hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > GELENEK DİNİ > Mezhepler ve Tarikatlar

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 1. January 2011, 02:08 PM   #21
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

6–Eb'ul-Hasan el-Kharaqânî:

Bu şahıs da, (ileri sürüldüğü üzere) bağlandığı Ebu Yezîd gibi Bestâmlıdır. İkisi de Pers kökenli*dir. Doğum tarihi bilinmemektedir. H. 425/m.1034 tarihinde Bestâm'ın Kharaqân Kasabası'nda öldüğü söylenmektedir.

Nakşibendîler O'nun, (asla çağını yaşamadığı ve hiç görüşmediği) «Bayezîd-i Bestâmî'nin rûhâniyetinden feyiz alarak velîlik makamına eriş*ti*ğine» (!) inanmaktadırlar. Dolayısıyla (gerek üveysîlik, gerekse râbıta ko*nu*sunda O'nun şeyhi için uydurulmuş olan mitolojiye ve çelişkilere dair hü*kümler) aynen kendisi için de geçerlidir.

Eb'ul-Hasan, Nakşibendîlerce, rû*hânîler zincirinin 6'ıncı halkası olarak kabul edilmektedir.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. January 2011, 02:09 PM   #22
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

7–Ebu Ali Farmedî:

Asıl adı Fadl bin Muhammed'dir. Hocası Qusheyrî gibi Arap kökenli ol*duğu sanılmaktadır. Ancak Horasan'da yetiştiği için Hind–İran mistisiz*minden etki*lenmiş olduğu ihtimali büyüktür. O'nun tasavvufî eğilimle*rinden etki*lenen ünlüler arasında Gazalî de vardır. Fakat ne O'nun, ne de Gazâlî'nin, (ters teverruk oturuşu ile oturarak, gözünü yumarak, şeyhinin şek*lini zihninde canlandırarak,) hülâsa bugünkü Nakşibendîlerin yaptığı gibi râbıta yapmış bu*lunduklarını gösterir hiç bir kanıt yoktur.

H. 478/m. 1085 yılında Tûs Kenti'inde ölen Ebu Ali Farmedî de Gazalî gibi Selçuklu Başvezir'i Nizâmülmülk'ün yakınlığını kazandı. Nakşibendîlerce, rû*hânîler zincirinin 7'inci halkası olarak kabul edilmekte*dir.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. January 2011, 02:09 PM   #23
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

8–Yusuf Hemedânî:

Hemedânî, köken olarak bugünkü İran'ın önemli merkezlerinden biri olan Hemedân halkından*dır. Onun için Pers asıllı olma ihtimali büyüktür. Nitekim Fuad Köprülü, Gonjduwânî'ye ait olduğu ileri sürülen Makâmât-ı Yusuf Hemedânî adlı bir kitapçıktan naklen O'nun Türkçe bilmediğini kaydetmektedir. Bu da O'nun ya Arap ya da büyük ihtimalle Fars asıllı olduğuna ilişkin bir ipucu sayılabilir.[1]

Bu zat, H. 440/m. 1048'de bu şehirde doğdu. 18 yaşlarında öğrenciyken kısa bir süre Bağdad'da bulundu ise de Merv ve Herat gibi Hind–İran kaynaklı mis*tik ina*nışların yaygın bulunduğu şehirlerde hayatının çoğu geçti.

Bilindiği üzere Merv, Sovyet döneminde Ruslar tarafından Mary olarak de*ğiştirilen, Türkmenistan kentlerinden biridir. Murgab Irmağı deltasında bu*lunmaktadır.

Herat ise, Afganistan'da Hindikuş Dağları'nın eteğinde kurulmuş, Merv gibi tarihi bir kenttir.

Bu bölgelerde yaşayan topluluklar eskiden beri İslâm, Şaman, Hindu ve Zerdüşt dinlerinin sentezinden oluşan tasavvufî akımların etkisini genel*likle vicdanlarında taşırlar.

Köprülünün verdiği şu bilgiler Hemedânî'nin kişiliğini tanımak bakımından önemlidir : «Ağrılara ve yaralara ilaç yapar, sıtma için nüsha (yani bugünkü dille muska) yazar, herkesin derdine yetişmeğe çalışırdı. (...) Mürîdlerine dâima çehâr-yâr'ın menkabe ve faziletlerinden bahseder, onlara, namaz, oruç, zikr, riyâzet ve mücâhede tavsiye ederdi.»[2]

Yusuf Hemedânî, işte buralarda ve böyle bir kişilikle yaşamış, uzun yıllar bu bölgeye özgü inanış ve dü*şün*ce*lerin yayıcılığını yaptıktan sonra h. 535/m. 1140 tarihinde ölmüştür. Nakşibendîler O'nu, rûhânîler zincirinin 8'inci halkası olarak kabul etmek*te*dirler.

Hemedânî'nin râbıta yaptığı, hatta râbıta diye bir şey bildiği hakkında bile en ufak bir emâre yoktur.





--------------------------------------------------------------------------------

[1].Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü, Türk edebiyatında ilk Mutasavvıflar s. 69 ; VIII. Baskı Ankara-1993

[2]. Age. S. 69,70
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. January 2011, 02:09 PM   #24
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

9-Abdulkhâlıq-ı Gonjduwânî[1]

Gonjduwanî'nin babası Malatyalıdır. Ailesi Buhâra'ya göçtükten sonra kentin Gonjduwân Kasabası'nda dünyaya geldi. Bütün veriler O'nun da Türk olduğunu kanıtlamaktadır. Gonjduvânî'nin doğum tarihi bilinme*mektedir. H. 575/m.1179 yılında bu kasabada öldü.

Gonjduwânî'nin hayatına ilişkin olarak Nakşibendî menkabelerine geçmiş birçok mitolojik efsaneler vardır. Bunlardan biri de O'nun, beş vakit namazını Mescid'ul-Haram'da kıldığı ve tekrar Buhâra'ya döndüğü şek*linde nakledilen hikayedir. Dolayısıyla O'nun döneminde eğer râbıta diye bir şey söz konusu olmuş olsaydı, mutlak surette bu inanca ilişkin olarak -kerâmet ve fazîlet diye- bir çok anlatımlara daha yer verilecekti.

Nitekim «Kelimât-ı Semâniye» adı altında bilinen ve Tarîkatın kural*ları olarak Nakşibendîler tarafından benimsenmiş bulunan Farsça on bir kav*ramdan sekizinin, bizzat bu şahıs tarafından öngörüldüğü söylenmekte*dir. Bunu, Nakşibendîler de itiraf etmektedir[2] Onun için eğer Gonjduwânî râbıta hakkında bir şey bilmiş ya da söylemiş olsaydı, Nakşibendîler bunu asla saklamayacak, bilakis bütün ayrıntılarıyla onu tıpkı «Kelimât-ı Semâniye» gibi kuşaktan kuşağa birbirlerine nakledecek ve dâvâlarını kanıtlamada kullanacaklardı.

Gonjduwânî, Nakşibendîler tarafından, rûhânîler zincirinin 9'uncu hal*kası olarak kabul edilmektedir.





--------------------------------------------------------------------------------

[1]. Bu isim, Nakşibendîlere ait metinlerde: “Gucdevânî“, “Gocdevânî“ ve “Gonjduvânî“ olarak farklı şekillerde geçer.



[2]. Bk. BÖLÜM - II/7. Tasavvuf, Nakşilik ve râbıta; Safiyyüddin Ali b. Hüseyn el-Vâiz, Raşahât s. 32; Muhammed b. Abdillah el-Khânî, el-Bahja’tus-Seniyye s. 52; Muhammed Emîn el-Kurdî el-Erbilî, Tenwîr'ul-Qulûb s. 506
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. January 2011, 02:10 PM   #25
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

10– Ârif-i Rîwegerî:

Bu zat da Buhâralı bir Türk’tür. Doğum tarihi bilinmemektedir. Kur'ânî ilimlerle meşgulken bir ara duygusallık göstererek tasavvufa yöneldi.

Abdulkhâlıq-ı Gonjduvânî'nin etkisinde kaldığı sanılmaktadır. Bu ismin hayâlî ve mitolojik bir kişilik olma ihtimali de vardır. Çünkü hayatı hak*kında hemen hiç bir şey bilinmemektedir. Sadece h. 606/m. 1209 yılında öl*düğü ri*vâyet edilmektedir. Bu nedenle Rivegerî'nin râbıta diye bir şeyden söz edip etmediği de bilinmemektedir ki bu, Nakşibendî Tarîkatı'nın en büyük çelişkilerinden biridir.

Riwegerî, Nakşîlikteki rûhânîler zincirinin 10'uncu hal*kası sayılır.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. January 2011, 02:10 PM   #26
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

11–Mahmûd-i İnjirfağnewî:

Buhâra'nın Fağne Köyü'nde doğdu. Ancak hangi tarihte dünyaya gel*diği bilinmemektedir. Türk kökenlidir.

Duvar ustası olarak hayatını kazanırdı. Öğrenim gördüğüne ilişkin bir ka*nıt yoktur. Etrafına topladığı insanlara koro halinde «sesli zikir» yaptır*dığı için devrin yetkili âlimlerinden birinin tâlimatı üze*rine ifadesi alındığı bi*linmektedir. İnsanlara sesli zikir yaptırdığı, Nakşibendîler tarafın*dan açıkça ifade edildiği halde O'nun, hayatında râbıtadan bir kez bile söz et*tiği yolunda hiç bir yazılı bilgi ortaya koyamamaktadırlar.

H. 715/m. 1315 tarihinde ölen Fağnewî, Nakşibendîler tarafından, rûhâ*n*îler zincirinin 11'inci halkası olarak kabul edilmektedir.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. January 2011, 02:11 PM   #27
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

12–Aliy’y-i Râmitenî:

Buhâra'nın Râmiten Köyü'nde dünyaya geldiği söylenmekte ancak do*ğum tarihi bilinmemektedir. Türk asıllıdır.

Bir dokumacı olan bu zatın hayatı nisbeten aydındır. Yazmış olduğu bir risâledeki öğütleri O'nun, -Nakşilerin aksine- Kur'ânî çizgiden pek sap*ma*dı*ğını göstermektedir. Ancak Nakşibendîler O'nu, kendi rûhânîleri ara*sında gösterdikleri için, hakkında yazılıp çizilen mitolojik hikayelerin bu kanal*dan O'na mal edilmiş olması ihtimali vardır. Öğütleri arasında râbıtaya iliş*kin bir tek söz bile bulunmamaktadır.

H. 721 veya 728/m. 1328 tarihinde ölen Râmitenî, Nakşibendîler tarafın*dan, rûhânîler zincirinin 12'inci halkası olarak kabul edilmektedir.



13–Muhammed Baba Semmâsî:

Bu şahıs da Buhâralıdır. Aslı Türk’tür. Doğum tarihi bilinmemektedir. H. 755/m. 1354 tarihinde Buhâra'nın Semmas Köyü'nde öldü.

İlmi ve kişiliği hakkında pek net bilgiler yoktur. Aliy’y-i Râmitenî'nin, O'nu kendi yerine şeyh olarak vekil tâyin ettiği rivâyet edilmektedir. Semmasî'nin, râbıtadan söz ettiğine ilişkin, Nakşibendîlerin elinde hiç bir kanıt yoktur.

Semmâslı Muhammed Baba, Nakşibendîler tarafından, rûhânîler zinci*ri*nin 13'üncü hal*kası olarak kabul edilir.

14-Emîr Kulâl:

Çömlekçilikle uğraştığı için «Kulal» diye çağırıl*dığı söylenmektedir. Ancak kulal kelimesinin Türkçe’de, ya da Farsça’da bu anlama geldiğine iliş*kin bir açıklama yapılma*mıştır. Bu zat da Nakşibendî şeyhlerinin çoğu gibi Türk asıllı olduğu için la*ka*bının «Kulâl» değil, «Gülal» olması ihti*mali daha büyüktür.

Doğum tarihi bi*linmeyen ve h. 772/m. 1370 tari*hinde Buhâra'nın Suhari Kasabasında ölen Kulâl'in de râbıta*dan söz ettiğine iliş*kin Nakşibend*îlerin elinde hiç bir kanıt yoktur.

Emîr Kulâl, Nakşibendîler tarafından, rûhânîler zincirinin 14'üncü hal*kası olarak kabul edilir.[1]





--------------------------------------------------------------------------------



[1]. Bu şahısla ilgili birkaç çelişkiye burada işaret etmek gerekir:

1) Kulâl'in zamanında bu tarîkatın «Nakşibendî» adını henüz almamış olması gerekirken Nakşibendîler gerek O'nu, gerekse öncekilerini tereddütsüz olarak birer Nakşi şeyhi sıfatıyla tanıtmaktadırlar.

2) şerif Mardin, «Türkiye Tarihinde Nakşıbendî Tarîkatı» başlığı altındaki yazısında Emîr Kulâl'den bahsederken üç önemli hata işlemiştir. O'nun kullandığı ifade ay*nen şöyledir:«I. Bayezid'in damadı olan ünlü mutasavvıf Emir Sultan (1368-1429), Behaeddin Nakşibend'in müritlerinden Seyyid Emîr Kulâl'in oğluydu.» (Bk. Richard Tapper, Çağdaş Türkiye'de İslâm, s. 81. İstanbul-1993)

Halbuki Emir Sultan, Emîr Kulâl'in oğlu değildir ve büyük ihtimalle O'nunla hiç bir ilişkisi de yoktur. Emir Sultan'ın adı Muhammed, babasının adı ise Ali'dir, Eğer şerif Mardin, kendi milletine ait tarihi gerçekleri araştırırken, batıcılık kompleksine kapılma*saydı, yani yabancı kaynaklar yerine kendi milletine ait kaynaklara başvursaydı doğru bil*gilere ulaşabilirdi.

Yazar, Emîr Kulâl'i Behaeddin Nakşibend'in mürîdi olarak tanıtmıştır, oysa (Nakşi kaynaklarına göre) tam tersine Nakşibend, Kulâl'in mürîdidir.

Ayrıca yazar, Emir Sultan'ı Nakşibendî şeyhi olarak tanıtmış, halbuki bu şa*hıs halvetî şeyhidir. Esasen Emîr Kulâl hakkında güvenilir hemen hiç bir bilgi bulunmamaktadır.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. January 2011, 02:12 PM   #28
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

15–Muhammed Bahâuddîn Buhârî:

Hz. Hüseyn'in so*yundan geldiği ileri sü*rülmektedir. Ancak ana dilinin Türkçe olduğu kesindir. İlk Nakşî şeyhle*rinin hemen tümü gibi O da Buhârâlıdır. Bu ise tarîkatın zaman içinde çevresel şart*ların belir*lediği bir süreçle nasıl oluştuğu bakımından çok önemli bir tesbit*tir!

Bahâuddîn, devrinin şeyhlerinden Semmâslı Muhammed Baba ile O'nun öğren*cisi Emîr Kulâl'in etkisi altında kaldı. Çağının geleneğine uyarak O da şeyh ol*maya çalıştı ve ünlendi.

Nakşibendîliğe «Üveysîlik» anlayışının, bu şahıstan itibaren yerleş*tiği sa*nılmaktadır. «Üveysîlik», bir şeyhin, kendinden çok önce ya*şamış ve ölmüş olan bir diğer rûhânîden «feyiz alarak» yani, metafizik bir ilişkiyle ondan bir*takım bilgiler edinerek yetişmesi ve «ermesidir.»

Nitekim Muhammed Buhârî'nin de kendinden beş kuşak yuka*rıda olan Gonjduvânî'den istifade ettiği ileri sürülmektedir.

Bu inancın, eski Hind-İran kaynaklı mistik akımlardan alındığı ihti*mali büyüktür.

«Şâh-ı Nakşibend» unvanıyla anılan Muhammed Buhârî'den sonra (O'nun zamanına kadar iki aşama geçirmiş ve son olarak "Huwâcegâniyye" adını almış bulunan) tarîkat, bu kez «Nakşibendîyye» adını aldı.

Muhammed Buhârî'nin bilgi ve tahsil durumu net bir şekilde bi*linme*mekte, ancak O'nun Mâverâunnehr emîrlerinden Halil Ata[1] adında bi*ri*nin hizmetinde çalıştığı tahmin edilmektedir. Bu ise O'nun okuryazar ol*duğuna ilişkin bir ipucu sayılabilir.

Nakşibendîliğin, Türklere özgü bir İslâm modeli olarak biçimlenme*sinde ilk adımların bu şahıs tarafından atılmış olduğu ihti*mal çok büyük*tür. Çünkü O'na ait sözlerden biri de şu*dur:

«Bir gece rüyamda Türk bilgelerinden Hakim Ata, beni ye*tiştirmesi için öğ*rencilerinden birine gönderdi. Mübârek bir ninem vardı. Bu rüyamı O'na an*lattım. Bana dedi ki:

– Oğlum, senin Türk bilgelerinden öğreneceğin şeyler var.»[2]

Bu nedenledir ki tekke ve zaviyeleri kapatan «TC»'nin laik-materyalist yö*neticileri, -geçiş döneminden sonra- şovenist eğilimlerine yenik düşerek bu tarîkatın faaliyetlerine göz yummaya başlamış, hatta yeniden canlanma*sına bir çeşit ön ayak bile olmuşlardır!

A. Faruk Meyan. takma isimli bir asker emeklisi tarafından “Şâh-ı Nakşi*bend“ adı altında kaleme alınmış olan bir kitabın önsözünde yayıne*vi*nin kaydettiği şu ifade, bu konuda birçok şeyi özetlemektedir:

«Anadolumuzun Türkleşmesinde en büyük rolü tarîkatlerin, bilhassa Nakşîliğin oynadığını gerçek tarihlerimiz ve tarihçilerimiz yazmakta*dır.[3]

Nakşibendîlerin, belki en doğru sözü budur. Ancak bu sözü tamamlaya*cak bir iki eksik vardır ki onlar da, Nakşîliğin, bununla birlikte İslâm'ı da Türkleş*tirdiği ve gittikçe onu İslâm olmaktan uzaklaştırdığı gerçeğidir.

Yukarıda takma adı geçen yazar, kitabında râbıtadan da söz ettiği halde Şâh-ı Nakşibend'in râbıtadan söz edip etmediğine ilişkin hiç bir şey kaydet*memiştir. Bu da, gerek bir Nakşibendî olarak O'nun, gerekse bağlısı olduğu tarîkatın açık bir çelişkisidir.

Yine Nakşibendî kaynaklarına göre bu tarîkatın on bir kuralından üçü Şâh-ı Nakşibend tarafından konmuştur ki bunlar: Vukûf-i zamânî, Vukûf-i adedî ve Vukûf-i kalbî'dir. Ne var ki bu üç kavramdan hiç birinin açıkla*ması içinde râbıtadan söz edilmemiştir.

Şâh-ı Nakşibend Muhammed Buhârî, Nakşî Silsilesi'nin 15'inci halkası ola*rak kabul edilir.





--------------------------------------------------------------------------------

[1]. “Ata“ Terimi: “Baba“ ve “Dede“ gibi Şamanlıktan ilhamını alan ve eskiden Türkistan rûhânîleri için kullanılmış olan “Ermişlik“ kültünün sembollerindendir.

[2]. Bu ifade, modernist Nakşibendîlere ait bir ansiklopediden biraz sadeleştirilerek alınmıştır.

[3]. Çile Yayınları, İstanbul-1970 s. 7
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. January 2011, 02:13 PM   #29
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

16-Alâuddîn-i Attâr:

Bu da Buhârâlı bir Türk’tür. Nakşibend'in öğren*cisi ve damadıdır. Doğum tarihi bilinmemektedir. Alâuddîn, Buhârâ'nın tanınmış ve zengin ailelerin*den birinin çocuğuydu. Devrin modası olan sûfîliğe o da özendi ve Bahâuddîn Nakşibend'in etki*sinde kaldı. İlginç olan, Seyyid Şerif Cürcânî gibi ilimle meşgul olmuş ünlü bir şahsiyetin Attâr'dan övgü ile söz etmesi*dir. Öyle anlaşılıyor ki o çevrede ve o devirde yaşamış olan âlimler de Hind-İran kaynaklı mis*tik akımların etkisinde kalmış ve tarîkat şeyhlerine itibar etmiş*lerdir. Alâuddîn-i Attâr'ın ölüm tarihi: H. 802/m. 1400'dür. Onun râbıtadan söz ettiğine dair hiç bir kanıt yoktur.

Attâr, Nakşî silsilesi'nin 16'ıncı halkası olarak kabul edilir. O'nu, h. 627/m.1229'da ölen Ferîduddin'i Attâr'la karıştırmamak gerekir.

17-Ya’qûb-i Çarkhî :

Yakûb, bugünkü Afganistan kentlerinden Gazne civarında dünyaya geldi. Türk kökenli olabileceği ihtimali vardır. Ancak konuşma ve yazı dili olarak Farsça’yı kullandığı kesindir. Doğum tarihi bilinmemektedir. Bir süre öğrenim gördüğü ve bu amaçla Mısır'a kadar gittiği sanılmaktadır. Sonra Buhârâ'ya dönerek Alâuddîn-i Attâr'la haşır neşir olmuştur.

Risâle-i Ünsiye adıyla Farsça kaleme aldığı bir kitaplıkta rûhânîlerle yap*tığı sohbetleri ve izlenimlerini anlatmaktadır. İçeriği tasavvufî anlatım*larla örülmüştür. Ya’qûb'un kayda değer bir eseri yoktur.

Nakşi rûhanileri arasında râbıtadan ilk kez söz eden Ya’qûb-i Çarkhî 'dir. Raşahât'ın yazarı Ali b. Hüseyn el-Vâiz, bu eserinde O'ndan epeyce söz et*mek*tedir. Kitabın, iki yerinde râbıtaya ilişkin olarak kaydettiği çok kısa anla*tımlar*dan biri şöyledir:

«... Çün râbıta tarikini beyâna başladılar, buyurdular ki: “Bu tarikayı ta'*limde dehşet etmeyesin ve tâlib ve müstaidlere eriştiresin.“»[1]

Bu da demek oluyor ki râbıtanın tarihi süreci, h. 851/m. 1447 de ölen Ya’qûb-i Çarkhî ile başlamaktadır. Çarkhî, yukarıdaki sözlerle râbıtayı, öğ*ren*cisi Ubeydullah-ı Ahrâr'a öğütlemiştir. Raşahât'ın yazarına ise râbıtayı Ubeydullah-ı Ahrâr telkin etmiştir. Nitekim Araştırmacı Kasım Kufralı'nın: «Bilahare Mâverâünnehr'e gelerek Hâce'ye intisab eylediği zaman râbıta ile iş*tigale memur edildi.»[2] dediği Mir Abdu'evvel, Ubeydullah-ı Ahrâr tarafın*dan bu şekilde görevlendirilmiştir. İşbu Mir Abdu'evvel, Raşahât'ın yazarının arkadaşıdır. Bütün bunlar, râbıtanın sembolik bir kavram olarak Ya’qûb-i Çarkhî ile başladığını, ondan önce Nakşibendîlikte râbıta adı altında bir anlayış, inanış ve uygulamanın bulunmadığını açıkça kanıtlamaktadır. Öyle anlaşılıyor ki Nakşibendîlik tarihinde Ya’qûb-i Çarkhî 'den önce râbıtadan söz etmiş hiç bir rûhânî yoktur.

Çarkhî'nin, Ubeydullah-ı Ahrâr'a: «...Bu tarikayı ta'limde dehşet etme*ye*sin » diye verdiği öğüt esasen dikkat çekicidir. Çünkü Ya’qûb'un, mürî*dine râbıta yaptırmayı öğütlerken: “Sakın ürkütmeyesin!“ diyerek O'nu uyarması, örtülü de olsa râbıtanın tarîkata yerleştirildiği daha ilk günlerden itibaren önemsendiğini kanıtlamaktadır. Ancak bugünkü tanımıyla, şartla*rıyla ve uy*gulanış biçimiyle râbıtanın o tarihlerde söz konusu olduğunu gösteren herhangi bir delil yoktur.

Attâr'ın halîfesi olan Ya’qûb-i Çarkhî , Nakşibendîler tarafından, rûhânî*ler silsilesinin 17'inci halkası olarak kabul edilir.





--------------------------------------------------------------------------------

[1]. Ali b. Hüseyn el-Vâiz, Raşahât s. 354

[2]. Bk. Kasım Kufralı, Nakşibendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, s. 82 Türkiyât Enstitüsü No. 337; Keşf'uz-Zunûn, 1/903
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. January 2011, 02:13 PM   #30
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

18– Nâsirüddîn Ubeydullah-ı Ahrâr:

H. 806/m. 1403'de Taşkent'de doğdu. Hocası gibi O da, konuşma ve yazı dili olarak Farsça’yı kullanmakta idi. Bununla birlikte Türk asıllı olduğu ihti*mali daha ağır basmaktadır. H. 895/m. 1490 tarihinde Semerkand'da öldü.

Muntazam bir öğrenim görmediği, hatta öğrenimi bir türlü sevme*diği, hakkındaki söylentilerden anlaşılmaktadır. Kendini tamamen ta*savvufa vermiş olması belki de bu yüzdendir. Rabbânî, 187 sayılı mektubunda O'nun, Fakarât adlı bir eserinden söz etmektedir.

Nakşibendîlerce önemli bir kaynak sayılan Raşahât adlı kitabın yazarı, bu şahsın çağdaşıdır ve onunla haşır neşir olmuş*tur.

Ubeydullah-ı Ahrâr, Timûrîler döneminde yaşadı ve bu hânedânın prensleri arasında sürüp giden taht kavgalarına şahit oldu. Hatta bu olayla*rın içine bile girdi. Bu cümleden olarak, Timurleng'in dördüncü gö*bek to*runlarından (Semerkand'i işgal eden) Sultan Ebu Said'in[1] yanında ye*rini aldı. Ebu Said ile aynı soydan gelen Şahruh*'un oğlu Ebu'l-Kasım Mirza Babür arasında savaş hazırlıkları yapı*lırken Ubeydullah-ı Ahrâr, Ebu Said adına Babür'ü uzlaşmaya davet etti ve onları ba*rıştırdı. Bu olaylar O'*nun ne kadar nüfuzlu olduğunu göstermek*tedir.

Ahrâr'ın yaşadığı dönemde Timuroğulları Hânedânı parçalanırken aynı zamanda Maverâunnehr'den Hindistan'a doğru dağılarak yayılıyorlardı. Tabiatıyla bu si*yasi yayılmaya paralel olarak Nakşîliğin muhiti de oralara doğru genişli*yordu. Zaten komşu olan bu iki bölge arasında çok köklü ve sürekli etkile*şimler tarih boyunca sürmüştür. Tarihi veriler, özellikle bu dönemde Hind-İran zevkinin sanattan dine kadar hemen her şeye yansıdı*ğını kanıtla*mak*tadır. Dolayısıyla öyle anlaşılıyor ki gerek Şamanlıktan, ge*rek Zerdüşizm'den, gerekse Brahmanizm ve Budizm'den esinlenmelerle, Nakşibendîyye adı altındaki sûfîlik, bu dö*nemde Ahrâriyye adıyla yeni bir ni*telik ve içerik kazanmıştır. Ahrâriyye'nin, Nakşibendîliğe yaptığı en be*lirgin katkı ise râbıta sürecini başlatmış olmaktır.

Çünkü Ubeydullah-ı Ahrâr çok faal bir Nakşibendîdir. Bu tarîkatı Hind zevkiyle karakterize edenlerin başında gelir. Râbıta telkinini, Ya’qûb-i Çarkhî 'den ilk alan O'dur. Keza, Türkistan'da yaygın olan Hind-İran misti*siz*minin Anadolu'ya sızması da bu şahsın etkileriyle olmuştur. O'nun özel*likle iki öğrencisi bu inanışların propagandası için Anadolu'ya gelmişlerdir. Bunlar, Abdullah-ı İlâhî ve Haydar Baba'dır.

Haydar Baba, Kanûnî döneminde, Eyüp Camii'ne âdetâ yerle*şerek hal*kın vicdanını mistik doğrultuda yönlendirmeye çalışmış, Hind–İran kay*naklı Türkistan Tasavvufu'nun, Osmanlı toplumuna yer*leşmesinde büyük rol oy*namıştır.

Nakşi şeyhlerinin, faaliyet alanı içine bu dönemden itibaren Hindistan*'ın da katılması çok önemli bir olaydır ve Nakşîlikte yeni bir aşa*manın baş*laması demektir. Bu geçişi ise Ubeydullah-ı Ahrâr sağlamıştır. Nitekim son*raları Hindistan'da güçlü bir devlet kurmayı başaran Zahîruddîn Babür Şah,[2] Ahrâr'ın çocukla*rına ve temsilci*lerine çok yakın ilgi göstermiştir. Bu ya*kınlığın doğal so*nucu olarak da Hind dinleri Nakşibendî Tarîkatı'nı önemli derecede etkile*miştir.

İlginçtir ki Nakşî şeyhlerinden Kasım Kufralı, (1940'ların Türkçe’siyle kur*duğu uzunca ve kırık dökük birkaç cümle içinde) bu gerçeği bir çeşit iti*raf ede*rek şunları kaydetmektedir:

«Babür'ün, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr'ın oğullarına ve haleflerine olan merbutiyeti, kendisinden sonraki hükümdarlarda da görülür. Hind'in bu din*dar hükümdarlarını etrafında toplamış bulunan diğer simalar, mistik bir at*mosferle çevrili Hind muhitinin kendi muhitlerindeki akislerini yaşatır*lar*ken Hind mizacının tevlid ettiği o sonsuz hayâl aleminin Tecellîlerini ve*lile*rin ve büyük din adamlarının şahsiyetlerinde toplayan şair mutasavvıf*ların da bu muhit üzerinde fazla tesirleri oluyordu. Esasen Hindistan'da canlanan tasavvuf cereyanları da tarîkatlerin oraya girmesini fevkalade ko*laylaştırmış*tır.»

Ahrâr, Nakşî Silsilesi'nin 18'inci halkası olarak kabul edilir.





--------------------------------------------------------------------------------

[1]. Sultan Ebu Said (1427-1469): Muhammed Mirza'nın oğludur; O da Miran şah'ın oğ*ludur; O da Timurleng'in oğludur.

1457'de Mâverâunnehr'i, 1459'da da Horasan'ı ele geçirerek Herat Kenti'ni merkez ha*line getirdi. Uzun Hasan'la savaşmak isterken pusuya düşürüldü ve aralarında siyasî düş*manlık bulunan, babasının amcasıoğlu Yadigar Muhammed'e teslim edildi. O'nun tarafından da öldürüldü.

Tarihin bu dönemi, İslâm’ın ve Müslümanların, en çok çözülüp dağıldığı, ilim adamları*nın yerini, şeyhlerin doldurduğu son derece karışık ve karanlık bir aşamadır.



[2] . Zahîruddîn Babür şah (1483-1530): Timuroğulları'ndan, Sultan Ebu Said'in to*ru*nu*dur.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
mürid, mürşid, nakşibendi, nakşibendilik, rabıta, tarikat, tarikatta


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 01:55 AM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam