dir. Zira Yahûdiler, bu sûrenin 47. âyetinden itibaren muhatap konumundadırlar. Buna göre, İsrâîloğulları'nın Mûsâ'ya yaptıkları gibi, onlar da Rasûlullah'tan olmayacak şeyler istemiş, o'nu sorgulamaya kalkmışlardır. Kur’ân'dan ve târihi bilgilerden anlaşıldığına göre Medîne Yahûdileri, mü’minlere anlaşılması güç ve gereksiz sorular yöneltiyorlar ve onları Rasûlullah'a da sormaları için ayartmaya çalışıyorlardı.

Kitap Ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de, “Allah'ı bize açıkça göster” demişlerdi. Sonra da hakksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde buzağı edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik. (Nisâ/153)

Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin, yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar, asla inanmayız” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan münezzehtir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!” (İsrâ/90-93)

Ve onlar [inkâr etmiş olanlar], “Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda yürüyor? Ona, bir melek indirilseydi ya! Böylece o'nunla beraber bir uyarıcı olur! Yahut kendisine bir hazine bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir bahçe olsaydı ya!” dediler. Bu zâlimler, “Siz, yalnızca büyülenmiş bir kişiye uyuyorsunuz” da dediler. (Furkân/7-8)

Ve hani bir zamanlar siz, “Ey Mûsâ! Biz tek yemeğe asla sabredemeyiz, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” demiştiniz. O [Mûsâ] da size, “O üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/Mısır'a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır” demişti. Ve üzerlerine zillet ve meskenet damgalandı ve nihâyet Allah'tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş olmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir. (Bakara/61)

Hani bir zamanlar da siz, “Ey Mûsâ! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız” demiştiniz de bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpıvermişti. (Bakara/55)

Âyetteki, Ve her kim imanı küfürle değiştirirse artık o, düz yolun ortasını kaybetmiş olur ifadesinden anlaşıldığına göre Peygamber'den gerçekleştiremeyeceği şeyleri istemek, o'na lüzumsuz sualler sormak insanı küfre götürebilir. Böylece mü’minlere, gereksiz sualler sormaları/gereksiz isteklerde bulunmaları yasaklanmış, Allah'ın serbest bıraktığı şeylerden istifade etmeleri tavsiye edilmiştir:

Ey iman etmiş kimseler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın/istemeyin. Eğer onlardan Kur’ân indirilirken sorarsanız/isterseniz de size açıklanır. Allah, onlardan geçmiştir. Allah çok bağışlayan ve çok yumuşak davranandır. (Mâide/101)

109. Ehl-i Kitaptan bir çoğu, gerçek kendileri için ortaya konduğu hâlde, benliklerindeki kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra çevirip kâfir etsinler isterler. Buna rağmen siz, Allah'ın emri gelinceye kadar af ile, hoşgörüyle davranın. Şüphesiz Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.

110. Ve siz salâtı ikâme edin ve zekâtı verin! Kendiniz için önceden her ne iyilik yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir.

Bu âyetlerde de Ehl-i Kitap kâfirlerinin hasetleri nedeniyle mü’minlere kurdukları tuzaklar beyân edilmekte, onların oyunlarına karşı mü’minler uyarılmakta ve yapmaları gereken şeyler bildirilmektedir.

İnsanlarda haset duygusu; düşmanlık, öfke, kin, aşağılık ve üstünlük kompleksi, çıkarcılık, bencillik, kendini beğenmişlik, hırs gibi sebeplerle oluşmaktadır. Bu duygu ve zararları hakkında Felâk sûresi'nde verdiğimiz bilgiye bakılabilir.[84] Ehl-i Kitap, işte bunlardan dolayı mü’minlere karşı kıskançlık göstermiş ve İslâmî gelişmeyi engellemeye çalışmışlardır.

Klasik kaynaklarda bu âyetlerin inişi ile ilgili şu nakiller yer almaktadır:

Buhârî ve Müslim'de Usâme b. Zeyd'den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a), üzerinde Fedek'te dokunmuş kadife bulunan bir eşeğe binmişti. Arkasında da Usâme vardı. Hz. Peygamber, Bedir savaşı'ndan önce Hâris b. Hazrecoğulları arasında [mahallesinde] bulunan Sa‘d b. Ubâde'yi ziyarete gidiyordu. Yolda giderken –aralarında Abdullah b. Ubey b. Selûl'un da bulunduğu– oturan bir grubun yanından geçerler. Bu sırada henüz Abdullah b. Ubey İslâm'a girmemişti. O mecliste Müslümanlar, müşrikler, Yahûdiler hep birlikte karışık oturuyorlardı. Müslümanlar arasında Abdullah b. Revâha da vardı. Eşeğin çıkardığı toz orada oturanların üzerine gelince İbn Ubey cübbesiyle burnunu kapattı ve dedi ki:

-- Bize toz çıkarmayın.

Rasûlullah (s.a) da selâm verdikten sonra durdu ve indi. Onları Yüce Allah'ın yoluna davet etti, onlara Kur’ân-ı Kerîm okudu. Abdullah b. Ubey b. Selûl o'na şöyle dedi:

-- Ey kişi! Eğer söylediğin doğru ise bundan daha güzel bir şey olamaz. Fakat oturduğumuz yerlerimize kadar gelip o sözlerle bizi rahatsız etme. Sen kendi evine git, orada sana gelene onu anlatırsın.

Abdullah b. Revâha ise şöyle dedi:

-- Hayır, yâ Rasûllallah, bizim oturduğumuz yerlerde de yanımıza gel, biz bu işi severiz.

Bunun üzerine müşrikler, Müslümanlar ve Yahûdiler karşılıklı olarak birbirlerine sövüp saymaya koyuldular. Az kalsın birbirlerine gireceklerdi. Rasûlullah (s.a) onları teskin etmeye çalıştı, sonunda teskin oldular. Sonra Rasûlullah (s.a) bineğine bindi ve Sa‘d b. Ubâde'nin yanına varıncaya kadar yoluna devam etti. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:

-- Ey Sa‘d! Sen Ebû Hubab'ın –Abdullah b. Ubeyy'i kasdediyor– şöyle şöyle dediğini duymadın mı?

Sa‘d b. Ubâde şöyle dedi:

-- Ey Allah'ın Rasûlü! Anam-babam sana feda olsun, sen onu affet ve görmezlikten gel. Sana hakk ile Kitabı indirene yemin ederim ki; Allah senin üzerine indirdiği hakk ile seni bize gönderdiği sırada bu belde halkı ona taç giydirmek ve başlarına hükümdar olarak geçirmek üzere anlaşmış bulunuyorlardı. Fakat Allah, sana verdiği hakk ile bunu geri çevirince, bu sebebten dolayı hevesi kursağında kaldı. İşte senin o gördüğün işi bundan dolayı yapmıştır.

Bunun üzerine de Rasûlullah (s.a) onu affetti.[85]

Rivâyet edildiğine göre Finhas ibn Azurâ, Zeyd ibn Kays ve Yahûdilerden bir grup, Uhud muhârebesi'nden sonra Huzeyfe ibn el-Yemanî (r.a) ile Ammâr ibn Yâsir'e (r.a) şöyle demişlerdir:

-- Başınıza gelenleri görmediniz mi? Şâyet sizin yolunuz hakk olsaydı, siz hezimete uğramazdınız; bu sebeple dinimize dönün, bu sizin için daha hayırlı ve daha faziletli bir şeydir. Çünkü biz sizden daha doğru yoldayız.

Bunun üzerine Ammâr şöyle dedi:

-- Sizin aranızda, birisinin ahdini bozması nasıl karşılanır?

Onlar da şöyle karşılık verdiler:

-- Bu, şiddetli bir tepkiyle karşılanır.

Ammâr da şöyle dedi:

-- Ben, yaşadığım sürece Hz. Muhammed'i (s.a) inkâr etmeyeceğime dair ahdettim.

Buna karşılık Yahûdi şöyle dedi:

-- İyi bilin ki, bu da sapıtmış.

Huzeyfe de şöyle dedi:

-- Bana gelince, ben Allah'ı rabb, İslâm'ı din; Kur’ân'ı imâm, Ka‘be'yi kıble ve mü’minleri de kardeş olarak seçtim.

Sonra Ammâr ile Huzeyfe, Rasûl-i Ekrem'in (s.a) yanına gelerek, durumu anlattılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:

-- Siz hayra isâbet ettiniz ve kurtuluşa nail oldunuz.

İşte âyet, işte bu hâdise üzerine nâzil oldu. Bil ki biz, önce haset hususunda konuşup, daha sonra tefsire döneceğiz.[86]
Bu arada şunu da hatırlatmış olalım; hayırda yarışmak haset değildir.

Rabbinizden bir bağışlanmaya, Allah'a ve elçilerine inananlar için hazırlanmış, genişliği gökle yerin genişliği gibi olan cennete koşuşun. İşte bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Onu dilediğine verir. Ve Allah büyük lütuf sahibidir. (Hadîd/21)

Hayır, hayır... Ebrâr'ın kaydı, kesinlikle illiyyîn'dedir. –İlliyyîn'in ne olduğunu sana ne bildirdi?– Yaklaştırılmışların tanık olduğu rakamlanmış/yazılmış bir kayıttır! Şüphesiz ki ebrâr, elbette, naimin içindedirler, tahtlar üzerinde beklenti içindedirler. Yüzlerinde nimetin aydınlığını görürsün. Onlar, mühürlü saf bir içkiden sulanırlar. Ki onun mührü/neticesi misktir. Karışımı tesnim'dendir. Yaklaştırılmışların içecekleri bir pınardandır. –Artık yarışanlar, işte bunda yarışmalıdırlar.– (Mutaffifîn/18-28)

Bu âyette verilen mesajlar, Âl-i İmrân sûresi'nde de yer almıştır:

Hiç kuşkusuz siz, mallarınız ve canlarınız hususunda belâlanacaksınız [imtihan olunacaksınız]. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah'a ortak koşanlardan birçok eza da işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah'a takvâlı davranırsanız, şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir. (Âl-i İmrân/186)

Âyetteki, Buna rağmen siz, Allah'ın emri gelinceye kadar af ile, hoşgörüyle davranın ifadesiyle, Müslümanların ikinci bir emre kadar bu stratejiyi izlemeleri; Ehl-i Kitaba karşı af ve hoşgörü ile davranmaları, onlarla tartışma, kavga ve münâkaşaya dalmamaları, sabırla Allah'ın yeni hükmünü beklemeleri istenmekte ve ileride stratejinin değişeceği, inkârcılara farklı davranma emri verileceği işareti verilmektedir.

110. âyetteki, Ve siz salâtı ikâme edin ve zekâtı verin! Kendiniz için önceden her ne iyilik yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir ifadeler ile de mü’minlere, topluca yapmaları gereken ödevler bildirilmekte, bunları yaptıkları takdirde de karşılıklarını alacakları bildirilmektedir.

Salât ve salâtın ikâmesi hakkında açıklama yapmıştık. Kısaca الصّلوة [salât], “destek olmak, yardım etmek, sorunları sırtlamak; sorunların çözümünü üzerine almak”tır. Ancak hemen belirtelim ki, buradaki sorunlar, bireysel ve toplumsal sorunları birlikte kapsamaktadır. Dolayısıyla الصّلوة [salât] sözcüğünün anlamını, “yakın çevrede bulunan muhtaçlara yardım” boyutuna indirgemek doğru değildir. Yapılacak yardımın, sağlanacak desteğin gerçekleştirilme şeklinin ise “zihnî ve mâlî” olmak üzere iki yönü bulunmaktadır:

* Zihnî yönü ile salât; eğitim ve öğretimle bireyleri, dolayısıyla da toplumu aydınlatmak, rüşde erdirmek; en sağlam yola iletmek,

* Mâlî yönü ile salât ise; çeşitli iş imkânları oluşturmak, hastalıkta, emeklilikte ve afetlerde devreye giren güvence sistemleri ile bireylerin mâlî sıkıntılarına yardımcı olmak, onları zor günlerinde sırtlamak, böylece de toplumun sıkıntılarını gidermek demektir.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. March 2010, 12:37 AM   #16
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

إقام الًصّلوة[İQÂMİ'S-SALÂT/SALÂT'IN İKÂMESİ]

Salâtın ikâmesi ile ilgili, emir ve haber cümlesi niteliğinde Kur’ân'da yüzlerce ifade mevcut olup, bu ifadeler genellikle “namazı doğru kıl, namazlarını dosdoğru kılarlar” şeklinde çevirilegelmiştir. Sözcüklerin tahlili bu çevirilerin, ifadenin anlamını yansıtmakta yetersiz kaldığını, hatta yanlış olduğunu göstermektedir.

“Salât” sözcüğünün anlamı yukarıda açıklandığı için burada “iqâm” sözcüğünü tahlil edeceğiz: Q-v-m harflerinden oluşan iqâm sözcüğü, “oturmak” fiilinin karşıtı olan qıyâm sözcüğünün if‘âl babından mastarıdır ve lügatlerde bu kalıbın anlamı; “ayağa kaldırmak, dikmek, ayakta tutmak” olarak belirtilmiştir.

Buna göre إقام الصّلوة[iqâmi's-salât] tamlamasının anlamı da, “zihnî ve mâlî yönlerden yapılan yardım ve destekle sorunların üstlenilerek giderilmesi işlerinin gerçekleştirilmesi, gerçekleştirildikten sonra da sürdürülmesi, yani ayakta tutulması” demek olmaktadır.

Bunu somutlaştırarak ifade etmek gerekirse “salâtın ikâmesi”;

* Zihnî yönü ile, eğitim ve öğretimin yapılması için okullar, halk evleri, halk eğitim merkezleri açılması ve bunların [maarif sisteminin] ayakta tutulması,

* Mâlî yönü ile, iş alanları açılması, Emekli Sandığı, Bağkur, SSK gibi sosyal güvenlik sistemlerinin teşkil edilmesi, yoksul ve yetimlerin desteklenerek –bekâr ve dulların çeyizleri de temin edilmek sûretiyle evlendirilmesi de dâhil– her türlü sorunlarının sırtlanması, her türlü sıkıntılarının giderilmesi için kurumlar oluşturulması ve bunların sürekli yaşatılarak ayakta tutulması demektir.

Âyette, –Kur’ân'ın bir çok yerinde olduğu gibi– salâtın ikâmesi ile zekâtın verilmesi bir arada zikredilmiştir. Zira, zekât ve infak olmadan salâtın ikâmesi mümkün değildir. Salât, salâtın ikâmesi ve namaz hakkında, Ankebût sûresi'nin sonundaki müstakil yazımıza bakılabilir.[87]

111. Bir de onlar [inananları Yahûdişetirmek, Hristiyanlaştırmak isteyenler], “Yahûdi ve Hristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek” dediler. Bu, onların kendi kuruntularıdır. De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, delilinizi getirin.”

112. Hayır, aksine kim iyileştiren-güzelleştiren biri olarak yüzünü [kendisini] Allah için islâmlaştırırsa, işte onun, Rabbi katında ecri vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de.

113. Ve Yahûdiler, “Hristiyanlar bir şey üzerinde değillerdir” dediler. Hristiyanlar da, “Yahûdiler bir şey üzerinde değillerdir” dediler. Oysa onlar, kitab'ı okuyorlar. Bilmeyen kimseler de onların sözü gibisini dediler. Artık içinde ihtilaf edip durdukları şeylerde, kıyâmet günü, aralarında, Allah hüküm verecektir.

Bu âyet grubunda da İsrâîloğulları kâfirlerinin kuruntuları, Yahûdi ve Hristiyanların cenneti kendi tekellerinde gördükleri zikredilip kendilerine gerekli cevaplar verilmiştir.

Onlar [inananları Yahûdişetirmek, Hristiyanlaştırmak isteyenler], herhangi bir kanıta dayanmadan, kuruntularından hareketle, “Yahûdi ve Hristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek” diyorlar.

Hâlbuki, cennete, “iyileştiren-güzelleştiren biri olarak yüzünü [kendisini] Allah için islâmlaştıran kimse” girecek ve onlar orada korkusuz ve üzüntüsüz yaşayacaklardır.

Yahûdiler, “Hristiyanlar bir şey üzerinde değillerdir”; Hristiyanlar da, “Yahûdiler bir şey üzerinde değillerdir” diyerek birbirlerini aşağılamaktadırlar. Oysa onlar kitab'ı okuyorlar. Böyle şeyler dememeleri gerekirdi.

113. âyetteki Hristiyan ve Yahûdilerin birbirleri hakkındaki, Onlar bir şey üzerinde değillerdir ifadeleri, “onlar, değer verilen ve itibar edilen bir şey üzerinde değiller” demektir. Buna göre Yahûdiler, kendilerini doğru yolda olduğunu ve Hristiyanların itibar edilecek, değer verilecek bir dinlerinin olmadığını; Hristiyanlar da Yahûdilerin dininin itibar edilecek bir niteliği olmadığını ileri sürüyorlardı.

Nitekim onlarla ilgili olarak Mâide sûresi'nde şöyle buyurulmuştur:

Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun verdiği elçilik görevini iletmemiş [yerine getirmemiş] olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Allah kesinlikle, küfre batmış topluluğa doğru yolu göstermez.” (Mâide/67)

Bu âyette, birbirleri hakkında ithamlarda bulunan, birbirlerini hakktan uzak olmakla suçlayan, cenneti tekellerinde gören, her iki gruba da, Bu, onların kendi kuruntularıdır. De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, delilinizi getirin” ifadeleriyle sert bir eleştiri yöneltiliyor. Sonra da, kim iyileştiren-güzelleştiren biri olarak yüzünü [kendisini] Allah için islâmlaştırırsa, işte onun, Rabbi katında ecri vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de ifadeleriyle hakikat ortaya konuyor. Onların bu kuruntuları, 135-141. âyetlerde de konu edilecektir.
ÂYETİN NÜZÛL SEBEBİ

Rivâyet edildiğine göre Necran Hristiyanları heyeti Hz. Peygamber'in (s.a) yanına gelince, Yahûdi âlimleri de gelip onlara katılmıştı. Böylece onlar kendi aralarında münâkaşaya tutuştular ve sesleri yükselmeye başladı. Bunun üzerine Yahûdiler Hristiyanlara, “Siz dinî bakımdan, hiçbir hakk üzerine değilsiniz” deyip Hz. İsâ (a.s) ve İncîl'i inkâr ettiler; Hristiyanlar da onlara aynı şeyi söyleyip Hz. Mûsâ (a.s) ve Tevrât'ı inkâr ettiler.[88]

Âyetteki, Oysa onlar, kitab'ı okuyorlar. Bilmeyen kimseler de onların sözü gibisini dediler. Artık içinde ihtilaf edip durdukları şeylerde, kıyâmet günü, aralarında, Allah hüküm verecektir ifadeleriyle, kitabı bilenlerin bilmeyenler gibi konuşmaları kınamaktadır. Câhillerin birbirini itham edip küçümsemeleri az da olsa mazur görülebilir, ama bilenlerin birbirine karşı böyle davranmaları asla mazur görülemez.

Paragrafın son cümlesi, bir değerlendirme niteliğindedir. Buna göre, kıyâmet günü, iki grup arasındaki ihtilaflı konular hakkında hükmü bizzat Allah verecektir, ki –Kur’ân'dan öğrendiğimize göre her iki grup da hakktan uzak olduklarından– bunun anlamı, her iki grubun da cezalandırılacağıdır.

Onların ihtilaf etikleri şeylerin neler olduğu ise şu âyetlerde yer almıştır:

Şüphesiz şu, dinlerini parça parça edip grup grup olanlar; sen hiçbir şeyce onlardan değilsin. Şüphesiz onların işi Allah'adır. Sonra O [Allah], onlara yapmakta oldukları şeyleri haber verecektir. (En‘âm/159)

İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonra Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve ihtilaf ettikleri konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hakk ile kitap indirdi. Ve sırf o kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, Kendi bilgisi gereği, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar. (Bakara/213)

Hiç şüphesiz ki, bu Kur’ân İsrâîloğulları'na, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerin bir çoğunu aktarıp anlatmaktadır. (Neml/76)

Ve Biz sana Kitab'ı [Kur’ân'ı] sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyleri onlar için açığa koyasın diye ve iman edecek bir topluma bir kılavuz, bir rahmet olarak indirdik.(Nahl/64)

De ki: “Ey Kitap Ehli! Tevrât'ı, İncîl'i ve Rabbinizden size indirileni ikâme etmedikçe hiçbir şey üzerinde değilsiniz.” Şüphesiz ki, Rabbinden sana indirilenler, onların çoğunda azgınlık artırır. Öyleyse kâfirler kavmi için üzülme! (Mâide/68)

114. Ve Allah'ın mescidlerini, içlerinde Allah'ın adı anılmasın diye engelleyen ve onların yıkımı için uğraşan kişiden daha zâlim kim olabilir?!.. Böylelerinin, o mescidlere girmeleri ancak korka korka olacaktır. Onlar için dünyada bir rezillik vardır. Bunlar için âhirette de büyük bir azap vardır.

115. Ve doğu, batı yalnızca Allah'ındır. Öyleyse her nereye yönelirseniz artık orası Allah'ın yüzüdür. Şüphesiz Allah, vâsi'dir, O, en iyi bilendir.

Bu âyetlerde, Allah'ın mescidlerinin fonksiyonlarını engelleyenlerin insanlığa verdikleri zararlara değinilerek böyleleri kınanmakta ve bu tür kimselerin bu mescidlere ancak korkarak girebilecekleri belirtilmekte; ardından da karşılaşacakları âkıbet –ki dünyada rezil olmak, âhirette de büyük bir azaba maruz kalmaktır– açıklanmaktadır.

Bu âyet grubu, müstakil bir necmdir. Klasik kaynaklar âyeti geçmişe ait bir haber kabul ederler:

a) İbn Abbâs şöyle demiştir: “Hristiyan bir hükümdar, Beyt-i Makdis'i istilâ ederek harap etmiş, leşlerle doldurmuş, oranın halkını kuşatıp bir kısmını öldürmüş, bir kısmını esir almış ve Tevrât'ı da yakmıştı.” Hz. Ömer (r.a) zamanında, Müslümanlar onarıncaya kadar Beyt-i Makdis harab bir hâldeydi.

b) Hasan el-Basrî, Katâde ve Süddî şöyle demişlerdir: “Bu âyet-i kerîme Buhtunnasr hakkında nâzil olmuştur. Çünkü o, Beyt-i Makdis'i harab etmiş, bazı Hristiyanlar da Yahûdilere olan öfkelerinden dolayı ona yardımcı olmuşlardı.”

Ebû Bekr er-Razî, Ahkâmu'l-Kur’ân'ında şöyle demiştir: “Âyetin sebeb-i nüzûlü olarak yukarıda belirtilen bu iki görüş de yanlıştır. Çünkü siyer âlimleri arasında Buhtunnasr'ın zamanının, Hz. Îsâ'nın doğumundan çok önce olduğu hususunda bir anlaşmazlık söz konusu değildir. Hristiyanlık, Mesîh'den sonra olmuştur. O hâlde onlar Beyt-i Makdis'i tahrib konusunda, Buhtunnasr ile nasıl beraber olmuş olabilirler? Hem yine Hristiyanlar da Yahûdiler gibi, Beyt-i Makdis'e tazim gösterileceğine inanırlar, hatta onlardan daha fazla... Binaeleyh, Beyt-i Makdis'in tahribi hususunda, onlar tahripçilere nasıl yardım etmiş olabilirler?!”

c) Âyet-i kerîme, Hz. Peygamber'i (s.a) Mekke'de Allah'a davetten menederek hicrete zorlayan Arap müşrikleri hakkında nâzil olmuştur. Böylece o müşrikler hem Hz. Peygamber'e (s.a), hem de O'nun ashâbına Mescid-i Harâm'da, Allah'ı anma hususunda mâni olmuşlardır. Hz. Ebû Bekr (r.a) evinin yanında bir mescid yapmış, ancak buradan da menolunmuştu. Ona eziyyet edenler arasında Kureyş'in çocukları ve kadınları da bulunuyordu.[89]

Bu âyet-i kerîmenin kimler hakkında nâzil olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Müfessirler bunun Buhtnassar hakkında indiğinden söz etmektedirler. Çünkü Beytü'l-Makdis'i yıkmıştı. İbn Abbâs ve başkaları da “Hıristiyanlar hakkında inmiştir” demektedirler. Anlamı da şu olur: Ey Hristiyanlar! Kendinizin cennetlik olduğunuzu nasıl iddia edebilirsiniz? Hâlbuki siz Beytü'l-Makdis'i yıktınız, orada namaz kılınmasını engellediniz. Buna göre âyet-i kerîmenin anlamı, Beytü'l-Makdis'i tazim etmelerine rağmen Hristiyanların oraya reva gördükleri işlerin hayret edilecek bir şey olduğunu ifade eder. Şu kadar var ki onlar bu işi sadece Yahûdilere olan düşmanlıkları dolayısıyla yapmışlardır.[90]

Âyetin nüzûl sebebi ile ilgili dördüncü görüş İbn Zeyd'e aittir. O şöyle demiştir: Yahûdiler Peygamber'in (s.a) Beytü'l-Makdis'e doğru namaz kılmasını güzel bulmuş ve şöyle demişlerdi: “O ancak bizim vasıtamız ile hidâyet bulabildi.” Ancak kıble Ka‘be'ye döndürülünce bu sefer Yahûdiler, “Onları üzerlerinde bulundukları kıbleyi terkedip başka tarafa dönmeye iten ne oldu” dediler, bunun üzerine de, Doğu da batı da Allah'ındır… âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Bu görüşe göre ifadelerin akışı şöyle olur: Yahûdiler Kıble'ye karşı tepki gösterince, şanı yüce Allah da dilediği şekilde kullarının Kendisine ibâdetlerini tayin edebileceğini beyan etti. O dilerse Beytü'l-Makdis'e dönmelerini emreder, dilerse Ka‘be'ye yönelmelerini emreder. Yaptığı bir iş hakkında O'na karşı delil getirilemez, O yaptığından dolayı sorumlu tutulamaz, fakat insanlar sorumlu tutulurlar.[91]

114. âyetteki, Allah'ın mescidlerini, içlerinde Allah'ın adı anılmasın diye engelleyen ve onların yıkımı için uğraşan kişiden daha zâlim kim olabilir!.. ifadesini anlamak için önce şu âyetlere dikkat edilmesi gerekir:

Onlar, inkâr eden ve sizi Mescid-i Harâm'dan ve ayarlanmış hedylerin yerlerine ulaşmasını engelleyen kimselerdir. Eğer kendilerini henüz tanımadığınız, bilmeyerek ezmek sûretiyle kendilerinden sorumluluğunuz olacak mü’min erkekler, mü’min kadınlar olmasaydı… bu, Allah'ın dilediği kimseyi rahmetine girdirmesi içindir. Eğer onlar, birbirinden ayrılmış olsalardı, kesinlikle onlardan inkâr eden kimseleri acıklı bir azapla azaplandırırdık. (Fetih/25)

Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın sizin üzerinizde olan nimetini hatırlayın. Hani bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de, O [Allah], onların ellerini sizden çekmişti. Ve Allah'a takvâlı davranın. Artık mü’minler de yalnızca Allah'a tevekkül etsinler. (Mâide/11)

Ve onların, kendileri Mescid-i Harâm'ın velîleri olmadıkları hâlde ondan menedip dururlarken Allah'ın kendilerine azap etmemesi için neleri var? Onun velîleri sadece muttakilerdir. Lâkin onların çoğu bilmiyorlar. (Enfâl/34)

Andolsun ki, eğer münâfıklar ve kalplerinde bir hastalık olanlar ve Medîne'de dedi-kodu yapanlar, bu yaptıklarından vazgeçmezlerse, mutlaka seni onlara, onlar dışlanmış olarak musallat ederiz. Sonra seninle orada az bir zamandan fazla komşu kalamazlar; nerede bulunurlarsa yakalanırlar ve öldürüldükçe öldürülürler. (Ahzâb/60-61)

Bu âyetlerden anlaşıldığına göre burada konu edilenler, Rasûlullah'ı ve mü’minleri mescidlerden engelleyenlerdir. Bu âyette gelecek kuşaklara da, mescidlerden engelleyenlerin iflah olmayacağı; hakirlik, cizye gibi zilletlerle cezalandırılacakları mesajı verilmektedir. Ayrıca, mü’minlere Allah'ın, mescidlere sahip çıkacağı, Ashâb-ı Fîl örneğinde olduğu gibi mescidleri koruyacağı müjdesi verilmektedir.
Mescidlerin yıkımı, tevhidi öğrenecek ve öğretecek kimselerin mescide gelmesini engellemek sûretiyle olduğu gibi, onları yıkmak ve tahrip etmek sûretiyle de olur.

Allah'ın mescidleri ifadesiyle, “bütün mescidler” [ilâhiyât eğitim-öğretimi yapılan, tevhidin kabul ettirildiği okullar] kasdedilmiştir. İfadenin, günümüzde namaz kılınan câmilerle ilgisi yoktur. Mescidler, Allah içindir:

Ve şüphesiz ki mescidler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın. (Cinn/18)

Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve âhiret gününe inanan, salâtı ikâme eden, zekâtı veren ve sadece Allah'a haşyet duyan kimseler imar ederler. Artık işte onların, hidâyet üzere olanlardan olmaları umulur. (Tevbe/18)

Allah'ın, içersinde Kendi isminin yücelmesine ve zikredilmesine izin verdiği evlerde, sabah-akşam [sürekli] Kendisini tesbih eden öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş Allah'ı anmaktan, salâtı ikâme etmekten ve zekât vermekten onları alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine lütfundan artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır. (Nûr/36-38)

Ve hani bir zaman Lokmân, oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma, hiç şüphesiz ki şirk [Allah'a ortak koşmak], kesinlikle büyük bir zulümdür. Ey oğulcuğum! Şüphesiz o [şirk, işlenen kötülük] bir hardal tanesi ağırlığında olup da bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde olsa, Allah onu getirecektir. Şüphesiz Allah en latif, hakkıyla haberdar olandır. Yavrucuğum! Salâtı ikâme et, iyiliği emret, kötülükten sakındır. Sana isâbet edene de sabret. Şüphesiz bunlar, işlerin kesin olanlarındandır. Ve insanlara avurdunu şişirme [suratını asma] ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphesiz ki Allah bütün övünen ve kuruntu edenleri sevmez. Ve yürüyüşünde mutedil ol, sesinden kıs. Şüphesiz seslerin en yadırgananı kesinlikle eşeklerin sesidir” demişti. (Lokmân/13, 16-19)

115. âyetteki, Şüphesiz Allah vâsi'dir, O, en iyi bilendir ifadesi ile Allah'ın ilminin, irâdesinin, kudret ve rahmetinin genişliğine değinilmektedir:

O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arş üzerine istivâ eden, yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilendir. Ve nerede olursanız olun O sizinle beraberdir. Ve Allah yaptıklarınızı görendir. (Hadîd/4)

Göklerde olan şeyleri ve yeryüzünde olan şeyleri, Allah'ın bildiğini görmedin mi? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde O, mutlaka dördüncüleridir. Beşte de O, mutlaka altıncılarıdır. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar O, mutlaka onlarla beraberdir. Sonra kıyâmet günü onlara yaptıkları şeyleri haber verecektir. Şüphesiz Allah, her şeyi en iyi bilendir. (Mücâdele/7)

Arşı taşıyan bir de onun [arşın] dış kenarından olan kimseler, Rabb'lerinin hamdiyle tesbih ederler ve O'na inanırlar. İman etmiş kimseler için bağışlanma dilerler: “Rabbimiz! Sen rahmet ve bilgice her şeyi kuşattın. Onun için tevbe eden ve Senin yoluna uyan kimseleri bağışla ve onları cahîm'in [cehennemin] azabından koru! Rabbimiz! Onları ve onların atalarından, zevcelerinden ve zürriyetlerinden sâlih olan kimseleri kendilerine vaad ettiğin Adn cennetlerine girdir. Şüphesiz Sen azîz ve hakîm'in ta kendisisin. Onları kötülüklerden de koru. Ve Sen her kimi kötülüklerden korursan, artık o gün elbette ona rahmet etmişsindir. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir.” (Mü’min/7-9)

Ve Mûsâ, tayin ettiğimiz vakit için kavminden yetmiş adam seçti. Ne zaman ki, bunları o sarsıntı yakaladı, işte o zaman (Mûsâ,) “Rabbim!” dedi, “Dileseydin bunları da, beni de daha önce helâk ederdin. Şimdi bizi, içimizdeki o aklı ermezlerin yaptıkları yüzünden helâk mı edeceksin? O Senin fitnenden başka bir şey değildir. Sen bu fitne ile dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğine de kılavuzluk edersin. Sen bizim velîmizsin [yardımcımız, kılavuzluk edenimizsin]. Artık bizi bağışla, merhamet et, Sen bağışlayanların en hayırlısısın. Ve bize hem bu dünyada bir iyilik yaz, hem de âhirette. Biz gerçekten de Sana döndük.” (Allah) buyurdu ki: “Benim azabım var; onu dilediğime isâbet ettiririm, rahmetim de var; o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle takvâlılara, zekâtını verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” (A‘râf/155-156)

O [Mûsâ], “Haydi git. Artık senin için hayat boyunca, ‘Benimle temas yok’ diye söylemen var. Hem senin için asla karşı çıkamayacağın bir buluşma günü daha var. Bir de ibâdet edip durduğun ilâhına bak” dedi, “elbette biz onu yakacağız, sonra da kesinlikle onu denizde kökünden yıkacağız. Sizin ilâhınız, ancak kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah'tır. Şüphesiz ki O ilim yönünden her şeyi kuşatmıştır.” (Tâ-Hâ/97-98)

115. âyette de, doğu ve batının Allah'a ait olduğu, kulluk eden ve Kendisine yönelen kimselerin, yüzlerini hangi tarafa çevirirlerse çevirsinler O'nu bulacakları beyân edilmektedir. Dolayısıyla Allah'a kulluk, belli bir yön ile sınırlandırılamaz.

116. Bir de onlar, “Allah, çocuk edindi” dediler. –O, arınıktır.– Aksine göklerde ve yeryüzünde ne varsa yalnızca O'nundur. Hepsi O'nun için sürekli saygıda duranlardır.

117. Göklerin ve yerin yoktan var edicisidir. Ve O, bir işin olmasına karar verdiği zaman, artık, ona yalnızca “Ol!” der, o da hemen oluverir.

118. Ve bilmeyen kimseler, “Allah bizimle konuşmalı yahut bize de bir âyet [mucize] gelmeli değil miydi!” dediler. Bunlardan öncekiler de tıpkı böyle, bunların dedikleri gibi demişlerdi. Onların kalbleri benzeşmiş. Biz kesinlikle, kesin bilgi ile bilgilenmek isteyen toplum için âyetleri apaçık ortaya koyduk.

119. Şüphesiz Biz, seni gerçek ile müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen, cehennem ashâbından sorumlu da tutulmazsın.

Bu âyetlerde Allah'a şirk koşanlar ve bilgisizce-bilinçsizce hareket edenler kınanmaktadır.

Kur’ân'da, şirk koşanların tutumu ile ilgili birçok yerde bilgi verildiği, makul ve makbul kanıtlarla uyarıldıkları görülmektedir:

Ve onlar, “Rahmân çocuk edindi” dediler. O [Rahmân], bundan münezzehtir. Aksine onlar lütuflandırılmış kullardır. Onlar, O'nun sözünün önüne geçemezler; onlar, yalnız O'nun emriyle iş yaparlar. O, onların [Rahmân'ın çocukları saydıkları şeylerin] önlerinde olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve onlar, O'nun hoşnut olduğu kimselerden başkasına şefaat edemezler. Bununla birlikte onlar O'nun haşyetinden [O'na duydukları derin saygı ve sevgiden dolayı O'ndan uzaklaşma korkusundan] tirtir titrerler. (Enbiyâ/26-28)

Ve Yahûdiler, “Uzeyr Allah'ın oğludur” dediler. Hristiyanlar da, “Mesih Allah'ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan inkârcıların sözlerini taklit ediyorlar. Onlar, Allah'ın astlarından bilginlerini, rahiblerini ve Meryem oğlu Îsâ'yı kendilerine rabbler edindiler. Oysa onlar sadece bir tek olan İlâh'a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. Allah'tan başka ilâh diye bir şey yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir. (Tevbe/30-31)

Ey Ehl-i Kitap! Dininizde aşırılığa gitmeyin. Ve Allah hakkında gerçek dışı bir şey söylemeyin. Meryem oğlu Îsâ Mesih, Allah'ın elçisi ve kelimesidir. Ki Meryem'e ilka ettiği/ulaştırdığı kelimesi ve Kendisinden bir rûhtur. Artık Allah'a ve elçilerine inanın. “Üçtür” demeyin. Son verin, sizin için daha iyi olur. Allah vâhid'dir, tek ve biricik ilâhtır. Kendisi için bir çocuk olmasından arınmıştır O. Yalnız O'nundur göklerdekiler ve yerdekiler. Vekil olarak Allah yeter. (Nisâ/171)

Ve onlar, “Rahmân çocuk edindi” dediler. Andolsun ki, siz çok çirkin bir şey söylediniz. Az kalsın bundan; Rahmân'a çocuk isnat ettiler diye gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılacaktı. Hâlbuki Rahmân için çocuk edinmek yaraşmaz. Göklerde ve yerde bulunan tüm herkes Rahmân'a, yalnızca kul olarak gelecektir. Andolsun ki O [Rahmân], onların hepsini kuşatmıştır ve kendilerini bir bir saymıştır. Hepsi de kıyâmet günü O'na [Rahmân'a] tek başlarına gelirler. (Meryem/88-95)

Ve Yahûdiler, Hıristiyanlar, “Biz Allah'ın oğullarıyız ve O'nun sevgilileriyiz” dediler. De ki: “ Madem öyle niçin günahlarınız sebebiyle O [Allah] size azap ediyor?” Bilakis, siz O'nun yaratıklarından birer beşersiniz. O dilediği kişiyi bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü de Allah'ındır. Dönüş de yalnızca O'nadır. (Mâide/18)

Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara, ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” O [Îsâ], “Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise Senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; gaybları bilen yalnız Sensin, Sen!” (Mâide/116)

Şüphesiz “Allah, Meryem oğlu Mesih'in kendisidir” diyen kimseler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesih, “Ey İsrâîloğulları! Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz Allah'a kulluk edin. Şüphesiz kim Allah'a ortak koşarsa kesinlikle Allah ona cenneti harâm eder, onun barınağı da ateştir. Ve zâlimler için yardımcılardan kimse yoktur.” “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyen kimseler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Oysa tek ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse, kesinlikle onlardan kâfir olan kimselere acı veren bir azap dokunacaktır. (Mâide/72-73)

O, gökleri ve yeri yoktan var edendir. O'nun sahibesi [eşi] olmadığı hâlde, nasıl olur da O'nun çocuğu olur? Ve O, her şeyi yaratmıştır. Ve O, her şeyi en iyi bilendir. (En‘âm/101)

De ki: “O, bir tek olan Allah'tır, samed olan Allah'tır, doğurmamış ve doğurulmamıştır. Ve hiçbir şey O'na; sadece O'na denk olmamıştır.” (İhlâs/1-4)

Cenâb-ı Hakk Kendisini, çocuk isnadından tenzih edip o Kendisine çocuk isnat eden akılsızları da kınamıştır. Çünkü akıllı insan bilir ki, çocuk, babası cinsinden olur ve bir annesi bulunur. Peki bir benzeri olmayan Allah'a çocuk isnadı nasıl düşünülebilir? Bu, ancak akılsızlıktan olabilir.

Pasajdan anlaşıldığına göre 118. âyetteki, bilmeyen kişiler ifadesiyle, “Yahûdiler, Hristiyanlar ve Mekke müşrikleri” kasdedilmiştir.

CÂHİLLERİN SÖZLERİ

Muhammed ibn İshâk der ki: Bana Muhammed ibn Ebû Muhammed, İkrime'den veya Sa‘îd ibn Cübeyr'den, o da İbn Abbâs'tan nakletti ki, o şöyle demiş: Râfî ibn Hureymle Rasûlullah'a (s.a) dedi ki: “Yâ Muhammed! Eğer söylediğin gibi sen bir peygambersen, Allah'a söyle de bizimle konuşsun, tâ ki O'nun sözünü işitelim.” Bunun üzerine Allah Teâlâ, Bilmeyenler dediler ki: “Bize bir âyet gelmeli değil miydi?” âyetini inzâl buyurdu.

Mücâhid, bunu söyleyenlerin, Hristiyan olduğunu belirtir ki, İbn Cerîr de bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü âyetin akışı onlar hakkındadır. Ancak, bu görüş üzerinde durulması gerekir.[92]

Câhillerin sözleri ve istekleri de birçok âyette bildirilmiştir:

Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin, yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan münezzehtir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!” (İsrâ/90-93)

Aksine onlar, “Bunlar karmakarışık düşlerdir; yok yok, onu kendisi uydurdu; yok yok, o bir şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir âyet [mucize] getirsin” dediler. (Enbiyâ/5)

Bize kavuşmayı ummayanlar da, “Bizim üzerimize melekler indirilmeliydi” ya da “Rabbimizi görmeli değil miydik?” dediler. Andolsun ki, onlar kendi içlerinde büyüklüklerine inandılar ve büyük bir azgınlık yapmak sûretiyle azgınlık ettiler [azgınlaştıkça azgınlaştılar]. (Furkân/21)

Kitap Ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de, “Allah'ı bize açıkça göster” demişlerdi. Sonra da hakksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde buzağı edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik. (Nisâ/153)

Ve onlar, “Ona Rabbinden âyetler [mucizeler] indirilmeli değil miydi?” dediler. De ki: “Âyetler [mucizeler] ancak Allah'ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım.” Kendilerine okunan Kitab'ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır. (Ankebût/50-51)

Allah, Rasûlü'ne, onların istedikleri doğrultuda mucize vermeyip, mucizelerin en büyüğü olan Kur’ân'ı vermiş; istedikleri mucizeyi vermeme sebebinin de, kâfir-müşrik olmalarına rağmen kendilerine olan merhameti olduğunu beyân etmiştir:

Ve Bizi, âyetleri [mucizeleri] göndermekten, ancak öncekilerin onları yalanlamış olmaları alıkoydu. Ve Semûd'a, açık, gözle görülebilir biçimde o dişi deveyi vermiştik de onun sebep olmasıyla zulmetmişlerdi. Ve Biz, o mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz. (İsrâ/59)

Şüphesiz, şu, aleyhlerinde Rabbinin Kelime'si hakk olmuş olan kimseler, kendilerine bütün mucizeler hep birden gelse, yine de o acıklı azabı görünceye kadar iman etmezler. (Yûnus/96-97)

Ve eğer Allah, onlarda hayır olduğunu bilseydi kesinlikle onlara işittirirdi. Ve eğer işittirseydi yine de onlar, geri duranların ta kendisi olarak sırt dönerlerdi. (Enfâl/23)
KALPLERİN BENZEŞMESİ
Âyetteki, kalplerin benzeşmesi tabiri ile, genel anlamda geçmişteki müşrikler ile Rasûlullah dönemindeki müşrik ve kâfirlerin fikrî yapısının benzeştiğine, birbirinden farklı olmadıklarına işaret edilmiştir. Zira Kur’ân'da Nûh, Hûd, Sâlih ve İbrâhîm kavminin, Firavun'un hakk din karşısında birbirlerinden farklı söylemlerinin olmadığı, hepsinin aynı telden çaldıkları görülüyor.

Özel anlamda da Mûsâ'nın karşısındaki İsrâîloğulları ile Rasûlullah'ın karşısındaki Yahûdilerin birbirinden farklı olmadıkları; kalplerinin, fikir ve inançlarının benzediği görülüyor:

Bize kavuşmayı ummayanlar da, “Bizim üzerimize melekler indirilmeliydi” ya da “Rabbimizi görmeli değil miydik?” dediler. Andolsun ki, onlar kendi içlerinde büyüklüklerine inandılar ve büyük bir azgınlık yapmak sûretiyle azgınlık ettiler [azgınlaştıkça azgınlaştılar]. (Furkân/21)

Kitap Ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişler di de, “Allah'ı bize açıkça göster” demişlerdi. Sonra da hakksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde buzağı edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik. (Nisâ/153)

119. âyette ise, Rasûlullah'ın hakk ile müjdeci ve uyarıcı olarak gönderildiği hatırlatılıp, cehennem ashâbından sorumlu olmadığı bildirilmiştir.

120. Ve sen onların milletlerine uymadıkça Yahûdiler ve Hristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar. De ki: “Şüphesiz Allah'ın kılavuzluğu, kılavuzluğun ta kendisidir.” Ve eğer ilimden sana ulaşan şeyden sonra bunların hevalarına [boş ve iğreti arzularına] uyarsan, senin için Allah katından herhangi bir velî olmaz, herhangi bir yardımcı da olmaz.”

Bu âyette, yukarıda bahsi geçen bilgisizce-bilinçsizce işi yokuşa sürmek ve zihinleri bulandırmak amacıyla sorular yönelten, olmadık isteklerde bulunan Yahûdi ve Hristiyanların ana amaçları ile ilgili, başta Rasûlullah olmak üzere tüm mü’minlere bilgi verilmektedir: “Mucize gösterilse de onlar inanmazlar. Onların razı olacağı tek şey, Rasûlullah'ın ve mü’minlerin Allah yolunu terkedip onların milletlerine [inanç sistemine; ikiyüzlülük, riyakârlık, çıkarcılığı ilâh edinme, dini çıkarlara alet etme gibi yollara] uymalarıdır. Aksi hâlde onlar Peygamber ve mü’minlerden asla razı olmazlar.”

Bu âyetten anlaşılıyor ki, 119. âyette zikri geçen bilmeyenler ile, “Yahûdiler ve Hristiyanlar” kasdedilmiştir. Bu âyetin iniş sebebi hakkında Kurtubî şu açıklamayı yapmıştır:

Yahûdiler ve Hristiyanlar Peygamber'le (s.a) antlaşma yapmayı istiyor ve İslâm'a girme vaadinde bulunuyorlardı. Allah Peygamber'e, onların dinlerine uymadığı sürece kendisinden razı olmayacaklarını bildirdi ve onlara karşı cihad etmesi emrini verdi.[93]

Onların hevalarının ve Rasûlullah'tan beklentilerinin neler olduğunu da Kur’ân'dan öğrenmekteyiz:

Ve andolsun ki sen, o kitap verilmiş olan kimselere, bütün âyetleri de getirsen, yine de senin kıblene tâbi olmazlar. Sen de onların kıblesine uyan biri değilsin. Zaten onlar da birbirlerinin kıblesine tâbi değiller. Yine andolsun ki, sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların hevalarına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, zâlimlerden olursun. (Bakara/145)

Arzu ettiler ki, sen onlara yağ çeksen/yaltaklanıversen onlar da sana yağ çekeceklerdi/yaltaklanacaklardı. (Kalem/9)

Az kalsın onlar seni, sana vahyettiğimizden uzaklaştırarak ondan başkasını Bize isnat edesin diye fitneye düşüreceklerdi [sana yanlış yaptırıp seni ateşte yakacaklardı]. İşte o takdirde seni halil [izdaş, yoldaş, dost] edinirlerdi. (İsrâ/73)

Ve âyetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar, “Bundan başka bir Kur’ân getir yahut bunu değiştir!” dediler. De ki: “Onu nefsimin [kendimin] öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım.” (Yûnus/15)
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. March 2010, 12:38 AM   #17
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

MİLLET, İBRÂHÎM MİLLETİ

ملّة[millet] sözcüğü, aslında “yol, sünnet” demektir. Sonradan “din” anlamında kullanılır olmuştur.[94] Ancak, sözcük tek başına değil de âyetlerde görüldüğü üzere izafetli olarak o'nun milleti [o'nun dini], İbrâhîm'in milleti [İbrâhîm'in dini] şeklinde kullanılır. Dolayısıyla konumuz olan âyetteki İbrâhîm milleti ifadesi, –Sâd/7, A‘râf/89 ve Yûsuf/37'deki gibi– “İbrâhîm'in dini” demektir. Bu ifadenin Kur’ân'da birçok kez kullanılması, Araplar içinde İbrâhîm peygambere uyduğunu söyleyen kişilerin bulunduğunu gösterir. Zaten o dönemde Arabistan'da yaşayıp Yahûdi veya Hristiyan olmayanlara, “İbrâhîm milletine mensup” kişiler denilmektedir.

Kur’ân'da, “tevhid” ve “sağlam din” mevzuunda İbrâhîm peygamberin adı pek çok kez zikredilmiştir:

Ve Allah uğrunda gerektiği gibi cihat edin. O, sizi O seçti ve dinde; babanız İbrâhîm'in milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha önce ve işte bunda [Kur’ân'da], Elçi'nin size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için, sizi “müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salâtı ikâme edin, zekâtı verin ve Allah'a sarılın. O, sizin mevlânızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır]. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır! (Hacc/78)

Ve İbrâhîm'in milletinden, kendini bilmezden başka kim yüz çevirir? Ve Biz o'nu dünyada seçkin birisi yaptık. Hiç şüphesiz o, âhirette de iyilerden biridir. (Bakara/130)

De ki: “Allah doğru söylemiştir. Öyle ise hanif olarak İbrâhîm'in dinine uyun. Ve o, müşriklerden değildi.” (Âl-i İmrân/95)

Ve din bakımından, iyilik-güzellik üreten biri olarak, yüzünü [kendisini] Allah'a teslim eden ve hanifçe, İbrâhîm'in dinine tâbi olan kimseden daha iyi-güzel kim olabilir? Ve Allah, İbrâhîm'i halil [izdaş] kabul etti. (Nisâ/125)

Yüce Allah'ın kitaplarında ve peygamberlerinin aracılığı ile kulları için koyduğu şeriatın adı olan millet ile şeriat arasında fark yoktur. Din ile millet ve şeriat arasında ise fark vardır. Çünkü millet ve şeriat, Allah'ın kullarını yerine getirmeye çağırdığı şeyin adıdır. Din ise, kulların Allah'ın emrine uygun olarak yaptıkları şeyir.

Âyetteki, De ki: “Şüphesiz Allah'ın kılavuzluğu, kılavuzluğun ta kendisidir” mesajı ile, mü’minin, Allah'ın çizdiği yol haritasından başka bir kılavuzu olamayacağı vurgulanmaktadır. Öyleyse mü’minler, kişisel ve sosyal hayatlarında, ulusal ilişkilerinde hep Allah'ın gösterdiği yol çerçevesinde hareket etmelidir. Bu konu, sûrenin başında da zikredilmiş, Âdem'e de aynı bilgilerin verildiği ifade edilmişti. Kur’ân'dan anlaşıldığına göre Âdeme indirilen ilk vahiyler de bu ilkelerdir:

Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı [kendine vahyedildi; zihnine yerleştirildi]; Biz dedik ki: “Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar.” Sonra da O [Allah], onun tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul edenin, çok merhametli olanın ta kendisidir. (Bakara/37-39)

Burada hitap Rasûl'e yönelik olmakla birlikte, kasıt o'nun ümmetidir.

Âyetteki, Ve eğer ilimden sana ulaşan şeyden sonra bunların hevalarına [boş ve iğreti arzularına] uyarsan, senin için Allah katından herhangi bir velî olmaz, herhangi bir yardımcı da olmaz ifadeleri de başta Rasûlullah olmak üzere tüm mü’minlere uyarıdır. Bu uyarının bir benzeri de Ra‘d sûresi'nde bulunmaktadır:

Ve Biz böylece onu [Kur’ân'ı] Arapça bir hüküm [mükemmel bir yasa] olarak indirdik. Ve eğer sana gelen ilimden sonra onların hevalarına uyarsan, Allah'tan sana bir yakın kimse ve bir koruyucu yoktur. (Ra‘d/37)

121. Kendilerine kitabı verdiğimiz kimseler onu, tilâvetinin hakkını vererek okurlar/izlerler. İşte onlar, ona iman ederler. Her kim de onu inkâr ederse, işte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir.

Bu âyette, Ehl-i Kitaptan, Kur’ân'ı samimiyetle tilâvet ve kabul eden bir grubun varlığı ve bunların durumu beyân edilmektedir.

TİLÂVET

Tilâvet, “Kur’ân'ın âyetlerine saygı duymak, onların lâfız ve manalarına uymak”tır.

Akıllarını başlarına almaları için Kur’ân'da birçok kez Ehl-i Kitaba özel mesajlar verilmiştir:

Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrât'ı, İncîl'i, ve kendilerine Rabb'lerinden indirileni [Kur’ân'ı] ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından yiyeceklerdi [besleneceklerdi]. Onlardan bir kısmı orta yol tutan [bazısına inanıp bazısına inanmayarak orta yol tutan] bir ümmettir. Ve onlardan çoğunun yapmakta oldukları ne kötüdür! “Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun verdiği elçilik görevini iletmemiş [yerine getirmemiş] olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Allah kesinlikle, küfre batmış topluluğa doğru yolu göstermez.” De ki: “Ey Kitap Ehli! Tevrât'ı, İncîl'i ve Rabbinizden size indirileni ikâme etmedikçe hiçbir şey üzerinde değilsiniz.” Şüphesiz ki, Rabbinden sana indirilenler, onların çoğunda azgınlık artırır. Öyleyse kâfirler kavmi için üzülme! (Mâide/66-68)

Kendilerine gönderilen mesaja kulak veren, gerçeğe inanlar da övülmüştür:

De ki: Siz ona [Kur’ân'a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine ilim verilenler; o [Kur’ân] onlara okunduğunda onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve, “Rabbimiz tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir” derler. Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’ân] onların huşûunu [saygılarını, alçak gönüllüğünü] artırır. (İsrâ/107-109)

Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yeteneği olan kişiler; Allah'ın ahdini yerine getirirler. Ve antlaşmayı bozmayan, Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştiren,. Rabb'lerine haşyet duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler, Rabb'lerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş, salâtı ikâme etmiş ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak etmiş ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar oraya [adn cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!” (Ra‘d/19-24)

Ve onlara o [söz; vahiy, Kur’ân] okunduğu zaman onlar, “Biz ona [söz'e] inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz ondan önce teslim olanlardık [müslümanlardık]” dediler. İşte onlar; sabretmelerinden ötürü onların mükâfatları iki kere verilecektir. Ve onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak ederler. Ve onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve “Bizim işlerimiz yalnızca bizim için, sizin işleriniz de yalnızca sizin içindir. Size selâm olsun! Biz câhilleri aramıyoruz” derler. (Kasas/53-55)

Ve şüphesiz ki Kitap Ehlinden, Allah'a inananlar, size indirilene ve kendilerine indirilene Allah'a huşû [saygı] duyanlar olarak inananlar vardır. Onlar Allah'ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar, ücretleri Rabb'leri katında olanlardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. (Âl-i İmrân/199)

Sen kesinlikle iman eden kişilere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak Yahûdileri ve ortak koşan kimseleri bulursun. Ve kesinlikle iman eden kimselere sevgi bakımından en yakın olarak da, kendi içlerinde keşişler ve rahibler olduğundan ve onlar büyüklük taslamadıklarından, “Biz Hristiyanlarız” diyen kimseleri bulursun. Ve onlar Elçi'ye indirileni [Kur’ânı] dinledikleri zaman, onun hakk olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar, “Rabbimiz! Biz iman ettik, bizi şâhitler ile birlikte yaz!” derler. (Mâide/82-83)

De ki: “Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Eğer o [Kur’ân], Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz, bununla birlikte İsrâîloğulları'ndan bir şâhit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa, siz de büyüklük tasladıysanız… Şüphesiz ki, Allah zâlimler topluluğuna kılavuzluk etmez.” (Ahkâf/10)

Ve O, size Kitab'ı [Kur’ân'ı] ayrıntılı/hakk-bâtıl ayrılmış olarak indirdiği hâlde, Allah'tan başka bir hakem mi arayayım? Ve kendilerine kitap verdiğimiz şu kişiler, onun [Kur’ân'ın] şüphesiz Rabbinden hakk ile indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde sen [onların bu Kitabın Allah tarafından indirildiğini bildikleri hususunda] sakın şüphecilerden olma. (En‘âm/114)

122. Ey İsrâîloğulları! Sizlere ihsan ettiğim nimetimi ve şüphesiz sizi âlemlere fazlalıklı kıldığımı hatırlayın!

123. Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden adl [fidye] kabul edilmeyeceği, şefaatin hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve onların yardım olunmadığı güne takvâlı davranın.

Bu âyette yeni bir hitapla uyarılan, yanlış peşinde koşan İsrâîloğulları'na, Ey İsrâîloğulları! Sizlere ihsan ettiğim nimetimi ve şüphesiz sizi âlemlere fazlalıklı kıldığımı hatırlayın! Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden adl [fidye] kabul edilmeyeceği, şefaatin hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve onların yardım olunmadığı güne takvâlı davranın denilmiş ve kendilerine verilen nimetlere nankörlük etmeleri sebebiyle İsrâîloğulları kınanmıştır.

Benzeri bir âyet daha evvel de geçmişti:

Ey İsrâîloğulları! Size verdiğim nimeti ve şüphesiz Benim sizi âlemlere fazlalıklı kıldığımı hatırlayın. Ve hiçbir kimsenin başka bir kimseye herhangi bir şey için karşılık ödemediği, hiçbir kimseden şefaatin kabul edilmediği, kimseden fidyenin alınmadığı ve onların [hiçbir kimsenin] yardım olunmadığı güne takvâlı davranın. (Bakara/47-48)

İsrâîloğulları'na tekrar tekrar hatırlatılan nimet ne olduğu hakkında Kur’ân'daki âyetlerden şöyle bir özet yapılabilir: Allah İbrâhîm peygamberi önder kılmış, sonra bu önderlik İshâk-Ya‘kûb ve oğullarına geçmiş; onlar da bu önderlik sıfatına layık davranmışlardı. Ama sonradan gelenler, bu nimete layık olmadıklarını göstermiş, elçilerin ve toplumların başlarına bela olmuşlardır. İşte Allah'ın İsrâîloğulları'na lutfettiği nimetlerin en büyüğü budur. Nitekim 124. âyette buna değinilecektir. Bunun dışında da yüzlerce nimet söz konusudur, ki bunların çoğu sûrenin başından bu yana zikredilmiştir.

124. Ve hani Rabbi İbrâhîm'i, birtakım kelimeler ile belâlandırmış [sınamış], o da onları tam olarak yerine getirmişti. O [Rabbi], “Ben seni insanlara imam [önder] yapacağım” demişti. O [İbrâhîm], “Zürriyetimden de (önderler yap)!” dedi. O [Rabbi], “Benim ahdim zâlimlere ulaşmaz!” dedi.

122. âyette İsrâîloğulları'na, kendilerine verilen özel nimeti hatırlamaları ihtar edilmişti. Bu âyette ise, İsrâîloğulları'nın hatırlamaları gereken nimetlerin ilkini bizzat Allah hatırlatarak, verdiği görevleri hakkıyla yerine getiren İbrâhîm'i önder kıldığını bildirmektedir. Âyetin devamı ise, Yahûdilere bir uyarı niteliğindedir. Çünkü, Allah'ın kendisine lütfettiği nimetin tüm soyunu kapsamasını isteyen İbrâhîm'e, Benim ahdim zâlimlere ulaşmaz! cevabı verildiği bildirilmek sûretiyle, İbrâhîm soyundan olmaları sebebiyle üstünlük iddia eden Yahûdilere önemli bir ders verilmektedir. O günkü İsrâîloğulları'nın bir üstünlüklerinin bulunmadığına yönelik bu ders, başka bir âyette ima yoluyla şöyle hatırlatılmaktadır:

Onlar, gelip geçen bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerinedir, sizin kazandıklarınız da kendinizedir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu olmazsınız. (Bakara/134)

Kur’ân'dan anlaşıldığına göre İbrâhîm peygamber, Nûh peygamberden sonra, İslâm'ın evrensel mesajını yaymakla görevlendirilen ilk peygamber olup, bu görevi yerine getirmek için üstün gayretler göstermiştir. Çocuklarından ve torunlarından Allah'ın ahdine uyanların elçi, önder yapıldığı İbrâhîm peygamber, bu görevi hakkıyla yapabilmek ve sürdürebilmek için oğullarından İshâk'ı Sûriye ve Filistin'e; İsmâîl'i Arabistan'a göndermiş, kendisi de Sûriye, Filistin, Mısır ve Arabistan'a gitmiştir. Kitab-ı Mukaddes, İbrâhîm'in, başka eşinden olan çocuklarını da doğuya gönderdiğinden bahsetmektedir:

İbrâhîm bir kadınla daha evlendi. Kadının adı Ketura'ydı. Ondan Zimran, Yokşan, Medan, Midyan, İşbak, Şuah adlı çocukları oldu. Yokşan'dan da Şeva, Dedan oldu. Dedan soyundan Aşurlular, Letuşlular, Leumlular doğdu. Midyan'ın Efa, Efer, Hanok, Avida, Eldaa adlı oğulları oldu. Bunların hepsi Ketura'nın soyundandı. İbrâhîm, sahip olduğu her şeyi İshâk'a bıraktı. Câriyelerinin oğullarına da armağanlar verdi. Kendisi sağken bu çocukları oğlu İshâk'tan uzaklaştırıp doğuya gönderdi.[95]

İBRÂHÎM'İN SORUMLU TUTULDUĞU KELİMELER

Âyetteki, Ve hani Rabbi İbrâhîm'i, birtakım kelimeler ile belâlandırmış [sınamış], o da onları tam olarak yerine getirmişti ifadesinden, İbrâhîm peygamberin belâlandırıldığı anlaşılmaktadır.

Belâ kelimesinin sözlük anlamı, “yıpratmak, bitkin düşürmek”tir. Sınanmak veya denenmek de insanı yıpratan bir süreç olduğu için, bu sözcük zamanla “belâ” sözcüğü yerine kullanılır olmuştur.

Yüce Allah fert ve toplumları bazan sıkıntılara, zorluk ve darlıklara maruz bırakabilir, ki bunlar, bir bakıma insana verilen belâ hükmündedir. Bu sınamanın/denemenin nedeni, insanların akıllarını başlarına almalarını, yanlış yolda olanların istikâmetlerini düzeltmelerini, isyan içerisinde olanların Allah'a itaate dönmelerini sağlamaktır. Dinin emir ve yasakları da bir anlamda belâdır. Çünkü bazı emirler insan bedenine zorluk verir, bazı yasaklar ise nefisleri disiplin altına alır. Böyle durumlarda insanların iyisi ile kötüsü, şükredeni ile nankörü belli olur. Belâ sözcüğü ile ilgili olarak şu âyetler incelenebilir: Bakara 49, 155-156, 249; Sâffât/106; Duhân/33; Mâide/48, 94; En‘âm/165; Âl-i İmrân/152, 154, 186; A‘râf/141, 163, 168; Enfâl/17; Yûnus/30; Hûd/7; Mülk/2; Muhammed/4, 31; Enbiyâ/35; Kehf/7; Neml/40; Fecr/15-16; Nahl/92; İnsan/2; Ahzâb 11; İbrâhîm 6.

Bu “belâlandırma”, Kur’ân'da bazı yerlerde “fitnelendirme” olarak yer almaktadır. Bu konu ile ilgili detay için, Sâd sûresi'nin sonundaki “Fitne” başlıklı yazımıza bakılabilir.[96]

Özetle ifade edilecek olursa, belâlandırma ya da fitnelendirme, “zorlu-sıkıntılı bir eğitim ve öğretimden geçirerek olgunlaştırıp arındırmak” demektir.

Demek oluyor ki İbrâhîm peygamber de, önder olabilmek için zorlu bir eğitim ve öğretimden geçtikten sonra önder kılınmıştır. Ayrıca, bu âyetten, gerekli donanıma sahip olmayan kimselere kamu görevi verilmemesi gerektiği mesajı da çıkarılabilir.

Birçok kaynakta, İbrâhîm peygamberin belâlandırıldığı bu kelimelerin; sünnet olmak, etek tıraşı olmak, tırnak kesmek, bıyıkları ve saçları kısaltmak, koltuk altı ve kasık kıllarını yolmak, saçları ortadan ayırmak, misvak kullanmak ve tuvalet sonrası su ile temizlenmek gibi şeyler olduğu yolunda iddialar ileri sürülmüş, bunlar da Rasûlullah'a fatura edilmiştir.

Kur’ân'dan anlaşıldığına göre bu kelimeler, “İbrâhîm'in yerine getirmekle yükümlü tutulduğu görevler”dir. Nitekim o, yeri gelmiş tevhid uğruna sıkıntılara maruz kalmış, çoluk-çocuğunu mağdur etmiş, yeri gelmiş tüm servetinden olmuş, ama daima Allah için hizmete koşmaya devam etmiş, görevinde kusur etmemiştir. Bu sebeple de Allah İbrâhîm'i övmüştür:

Ya da haberlenmedi mi Mûsâ'nın sayfalarındakiler ile ve de o çok vefalı İbrâhîm'in sayfalarındakiler ile? (Necm/36-37)

Şüphesiz İbrâhîm içtenlikle Allah'a boyun eğen, hanif [dönmüş], O'nun [Allah'ın] nimetlerine şükreden başlı başına bir ümmet idi. Ve o, müşriklerden olmadı. Ve O [Allah], o'nu seçti ve dosdoğru yola kılavuzladı. Ve Biz o'na [İbrâhîm'e] dünyada iyilik-güzellik verdik. Ve şüphesiz o, âhirette de kesinlikle sâlihlerdendir. Sonra sana, “Hanif olan ve müşriklerden olmayan İbrâhîm'in milletine tâbi ol” diye vahyettik. (Nahl/120-123)

De ki: “Şüphesiz Rabbim, beni doğru yola kılavuzladı; dimdik ayakta duran bir dine, hanif İbrâhîm'in milletine. O [İbrâhîm], ortak koşanlardan olmamıştı.” (En‘âm/161)

İbrâhîm Yahûdi ve Hristiyan değildi. O müslüman bir hanifti. O, müşriklerden de değildi. Şüphesiz, insanların İbrâhîm'e en yakın olanları, elbette o'na uyanlar, bu Peygamber, ve şu iman eden kimselerdir. Allah mü’minlerin velîsidir [yakın olanı, yardım edeni, yol göstereni, koruyanıdır]. (Âl-i İmrân/67-68)

Hiç kuşkusuz İbrâhîm de o'nun [Nûh'un] grubundandı. Hani o Rabbine selim bir kalple gelmişti. Çünkü o [İbrâhîm], yıldızlara öyle bir bakış baktı ki! Sonra da ‘Şüphesiz ben hastayım [sancılıyım, fikir sancısı çekiyorum]’ dedi. Hani o, babasına ve toplumuna, “Siz neye kulluk ediyorsunuz? Allah'ın astlarından birtakım uydurma ilâhları mı istiyorsunuz? Peki, âlemlerin Rabbi hakkında kanaatiniz nedir?” demişti. Bunun üzerine onlar [babası ve kavmi], o'ndan [İbrâhîm'den] arkalarını dönerek geri durdular [o'nunla ilişkiyi kestiler]. Sonra da o, onların ilâhlarına sokulup, “Yemez misiniz/nasiplenmez misiniz? Neyiniz var ki, konuşmuyorsunuz?” dedi. Hemen sağ eliyle/yemini nedeniyle bir vuruşla sokuldu. Bir süre sonra, onlar [İbrâhîm'in halkı] koşarak İbrâhîm'le yüzyüze geldiler. O [İbrâhîm], ‘Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysaki sizi ve yaptığınız şeyleri Allah yaratmıştır’ dedi. Onlar, “Şunun için bir duvar yapın da bunu cahîmin [çılgınca yanan ateşin] içine atın!” dediler. Onlar, o'na [İbrâhîm'e] tuzak kurmak istediler de Biz onları aşağılıklar kılıverdik. Ve o [İbrâhîm], ‘Kuşkunuz ben Rabbime gideceğim, O, bana yol gösterecek: Rabbim! Bana sâlihlerden birini lütfet!’ demişti. Bunun üzerine Biz, İbrâhîm'e yumuşak huylu bir delikanlıyı müjdeledik. Sonra ne zaman ki o [müjdelenen çocuk] o'nunla birlikte koşacak duruma/o'nunla birlikte iş tutacak çağa geldi, o zaman o [İbrâhîm], “Oğulcuğum! Şüphesiz ben, uykumda; şüphesiz kendimi seni boğazlıyor [helak; perişan, mağdur ediyor] görüyorum. Bak bakalım sen ne görürsün [sen ne düşünürsün]?” dedi. O [oğlu], “Babacığım! Sen emrolunacağın şeyleri yap! İnşaallah beni (sen yokken başıma gelecek tüm sıkıntılara, mağduriyetlere) sabredenlerden bulacaksın” dedi. Sonra ne zaman ki ikisi de islâmlaştılar ve O [İbrâhîm], o'nu alnı üzere yatırdı [yüzüstü bıraktı, mağdur etti] ve Biz o'na, “Ey İbrâhîm! Sen o rüyayı kesinlikle onayladın” diye seslendik. –Şüphesiz Biz, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] işte o'nun gibi karşılıklandırırız/ödüllendiririz.– Şüphesiz bu [oğulu yüzüstü bırakma işi], kesinlikle apaçık bir belâdır. Ve Biz o'na [İbrâhîm'e], bu boğazlayacağı [helak; perişan, mağdur edeceği] çok büyük şey karşılığında/sebebiyle bedel [bahşiş] verdik. Ve sonradan gelenler içinde o'nun hakkında ... bıraktık. Selam olsun İbrâhîm'e! İşte Biz iyilik-güzellik üretenleri o'nun gibi ödüllendiririz. Şüphesiz o, Bizim inanan kullarımızdandır. Ve Biz o'na sâlihlerden bir peygamber olarak İshâk'ı müjdeledik. Ona [İbrâhîm'e] ve İshâk'a bereketler verdik. Her ikisinin neslinden de iyilik-güzellik üreten ile açıkça kendi nefsine zulmeden vardır. (Sâffât/83-113)

Ve andolsun ki, Biz daha önce İbrâhîm'e rüşdünü vermiştik. Ve Biz o'nu bilenler idik. Hani o [İbrâhîm], babasına ve kavmine, “Israrla kendisine tapınıp durduğunuz heykeller nedir?” demişti. Onlar, “Biz atalarımızı bunlara tapanlar olarak bulduk” dediler. O [İbrâhîm], “Andolsun ki sizler ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz” dedi. Onlar, “Sen bize hakkı mı getirdin, yoksa sen oyun oynayanlardan mısın?” dediler. O [İbrâhîm] dedi ki: “Bilakis, Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki, onları O yaratmıştır. Ben de buna şâhitlik edenlerdenim. Allah'a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra, ben putlarınıza kesinlikle bir tuzak kuracağım.” Sonra da o [İbrâhîm], ona müracaat etsinler diye kendilerine ait büyükleri dışında bunları parça parça etti. Onlar [kavmi], “Bizim tanrılarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, kesinlikle zâlimlerdendir” dediler. Onlar [bazıları], “Onları anıp duran bir genç duyduk. Onun için ‘İbrâhîm’ deniliyor” dediler. Onlar, “O hâlde o'na tanık olmaları için o'nu [İbrâhîm'i] insanların gözleri önüne getirin” dediler. Onlar, “Ey İbrâhîm! Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?” dediler. O [İbrâhîm], “Aksine, onu şu büyükleri yaptı. Konuşabiliyorlarsa haydiyin onlara sorun” dedi. Bunun üzerine kendi kafalarına [vicdanlarına] döndüler de, “Şüphesiz siz, zâlimlerin ta kendisisiniz” dediler. Sonra onlar yine kendi kafalarına döndüler, “Andolsun ki bunların konuşmayacağını bilirdin” dediler. O [İbrâhîm], “O hâlde, Allah'ın astlarından size hiçbir şeyce fayda vermeyen ve size zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Size de, Allah'ın astlarından taptıklarınıza da üff [yazıklar olsun]! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” dedi. Onlar [kavmi], “Eğer yapanlarsanız, şunu tahrik edin [yandırın] ve tanrılarınıza yardım edin” dediler. Biz, “Ey ateş! İbrâhîm'e karşı soğuk ve güvenli ol” dedik. Ve o'na bir düzen kurmak istediler de Biz kendilerini daha fazla hüsrana uğramışlar kıldık. (Enbiyâ/51-70)

İbrâhîm'i de (elçi gönderdik/kurtardık). Hani o, kavmine, “Allah'a ibâdet edin ve O'na takvâlı davranın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır Şüphesiz siz Allah'ın astlarından birtakım taştan, ağaçtan putlara tapıyorsunuz ve yalan uyduruyorsunuz. Haberiniz olsun ki o, sizin Allah'ın astlarından mabut diye taptıklarınız, sizin için bir rızık vermeye güç yetiremezler. Onun için rızkı Allah yanında arayın ve O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Yalnızca O'na döndürüleceksiniz” demişti. Sonra o'nun [İbrâhîm'in] toplumunun cevabı, yalnızca, “Onu öldürün veya tahriq edin [yandırın]” demeleri oldu. Sonra da Allah o'nu ateşten kurtardı. Şüphesiz bunda, iman edecek bir toplum için ibretler vardır. Ve o [İbrâhîm] dedi ki: “Siz, sırf aranızdaki dünya hayatında sevgi için Allah'ın astlarından birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyâmet günü, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz kiminizi lânetleyecektir. Varacağınız yer de cehennemdir. Ve sizin için yardımcılardan da yoktur.” Bunun üzerine o'na Lût inandı. Ve o [İbrâhîm] dedi ki: “Ben Rabbime hicret ediciyim. Şüphesiz O, azîz ve hakîm'in ta kendisidir. Ve Biz o'na İshâk'ı ve Ya‘kûb'u bağışladık. Ve soyu içinde peygamberlik ve Kitap kıldık. Ve Biz o'na dünyada ücretini verdik. Şüphesiz o, âhirette de sâlihlerdendir. (Ankebût/16-27)

Konumuz olan 124. âyetteki, Benim ahdim zâlimlere ulaşmaz ifadesiyle, kamu görevi üstlenecek olanlarda, “güç”ün yanında İbrâhîm'e ait niteliklerin de aranması gerektiği mesajı verilmektedir. Yani, “İbrâhîmî sıfat” taşımayanlar, kamu görevi üstlenmeye ehil sayılmamalı, onlara kamu görevi verilmemelidir.

125. Ve Biz bir zaman bu Beyt'i, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş yeri ve bir güven yeri kılmıştık. –Siz de İbrâhîm'in makamından bir musallâ [salât gerçekleştirilecek yer] edinin.– Ve Biz İbrâhîm ile İsmâîl'e, “Beytimi, dolaşanlar, ibâdete kapananlar ve secde edenler, rükû edenler için tertemiz tutunuz” diye ahit almıştık.

126. Ve bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Burasını güvenli bir belde kıl, halkını; onlardan Allah'a ve son güne inananları meyvalarla rızıklandır” demişti. O [Allah] dedi ki: “Küfreden kimseyi dahi çok az kazançlandırırım, sonra da onu ateşin azabına sürüklerim. Ve ne kötü varılacak yerdir!”

127-129. Ve hani İbrâhîm ve İsmâîl Beyt'ten temelleri yükseltirler: “Rabbimiz! Bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için islâmlaştıran kıl. Soyumuzdan da senin için islâmlaştıran bir ümmet kıl [getir]. Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tevbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen tevbeleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta kendisisin. Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki, onlara Senin âyetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Sen, azîz'in hakîm'in ta kendisisin.”

Bu âyet grubunda, İbrâhîm peygamberin Arabistan yöresindeki hayatından kesitler verilmiştir.

125. âyette ilk olarak Beyt'in [Ka‘be'nin] yapılışı hakkında bilgi verilmekte; Beyt'in İbrâhîm ve İsmâîl peygamberler yapıldığı ve onlara; onu tavaf edenler, orada kulluğa kapananlar, orada rükû ve secde edenler için Beyt'in tertemiz tutulması görevinin verildiği bildirilmektedir.

125. âyette, Ka‘be'nin işlevi konu edilmekte, “Beyt'in insanlar için bir mesabe [sevap kazanma yeri/sık gidilip gelinen yer] ve güven yeri” kılındığı beyân edilmektedir.

Bu işlev, bir başka âyette daha bildirilmiştir:

Şüphesiz, insanlar için mübarek ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Bekke'dekidir [Mekke'dekidir]. Onda apaçık deliller; İbrâhîm'in makamı vardır. Oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt'i haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir. (Âl-i İmrân/96-97)

İbrâhîm peygamberin Ka‘be ile ilgili görevini bildiren ve Ka‘be'nin işlevini açıklayan bir başka âyetten ise, hacc görevinin de ilk olarak İbrâhîm peygamber ile başladığı anlaşılmaktadır:

Ve hani Biz, bir zamanlar, “Sakın Bana hiçbir şeyi ortak koşma; dolaşanlar, orada kıyam edenler [zulme baş kaldıranlar], rükû edenler, secde edenler için evimi tertemiz et, kendilerine ait birtakım menfaatlere tanık olmaları ve Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerinde belli günlerde O'nun adını anmaları için insanlar arasında haccı duyur. Yürüyerek veya incelmiş [yorgun düşmüş] binekler üstünde her derin vâdiyi aşarak sana gelsinler! Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Eski Ev'de/Özgür Ev'de [Ka‘be'de] dolaşsınlar” diye, o Ev'in [Ka‘be'nin] yerini, İbrâhîm için hazırlamıştık. –(...) Siz de onlardan yiyin ve zorluk çeken fakiri doyurun.– (Hacc/26-29)

Binanın hazırlanmasından sonra İbrâhîm peygamber, –126-129. âyetlerde bildirildiği gibi– Allah'a şöyle yakarmıştır: Rabbim! Burasını güvenli bir belde kıl, halkını; onlardan Allah'a ve son güne inananları meyvelerle rızıklandır. Rabbimiz! Bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için islâmlaştıran kıl. Soyumuzdan da senin için islâmlaştıran bir ümmet kıl [getir]. Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tevbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen tevbeleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta kendisisin. Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki, onlara Senin âyetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Sen, azîz'in hakîm'in ta kendisisin.

İbrâhîm peygamberin bu niyazının bir benzeri de şu âyetlerde zikredilmiştir:

Ve hani bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı putlara tapmamızdan uzak tut! Rabbim! Şüphesiz onlar [putlar] insanlardan bir çoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana uyarsa, artık o, şüphesiz bendendir; kim bana karşı gelirse… artık Sen şüphesiz çok bağışlayan ve çok merhamet edensin. Rabbimiz! Şüphesiz ben çocuklarımdan bir bölümünü salâtı ikâme etmeleri için, Senin dokunulmazlaşmış Ev'inin yanında, ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim. Rabbimiz! Şükretmeleri için artık Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Ve onları bazı meyvelerden rızıklandır. Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim gizlediğimiz şeyleri ve açığa vurduğumuz şeyleri bilirsin. –Ve yerde ve gökte, hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.– İhtiyarlık hâlimde bana İsmâîl'i ve İshâk'ı lütfeden Allah'a hamd olsun. Şüphesiz ki Rabbim duamı çok iyi işitendir. Rabbim! Beni salâtı ikâme eden kıl! Soyumdan da. Rabbimiz! Duamı da kabul et! Rabbimiz! Hesabın kurulduğu günde benim için, anam-babam için ve mü’minler için mağfirette bulun!” demişti. (İbrâhîm/35-41)

KA‘BE'NİN TÂRİHİ

KUREYŞLİLERİN KA‘BE'Yİ İNŞASI

İbn İshâk der ki: Bana anlatıldığına göre Kureyşliler rüknün üzerinde Süryanice bir yazı gördüler. Mahiyetinin ne olduğu bilinmiyordu. Nihâyet onlara Yahûdilerden bir adam bu yazıyı okudu. Şunlar yazılıydı: “Ben Allah'ım. Bekke'nin [Mekke'nin] Rabbiyim, gökleri ve yeri yarattığım, güneş ve ayı şekillendirdiğim gün burayı da yarattım. Onun etrafında yedi tane hanif hükümdar var ettim. Buranın çevresini saran iki dağ [Ebû Kubeys ve el-Ahmer dağları] zail olmadıkça burası da zail olmaz. Buranın halkı için su ve süt bereketli kılınmıştır.”

ABDULLAH B. EZ-ZÜBEYR İLE HACCAC DÖNEMİ

Şamlılar [Emeviler], Abdullah b. ez-Zübeyr'e hücum edip onların sebep oldukları yangın dolayısıyla Ka‘be'nin yapısı hasara uğrayıp zayıflayınca İbn ez-Zübeyr Ka‘be'yi yıktı ve Hz. Âişe'nin ona verdiği habere uygun olarak yeniden inşa etti. Hicr tarafından oraya 5 ziralık kadar bir alan ekledi. Abdullah insanların rahatlıkla görebildiği bir temeli ortaya çıkartıncaya kadar kazısını sürdürdü ve bu temel üzerine binasını yaptı. Önceden Ka‘be'nin yüksekliği 18 zira idi. Ona Hicr'den bu miktar ilavede bulununca bu sefer boyuna da 10 zira daha ekledi. Birisinden girilip öbüründen çıkılacak şekilde Ka‘be'ye iki de kapı yaptırdı. Müslim'in Sahîh'inde bu şekilde belirtilmektedir. Bununla birlikte hadisin lafızları arasında farklılık vardır.

Rivâyet edildiğine göre Hârûn er-Reşîd, Mâlik b. Enes'e, Haccac tarafından yapılan şekliyle Ka‘be'yi yıkmak ve Peygamber'den (s.a) gelen hadise dayanarak İbn ez-Zübeyr'in yaptığı şekle iade etmek istediğinden sözetmiş. Mâlik de ona şöyle demiştir: “Allah adına sana and veriyorum ey mü’minlerin emiri, sen bu evi hükümdarların oyuncağı hâline getirme. Her isteyen gelip evi yıkıp bir daha yeniden yapmasın. O vakit insanların kalbinde bulunan bu eve karşı duydukları heybet yok olur.”[97]

KA‘BE'NİN ALLAH'IN EVİ OLMASI

Âyetlerde Allah, Ka‘be'yi “Evim” diye zâtına izafe ederek, bu Ev'in şerefine, değerine ve önemine işaret eder. Bizzat Allah'a izafe edilen şeyler üzerinde kimse hakk sahibi değildir. Orası Allah'ındır. Orada hükümdarlık, hükümranlık sökmez. Tüm mescidler de aynen Ka‘be gibi Allah'ındır. Özellikle Ka‘be'nin söz konusu edilmesi ise o sırada başka bir mescid olmadığından veya saygınlığı daha büyük olduğundan dolayıdır.

Ve şüphesiz ki mescidler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın. (Cinn/18)

Allah'ın, içersinde Kendi isminin yücelmesine ve zikredilmesine izin verdiği evlerde, sabah-akşam [sürekli] Kendisini tesbih eden öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş, Allah'ı anmaktan, salâtı ikâme etmekten ve zekât vermekten onları alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine lütfundan artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır. (Nûr/36-38)

Beytullâh'ın diğer bir ismi de, Mescid-i Harâm'dır [dokunulmaz mescid'dir].

Ve onları nerede yakalarsanız öldürün, çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Ve fitne, öldürmeden daha şiddetlidir. Mescid-i Harâm yanında onlar, orada sizinle savaşmadıkça da onlarla savaşmayın. Buna rağmen onlar, sizinle savaşırlarsa, hemen onları öldürün. Kâfirlerin cezası işte böyledir. (Bakara/191)

Fonksiyonlarını açıkladığımızda da görüleceği gibi Ka‘be, insanlık için açılmış ilk okuldur. Oranın ilk öğretmenleri olan İbrâhîm ve İsmâîl peygamberler orada insanlığa tevhidi, şirke karşı direnmeyi ve onurlu yaşamayı öğretmişlerdir. Âyetten anlaşıldığına göre bu okul, özerk olup burada kimsenin sultası yoktur. Öyleyse tüm öğretim kurumları da bu nitelikte olmalı ve yaşatılmalıdır.

Bu âyetlerde konu edilen temizlik; Ka‘be'nin süpürülmesi, tozunun alınması, yıkanması, bahçesinin bakımı demek olmayıp, Allah dışında tapılan her şeyin yok edilmesi, orada Allah'tan başkasının adının anılmaması demektir. Çünkü orada, başka birine ibâdet veya yardım için başka bir ismin anılması evi kirletir. Mescidin niteliği Tevbe sûresi'nde net olarak açıklanmıştır:

Ve şu, zarar vermek, kâfirlik etmek, müslümanların arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Elçisi'ne karşı savaş açmış olanlara gözcülük etmek için mescid yapan kimseler, “Biz en güzelden başka bir şey istemedik” diye yemin de ederler. Allah da tanıklık eder ki, şüphesiz bunlar, kesinlikle yalancılardır. Sen orada ebediyen dikilme [görev yapma]! İlk gününde takvâ üzerine kurulan mescid, elbette içinde dikilmene [görev yapmana] daha lâyıktır. Onun içinde arınmayı seven olgun kişiler vardır. Allah da arınıcıları sever. Peki, temelini Allah'tan takvâ ve hoşnutluk üzerine kurmuş olan kimse mi hayırlıdır, yoksa temelini yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehennemin ateşine yuvarlanan mı? Ve Allah, zâlimler toplumuna kılavuz olmaz. Onların kalpleri parça parça olmadıkça, o kurdukları temelleri, kalplerinde bir kuşku olarak kalacaktır, kaybolmayacaktır. (Tevbe/107-110)
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. March 2010, 12:38 AM   #18
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

MİLLET, İBRÂHÎM MİLLETİ

ملّة[millet] sözcüğü, aslında “yol, sünnet” demektir. Sonradan “din” anlamında kullanılır olmuştur.[94] Ancak, sözcük tek başına değil de âyetlerde görüldüğü üzere izafetli olarak o'nun milleti [o'nun dini], İbrâhîm'in milleti [İbrâhîm'in dini] şeklinde kullanılır. Dolayısıyla konumuz olan âyetteki İbrâhîm milleti ifadesi, –Sâd/7, A‘râf/89 ve Yûsuf/37'deki gibi– “İbrâhîm'in dini” demektir. Bu ifadenin Kur’ân'da birçok kez kullanılması, Araplar içinde İbrâhîm peygambere uyduğunu söyleyen kişilerin bulunduğunu gösterir. Zaten o dönemde Arabistan'da yaşayıp Yahûdi veya Hristiyan olmayanlara, “İbrâhîm milletine mensup” kişiler denilmektedir.

Kur’ân'da, “tevhid” ve “sağlam din” mevzuunda İbrâhîm peygamberin adı pek çok kez zikredilmiştir:

Ve Allah uğrunda gerektiği gibi cihat edin. O, sizi O seçti ve dinde; babanız İbrâhîm'in milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha önce ve işte bunda [Kur’ân'da], Elçi'nin size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için, sizi “müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salâtı ikâme edin, zekâtı verin ve Allah'a sarılın. O, sizin mevlânızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır]. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır! (Hacc/78)

Ve İbrâhîm'in milletinden, kendini bilmezden başka kim yüz çevirir? Ve Biz o'nu dünyada seçkin birisi yaptık. Hiç şüphesiz o, âhirette de iyilerden biridir. (Bakara/130)

De ki: “Allah doğru söylemiştir. Öyle ise hanif olarak İbrâhîm'in dinine uyun. Ve o, müşriklerden değildi.” (Âl-i İmrân/95)

Ve din bakımından, iyilik-güzellik üreten biri olarak, yüzünü [kendisini] Allah'a teslim eden ve hanifçe, İbrâhîm'in dinine tâbi olan kimseden daha iyi-güzel kim olabilir? Ve Allah, İbrâhîm'i halil [izdaş] kabul etti. (Nisâ/125)

Yüce Allah'ın kitaplarında ve peygamberlerinin aracılığı ile kulları için koyduğu şeriatın adı olan millet ile şeriat arasında fark yoktur. Din ile millet ve şeriat arasında ise fark vardır. Çünkü millet ve şeriat, Allah'ın kullarını yerine getirmeye çağırdığı şeyin adıdır. Din ise, kulların Allah'ın emrine uygun olarak yaptıkları şeyir.

Âyetteki, De ki: “Şüphesiz Allah'ın kılavuzluğu, kılavuzluğun ta kendisidir” mesajı ile, mü’minin, Allah'ın çizdiği yol haritasından başka bir kılavuzu olamayacağı vurgulanmaktadır. Öyleyse mü’minler, kişisel ve sosyal hayatlarında, ulusal ilişkilerinde hep Allah'ın gösterdiği yol çerçevesinde hareket etmelidir. Bu konu, sûrenin başında da zikredilmiş, Âdem'e de aynı bilgilerin verildiği ifade edilmişti. Kur’ân'dan anlaşıldığına göre Âdeme indirilen ilk vahiyler de bu ilkelerdir:

Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı [kendine vahyedildi; zihnine yerleştirildi]; Biz dedik ki: “Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar.” Sonra da O [Allah], onun tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul edenin, çok merhametli olanın ta kendisidir. (Bakara/37-39)

Burada hitap Rasûl'e yönelik olmakla birlikte, kasıt o'nun ümmetidir.

Âyetteki, Ve eğer ilimden sana ulaşan şeyden sonra bunların hevalarına [boş ve iğreti arzularına] uyarsan, senin için Allah katından herhangi bir velî olmaz, herhangi bir yardımcı da olmaz ifadeleri de başta Rasûlullah olmak üzere tüm mü’minlere uyarıdır. Bu uyarının bir benzeri de Ra‘d sûresi'nde bulunmaktadır:

Ve Biz böylece onu [Kur’ân'ı] Arapça bir hüküm [mükemmel bir yasa] olarak indirdik. Ve eğer sana gelen ilimden sonra onların hevalarına uyarsan, Allah'tan sana bir yakın kimse ve bir koruyucu yoktur. (Ra‘d/37)

121. Kendilerine kitabı verdiğimiz kimseler onu, tilâvetinin hakkını vererek okurlar/izlerler. İşte onlar, ona iman ederler. Her kim de onu inkâr ederse, işte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir.

Bu âyette, Ehl-i Kitaptan, Kur’ân'ı samimiyetle tilâvet ve kabul eden bir grubun varlığı ve bunların durumu beyân edilmektedir.

TİLÂVET

Tilâvet, “Kur’ân'ın âyetlerine saygı duymak, onların lâfız ve manalarına uymak”tır.

Akıllarını başlarına almaları için Kur’ân'da birçok kez Ehl-i Kitaba özel mesajlar verilmiştir:

Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrât'ı, İncîl'i, ve kendilerine Rabb'lerinden indirileni [Kur’ân'ı] ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından yiyeceklerdi [besleneceklerdi]. Onlardan bir kısmı orta yol tutan [bazısına inanıp bazısına inanmayarak orta yol tutan] bir ümmettir. Ve onlardan çoğunun yapmakta oldukları ne kötüdür! “Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun verdiği elçilik görevini iletmemiş [yerine getirmemiş] olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Allah kesinlikle, küfre batmış topluluğa doğru yolu göstermez.” De ki: “Ey Kitap Ehli! Tevrât'ı, İncîl'i ve Rabbinizden size indirileni ikâme etmedikçe hiçbir şey üzerinde değilsiniz.” Şüphesiz ki, Rabbinden sana indirilenler, onların çoğunda azgınlık artırır. Öyleyse kâfirler kavmi için üzülme! (Mâide/66-68)

Kendilerine gönderilen mesaja kulak veren, gerçeğe inanlar da övülmüştür:

De ki: Siz ona [Kur’ân'a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine ilim verilenler; o [Kur’ân] onlara okunduğunda onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve, “Rabbimiz tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir” derler. Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’ân] onların huşûunu [saygılarını, alçak gönüllüğünü] artırır. (İsrâ/107-109)

Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yeteneği olan kişiler; Allah'ın ahdini yerine getirirler. Ve antlaşmayı bozmayan, Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştiren,. Rabb'lerine haşyet duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler, Rabb'lerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş, salâtı ikâme etmiş ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak etmiş ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar oraya [adn cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!” (Ra‘d/19-24)

Ve onlara o [söz; vahiy, Kur’ân] okunduğu zaman onlar, “Biz ona [söz'e] inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz ondan önce teslim olanlardık [müslümanlardık]” dediler. İşte onlar; sabretmelerinden ötürü onların mükâfatları iki kere verilecektir. Ve onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak ederler. Ve onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve “Bizim işlerimiz yalnızca bizim için, sizin işleriniz de yalnızca sizin içindir. Size selâm olsun! Biz câhilleri aramıyoruz” derler. (Kasas/53-55)

Ve şüphesiz ki Kitap Ehlinden, Allah'a inananlar, size indirilene ve kendilerine indirilene Allah'a huşû [saygı] duyanlar olarak inananlar vardır. Onlar Allah'ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar, ücretleri Rabb'leri katında olanlardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. (Âl-i İmrân/199)

Sen kesinlikle iman eden kişilere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak Yahûdileri ve ortak koşan kimseleri bulursun. Ve kesinlikle iman eden kimselere sevgi bakımından en yakın olarak da, kendi içlerinde keşişler ve rahibler olduğundan ve onlar büyüklük taslamadıklarından, “Biz Hristiyanlarız” diyen kimseleri bulursun. Ve onlar Elçi'ye indirileni [Kur’ânı] dinledikleri zaman, onun hakk olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar, “Rabbimiz! Biz iman ettik, bizi şâhitler ile birlikte yaz!” derler. (Mâide/82-83)

De ki: “Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Eğer o [Kur’ân], Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz, bununla birlikte İsrâîloğulları'ndan bir şâhit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa, siz de büyüklük tasladıysanız… Şüphesiz ki, Allah zâlimler topluluğuna kılavuzluk etmez.” (Ahkâf/10)

Ve O, size Kitab'ı [Kur’ân'ı] ayrıntılı/hakk-bâtıl ayrılmış olarak indirdiği hâlde, Allah'tan başka bir hakem mi arayayım? Ve kendilerine kitap verdiğimiz şu kişiler, onun [Kur’ân'ın] şüphesiz Rabbinden hakk ile indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde sen [onların bu Kitabın Allah tarafından indirildiğini bildikleri hususunda] sakın şüphecilerden olma. (En‘âm/114)

122. Ey İsrâîloğulları! Sizlere ihsan ettiğim nimetimi ve şüphesiz sizi âlemlere fazlalıklı kıldığımı hatırlayın!

123. Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden adl [fidye] kabul edilmeyeceği, şefaatin hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve onların yardım olunmadığı güne takvâlı davranın.

Bu âyette yeni bir hitapla uyarılan, yanlış peşinde koşan İsrâîloğulları'na, Ey İsrâîloğulları! Sizlere ihsan ettiğim nimetimi ve şüphesiz sizi âlemlere fazlalıklı kıldığımı hatırlayın! Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden adl [fidye] kabul edilmeyeceği, şefaatin hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve onların yardım olunmadığı güne takvâlı davranın denilmiş ve kendilerine verilen nimetlere nankörlük etmeleri sebebiyle İsrâîloğulları kınanmıştır.

Benzeri bir âyet daha evvel de geçmişti:

Ey İsrâîloğulları! Size verdiğim nimeti ve şüphesiz Benim sizi âlemlere fazlalıklı kıldığımı hatırlayın. Ve hiçbir kimsenin başka bir kimseye herhangi bir şey için karşılık ödemediği, hiçbir kimseden şefaatin kabul edilmediği, kimseden fidyenin alınmadığı ve onların [hiçbir kimsenin] yardım olunmadığı güne takvâlı davranın. (Bakara/47-48)

İsrâîloğulları'na tekrar tekrar hatırlatılan nimet ne olduğu hakkında Kur’ân'daki âyetlerden şöyle bir özet yapılabilir: Allah İbrâhîm peygamberi önder kılmış, sonra bu önderlik İshâk-Ya‘kûb ve oğullarına geçmiş; onlar da bu önderlik sıfatına layık davranmışlardı. Ama sonradan gelenler, bu nimete layık olmadıklarını göstermiş, elçilerin ve toplumların başlarına bela olmuşlardır. İşte Allah'ın İsrâîloğulları'na lutfettiği nimetlerin en büyüğü budur. Nitekim 124. âyette buna değinilecektir. Bunun dışında da yüzlerce nimet söz konusudur, ki bunların çoğu sûrenin başından bu yana zikredilmiştir.

124. Ve hani Rabbi İbrâhîm'i, birtakım kelimeler ile belâlandırmış [sınamış], o da onları tam olarak yerine getirmişti. O [Rabbi], “Ben seni insanlara imam [önder] yapacağım” demişti. O [İbrâhîm], “Zürriyetimden de (önderler yap)!” dedi. O [Rabbi], “Benim ahdim zâlimlere ulaşmaz!” dedi.

122. âyette İsrâîloğulları'na, kendilerine verilen özel nimeti hatırlamaları ihtar edilmişti. Bu âyette ise, İsrâîloğulları'nın hatırlamaları gereken nimetlerin ilkini bizzat Allah hatırlatarak, verdiği görevleri hakkıyla yerine getiren İbrâhîm'i önder kıldığını bildirmektedir. Âyetin devamı ise, Yahûdilere bir uyarı niteliğindedir. Çünkü, Allah'ın kendisine lütfettiği nimetin tüm soyunu kapsamasını isteyen İbrâhîm'e, Benim ahdim zâlimlere ulaşmaz! cevabı verildiği bildirilmek sûretiyle, İbrâhîm soyundan olmaları sebebiyle üstünlük iddia eden Yahûdilere önemli bir ders verilmektedir. O günkü İsrâîloğulları'nın bir üstünlüklerinin bulunmadığına yönelik bu ders, başka bir âyette ima yoluyla şöyle hatırlatılmaktadır:

Onlar, gelip geçen bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerinedir, sizin kazandıklarınız da kendinizedir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu olmazsınız. (Bakara/134)

Kur’ân'dan anlaşıldığına göre İbrâhîm peygamber, Nûh peygamberden sonra, İslâm'ın evrensel mesajını yaymakla görevlendirilen ilk peygamber olup, bu görevi yerine getirmek için üstün gayretler göstermiştir. Çocuklarından ve torunlarından Allah'ın ahdine uyanların elçi, önder yapıldığı İbrâhîm peygamber, bu görevi hakkıyla yapabilmek ve sürdürebilmek için oğullarından İshâk'ı Sûriye ve Filistin'e; İsmâîl'i Arabistan'a göndermiş, kendisi de Sûriye, Filistin, Mısır ve Arabistan'a gitmiştir. Kitab-ı Mukaddes, İbrâhîm'in, başka eşinden olan çocuklarını da doğuya gönderdiğinden bahsetmektedir:

İbrâhîm bir kadınla daha evlendi. Kadının adı Ketura'ydı. Ondan Zimran, Yokşan, Medan, Midyan, İşbak, Şuah adlı çocukları oldu. Yokşan'dan da Şeva, Dedan oldu. Dedan soyundan Aşurlular, Letuşlular, Leumlular doğdu. Midyan'ın Efa, Efer, Hanok, Avida, Eldaa adlı oğulları oldu. Bunların hepsi Ketura'nın soyundandı. İbrâhîm, sahip olduğu her şeyi İshâk'a bıraktı. Câriyelerinin oğullarına da armağanlar verdi. Kendisi sağken bu çocukları oğlu İshâk'tan uzaklaştırıp doğuya gönderdi.[95]

İBRÂHÎM'İN SORUMLU TUTULDUĞU KELİMELER

Âyetteki, Ve hani Rabbi İbrâhîm'i, birtakım kelimeler ile belâlandırmış [sınamış], o da onları tam olarak yerine getirmişti ifadesinden, İbrâhîm peygamberin belâlandırıldığı anlaşılmaktadır.

Belâ kelimesinin sözlük anlamı, “yıpratmak, bitkin düşürmek”tir. Sınanmak veya denenmek de insanı yıpratan bir süreç olduğu için, bu sözcük zamanla “belâ” sözcüğü yerine kullanılır olmuştur.

Yüce Allah fert ve toplumları bazan sıkıntılara, zorluk ve darlıklara maruz bırakabilir, ki bunlar, bir bakıma insana verilen belâ hükmündedir. Bu sınamanın/denemenin nedeni, insanların akıllarını başlarına almalarını, yanlış yolda olanların istikâmetlerini düzeltmelerini, isyan içerisinde olanların Allah'a itaate dönmelerini sağlamaktır. Dinin emir ve yasakları da bir anlamda belâdır. Çünkü bazı emirler insan bedenine zorluk verir, bazı yasaklar ise nefisleri disiplin altına alır. Böyle durumlarda insanların iyisi ile kötüsü, şükredeni ile nankörü belli olur. Belâ sözcüğü ile ilgili olarak şu âyetler incelenebilir: Bakara 49, 155-156, 249; Sâffât/106; Duhân/33; Mâide/48, 94; En‘âm/165; Âl-i İmrân/152, 154, 186; A‘râf/141, 163, 168; Enfâl/17; Yûnus/30; Hûd/7; Mülk/2; Muhammed/4, 31; Enbiyâ/35; Kehf/7; Neml/40; Fecr/15-16; Nahl/92; İnsan/2; Ahzâb 11; İbrâhîm 6.

Bu “belâlandırma”, Kur’ân'da bazı yerlerde “fitnelendirme” olarak yer almaktadır. Bu konu ile ilgili detay için, Sâd sûresi'nin sonundaki “Fitne” başlıklı yazımıza bakılabilir.[96]

Özetle ifade edilecek olursa, belâlandırma ya da fitnelendirme, “zorlu-sıkıntılı bir eğitim ve öğretimden geçirerek olgunlaştırıp arındırmak” demektir.

Demek oluyor ki İbrâhîm peygamber de, önder olabilmek için zorlu bir eğitim ve öğretimden geçtikten sonra önder kılınmıştır. Ayrıca, bu âyetten, gerekli donanıma sahip olmayan kimselere kamu görevi verilmemesi gerektiği mesajı da çıkarılabilir.

Birçok kaynakta, İbrâhîm peygamberin belâlandırıldığı bu kelimelerin; sünnet olmak, etek tıraşı olmak, tırnak kesmek, bıyıkları ve saçları kısaltmak, koltuk altı ve kasık kıllarını yolmak, saçları ortadan ayırmak, misvak kullanmak ve tuvalet sonrası su ile temizlenmek gibi şeyler olduğu yolunda iddialar ileri sürülmüş, bunlar da Rasûlullah'a fatura edilmiştir.

Kur’ân'dan anlaşıldığına göre bu kelimeler, “İbrâhîm'in yerine getirmekle yükümlü tutulduğu görevler”dir. Nitekim o, yeri gelmiş tevhid uğruna sıkıntılara maruz kalmış, çoluk-çocuğunu mağdur etmiş, yeri gelmiş tüm servetinden olmuş, ama daima Allah için hizmete koşmaya devam etmiş, görevinde kusur etmemiştir. Bu sebeple de Allah İbrâhîm'i övmüştür:

Ya da haberlenmedi mi Mûsâ'nın sayfalarındakiler ile ve de o çok vefalı İbrâhîm'in sayfalarındakiler ile? (Necm/36-37)

Şüphesiz İbrâhîm içtenlikle Allah'a boyun eğen, hanif [dönmüş], O'nun [Allah'ın] nimetlerine şükreden başlı başına bir ümmet idi. Ve o, müşriklerden olmadı. Ve O [Allah], o'nu seçti ve dosdoğru yola kılavuzladı. Ve Biz o'na [İbrâhîm'e] dünyada iyilik-güzellik verdik. Ve şüphesiz o, âhirette de kesinlikle sâlihlerdendir. Sonra sana, “Hanif olan ve müşriklerden olmayan İbrâhîm'in milletine tâbi ol” diye vahyettik. (Nahl/120-123)

De ki: “Şüphesiz Rabbim, beni doğru yola kılavuzladı; dimdik ayakta duran bir dine, hanif İbrâhîm'in milletine. O [İbrâhîm], ortak koşanlardan olmamıştı.” (En‘âm/161)

İbrâhîm Yahûdi ve Hristiyan değildi. O müslüman bir hanifti. O, müşriklerden de değildi. Şüphesiz, insanların İbrâhîm'e en yakın olanları, elbette o'na uyanlar, bu Peygamber, ve şu iman eden kimselerdir. Allah mü’minlerin velîsidir [yakın olanı, yardım edeni, yol göstereni, koruyanıdır]. (Âl-i İmrân/67-68)

Hiç kuşkusuz İbrâhîm de o'nun [Nûh'un] grubundandı. Hani o Rabbine selim bir kalple gelmişti. Çünkü o [İbrâhîm], yıldızlara öyle bir bakış baktı ki! Sonra da ‘Şüphesiz ben hastayım [sancılıyım, fikir sancısı çekiyorum]’ dedi. Hani o, babasına ve toplumuna, “Siz neye kulluk ediyorsunuz? Allah'ın astlarından birtakım uydurma ilâhları mı istiyorsunuz? Peki, âlemlerin Rabbi hakkında kanaatiniz nedir?” demişti. Bunun üzerine onlar [babası ve kavmi], o'ndan [İbrâhîm'den] arkalarını dönerek geri durdular [o'nunla ilişkiyi kestiler]. Sonra da o, onların ilâhlarına sokulup, “Yemez misiniz/nasiplenmez misiniz? Neyiniz var ki, konuşmuyorsunuz?” dedi. Hemen sağ eliyle/yemini nedeniyle bir vuruşla sokuldu. Bir süre sonra, onlar [İbrâhîm'in halkı] koşarak İbrâhîm'le yüzyüze geldiler. O [İbrâhîm], ‘Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysaki sizi ve yaptığınız şeyleri Allah yaratmıştır’ dedi. Onlar, “Şunun için bir duvar yapın da bunu cahîmin [çılgınca yanan ateşin] içine atın!” dediler. Onlar, o'na [İbrâhîm'e] tuzak kurmak istediler de Biz onları aşağılıklar kılıverdik. Ve o [İbrâhîm], ‘Kuşkunuz ben Rabbime gideceğim, O, bana yol gösterecek: Rabbim! Bana sâlihlerden birini lütfet!’ demişti. Bunun üzerine Biz, İbrâhîm'e yumuşak huylu bir delikanlıyı müjdeledik. Sonra ne zaman ki o [müjdelenen çocuk] o'nunla birlikte koşacak duruma/o'nunla birlikte iş tutacak çağa geldi, o zaman o [İbrâhîm], “Oğulcuğum! Şüphesiz ben, uykumda; şüphesiz kendimi seni boğazlıyor [helak; perişan, mağdur ediyor] görüyorum. Bak bakalım sen ne görürsün [sen ne düşünürsün]?” dedi. O [oğlu], “Babacığım! Sen emrolunacağın şeyleri yap! İnşaallah beni (sen yokken başıma gelecek tüm sıkıntılara, mağduriyetlere) sabredenlerden bulacaksın” dedi. Sonra ne zaman ki ikisi de islâmlaştılar ve O [İbrâhîm], o'nu alnı üzere yatırdı [yüzüstü bıraktı, mağdur etti] ve Biz o'na, “Ey İbrâhîm! Sen o rüyayı kesinlikle onayladın” diye seslendik. –Şüphesiz Biz, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] işte o'nun gibi karşılıklandırırız/ödüllendiririz.– Şüphesiz bu [oğulu yüzüstü bırakma işi], kesinlikle apaçık bir belâdır. Ve Biz o'na [İbrâhîm'e], bu boğazlayacağı [helak; perişan, mağdur edeceği] çok büyük şey karşılığında/sebebiyle bedel [bahşiş] verdik. Ve sonradan gelenler içinde o'nun hakkında ... bıraktık. Selam olsun İbrâhîm'e! İşte Biz iyilik-güzellik üretenleri o'nun gibi ödüllendiririz. Şüphesiz o, Bizim inanan kullarımızdandır. Ve Biz o'na sâlihlerden bir peygamber olarak İshâk'ı müjdeledik. Ona [İbrâhîm'e] ve İshâk'a bereketler verdik. Her ikisinin neslinden de iyilik-güzellik üreten ile açıkça kendi nefsine zulmeden vardır. (Sâffât/83-113)

Ve andolsun ki, Biz daha önce İbrâhîm'e rüşdünü vermiştik. Ve Biz o'nu bilenler idik. Hani o [İbrâhîm], babasına ve kavmine, “Israrla kendisine tapınıp durduğunuz heykeller nedir?” demişti. Onlar, “Biz atalarımızı bunlara tapanlar olarak bulduk” dediler. O [İbrâhîm], “Andolsun ki sizler ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz” dedi. Onlar, “Sen bize hakkı mı getirdin, yoksa sen oyun oynayanlardan mısın?” dediler. O [İbrâhîm] dedi ki: “Bilakis, Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki, onları O yaratmıştır. Ben de buna şâhitlik edenlerdenim. Allah'a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra, ben putlarınıza kesinlikle bir tuzak kuracağım.” Sonra da o [İbrâhîm], ona müracaat etsinler diye kendilerine ait büyükleri dışında bunları parça parça etti. Onlar [kavmi], “Bizim tanrılarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, kesinlikle zâlimlerdendir” dediler. Onlar [bazıları], “Onları anıp duran bir genç duyduk. Onun için ‘İbrâhîm’ deniliyor” dediler. Onlar, “O hâlde o'na tanık olmaları için o'nu [İbrâhîm'i] insanların gözleri önüne getirin” dediler. Onlar, “Ey İbrâhîm! Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?” dediler. O [İbrâhîm], “Aksine, onu şu büyükleri yaptı. Konuşabiliyorlarsa haydiyin onlara sorun” dedi. Bunun üzerine kendi kafalarına [vicdanlarına] döndüler de, “Şüphesiz siz, zâlimlerin ta kendisisiniz” dediler. Sonra onlar yine kendi kafalarına döndüler, “Andolsun ki bunların konuşmayacağını bilirdin” dediler. O [İbrâhîm], “O hâlde, Allah'ın astlarından size hiçbir şeyce fayda vermeyen ve size zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Size de, Allah'ın astlarından taptıklarınıza da üff [yazıklar olsun]! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” dedi. Onlar [kavmi], “Eğer yapanlarsanız, şunu tahrik edin [yandırın] ve tanrılarınıza yardım edin” dediler. Biz, “Ey ateş! İbrâhîm'e karşı soğuk ve güvenli ol” dedik. Ve o'na bir düzen kurmak istediler de Biz kendilerini daha fazla hüsrana uğramışlar kıldık. (Enbiyâ/51-70)

İbrâhîm'i de (elçi gönderdik/kurtardık). Hani o, kavmine, “Allah'a ibâdet edin ve O'na takvâlı davranın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır Şüphesiz siz Allah'ın astlarından birtakım taştan, ağaçtan putlara tapıyorsunuz ve yalan uyduruyorsunuz. Haberiniz olsun ki o, sizin Allah'ın astlarından mabut diye taptıklarınız, sizin için bir rızık vermeye güç yetiremezler. Onun için rızkı Allah yanında arayın ve O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Yalnızca O'na döndürüleceksiniz” demişti. Sonra o'nun [İbrâhîm'in] toplumunun cevabı, yalnızca, “Onu öldürün veya tahriq edin [yandırın]” demeleri oldu. Sonra da Allah o'nu ateşten kurtardı. Şüphesiz bunda, iman edecek bir toplum için ibretler vardır. Ve o [İbrâhîm] dedi ki: “Siz, sırf aranızdaki dünya hayatında sevgi için Allah'ın astlarından birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyâmet günü, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz kiminizi lânetleyecektir. Varacağınız yer de cehennemdir. Ve sizin için yardımcılardan da yoktur.” Bunun üzerine o'na Lût inandı. Ve o [İbrâhîm] dedi ki: “Ben Rabbime hicret ediciyim. Şüphesiz O, azîz ve hakîm'in ta kendisidir. Ve Biz o'na İshâk'ı ve Ya‘kûb'u bağışladık. Ve soyu içinde peygamberlik ve Kitap kıldık. Ve Biz o'na dünyada ücretini verdik. Şüphesiz o, âhirette de sâlihlerdendir. (Ankebût/16-27)

Konumuz olan 124. âyetteki, Benim ahdim zâlimlere ulaşmaz ifadesiyle, kamu görevi üstlenecek olanlarda, “güç”ün yanında İbrâhîm'e ait niteliklerin de aranması gerektiği mesajı verilmektedir. Yani, “İbrâhîmî sıfat” taşımayanlar, kamu görevi üstlenmeye ehil sayılmamalı, onlara kamu görevi verilmemelidir.

125. Ve Biz bir zaman bu Beyt'i, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş yeri ve bir güven yeri kılmıştık. –Siz de İbrâhîm'in makamından bir musallâ [salât gerçekleştirilecek yer] edinin.– Ve Biz İbrâhîm ile İsmâîl'e, “Beytimi, dolaşanlar, ibâdete kapananlar ve secde edenler, rükû edenler için tertemiz tutunuz” diye ahit almıştık.

126. Ve bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Burasını güvenli bir belde kıl, halkını; onlardan Allah'a ve son güne inananları meyvalarla rızıklandır” demişti. O [Allah] dedi ki: “Küfreden kimseyi dahi çok az kazançlandırırım, sonra da onu ateşin azabına sürüklerim. Ve ne kötü varılacak yerdir!”

127-129. Ve hani İbrâhîm ve İsmâîl Beyt'ten temelleri yükseltirler: “Rabbimiz! Bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için islâmlaştıran kıl. Soyumuzdan da senin için islâmlaştıran bir ümmet kıl [getir]. Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tevbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen tevbeleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta kendisisin. Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki, onlara Senin âyetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Sen, azîz'in hakîm'in ta kendisisin.”

Bu âyet grubunda, İbrâhîm peygamberin Arabistan yöresindeki hayatından kesitler verilmiştir.

125. âyette ilk olarak Beyt'in [Ka‘be'nin] yapılışı hakkında bilgi verilmekte; Beyt'in İbrâhîm ve İsmâîl peygamberler yapıldığı ve onlara; onu tavaf edenler, orada kulluğa kapananlar, orada rükû ve secde edenler için Beyt'in tertemiz tutulması görevinin verildiği bildirilmektedir.

125. âyette, Ka‘be'nin işlevi konu edilmekte, “Beyt'in insanlar için bir mesabe [sevap kazanma yeri/sık gidilip gelinen yer] ve güven yeri” kılındığı beyân edilmektedir.

Bu işlev, bir başka âyette daha bildirilmiştir:

Şüphesiz, insanlar için mübarek ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Bekke'dekidir [Mekke'dekidir]. Onda apaçık deliller; İbrâhîm'in makamı vardır. Oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt'i haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir. (Âl-i İmrân/96-97)

İbrâhîm peygamberin Ka‘be ile ilgili görevini bildiren ve Ka‘be'nin işlevini açıklayan bir başka âyetten ise, hacc görevinin de ilk olarak İbrâhîm peygamber ile başladığı anlaşılmaktadır:

Ve hani Biz, bir zamanlar, “Sakın Bana hiçbir şeyi ortak koşma; dolaşanlar, orada kıyam edenler [zulme baş kaldıranlar], rükû edenler, secde edenler için evimi tertemiz et, kendilerine ait birtakım menfaatlere tanık olmaları ve Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerinde belli günlerde O'nun adını anmaları için insanlar arasında haccı duyur. Yürüyerek veya incelmiş [yorgun düşmüş] binekler üstünde her derin vâdiyi aşarak sana gelsinler! Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Eski Ev'de/Özgür Ev'de [Ka‘be'de] dolaşsınlar” diye, o Ev'in [Ka‘be'nin] yerini, İbrâhîm için hazırlamıştık. –(...) Siz de onlardan yiyin ve zorluk çeken fakiri doyurun.– (Hacc/26-29)

Binanın hazırlanmasından sonra İbrâhîm peygamber, –126-129. âyetlerde bildirildiği gibi– Allah'a şöyle yakarmıştır: Rabbim! Burasını güvenli bir belde kıl, halkını; onlardan Allah'a ve son güne inananları meyvelerle rızıklandır. Rabbimiz! Bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için islâmlaştıran kıl. Soyumuzdan da senin için islâmlaştıran bir ümmet kıl [getir]. Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tevbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen tevbeleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta kendisisin. Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki, onlara Senin âyetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Sen, azîz'in hakîm'in ta kendisisin.

İbrâhîm peygamberin bu niyazının bir benzeri de şu âyetlerde zikredilmiştir:

Ve hani bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı putlara tapmamızdan uzak tut! Rabbim! Şüphesiz onlar [putlar] insanlardan bir çoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana uyarsa, artık o, şüphesiz bendendir; kim bana karşı gelirse… artık Sen şüphesiz çok bağışlayan ve çok merhamet edensin. Rabbimiz! Şüphesiz ben çocuklarımdan bir bölümünü salâtı ikâme etmeleri için, Senin dokunulmazlaşmış Ev'inin yanında, ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim. Rabbimiz! Şükretmeleri için artık Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Ve onları bazı meyvelerden rızıklandır. Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim gizlediğimiz şeyleri ve açığa vurduğumuz şeyleri bilirsin. –Ve yerde ve gökte, hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.– İhtiyarlık hâlimde bana İsmâîl'i ve İshâk'ı lütfeden Allah'a hamd olsun. Şüphesiz ki Rabbim duamı çok iyi işitendir. Rabbim! Beni salâtı ikâme eden kıl! Soyumdan da. Rabbimiz! Duamı da kabul et! Rabbimiz! Hesabın kurulduğu günde benim için, anam-babam için ve mü’minler için mağfirette bulun!” demişti. (İbrâhîm/35-41)

KA‘BE'NİN TÂRİHİ

KUREYŞLİLERİN KA‘BE'Yİ İNŞASI

İbn İshâk der ki: Bana anlatıldığına göre Kureyşliler rüknün üzerinde Süryanice bir yazı gördüler. Mahiyetinin ne olduğu bilinmiyordu. Nihâyet onlara Yahûdilerden bir adam bu yazıyı okudu. Şunlar yazılıydı: “Ben Allah'ım. Bekke'nin [Mekke'nin] Rabbiyim, gökleri ve yeri yarattığım, güneş ve ayı şekillendirdiğim gün burayı da yarattım. Onun etrafında yedi tane hanif hükümdar var ettim. Buranın çevresini saran iki dağ [Ebû Kubeys ve el-Ahmer dağları] zail olmadıkça burası da zail olmaz. Buranın halkı için su ve süt bereketli kılınmıştır.”

ABDULLAH B. EZ-ZÜBEYR İLE HACCAC DÖNEMİ

Şamlılar [Emeviler], Abdullah b. ez-Zübeyr'e hücum edip onların sebep oldukları yangın dolayısıyla Ka‘be'nin yapısı hasara uğrayıp zayıflayınca İbn ez-Zübeyr Ka‘be'yi yıktı ve Hz. Âişe'nin ona verdiği habere uygun olarak yeniden inşa etti. Hicr tarafından oraya 5 ziralık kadar bir alan ekledi. Abdullah insanların rahatlıkla görebildiği bir temeli ortaya çıkartıncaya kadar kazısını sürdürdü ve bu temel üzerine binasını yaptı. Önceden Ka‘be'nin yüksekliği 18 zira idi. Ona Hicr'den bu miktar ilavede bulununca bu sefer boyuna da 10 zira daha ekledi. Birisinden girilip öbüründen çıkılacak şekilde Ka‘be'ye iki de kapı yaptırdı. Müslim'in Sahîh'inde bu şekilde belirtilmektedir. Bununla birlikte hadisin lafızları arasında farklılık vardır.

Rivâyet edildiğine göre Hârûn er-Reşîd, Mâlik b. Enes'e, Haccac tarafından yapılan şekliyle Ka‘be'yi yıkmak ve Peygamber'den (s.a) gelen hadise dayanarak İbn ez-Zübeyr'in yaptığı şekle iade etmek istediğinden sözetmiş. Mâlik de ona şöyle demiştir: “Allah adına sana and veriyorum ey mü’minlerin emiri, sen bu evi hükümdarların oyuncağı hâline getirme. Her isteyen gelip evi yıkıp bir daha yeniden yapmasın. O vakit insanların kalbinde bulunan bu eve karşı duydukları heybet yok olur.”[97]

KA‘BE'NİN ALLAH'IN EVİ OLMASI

Âyetlerde Allah, Ka‘be'yi “Evim” diye zâtına izafe ederek, bu Ev'in şerefine, değerine ve önemine işaret eder. Bizzat Allah'a izafe edilen şeyler üzerinde kimse hakk sahibi değildir. Orası Allah'ındır. Orada hükümdarlık, hükümranlık sökmez. Tüm mescidler de aynen Ka‘be gibi Allah'ındır. Özellikle Ka‘be'nin söz konusu edilmesi ise o sırada başka bir mescid olmadığından veya saygınlığı daha büyük olduğundan dolayıdır.

Ve şüphesiz ki mescidler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın. (Cinn/18)

Allah'ın, içersinde Kendi isminin yücelmesine ve zikredilmesine izin verdiği evlerde, sabah-akşam [sürekli] Kendisini tesbih eden öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş, Allah'ı anmaktan, salâtı ikâme etmekten ve zekât vermekten onları alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine lütfundan artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır. (Nûr/36-38)

Beytullâh'ın diğer bir ismi de, Mescid-i Harâm'dır [dokunulmaz mescid'dir].

Ve onları nerede yakalarsanız öldürün, çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Ve fitne, öldürmeden daha şiddetlidir. Mescid-i Harâm yanında onlar, orada sizinle savaşmadıkça da onlarla savaşmayın. Buna rağmen onlar, sizinle savaşırlarsa, hemen onları öldürün. Kâfirlerin cezası işte böyledir. (Bakara/191)

Fonksiyonlarını açıkladığımızda da görüleceği gibi Ka‘be, insanlık için açılmış ilk okuldur. Oranın ilk öğretmenleri olan İbrâhîm ve İsmâîl peygamberler orada insanlığa tevhidi, şirke karşı direnmeyi ve onurlu yaşamayı öğretmişlerdir. Âyetten anlaşıldığına göre bu okul, özerk olup burada kimsenin sultası yoktur. Öyleyse tüm öğretim kurumları da bu nitelikte olmalı ve yaşatılmalıdır.

Bu âyetlerde konu edilen temizlik; Ka‘be'nin süpürülmesi, tozunun alınması, yıkanması, bahçesinin bakımı demek olmayıp, Allah dışında tapılan her şeyin yok edilmesi, orada Allah'tan başkasının adının anılmaması demektir. Çünkü orada, başka birine ibâdet veya yardım için başka bir ismin anılması evi kirletir. Mescidin niteliği Tevbe sûresi'nde net olarak açıklanmıştır:

Ve şu, zarar vermek, kâfirlik etmek, müslümanların arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Elçisi'ne karşı savaş açmış olanlara gözcülük etmek için mescid yapan kimseler, “Biz en güzelden başka bir şey istemedik” diye yemin de ederler. Allah da tanıklık eder ki, şüphesiz bunlar, kesinlikle yalancılardır. Sen orada ebediyen dikilme [görev yapma]! İlk gününde takvâ üzerine kurulan mescid, elbette içinde dikilmene [görev yapmana] daha lâyıktır. Onun içinde arınmayı seven olgun kişiler vardır. Allah da arınıcıları sever. Peki, temelini Allah'tan takvâ ve hoşnutluk üzerine kurmuş olan kimse mi hayırlıdır, yoksa temelini yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehennemin ateşine yuvarlanan mı? Ve Allah, zâlimler toplumuna kılavuz olmaz. Onların kalpleri parça parça olmadıkça, o kurdukları temelleri, kalplerinde bir kuşku olarak kalacaktır, kaybolmayacaktır. (Tevbe/107-110)
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. March 2010, 12:39 AM   #19
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

BEYT'İN GÜVENLİK BÖLGESİ OLMASI

Ka‘be'nin güvenlik yeri olması ile ilgili olarak Kureyş sûresi'nde yapılan açıklamayı burada da sunuyoruz:

O ki, kendilerini açlıktan kurtararak beslemiştir ve her korkudan onları güvene kavuşturmuştur. (Kureyş/4)

Bu âyette, Ev'in Rabbinin, Kureyşlileri açlıktan kurtarıp doyurduğu ve korkudan emin kıldığı, dolayısıyla onların da sırf bu nimet sebebiyle bile olsa, yalnızca Allah'a kulluk etmeleri gerektiği bildirilmektedir. Kureyş'e verilen bu nimetlere, başka âyetlerde de dikkat çekilmiştir:

Yoksa kıyılarında, insanların zorla kapılıp götürülmesine rağmen, orayı [Mekke'yi], güvenli, harem [dokunulmaz] yaptığımızı da görmediler mi? Hâlâ bâtıla mı inanıyorlar ve Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar? (Ankebût/67)

Ve onlar, “Biz seninle beraber hidâyete uyarsak, yurdumuzdan atılırız” dediler. Biz onları, Kendi katımızdan bir rızık olarak, her şeyin semerelerinin toplanıp kendisine getirildiği, güvenli, harâm [dokunulmaz] bir yere [Mekke'ye] yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler. (Kasas/57)

Kureyşliler bu Ev'e sığınmadan önce dağınık durumdaydılar ve hiçbir saygınlıkları yoktu. Ne zaman ki Mekke'de bir araya gelip Ka‘be hizmetini üstlendiler, o zaman bütün Arabistan'da saygın bir duruma geldiler. O dönemde insanlar Arabistan'ın hiçbir yerinde kendi kabile sınırları dışına çıkamazlar, her an bir saldırıya uğrama tehlikesi altında yataklarında bile huzursuz ve tedirgin olarak uyurlardı. Çünkü saldırıların sonucu ya ölüm ya da kölelikti. Kervanlar da ancak yolları üzerindeki kabilelerin ileri gelenlerine rüşvet vererek sağ-salim ilerleyebilirlerdi.

İşte, câhiliye döneminde hiçbir kabilenin güvende olmadığı bir ortamda, Mekke'deki Kureyşliler bütün bu tehlikelerden tamamen emindiler. Çünkü Mekke'ye bir düşman saldırısı olması söz konusu değildi. Kureyşliler, “Ka‘be'nin hizmetçileri” sıfatıyla ülkenin her tarafında serbestçe dolaşırlar, büyük veya küçük kafilelerle gittikleri herhangi bir bölgede hiçbir tacizle karşılaşmazlardı. Hatta tek başına seyahat eden bir Kureyşlinin, “Ben Haremliyim” ya da “Ben Allah'ın haremindenim” demesi bile, saldırılardan kurtulması için ona yeterli bir güvence sağlardı.

Yukarıdaki tasvirden Kureyş'in sadece maddî nimetlerle nimetlendirildiği zannedilmemelidir. Sûrenin mesajından, onlara –hatta tüm insanlığa– maddî değerlerin yanında manevî değerlerin de sağlandığı anlaşılmaktadır. Çünkü Allah onları vahiyle cehâlet açlığından doyurmuş, hidâyetle de sapıklık ve küfürden, dolayısıyla da cehennemden uzak tutmuştur.

Sonuç olarak, onlara ve tüm insanlığa bahşedilen bütün bu nimetler, bu Ev'in Rabbi olan Allah sayesindedir.[98]

125. âyette, bir ara cümleyle mü’minlere de; Siz de İbrâhîm'in makamından bir musallâ [salât gerçekleştirilecek yer] edinin talimatı verilmekte; yani, “bir zamanlar olduğu gibi, şimdi siz de orada bir musallâ edinin” denilerek, orada tevhidin öğretileceği ve yaşatılacağı bir okulun açılması emredilmektedir, ki bu da, ayrıntıları ilerideki âyetlerde gelecek olan hacc görevidir.

MUSALLÂ

Âyette geçen مصلّى [musallâ] sözcüğü ص ل و[salv] kökünden صلّى [sallâ], يصلّى [yusallî] fillerinin mimli mastarı olup, “salât edilen yer, mekân” demektir. Salât sözcüğünün, “namaz” olarak algılanması sebebiyle bu sözcük de “namazgâh” [namaz kılınan yer] olarak anlaşılmıştır. Oysa salât, “zihnî-mâlî sosyal destek ve aktivitelerin uygulandığı yer” manasındadır. Sadece Bakara sûresi'nde geçen bu sözcüğün doğru manasına göre, İbrâhîm'in makamından bir musallâ edinin emrinden; İbrâhîm'in açtığı tevhid okulunun bulunduğu Mekke'de uluslararası bir musallâ [eğitim ve sosyal destek merkezi] oluşturulmasının istendiği anlaşılmalıdır. Musallâ'nın önemi ve işlevi aşağıdaki âyetlerde de yer almaktadır:

Ey iman etmiş kişiler! İçinizden birine ölüm hazır olduğu zaman, vasiyet sırasında aranızdaki şâhitlik, kendi içinizden adalet sahibi iki kişidir. Yahut yeryüzünde yolculuğa çıkmış iseniz, sonra da ölümün musibeti size gelip çatmışsa, sizden olmayan iki kişidir. Eğer şüpheye düşerseniz, salâttan sonra onları alıkoyarsınız. Sonra da onları, “Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah'ın şâhitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi hâlde günahkârlardan oluruz” diye Allah'a yemin ettirirsiniz. (Mâide/106)

Ve Biz, her ümmet için, Allah'ın kendilerine hayvanların behiminden rızık olarak verdikleri üzerine O'nun adını ansınlar diye bir mensek ibâdet yeri/ibâdet biçimi kıldık. İşte, sizin ilâhınız, bir tek ilâhtır. Onun için yalnız O'na teslim olun. Allah anıldığı vakit onların kalpleri titreyen, kendilerine isâbet edene sabreden, salâtı ikâme eden ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak eden o, Allah'a içtenlikle boyun eğenlere müjdele. (Hacc/34-35)

Târih kayıtlarında, Mekke döneminde serbest bir musallâ edinilemediği, muhasara döneminde ev, bahçe ve ağıl gibi değişik yerlerin musallâ/mescid olarak kullanıldığı, mü’minlerin toplantılarını, buluşmalarını, eğitim ve öğretimlerini buralarda yaptıkları, sosyal sorunlarını buralarda çözdükleri görülmektedir. Medîne'de ise, Mescid-i Nebevî'ye yaklaşık 650 m. uzaklıkta, onun batısındaki bugünkü “Mescid-i Ğamame”nin [Bulut Mescidi'nin] olduğu alan “musallâ” olarak tayin edilmiş ve salât [tüm sosyal destek faaliyetleri] burada icra edilmiştir.

Bakara/125 ve Hacc/26'da, Beytullâh'tan yararlanacakların; “dolaşanlar/tavaf edenler”, “ibâdete kapananlar”, “rükû edenler”, “secde edenler” ve “kıyam edenler” [zulme baş kaldıranlar] oldukları beyân edilmiştir.

TAVAF EDENLER/DOLAŞANLAR

“Bir yerde dolaşmak” demek olan tavaf ile, “orayı ziyarete gelen ve orada dolaşıp duran kimseler” kasdedilmiştir. Bu kimseler, orada cereyan eden aktiviteleri izleyerek gittikleri yerlerde Beytullâh'ın tanınmasına vesile olacaklardır. Kur’ân'da, “Ka‘beyi tavaf” diye bir ifade yer almaz. Bu konu klasik kaynaklarda da şu şekilde açıklanmıştır:

Tavaf edenler ifadesinin zâhirinden anlaşılan, “Beytullâh'ı tavaf eden kimseler”dir. Atâ'nın görüşü budur. Sa‘îd b. Cübeyr ise, “Mekke'ye gelen yabancılar için temizleyin anlamına gelir” demektedir ki uzak ihtimalli bir açıklamadır.[99]

ÂKİF, İTİKAF

Âkif sözcüğünün kökü olan a-k-f, “bir şey üzerine sürekli odaklanmak, kendini ona adamak ve ondan yüz çevirmemek” anlamına gelir.[100] Buradan anlaşılan odur ki sözcük, “gâyet bilinçli olarak bir konu ve nesneye odaklanmak, taparcasına bağlanmak” anlamına gelmektedir. Nitekim birçok yerde [A‘râf/138; Tâ-Hâ/91, 97; Enbiyâ/52; Şu‘arâ/71] sözcük, “tapma” boyutuyla, Bakara/125, Hacc/25 ve Fetih/25'te ise “ısrarla bir şeye yönelme” anlamında geçmektedir.

Yine, Bakara/187'deki, Ve siz mescidlerde âkif [programlı ibâdet hâlinde] iken ifadesinden hareketle de sözcüğün, “mescidlerde tevhidi öğrenme ve öğretme, dinî konularda ikna olma ve ikna etme amacıyla, planlı-programlı bir çalışmaya yönelme; bir nevi kampa girme” anlamına geldiğini söylemek mümkündür.

İtikaf, fıkıh kitaplarında, “belli bir zamanda, belli şartlara riâyet ederek özel bir yerde, özel bir itaate devam etmek” şeklinde tarif edilmiştir. Fakat bu ifadeler, insanın kendini bir yere hapsetmesi olarak değil, Beytullâh'ta Kur’ân'a odaklanarak Allah'ın mesajını anlamaya çalışması olarak anlaşılmalıdır.

RÜKÛ EDENLER

Bugün rükû dendiğinde, “namazda ayakta iken eğilmek [belin bükülmesi]” anlaşılmaktadır. Çünkü sözcük, asırlar önce zihinlere bu anlamla kazınmıştır. Hatta klâsik eserlerde, Kur’ân'da ilk kez Mürselât/48'de geçen rükû'dan maksadın, “namazın tamamı” olduğu, “cüz’iyet mecâz-ı mürseli” sanatı ile, namazın parçasının anılıp bütününün kasdedildiği ifade edilmiş ve 48. âyetin manası da bu doğrultuda, “Onlara namaz kılın denildiği zaman namaz kılmazlar. O gün yalanlayanların vay hâline!” şeklinde anlaşılmıştır. Bizce âyetin bu şekilde anlaşılması yanlıştır. Çünkü bu sûrenin indiği dönemde namaz hakkında herhangi bir emir söz konusu değildi. Zaten henüz inanmamış kimselere, “namaz kılın” demenin de bir mantığı yoktu. Böyle olmasına rağmen, bütün meal ve tefsirlerde sözcük bu anlamda kullanılmış ve rükû edin ifadesi, “namaz kılın” olarak anlaşılmıştır.

Bir sözcüğün doğru anlaşılabilmesi için, önce onun anlamlarının bilinmesi, sonra da onlardan doğru olanının takdir edilmesi gerekir. Arap dilinin en önemli başvuru kaynağı olan Lisânu'l-Arab'da rükû sözcüğü için şu anlamlar yer almaktadır:

1) الرّكوع [rükû], “hudû” [eğilmek, bükülmek, küçülmek, tam teslim olup itaat etmek, sözü yumuşatmak; kibar, tatlı söylemek] demektir.

2) Rükû, “inhina” [iki büklüm olmak] demektir. Yaşlılıktan beli bükülmüş ihtiyarlara, rakea'ş-şeyhu [ihtiyar iki büklüm oldu] denir.

3) Rükû, “zengin kimsenin sonradan fakirleşmesi” demektir (“beli kırılmak” deyimine eş bir anlam).

4) Rükû, “putlara tapmayıp Allah'a boyun eğmek” [haniflik etmek] demektir. Câhiliye Arapları, aralarında puta tapmayıp yalnızca Allah'a tapanlara, raki [rükû eden] ve rakea ilellâh [Allah'a rükû etti] derlerdi.[101]

Bizce 4. maddedeki mana, rükû sözcüğünün –ki Kur’ân'da ilk geçtiği yer Müddessir/48'dir– doğru şekilde anlaşılmasını sağlayan anlamdır. Buna göre, Ka‘be'de rükû edenler, “orada tevhidi öğreten öğretmenler”dir.

SECDE

“Teslim olma, boyun eğme” anlamında kullanılan secde sözcüğü, “devenin sahibini üstüne çıkarması için boynunu kösmesi [eğmesi]” ve “meyve yüklü hurma dallarının, sahibinin rahat uzanıp toplamasına elverişli olarak eğilmesi” anlamında vaz‘ edilmiştir. Daha sonra sözcük, “kralların bastırdıkları paradaki kabartma resimlere tebaanın baş eğerek bağlılık göstermesi” anlamında kullanılmıştır.[102]

Demek oluyor ki سجدة[secde], “kişinin bilinçli olarak bir başkasına –kendisinden daha güçlü olduğunu kabul ederek– teslim olması, boyun eğmesi, onun otoritesi dışına çıkmaması” demektir. Kur’ân'da defalarca nakledilmiş olan, “meleklerin Âdem'e secde etmeleri” de, işte bu anlamdadır. Yani, melekler [tabiat güçleri], kendilerinden daha güçlü olduğu için Âdem'e [bilgili kimseye] boyun eğmişler/teslim olmuşlardır.

Görüldüğü gibi, secde sözcüğünde, “yere kapanmak” anlamı yoktur. “Yere kapanmak” eylemi, خرور[harûr] sözcüğü ile ifade edilir. Nitekim bazı âyetlerde خرّوا سجّداً [harrû sücceden] diye geçer ki bunun anlamı, “secde ederek [teslim olarak] yere kapandılar” demektir.

“Secde ederek/teslim olarak yere kapanma” ifadesinin yer aldığı âyetler şunlardır:

Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi o'na secde ederek/teslim olarak yere kapandılar. Ve (Yûsuf), “Babacığım! İşte bu durum, o rüyamın te’vîlidir. Gerçekten Rabbim onu hakk kıldı. Şeytân benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediği şeye lütfedicidir. Şüphesiz O, en iyi bilen, hüküm koyandır. (Yûsuf/100)

İşte bunlar, Âdem'in soyundan, Nûh ile beraber taşıdıklarımızdan, İbrâhîm ve İsrâîl'in soyundan ve hidâyete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz peygamberlerden Allah'ın kendilerine nimetler verdiği kimselerdir. Onlar kendilerine Rahmân'ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak ve secde ederek [teslimiyet göstererek] yere kapanırlardı. (Meryem/58)

Gerçekten Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine öğüt verildiği zaman secde ederek/teslim olarak yerlere kapanan ve Rabb'lerine hamd ile tesbih edenler ve büyüklük taslamayanlar inanırlar. (Secde/15)

De ki: “Siz ona [Kur’ân'a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine ilim verilenler; o [Kur’ân] onlara okunduğunda onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve, “Rabbimizi tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir” derler. Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’ân] onların huşûunu [alçak gönüllüğünü] artırır. (İsrâ/107-109)

Bir de korkudan yere kapanmak vardır, ki bu, secde ederek/boyun eğerek yere kapanmak değildir:

Ne zaman ki Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte geldi ve Rabbi o'na konuştu. (Mûsâ,) “Ey Rabbim! Göster bana Kendini de bakayım Sana!” dedi. (Rabbi o'na) dedi ki: “Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin.” Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi, Mûsâ da baygın olarak yere kapandı [yığıldı]. Ayılıp kendine gelince de, “Seni tenzih ederim, Sana döndüm [tevbe ettim] ve ben inananların ilkiyim” dedi. (A‘râf/143)

Mü’minlerin namazda yere kapanmaları ise; geçmişte, bağlılık ve teslimiyetin dışa vurulmasının yere kapanmak sûretiyle yapılması sebebiyledir. Yani, mü’minler geçmişten gelen örfe göre Allah'ın, Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin (A‘râf/55) emrini yerine getirmek ve Allah'a teslimiyetlerini göstermek için yere kapanmaktadırlar.

Secde sözcüğü bu şekilde açığa kavuştuktan sonra Kur’ân'daki “secde” sözcüklerinin doğru anlaşılması kolaylaşmaktadır.

Meselâ, aşağıdaki âyetlerdeki secde sözcükleri hep “bilinçli olarak bir başkasına –güçlü olması sebebiyle– teslim olmak/boyun eğmek” anlamındadır:

Hani bir zaman Yûsuf, babasına, “Babacığım! Şüphesiz ben on bir yıldız güneş ve ayı gördüm. Onları bana secde ederken [boyun eğerken] gördüm” demişti. (Yûsuf/4)

Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi o'na teslim olarak yere kapandılar. Ve (Yûsuf), “Babacığım! İşte bu durum, o rüyamın te’vîlidir. Gerçekten Rabbim onu hakk kıldı. Şeytân benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediği şeye lutfedicidir. Şüphesiz O, en iyi bilen, hüküm koyandır. (Yûsuf/100)

Burada Yûsuf'un kardeşlerinin ve babasının o'na secde etmeleri/teslim olmaları, “yaşam düzenlerini o'nun kontrolüne verip o'nun otoritesi dışına çıkmamaları” anlamına gelir.

Ve bir zaman onlara, “Şu kente yerleşin ve oradan dilediğiniz şeyleri yiyin ve “Hıtta [günahlarımızı bağışla]!” deyin ve secde ederek [teslim olmuş olarak] kapıdan girin. Biz suçlarınızı bağışlayacağız, iyilere arttıracağız” denilmişti. (A‘râf/161)

Buradaki secde, şehrin kapısında yere kapanmak değil, “o şehrin otoritesine teslim olmak” anlamındadır. Aynı durum Bakara/58 ve Nisâ/154'de de konu edilmiştir.

Bilinçli olarak yapılan secdeden başka Kur’ân'da bir de teshirî [ister istemez yapılan] secde vardır ki bu, insan dışındaki varlıkların yaratılışları gereği ister istemez teslim olmaları/boyun eğmeleridir:

Ve yerde ve göklerde olan kimseler ve gölgeleri ister istemez de sabah-akşam yalnızca Allah'a secde ederler. (Ra‘d/15)

Göklerde ve yerde olan dâbbehden/canlılardan ne varsa ve melekler Allah'a secde ederler [boyun eğerler/teslimiyet gösterirler] ve onlar büyüklük taslamazlar. (Nahl/49)

Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, tüm kıpırdayan canlılar/hayvanlar ve insanların çoğunun Allah'a secde ettiklerini [boyun eğdiklerini/teslimiyet gösterdiklerini] görmüyor musun? (Hacc/18)

MESCİD

مسجد [mescid] sözcüğü, سجد يسجد[secede, yescüdü] fiilinin mimli mastarı [mekân ismi] olup “secde edilen/ettirilen yer” demektir. Ama bunun, günümüzde kılınan namazlardaki secde yeri ile alakası yoktur. Çünkü bu mescid, “aykırı düşünen ve hareket eden kimselerin ikna ile gerçeğe boyun eğdirildikleri, onların da teslim olup gerçeğe boyun eğdikleri yer” veya kısaca “eğitim-öğretim ve ikna alanı” demektir.

Bu anlamı itibariyle mescid, “salâtın [sosyal desteğin] zihnî yönünün”, musallâ ise “salâtın [sosyal desteğin] hem zihnî hem de mâlî yönlerinin geniş katılımla icra edildiği alan” demektir. Nitekim Peygamberimiz salâtı, dar çerçevede mescidde icra etmiş, bayram günleri, haftalık toplantı günleri, cenaze ve savaş hazırlıkları gibi geniş katılımın olduğu günlerde ise musallâda icra etmiştir. Dolayısıyla, 125. âyetteki secde edenler ifadesi, “Beytullâh'ta tevhidî eğitim gören, ikna olan, teslim olan öğrenci grubu”dur. Öyleyse beytler; orada bulunanlar, dinî bilgisini geliştirmek için kalanlar, tevhidi öğreten ve öğrenenler için daima uygun bir vaziyette tutulmalı ve orada tevhid öğretilmelidir.

Paragrafın sonunda yer alan İbrâhîm peygamberin duası kabul edilmiş olmalı ki Allah, –son peygamber de dahil– o'nun soyundan birçok peygamber göndermiştir.

130. Ve İbrâhîm'in milletinden [dininden, yaşam tarzından], kendini sefihleştiren kimseden başka kim yüz çevirir? Ve Biz o'nu dünyada seçmiştik. Hiç şüphesiz o, âhirette de iyilerden biridir.

131. Rabbi o'na, “Müslim ol!” dediği zaman o [İbrâhîm], “Ben âlemlerin Rabbi için müslim oldum” dedi.

132. İbrâhîm de bunu [müslim olmayı], kendi oğullarına ve Ya‘kûb'a, “Ey oğullarım! Şüphesiz ki, bu dini size Allah seçti. Onun için yalnızca müslimler olarak ölün!” diye vasiyet etti.

Bu âyetlerde, İbrâhîm peygamber tanıtılmakta ve başta İsrâîloğulları olmak üzere tevhide yanaşmayan, aklı olmasına rağmen kendini sefihleştiren/akılsızlaştıran kimseler kınanmaktadır.

Allah'ın bildirdiğine göre dünyada arıtılmış, seçilmiş bir kişi olan İbrâhîm, âhirette de iyilerden olacaktır. Allah İbrâhîm peygambere “müslimlik” [başkalarını müslüman etme] görevi vermiş, o da bu görevi hakkıyla ifa etmiştir. Ayrıca İbrâhîm, bu görevi, Ey oğullarım! Şüphesiz ki, bu dini size Allah seçti. Onun için yalnızca müslimler olarak ölün diyerek oğullarına ve torunu Ya‘kûb'a da vasiyet etmiştir.

İbrâhîm hakkında bilgi verilen bu paragrafta, Yahûdi ve Hristiyanlara bir azar ve serzeniş de vardır. Çünkü İbrâhîm'in dininden ve soyundan olduğunu iddia edip de şirke bulaşmak, ancak kendini sefihleştiren [akılsızlaştıran, aptallaştıran] ahmaklara mahsustur. Akıllı insanın böyle bir duruma düşmesi mümkün değildir.

Âyette İbrâhîm'in torunlarından sadece Ya‘kûb'un adının anılması, İsrâîloğulları'nın Ya‘kûb'un torunları olması sebebiyledir. Zira “İsrâîl”, Ya‘kûb'un ikinci adıdır.

Kur’ân'da İbrâhîm'in müslümanlaşması ve müslimleşmesi birçok yerde konu edilmiştir:

Sonra ay'ı doğarken görünce de, “Bu, benim rabbimdir” dedi. O da batınca, “Andolsun ki Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar kavminden olurum” dedi. Sonra güneşi doğarken görünce de, “Bu benim rabbimdir, bu daha büyük!” dedi. Sonra o da batınca, “Ey kavmim! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene/yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim” dedi. (En‘âm/77-79)

Ve hani bir zamanlar İbrâhîm babasına ve kavmine, “Şüphesiz ben sizin taptığınız şeylerden uzağım. –Beni yaratan ayrı.– Şüphesiz ki artık O, beni doğru yola iletecektir” dedi. O [İbrâhîm], bunu [bu sözü], onların dönmesi için ardından gelecek olanlara devamlı kalacak bir söz yaptı. (Zuhruf/26-28)

Kendilerine, cehennem ashâbı oldukları iyice belli olduktan sonra Peygamber'e ve iman etmiş kişilere, akraba bile olsalar, müşrikler için istiğfâr etmek yoktur. İbrâhîm'in babası için istiğfâr etmesi de yalnızca ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Sonra onun Allah için bir düşmanı olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan [istiğfârdan] vazgeçti. Şüphesiz İbrâhîm, çok içli, çok halîm birisi idi. (Tevbe/113-114)

Şüphesiz İbrâhîm içtenlikle Allah'a boyun eğen, hanif [dönmüş], O'nun [Allah'ın] nimetlerine şükreden başlı başına bir ümmet idi. Ve o, müşriklerden olmadı. Ve O [Allah], o'nu seçti ve dosdoğru yola kılavuzladı. Ve Biz o'na [İbrâhîm'e] dünyada iyilik-güzellik verdik. Ve şüphesiz o, âhirette de kesinlikle sâlihlerdendir. (Nahl/120-122)

İşte bu nedenledir ki, İbrâhîm peygamber insanlığa, herkesin yararlanacağı bir örnek olarak takdim edilmiştir:

İbrâhîm'de ve o'nunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine, “Biz sizden ve sizin Allah'ın astlarından taptıklarınızdan uzağız. Biz sizi inkâr ettik. Ve siz bir tek olarak Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda ebedî bir düşmanlık ve buğz belirmiştir” demişlerdi. Yalnız İbrâhîm'in babası için, “Senin için mutlaka mağfiret dileyeceğim. Ve Allah'tan olan hiçbir şeye gücüm yetmez” demesi hariç. –Rabbimiz! Yalnız Sana dayandık, Sana yöneldik. Ve dönüş ancak Sanadır. Rabbimiz! Bizi inkâr edenler için bir fitne kılma! Bizi bağışla! Rabbimiz! Şüphesiz Sen azîz ve hakîm'in ta kendisisin!– (Mümtehine/4-5)

142. İnsanlardan sefihler [aklı ermeyenler], “Bunları, üzerinde bulundukları kıbleden [hedeften, stratejiden] çeviren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu ve batı yalnız Allah'ındır. O, dilediği/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar.”

Bu âyette öncelikle, sefihlerin mü’minleri, Bunları, üzerinde bulundukları kıbleden [hedeften, stratejiden] çeviren nedir? diye itham edecekleri bildirilerek gaybtan haber verilmek sûretiyle bir mucize gösterilmektedir. Diğer taraftan da Rasûlullah ve mü’minler, Allah'ın ileride yapılacak ithamları ve onlara verilmesi gereken cevapları haber vermesi sayesinde; kendilerine yeni hedefler verileceğini, bu hedeflere yürürken bazı fikrî saldırılara uğrayacaklarını öğrenmekte ve bu saldırılara karşı koymaya hazırlanmaktadırlar.

Âyetteki sefihler kelimesi, “aklı kıt ve hafif olanlar” demektir, ki bununla “Medîne'deki Yahûdiler ve münâfıklar” kasdedilmiştir:

Ve onlara, “İnsanların inandığı gibi inanın” denilince, “Biz, o aklı ermezlerin [sefihlerin] inandığı gibi mi inanacağız!” derler. Dikkatli olun! Şüphesiz onlar, aklı ermezlerin [sefihlerin] ta kendileridir. Velâkin bilmiyorlar. (Bakara/13)
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. March 2010, 12:41 AM   #20
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

KIBLE

Kıble sözcüğünün aslı k-b-l köküdür. Bu sözcüğün kabl kalıbı, “önce” anlamında, kubl kalıbı ise, dübür [arka] sözcüğünün karşıtı olarak “ön” anlamındadır. Kıble sözcüğü de “ön” anlamı ekseninde, “cihet” [yüzün gösterdiği yön; ön yön] demektir.[103]

Kıble sözcüğün türevlerinden olan kabile [sık yüzyüze gelen halk], mukâbil, mukâbele [karşılık, karşılık verme] sözcükleri Arapça'daki anlamıyla Türkçe'ye de geçmiştir.

Kıble kelimesinin geçtiği âyetlere dikkat edilirse bu sözcüğün, fiziksel konuma göre “ön yön” anlamında değil; “görüş, inanç, ilke olarak üzerinde bulunulan, gidilen yön” [sosyal hedef/strateji] anlamında kullanıldığı anlaşılır.

Bu âyetin iniş sebebi ve ortamı hakkında klasik kaynaklarda şu nakiller ve görüşler yer almaktadır:

Hadis imamlarının İbn Ömer'den rivâyetlerine göre –lafız Mâlik'indir– o şöyle demiştir: Müslümanların Kuba'da sabah namazını kıldıkları bir sırada birisi yanlarına gelip şöyle dedi: “Bu gece Rasûlullah'a (s.a) Kur’ân-ı Kerîm nâzil oldu ve Ka‘be'ye yönelmesi emredildi.” Onlar da oraya yöneldiler. O sırada yüzleri Şam tarafına [Beytu'l-Makdis'e doğru] yönelmiş idi, Ka‘be'ye doğru döndüler.

Buhârî'nin el-Berâ'dan rivâyetine göre Rasûlullah (s.a) Beytu'l-Makdis'e doğru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Ancak kıblesinin Beytullâh'a doğru olmasını arzu ediyordu. Onun (Beytullâh'a doğru) kıldığı ilk namaz İkindi namazıydı. Onunla birlikte bir topluluk da namaz kılmıştı. Peygamber (s.a) ile birlikte namaz kılanlardan birisi çıkıp rükûa varmış oldukları bir hâlde bir mescid halkının yanından geçti ve şöyle dedi: “Allah adına şâhitlik ederim ki ben Peygamber (s.a) ile birlikte Mekke'ye doğru namaz kıldım.” Onlar da oldukları gibi Beytullâh'a doğru yöneldiler. Kıble Beytullâh'a doğru değiştirilmeden önce (eski) kıbleye doğru namaz kılıp öldürülmüş [şehid düşmüş] birtakım kimseler vardı ki onlar hakkında ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Bunun üzerine Yüce Allah, Allah imanınızı zâyi edecek değildir (Bakara/2/143) âyetini inzâl buyurdu.

Görüldüğü gibi bu rivâyette İkindi namazından, Mâlik'in rivâyetinde ise Sabah namazından söz edilmektedir: Bu buyruk, Peygamber'e (s.a) Selemeoğulları Mescidinde farzın iki rekatini kıldıktan sonra nâzil olmuş ve o da namazda iken yüzünü Ka‘be'ye doğru çevirmiştir. O bakımdan bu mescide Mescidu'l-Kıbleteyn, [iki kıbleli mescid] adı verilmiştir. Ebu'l-Ferec'in zikrettiğine göre Abbad b. Nehîk bu namazda Peygamber (s.a) ile birlikte bulunuyor idi. Ebû Ömer et-Temhid adlı eserinde Akabe'de beyatte bulunan kadınlardan biri olan Eşlem kızı Nuveyle'den şöyle dediğini zikretmektedir: Öğlen namazını kılıyordum. Bu sırada Abbad b. Bişr b. Kayzî gelip şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a) kıbleye –veya Beytu'l-Harâm'a doğru– yöneldi.” Erkekler kadınların yerine, kadınlar da erkeklerin yerine geçti.

Bu âyet-i kerîmenin namaz vakti dışında nâzil olduğu da söylenmiştir. Çoğunluğun rivâyeti bu şekildedir. Ka‘be'ye doğru kılınan ilk namaz ise İkindi namazı olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Başkası ise şöyle demektedir: “Peygamber (s.a) Medîne'ye geldiğinde Yahûdilerin kalplerini ısındırmak istedi. Onların imana gelmelerini daha bir teşvik etsin diye onların kıblelerine doğru yöneldi. Onların inatları açıkça ortaya çıkıp onlardan ümidini kesince Ka‘be'ye döndürülmek istediğinden semaya doğru bakıp dururdu. Hz. İbrâhîm'in kıblesi olduğundan dolayı Ka‘be'yi seviyordu.” Bu açıklama da İbn Abbâs'tan nakledilmiştir.[104]

Yukarıda da değinildiği gibi, Kur’ân'da zikri geçen kıble'nin, bu nakillerde bahsedilen “namazda yönelinen yön” anlamıyla; kıble değiştirme'nin de, Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Harâm'a dönmekle bir alâkası yoktur. Bunlar, Müslümanlığı yozlaştırmak, dinin ilkelerini işe yaramaz hâle getirmek için zaman içerisinde yerleştirilmiş anlayışlardır. Çünkü kulluk için bir yön belirlenmesi her şeyden önce Kur’ân'a aykırıdır:

Ve doğu, batı yalnızca Allah'ındır. Öyleyse her nereye yönelirseniz artık orası Allah'ın yüzüdür. Şüphesiz Allah, vâsi'dir, O, en iyi bilendir. (Bakara/115)

Tazarru‘an dua hâlindeki [namazdaki] yönelme'nin ise, yüzün fizikî olarak herhangi bir yöne çevrilmesi ile hiç alâkası yoktur, bu yönelme manevî yönelmedir ve böyle olduğu, aşağıdaki âyetlerden açıkça anlaşılmaktadır:

Kalben O'na yönelenler olarak, O'na takvâlı davranın, salâtı ikâme edin, müşriklerden; dinlerini parça parça bölmüş, fırka fırka olmuş kimselerden de olmayın. –Her fırka kendi yanlarındaki şeylerle böbürlenmektedir.– (Rûm/31-32)

İbrâhîm'de ve o'nunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine, “Biz sizden ve sizin, Allah'ın astlarından taptıklarınızdan uzağız. Biz sizi inkâr ettik. Ve siz bir tek olarak Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda ebedî bir düşmanlık ve buğz belirmiştir” demişlerdi. Yalnız İbrâhîm'in babası için, “Senin için mutlaka mağfiret dileyeceğim. Ve Allah'tan olan hiçbir şeye gücüm yetmez” demesi hariç. –Rabbimiz! Yalnız Sana dayandık, Sana yöneldik. Ve dönüş ancak Sanadır. Rabbimiz! Bizi inkâr edenler için bir fitne kılma! Bizi bağışla! Rabbimiz! Şüphesiz Sen azîz ve hakîm'in ta kendisisin!– (Mümtehine/4-5)

Allah'a kulluk için mutlaka bir yön belirlenmesinin Kur’ân'a aykırılığı ortaya konulduktan sonra, bu âyetin tahlili çerçevesinde halledilmesi gereken bir diğer mesele de bu âyetteki, Bunları, üzerinde bulundukları kıbleden [hedeften, stratejiden] çeviren nedir? sözleri ile ne kasdedildiğinin [Müslümanların kıblesinin ne olduğunun ve onların neye yöneldiklerinin] iyi tesbit edilmesidir. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken bir husus vardır: “Kıbleden çevrilme”, eski hedef ve stratejilerin bir tarafa bırakıldığı anlamına değil, ilk hedef ve stratejilere ilâveten yeni hedef ve stratejilerin belirlendiği anlamına gelir!

İLK KIBLE [SOSYAL HEDEF, STRATEJİ]

Dikkat edildiğinde, bu âyetlerin indiği vakte kadarki âyetlerde hedef ve stratejinin; “tevhidin öğretilmesi, öğüt, uyarı, Kur’ân ile cihad, müjdeleme, sabır, af ve hoşgörü ile muamele” olduğu anlaşılır.

YENİ KIBLE

Müslümanların yeni hedef ve stratejilerini ise; salâtın ikâmesi [okulların açılması, sosyal destek kurumlarının oluşturulması ve ayakta tutulması], zekâtın alınması, ma‘rûfun emredilip münkerden nehyedilmesi, hikmetle [zulmü engelleyip adaleti sağlayan ilkelerle] hareket edilmesi, gerektiğinde de savaşılması, kısacası İbrâhîm'in Mescid-i Harâm'daki uygulamalarının tatbik edilmesi; eğitim-öğretim eksenli bir yapılanma ile devlet hâline gelinmesi oluşturmaktadır.

143. Ve işte böyle Biz, siz insanlar üzerine şâhitler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şâhit olsun diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık. Üzerinde olduğun bu kıbleyi kılmamız da yalnızca; elçilere uyan kimseleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım diyedir. Bu [tesbit ettiğimiz kıble], elbette, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerin dışındakilere çok büyüktür. Ve Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.

Bu âyette; kıble değiştirme [yeni hedef ve stratejilerin tayini] sebebiyle, son ümmetin diğer ümmetlere şâhit olan hayırlı bir ümmet olacağı ve bu sayede inananla inanmış gözükenlerin ayrışacağı, yeni hedefin inanmamış kimselere çok ağır ve zor geleceği bildirilmiştir.

Gerçekten de, yeni hedefler arasında yer alan “salâtın ikâmesi”, huşûdan yoksun olanlara çok ağır gelmiş ve bu durum değişik âyetlerde beyân edilmiştir:

Bir de sabırla, salâtla [eğitim-öğretimle, sosyal destek kurumlarıyla] yardım isteyin. Şüphesiz bu [salât ve sabırla yardım isteme], saygılı olanlardan; gerçekten Rabb'lerine kavuşacaklarına ve gerçekten kendilerinin O'na dönücü olduklarına inanan kimselerden başkasına çok ağır gelir. (Bakara/45-46)

Şüphesiz ki münâfıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki O, onların aldatıcısıdır. Ve onlar, salâta kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah'ı ancak, pek az olarak anarlar. (Nisâ/142)

Ayrıca bu inanmamış kimseler, Tevbe ve Enfâl sûrelerinde açıklandığı gibi, savaşa gitmemek veya Müslümanları savaştan caydırmak için ellerinden geleni arkalarına koymamışlar, her vesilede gerisin geri kaçmışlardır:

Ve Muhammed, ancak bir elçi. Ondan önce elçiler gelip geçmiştir. Şimdi eğer o ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim ki de geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır. (Âl-i İmrân/144)

Ey iman etmiş kimseler! Eğer siz şu küfretmiş kimselere uyarsanız, onlar, sizi topuklarınız üstünde gerisin geriye çevirirler de siz kaybedenlerden oluverirsiniz. (Âl-i İmrân/149)

Yeni kıbleye yönelen ümmetin hayırlı bir ümmet olması, gösterilen hedef ve stratejileri gerçekleştirmek üzere emr-i bi'l-ma‘rûf ve nehy-i ani'l-münker yapmalarına, ila-yı kelimetullah için dışa açılmalarına dayanmaktadır:

Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışır ve Allah'a inanırsınız. Kitap Ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Onların bazıları mü’mindirler, pek çoğu da yoldan çıkmış kimsedirler. (Âl-i İmrân/110)

VASAT ÜMMET

وسط [v-s-t] kök sözcüğü, vesat ve vest şekillerinde okunur. Vesat şeklinde okunduğunda isim, vest şeklinde okunduğunda zarf olarak kullanılır. Bu sözcük, “bir şeyin iki ucu arasındaki kendine ait kısmı” manasında olup, “bir şeyin kendi ortası” olarak anlaşılır ve sözcük “ipi ortasından kavradım”, “oku ortasından kırdım” cümlelerindeki gibi kullanılır.

Arap örfünde bir şeyin ortası, o şeyin en hayırlı, en yararlı bölümüdür. Meselâ, at veya devesine binecek bedevi için at veya devesinin en hayırlı yeri, boynu ve kıçı değil belinin ortasıdır. Yine, bedevinin devesine kuracağı ağıl için en hayırlı yer, otlağın ortasıdır. Gerdanlığın, inci veya elmas takılacak en hayırlı [güzel ve uygun] yeri, gerdanlığın ortasıdır. Ayrıca her güzel ve yararlı davranış, kendi cinsinden olan davranışların ortada olanıdır. Meselâ cömertlik, cimrilik ve savurganlığın ortasında bir davranıştır. Cesaret, korkaklık ve saldırganlık arasında bir davranıştır.

İşte bu nedenle وسط[vest] sözcüğü; “hayırlı, yararlı, üstün” anlamına genelleşmiştir. Araplar, “O, kavminin evsatındadır” sözüyle, “o, kavminin hayırlı, yararlı, şerefli olanıdır” demek isterler. Veya, “Şu vesît kişiye bir bakın” sözüyle, “şu hayırlı, şerefli kişiye bir bakın” demek isterler.

Dolayısıyla bu âyetteki, Ve işte böyle Biz, siz insanlar üzerine şâhitler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şâhit olsun diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık ifadesi, “ve işte böyle sizi hayırlı, yararlı ve şerefli bir ümmet kıldık” demektir.

BU ÜMMETİN İNSANLARA ŞÂHİTLİĞİ

Bu ümmetin diğer insanlara tanık yapılacağı, konumuz olan âyetten başka Hacc sûresi'nde de geçmektedir:

Ve Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. O, sizi o seçti ve dinde; babanız İbrâhîm'in milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha önce ve işte bunda [Kur’ân'da], Elçi'nin size şahid olması, sizin de insanlara şahid olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salâtı ikâme edin, zekâtı verin ve Allah'a sarılın. O, sizin mevlânızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır]. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır! (Hacc/78)

İslâm'daki ilk strateji, “yakınların uyarılması” idi. Yeni kıblenin belirlenmesi, tabiri caizse hedef ve strateji çıtasının yükseltilmesi sonucunda ise, yakınların uyarılması yetmeyecek, çevredeki halkların da İslâm'a davet edilmesi gerekecektir. Yani, vahiy: emir ve nehiyler onlara da ulaştırılacak, onlar da ikna edilmeye çalışılacak, onların da yapılan davete karşı tavırları izlenecek ve böylece bu ümmet, hakka uyup uymadıkları hususunda diğer ümmetlere tanık olacaktır.

Kim doğru yolu bulursa sırf kendi iyiliği için doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. (İsrâ/15)

Yukarıdaki âyet uyarınca tebliğ ulaşmadan ceza verilmeyeceğinden, bu ümmet, diğer ümmetlere tebliğin ulaşıp ulaştırılmadığının da tanığı olacaktır.

İşte Rasûlullah, bu yeni kıble [hedef, strateji] nedeniyle sınır ötesi tebliğlere, emir ve nehiylere başlamış, çevredeki toplumların yöneticilerine, bir örneği aşağıda olan mektuplar göndermiştir:

MUKAVKIS'A GÖNDERİLEN MEKTUP

Rahmân, Rahim Allah Adına

Allah'ın kulu ve elçisi Muhammed'den, Kıbtîlerin büyüğü Mukavkıs'a.

Selam, hidâyet yoluna tâbi olan kimseler üzerine olsun.

Buna göre ben, seni tam bir İslâm daveti ile çağırıyorum. İslâm'a gir. Sonunda emniyet ve selâmet içinde olursun. Allah sana ecrini iki kere verecektir. Şâyet bundan geri duracak olursan bütün Kıbtîlerin günahı senin üzerinde toplanacaktır. De ki: “Ey Kitap Ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ın astlarından bazımız bazımızı rabbler edinmeyelim.” Buna rağmen eğer onlar, yüz çevirirlerse, artık “Şüphesiz bizim Müslümanlar olduğumuza şâhit olun” deyin. (Âl-i İmrân/64)

Allah'ın elçisi Muhammed.

Netice olarak bu ümmet, Allah'ın mesajlarını tüm insanlara ulaştıracak ve onların iman edip etmediklerini izleyecek, aynen Îsâ peygamberin tanıklığı gibi tanıklık edecektir:

Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini söyledim; “Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin” dedim. Ve ben aralarında olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, onları gözetleyen yalnız Sen oldun Sen. Ve şüphesiz Sen gaybları en iyi bilensin. (Mâide/117)

Ve yeryüzü Rabbinin nûruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hakk ile karar verilmiştir. Ve onlar zulüm olunmazlar [onlara hakksızlık edilmez]. (Zümer/69)

Onların [bu iddiayı ortaya atanların], buna dair dört şâhit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şâhitler getirmediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler. (Nûr/13)

Âyetin son bölümündeki, Ve Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir ifadesiyle, mü’minler her zaman olduğu gibi hizmete teşvik edilmektedir.

Bunun üzerine Rabb'leri onlara karşılık verdi: “Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun –ki bazınız bazınızdandır [hepiniz aynısınızdır]– çalışanın amelini zâyi etmem. Binaenaleyh göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır. (Âl-i İmrân/195)

Kim iyilik, güzellik getirirse, onun için ondan [getirdiğinden] daha hayırlısı/getirdiğinden dolayı bir hayır vardır. Ve onlar o gün korkudan güvende olanlardır. (Neml/89)

Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediği kimseyi doğru yola getirir. Ve hayırdan infak ettiğiniz şeyler sırf kendiniz içindir. Ve siz yalnızca Allah rızasını gözetmenin dışında infak etmezsiniz. Ve hayırdan ne infak ederseniz o size tastamam ödenecektir. Ve siz, zulmedilmeyeceksiniz. (Bakara/272)

144. Biz, yüzünü semaya evirip çevirdiğini kesinlikle görüyoruz. Artık seni hoşnut olacağın bir kıbleye [hedefe, stratejiye] çevireceğiz. Haydi, yüzünü Mescid-i Harâm yönüne çevir. Siz de, nerede olursanız olun, yüzünüzü onun tarafına çevirin! Kendilerine kitap verilmiş olan kimseler de kesinlikle, şüphesiz onun, Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Ve Allah, onların yapıp durduklarından gâfil değildir.

Bu âyette, Rasûlullah'ın bazı sıkıntılarının giderileceği, o'nun da hoşnut olacağı müjdesi verilirken, hedef ve stratejileri tam olarak açıklanmamakla beraber yeni kıbleye işaret edilerek, önce Peygamberimize sonra da tüm Müslümanlara yüzlerini “Mescid-i Harâm yönü”ne çevirmeleri emredilmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, yüzlerin “Mescid-i Harâm”a değil, “Mescid-i Harâm yönüne” çevrileceğidir.

Âyetteki yüz ifadesi, sadece “sima” anlamındaki yüz değil, “tüm benlik ve varlık”tır. Çünkü yüz, Arapça'da “cüz’iyyet mecaz-ı mürseli” sanatı gereğince, –vesikalık bir fotoğrafın insanın kimliğini temsil etmesi gibi– canlı varlıkların en belirleyici organıdır. Yüzün semaya evirilip çevrilmesi ise, “dua etmek, beklenti içinde olmak” demektir. Bu ifadedeki semâ ile evrenin; yaratıkların ötesi; “en üst nokta” kasdedilmiştir.[105] Zira insan dua ederken, fıtraten ellerini havaya doğru kaldırır, sıkıntıya düştüğünde de yüzünü semaya çevirir. Örfte de, olağan dışı olaylar için “gökten düştü” tabiri kullanılır. Allah'tan gelen din ve kitaplara da, “semavî dinler, semavî kitaplar” denir. Dolayısıyla, Peygamberimizin yüzünü semaya çevirmesi, tüm benlik ve varlığıyla Allah'a yönelerek dua etmesini ifade eder.

Konumuz olan âyetle ilgili klâsik anlayışlara bir göz atalım:

Hoşnut olacağın, “seveceğin” anlamındadır. es-Süddî der ki: “Hz. Peygamber Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kıldığında başını semaya doğru kaldırır, kendisine neyin emrolunacağına bakardı. Ka‘be'ye doğru namaz kılmayı seviyor ve arzu ediyordu. Bunun üzerine Yüce Allah, Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz buyruğunu indirdi.” Ebû İshâk da el-Berâ'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: “Rasûlullah (s.a) Beyt-i Makdis'e doğru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Rasûlullah (s.a) kıblesinin Ka‘be'ye doğru döndürülmesini arzu ediyordu. Bunun üzerine Yüce Allah, Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz buyruğunu indirdi.”[106]

Hz. Peygamber (s.a) Beyt-i Makdis'e dönmekten hoşlanmıyor, Ka‘be'ye yönelmeyi arzuluyordu. Ne var ki, bunu diliyle belirtmiyordu, bu sebeple de yüzünü gökyüzüne döndürüyordu. İbn Abbâs'tan Hz. Peygamber'in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Ey Cebrâîl! Allah'ın beni Yahûdilerin kıblesinden başka bir kıbleye döndürmesini arzuluyorum.. Çünkü oraya yönelmekten artık hoşlanmıyorum.” Bunun üzerine Cebraîl o'na, “Ben de senin gibi bir kulum; bunu Rabbinden iste!” dedi. Artık bundan sonra Hz. Peygamber Cebrâîl'in, istediği şeyi getireceğini umarak, devamlı göklere doğru bakıyordu. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hakk bu âyeti indirdi.[107]

İbn Merdûyeh Kâsım el-Ömerî'nin İbn Abbâs'tan naklettiği hadîsi rivâyet ederek der ki: “Rasûlullah (s.a) Kudüs'e doğru namazı kıldıktan sonra selâm verdi ve başını semaya kaldırdı. O esnada Allah Teâlâ'nın, Yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir âyeti nâzil oldu. Cebrâîl (a.s) o'na rehberlik ederek, yüzünü Ka‘be'nin oluk tarafına döndürdü.” Hâkim, Müstedrek'inde Ya‘lâ ibn Atâ kanalıyla Şu‘be'nin naklettiği hadîste Yahyâ ibn Kumta der ki: “Ben Abdullah ibn Amr'ı Mescid-i Harâm'da oluk hizasında otururken gördüm ve o, Şimdi seni hoşnut olacağın bir kıbleye çevireceğiz âyetini okudu. Sonra bunun Ka‘be'nin oluğu olduğunu söyledi.”

Hâkim der ki: “Bu hadîsin isnadı sahihtir. Ancak Buhârî ve Müslim onu tahrîc etmemiştir. Bu hadîsi İbn Ebî Hatim Hasan kanalıyla Huşeym ve Ya‘lâ ibn Atâ'dan nakleder.” Başkaları da böyle demişlerdir. Nitekim Şâfiî merhumun iki görüşünden birisi böyledir. Buna göre maksad, kıble'nin kendisini tutturmaktır. Şâfiî'nin diğer görüşüne göre –ki ekseriyet bu kanâattedir– maksad yönelmedir.

Hâkim, Muhammed ibn İshâk kanalıyla Hz. Ali'den (r.a) nakleder ki: Yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir âyeti konusunda “o yöne” demiştir. Ve ardından da, “Bu hadîsin isnadı sahihtir, ancak Buhârî ve Müslim tahrîc etmemişlerdir” der. Bu kanâat Ebu'l-Âliye, Mücâhid, İkrime, Sa‘îd ibn Cübeyr, Katâde, Rebî ibn Enes ve diğerlerinin görüşüdür. Bir başka hadîste vârid olduğuna göre; kıble doğu ile batı arasıdır.

Ebû Nuaym der ki: Bize Züheyr, Berrâ'dan nakletti ki: “Rasûlullah (s.a) onaltı veya onyedi ay boyunca Kudüs'ü kıble edindi. Ancak içinden Ka‘be'nin kıble olmasını istiyordu. O, ikindi namazını kıldı. Beraberinde bir de topluluk vardı. Onunla beraber namaz kılanlardan bir kişi çıktı. Ve bir mescid halkına rastladı ki onlar rükû'da idiler. Adam, ‘Allah adına şâhidlik ederim ki ben Rasûlullah (s.a) ile Mekke yönüne doğru namaz kıldım’ dedi. Bunun üzerine onlar oldukları gibi Mekke yönüne döndüler.”

Abdurezzâk der ki: Bize İsrâîl… Berrâ'dan nakletti ki: “Rasûlullah (s.a) Medîne'ye geldiğinde onaltı veya onyedi ay boyunca Kudüs'e doğru namaz kılmıştır. Ancak Rasûlullah (s.a) Ka‘be'ye yöneltilmesini arzuluyordu. Nihâyet, Doğrusu Biz senin yüzünün semâya doğru çevrilip durduğunu görüyoruz... âyeti nâzil oldu ve böylece Ka‘be'ye çevrildi.”

Nesâî de, Sa‘îd ibn el-Muallâ'dan nakleder ki, o şöyle demiştir: Biz Rasûlullah (s.a) devrinde erkence mescide giderdik ve mescidde namazımızı kılardık. Bir gün mescide uğradık. Rasûlullah (s.a) minberde oturuyordu. Ben dedim ki: “Yeni bir şey olmuş ki Rasûlullah minberde oturuyor.” O sırada Rasûlullah (s.a), Doğrusu Biz senin yüzünün semâya doğru çevrilip durduğunu görüyoruz... âyetini okudu. Âyeti bitirince arkadaşıma, “Rasûlullah (s.a) minberden inmeden önce gel iki rekat namaz kılalım da ilk namaz kılanlar biz olalım” dedim. Arka arkaya geçtik ve iki rekat namaz kıldık. Sonra Rasûlullah (s.a) minberden indi ve insanlara namaz kıldırdı. O gün kılınan Öğle namazı idi. İbn Merdûyeh Abdullah ibn Ömer'den nakleder ki: Rasûlullah'ın (s.a) Ka‘be'ye doğru yönelerek kıldığı ilk namaz Öğle namazıdır ve o orta namazdır. Ancak meşhur olan görüş Rasûlullah'ın Ka‘be'ye doğru yönelerek kıldığı ilk namazının İkindi namazı olduğudur. Bu sebeple haber Kuba halkına gecikmeli olarak ancak Sabah namazında ulaşmıştır.[108]

Ne konumuz olan âyette, ne de pasajdaki diğer âyetlerde, salât veya namaz [tazarrulu dua] ifadesi olmadığı hâlde, yüzün Mescid-i Harâm yönüne çevrilmesi, “Müslümanların, namazda Mescid-i Harâm yönüne dönmeleri” olarak anlaşılmış ve asırlardır bu şekilde uygulanmıştır. Bizce, ihânet olan bu anlayış ve uygulama, dini bozma girişiminden başka bir şey değildir.

145. Ve andolsun ki sen, o kitap verilmiş olan kimselere, bütün âyetleri de getirsen, yine de senin kıblene tâbi olmazlar. Sen de onların kıblesine uyan biri değilsin. Zaten onlar da birbirlerinin kıblesine tâbi değiller. Yine andolsun ki, sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların hevalarına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, zâlimlerden olursun.

Bu âyette, bir önceki âyetteki, Kendilerine kitap verilmiş olan kimseler de kesinlikle, şüphesiz onun, Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Ve Allah, onların yapıp durduklarından gâfil değildir ifadeleri açılmakta ve Yahûdilerle ilgili bilgi verilmektedir. Daha sonra da Rasûlullah'ın izleyeceği stratejinin önemi açıklanmış ve bu stratejiden taviz vermemesi ihtar edilmiş; Ehl-i Kitabın kendilerine göre kıblelerinin [hedeflerinin, stratejilerinin] olduğu, ne kadar kanıt gösterirse göstersin onların bundan vazgeçmeyecekleri ve Rasûlullah'ın kıblesine uymayacakları bildirilmiştir.

Yahûdilerin kıblesi, “sarı sığır, buzağı”dır [altındır[. Mü’minlerin kıblesi ise özetle “tevhid ve adalet”tir. Bunları gerçekleştirmek için ise; salâtı ikâme etmek, zekât vermek, emr-i bi'l-ma‘rûf ve nehy-i ani'l-münkerde bulunmak, cihad etmek, lüzumu hâlinde de savaşmak gerekmektedir. Durum böyle olunca, Yahûdilerin ve inanmayanların, mal ve can verme gibi bir stratejiyi benimsemeleri söz konusu bile değildir.

Burada “sen” ifadesiyle, Rasûlullah muhatap alınmış gözükse de asıl muhatap, tüm mü’minlerdir. Âyetteki, Yine andolsun ki, sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların hevalarına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, zâlimlerden olursun ifadesiyle de, Kur’ân dışı bir yol haritası edinilmemesi emredilmektedir.

Peki, sen, kendi hevasını ilâh edinen ve Allah'ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah'tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” (Câsiye/23)

Aslında o insan, önünü fücûrla geçirmek istiyor. (Kıyâmet/5)

Bu âyetle ilgili olarak klasik kaynaklarda şu nakiller yer almaktadır:

Rivâyet edildiğine göre Medîne Yahûdileri ile Necrân Hristiyanları Hz. Peygamber'e (s.a), “Senden önceki peygamberlerin getirdiği gibi, sen de bize bir mucize getir!” demişler; bunun üzerine Cenâb-ı Hakk bu âyeti indirmiştir. Doğruya en yakın olan, bu âyetin yeni başlayan bir hâdise hakkında nâzil olmadığı, aksine bunun kıblenin değiştirilmesiyle ilgili olan hükümlerin geriye kalanlarından olduğudur.[109]

146. Şu, kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, o'nu [Peygamber'i] kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Şüphesiz onlardan bir kesim de bilip durmalarına rağmen, kesinlikle hakkı gizliyorlar.

147. Hakk, Rabbindendir. O hâlde, şüpheye düşenlerden olma sakın!

Bu âyette, beşerî olan her şeye kuşku ile yaklaşılabileceği, Allah'tan gelen şeylerde ise tereddüt edilmemesi gerektiği ilkesi öğretilmektedir. Çünkü Hakk'tan, hakk [gerçek] dışında bir şey sadır olmaz.

Bu âyetlerde ayrıca, Yahûdilerin kendini beğenmişliğine dikkat çekilmekte; Rasûlullah'ın peygamber olduğunu, oğullarını bildikleri gibi bilmelerine rağmen içlerinden bir grubun bu gerçeği gizledikleri ifşa edilmektedir. Onların bu davranışlarının gerekçesi de başka sûrelerde zikredilmiştir:

Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!– (Neml/14)

Onlara Allah katından kendileri ile birlikte olanı tasdik eden bir kitap gelince de –ki bunlar daha önceleri inanmayanlara karşı zafer kazanmak istemişlerdi de o tanıdıkları kendilerine gelmişti– onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın lâneti kâfirler üzerinedir. (Bakara/89)

Klasik kaynaklarda bu âyetle ilgili şunlar nakledilmiştir:

Rivâyete göre Hz. Ömer, Abdullah b. Selâm'a şöyle demiş: “Sen gerçekten oğlunu tanıdığın gibi Muhammed'i (s.a) tanıyor musun?” O şu cevabı verir: “Evet, hatta bundan da öte. Allah semasındaki eminini yeryüzündeki eminine niteliklerini belirterek gönderdi ve ben de o'nu bu nitelikleriyle tanıdım. Oğluma gelince annesinin neler yaptığını bilemiyorum.”[110]

Hz. Ömer'den (r.a) rivâyet edildiğine göre o, Abdullah ibn Selâm'dan (r.a) Hz. Peygamber'i (s.a) sordu. Abdullah ibn Selâm cevaben şöyle dedi: “Ben o'nu, oğlumdan daha iyi tanırım.” Hz. Ömer, “Niçin?” deyince, o, “Çünkü ben Hz. Muhammed'in (s.a) peygamber olduğundan şüphe etmem. Fakat çocuğumdan şüphe edebilirim; çünkü annesi hâinlik etmiş olabilir.” Bunun üzerine Hz. Ömer onun başını öptü.[111]

148. Ve herkes için bir yön vardır; o, ona yönelendir. O nedenle hep hayırlara koşun, yarışın. Her nerede olsanız Allah, tümünüzü bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye en iyi güç yetirendir.

149. Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir. Şüphesiz bu, Rabbinden gelen bir hakktır. Allah, yaptıklarınıza gâfil de değildir.

150-151. Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir. Ve siz, her nerede olsanız, insanlardan, –onlardan zulmeden kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermemiz gibi, size olan nimetimi tamamlamam için ve doğru yolu bulabilmeniz için hemen yüzünüzü onun tarafına çevirin. Artık onlara haşyet duymayın, Bana haşyet duyun.

Bu âyet grubunda, her toplumun bir hedefi/stratejisi olduğu ve herkesin kendi hedefine yöneldiği beyân edildikten sonra mü’minlere, Hayırlara koşun, yarışın denilmekte, sonra da Her nereden çıkarsanız çıkın yüzünüzü Mescid-i Harâm yönüne çevirin talimatı tekrar tekrar vurgulanarak, “Mescid-i Harâm tarafı”nın kıble edinilmesi emredilmektedir.

Âyetteki viche kelimesi, “yüzün döndüğü yön” anlamında olup kıble sözcüğünün anlamdaşıdır. Buradaki yön de, sosyolojik yöndür [hedeftir, idealdir, mefkûredir, stratejidir].

Bu paragrafta dikkat edilecek en önemli nokta, Mescid-i Harâm tarafı'nın kıble [hedef, strateji] yapılmasının gerekçesidir. Yukarıdaki âyetlerde sayılan gerekçeler şunlardır:

1) İnsanlardan, –onlardan zulmeden kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, yani herkesten güçlü olmanız, kimsenin sizi ezmemesi için.

2) Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermemiz gibi, size olan nimetimi tamamlamam için, yani Allah'ın dininin yayılması nedeniyle tüm insanların kitaptan, hikmetten yararlanmaları ve bilgisizlikten kurtulmaları için.

3) Doğru yolu bulabilmeniz için, yani, kurtuluşa erebilmeniz için.

İşte, Mescid-i Harâm tarafının kıble/hedef edinilmesi için bunlar gerekçe olarak gösterilmektedir. Biraz düşünülecek olursa, namazda yüzün fizikî olarak Mescid-i Harâm tarafına çevrilmesiyle bu gerekçelerin tahakkuk etmesinin mümkün olmadığı, her akl-ı selimin kabul edeceği bir hakikattir.

O hâlde, “Mescid-i Harâm tarafı” ifadesinden ne anlaşılmalıdır? Bu sorunun cevabı da Kur’ân tarafından verilmiştir:

Ve Biz bir zaman bu Beyt'i, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş yeri ve bir güven yeri kılmıştık. –Siz de İbrâhîm'in makamından bir musallâ [salât gerçekleştirilecek yer] edinin.– Ve Biz İbrâhîm ile İsmâîl'e, “Beytimi, dolaşanlar, ibâdete kapananlar ve secde edenler, rükû edenler için tertemiz tutunuz” diye ahit almıştık. (Bakara/125)

Şüphesiz, insanlar için mübarek ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Bekke'dekidir [Mekke'dekidir]. Onda apaçık deliller; İbrâhîm'in makamı vardır. Oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir. (Âl-i İmrân/96-97)

Allah, Ka‘be'yi; o Beyt-i Harâm'ı, harâm ayı, hedyi [haccda oraya hediye olarak kesilen hayvanı] ve (kurbanlardaki) gerdanlıkları insanlar için bir ayağa kalkış kıldı. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiğini ve Allah'ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir. (Mâide/97)
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
bakara, bakara suresi, hakkı yılmaz, suresi


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 11:11 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam