hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > TASAVVUF > Tasavvuf Araştırmaları

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 30. November 2011, 05:06 PM   #21
yeşil
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Oct 2011
Mesajlar: 107
Tesekkür: 791
69 Mesajina 174 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 23
yeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud of
Standart

Ünlü sûfı-şair Camî'de (898/1492) mensubu olduğu ve savunduğu Vahdet-i Vücûd inancını bir çok şiirinde tekrar tekrar açıklar. Şu şiiri bunlardan sadece birisidir;

Arkadaş,dost, yoldaş,
Hepsi O,
Dilencinin yırtık-sökük elbisesindeki de
Krallara lâyık sırmalı kaftanlardaki de,
Hep O;
Çeşitliliğin sergilenişinde veya birliğin gizliliğinde
Vallahi hep O!
Tallahi hep O! [1]


Ibn Arabi'nin (638/1240) Vahdet-i Vücûd inancının sistemleştiricisi olduğunu belirtmiştim. O, seleflerinden aldığı bu inan*cı sistemli, başlıbaşına bir inanç sistemi haline getirdikten sonra haleflerine devreder. Bu itibarla konunun İbn Arabî merkezli in*celenmesinde yarar vardır.

İbn Arabi'nin Vahdet-i Vücûd inancı*nın doğru biçimde anlaşılabilmesi için Nazmi Efendi örneğinde olduğu gibi, hulul inancının dayanak alınması gerekmektedir. Şöyleki, O, hulul inancının saçma olduğunu ifade eder. Çünkü hulul olması için, iki ayrı varlığın (hulul eden ve kendisine hulul olunan - Allah/kâinat) bulunması gerektiğini söyler.

Halbuki ona göre mevcud (varolanlar) Bir'dir. "Hakikat budur ki, Halik, Mahlûktur ve yine hakikat budur ki, Mahlûk, Hâlık'tır. Bunların hepsi bir tek varlıktandır. Hayır belki O tek varlıktır. Ve yine O, çokluk halinde olan varlıktır."[2]

Ona göre âlem ile Allah arasında bir ayrıma gidilmesi zorunlu görülecek olursa, bu ancak zihinsel olarak yapılabilir. Yani böylesi bir ayrım şeklîdir, gerçeği yoktur. Çünkü "varlıkta ancak bir vardır. Suyun rengi kabının rengidir." [3]

O'nun Vahdet-i Vücûd inancının dayanağı olarak ünlü eseri Fûsus el-Hikem dikkate alındığında, söz konusu inancını ifade eden bazı söz ve açıklamaları şunlardır;

"Bu kitap, nefis ârzularının münezzeh ve içine fesad karışmamış olan en küdsî makamdan indirilmiştir.. .ben ancak bana ilham olunan şeyi söyledim. (s:5)

Tanrı, mahlûkuna insan ile nazar kıldı ve onlara rahmet eyledi. Şu halde O ezelî olan insan, şekliyle hadîs, zuhur ve neş'eti bakımından ebedî ve daimdir. (s: 10)

Bineanaleyh biz O'nu gördüğümüz vakit kendi nefislerimizi görürüz ve O bizi gördüğü vakit kendi nefsini görür, (s: 19)

O (yani Adem) hem Hak, hem de Halk'tır (s:25)

Hakk'ı tenzih eden kimse ya câhildir, ya edebî noksan kimsedir.. .Çünkü Hak olan Mahlûk'ların hepsinde zuhur yani belirme vardır. Şu halde bütün mefhumlarda beliren O'dur. (s: 51,52)

Sen Hakk'ın sureti ve Hakk da senin ruhun olduğu olduğu cihetle sen Hakk için cismanî bir suret gibisin. O da senin cesedinin suretini sevk ve idare eden bir ruh gibidir (s:54).
Alemin suretinden Hakk'ın ayrılması asla mümkün değildir (s: 55).

Böyle olunca her bir Mâbud'da Allah'tan başkasına ibadet olunmadı (s: 62)

Sen yere gömüldüğün vakit O'nun içindesin, O senin zarfındır (s: 66)

Vücûd âleminde ancak O vardır (s: 74).

Varlıkta O'nu gören, O'dan başkası değildir (s:75).

İnsan ve eşya isimleriyle anılan hep O'dur (s:76).

Demek oluyor ki, tabiat âlemi bir aynada beliren suretlerdir. Hayır! belki de çeşitli aynalarda görülen tek bir surettir (s:81).

Allah beni öğer, ben de O'nu. O bana kulluk eder, ben de O'na (s:94)

Hakk'ın belirmesi benim vücûdumdadır. Bunun için biz Hakk'a göre kap gibiyiz (s:95).

Ey nefsinde varlıkları yaratan! Sen halk ettiğin şeylerin hepsisin(s:105).

Bir vakit olur ki, Kul şüphesiz Rabb olur. Başka bir vakitte de iftirasız kulluk derecesine iner (s:109).

Herhangi bir mahlûkta Allah'tan şu eser vardır ve diğer mahlûkta bu şey vardır denilemez. Çünkü O ezelî varlık parçalanmayı kabul etmez (s: 111).

Sen Kul'sun ve Tanrı'sın; kulluğun kimin kulu olduğunu bildiğin içindir (s:116).

O herşeyi kaplamıştır (s: 118 ).

Zaten yolda muhakkak olarak yürüyen Hakk'tır. Bilinen de ancak O'dur. (s: 156).

Şu halde sen bir yönden düşünürsen benim sığınmam O'ndan O'nadır(s:164).

Göz O'ndan başkasına bakmaz (s:167)...

Hakikat ancak bizim bahsettiğimizdir. Buna inan ve bu meselede hâl ile bizim gibi ol (s:307)...

Bu bölüme İmam Ebû Hanife'den (150/767) bir alıntıyla baş*lamış ve insanların aynı kavramla farklı şeyler ifade edebilecekle*rini, bu nedenle kavramların bizzat kendilerinin değil, ifade et*tikleri anlamın önemli olduğunu açıklamıştık.

Tevhid hakikati*nin "Tevhid", "İslâm" isimleri altında bozulup değiştirilmesine ilişkin çok sayıda örneklerden de anlaşılmış olmalıdır ki, bazı in*sanlar söz ve yazılarında her ne kadar Allah, İslâm, Peygamber, Kur'an vs. gibi isimleri kullanırlarsa da, onların bahsettikleri bu isimlerin Resûlüllah (sav)'in bildirdiği dinin temelini oluşturan benzer isimlerle bir ilişkisi olmamıştır.

Kısacası çoğu zaman bu şahıslar, Kur'an ve Sünnet'te bildirilen aşkın (Muteal), yaratıklarının herşeyini hükmü altında bulunduran, herşeyi kontrolü, gücü, ilmi altında tutan, sürekli yoktan yaratan, kendisiyle hiç bir yaratığın bir (aynı) olmadığı ve olamayacağı Allah inancının dı*şında bir Allah'a inanmışlar, o kendi hayallerinin ürünü olan ha*yali varlıktan, Allah olarak bahsetmişlerdir.

Onların inandığı o Allah ise (haşa) yoktan yaratamayan, yaratıklarıyla ilgilenmeyen ve hatta yaratıklarıyla bir (aynı) olan hayallerinin ürünü bir var*lıktır. Bu durumun kısa ve çok güzel bir değerlendirmesi olarak yine İmam Ebû Hanife'nin (150/767) bir tesbitini dikkate almak konunun anlaşılır olması açısından yararlı olacaktır;

"Bir yahudiye kime ibadet ettiğini sorarsanız, "Allah'a ibadet ediyorum" der. Allah'ı sorduğun zaman, onu beşer şeklinde yaratılmış olan oğlu Üzeyr olduğunu söyler. Bu durumda olan kimse Allah'a iman etmiş olmaz. Eğer bir Hristiyana, kime ibadet ettiğini so*rarsanız "Allah'a ibadet ediyorum" der. Allah'ı sorduğunda, onun İsa'nın cesedinde ve Meryem'in karnında gizlenen, bir yere sığan ve giren varlık olduğunu söyler. Bu durumda bulunan kimse ise Allah'a iman etmiş olmaz. Mecusi'ye de kime ibadet etitiğini so*rarsan, o da "Allah'a ibadet ediyorum" diye cevap verir. Fakat Al*lah'ı sorduğun zaman, onun ortağı, eşi ve çocuğu bulunan bir varlık olduğunu söyler. Bu durumda olan bir kimse de, Allah'a iman etmiş olmaz. Bütün bu kimselerin Allah'ı bilmemeleri ve inkârları birdir. Vasıfları, sıfat ve ibadetleri ise çok ve değişiktir... işte böylece sen onların tavsif ve ibadet ettiklerine, ibadet etme*diğini bilirsin. Çünkü onlar üç yahut iki ilâh tavsif ediyorlar. Tav*sif ettiklerine de ibadet ediyorlar. Oysaki sen, bir olan Allah'ı tav*sif ediyorsun. O halde senin ibadet ettiğin mabudun onların iba*det ettiklerinden başkadır. Onların mabudu da senin ibadet etti*ğinden başkadır. Bunun için Kur'an'da ; "De ki, ey kâfirler.ben si*zin taptıklarınıza tapmam, siz de benim taptığıma tapmazsınız" buyurulmuştur." [4]



[1] İslâm, 184 [Prof. Dr. Fazlur Rahman, Çev. Doç. Dr. Mehmet Dağ- Doç. Dr. Mehmet Aydın, Selcuk yy. Ist. 1981]
[2] Fûsus el-Hikem, 79, [ Muhyiddin İbn Arabi, S. 324, Çev: Nuri Gençosman, MEB. Yayınları.]
[3] Fütuhat, 2/B-405 [ El-Fütuhat el-Mekkiye, İbnul Arabi,Yay. Haz; Prof. Dr. Nihat Keklik, 2 cilt, (İbn Arabinin eserinden fragmentler biçiminde hazırlanmış) İUEF. Yayınları. S. 2/A-3, 2/B-409-411]
[4] el-Alim,39

Konu yeşil tarafından (30. November 2011 Saat 06:31 PM ) değiştirilmiştir.
yeşil isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 30. November 2011, 05:07 PM   #22
yeşil
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Oct 2011
Mesajlar: 107
Tesekkür: 791
69 Mesajina 174 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 23
yeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud of
Standart

C - Ünlü VAHDET-İ VÜCÛDcular ve Meşhur Sözleri

Daha öncede belirttiğim gibi, Vahdet-i Vücûd anlayışında olanlar için kainatla, Allah bir bütün ve aynı şeydir. İslam’a göre kainatla, Allah ayrı ve tamamen farklıdır, bir birlerine benzerlikleri yoktur, ve bütün kainat Allah tarafından yoktan var edilmiş olup, İlâh’lıktan pay almamıştır, yani kainattaki hiç bir şeyde İlâh olma özelliği yoktur. İlâh olarak yalnız Allah vardır. Bunun aksini iddia etmek İslâm’a göre şirk koşmak demektir.

Kainatı yok saymakta, Allah’ın Kuran’da yaratmayla ilgili bildirdiği bütün ayetleri inkardır bu da küfrün ta kendisidir. Allah’ın kainatı yaratmış olması gerçek bir olay olup, bu durum Allah’ın tek İlâh olmasına aykırı değildir.


1-Abdülkerim el-Ciyli

Nakşibendilerin kendisinden saygı ve övgü ile söz ettikleri, Abdülkerim el-Ciyli, El-insan’ul - Kâmil, adlı kitabında aynen şunları kaydetmektedir:

“Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah’a kulluk etmişlerdir. Çünkü, Cenab-ı Hak bütün varlıkların gerçeği (yani özü ve ta kendisi) olduğuna göre-ki kâfirler de varlıkların bir bölümüdürler - öyleyse Cenâb-ı Hak onların da gerçeğidir. (Yani onların da ta kendisidir.) Tabiatıyla O’nun ayrıca bir tanrısı yoktur. Mutlak rab (yani kesin genel anlamdaki ) ilâh O’dur. Dolayısıyla kâfirler, Allah’ın bizzat kendisi oldukları için varlıklarının kaçınılmaz gereği olarak O’na tapmış oldular.”

“Bu sözleri biraz daha açmak gerekirse Abdulkerim el Ciyli aslında daha ilk cümlede şunu demek istiyor:”

“Kafirler, (yani Kur’an’a göre Allah’ı inkâr edenler, ya da O’na ortak koşanlar), Allah’ın (Haşa!) ta kendisi oldukları için öz varlıklarını inkâr edemeyeceklerinden, (sonuç olarak) O’nu da dolaylı şekilde tanımış sayılırlar.”[1]

Görüldüğü gibi, Sûfulara göre kafirler bile (Haşa!) bizzat Allah’ın kendisidirler. Ve bu sözleri bir dil sürçmesi veya eleştirilere karşı kendilerini savunma ihtiyacı hissettiklerinde söyledikleri gibi sarhoşlukla ortaya atılmış iddialar olmayıp, kabul etmiş oldukları Vahdet-i Vücûd inancının gereğidir. Ve bunu örneklendirmek suretiyle sıklıkla açık açık söylemekten de çekinmezler., örneğin :

“(Allah Teâlâ’nın Zatı da dahil) kâinatta ne varsa hepsi bir Vücûdun parçalarıdır, şeklinde özetlenebilen “Vahdet-i Vücûd” inancının üzerindeki kapalılığı büsbütün kaldıran bazı tasavvufçular. “Köpek ve domuz da ilâhımızdır.” diyecek kadar daha da ileri gitmek sûretiyle bu bu düşüncenin üzerindeki maskeyi tamamen kaldırmış ve onu bütün çıplaklığıyla ortaya koymuşlardır.”[2]

2- Şeyh Galib


Şeyh Galib’ten bir şiir :

“Ben bilmez idim gizli ayan hep sen imişsin
Tenlerde vü canlarda nihan hep sen imişsin
Senden bu cihân içre nişan ister idim ben
Ahir şunu bildim ki cihan hep sen imişsin.”[3]



3- Abdülkadir Geylâni

“Hakla hak (Allah’la, Allah ) olmak makamına eresin ki, buna mahfiyat ve fena hâli derler, büyük bir mertebedir. Allah hepimize nasip etsin...”
“Sen artık eşsiz bir cevher hâline gelmişsin..
Tekle tek, birle bir olmuşsun... Gizlinin gizlisi, sırrın sırrı oldun; yetmez mi ?..”[4]


4- Sadreddin-i Konevi

“Mutlak Hakkı müşahade edersiniz.. Ama orada ve açıktan :.”
“Sonra... Bundan şu hakikati idrâk etmiş olursunuz ki : Sufli ve ulvi mertebelerde, müşahade edilen varlık, ulvi mertebelerde müşahade edilen varlığın aynıdır.”
“Çünkü varlığın tümü o taayyün halinde olan mutlak vücududur..”
“Düşün : Ondan gayrı tek varlık yoktur.. Abadandan öte karye yoktur.”
“Hâsılı : Her şey onda ve o olur..”
“O, her bilginin aynıdır... Her sanılanın aynıdır...Her anlaşılanın aynıdır...”
“Ve O: Her itikad sahibinin ve itikad edilen şeyin aynıdır...)
“Zira, her şeyde vücud birdir...”[5]


5- Muhyiddin ibn Arabi

“Apaçık görünen şeylerle Tanrıya varılamadığı için peygamberler Hakkın temsilcileridir.”
“Hayır yanlış söyledim; temsil edenle temsil edileni iki sanırsın güzel değil çirkin bir zan olur bu.”
“Surete taptıkça iki görünür sana, suretten kurtulanın gözünde bir olur.”
“Mutlak Varlık fiil köküne benzetilirse âlem bütünüyle masdardan türemiş kipler, zamanlar ve isimlerdir.”
“Türemiş örnekler zinciri nasıl fiil kökünden uzak olmazsa baktığın her şey de Hakk’tır.” [6]


Ebû Yezid el-Bistami hakkında aktardığı rivayetlerden :

“... Ebû Yezid el-Bistami’nin zamanında, adamın biriyle karşılaşanlar ona dedi ki :
- Ebû Yezid’i (hiç) gördün mü ? O da :
- Ben (rûyada) Allah-ı gördüm ve O, Ebû Yezid’i görmekten beni müstağni kıldı dedi. Adam da ona dedi ki:
- Şayet Ebû Yezid’i bir defa görseydin, bu senin için Allah’ı bin defa görmekten daha iyi olurdu.”
“<<... Ben Allah’ım ( = Ene’ Allâh.. ) >>“
“... Ebû Yezid el - Bistami, bir kâri (okuyan) tarafından (Kuran 85/12’ deki) << Muhakkak Rabbinin kıskıvrak tutup yakalayışı (batş) pek çetindir.>> (âyetinin) okunduğunu işitince :”
“ - Benim kıskıvrak yakalayışım (bundan) daha çetindir diyordu. (çünkü) onun hâli, Allah için konuşanların hâliydi...”[7]

Muhyiddin İbn el-arabinin diğer bazı meşhur sözleri de şunlardır :

“ -Sübhâne min ezheru’l - eşyâi ve hüve aynühâ”[8]
Manası: Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, eşyadan en parlak şekilde görünür ve O, O’nun aynıdır.

“ - İnne vücudu’l - hâdisati’l - mahlukat hüve aynı vücudu’l - hâlik”[9]
Manası : Şüphesiz yaratıkların sonradan olma varlığı. Yaratıcının varlığının aynıdır. Yaratıcının Vücuduyla, yaratıkların vücudu arasında fark yoktur.

“ - İzâ kâne’l - ârifu arifen hakikaten lem yetekayyüd bi-Mu’tekıd.” [10]
Manası : Hakk’ı tanıyan kişi gerçekten tanıdığı zaman itikad sahibinin itikadıyla bağlanmaz. Yani; Hiçbir dine veya inanca bağlı olmaz, onun için iyi ve kötü; doğru ve yanlış; İman ve küfür ayırımı yoktur; hepsi bir ve aynı şeydir.

“El - abdü rabbin ver - rabbü abdün / Ya leyte şiiri mine’l - mükellef...” [11]
Manası : Kul Allah’tır, Allah’ta kuldur. / Ya mükellef olan kimdir ? Yani mükellef diye bir şey yoktur, dolayısıyla din diye bir şey yoktur.

- Ene’l - furkan ve’s - seb’ül - mesâni / Ve ruhu’r - ruh la ruhu’l - evâni. [12]
Manası : Furkan yani Kur’an benim ve Kur’an-da bahsi geçen yedi çift benim. ( bununla Fatiha sûresini kastediyor), ve ruhun ruhuyyum, kalıpların ruhu değil, diyor.

Muhyiddin-i Arabi’nin bütün bu ve bunlar gibi sözleri, Kuran’a göre açık bir şekilde şirk ve küfür olan sözlerdir. Öyle ki, bu gibi sözler. Firavun’un şirk ve küfür olan sözlerini dahi aşmaktadır. Zira, Firavun, kendisinin Allah olduğunu iddia etmişti, Muhyiddin-i Arabi ise her şeye Allah demektedir. Bütün Vahdet-i Vücûd’çuların durumu bundan farklı değildir. Tasavvufun kökü temeli budur dense noksan olur, zira tamamı odur.


6- Bayezid-i Bestami

“Kendimi (noksanlıklardan) tenzih ederim, şanım ne de yücedir !”
“Eşyanın ta kendisi olduğu halde eşyayı izhâr eden Allah’ı tenzih ve tesbih ederim.”
“Doğrusu sonradan meydana gelen mahlûkatın vücudu, Yaradanın vücudunun aynıdır.”
“Kul Rab’dir; Rab de kuldur. Keşke bilseydim mükellef olan kimdir ?”
“Bayezid-i Bestemi (K.S.) Hazretlerine sorulmuş :
- Hakk’ı bilmenin manası nedir ?
Cevap vermiş :
<< Hiçbir Hak yok, mutlaka ben oyum! >> “[13]



7- Mevlana Celaleddin Rumî

“Rûh yeki dân u ten keste aded sedhezâr
Hemçü ki bâdâmhâ der sıfat-ı revani
Çend lügat der cihan cumlei mani yeki
Ab yeki kest çün hâbiyeha bişkeni”
[14]


Şunu iddia ediyor:
“Canı bir bil, bedendir sayıda yüz binlerce görünen; hani bademler gibi, hepsinde aynı yağ var. Dünyada nice diller var; anlam bakımından hepsi de bir; kırdın mı, su, bir olur-gider” “derken de gelen-giden bütün bedenlerdeki canların birliğini, bir tek can, bir tek varlık bulunduğunu söylemekte, bedenleri, tek canın, görünüşte ki çokluğu olarak belirtmekte, âdetâ bir can-beden, ruh-ten, anlam-madde birliği yapmaktadır.” [15]

“Bir işin yapılmasını söylediği zaman Şeyh Muhammed Hâdim, İnşaallah deyince Mevlânâ bağırıyor. A aptal, ya söyleyen kim ? (39.b) Fakat bu Tanrılığı kendisine hasretmiyor. Onca herkes O’dur ve insan insanlığını anlayınca O, olur.” [16]

“Sabah oldu, ey sabahın penehı Tanrı ! (Ben özür serdedemiyorum), bize hizmet eden Husâmeddin’den sen özür dile!”
“Akl-Küll’ün ve canın özür diliyeni sensin;
canların canı, mercanın parıltısı sensin.”
“Sabahın nuru parladı, bize de bu sabah çağında senin Mansur şarabını içmekteyiz.” [17]


Mevlâna bu sözleriyle, ben Allah’ım diyen Hallacı Mansur gibi sabaha kadar Vahdet-i Vücûd’çuluk yaptığını söylemekte bununla da (haşa) “sen Husameddin’den özür dile” demek suretiyle Allah’a minnet etmektedir.

“Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkek te kadında söze ve vasfa sığmaz ruh!
Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler de aradan kalkınca kalan yalnız sensin.
Kendi kendinle huzur tavlasını oynamak için bu “ben” ve “biz”i vücuda getirdin.
Bu suretle “ben” ve “sen”ler, umumiyetle bir can haline gelirler, sonun da sevgiliye mustağrak olurlar. [18]


Burada da, dediğine göre, Allah, kendi kendisiyle oyun oymak için, kedisinden bir parça olarak öbür yaratıkları meydana getirmiş.
Böylece iyi ve kötü, doğru ve yanlış diye bir şey olmadığını, oynananın sadece karşı rakipler olmadığından , ciddiyeti olmayan bir oyun olduğunu söylemekte, dolayısıyla da Sûfizmin bu husustaki temel düşüncesini vurgulamaya çalışıyor. Hatta mesnevinin 2467-2468. Beyitlerinde Firavun’a, Musa demekle, Musa ile Firavunun aynı şahıs olduğunu, dolayısıyla küfür ile İmanın aynı şey olduğunu söylüyor. Şöyle ki:

“Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Mûsa, öbür Mûsa ile savaşa düştü.
Renksizlik âlemine ulaşırsan Mûsa ile Firavun’un karıştığı âleme erişirsin.”[19]


Hatta oynanan bu oyunda taraf tutulmak istenirse, Firavunun tarafının tutulması gerektiğini zira haksız olanın Musâ olduğunu söylüyor. Şöyle ki :
“Bu işler, kovalayanı yanıltmak için ata çakılan ters nallardır; ey sâf kişi! Firavun’un Musâ’dan nefretini, sen Musâ’dan bil!” [20]

Sûfizm zihniyeti dikkate alındığında, Mevlânâ’nın ne demek istediği ve Kuran’dan ne kadar uzak olduğu net olarak anlaşılır. Öbür Sûfistlerin durumu da Mevlânâ’dan farklı değildir.


[1] (Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, ekin yayınları 1996 Yazan Ferit Aydın, sayfa 107).

[2] (Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, ekin yayınları 1996 Yazan Ferit Aydın, sayfa 352).

[3] (Mahir iz, Tasavvuf, sayfa 29. Kitabevi 1990).

[4] (Fütûh’ül - Gayb. Bahar Yayınları 1983, Yedinci Baskı, çeviren, Abdulkadir Akçiçek, sayfa 17 - 37 den alıntılar.)
[5] (Hadis-i Erbain, Tasavvuf, Rahmet Yayınları - 1970, Sadreddin-i Kunevi, Çeviren, Abdulkadir Akçiçek, sayfa 26 - 36 - 69 - 72 den alıntılar.)

[6] (Nakş El - Füsus Şerhi, Ribat Yayınları 1981, Muhyiddin ibn el-arabi, şerheden, İsmail Ankaravi, Hazırlayan İlhan Kutluer, sayfa, 12 - 14 - 15 den alıntılar).

[7] ( El - Futâhat El - Mekkiye, Kültür Bakanlığı - 1184. B.1990, Muhyiddin İbn’ül Arabi, Çevr. Prof. Dr. Nihat Keklik, sayfa, 97, 225, 226, 227, 405. Den. )
[8] (İslâm Tasavvuf Tarihi, Akabe Yayınları 1985 Mehmed Ali Ayni, sadeleştiren H.R. Yananlı Sayfa 21).
[9] (Yukr. Adı geçen eser, s.21) [10] (Yukr. Adı geçen eser, s.21)
[11] (Yukr. Adı geçen eser, s.21) [12] (Yukr. Adı geçen eser, s.21)
[13] ( Bayazidi Bestami ve İslam Tasavvufunun özü, Celal Yıldırım, Demir Kitabevi, Aralık 1978 baskısı, sayfa 18- 239 dan, alıntılar ).
[14] (Mevlânâ Celâleddin, İnkılâb Kitabevi, İstanbul 1985, Dördüncü Basım. Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa 182.)
[15] (Mevlânâ Celâleddin, İnkılâb Kitabevi, İstanbul 1985, Dördüncü Basım. Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa 182.)
[16] (Mevlânâ Celâleddin, Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa 196.)
[17] ( Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi. Mevlâna, M.E.G.S.B. Yayınları, İstanbul 1988 çeviren Veled İzbudak. Cilt 1. Sayfa 144 Bent 1807-8-9. ).
[18] ( Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi. Mevlâna, Cilt 1. Sayfa 143 Bent 1785-1786-1788. ).
[19] ( Mesnevi. Mevlâna, Cilt 1. Sayfa 198 Bent 2467-2468. ).
[20] ( Mesnevi. Mevlâna, Cilt 1. Sayfa 199 Bent 2481. ).

Konu yeşil tarafından (30. November 2011 Saat 06:43 PM ) değiştirilmiştir.
yeşil isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 30. November 2011, 05:08 PM   #23
yeşil
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Oct 2011
Mesajlar: 107
Tesekkür: 791
69 Mesajina 174 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 23
yeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud of
Standart

8- Yunus Emre

“Dutulmadı Yûnus canı geçtdi tamudan uçmağı
Yola düşüp dosta gider ol aslına uyukmağa” [1]


Yunus Emre bu sözleriyle Cennet ve Cehennemle ilgilenmediğini, aslı olduğuna inandığı Allah’ta batmak yani fenafillah olduğunu söylüyor. Zira ona göre hem kendisinin hem de herkesin aslı Allah’tır. Allah olduğuna inanan bir kimsenin cennet ve cehennem umurunda olmaz, onda böylece diğer sûfistler gibi bu inancını dile getirmiş oluyor. Bir kimse Kuran’a dolayısıyla İslam Dinine inanmaya bilir, kendisine ait inançları da olabilir, fakat bunları İslami değerleri küçümsemek suretiyle dile getirmesi hiç hoş değildir.
Kendisinin ve herkesin İlah olduğu konusunda şöyle diyor.

“Yûnus’dur eşkere nihan Hak toludur iki cihan
Gelsün berü dosta giden hûr u kusûr burak nedür”
“Ol bi - nişandur cihandan ne diyelim dölümüz andan
Ol âlem-i deyyân zat her zât içinde zât olur.” [2]


Bu sözleriyle, dünya ve ahiretin Allah’la dolu olduğunu yani Allah’tan ibaret olduğunu, bu yapı içerisinde, cennetteki hûriler, köşkler ve burakların anlamsız birer hiç olduğunu söylüyor.
Bu sözlerinin Kuran’a göre yanlış olduğunu söylemek isteyenlere, İlim diye söylenen sözlerle Kuran’ın manasız bir gözbağı olduğunu, asıl kitabın Aşk kitabı olduğunu, dolayısıyla Kuran’ın onu ilgilendirmediğini ifade ediyor.
Şöyle ki :

“İlim hod göz hicâbıdur dünya ahret hisâbıdur
Kitab hod ışk kitabıdur bu okunan varak nedür.” [3]


Bu gibi sözleriyle ne demek istediğini anlamak için kendisinden nişan (işaret) isteyenlerin. Hallâc-ı Mansur zihniyetini ölçü almalarını şu beyitleriyle söylüyor:

“Bunda beli diyen kişi andâ tamâm olur işi.
Bizden nişân isteyene ol Hallâc-ı Mansûr nedür.”[4]

“Sen seni bırak dost yüzine sensüz bak
Mansur’layın “ene’l - Hak” dahı sebükbar gerek.” [5]

“Bin yıl toprakda yatursam ben komayam “ene’l - Hakk’ı”
Ne vakt gerek olurısa ışk nefesin urıgelem” [6]

“Yunus’a kadeh sunan “ene’l - Hak” demin uran
Bir cur’a sundu bana içdüm ayılamazam”. [7]

“Bizim meclis mestlerinin demleri “ene’l - Hak” olur
Bin Hallâc-ı Mansur gibi en kemine divanesi.” [8]


Diyor ki : “Bizim meclislerimizin her an konusu Allah olduğumuzu söylemektir, bizim zayıfımız bu konuda bin Hallâc-ı Mansur gibidir.”

Hani, Mevlânâ bütün kainatta meydana gelen olayların aslında, Allah’ın kendi kendisiyle huzur tavlası oynamasından ibaret olduğunu söylemişti. İş böyle olunca, emr edende emr edilende, iman edenle, iman etmeyen, iyi ile kötü hepsi bir olmuş olurlar. Sûfizmin bu zihniyetine inanan ve kendisini Allah sanan Yunus Emre bu inancını şu sözlerle anlatmaya çalışıyor.

“Tangrı kadim kul kadim ayrulmadum bir adım
Gör kul kim Tangrı kimdür anla iy sâhip-Kabûl
“Bize birlik sarâyın toğru beşâret ayın
Geç ikilik fikrinden kağıl benliği yâ kul.” [9]


“Nemrûd adın İbrahim’e ben bağ u bostan eyledim
Küfür yüzinden toğuban gine odu yakan benem.”
“Ol Hallâc-ı Mansur’ıla söyleridüm “ene’l-Hakk’ı”
Benem gine onun boynuna dar uryanın dakan benem.” [10]


“Cercis olup basıldum Mansur oldum asıldum.
Hallâc panbuğu gibi bunda atılup geldüm.”
“Zekeryâ oldum kaçdum irdüm ağaca geçdüm.
Kanum dört yana saçıp depem deldirüp geldim”
“Yolumuz Sübhânıdı peygamberler cânıdı
Yûnus hod pinhânıdı Sûret değşirüp geldüm.” [11]


“Gah hâlis gâh muhlis olam us Fûrkan’ıla
Gâh Rahmânu’r-rahim yâ Hayyu yâ Mennan olam.” [12]


Anlattığı şeyler, İlâh’lıkta halden hale geçerek tam bir huzur tavlası oynamak, iddiasındadır. Ve bunlar gibi daha bir çok sözler. Bu sözleri yalnız Yunus Emre söylemiyor, örneğin Abdulkadir Geylani’nin de tarikatça kendisine ait olduğu kabul edilmiş benzer sözleri var.

9- Abdulkadir Geylani

“İbrahim ateşe atılınca onunla beraber idim.
Ateş ancak benim duam ile soğuyup yakmaz oldu.
İsmâil’e bedel getirilen koç ile beraber idim.
Koçlar ancak benim gönül cömertliğimle indi.
Yakub’un gözü kapanıp kör olduğunda anunla beraber dim.
Yakub’un gözleri ancak benim nefesimle iyileşip şifâ buldu !
Yüceye çıkarken İdris ile beraber idim, Onu Firdevs’e en güzel CENNETİME oturttum !
Musâ Rabbine munacaat ederken beraberinde idim,
Musâ’nın asa’sı benim asamdan meded gördü !” [13]


Sûfistlerin en ısrarlı söyledikleri şeylerden bir tanesi birer Hallac-ı Mansur örneği olduklarını söylemeleridir. Onlarca “Enel Hak” yani ben Allah’ım diyen Hallac-ı Mansur vazgeçilmez bir semboldür.
Hallac-ı Mansur mantığıyla sözler söylediler, yazılar yazdılar; şiirler söyleyip onlara kafiyeler dizdiler. Bütün bunlara biri çıkıp ta samimi olarak dil sürçmesidir sarhoşluktur diyemez, zira söylenen bu sözler böyle bir müdafaa kalıbına sığmaz, binlerce küfür söz iddia ettikleri gibi olsaydı kitaplara geçirilip belgelenmezdi. Onları bu şekilde müdafaa edenler; kendileri de ya sûfist’tir, yada sûfistlere zihnen av olmuş mürittir. Zira bütün bunlar sûfizim sisteminden başka bir şey değildir. Bilerek ve isteyerek kaleme alınmışlardır.
Yunusun, Allah’lık iddiasıyla kaleme alınmış aşağıdaki menzum sözlerine aklı başında olup ta, kim kasıtsız ve amaçsızdır diyebilir:

“Ol kadir-i kün feyekûn lutf idici Rahman benem
Kısmedin rızkını viren cümlelere sultân benem
Nutfeden âdem yaratan yumurtadan kuş düreden
Kudret dilüni söyleyen zikr eyleyen sübyan benem

Kimini zâhid eyleyen kimini fâsık eyleyen
Ayıblarını örtüci ol delil ü bürhân benem
Bir kulına atlar virüs avrat u mal çiftler virüs
Hem yok birinün bir pulı Rahim ü Rahmân benem

Benem ebed benem beka ol Kadir-i Hay-mutlak’a
Hızır olan yarın sakka anı kılan gurân benem
Dört dürlü nesneden hâsıl bilün benemüşde delil
Odıla su toprag u yil; bünyad kılan Yezdân benem

Ete deri sünük çatan ten perdelerini dutan
Kudret işim çokdur benüm hem zâhir ü ayân benem
Hem bâtınam hem zahirem hem evvelem hem âhıram
Hem ben ol’am hem ol ben’em hem ol kerim ü han benem

Yoktur arada tercümân andacı iş bana ayân
Oldur bana viren lizân ol denize ummân benem
Bu yiri gök’ yaradan bu arş,u kursi; durduran
Bin bir adı vardur Yûnus ol sâhib-i Kur’an, benem.”[14]


[1] (Yunus Emre Divânı, Kültür Bakanlığı Yayınları Seri.380 - B. 1989, Hazırlayan Prof. Dr. Faruk K. Timurtaş, sayfa 1.)
[2] (Yunus Emre Divânı, Kültür Bakanlığı Yayınları Seri.380 - B. 1989, Hazırlayan Prof. Dr. Faruk K. Timurtaş, sayfa 25-35 den.)
[3] (Yunus Emre Divânı, sayfa 25. )
[4] (Yunus Emre Divânı, sayfa 37. )
[5] (Yunus Emre Divânı, sayfa 73. )
[6] (Yunus Emre Divânı, sayfa 101. )
[7] (Yunus Emre Divânı, sayfa 103. )
[8] (Yunus Emre Divânı, sayfa 226. )
[9] (Yunus Emre Divânı, sayfa 81. )
[10] (Yunus Emre Divânı, sayfa 102. )
[11] (Yunus Emre Divânı, sayfa 107. )
[12] (Yunus Emre Divânı, sayfa 113. )
[13] ( Füyûzât-ı Rabbâniyye, Şeyh Abdülkadir Geylâni, Çeviren Celâl Yıldırım, sayfa 74. Bedir Yayınevi 1975 ).
[14] (Başlangıçtan Günümüze Tasavvuf, Timaş Yayınları-1996, Doç Dr.Ahmet Kırkkılıç, sayfa 184-185 ).

Konu yeşil tarafından (2. December 2011 Saat 07:45 PM ) değiştirilmiştir.
yeşil isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 30. November 2011, 05:09 PM   #24
yeşil
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Oct 2011
Mesajlar: 107
Tesekkür: 791
69 Mesajina 174 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 23
yeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud of
Standart

10- Seyyid Nesimi

“Vahdet-i Vücûd nazariyesinde “Lâ ilâhe illallah” lafzı “Lâ - mevcûde illallah. Allah’tan başka varlık yoktur” şeklinde ifade edilir. Buna göre her şey onun çeşitli şekillerde tecellisidir, hatta daha ileri bir söyleyişle ondan bir cüzdür.”

“O mâşuk ile âşık oldı bir zât
Mahf oldı vücûd-ı nefy isbât
Her katre muhit-i âzam oldı
Her zerre Mesih-i Meryem oldı

Mescûd ile sâc id oldı vâhid
Mescûd-ı hakiki oldı sâc id
Gayr oldu helâk-ü ‘vech’ kaldı
Bahr oldu şu kim bahre daldı

Ref’ oldı hicâb-ı mâ-sivâ’llah
El kudretü vel - bekaü li’llâh
Sırr-ı ezel oldı âşkârâ
Arif nice eylesün müdârâ

Külli yer ve gök Hak oldı mutlak
Söyler def ü çeng ü ney “Ene’l - Hak” [1]


Nesimi, şiirde Vahdet-i Vücûd’çuluk yaparak her şeyin “Ene’l - Hak” dediğini söylemektedir. Örneğin : Secde edenle, secde edilenin, sevenle, sevilenin bir olduğunu. Yer ve gök’ün mutlak olarak Hak yani Allah olduklarını, def, çeng, ney’in de Ene’l - Hak söylediklerini söylemektedir.

11- Sadrettin-i Konevi

Sadrettin-i Konevi’den, bir hadisi tefsiri :

“Şimdi işin sonuna geliyoruz...
Bütün bu işlerden sonra.. Olacakları ondan duymaya çalışacağız.
Yüce Allah, bize şu manayı anlatmak istiyor
- .. Ve sen baki kalırsın.. Ama, sensiz olarak..
Ve.. Sen, ben olursun.
Sonra.. Ben, sen olurum.. Sen dahi bensin..
Hasılı : Her şey onda ve O olur..” [2]


12- Niyazi-i Mısri

Halveti terikatinin Mısriyye kolunun kurucusu olan Niyaz-i Mısri 1105 tarihinde Limni adasında ölmüştür. Onun beğendiği önder Hallac-ı Mansur’dur.

“Esselâ dâr-ı Enel - Hak’da bugün Mansur olup
Can u başından geçen serdâr’ı aşka esselâ.” [3]


Bu şiirde Hallac-ı Mansur gibi ilâhlık iddia edip, bu yolda canını vermeyi göze alanlara övgü ve yardım çağrısında bulunuyor. Vahdet-i Vücûd iddiasıyla ilgili, diğer sözlerinden örnekler verebiliriz, Şöyle ki :

“Hak yüzü insan yüzünden görünür
Zât-ı Rahman şeklin insân eylemiş.” [4]

“İsteyü git âlemi
Ademde bul âdemi
Sırr-ı nefahtü demi
Nefsidürür kâmilin” [5]



Daha önceki sofistlerden verdiğim örnekler gibi, Mevlana’nın Allah kendi kendisiyle huzur tavlası oynuyor iddiasını, Niyazi Mısri şu sözlerle ifade ediyor :

“Ân-ı dâimdir hakikat güneşi
Ol ânım ben gitmezem ben gelmezem

Meryem içre ben doğurdum bir gulam
Hem bugün de bir gülüm kim solmazam

Ben doğurdum atasız hem İsa’yı hem
İttisalim var ana ayrılmazam

Sanma kim Mehdi benim Mehdi odur
Adı Yahya’dır anın yanılmazam

Vasıtasız esmâ-i hüsnâ cümleten
Bu sözü isbata âciz kalmazam

Sır ile bana içimden söylenir
Mısriyâ ben doğmazam ben ölmezem.”
[6]



13- Hacı Reşid Paşa

Hacı Reşid Paşa’nın, Tasavvuf isimli kitabından :

“Eyle iska-ı izâfat hüviyet birdir
Nazar-ı ehl-i hakikatte hakikat birdir
Vahdet asârıdır eşyadaki renk-i kesret
Hakşinasana göre vahdet ve kesret birdir.” [7]



14- İbnu’l-Fâraz

Daha öncede belirttiğimiz gibi, sûfistlerin Allah’ı seviyoruz sözüyle kastettikleri, aslında kendilerini sevmeleridir. Zira, onlara göre, Allah ile kendileri birdirler ve İbadet ile sevgiyi özellikle kendilerine tahsis ederler. Bu manada olmak üzere İbnu’l-Fâraz’ın, “Nazmu’s - Sülûk” diye isimlendirdiği kasidesinden şu örneği verebiliriz :

“Makamda kıldığım namazlar onadır
Ve şahit oluyorum ki o da bana namaz kılıyor.her ikimiz de namaz kılan’bir’iz;
Secde etmekle kendi hakikatı. Her secdede ‘bir’ olarak
Bana namaz kılan, benden başkası değil.
Her sevdede namazım da, benden başkasına değil
Ben O’yum, O da ben;
Ayrılık yok aramızda. Aksine zâtım, zâtımı sevdi.
Benden bana elçi olarak gönderildim.
Zâtım, âyetlerimle bana delâlet etti. [8]


Görüldüğü gibi,sevmesi ve ibadeti kendi kendisinedir.
Sûfistlerin Vahdet-i Vücûd iddiasıyla ilgili olarak, daha birçok örnekler vermek mümkündür. Örnekleri çoğaltmak verdiğimiz örneklerin benzer bir tekrarından ibaret olacağı için, konuyu daha da örneklendirmeğe gerek yoktur. Fakat şu anlaşılmalıdır ki, Sûfistlerin en temel iddiaları ve tasavvufun yapı olarak tamamı Vahdet-i Vücûd iddiasıdır. Ve bu iddia Kuran’ın öğrettiği Allah’ı tevhid etme, yani Tek bir ilâh olarak kabul etme anlayışına tamamen zıt bir iddiadır.


[1] (Başlangıçtan Günümüze Tasavvuf, Timaş Yayınları-1996, Doç Dr.Ahmet Kırkkılıç, sayfa 210 ).
[2] (Hadis-i Erbain, Tasavvuf Sadreddin-i Kunevi Rahmet Yayınları - 1970 Baskısı sayfalar 35-36 )
[3] (Tam ve Mükemmel Niyaz-i Mısri Divanı, Sağlam Kitabevi 1976 sayfa 23. )
[4] (Tam ve Mükemmel Niyaz-i Mısri Divanı, Sağlam Kitabevi 1976 sayfa 111. )
[5] ( Yukarda adı geçen eser, sayfa 127 )
[6] (Tam ve Mükemmel Niyaz-i Mısri Divanı, Sağlam Kitabevi 1976 sayfa 167 ).
[7] Hacı Reşid Paşa, Tasavvuf, Tarikatler Silsilesi ve İslâm Ahlak-ı, Salâh Bilici Kitabevi 1965, sayfa 60).
[8] ( İbn Teymiyye Külliyatı C.2, Tevhid Yayınları 1987, sayfa 356. )

Konu yeşil tarafından (11. December 2011 Saat 04:29 PM ) değiştirilmiştir.
yeşil isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 30. November 2011, 05:10 PM   #25
yeşil
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Oct 2011
Mesajlar: 107
Tesekkür: 791
69 Mesajina 174 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 23
yeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud of
Standart

5 - VAHDET-İ VÜCUD KÜFÜR MÜ ?

Yukarıda örneklerini verdiğimiz ifadelerden açıkça anlaşılmalıdır ki; vahdet-i vücud inancına sahip sûfilerce, var olan herşey, Allah'ın bir parçasıdır, O'nun zahiri görüntüsüdür ve hatta ta kendisidir. Sözde zikir meclislerinin vazgeçilmez nakaratı 'la mevcuda illallah' sözü bunun en açık ifadesidir.

Bu söz Kur'an'ı yalanlayan bir sözdür. Kur'an,

"O gökleri ve yeri yoktan yaratandır... O'nun benzeri hiçbirşey yoktur" 42/11

diyerek, kendisinin yaratan ve kendi dışındaki herşeyin yaratılmış olduğunu, üstelik bunların hiçbirinin kendisine benzer olmadığını belirtir. Esasen Kur'an'ın temel mesajı Hâlîk ile mahlukun vasıf ve ilişkilerini, duyurmak ve belirlemek değil midir?

Vahdet-i vücud, kendi parçalarından bir kısmını lanetleyen, cehennemde yakarak cezalandıran, hakaret eden bir ilah anlayışı getirir .

Vahdet-i vücud, gayta'tan şeytan'a, lağım faresinden -Ebu-Leheb'e, solucan'dan-Firavn'a, bir fahişeden-homoseksüele kadar herşeyin İlah olduğunu iddia etmektir.

Mevlâna ve Şems arasında geçtiği söylenen hadisede de görüldüğü gibi, Vahdet-i vücud, kadın kılığına giren Tanrı ile seviştiğini iddia etmektir. Ne gariptir ki; Allah'a söverek nara atan sarhoş bir sokak serserisini, öldürmeye-dövmeye kalkan sûfî, Şems ile Mevlana arasında geçtiği söylenen şu hadiseyi kutsar veya sessiz kalır:

"Mevlana Şemsin yanına girdi. Şems şahane bir çadırda oturmuş Kimya Hatun ile oynaşıyordu. Mevlana dışarı çıktı. Bu karı koca oynaşmalarına mani olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra Şems (Mevlâna'ya) içeri gel diye seslendi. Mevlana içeri girdiğinde Şems'ten başkasını görmedi. Kimya nereye gitti? dedi. Şems 'Yüce Tanrı beni o kadar severki, istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya Hatun şeklinde geldi' buyurdu. [1]

Şeyhül Ekber(!) İbni Arabi de "Allah'ın kadında müşahade edilmesi en büyük ve en mükemmeldir." demiştir.

İmam Rabbani'nin Mektubatında, "Allah Teala'nın ismi zahiri o kadar çok tecelli ettiki, herşeyde ayrı ayrı göründü, hatta kadın şeklinde, onların organları halinde ayrı ayrı zahir oldu"[2].

Vahdet-i vücud; Allah'tan başka herşeye tapmayı meşru gören, hatta emreden bir dindir.

Bu konuda Abdulkerim el-Cîlî şöyle diyor: "Zatı itibariyle yüce olan Hakk'ın açığa çıktığı her varlığa tapmak gerekir"[3].

Beyazid-i Bistamî de: Allah'tan Allah'a çıktım. Nihayet ben de 'Ey ben sen olan' diye seslendi...
Çadırımı arşın yanına kurdum... Allah'ım! Senin bana itaatin, benim sana itaatimden daha büyüktür... Allah'a yemin ederim ki, sancağım Muhammed'in sancağından daha büyüktür. Nurdan olan sancağımın altında cinler, insanlar ve peygamberler bulunmaktadır.... Beni bir defa görmen, Rabbini bin defa görmenden daha hayırlıdır... Öyle bir denize daldım ki, peygamberler onun sahilinde kalmıştır" [4]
diyerek, Allah'tan itaat bekleyen, Allah'tan daha hayırlı ve yüce olduğunu ifade eden şizofrenler'in dinidir tasavvuf.[5]

Şimdi soruyorum; hangi akıl hâlâ bu sözlerin teviline yeltenebilir? hangi insaf sahibi; bu sözlerin teşbih olduğunu iddia edebilir? Hangi iman sahibi; bu sözlerin küfür olmadığını söyleyebilir?

Bu sözlerin gizli ve ince bir mânası vardır, bu yüzden batinî anlamları önemlidir." diyerek savunanlara, muhterem Bahaeddin Bilhan Hoca şöyle derdi (25 yıl önce):

"Birisi kalkıp anamıza, hanımınıza sövse; sonra da sizi yatıştırmak için; 'aman efendim yanlış anladınız. Bu sözlerin batinî mânâsı, -anneniz nasıl, hanımınız afiyettedir inşaallah... Annenizin ellerinden öpüyor, hanımınıza hürmetlerimi sunuyorum..- demektir.-' dese ikna olur musunuz? Diye sorardı. Bunların sözlerinin hangi birini tevil edeceksiniz, hangi birini teşbih sayacaksınız ki?"

Bu saçmalıkları savunmakta güçlük çeken sûfî takımı, bu defa da 'bu sözler şathiyyattır... Sekir halinde söylenmiş sözlerdir.' bu yüzden sahipleri mazurdur." diyorlar. İyi de bu adamlar hiç mi ayık gezmemiş, kitapları sarhoş sözleriyle dolu. Hem bunlar sarhoş da, size ne oluyor? Sarhoşları savunmak size mi kaldı?

Evet, eğer bu sözler küfür değilse, küfür ve şirk denebilecek birtek söz ve davranış bulmak mümkün değildir. Bunlar küfür değilse küfür ne? Ben Allah'ım diyen, beni görmen Rabbini görmenden bin kere daha hayırlıdır' diyen, 'Kadın kılığına giren Tanrı'yla sevişiyorum' diyen biri küfretmiyor da ne halt ediyor?

Anlaşılması güç bir durum da, müslüman entellektüellerin büyük bir bölümünde sufizm'in izlerine rastlanıyor olmasıdır. Dünya işleri olarak özetlenebilecek işlerde, son derece yetkin ve etkin oldukları halde, ne hikmetse, din işlerinde çoğu kez kendilerine, ümmi ve pek de akıllı olmayan bir Ruhban edinmektedirler. Bu izahı zor bir çelişkidir.

Okur-yazar ve sanatçı kesimin, ümmi ve az düşünen kişileri mürşit edinmeleri ya dinlerine, dünyaları kadar önem vermediklerinin ya da din ve dünya işlerinin sosyal alanda bile ayrılmazlığını iddia etmelerine rağmen, bireylerin bile laik olabileceği düşüncesinden mi kaynaklanmaktadır?

Yoksa Aydın Müslümanlar'ın (!) büyük bir kesiminde izlerine rastlanan tasavvufî temayül bir fantezi düşkünlüğü veya sahte bir tevazuun eseri mi sayılmalıdır?



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Ahmet Eflaki. Menakibul Arifin - 11/56/57. Haksöz Dergisi, Nisan 93
[2] İmam Rabbani, Mektubat Terc. 1. Mektup
[3] Haksöz Dergisi, Nisan 93.
[4] Feridun Atlar, Tezkiretül Evliya 1/160.
[5] (Zavallı Evrenosoğlu, herkesin ilahlık iddiasında bulunduğu bir mekânda büyük bir tevazu göstererek peygamberliğe razı olmuş, çok mu?)
yeşil isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 30. November 2011, 05:11 PM   #26
yeşil
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Oct 2011
Mesajlar: 107
Tesekkür: 791
69 Mesajina 174 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 23
yeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud of
Standart

6 - TASAVVUF'TA "YAZDIRILMA" MOTİFİ [1]
Allahü teala şöyle buyurur:
اَلاَ لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهِۤ اَوْلِيۤاءَ مَا نَعْبُدُهُمْ اِلاَّ لِيُقَرِّبُونۤا اِلٰى اللَّهِ زُلْفٰى اِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فِي مَا هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ اِنَّ اللَّهَ لاَ يَهْدِي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ (3)
Haberin olsun, halis din yalnızca Allah’ ındır. O’ndan başkalarını evliyalar edinerek “Biz bunlara yalnız bizi daha fazla Allah’a yaklaştırmaları için kulluk ediyoruz.” diyenlere gelince, Allah tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmünü verecektir. Şu bir gerçek ki Allah yalancı, inkarcı kişiyi doğru yola iletmez. (39 Zümer 3 )
İslam'ın tevhid inancına "paralel bir din" olarak geliştirilen ve Budist, Maniheist, Hind-Iran mistik kültürü, Mailen Gnostik ve Neoplatonik felsefesi ve Yahudi ve Hristiyan mistik geleneklerinin sentezinden başka bir şey olmayan Tasavvufun bilgi kaynağı keşif, ilham ve rüyaya dayanır. Buradaki İlham kesinlikle, peygamberlere gelen vahiyden başka bir şey değildir! Ünlü mutasavvıfların hemen hemen hepsi kitaplarını/yazılarını kendilerinin yazmadıklarını, onlara yazdırıldığım, yukarıdan (Tanrı'dan) aldıklarını iddia etmişlerdir.

Bu iddiada bulunurken her biri değişik ilham/vahiy tasvirleri yapmış olsalar da özde hep aynıdır: Kendileri sadece, onlara gelen vahyin mütercimidirler! Tanrı onlara doğrudan vahyetmiştir...

Böylece sûfiyye takımı "zahirî bilgi"yi mahkum ederler ve her türlü sözün (hususan Kur'an'ın) bir de batıni anlamının olduğunu, bunu ancak keşif ve keramet sahibi evliyanın bileceğini iddia ederler, işte Kur'an'ın mesajını tahrif etmenin en zalim bir aleti de bu "batıni bilgi" hezeyanı olmuştur.
Biz bu yazıda tasavvuf geleneğinin üç önemli simasının; Muhyiddin İbnül Arabî, Celaleddin Rûmî ve Said Nursi'nin, bilgilerini, yani kitaplarını nereden aldıklarını, kendilerine nasıl yazdırıldığım kendi ifadelerine dayanarak ortaya koymaya çalışacağız. Bu üç isim, popülaritesi en fazla olup, tasavvufun iyi birer mümessilidirler. Bunların kanaatleri bütün sufiyenin ortak akîdesidir.
Amacımız, kendilerini İslam'a nisbet eden İnsanların, aynı zamanda mensubu bulundukları tasavvufi zihniyetin din anlayışına dikkat edip Kur'an vahyinin yanında mı, yoksa sufiyenin vahyinin yanında mı yer alacaklarını düşünmelerine vesile olabilmektir. En azından, Kur'an vahyi ile tasavvuf dininin birbirlerinden tamamen ayrı ve başka başka şeyler olduğunu, düşünen herkesin anlaması gerekir.

[1] Bu bölüm Mehmet Durmuş tarafından kaleme alınmıştır
yeşil isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 30. November 2011, 05:12 PM   #27
yeşil
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Oct 2011
Mesajlar: 107
Tesekkür: 791
69 Mesajina 174 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 23
yeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud of
Standart

A. Muhyiddin İbnül Arâbî

"Neoplatonist teozofinin tasavvufa yansıyan bir varyantından başka birşey" olmayan vahdet-i vücut teorisini metafizik bir sistem halinde geliştiren [1] İbnül Arabî 1165 yılında Endülüs'ün Mursia şehrinde doğmuştur. Gerçek adı Muhammed b. Ali b. Muhammed b. EI-Arabî'dir. [2]
Kendisi 8 yaşında iken ailesi İşbiliye kentine yerleşmiş, 1194 yılına kadar burada kalmıştır. 1194 Yılında Tunus'a, geldiği, 1195'de Fas'a geçtiği ve tecessüt eden (bedenlenen) Kur'an'ın{!) rehberliği ile manevî bir miracını burada gerçekleştirdiği(!) bildirilmektedir. [(A.Ateş, 536). ]

İbnül Arabi 1201 yılında Magrib şehirlerinden birinde bulunurken, Hızır ile Musa'nın makamı(!) olan bir makama erişmiş, fakat bundan da bir yalnızlık ürküntüsü duymuştur. 1202 Yılında Kahire'de Hızır'ın hırkasını giymiştir! [{A. Ateş, 536). ]

1202 Yılında Kudüs'ten yürüyerek gittiği söylenen Mekke'de hacca katılmış, burada iki sene kalmış ve meşhur Fütûhat-ı Mekkiye adındaki dört büyük ciltlik kitabını burada yazmaya başlamıştır. [{A. Ateş, 537),]

O'nun Konya'da bulunduğu yıllarda Sadreddin KONEVİ ve Celaleddin RUMİ'nin yaklaşık 12 yaşlarında iki çocuk oldukları tahmin edilmektedir.[6] Bir rivayete göre Sadreddin'in üvey babasıdır.[(A. Ateş, 539; Gencosman, VII). ] Ya hayatının sonlarına doğru Şam'a yerleşmiş,[(Ateş, 540) ] yahut da bir seferi sırasında Şam'da 1240 yılında ölmüştür. Şam'da belirsiz olan mezarını Yavuz Sultan Selim keşfettirmiş ve adına büyük bir türbe yaptırmıştır. (1518)[(Ateş, 541).]

Biyografisini kısaca özetlediğimiz İbnül Arabi'nin hayatı oldukça hareketli ve ilginçtir. Hayatı esnasında yaşadığını iddia ettiği bazı hadiseler, ruhsal tecrübeler (!) ise hayatından daha karmaşık olup gelecekteki kişiliğini hazırlayan altyapılar niteliğindedir. Bizzat kendisinin yaşadığını iddia ettiği tecrübeler, kesinlikle normal beşerî ölçülerle izahı mümkün olmayan, hasta bir ruhsal kişiliğin iddia edebileceği sanrılardır. Yani biz onun ve benzerlerinin bu tür iddialarının kesinlikle bir halüsinasyon(') olduğuna inanıyoruz.

Fütuhat-ı Mekkiye'den nakledilen bilgiye göre 8 yaşında iken bir hastalık geçirmiş, hastalık esnasında (herhalde gördüğü bir kabus sonucu olsa gerektir) çirkin suratlı bazı kimselerin kendisine eziyet etmek istediklerini, iyi kişilerin ise ona yardım ettiğini görmüş. O iyi kişileri sorunca da, "Yasîn" suresi olduğunu söylemişler. [10]

İbnül Arabi'nin ilk mürşidleri de onun kimliği hakkında yeteri kadar aydınlatıcı kanaat edindiricidir diye düşünüyoruz. Onun ilk şeyhi ümmî olup, ama "bir çok kerametleri olan" Ebu Cafer adındaki bir kişidir.[11] Bir diğer şeyhi, Ebu Muhammed el-Bağî ise abdal'dan sayılmakta ve daima dağlarda, sahillerde yaşamakta, şehirlere gelmemektedir. [12]

Bu şeyhlerle yıllarını geçiren Ibnül Arabî psişik rahatsızlığın o derecesine varmış olmalı ki, şeyhlerinden biri kendisini artık dirilerle değil, ölülerle yaşıyor olmakla suçlamış (yani şeyhi bile normal görememiş), o da bu şeyhini bir gün çağırarak hakiki dirilerin o Ölüler olduğunu şeyhine göstermiştir! [(Ateş, 535, Fütuhattan naklen). ]

Tasavvufi haller denen psikolojik rahatsızlıklar o kadar ileri gitmiş olmalı ki, artık İbnül Arabî mesela Harun Reşid'in oğlu Muhammed'in ruhunun tecessüt ettiğini ve onunla konuştuğunu iddia etmektedir.[(Ateş, 533, Futuhat'dan naklen).]

Tamamen mitolojik bir kişi olan, dünyanın hiç bir yerinde ve hiç bir akıllı insanla oturup konuşmamış, görüşmemiş (Musa (a.s)'la hikayesi anlatılan zat Hızır'la karıştırılmamalıdır), mesela aklından asla şüphe duymadığımız Hz. Muhammed'le (s.a.v) görüşmemiş, tanışmamış olan Hızır'dan hırka giyen[15] miraca çıkıp göklerde dolaşan;[16] berzah alemindeki (?) kişilerle konuşan [17] İbnül Arabi'nin aklî dengesi, ruhsal yapısı ve sağlığı, psikolojik durumu hakkında bizim yorum yapmamıza gerek bırakmayacak kadar önemli verilerdir.

İbnül Arabî Kitaplarını Nasıl Yazdı?
Bütün tasavvuf ekolünün çok tipik bir örneği olan İbnül Arabî "zahir ilmi"nin hiç bir işe yaramadığının(!) farkındadır. Mutlaka, halkın ne türlü bilgiye rağbet ettiğini çok iyi keşfetmiş biridir. Dolayısıyla İbnül Arabî, safsatalarını doğrudan doğruya Allah'dan aldığını, daha doğrusu, "Peygamberler hangi kaynaktan alıyorlarsa o kaynaktan aldığını" iddia etmiştir. Allah'ın sözlerini harfli ve harfsiz olarak işittiğini ve ilahi bir telkinle kendisine bildirilmemiş hiç bir bilgiyi yazmadığını ileri sürmüştür. [(Ateş, 548, Fütuhattan naklen).]

İbnül Arabî Mekke'de bulunduğu yıllarda "Fütuhatül Mekkiyye Fî Ma'rifeti'l Esrari'l Malikiyye vel-Mülkiyye" adını verdiği ve bütün tasavvufi düşüncelerini ihtiva eden kitabını yazmıştır. Daha doğrusu kendisine gelen vahiyleri yazma zahmetinde bulunmuştur. Kendince, Kur'andan farkı bulunmayan bu kitapta aynen Kur'an'da olduğu gibi tutarlılık aranmaması gerektiğini söyler. Çünkü Kur'anda da birbirleri ile alakalı olmayan sözler arasına, onlarla alakalı olmayan bir başka söz girebilmektedir! [(Ateş, 543, Fütuhat'tan naklen).]
560 Baptan oluşan (dört cilt halinde basılmış olan) bu kitabını yazış gerekçesini şöyle izah ediyor:
Alem-i Hakikat'te ve huzur-i celali'de mükaşefe anında Hz. Peygamber'i görmüş, bütün peygamberler O'nun önünde sıralanmış duruyorlarmış. Etrafında ümmeti ve hizmet eden melekler varmış. Ebubekir sağında, Ömer solunda, elinde bir mühürle duruyormuş. Hz. Ali ise bu Peygambere yönelmiş duruyormuş. O esnada Hz. Peygamber Ibnül Arabi'yi görmüş. O anla ilgili birtakım konuşmalar naklettikten sonra der ki, "o vakit bu hikmet ve hitabın azameti bana Cenabı Allah'dan bir lütfi ilahî ve bağış olarak verildiğini hissettim." [20]

Kitabın bir başka yerinde (Fütuhat, 9) Kabe'yi tavaf ederken ve oturup da Kabe'yi murakabe ederken Allah'ın kendisine açtığı fetihleri (vahiyleri) nedeniyle kitabına Fütuhat... adını verdiğini söyler.

İyi bir İbnül Arabi hayranı olan ve bazı kitaplarını tercüme etmiş olan Selahaddin ALPAY'ın, "Fütuhat-ı Mekkiye" adıyla çevirip yayınladığı muhtasar kitabın önsözünde söyledikleri, tasavvufun nasıl müstakil bir inanç sistemi, hatta din olduğunu göstermesi bakımından ibretâmizdir. Doğal olarak şeyhine çeken bu zat diyor ki: "Bu kitabın tercümesine başlamadan evvel uzun uzun düşündüm, daha doğrusu cesaretim yoktu... Fakat Allah'ın inayeti bana yetişti, rüyamda bu ulu zatın bana seslenerek, 'beni Anadolu çocuklarına ve halkına tanıt, ben onları severim, vaktiyle o diyarları ziyaret etmiştim. Mevlânâ gibi bir talebem vardır' diye seslenmesi bana bu kitabı terceme etmeme sebep oldu..." [(S.Alpay, s.6).]

Görüldüğü gibi tasavvufta her şey rüya ile oluyor; rüya uzakları yakın ediyor; Ölüyle dirinin arasındaki farkı yok ediyor, zaman kavramı ortadan kalkıyor! İbnül Arabi'nin peygamberden de ileri gittiği, onun muhiblerince de kabul edilmektedir.

İbnül Arabi'nin, "Allah tarafından kendisine yazdırılan" bir başka kitabı da, "bütün düşüncelerinin hulasası olan en olgun eseri" sayılan [(Ateş, 543] Füsüsül-hîkem adlı kitabıdır.

Füsus'u 627 yılının Muharrem ayının son günlerinde Şam'da iken "Rasulullah'ı gördüğü gerçek bîr rüyada". Rasulullah'ın elinde bir kitap bulunduğunu, kendisine hitaben, "bu, 'Füsusül Hikem' kitabıdır, onu al ve insanlara duyur da onunla faydalansınlar" diyerek yazmakla görevlendirildiğini iddia eder. [23]

Bu görevlendirme karşısında Ibnül Arabî "işitmek ve itaat etmek gerekir" der ve "hiç bir ziyade ve noksanlık yapmadan niyetini gerçekleştirdiğini" söyler. [24] İbnül Arabî Füsus'u yazmada kendisinin sadece "mütercim" olduğunu ileri sürmektedir. [25] Yani o sadece aracıdır, Füsus aynen Kur'an gibi bir vahiydir!

Her zaman olduğu gibi günümüzde de İbnül Arabi'den çok İbnül Arabî'ci kesilen bazı acar tasavvuf hermonetikcileri, onun bu safsata ve küfürlerini, Kur'an'ı, Allah inancını, peygamberlik kavramını tarumar eden ilhadlarım "yorumsayarak" tevil etmekte, kabule müsait hale getirmektedirler. Oysa iyi bir Ibnül Arabi meftunu olan ve kitaplarının mütercimi Ahmed Avni KONUK (ö. 1938)un izahı, İbnül Arabi'nin bir başka türlü anlaşılmaya elverişli olmadığını, yorumsamaya gerek bulunmadığını pekâlâ kanıtlamaktadır.

A.A. Konuk, "bütün ilahî mertebeleri cami" (cem meratib-i ilahiyye'yi câmî) dediği Hz. Peygamber'in 'Vâris-i ekmel'i" saydığı [26] efendisi İbnül Arabi'nin Füsus'unu şöyle tanımlıyor: "Serapa asl-ı hakiki'den kulûb-i enbiya (as)a münzel plan maarif ve hikemin ilahiyye'den ibaret ve ehli takyîd olan erbab-ı ukûl'ün bilmediği ve idrak edemediği hakayık ile mâlâmâldir. "[(Konuk, 1),] Yani Füsus, Peygamberlere gelen vahyin aynısıdır ve fakat bu hakikatleri akıl erbabı bilemez, anlayamaz! İbnül Arabîci sarih arkasından, Bakara suresinin 216. ayetini, ancak Şeytanın razı olacağı bir amaç uğruna kullanarak, -haşa- Kur'an'ı da "akıl erbabı"nın bilemeyeceğini demeye getiriyor!

Oysa Bakara 216. ayette. Allah cihadı emrettiği halde ondan kaçmanın yollarını arayan iki yüzlüler tenkit edilmektedir.
Evet, söyleyene değil, söyletene bak sözünü boşa söylememişler! A. Konuk'un, tasavvuf ehlinin saçmalıklarını "erbab-ı aklın" anlamayacağını belirtmesi gayet yerinde bir tesbittir! Akıllı İnsanlar yalnızca, akıllı sözleri anlarlar. Hiç bir mantık kuralına dayanmayan, aklı selimi tatmin etmeyen, sara nöbetlerinde sadır olmuş intibaını veren hezeyanlarla akıllı insanların işi yoktur.

A.A. Konuk'a göre Füsus kitabı doğrudan "Velayet-i hassa-i Muhammediye"den İbnül Arabi'ye verilmiş, o da noksansız ve ziyadesi? bir şekilde tebliğ etmiş olduğu için, Füsus'a itiraz doğrudan ve tamamen "hatem-i enbiya"ya itiraz etmek olur. [(Konuk. 99)]

Görüldüğü gibi bu kişilerin ne Allah inançları, ne peygamber, ne de vahiy inançları Kur'an'a uygundur; bunların akideleri tamamen kendi geliştirdikleri özel bir İnanç sistemine dayanmaktadır.

İbnül Arabî "et-Tedbîratu İlahiyye" adlı kitabının da ledünnî ilimlerden oluştuğunu; içine değil şüphe, tahmin bile karışmadığını iddia ederken [29] pek fazla yadırgamadığımızı, zira vahdet-i vücut felsefesi (panteizm) gereği kendisini Allah olarak gören, Allah'la aynılaşan bir zihniyetin böyle inançlar taşımasının normal görülmesi gerektiğini belirtmek isteriz.


[1] - Ahmed Yaşar OCAK, Prof. Dr., islam. .Tasavvuf ve Tarikatlar, Türkiye Günlüğü Dergisi, s.45,1997. (bknz. A.Y. Ocak, 9)
[2] - Ahmed ATEŞ, Muhyiddin Arabî, fslam Ans. (MEB), C.8. (sayfa 533).
[6] Muhyiddin-I Arabi, Füsusül Hikem, Tere. M. Nuri GENCOSMAN, 5. bşk. İst-1981. {M.N. Gencosman, VIII)
[10] (Ateş, 534, Futuhat'dan naklen). [11] (Ateş, 537). [12] (Ateş, 535, Ruhul Kudüs'den naklen).
[15] (Ateş, 536, Fütuhat'tan naklen) [16] ( Ateş, 536, Fütuhattan naklen)
[17] (Ateş, 538, Fütuhat'tan naklen)
[20] Muhyiddin Ibnül ARABI, Fütuhat-ı MeKklye, Tere. Selahaddin ALPAY, Şada Y. lst-1971.( Fütuhat, 1/1-2; 11).
[23] (Ibnül Arabî, Füsus, 47).Muhyiddin Ibnül ARABl, Füsusül Hikem, vet-Tahkîkatu, Ebul Ala el-Afifî, Beyrut, bşk. t. yok.
[24] (Füsus, 48; Gencosman, 1). [25] (Füsus, 48).
[26] (A. Konuk, 98) Ahmed Avni KONUK, Füsusül Hikem Tercüme ve Şerhi, Dergah Y. lst-1987.[29] (Ibnül Arabi, et-Tedbirat, 14) Muhiyiddln Ibnül Arabi, Tasavvuf Yolu, et-Tedbiratül llahlyye, Tere. Selahaddin ALPAY, lst-1973.
yeşil isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 30. November 2011, 05:13 PM   #28
yeşil
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Oct 2011
Mesajlar: 107
Tesekkür: 791
69 Mesajina 174 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 23
yeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud of
Standart

B- Mevlana Celaleddin Rûmî

İran tasavvuf edebiyatının en büyük panteist temsilcisi sayılan [1] Celaleddin Rumî 1207 yılında Belh'de doğmuştur. Babası, Harizm'li Muhammed Bâhauddin Veled'dir. Sufîler ona "Sultanül Ulema" unvanını vermişlerdir. Ailece Konya'ya gelip yerleşmelerinde Alaaddin Keykubat'm davetinin etkin olduğu zannedilmektedir. (1256). [2]

1230'da Babasının ölümü üzerine 9 sene kadar, türbesi Kayserİ'de bulunan Tirmiz'li Seyyid Burhaneddin'le beraber bulunmuştur. Celaleddin, Seyyid Burhaneddin'le tanışıncaya kadar, ilerde "kufuryoklere attığını" söyledeceği zahir ilimlerini (kısır: kabuk ilmini) tahsil etmiştir. Burhaneddin ona, zahirî ilimlerin yanında bâtın ilmini de elde etmesi gerektiğini telkin etmiştir. [3]

Celaleddin üzerinde asıl şiddetli ve sarsıcı tesiri 1244 yılında Konya'ya gelen, Şems-i Tebrîzî adındaki, bir rivayete göre İsmailî bir ailenin çocuğu olan derviş [4] ile tanışması yapmıştır. Celaleddin'le Şems attı ay bir hücrede halvette kalmışlar, [5] ve ona ne olmuşsa bu halvetten sonra olmuştur. Daha önce sema ve raksa rağbet etmeyen Celaleddin, bu halvetten sonra hiç semâ'dan hâli kalmamış [6]
Celaleddin Şems'e, "tasavvufi manada âşık" olmuştur. [7]
1273 Yılında Konya'da ölmüştür. [8]

C. Rumî'nin Kur'anla taban tabana zıt panteist fikirlerinin perde arkasındaki gerçek müessir nedenin, kitabî İlimlerin düşmanı olduğu söylenmiş olan [9] Şems adındaki bu derviş olduğunu anlamak zor değildir. Celaleddin'in kendisine, ne idüğü belirsiz bir aşkla aşık olduğu bu kişi, Celaleddin'e, Adem'den beri Cihan'da "evliya-yı kâmil" bulunduğunu; bunların zahiri ilimler erbabınca bilinemeyeceğini telkin etmiştir. Şems'e göre bu "evliya" makamının üstünde bir de "maşuk" makamı vardır ve kendisi de gizli olan bu makamın temsilcilerinden biridir. [10]

İşte bu mistik hezeyanlarla kurulan, bir anlamda beyni yıkanan Şems'in, varsayımsal makamlarla ona çizdiği tasavvuf! hedeflere kendisini kitleyen Celaleddin'in panteist düşüncelerinin hikayesini anlamak güç olmalıdır.
Şems'in, yanından ayrılıp gitmesiyle adeta çılgına dönen Celaleddin, kendisini sema'a vermiş, Şems için yazdığı şiirlerinin mecmu'una “Divan-ı Şemsül Hakayık" adını vermiştir.

Celaleddin Rumî 25.700 beyitlik [11] Mesnevisini en fazla Hüsameddin çelebi adındaki yakın müridi ve dostunun teşvik etmesiyle yazmıştır. [12] Celaleddin söylemiş, Hüsameddin yazmıştır.

Celaleddin Rumî, şeyhi ve maşuku Şems'in telkinleriyle batini ilim dedikleri sapkınlıklara kendini o kadar kaptırmış ki, tamamen kendi zihninin ürünü olan ve Hüsameddin Çelebt'nin (vahiy katibi demek daha doğru olur herhalde) kaleme aldığı şiirlerini, yani tamamen beşer ürünü olan sözleri, Alemlerin Rabbi Allah'dan inzal olunan Kur'an-ı Kerim'le boy ölçüştürmüştür. Gerçi, değil boy ölçüştürmek, Kur'an'dan yüce sayması da mümkündür, çünkü ilahlık makamına ulaşan bir kişi için bu sıradan bir iştir.

Tasavvuf dîni ulularının kendilerini değil peygamberden, Allah'dan bile yüce
saymaları [13] yadırganacak bir inanış değildir. Dolayısıyla Mesnevi'nin Kur'an'la eşdeğer, hatta ondan da üstün görülmesine şaşmamak gerekir.

Celaleddin Rumi, Mesnevinin Arapça dibacesinde kitabıyla ilgili aynen şunları söylüyor:
"Mesnevi-i Kerîm, salih elçiler (katipler) eliyle yazılmıştır. Ona temiz (mutahhar) olanlardan başkasının el sürmesine mani olurlar. Mesnevi Alemlerin Rabbinden indirilmelidir. Bâtıl onun önünden de, arkasından da yaklaşamaz. Allah onu korur ve gözetir... Mesnevinin başka lâkapları da vardır. O lâkapları Allahu Teala vermiştir. Fakat bu azıyla yetiniyoruz." [14]

Mesnevi sarihlerinden Tahirul Mevlevi, Şeyhi Celaleddin'in bu sözlerinin Vakıa suresi 78 (v.d) ayetleriyle, Abese 12-15. ayetlerine nazîre olduğunu kabul eder. [15]

Tahirul Mevlevi, Mesnevi'yi Kur'an gibi Allah kelamı saymakta pirinden daha pişkindir: Mesnevi için "onun önünden de arkasından da bâtıl yaklaşamaz" ifadesini, Fussilet-42. ayetiyle bağdaştırır. [16]
Mevlevi devamla şöyle der;

"Cânib-i ilahî'den vahy-i münzel olan Kur'an-ı Kerim nasıl avn-i Samedanî'de ise, onun evvelinden de, sonundan da bâtıl zuhuruna imkan ve ihtimal yoksa Mesnevi de öyledir. İlham-ı Rabbani eseridir. Kendisinden sapıklık zuhuruna imkan yoktur. Hatta iptali ve tahrifi de kabü değildir." [17]
Demek ki, Mesnevi'deki bütün sapık hikayeler, örneğin (okuyuculardan özür dileyerek, mecburen atıfta bulunmak zorunda olduğumuz) kabak hikayesi [18] ve bizim aynen iktibas etmeye haya ettiğimiz, homoseksüel ilişkilerin tasvirine ilişkin terbiye dışı, ateist bir insanın bile yazmaktan ar edeceği sözler de -haşa- Allah tarafından nazil olmuştur Celaleddin'e..

Görüldüğü gibi, ayrı bir dinin mensubu olan sûfî ekolü, Kur'an ayetlerini sapık amaçları için kullanmaktan hiç bir çekince duymamışlardır. Bu konuda zerre kadar Allah korkusu taşımamışlardır.

Mesnevi şiirleri Celaleddin Rumi'nin, bilhassa efendisi Şems'in gitmesinden sonra, mahiyetini bilemediğimiz aşkının ızdırabıyla yakıştırdığı sözler olup; sufî tabakasının manevî dedikleri, bize göre gerçeğinden hiç farkı olmayan sekr (sarhoşluk) halinin bir ürünüdür. Sarhoşken sarfedilmiş sözleri, Allah'ın kelamıyla kıyaslamak, putperest insanların bile girişmeyeceği bir haddini bilmezliktir. Biz böyle bir kıyasın, sahibinin, imanla-islamla alakasının bulunmadığının bir deklarasyonu olduğunu kabul ederiz. Çünkü tevhîd, Allah'ın otoritesine hiç bir ortak kabul etmemektir. Celaleddin Rumi kendisini Allah'ın otoritesine ortak görmektedir.

[1] (Köprülü, 217) Fuat KÖPRÜLÜ, Ord. Prof. Dr., Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar, DlBY. Ank-1991.
[2] (Köprülü, 217).
[3] (H. Ritter, I.A., 54}. H RİTTER, Celaleddin Rumî, islam Ans. (MEB), 3, C.
[4] (Köprülü, 219)
[5] (Köprülü, 221)
[6] (Köprülü, 222),
[7] (H.Ritter, 55).
[8] (Köprülü, 229).
[9] {H. Ritter, 55)
[10] (H. Ritter, 55).
[11] (H. Ritter, 57)
[12] (Köprülü, 226).
[13] (Sultan Veled, Maarif, 20) Sultan VELED, Maarif, MEB Y- İst-1993.
[14] (Mesnevi, 14). Celaleddin RUMl, Mesnevi, M.E.G.S.B. Y. İsi-1988.
[15] (Tahirul Mevlevi, I/36). Celaleddin RUMl, Mesnevi, Tahirul Mevlevi, Tercüme ve. Şerhi, Selam Y, lst-1963
[16] (Mevlevi, 38).
[17] (Mevlevi, 38).
[18] (Mesnevî, 5/111-119) Celaleddin RUMl, Mesnevi, M.E.G.S.B. Y. İsi-1988.
yeşil isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 30. November 2011, 05:13 PM   #29
yeşil
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Oct 2011
Mesajlar: 107
Tesekkür: 791
69 Mesajina 174 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 23
yeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud of
Standart

C- Said Nursî

Said Nursî 1873 yılında Bitlis'in Hizan ilçesine bağlı Nurs köyünde doğmuştur. Ciddi anlamda sadece üç ay medrese tahsili yaptığı kabul edilmektedir.[1] Buna rağmen "Molla Said"in daha 16 yaşlarında iken, yaptığı tartışmalarda yörenin bütün alimlerini susturduğuna inanılmaktadır. Cizre'nin[2], Siirt'in [3] daha doğrusu bütün Doğu Anadolu'nun alimleri mat edildikten sonra, 1896'da İstanbul'a gelir gelmez, orada da meydan okurcasına bütün ulema ile münazaraya girişmiş, onları da susturmuştur![4] Artık Nursi'nin hedefi bütün dünya alimleridir: 35 Yaşlarında iken, o günlerde İstanbul'a gelmiş bulunan, Ezher Şeyhlerinden Şeyh BAHlD ile münazaraya girişmiş ve haliyle onu da pes ettirmiştir! [5]

Bu yıllarda (1907) Said Nursî delilik muamelesi görerek, Toplası Tımarhanesine kapatılmıştır. [6]

II. Abdülhamid'in "istihdafına karşı çıkan Nursî, 1908 yılında Selanik Hürriyet meydanında meşrutiyet nutku atacak kadar meşrutiyetçidir. [7]

Osmanlı istihbarat servisi olan Teşkilat-ı Mahsusa'da Nursî görev almıştır. [8]
Dünya savaşında Ruslar'ın eline esir düşmüş ve esareti yaklaşık iki buçuk yıl kadar sürmüştür.[9]

Yeni kurulan Kuvay-ı Milliye'yi destekleyen Nursî, çağrı üzerine 1922'de Ankara'ya gitmiştir. [10] Ve o şimdi artık Cumhuriyetçidir. [11] 1950 Yılından itibaren de demokrat olacaktır...

1950 Mayısında DP'nin iktidara gelmesiyle Reis-i Cumhur Celal BAYAR'a telgraf çekerek, yeni hükümeti tebrik eder. [12]
Celal Bayar da bilmukabelede bulunmuştur. [13] Nursî'nin öğrencileri de DP'lilere akıl vererek, hem nurcuları ve milleti memnun etmek, hem de Amerikan yardımcılarını kaybetmemek için ezan meselesini v.s. tamir etmeleri gereğini tavsiye ve telkin ederler. [14] Bu kanaatin asıl sahibi de kendisidir. [15]
CHP döneminde hapishanelerle barışık olan Said Nursî için 1956 yılı artık DP'lilerin bizzat, kitaplarını yayınlamak için teklifte bulundukları bir dönemdir. [16]
Her şeyin bir karşılığı olmalıdır; O da "dindar demokratları" her fırsatta över ve 1957 seçimlerinde oyunu da onlara verir... [17]
1960, Said Nursi'nin ölüm yılıdır.


Mütercim Said Nursî

Said Nursî bir mutasavvıf olarak adlandırılmamasına rağmen, bütün söylemleri, dîni anlayış ve yorumlayış biçimi tamamen tasavvufîdir; tasavvuf kültürünün bütün mentalitesini içkindir. Yani o, adı konulmamış bir mutasavvıftır.

Said Nursi, risalelerini Allah'a atfeder. Kitaplarının hemen hemen tamamında, kendisinin Allah tarafından görevlendirildiğine inandığını gösteren beyanatlara rastlamak mümkündür. Hatta bu kanaati o kadar kesin ki, kendinde manevî kuvvetler bulunduğuna, istese 28 senelik düşmanlarından intikamını bir günde alacağına inanmaktadır. [18]
Fakat özellikle "Sikke-i Tasclîk-i Gaybî" adlı risalesinde baştan sona, kendisinin bilgileri doğrudan Allah'dan aldığını olanca çıplaklığıyla, gayet samimane(!) anlatmaktadır. Onun zihin yapısını anlamak için sadece bu risalesini tetkik etmek yeterlidir. Kitabının adı da, kendisine gaibden gelen bilgilerin doğruluğunun, isbatının kanıtı, mühürü anlamını ifade etmektedir...

Nursî'nin, andığımız kitabında anlattığı, kendisiyle ilgili bir anekdot, ta küçükten beri nasıl bir haleti ruhiye ile yetiştiğini ifşa etmektedir: Daha kendisi 8-9 yaşlarında iken, etrafındakilerin Nakşî olmalarına ve orada meşhur Hizan Gavsı'ndan istimdat ederlerken, kendisi Gavs-ı Geylanî'ye hitab etmekte, ondan istimdat etmektedir! Binlerce kez, kaybolan bir şeylerini buldurmak için Gavs'ı yardıma çağırmış ve yardım görmüştür! [19]
Yani molla Said övüneyim derken, kendini ele vermiş... Çünkü Allah'dan başkasını bu anlamda yardıma çağırmanın şirk olduğunu Kur'an bize öğretmektedir.

Said Nursi'nin doğup-büyüdüğü çevrenin, şeyhlerin mutlak otoritesine dayalı mistik kültürü, evliyalar menkıbeleri, onun gelecekteki kişiliğinin ve din anlayışının temelini oluşturuyordu.

O da diğer sufiler gibi kitap yazımına rüya ile başlıyordu. Çocukluğunda (12-13 yaş) gördüğü bir rüyada Hz. Peygamberin elini öpmüş ve Peygamber, "ümmetine sual sormamak kaydıyla" ona Kur'an ilimlerinin verileceğini müjdelemiştir(!)[20]
Bir başka rüyasında da Abdulkadir Geylanî ona Miran aşireti reisi Mustafa Paşa'ya giderek, onu namaz kılıp zulümden vazgeçmeye çağırması, aksi durumda öldürmesi talimatını vermiştir. Molla Said de rüya gereğince davranmıştır. [(Tarihçe, 39 vd.).]

Şimdi burada Said Nursi'ye, rüyada Allah'dan Kur'an ilimlerini almanın imkanından, kendisinin yoksa nebî mi olduğundan sormazdan önce; A. Kadir Geylani'nin, mezarda çürümüş olduğu halde, dünyaya nasıl hükmettiğinin, bu gücü nereden aldığının, yoksa yarı-ilah mı olduğunun sorulması ilzam eder. Üstelik, kabirden dünyayı yöneten Geylanî'nin, sözkonusu görevi bizzat kendisinin ifâ etmeyip de Nursiyi görevlendirmesi de bir nebze çelişki olmuyor mu?

Anlaşılan o ki, böyle büyük(!) rüyalarla anlatılmaya çalışılan küçük(!) dünyalar var, onun için bu rüyalara ihtiyaç var!

Said Nursî, risaleleri yazmakta kendisinin sadece bir "mütercim" olduğuna kesin olarak inanmaktadır. O, bu risaleleri ihtiyarı dışında yazmıştır! [(Sikke, 91).]
O yalnızca, kendi hissesine "şükretmek" düşen bir mütercimdir. [(Sikke, 60).]

Şakirtlere göre, Celcelutiye, Mesnevi-i Şerif ve Fütuhul Gayb gibi eserlerin müellifleri, nasıl yalnızca bunların mütercimleri iseler, Üstadları da aynen öyledir! Risale-i Nur tamamen Kur'an'ın nurudur. [(Sikke, 215).]

"İ'caz-ı Kur'an"ı beyan etme görevini kendisine, "vakıa-i sadıka" da gördüğü "mühim bir zat" vermiştir! [(Sikke, 187).] Bu mühim bir zat, Allah mıdır, peygamber midir, bilemiyoruz.


Said Nursî, kendisinin Şark tarafından zuhur edecek nur olduğuna [(Sikke, 189) kesin inanmıştır, hernen hemen bütün risalelerini kendisinin yazmadığını, kendinin bundan aciz olduğunu, hakikatleri beyan etmede o kadar başarılı olmadığını... anlatır. Dolayısıyla Nursinin yazıları "doğrudan doğruya bir inayet-i ilahiyye ve bir ikram-ı Rabbanî ve bir keramet-İ Kur'aniyye"dir. (Sikke, 192, 195).
Yani, risaleler, telaffuz edilmese de vahiyden başka birşey değildirler! Zaman zaman, risaleleri yazarken, kuş v.s. suretinde gelip, kendisini murakebe ve taltif eden(Sikke, 196), gayb alemiyle bağlantılarını ifşa(!) eder.

Şakirtleri, üstadlarının "zevahiri kurtarmak için" üç aylık bir tahsil müddeti içinde evvel ve ahirîn alemlerine, ledünnî ilimler ve eşyanın hakikatına, kainatın esrarına, ilahî hikmetlere varis kılındığına inanmaktadırlar. Ve üstelik şimdiye kadar hiç kimse bu makama nail olamamıştır! (Sikke, 216).
Nursi'nin bizzat kendisinin de, Risale-i Nurlar dışında bir tek kitaba dahi ihtiyaç duymamış (okumamış) olması [21] acaba, geleneksel kabuldeki, peygamberin ümmî oluşuna bir atıf, bir nazire midir bilinmez... Risale-i Nur onun değildir (Emirdağ L. 46, 49), Allah'a aittir...

Said Nursi'nin, "izin olmadığından yazılmadı"; "bir iki sahife yazdım, perde kapandı..."; "birden şiddetli ihtar ile"; "bir meseleyi beyan etmek ihtar edildi"; (Kitaplarının tamamına yayılmış durumdadır, örnek için, Sikke, 152) gibi mütemadiyen tekrar ettiği ifadeler, Allahdan vahiy aldığına kesin olarak inandığının gayet açık ve net delilleridir.

Kur'an'ın 33 ayeti hem Said Nursi'yi, hem de Risaleleri ta o zamandan ihbar etmiştir! Bu ayetlerden bazıları, 3/18, 4/176, 5/14, 108/1 ayetleridir.(Kastamonu L. 54, 137-138)

Said Nursi'nin, kitaplarının vahiy ürünü olduğunu ispatlamak için en çok başvurduğu ve yüzde yüz inandığı bir yöntem de cifir/ ebced hesabıdır. Sikke-i Tasdik-i Gaybî risalesi bununla doludur.

Zümer, Casiye ve Ahkaf surelerinin başlarında bulunan "tenzîlül Kitab" ifadesi, o gün için Kur'an'a delalet ediyordu, şimdi de Risalen Nur'a delalet etmektedir. (Sikke, 78-79).

Said Nursi, Celcelûtiye adını verdiği tamamen uydurma, bir sözde dua metninin de kendisinden bahsettiğinden emindir! (Sikke, 107).
Ona göre celcelutiye, Peygamber'e vahiyle inmiştir. (Sikke, 101).

Şu halde hem Allah doğrudan ve rüya yoluyla, hem Kur'an aracılığıyla, hem Peygamber vasıtasıyla, hem Celcelûtiye, hem Hz. Ali ve hem de A. Kadir Geylani aracılığıyla Said Nursi'yi haber vermiş, risale-i nurun "imanı kurtaracağını" müjdelemiştir!!

Risale-i Nur'un tamamını buraya dercedemeye-ceğimiz için bu kadar iktibasla yetiniyor ve rüya-zan-vehim-uydurma rivayet geleneği -cifir- ayetlerin kasden yanlış yorumlanması gibi bâtıl ayaklar üzerine bina edilmiş bir nurculuk düşüncesinin etkisinden bütün müslümanların korunmasını temenni ediyoruz.

Said Nursi'nin, Allah'dan kendisine inzal edildiğine, yazdırıldığına mutlak surette iman ettiği risalelerdeki bu kanaatlere katılmak mümkün değildir. Allah'ın, Hz. Muhammed'den sonra hiç bir kimseye vahiy indirmediğine iman ediyoruz. Nursi'nin iddiaları zandan, vehimden, kuruntudan başka bir şey değildir.


[1] (Tarihçe, 33). Said NURSl, Tarihçe-i Hayat, Hayatı-Mesleki-Tercüme-i Hali-SözlerY. ist-1991.
[2](Tarihçe, 40)
[3] (Tarihçe, 37)
[4] (Tarihçe, 48).
[5] (Tarihçe, 49-50).
[6] (Şahiner, 70 vd.) Necmeddin SAHlNER, Bilinmeyen Taraflarıyla Said Nursî, 2. bşk. Yeni Asya Y. Isl. 1974.
[7] (Şahiner, 81). [8] (Şahiner, 128-131). I. [9] (Tarihçe, 104) [10] (Tarihçe, 124}.
[11] (Emirdağ L. 27). Said NURSl, Emirdağ Lahikası, SÖ2ler Y. lst-1993 (İki cilt bir arada)
[12] (Emirdağ L. 280). [13] (Şahiner, 350). [14] (Emirdağ L. 288). [15] (Tarihçe, 547).
[16] (Şahiner, 376). [17] (Şahiner, 378) [18] (Tarihçe, 550).
[19] (Sikke, 116). Said NURSl, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, Sinan Matbaası-1960.
[20] (Tarihçe, 32-33).

[21] (Kastamonu L. 48), Said NURSl, Kastamonu Lahikası, Sözler Y. lst-1993.

Konu yeşil tarafından (2. December 2011 Saat 07:49 PM ) değiştirilmiştir.
yeşil isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 30. November 2011, 05:14 PM   #30
yeşil
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Oct 2011
Mesajlar: 107
Tesekkür: 791
69 Mesajina 174 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 23
yeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud of
Standart

7 - TASAVVUF EHLİNİN "ANLAŞILAMAZLIK" MİT'İ [1]

Tasavvuf erbabı, kendilerine yöneltilen bütün ciddi eleştirilere, "bizi anlamazsınız" zırhına bürünerek karşı koymuşlardır. Bizi, tasavvufçu olmayanlar anlamaz demek, iyi bir savunma mekanizmasıdır.

Füsusül Hikem mütercimi M. Nursi GENCOSMAN, İbnül Arabi'yi red ve inkar edenlerin "rüsum uleması, fıkıh bilginleri" olduğunu, oysa bunların Ibnül Arabi'yi anlayamayacaklarını ileri sürer. Zira onların farklı ıstılahları, ayrı lisanları varmış. Tasavvuf terminolojisini bilmeyenlerin tasavvuf bahsinde söz ve salahiyet sahibi olmalarına imkan yokmuş! [2]
A. Avni KONUK ise savunmasında aynı üslubu kullanır: "Bu ulûm ve hikemi anlamayanlar kendi istidatlarına kusur bulmalıdır." [3]
Ona göre "akıllı adamlar" (erbabı ukûl) Ibnül Arabi'yi anlayamazlar. [4]

Celaleddin Rumî, "biz Kur'an'ın özünü, ruhunu, içini ve cevherini aldık, postunu kufuryoklerin önüne attık" derken [5] "bizi herkes anlamaz" psikozu ile savunma geliştirmiş oluyordu.

Said Nursi'ye göre de Risaie-i Nur'a itiraz edilemez [6] çünkü onlar Tanrısaldır. Hatta risalelere "Kutb-u Azam"dan itiraz gelse yine de dikkate alınmaz! [7]
Çünkü Kutb-u Azam{!) yanılabilir. (Kutb-u Azam meğer pek de cahilmiş!)

Şüphesiz C. Rumî de, İbnül Arabî de, S. Nursî de, tasavvuf epistemolojisi bağlamında gayet haklıdırlar. Bu iddialar tasavvufun temel âmentülerine gayet uygundur. Birileri, yazdığı şiirlerinin, risalelerinin, tevillerinin ALLAH tarafından kendisine vahyedildiğine, doğrudan Allah'dan geldiğine inanmışsa, kendileri bu işde yalnızca mütercim rolünde iseler, bunlara itiraz edilemez olması doğal bir sonuçtur. Mütercimin bu işde bir kabahati olmayacağına göre, anlayamayanlar kendilerini kontrolden geçirmeleri gerekecektir!

Tasavvuf erbabının, "bunu ancak yaşayanlar anlar" tezleri tamamen bir manipülasyondur. Zira, eğer ki, bir sözü anlamak için mutlaka o sözün ait olduğu yaşam tarzını tecrübe etmek gerekli olsaydı, hiç bir müşrikin müslüman olmazdan evvel vahy'i anlamamış ve de anlayamaz olması gerekirdi! Örneğin, Nemrud'un, İbrahim'i hiç anlamadan öldüğünü kabul etmemiz mantıken zorunlu olurdu; çünkü müslüman olmamıştı! Böyle kalın kafalı bir adamın nasıl kral olduğu; ama aynı zamanda bu kalın anlayışının, İbrahim (a.s.)ı ateşe attırmayı düşünecek kadar da nasıl inceldiği, makul bir izahı gerektiren paradoks olurdu. Halbuki bir müşrik, anladığı için müslüman olur, yahut da yine anladığı için müslüman olmaz!

En azından vahiy, ilkesel olarak "anlaşılır" özelliktedir. Ve anlaşılsın diye vahiy inzal edilir. Eğer vahiy anlaşılabiliyor da, İbnül Arabi'nin, S. Nursi'nin v.s. felsefeleri anlaşılmıyorsa bu durum, anlamayanlarla ilgili bir sorun olmaktan ziyade, ilgili felsefelerin doğasıyla alakalıdır. Kısacası, bu felsefeler bir çelişkiler yumağı, hurafeler bütünü ve herhangi bir realiteye dayanmayan, havaî söylemler olduğu için anlaşılmazdırlar.

Tasavvuf felsefesi, şeyhin lâyuhtî, lâ-yüs'el mutlak otoritesine mutlak teslim olmayı merkeze alan mutlak kabul esasına, yani kula kulluk esasına dayandığı için, bu felsefeyi kabul edenler, anlıyor değiller, sadece körü körüne teslim oluyorlar. Yani, "

Bu bağlamda, "erbab-ı ukûl"ün, tasavvufu "anlamamaları" kadar normal bir şey olamaz. Ve dahi "anla-mamalıdırlar"...

Kendilerinden başka bütün insanları panteist felsefelerini anlamamakla suçlamak, tasavvuf ehlinin, sadece kendilerini akıllı, alemi kör sanmak gibi bir megalomani belirtisidir.

Kendilerini İslam'a nisbet eden insanlar sadece Allah'ın vahyi olan Kur'an'dan sorumludurlar. O'nu anlamak ve O'na göre yaşamak zorundadırlar. Kendilerini Allah'a değil de, İbnul Arabi'ye, C. Rumi'ye veya S. Nursi'ye nisbet edenler ise Allah'ı veli olarak bulamayacaklardır. Hesap gününde hesabı görecek olan, bu şahıslardan biri değil, Allah'ın kendisidir.


DEĞERLENDİRME

Görüldüğü üzere, tasavvufta bilgilenmenin kaynağını rüya, keşif İlham, doğrudan Allah'dan vahiy alma gibi temalar oluşturuyor. Söz konusu kavramların her biri geniş çaplı inceleme-araştırma alanları olup, bu makale sınırlarına sığmayacak çaptadırlar.

Bu incelemeyle şunu gördük ki, tasavvufta bilgiler, doğrudan gayb aleminden alınmaktadır. Bu da sonuçta Allah tarafından (vahy ile) bilgilendirilme anlamına gelmektedir. Ve mistik filozof ve şairler, gaibten aldıklarını iddia ettikleri bu bilgilerini doğrulayabilme, akli ölçütlerle izah etme, nedenini-niçinini açıklama gibi bir kaygıyı asla taşımıyorlar. Kendilerinin sadece mütercim olduklarını, bu bilgilerin onlara Allah tarafından verildiğini öne sürüyorlar.

Ortaya konan ürünler ise din adına sunulmakta ve bu ürünler dinin kaynağı olan Kur'an'la, onun pratiği olan sünnetle uyuşmamakta, hatta çatışmaktadır. Adeta, Kur'an'a alternatif yeni Kur'an'lar; dîne alternatif yeni dinler ve peygambere alternatif yeni peygamberler ortaya çıkmaktadır. Bunun İslâmî literatürdeki adı şirk'ten başka bir şey değildir.

Tek tek insanların müşrik olanını, mü'min olanını belirlemek gibi bir görevimiz yok. Fakat, şirk olan bütün düşünce, ideoloji ve zihniyetleri tanımak görevimizdir. Biz şu ilkeden asla taviz vermemek azmindeyiz: Hz. Muhammea'aen sonra günümüze kadar ölmüş olan hiçbir İnsan Kur'an'ın fevkinde olamaz Müslümanların anlayışı Hz. Muhammedin (a.s.) tebliğ ettiği din anlayışından farklı olamaz. Her kim olursa olsun, ortaya koyduğu din anlayışı Kur'an'a uygun olmak zorundadır. Uygun değilse İslam çerçevesinde değerlendirilemez.
Rüyalarla, mitoslarla, "gaybdan geldi" gibi uyduruk referanslarla din anlayışı olamaz. Aksi takdirde, rüya gören sadece İbnül Arabî, C. Rumi, S. Nursî v.b. olmadığı için, yüzbinlerce hatta milyonlarca din ortaya çıkar. Dolayısıyla din adına söz söyleyen, iş yapan herkes, sözünü ve işini Kur'an'ın tanıdığı meşruiyyet zemini üzerinde söylemek ve yapmak zorundadır.
Tamamen idare-i maslahatcı bir anlayışla tasavvuf ehlinin hep hayra yorulduğu, en olmadık tevillerle aklandığı, onların da İslam'ın bir başka boyutunu oluşturduğu şeklindeki yorumların kesinlikle ciddiye alınır bir tarafı yoktur. Zira, İslam'ın bütün akidelerine tamamen ters akideler geliştiren bir öğretinin, "bir başka boyutla" v.s. alakası yoktur. Belki "bir başka dinle alakası vardır. Herkes hangi dinden olduğuna da iyice dikkat etmelidir.

bunları tasavvufcu olmayanlar anlamazlar" tezi, dayatmacılığın, mutlak mûtî "kullar" edinmenin bir biçimidir. Bu "anlaşılmazlık" dayatmasını yutanlar, perdelerini indirip, dışa kapanıyorlar, akıl ve iz'an dışı söylemlerle akıllarını ipotek ettirip ruhsal dengelerini sarsıyorlar. Dolayısıyla tasavvuf akideleri anlamakla değil, dogmatik olarak teslim olmakla alakalıdırlar.


[1] Mehmet Durmuş
[2] (Gencosman, X.). Muhyiddin-I Arabi, Füsusül Hikem, Tere. M. Nuri GENCOSMAN, 5. bşk. İst-1981.
[3] (A. Konuk, 95). Ahmed Avni KONUK, Füsusül Hikem Tercüme ve Şerhi, Dergah Y. lst-1987.
[4] (A. Konuk, 1). z
[5] (Uludağ, 141), Süleyman ULUDAĞ, islam Düşüncesinin Yapısı, Dergah Y. lst-1979.
[6] (Sikke, 56) Said NURSl, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, Sinan Matbaası-1960.
[7] (Kastamonu L. 145). Said NURSl, Kastamonu Lahikası, Sözler Y. lst-1993.

Konu yeşil tarafından (2. December 2011 Saat 07:36 PM ) değiştirilmiştir.
yeşil isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
hakkında, tasavvuf


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 02:01 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam