hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > MAKALELER(DİNİ ve SİYASİ) > Başlıklara Uymayan Konular

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 19. April 2009, 12:14 PM   #11
kamer
Super Moderator
 
kamer - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 283
Tesekkür: 457
131 Mesajina 293 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
kamer is on a distinguished road
Standart

İSLAM BİLİM; DERS-5 ( Bölüm 2)

HÜMANİST ÖĞRETİLER


1- Radikalizm: Radikalizm tarihi, tam olarak 1800 yılında belirginleşmiştir; radikalistlerin resmi bildirilerinin yayınlanış yılıdır 1800. Bunlar, ahlakı ve eğitim *öğretimi, Tanrı ve dine göre değil toplumsal akıl ve man*tığı temel alarak biçimlendirmeye çabaladılar. Fakat bu çabada çabucak yenilgiye uğradılar.



2- Batı’da Hümanizm: 19. ve 20. yüzyıllarda egzistan*siyalizm, Batı hümanizmine özgü en büyük öğreti olup bugün de yaşamaktadır.



3- Doğu’da Hümanizm: Nasıl tarihin batılı ve doğulu akımı bulunuyorsa hümanizmin de doğulusu ve batılısı vardır. Batılısını söyledim; şimdi sıra doğulusunda.



Kişisel bilimsel yetenek olarak, insanın bulma ve an*lamadaki en iyi kaynaklarının mitlerde olduğunu görü*rüz; milli mitler, dinî kıssalar. Uzak geçmişe döndüğü*müzdeyse millî ve dinî olanın arası kapanır, her ikisi de bir olur.



Doğulu görüş, felsefe ve algılamada insanı tanımak için en iyi temel, Doğu dinlerinde, kültürlerinde ve mito*lojilerindeki insanın yaratılış kıssasıdır. İnsanın yaratı*lışının nasıllığını öyküleyen bir yaratılış kıssası vardır her dinin ki ya efsane ya da öykü biçiminde veya dinî bir gerçeklik biçiminde olup tarihsel ya da remizlik veya sembolik bir gerçeklik oluşu önemli değildir. Çünkü bir dinin yaratılış kıssasında insanın yaratılışının nasıllığı*nı anlamak değil, insanı nasıl algıladığını anlamak isti*yoruz. İşte bu kıssalarda hümanizm mütalaa edilebilir, insan tanınabilir.



Hemen burada söyleyeyim; dinimiz İslam’ı böylesine müphem ve karanlık olarak zihnimizde taşımamıza ne*den olan etkenlerden biri, İslam’ın insanı nasıl anlam*landırdığını bilmememizdir. Oysa İslam adına var olan her hüküm, inanç, buyruk ve gelenek insana ve insanın nasıl oluşuna, nasıl olmak gerektiğine dayanmaktadır. Öncelikle, İslam’ın insanı nasıl anlamlandırdığını anlamalıyız; böylece söylediğinin ne anlam taşıdığını anlamış oluruz o zaman. Doğu’da insanı tanıyışın en büyük kaynaklardan biri mitler, felsefî, dinî ve tarihi kıssalardır. Ama ne yazık ki, en küçük mitin, en aşağı edebi eserin tashih edip çözümlemesi yapılan, yüz kez felsefî, bilimsel ve dinsel yorumu yapılan Batı’nın tersine; öyle ki örneğin Yunan hümanizmini tanımak istedin diyelim, en azından elli tane büyük ve yeni kitap bulabilirsin ki bu kitaplarda hümanizmle ilintili olan mitolojik çehreler ve eserler birer birer açıklanıp çözümlenmişken, bunun tam tersi olarak Doğu’da, tüm bunların yerine helâ adabı*na dair eserler yazılmış olup bunları uygulayacak olur*san ömrünün tümü boşaltmak için harcanmış olur. Doğu’da, mitlerin açıklanması, ilgili eserlerin tashih ve basımı yolunda bir çalışma yapılmamıştır; Kur’an’ın, insan ve âdem kelimeleri üzerinde onca durmasına rağ*men İslam’da özellikle. Öteki Doğu ülkelerinde de durum böyledir.



Ne olursa olsun, Hint’teki, Çin’deki, İran’daki ve Maveraünnehr mitolojilerindeki insanın yaratılış kıssaları *-ki hepsi de İbrahimî dinlerdeki Âdem’in yaratılış kıssası*na oldukça yakındır- Doğu hümanizmidir. En yetkin hü*manizm felsefesiyse İbrahimi kültürde ve bu cümleden olarak Kur’an’da yer alan Âdem kıssasıdır. Sonra, bu konuyla ilgili olarak sonsuz tuhaf ve şaşırtıcı olan birçok rivayet bulunmaktadır metinlerde. Öyle ki dört yıldır, hümanizmi Âdem kıssasından çıkarma üzerinde düşün*mekte ve çalışmaktayım.



Ben, mitler üzerine çalışıyorum epeydir. Çünkü mit*leri tarihten daha çok seviyorum, hatta tarihten daha çok gerçeklik bulunduğuna inanıyorum mitlerde. Mitler, insanın zihninde oluşan hikâyelerdir. Tarih ise oluştu*rulmuş gerçekliklerdir. Oysa mitler, nasıl oluşturulması gerekiyorsa öyle bir tarihtir.



Bunlar, Doğulu öğretilerde insanbilimin ve hümanizmin anahtarlarıdır. Böylece varır dayanır İbrahim öğre*tisindeki Âdem kıssasına, Kur’an’daki ve öteki metinle*rimizdeki Âdem’in yaratılış kıssasına, İslam ideolojisin*de hümanizm olarak.



Birkaç oturumu Doğulu, Batılı ve başka öğretilerdeki hümanizme ayırmalı, İbrahim öğretisindeki insanbi*lime eğilmeliyiz. Üçüncü aşama toplumbilimdir.



TOPLUMBİLİM


Sözünü etmek istediğim toplumbilim, eski bir top*lumbilimdir; Aristo ve Eflatun’un -Batılı öncülerin söyle*diği anlamda- bir başkası da Saint-Simon’un, Proud*hon’un, Marx’ın toplumbilimleri ve yirminci yüzyılın çö*zümlemeli toplumbilimi olup bunları tek bir çehrede ad*landırmak olanaksızdır. Sonra ise İslam’dan elde edilen, Kur’an’dan çıkarımı yapılabilecek bir toplumbilimi tanı*mak yolunda bir ortam olarak görülebilecek bir toplum*bilimi ele alacağız. İslam toplumbilimine dinî bir top*lumbilim de ekleyeceğim [burada son derece hassas bir konu ortaya çıkmaktadır; Kur’an’dan tarih felsefesi, in*sanbilim ve toplumbilimle ilgili olan bölümleri burada okuyabileceğimizi umuyorum].



İDEOLOJİ OLARAK İSLAM


Bu bölümde İslam öğretisini şekillendiren temel esasların ya da temel öğelerin ilk kaynakları ele alınmaktadır. İlk kaynak -ki İslam oradan alınmalıdır- ki*taptır. Ötekisi ise Peygamber’in ashabının yaşayışı ile İslam öğretisinin örnek insanlar olarak sunduğu yetiş*miş örnekler ve modellerdir.



Öyleyse İslam’ı tanımak için Allah’ı -öğreti mabudu olarak- tanıma gereksinimimiz vardır; ilk İslam metinle*rinde tanıtıldığı üzere.[1] Sonra, öteki kahramanlar, pey*gamberler ve önderlerle karşılaştırmada peygamberin insanî tipini tanıma gereksinimimiz bulunmaktadır. Ay*rıca bir site, bir geçici örnek insanî toplum, bir model, bir maket, son derece sade fakat oldukça aydınlık bir toplum örneği olarak Medine toplum tipinin tanınmasına da. Aynı şekilde model olarak sunulan örnek insan tiple*rini de tanıma gereksinimimiz vardır. Bunlar, İslam’ın anlaşılma kaynaklarıdır; bunları anlayıp tanımakla İslam’a ulaşılabilir, eski kelamın sınıflamalarından yarar*lanmakla değil. Bu sınıflamalar, iyi olmakla birlikte bu*gün için değil, geçmiş için iyidir. Ne var ki bu zamanda artık eskimiştir ve vahiy konumunda görülebilecek bir form değildir. Hemen burada söyleyeyim de kimileri fır*sat bularak karşıtlık suçlamasında bulunmasınlar; tıpkı konuşmamın yarısında gelip Tanrı’yı inkâr edenlerin de*lillerini naklettiğimi duyarak Tanrı karşıtı ve dinsiz olma suçlamasında bulunan ve kendi inançlarımı söyledi*ğimi sanan bay gibi. Oysa sadece birtakım sözleri aktarı*yordum; gerçeği anlaması için daha önce gelip daha çok oturması gerekiyordu oysa. Başkaları da fazlaca oturma*yıp eski olan her şeye karşı olduğumu söyleyebilirler. Ne ki, burada onaylama ya da karşı çıkmadan söz edilmemektedir; hangi yolda ve nasıl yürümekten söz edilmek*tedir, en iyi sonuca ulaşmak için.



Dolayısıyla İslam’da araştırma yapmak için kaynak, Kitap ve Sünnettir.[2] Ne ki zihinlerimizde bulunduğu anlamda değil -ki kendi önsel inancımızı kitaba yükle*mekte ya da Peygamber’in sadece sözlerini, sükûtunu, amel ve kavillerini sünnet olarak bilmekteyiz- bunun tersine, daha önemli, daha ivedili, daha hassas ve daha öğretici olan -ki hep yeni ve gündemdedir- idealle*rinin toplumda gerçekleşmesi ve mevcut toplumsal düze*nin, toplum içinde devrim ve devinim yaratmak için deği*şip dönüşüme uğraması yolunda Peygamber’in toplum*sal çalışmasının yöntemi olan üçüncü boyutudur sünne*tin.



KARŞILAŞTIRMALI YA DA ÖLÇMELİ İSLAM
[ARAŞTIRMA YÖNTEMİ OLARAK]

Karşılaştırmalı ya da ölçmeli, bugün yanlış olarak tatbiki dediklerinin aynısıdır. Bilimsel metot olarak karşılaştırma, dakik bir tanı*ma ve değerlendirme için, özellikle insanî bilimlerde, ol*dukça büyük bir yardımcı etkendir. Ali [a.s] yi tarihten ve tarihteki rakip ve görünürde benzer olan çehrelerden soyutlayarak sadece soyut bir olgu olarak onun üzerine konuşup onu tanıtırsak, belki görkem bakımından onu tanrılık derecesine -kimilerinin yaptıkları gibi- çıkarsak da onu hiç anlamamış, hiç tanımamış oluruz. Şia imam*larını tanımak için -ki şimdi onlarla ilgili olarak sıralanış numaralarından başka bir şey bilmiyoruz; -ölüm tarihle*rini anımsarsak, ahlakî ya da kerametlik bir cümle söyle*yip geçeriz, aklımıza gelmezse o da yok- biyografilerini okumaktan başka, onlardan geriye kalan cümleleri aktarıp açıklamaktan başka ve soyut bir biçimde çevre ve kişiliklerini değerlendirmekten başka karşılaştırmada bulunmaya yönelmeliyiz; ta ki çehreleri dakik olarak de*ğerlendirilmiş olsun ve kişiliklerine ulaşalım. Yani onla*rın çehrelerini çağlarındaki karşıt çehreler karşısına koymalı ve topluma egemen olan güç sahibi çehrelerle karşılaştırarak tanımalıyız onları.

Öyleyse Şia imamlarını, kendi siyası, toplumsal ve düşünsel dönemlerinde ve çağlarında, hatta insanlık ta*rihinin düşünsel ve toplumsal önderlerinin çehreleri arasına koyarak, onların anti tezi olan çehreleriyle kar*şılaştırdığımızda tanıyacağızdır.



Onları dakik ve inkârı olanaksız bir biçimde tanıyacağız böylece.



Karşılaştırma, diyalektik bir yöntem olup Batı’nın al*nına damgalanmış olmakla birlikte tam tersine, Doğulu bir düşünme tarzıdır. Defalarca söyledim, Ali meselesi -tanınması gereken bir kişilik olarak- hem Şiiliği tanı*mak için, hem Ali’nin kendisini tanımak, hem de İslam’ı tanımak ve bu insan fabrikasının yüce örneğinin teknik ve mekaniğini anlamak için gereklidir. Ali’yi tanımak için kullanılacak yöntemlerden biri karşılaştırmadır. Bu karşılaştırma, sadece Ebubekir, Ömer, Osman ve Mua*viye çehreleriyle olan rekabetin dar ve son derece yüzey*sel alanında ölçme anlamında değildir. [Gerçi bu da da*kik değildir ve doğru olarak gerçekleştiyse bile yine de ol*dukça sınırlı ve küçük bir alanda ölçülmüştü ve sonuç alınabilir cinsten değildi]. Tersine, bir yazarın, Ali’yi [bu mucizevî olguyu] Peygamber’den sonraki Medine’nin dar alanından alıp tarihin ve insan toplumunun Medine’sin*de, içinde tarihin bütün kahramanlarının toplandığı bü*yük bir salona götürmesi ve görkemini, tarihin bütün görkemli çehreleri karşısında görmesi anlamındadır karşılaştırma. İşte o zaman Ali’nin görkem ve değerini dakik olarak görmüş olacaktır.



Karşılaştırma, hem kişiyi ve değerini hem de bu kişi*ye olan inanç türünün çelişkisini ve onun düşünce ve ki*şiliğinin değişimini anlatır bize.



Ali’yi onun rakibi olan halifelerin karşısına, onun hakkını gasp eden ama insanî değerleri de bulunan ve haktan Batılı -kişisel güçlerine ve emellerine zarar ver*meyeni- gözeten ashabın karşısına yerleştirin. Ebubekir’in [Müslüman, muhacir, fedakâr ve İslam’da geçmişi önce*ye dayanan sahabi] olumsuz bir niteliği vardır; gasp e*dicilik. Ebubekir’i geçip Ömer’e varıyoruz; aynı özellikle*rin yanında Ebubekir’den daha olumsuz bir niteliği var*dır onun. Çünkü gasıp olmasından başka sert ve yüzey*seldir de. Ali’yi tez, Ömer’i ise antitez olarak aldığı*mızda Ali’nin halka olan şefkatindeki büyüklük, felsefe, Kur’an’ı tanıma, İslam’ı anlama ve ilimdeki derinliği da*ha da somutlaşır.



Sonraysa Osman gelir; Ömer’in olumsuz sıfatını o da taşıyarak, olumsuz bir sıfatı da eklemek suretiyle; aris*tokrat olması, ailesinin elinde oyuncak olması, toplum*sal ve iktisadî cahiliyete eğilimli olması bakımından. Bu*rada Ali’yi tanıma yolundaki hareketle yeni keşiflere ulaşırız; Ali’nin zahitliğini keşfederiz. Çünkü antitezi zahidlikten uzak kirli biridir. Adaletini keşfederiz. Çün*kü antitezi bir zalimdir, yığıcı ve malperesttir. Adaleti uygulamada ayrımcı olmayışını, sertliğini, kavminin ve yakınlarının beklentilerine karşı savaşımını keşfederiz.



Çünkü antitezi adalet tanımaz ki uygulamayı düşün*sün; kavmi ve kendisi üzerine titremektedir o.



Böyle bir karşılaştırma yoluyla, hilafetin ve halifele*rin grafik eğrisi düşerken, aynı ölçüde de Ali’nin yaşayışının grafik eğrisi yükselir. Tarihte halifeler, hatalı ve bencil Müslüman bir sahabi konumundan yavaş yavaş zorba bir zalim ve sonra kesin zulme ve en sonunda da mutlak cehalet ve gerilemeye dönüşürler. Karşıdaysa Ali, mutlak adalet, ilim ve ismet biçiminde tecelli eder.



Diyalektik karşılaştırma ve bağıntıda antitez ve Ali’nin karşı olumsuzlayıcı kutbu, şeytan şekline bürü*nür. Sonuçta da Ali, kimi mazlum kitlelerin duyguların*da Allah’ın simasında görünür. Ali’nin karşıtı, artık ha*talı, fasit, fasık bir Müslüman, bencil bir yönetici değil*dir, Mütevekkil’dir, Timur’dur, Cengiz’dir, Atabekler, Timurlular v.b dir ki İslamî yönetici adıyla İs*lam toplumunda yönetimi elinde bulundurmakta, halkın derisini yüzmekte, insan başını kadeh yapıp şarap iç*mekte ve sonra -Beyhaki’nin söyleyişiyle- namaza dur*makta ve namazdayken boynunu işaret ederek, esirlerin öldürülmesi emrini vermektedirler.



Osman olmasaydı, Ebuzer olmazdı; Yezid olmasay*dı, insanlık tarihinin Hüseyin’i olmazdı; Muaviye olma*saydı, hürriyet, adalet, bilinç ve insanlık Ali’den yoksun olurdu. Sonuçta tarihte cinayet, zulüm ve iblislik olma*saydı, her şeyini imam karşılığında bağışlayan tanrısal insan, özgür ve şehid insan olmazdı. Çünkü ortaya çık*ması için uygun ortam olmazdı.



Tarihin, insanın ve toplumun diyalektik çelişkisi bu demektir. İslam-bilim planında tevhidden kaynaklanan üç temel, birlik taşmaktadır. Fakat insan, tarih ve top*lum temelinin her biri çelişkiye dayalıdır. Fakat bu, hikmet yönü bulunan ve mantıklı bir ilişki taşıyan bir çeliş*kidir. Cahiliyet mantığı, kuru zihinsel ve biçimsel şekil*ler mantığı olan Aristo mantığı -ki bizim havzalarımızda İslamî mantık adıyla okunmaktadır- yerine diyalektik görüşümüz olsaydı, İslamî hayat ve hareket olarak algı*lardık, donuk sabit sınırlarını, biçimini, cinsini, mesafe ve tanımını oluşturduğumuz ve bunların içine girerek taş haline geldiğimiz taşlaşmış kalıplar şeklinde değil.



İMAMET


Bir kaç yıl önce İrşad’da Camie Şinasiyi Ümmet ve İmamet [Ümmet ve İmamet Sosyolojisi] adı altında bir*kaç oturumda tamamlanan bir konuşma yapmıştım ki basılmaktadır, okursunuz. Orada, sonradan zihnime ge*len bir konu dışında birçok konuyu ele aldım. Fakat asıl tez, orada söylediğimdir.



İmamın rolünden insanlığın temsilcileri [Emerson’un söylediği gibi] olarak söz ediyorum;[3] yani ideal biçi*minde insanda var olan zihinsel gerçekliğin belirginleş*tiricisi ve tanımlayıcısı olarak.



Ümmeti -ideal toplum olarak- Marx’ın sınıfsız toplu*muyla ya da J. Isoulet’nin Temiz Kent’i ya da Efla*tun’un Ütopya’sı ve Thomas More’un Güneş Kenti’yle ve aynı şekilde ideolojilerin oluşturduğu ideal toplum*lar -ister burjuvazi gibi çeşitli düzenler olsun, ister çeşit çeşit ideolojiler olsun, örneğin Saint Simon’un sanayi toplumu adıyla arzuladığı gibi- ile karıştırıyorum.



Ümmetin ideal ve tarihsel toplumlarla ve mevcut toplumsal düzenlerle karşılaştırılmasından sonra, insanın bu tasvirinin doruğunda Tanrı’nın halifesi olduğu son aşamaya ulaşıyoruz. Burada artık hümanizm söz konusu değildir. Olması gereken insan meselesidir bu; kendisine doğru gitmeye arzuladığımızdır. Her zaman için Tanrı’ya doğru giden bir insandır ve biz, tarihte hep o insana doğru gitmeliyiz. Ona doğru gitmek için insanın silahı öğreti, ideoloji ve imandır; fakat kalıtsal olarak do*nuk gelenekler biçiminde, bir tür kavimsel değerler, bir tür yüklenmiş, telkin edilmiş, boyun eğdirilmiş hüküm*ler biçiminde bir iman değildir bu. Bilinçsiz, duygusal ve içgüdüsel bir iman da değildir ve ayrıca sadece bilimler, felsefe, uygarlık ve kültür biçiminde bir iman da olmayıp tersine, bilinç bağışlayıcı bir bilinç öğretisi biçiminde, in*sana sürekli gelişim hareketinde kılavuzluk eden iman*dır.


HEDEFİMİZ


İslam-bilim döneminde ele almayı arzuladığım şeylerdir bunlar. Hemen belirtmeliyim ki benim ve İrşad Kurumunun hedefi, örneğin bizim de bir dershanemizin ya da yeni, temiz, yıkanmış, süpürülmüş bir salonumu*zun olması değildi ve olmayacaktır. Ya da din için çalış*mama ukdesini bu şekilde kapatma ya da ahiret için bi*reysel sevap kazanmak ve geçmişlerimizin ruhları için bir şeyler yapma amacında değiliz. Biz ne kalıtsal ve tak*litlik kalıplarda kalanlardanız; ne her şeyi geçmişten gel*diği gibi benimseyenlerden ve ne de yeni olan ve sınırla*rın ötesinden gelen her şeyi peşin peşin kabul edenlerde*niz. Kendisine, inançlarına, topluma olan ilişkisine, çev*re ve zamandaki sorumluluklarına karşı bilinci olan ve ciddi işler yapması gereken kişiyi aydın olarak biliriz. Böyle bir iş için geleneksel meclislerde ve törenlerde ha*zırlanılamaz ve moda yüzlerden vitrinlere yaptırılan çe*virileri incelemekle aydın olunamaz; geviş getirip böbürlenilemez. Öyleyse yeni işler, yeni üretimler gerçekleştirmeli ki böylece hem o düşünsel bilincimize ulaşalım, hem de imanımızı bilinçli bir ideoloji biçimine sokalım. Eğer mü’min isek ister avam güruhundan olalım, ister bilginler ve din âlimleri arasında yer alalım, dinimizin maarifini ve İslamî bilgilerimizi -ki son de*rece değerli maddelerdir- meslek, erek ve ideoloji yapısında kullanmalıyız, inşa etmeliyiz. İslam’ın içinden, İslam ri*saletinin gerçek tarihsel, toplumsal yönünü ve özünü ke*şiften elde ettiğimiz erek ve ideolojiyi, yani İslamî bilgile*ri kendi İslamî bilinç ve inancımıza araç kılmalıyız, İslamî ilim şeklinde değil elbette. Bu konuşmalardan ve çabalardan amacımız, olukça aydınlık ve açık olan iki arzu yolundadır; Birisi, kendimizin -bu zamanda, bu çağ*da ve bu sınırlı ve bilinen koşullarda, olanaklarda var olan bir grup olarak- düşünsel ve inançsal öz bilinç ka*zanması, ötekisiyse özgür ve aydın bir Müslüman olarak topluma düşünsel ve toplumsal bilinç vermemizdir. Do*layısıyla hedefimizin topu topu iki aşaması bulunmakta*dır; birisi öz bilinç bulmamız, kendimizin öz bilinçli olma*sı, ötekiyse halkı bilinçlendirmek, yani emri bil ma’ruf ve nehyi anil münker. Burada hemen belirteyim ki şu so*rumluluktan kaçış anlamı taşıyan, “önce kendini düzelt, sonra toplumu düzeltmeye çalış” sloganıyla yanılgıya düşülmemelidir; orada kendini tanı olarak düzeltinceye dek sabretmelisin ama tam düzeliş hiç bitmez, Öyleyse toplumu kendi haline bırak. Gördüğünüz gibi, güzel ve aldatıcı bir cümle; oldukça korkunç ve İslam dışı. Çünkü İslam, bize bireyin, toplumu düzeltme yolundaki çabası olmaksızın düzelmeyeceğini öğretmiştir.



Eğer görüşümüz bulunursa ve İslam bizim için ideo*loji şeklinde söz konusu olursa çözülmemiş konulardan birçoğunu –ki hiçbir yazar, bilgin ve araştırmacı açıklayıp yorumlamamıştır- gördüğümüzde anlayabiliriz. Çünkü dünya görüşü, düşünceye bir tür aydınlık ver*mek, göze bir tür bakış kazandırmak demektir. Bütün bilgileri stok etmekle -ideoloji olmaksızın- muhterem ve değerli bir bilgin de olsak, sadece toplumumuzda ve kü*çük çevremizde değil, kalbimizde bile bir ışık bulamaya*cağızdır;



“İlim bir nur olup Allah onu dilediğinin kalbine yer*leştirir.” Allah’ın kalbe attığı ışık, tanrısal ilmin ışığıdır; ne fiziktir, ne kimyadır, ne fıkıhtır, ne kelamdır, ne usuldür, ne toplumbilimdir, ne ruhbilimdir, ne insanbi*limdir [ki bunlar hep maddedir]; tersine insanî öz bilinç ve bilinçlice inançtır. İnsanı fazıl ve bilgin değil, bilinçli ve savaşımcı kılan bir ilimdir. Ebuzer’i yaratan ilimdir, İbn Sina’yı değil.



Ya süreğen geleneklik ve duyusal telkinler şekline girmiş olan ve herkesin bilinçsizce uyguladığı ya da uz*manlık bilimlerinden bir dizge şekline bürünmüş olan bu İslam, eğer bizim için ve toplumumuz için bir bilinç şekli*ne girerse, şu anda büyük İslamî bölgede bulunan ve bir*çok düzensizliklere boyun eğmiş durumda olan, cehalete ve zillete esir insanların izzet ve kurtuluşunu ve toplu*mun hareketini sağlayacaktır. Fakat bilimlerden oluşan bir dizge, hiç’in hizmetinde olabilir ve bir köşeye gömü*lebilir; bir dershanede ya da hücrede öğrencilerden, âlimlerden ve fazıllardan bir grubun elinde mahsur ka*labilir. Ya da avam kitle arasında bilinçsiz telkinlik du*yusal ve geleneksel duygular biçiminde -din adını da taşısa- bozulabilir ya da yok olabilir; varlığını korusa bile, yazgıda hiçbir etkisi olmayabilir.



Dolayısıyla, ne bilgince İslam, ne avamca İslam; sadece bilinçlice İslam. Ne bilgin Müslüman, ne avam Müslüman; sadece aydın Müslüman. Kültür olarak, gelenek olarak İslam değil, inanç olarak İslam.



İslam’da öz onarım ve başkasını onarım birbirle*rini gereksinirler; önceli ve sonralı iki aşama değildirler. İslam; namaz kıl, oruç tut, derken aynı zamanda iyiliği emretmeyi, kötülükten alıkoymayı da yüklemektedir. Yoksa “Ebuzer makamına ulaştığında iyiliği emretme, kötülükten alıkoyma adında yeni bir hüküm ve sorum*luluğun oldu.” demiyor; tersine tüm öz onarım hüküm*leriyle birlikte başkasını onarım hükümleri de ortaya konuluyor.



Anlatım üslubu ve dil şekli bakımından şunu açıkla*mak gerekmektedir; Kendimi sizin -topluma bilinç aşıla*ma sorumluluğunu omuzlarına alanlar- karşınızda hissettiğimden, kaçınılmaz olarak terimlerle konuşuyo*rum ve sözlerim sizin düşüncenizin düzeyine değin yük*seliyor, böylece, meseleler kendiliğinden üst düzeyde gündeme geliyor ve aşağılara inmek, aşağı düzeyde ele alınmak olanağını yitiriyor. Siz, topluma bilinç bağışla*ma sorumluları olarak, benim ham tezimi olgunlaştırınız, daha yetkin kılınız ve ortak görüş ve bakış çizgimizde daha yeni konuları keşfediniz. Çünkü ortak bir bakış ve metot bulunduğunda sizlerden her biriniz kolaylıkla bir araştırmacı olabilirsiniz ve bu alan*da uzman olan -ama metotsuz- bir bilgin’in zihninde yeri olmayan konular ortaya çıkar zihninizde.



Gördünüz ki Horsend, -o Aşura günü toplantısında *Habil ve Kabil kıssasında bir sembol keşfetmişti ki mitolog olup sürekli olarak mitoslarla ve mitolojik semboller*le uğraşan ben her gün yeni bir şeyler söylediğim ve bu konuyu keşfetme uğraşında olduğum halde o sembolün farkına varmamıştım. Sözü edilen konu, kargalar ve onların Habil’in gömülmesindeki rolleridir.



İslamî hikâyelerde, Kabil, Habil’i öldürdükten sonra cesedini sırtına alıp yollarda ve çöllerde dolaşıp inler. Çünkü öz olarak insan katili, cani ve kardeş katili değil*dir. Tersine, birini Kabil, ötekiniyse Habil yapan bu toplumsal düzendir; bir tür özel eğitimin ve özel bir reji*min gereğidir. Bu cinayet, düzenin gereğidir. Fakat Kabil’in insanı ve duyusal fıtratı, kardeşini öldürdükten sonra uyanır ve pişman olur, cenazeyi ne yapacağı konu*sunda çaresiz kalır. Bu sırada işte, bir karganın başka bir kargayla dövüştüğünü görür; biri öldürülür ve ötekisi [katil], pençeleriyle toprağı kazar ve ölüyü toprağa giz*ler.



Buraya kadarı İslamî ve gayri İslamî hikâyelerde vardır ve benim zihnimde de var. Bu, insan olma, Âdem’in oğlu olma gurur ve benine karşın Kabil’in bir kargadan ders alışını göstermektedir.



Bu yorumu inkâr etmeksizin, bu alanda fazlaca uz*man olmayan birinin, uzman olanın ve hep bu işle ilgile*nenin farkına varmadığı bir keşifte bulunduğunu görü*rüz kimi zaman.



Horsend, kargayı üçüncü sembol olarak almıştı; Kabil ve Habil çatışmasında, işleri cinayeti gizlemek, zul*mü örtmek ve Kabil’in cinayetine dinî, felsefî ve ahlakî bir yorum getirmek olan ara güçlerin sembolü. Kabil cinayet işler ve karga bu tuhaf nakşı gözlerden gizler.



Bu sembol, üçüncül akımdır tarihte [Fırat ve Dicle’den başka]; karga kara olduğu için, uğursuzluk sembolü olduğu, birlerce yıl yaşadığı, leş yediği ve hep pisliği, uğursuzluğu ve kötü haberi anlattığı için özellikle. Tüm bunlar, bu hikâye de doğru bir sembolün alındığını göstermektedir ve benim için oldukça dikkat çekicidir.



Metodun önemiyle ilgili olarak söyleyebileceğim bir başka örnek; Öğrencilerimden kimileri -hatta Arapça bir cümleyi bile okuyamayanlar- metod kullanarak Kur’an’dan öylesine yeni konular elde ettiler ki tefsir uz*manları için -kendi itiraflarına göre- de yenilik taşıyor*du.



İslamî öz bilincimizi, ideolojik öğrenim gördüğümüz zaman bağışlayabiliriz öz bilinçsiz topluma. Böyle bir öğ*renim için, bu dershane -bu geniş yüzeyi ve bu kısıtlı ola*nakları ile- her bakımdan o gereksinimleri karşılaya*maz. Bir başlangıç, genel bir çağrı, genel bir toplanma, oldukça genel bir ortam hazırlama olarak belki de yararlı olmuştur ve olmaktadır. Fakat onarılmak ve ideolojik öğrenim kazanmak için yeterli değildir. Ama olur ki, dört beş bin kişilik bu dershane -ki bir yüzme havuzu gi*bidir- kanalize olur ve katılanları, dinleyicilikten, alıcı*lıktan, kitap okuyuculuktan, konuşmalara kulak verici*likten çıkarıp çeşitli uzmanlık ve öğrenim alanlarında, toplumda inançları için çalışan kimseler durumuna geti*rebilir. Ancak böyle bir çevre, bilgi arayıcısına güven ba*ğışlayabilir, çünkü her gün, ilerlemekte, insanî ve top*lumsal deneyimler kazanmakta, zihinsel pasifliği bulu*nan ve sapkın hayallerin tutsağı olan bir genç durumundan çıkarıp, özdeşlik ve gerçeklikle sürekli temasta olmasını sağlamaktadır. Onu saptırmak için bilgince çaba*lar gösteren güçlerin isteklerine karşın onun sapması olanaksızdır. Çünkü hem bilinç kazanmakta hem de yükümlü duruma gelmektedir. Bir kimseyi kazalardan ve tehlikelerden korumak için caddenin bu yanından o ya*nına geçirmeye çalışırken kendim de korunmuş oluyo*rum böylece.



Riyazet bu demektir, yani inanç ve halk için savaşım vermek; çabalamak ve katlanmak, olumlu sıkıntılar kü*resinde onarılmak ve arınmak “Ve teva sav bi’l hakk ve teva sav bi’s sabr” budur işte.



İnsan, iki iş yaparak inançlı, mücahit ve akide sahibi olur; Birincisi, çalışmakla; yani düşüncen için çalıştığın sırada iman da kazanırsın. Fakat imanın dereceleri vardır; öyle çabalamalı ve çalışmalısın ki, iman sende bulunan bir sıfat değil, senin özünün bir parçası olsun. İman senin varlığının bir parçası olduğunda hayatın, doruk noktasını Hüseyin [a.s]’in tanımladığı -bizim için tasav*vur edilecek cinsten değildir- bir biçim alır; Hayat, inanç ve savaşımdır, başka bir şey değil. Ki böyle bir tanım, amelde son derece şaşırtıcıdır.[4]



İnançlı olmak için ikinci iş, bir düşünsel havada ya*şamak ve soluk almaktır; bir iki dershaneyle, dört beş ki*tapla hava oluşturulamaz. Düşünsel hava, her yeri tek bir ışıkla, tek bir ısıyla, tek bir oksijenle dolup taşan bir fezada soluk alıp verdiğimiz zaman oluşur. Yani öğrenci olan ben, İslam-bilim dershanesinden çıkıp, bir kütüpha*neye ya da bir filmi görmeye ya da bir tiyatroya gittiğim*de, bu görüş benzeri ideolojiyi esas alarak üretilmiş ki*tapla, filmle ve·tiyatro oyunuyla karşılaştığım zaman, hatta yurda, bir toplantıya, dinlenmek için bir dinlence yerine uğradığımda kendimi bu düşünceye benzer bir dü*şünce ortamı içinde bulduğum zaman düşünsel hava içe*risindeyim demektir. Böylece benzer bir düşünsel hava oluşur ve insan böyle bir düşünsel havada inançlı ve bi*linçli duruma gelerek onarılır, gerçekleşir.



Bu dershaneler bu şekliyle erdemli ve bilinçli kıla*rak bilinmesi gerekenlerden birçoğuyla donatır sizi. Ama feza oluşmaksızın, bir inançta yetişmiş bir ruh şekli*ne ulaştırması olanaksızdır. Fezanın oluşturulması güç*tür bizim için. Geleneksel anlamda dinli olanlar, elinin bu kadarıyla da kendilerine yettiğini düşünen ve dünya ve ahiretlerini bu kadarıyla temin edilmiş gören kimselerin de hava ve fezaları vardır. Soluk alıp vermek için bir yer bulamayan bizleriz sadece.



FEZAYI NELER OLUŞTURUR?


Maddeler, dil, hareket, ilişki ve çalışma.



Maddeler, bana düşünsel gıda veren öğeler dizgesidir. Dil ise, o ideolojiyi çeşitli şekillerde, çeşitli söyleyiş*lerle, çeşitli teknik araç gereçlerle ve çeşitli metotlarla açıklayan ve sürekli bana muhatap telkin eden araçlar dizgesidir.



Düşünsel hava ve fezayı yaratan dil ya da diller, teb*liğ araçları ya da bugünkü söyleyişle kitle iletişim araç*larıdır. Kitle iletişim araçları bir mesajı ya da bir dü*şünce ya da öğretiyi veya haberlerden, bilgilerden ve bi*linmesi gerekenlerden bir dizgeyi bir grubun hizmetine sunmaktadır. Bu araçlara her iki grup da sahiptir. Onla*rın [geleneksel dinlerin] mihrapları, minberleri, tekkele*ri, mescitleri, minareleri hatta ceride [haç]leri -ki hepsi fezayı tebliğ, telkin ve oluşturma araçlarıdır- vardır. Bunların, [modern tipin] ise televizyonları, radyoları, dergileri, tiyatroları, çeşitli broşürleri, çeşitli matbuatı, hepsinden önemlisi, çağımızın en büyük, en güçlü natıkası olan filmleri vardır ellerinde.



Buna karşılık, bizimse hiçbir şeyimiz yok; her şeyi yaratmak durumundayız; Hem havaya uygun ortam –ki bugün yoktur- hem havanın zihinsel geçmişini –ki kesinlikle yoktur- ve hem de sonunda feza ve havanın kendisi*ni.



İşimizin ne kadar ağır ve zor olduğunu görüyor mu*sunuz? Yeni başlanılan, önceden üzerinde hiç yürünme*miş, ayakaltında çiğnenmemiş, düzlenmemiş, tanınma*mış her yol, zor yoldur.



Çevrenin bireylere yüklemediği, tersine bilinçli ve özgür bireylerin seçtikleri ve çevreye yüklemeye çalıştık*ları her iş, zor iştir.



Bilince ve seçme özgürlüğüne ulaşmak, yani tarihin, geleneğin ve zaman belirleyiciliğinden özgür olmak iste*yen, kendi bilincini, imanını ve yolunu seçen, çevresini değiştiren ve kendi toplumunun tarihinin akışını yön*lendiren olmayı amaçlayan herkes bu zorluklara göğüs germelidir.



Sabır ve hak, ağır bir yükümlülüktür.



--------------------------------------------------------------------------------

[1] İlk İslam metinlerinde ortaya konulup tanıtıldığı şekilde Allah’ın tipini tanımak -ki Tanrı birdir- doğrudur, ama ondan söz eden kimdir?

[2] Bugün, din esasları [tevhid, nübüvvet ve mead] ve mezhep esasları [imamet ve adalet] sınıflaması hiçbir sorunu çözmez, bu çağda İslam’ın kendisini tanımak için düşünsel açlığımızı gideremez.

[3] Les Représentants de L’humanité

[4] Bu cümle, daha sonraki dönemin şairlerinden birine ait bir şiir dizesidir, ama mazmunu Hüseyin’in sözündedir.
__________________
And olsun Biz Kur`an`ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Kamer/17-22-32-40
kamer isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 20. April 2009, 04:52 PM   #12
kamer
Super Moderator
 
kamer - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 283
Tesekkür: 457
131 Mesajina 293 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
kamer is on a distinguished road
Standart

İSLAM BİLİM; DERS-6 (Bölüm 1)

KALKALIM VE BİR ADIM ÖNE YÜRÜYELİM


Hakiki ömrümün [gerçek ömrümün değil] başlangı*cından, yani bir şeyler anladığımdan, toplumsal işler yaptığımdan ve az çok inanç ve düşünce konularına yö*neldiğimden bu yana, düşünce ve inanç konularından ve görüşlerinden birçoğu, sürekli olarak değişim ve dönü*şüm halinde olmuş ve olmaktadır. Fakat iki özelliğim, az bir değişim bile olmaksızın değişmeden kalmıştır [hep kalacağını, asla donup duraksamayacağını umuyorum.] Bunlardan biri düşünce yönüm, ötekiyse her şeyden umutsuzluğum ve imana, inanca, mabuduma ve kendi*me karşı umudumdur.



“DÜŞÜNMEK”TE SABİT BİR YÖN


Başlangıçtan şu ana değin, her ne yaptıysam, her ne yazdıysam, her ne söylediysem tek bir çizgide ve tek bir yönde olmuştur. Elbette çalışma türüne, koşullara, ola*naklara ve gücüme bağlıdır bu ve çeşitli durumlarda, türlü türlü görünümleri olmuştur. Ne ki düşünce ve inancımın yönü sürekli sabitliğini korumuştur.



Bu savı kanıtlamak için iki örnek vereyim; Birincisi, basılmış durumda bulunan ilkyazımdır [basıldığı için de belgedir.] Lisenin beşinci sınıfında okuduğum zamana rastlar; öğrenciler ve talebeler encümeninde çalışma programım, felsefî öğretilerin okutulmasıydı; o zamanki düşüncelerimin ve çevremin sınırları içinde. Dünya, iki düşünsel, siyasi ve toplumsal kutba ayrılıyordu ve tam olarak çatışık ve somut durumdaki o iki kutuptan başka bir kutup yoktu [çeşit çeşit kutupların bulunduğu ve hep*sinin birbirlerine girdiği, kıblelerinse farklı olduğu gü*nümüzün tersine]. Her kutup da üç çehre ve üç boyut taşıyordu; Birincisi, siyasi çehre ki bir yanda batı, bir yanda doğu bulunuyordu ve bu sınıflama esasınca bu ikisi*nin askeri bloklaşmaları vardı.



İkinci çehre, bunların toplumsal ve toplumbilimsel çehreleriydi ki biri komünizme, ötekisi kapitalizme da*yanıyordu. Üçüncü çehre, bunların ideolojik çehreleri -*kelimenin genel anlamında- olup biri bir tür idealizme ve zihinselciliğe dayanıyordu. [Her ne kadar Batı’da somut bir düşünsel çehre bulunmamaktaysa da; çünkü hem Hıristi*yanlık vardır ve hem materyalizm, o özel anlamıyla, hem nihilizm, hem varoluşçuluk vardır. Ama zihinselci*lik ve idealizm, belirgin ve Batı düzenini belirginleştirici bir çehre olarak bir karakter olabilir.] Ötekisiyse mater*yalizme ya da diyalektik materyalizme dayanıyordu.



Dolayısıyla bir yanda materyalizmin felsefî cephesi, komünizmin toplumsal cephesi ve Doğu’nun siyasi-askeri cephesi bulunuyordu. Öte yanda ise idealizmin felsefî cephesiyle sermayedarlığın ve kapitalizmin toplumsal düzeni ve idealizmin zihinsel ve düşünsel cephesi yer alı*yordu. Ve ben, aklımın yettiği, düşünsel durumun, aklî ve bilimsel koşulların izin verdiği ölçüde bu iki kutbu ir*deleyip çözümlüyor, İslam’ı felsefî bakımdan materya*lizm ve idealizm arasında bulunan vasat ve orta yolcu bir öğreti olarak [ki İslamî görüşün materyalist bir alt yapı*sı, idealist bir üst yapısı bulunmaktadır ve toplumsal ba*kımdan bu ikisi arasında özel bir düzendir; siyasi ve askeri bakımdan da Afrika’nın kuzeyinden Asya’ya ve Fars körfezine dek olan yerleri yönetimi altına alan bü*yük bir güçtür] tanıtıyordum.



Bunlar, bir öğrenci olduğum zamanın düşünceleriy*di. Bugün de siz, düşünsel yanımı, düşünce ve çalışma yönümü dakik olarak biliyorsunuz; düşüncemin yönü*nün yirmi yıl öncekinin aynısı olduğunu görüyorsunuz. Eğer bir değişiklik olmuşsa, söyleyişte, konuları çözümleyip irdelemede ve anlatım araçlarını kullanmada ya da geliştirmede olmuştur, yönde değil; ki asla durmadım, asla zikzak çizerek hareket etmedim ve inancımın cad*desinden bir adım olsun sola ya da sağa -Farsça anlamıy*la- sapmadım.[1]





UMUTSUZLUKTAKİ UMUT


Hemen işin başından, hiçbir gücüm ve yardımcım ol*mayacağını kesin ve yakin olarak bilerek çalışmamı te*mellendirme durumunda olduğum gerçeği üzerine oturt*tum temeli. Bu yolda, bu çizgide, bu düşünce biçimiyle, ben ve fıkirdaşlarımın yalnız kalacağını bilerek, görerek; çalıştım ve sadece garazkâr düşmanların, bizi ezme göre*vini ve sorumluluğunu üstlenen kimselerin ve sadece karşı düşünsel ve toplumsal cephede bize muhalefete kalkışanların bulunacağını değil, buna ek olarak yoldaş*larımızın, dertdaşlarımızın ve fikirdaşlarımızın da en güç, en hassas anlarda bizi yalnız bırakacakları, kural olarak, yasal olarak, ahlak olarak, toplumsal olarak ve dinsel olarak bir düşünce tarzını destekleyen, savunan ve koruyan kimseler olmaları gerekenlerin, bireysel ya da bireysel olmayan çıkarlar ya da başka maslahatlar hatırına, sen karşıtların düşmanlıklarının, suçlamaları*nın ve saldırılarının nişan tahtası olduğun anda, tam o anda, kendilerini yana çektiklerini ve ortamı uygun kıl*dıklarını bilerek attık hareketimizin temelini. Ta baş*langıcından inandım ki mutlak sadakat ve hakikat esa*sınca yapılan ve maslahatçılık, “şunu da elde etmek” “nabza göre şerbet vermek, siyaset oyunu, kişiliklerle oynama, yakınlaşmalar, tevessüller, boşa gitmeler, kötü gelmeler, buna sahip olup onunla temas kurmak, onu da razı etmek yollu olmayan her işte yalnız kalmak kaçınılmazdır. Sadece ve sadece umudumuz, imanımız*da, inancımızda ve mabudumuzdaysa, sadece kendimize dayanıyorsak, tek korktuğumuz da kendimizse -ki kay*mayalım, umutsuz olmayalım, bencillik karışmasın, bizi güçsüzleştirmesin, türlü türlü cazibeler ve davetler bizi saptırmasın diye- bu durumda kuşkusuz, meselenin başarı ve hassasiyeti arttığı ölçüde insan daha da yalnız ka*lacaktır. Normal durumlarda onaylayıcı, arkadaş ve yol*daş olanlar, mesele daha büyük, daha hassas ve daha be*lirleyici şekle geldiğinde artık yoldaş ve arkadaş olmaya*caklardır. Ve o zaman yalnız kalırız, kurban oluruz, yok oluruz ya da sesimiz kısılır.



Bunlar benim ilk inançlarımdır; yıllardır taşıdığım imanım. Kanıtı da yaşayış tarzımdır; söylediğim sözler, gündeme getirdiğim konular ve seçtiğim dil türü; ki hiç bir sınıfa hitap edilmemektedir, o sınıfın, bu grubun, şu gücün ve şu kitlenin hoşuna gitsin, onları hoşnut etsin için de konuşulmamaktadır. Şimdi gereksinim duyulan nedir, bu toplum, bu nesil neye muhtaçtır? İşte bu temele dayanır inancım.



NİÇİN VARIM?


Varolmanın delilini Albert Camus’dan sorarlar. “Düşünüyorum, öyleyse varım.” diyen Descartes ile “Du*yumsuyorum, öyleyse varım.” diyen Andre Gide’in tersi*ne Sayın Teskabuni’nin söyleşiyle üçüncü bir cümle daha vardır ki söyleyeni çoktur; “Okum var, öyleyse varım” Albert Camus, şöyle der; “Başkaldırıyorum, itiraz ediyo*rum, öyleyse varım.” insanın kurban olduğu dünyaya karşı, doğaya karşı ve düzene karşı ve olmaya karşı itiraz ediyorsam, öyleyse varım. Yine ona [Camus’a] “Sen dün*yada bir sorumlu tanımıyorsun, Tanrı’ya inanmıyorsun; kendin için itirazını duyacak bir karşı taraf kabul etmi*yorsun ki. Öyleyse senin itiraz feryadının ne anlamı ola*bilir? İşitmek için bir kulağın olmadığına inandığında itiraz etmeye ve ·bağırmaya etken olan nedir?” diye sor*duklarında şöyle der;



“Bir muhatap bulmak ya da bir sorumluyu uyarmak veya serzenişte bulunmak için itiraz etmiyorum. İtiraz etmemek elimde olmadığı için itiraz ediyorum. İtiraz edi*yorum, çünkü itiraz etmezsem, insana egemen olan düze*ni, mevcut durumu kabul etmiş, ona boyun eğmiş ve be*nimsemiş olurum. İtiraz etmekten başka -sonuçsuz da olsa- bir yol tanımıyorum.”



Ben hayatımda Camus’un sözünü, bilinç, sağduyu ve inancıma karşı duyduğum küçük ve değersiz yüküm*lülük ve sorumluluğum uyarınca kendime örnek edin*dim. Bütün ömrümce ettiğim her feryat, gösterdiğim her çaba ve heyecan, ıstırap, coşku, tehlike ve zararla birlik*te yaptığım çalışma açıkladığım temele dayanıyordu ve kabul etmeyi ve boyun eğmeyi bilmediğim içindi. Hiçbir umuda kapılmama, yalancı lambaların ve şimşeklerin bana umut vermemesi ve kişisel konumlara umut besle*meme inancını taşıdım sürekli. Sonunda, karanlık, sükût, yalnızlık, yenilgi, ıstırap ve bitkinlik olduğuna inanmakla birlikte yine de soluğum izin verdiği ölçüde feryat ettim, konuştum, bir şeyler yaptım. Tüm bunları yapma*saydım kabullenmiş ve boyun eğmiş olurdum. Tüm bunlar bir parça huzur bağışlamaktadır ki huzurun da akı karası vardır. Ak olanı, kendini başarılı ve kazançlı his*seden kimsenin huzurudur. Kara olanıysa, mutlak umutsuzluktur; kendine ve kişisel başarılara karşı. En*dişe, ıstırap, heyecan ve korku duyulması gereken kişi, bunlardan yoksun olan, ama sahip olma umudunu ta*şıyan ve başarmayı bekleyen kişidir; Gittiği yolun so*nunda bir takım sonuçlara ulaşma beklentisindedir. Ama dönüşsüz ve sonuçsuz yolu seçen, hiç bir etkenden asla yenilgiye uğramaz, hiçbir etken onu yenemez.



GEÇİŞ DÖNEMİNDE FIRSAT ISTIRABI


Sürekli olarak, bu nesil için az bir fırsatın kaldığını, bu nesil geçerse, artık hepsinin kalıba dökülüp yıkanaca*ğını duyumsuyordum. Hepsi, kesilmiş, yontulmuş ve üretilmiş olacaktı. Kitle iletişim araçları, eğitim, öğre*tim, dünyanın ruhu ve dayatılmış örnekler, tam anlamıy*la başarılı olacaklardı; tek tip ve dökme insanlar yarata*caklardı böylece. Özgür olan ve seçme yetisi bulunan ve iman kazanma ıstırabım ve yeni coşkuyu taşıyan bir nes*li, hazır kalıplara bir sıvı gibi dökmeyi başarabilecekler*di böylelikle. Kalıba döküldüklerinde, kalıbın şeklini al*dıklarında iş tamamdır.



Bu dönem, geçiş dönemidir. Biri bir şeyler yapmak is*tiyorsa kımıldamalıdır; çünkü bir iki yüzyılın işi değildir kesinlikle. Bir şeyler yapmak isteyen için ne kadar fırsat vardır? Yoksa “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyan için, yarın ölecekmiş gibi ahiretin için çalış.” rivayeti şu anlam da değil midir; Toplumsal sorumluluk, insan, halk, zaman ve inanç meselen söz konusu olduğunda sanki yarın öle*cekmişsin gibi ve bundan başka bir parça fırsatın olma*yacakmış gibi düşünmelisin. Kişisel ve bireysel sorunla*rın söz konusu olduğundaysa çok fırsat varmış gibi his*setmelisin. Gerçekten de böyledir. Çünkü bu elli, altmış, yetmiş yıllık ömrün tamamı bireysel hayatını, işini ve ki*şisel kazançlarını düşünmek için bir fırsattır. Bu yolda bir engel ve alıkoyucunun bulunmaması bir yana bütün koşullar, destekleyip yardım edeceklerdir, başını ve ba*kışını uzak ufuklardan ve dış dünyadan kendi yemliğine indiresin ve geviş getirmeye koyulasın diye. Toplum, yü*kümlülük ve sorumluluk konusu açıldığında birisi çıkıp da erken olduğunu söylerse, ya zamanın geçişinin ve ko*nunun hassasiyetinin farkında değildir ve zamanı ve dünyayı tanımamaktadır ya da kaçmak, pisliğe bulaş*mamak ve kendi bölgesel ve genel haysiyetini korumak için şereflice (!) yorumlara girişir. Yoksa her şey için geç bile kalınmıştır. Bu işlere en azından Seyyid Cemaleddin Afgani’nin zamanından başlamalıydık; böylece bugün yüz yıl önde olurduk.



UMUTSUZLUK KARANLIĞINDA BİR IŞIK


Nasıl oldu bilmiyorum, umutsuzluğun doruğunda, mutlak boşlukta, yoksullukta, yoksunlukta ve gerekme*yişte, emir ve yasakların, güçlüklerin ve engellerin mut*lak olanında, ellerimizi boş bırakan, bağlayan koşulların doruğunda, sizin varlığınızda bir ışık parlamaya başladı ansızın ve bana umut bağışladı, umutsuzluğum -ki di*nim olmak üzereydi- ilk kez yaralandı. Kurumun çağrısı*na ve dersime olan akınınız bana umut verdi biraz olsun. Ve bu, yitme ya da toplumda yalnız kalma kompleksi ol*mayan benim için [çünkü hep değerimden çok not aldım, onaylandım ve bende bir ukde oluşmadı] öğrenmeye olan aşkınızı güçlendiren ve dertdaş olduğunuzu ortaya koyan bir sadakati anlatmaktadır. Bütün bunlarla birlikte, bir süre sonra kalıcılar elenip kalırlar, gidicilerse -ki çoğunlukturlar kesin- giderler diye bir korku vardı yine de. Ama böyle olmadı ve umut daha bir güçlendi. Yine bunun yetkin bir umut bağışlamayacağını gördüm. Çünkü be*nim halimi kuşatan lütuf ve sevgidir; bu bakımından çok müteşekkirim. Ben olmazsam ders de olmayacak; tüm bunlardan sadece, zihinlerde kalan anılar olacak, başka bir şey değil.



Hep inanmışımdır; eğer on kişi olsa, bir yükümlülük, bir hedef ve iman doğrultusunda, ne istediklerini, ne yaptıklarını bilseler ve kendi inançları ve düşünsel ba*ğımsızlıkları temeline göre hareket etseler, bu düşünce tarzına, bu öğretiye, bu imana, bu kültüre ve tarihe ina*nabilir, güvenebilir ve umut besleyebilirim. Eğer bu şek*le girmezse, bir topluluk yığınının benim ruhumda hiçbir yankısı olmayacak, düşüncemde en küçük bir kıvılcım yaratmayacaktır. Ama bu hafta gerçekleşen, tanrısal bir işti ve tanrısal bir umut bağışladı.



Biz, ·bir bütçemiz ve olanaklarımız olmaksızın, hiçbir desteğimiz, yaslanmak için bir duvarımız, elimizde tuta*cak bir silahımız, giderlerimizi karşılayacak dolu bir ce*bimiz ve hatta sadıkça, hiçbir kayıt ve şart olmadan inanç ve toplum sorumlulukları üzere yardımcı olacak dehaların, yeteneklerin, fazılların ve âlimlerin yardım*ları olmaksızın bir işe el attık ve birtakım programları uygulamaya giriştik. Bunları bir yönetim ve devlet kuru*mu uygulamak istese, birkaç bin görevliye, birkaç kat binaya, büyük bir örgüte ve birkaç milyonluk bir bütçeye gereksinim duyardı.



Biz, tüm bunlar olmadan, en azından görsel ve işitsel bir konuşma derecesinde ilerleyelim. Böylece, “Hiçbir iş yapmadan hep konuşuyor, hep konuşma yapıyor, ders veriyor.” diyenler için bir cevap -tam anlamıyla doyurucu olmasa da- bulmuş olalım, dedik.



Bir şeyler yapmak isteyen ve mevcut, önerilen ve geç*mişi bulunan işlerden hoşlanmayan, bunların meyve ve*receklerine umut beslemeyen ve yeni yapılacak işin de nasıl olacağından haberleri olmayan, dinlerine ve top*lumlarına hangi yolla hizmet edeceklerini bilmeyen kim*seler için ya da çalışmaya hazır olanlar ve sadakat, inanç, coşku, hararet, kan ve yakin sahibi olan öğrenciler için en azından bir araştırma, bilim ve din kurumu sınır*ları içinde, bu kurumda -toplum ve dünya düzeyinde de*ğil- taşıdığımız sorumluluklar çerçevesinde planlar su*nalım, yani şu işler yapılabilir, diye ortaya koyalım iste*dik. Eğer yardıma gelmedilerse, karşılamadılarsa, himmet göstermedilerse, biri çıkıp da kademiyle, kalemiyle, parasıyla, gücüyle, umut vermesiyle, önerisiyle, eleştiri*siyle, yükümlülüğüyle bu emanet ve yükümlülük yükü*ne omuz vermediyse ve bir şey yapmak mümkün olma*dıysa, en azından aklımın yettiği şeyi söylemiş olurdum; bu kurumun bu nesil için şu şu işleri yapmayı arzuladığı*nı duyurmuş olurdum, böylece.



Bir görevi gerçekleştirme isteğim oldu sadece; arzu*larımın gerçekleşeceği yolunda bir umut taşımadan. Fa*kat gördüm ki, hiçbir aracımızın olmamasına, olanca en*gellerin karşımızda durmasına karşın, hatta daha çok yardım, destek ve dayanışma bekleyip de göremediğimiz ya da beklediğimiz ve zamanın gerektirdiği ölçüde destek vermeyen kimselere karşın, bu mutlak boşalma ve dolmada, bir iman, bir coşku, bir mesaj, bir ilham. Bil*miyorum bir şey, tüm göğüslerden, tüm boğazlardan bir ses, bir ahenk, bir hareket ve bir ruh, sadece sıradan bir cevap değil, ciddi, bilinçli ve yükümlü bir cevap olarak yükseldi. Bu, sizin sesinizdi, ömrümün tüm umutsuzlu*ğunu alt edip bana umut bağışlayan. Hiçbir kaldıracı, hiçbir etkeni kendini destekleyici olarak görmeyen gele*cek, yol ve düşüncenin size özgü inanç ve bilinç sermayesi ve aracıyla başladığına, şekillendiğine, program şeklini aldığına, bu zamana oranla piştiğine, düşüncesi, inancı ve toplumu için bir işe başlamak isteyen herkes için umut verici duruma geldiğine, ‘‘Ne yapmak gerek?”e ay*dınlık bir form bağışladığına inandım böylece. Bunların her ikisi de geçmişte olmayan şeylerdi.



Bu yüzden, benim bu yılki son dersim olan bu ders, hayatımın son dersi de olsa ümitvar kalacağım eğer ka*lırsam; ümitvar öleceğim eğer ölürsem.



Temel bir konudan söz etmek istiyorum. Başka bir *şeyle ilgili olarak konuşamadığım, olanağı olmadığı için, burada birkaç hususu bu yılın son dersi olarak -ki üzerin*den bir yıl geçmektedir; ideal biçimde değilse de, çünkü olamazdı, sadece imanımızda, inancımızda ve yükümlü*lüğümüzde bulunan bir geleceği aydınlatmak için bir or*tamı olan bir yıldı- ele almak istiyorum, konulardan bir*çoğu konuşulmamış ve müphem kalmasın için. Sürekli olarak bir bahane ardında dolaşan bir grup için mesele*lerden birçoğu bahane olabilir. Bu bahanelerden birinin grafiğini çizersek oldukça ilginç olacaktır; Önce mesele, bizim dinsiz oluşumuzdu [elbette suçlanan bendim]. Sonra yavaş yavaş, Şiiliğimiz güçlük çıkardı, ama bunun [Şiiliğimizin] inkârı güçtü. Doğru bir Şiiliğe sahip olmak için ölçütlerimiz yanlış oldu. Git gide daha yeni meseleler ortaya atıldı. O ölçütlere de laf söyleyemeyeceklerini gör*düler. Şimdi artık bu bahaneler çok ince ve acemice ol*muştur.



Tıpkı, Şiiliğin başkentinde [Tahran’da] ve mescitte Ebuzer-i Gıfari’ye söven o vaiz efendi gibi. O sövgü ve suç*lamaların ateşi bizim eteğimizi tutuştursun için yap*maktadır bunu. Hem de Mervan’ın ve Abdurrahman b. Avf’ın bile Ebuzer’e yöneltmediği sövgüler. Onu, EI-Ezher Üniversitesi’nin; Ebuzer kitabını, yayınlandık*tan sonra yargılayıp mahkûm etmesi gibi muhakeme etti. Bunlar Osman ve Muaviye düzeninin sadece topluma değil, bizim içimize ve düşüncelerimize de etki edip yer*leştiğini, hatta musallat olduğunu göstermektedir. Çün*kü burada ve El-Ezher’de Ebuzer’i, bireysel içtihat yönü olduğu için ve inançları İslam ölçütlerine sığmadığı için mahkûm etmektedirler. 1360 yıl sonra buranın ve oranın Müslüman’ı Ebuzer’i ve Ebuzer’in İslam yolunu ve anlayışını mahkûm etmektedir.



Beylerden biri, bu yargılamanın Faruk zamanında olduğunu ve El-Ezher’in, El-Ezher’den ihraç edilen en cesur İslam düşünürlerinden birini -Şeyh Muhammed Halid’i- geri aldığını söylemişlerdir. Doğru buyurmakta*dırlar, ama o zaman Ebuzer’i yargılayanlar, Muhammed Halid’le birlikte hala durmaktadırlar. Yani El-Ezher’de iki kanat; aydın ve bilinçli ile gerici ve eski; iki çelişik kutup, yan yana ilerlemektedir.



Ne yazık ki ya da ne mutlu ki bu tür eleştiriler, hep iki çelişik kutuptan yöneltilmektedir doğru yoldaki insana. Gerçeğin ve hak yolun anlamı ve özelliklerinden biri işte budur. Ali’ye bir bakınız; Hariciler ve Beni Ümeyye ona saldırmaktadırlar. Onlar, o mutaassıp muttakiler, onun eski dostlarından olup Beni Ümeyye’nin sürekli düş*manlarındandırlar, Bunlar yani Beni Ümeyye, fasid, zalim, gerici ve kirli insanlardır. Bu iki kesim, bir doğru yolu ezmek için bilinçsizce elbirliği ederler. Bu doğaldır; bu saldırılar, bu eleştiriler. Yeni umutlar uyandırıldıkça, bir grubun bu yola olan inancı ve imanı arttıkça, bir grup da çıkıp bilerek bilmeyerek onlara karşı eleştiri ve saldı*rılarını artırır. Bunlar hep doğaldır; her şey doğaldır. Esas olarak, toplumsal konularda, baş gösteren her şeyin bir açıklaması vardır. Bu yüzden insan öfkelenip sinir*lenmemelidir, zıvanadan çıkmamalıdır. Her şeyin köke*ni tanınırsa her şey beklenilir. Her şeyi bekleyen kimse ise hiçbir şeyden sarsılmaz.



Burada, başka bir konuya da değinmeliyim, sürekli bu çalışmalar çevresinde koparılan yaygaralara cevap olarak. Derler ki; “Dine dayalı böylesi işler, her şekliyle, zihnin toplumsal konulardan ve insanî sorumluluklar*dan bir tür uyuşturulması, saptırılması ve gafil kılınma*sıdır.” Bu, yirmi otuz yıl boyunca söylenilen bir sözdür.



Bizim yaptığımızı uyuşturma olarak görenler, ya bizim konuşma ve çalışma türümüzü duymamış, görmemiş, tanımamış ve aslında farkında olmayan ve sadece kıyasta bulunan kimselerdir ya da sorumluluk yükü altına girmemek, sorumluluk yükü altından omzunu kurtarmak, sahneden kaçmak ve evlerinde ar namus terte*miz oturmak için, sahnede olup bitenleri suçlayan kim*selerdir. “İşimize gücümüze daldık, fırsatımız yok. Çün*kü karımıza, çocuğumuza, senetlere geri kalmış rütbele*rimize yetişmek istiyoruz.” diyecekleri yerde “Bu işlerin yararı yok” demektedirler. Biri çıkıp demiyor ki “Peki sen niçin yararlı bir iş yapmıyorsun?”



Yedi sekiz kişiyle bir yerde oturup portakal soyarken ona buna saldıran bir kanat vardı. Eli kalem tutanları, bir adım yürüyenleri, bir şeyler yapanları ezdikten, birbi*rine kattıktan ve mahkûm ettikten sonra kendisinin ak pak ve herkesten alacaklı olduğunu görüyor ve o zaman kalkıp evine gidiyordu, ta ki başka bir yıl, başka mecliste herkesi tekrar ezip kendisini yeni baştan arandırıncaya dek.



Kesin olan, bunca eleştirilerin çalışan insanlara yö*neltilmesidir. Yoksa kâğıda katlanmış ve başını yemliği*ne sokmuş olan asla yanılmaz. O konuşmaz âlimin, zayıf bir kuram sunması ya da ters bir söz söylemesi olanak*sızdır. Kendi uğraş ve sınıfının çıkarlarının kabuğundan bir adım dışarı çıkmayan o aydının bir adım olsun kay*ması olanaksızdır. Bunlar, hep ar namus tertemiz vazi*yette, hiç bir suçlamaya uğramaksızın yaşayıp giderler. Ancak eli işte ayağı yolda olan kimsenin eli ayağı kirle*nir. Eleştirilebilir olanlar da bunlardır. Fakat kötü ni*yetleri olmayanlar gelirler, görürler, tanırlar, konuları değerlendirirler, karşılaştırırlar ve zihni uyuşturma ve iğfal etme suçlamasının hangi gırtlaklardan çıktığını ve niçin çıktığını ya da en azından ne derece doğru olduğunu anlarlar.



İkinci mesele, kışkırtma meselesidir. Bu da tekerle*ğin arasına çubuk sokmak amacından başka felsefesi ol*mayan bir sözdür.



Ne kışkırtma, ne de uyuşturma, tersine sadece bilinç kazandırmak ve bilinç kazanmak [ki her ikisi de birdir]; aydının yükümlülüğü işte budur.



AYDININ YÜKÜMLÜLÜĞÜ



Bilinçsiz ve geri toplumda, dinin donukluğa uğradığı ve dinî geleneklerin bedevi, yöresel ve kavimsel gelenek*lerle karıştığı ve en yüce ve en uyandırıcı kültürel etkenlerin ya meçhul kaldığı ya da bozulduğu veya unutuldu*ğu ye da gereğinin tersine kullanıldığı, tarihin bozuldu*ğu, edebiyatın bir uyuşturucu ve zehirleyici madde ha*linde şırınga edildiği, toplumun geri bir avam toplumu, kırsal ve bedevi bir topluma dönüşmekte olduğu bir top*lumda, böyle bir zamanda, aydının yükümlülüğü toplu*mu bilinçlendirmek ve uyandırmak, kendi toplumunun kültür ve tarihine bağlanmaktır.



Dünyaya egemen olan düzen karşısında ve bir İslam toplumuna dayatılmış değerler ye da İslam dışı kalıtsal gelenekler karşısında boyun bükmüş, baş eğmiş olanı ayağa kaldırmak aydının işidir; Başucunda bağırmalı, onu uyandırmalı ve kültürel, ruhsal ve insanî bağımsız*lığını bağışlamalıdır ona. Hayat bağışlayıcı olan, ama uyuşturucu ve olumsuz değerler biçiminde telkin ve şı*rınga edilen değerleri tanıtmalıdır.



Bu şekilde aydın, kendi aydınca özel yükümlülüğün*den ayrılmadan, toplumsal harekette en büyük paya sa*hip olabilir. Böylelikle işte, kelime harekete dönüşür. Bir sanatçı -ressam, şair, oyuncu, filmci, yazar, çevirmen, bir konuşmacı, bir öğretmen- toplumun ve toplumun en sa*mimi insanî ve bilinçli öğelerinin hareket ettiği yönde ha*reket edebilir, toplumuyla aynı yolu adımlayıp aynı yol*da yürüyerek silahını eline alabilir böylece.



Bir yolda ve bir hedefte, ressam fırçasını yazar kale*mini ve şair kelimeyi düşünsel ve toplumsal savaşın si*lahı haline getirebilir. Bu yüzden, bir çağda ve toplumda oluşan bir harekette herkesin tek bir işi yapmak zorunda olması ve bu işi yapmayanın mahkûm edilmesi bir yan*lıştır. Tersine, herkes yeteneğine, uzmanlığına ve değerine göre bir iş yapabilmelidir. Dolayısıyla bir toplumun bireyleri için seçmesi ve ilerlemesi gereken yüzlerce iş tü*rü, binlerce çeşit olanak bulunmaktadır. Hatta sebze doğramakta, aşçılıkta, yol yapımında, ustalıkta ve her işte, bir çağın büyük hareketinde ve bir soyun, bir toplu*mun ve insan türünün idealinin gerçekleşmesinde yü*kümlülüğünü en iyi konumda yerine getirebilir böylelik*le. Aslında yükümlülüğü de işte budur.



İslam Peygamberi’ne bir bakın; Medine’den Mek*ke’ye doğru bir cephe hazırlamıştır. Mücahitler, Kâbe’yi kurtarmak için gitmektedirler; ilk kez olarak putları kır*mak için.



Hassan bin Sabit bir şairdir. İnsanlar ve binekler hareket halindeyken Hassan, uyandırıcı ve heyecan ve*rici bir hamasi şiir mırıldanmaktadır. Hamasenin coşku*sundan, gazelin sesinden aşk dolu olarak mücahitlerin ve Muhacirlerin ve Ensarın damarlarındaki kanı coştu*rur. Ezgisi, ağızdan ağza dolaşır ve sonra koro halinde bir şarkı olarak bütün Müslümanları kaplar.



Şairlere sert ve acımasız ilk darbelerini -vahiy diliy*le- vuran ve onları toplum karşıtı en pis öğeler olarak ezen Peygamber’in işte o zaman Hasan’ı en büyük övgü*lerle gönderdiğini, onu hayatının en özel nimetlerine ortak ettiğini ve hatta kendi hırkasını ona giydirdiğini görüyoruz.



Bu, bir şairin de, toplumsal sorumluluğu içinde şair ise, kendi büyük yükümlülüğünü yerine getirmiş oldu*ğunu göstermektedir. ‘Mekteb-i Vasıta’nın girişinde -ki birinci cildi basılmış olup daha çok bu girişin aynısıydı- *şunu söyledim; Dünyadaki her hareket, tarihteki her toplumsal devinim -ister geçmişte olsun, ister bugün- *eğer ciddi, etkili, pişkin ve toplumsal ve düşünsel düzenleri gerçekten değiştirici olmuşsa, onda düşünsel bir ma*yalanma ortamı olmuş ve ideolojik bir dayanağı bulun*muştur. Aydınların, yazarların, bilginlerin ve sanatçıla*rın bilinçli çalışma ve çabaları bu ham koşulların ve öğe*lerin pişmesini gerçekleştirmiş ve halka bir tür bilinç, uyanıklık, bilimsel maya ve kültürel sermaye vermiştir. Sonra da toplumda bir düşünce, uyanış ve bilinç hareketi ortaya çıkmış ve toplumun uykulu, geri ve donuk vücu*du, toplum bireylerinin karanlık ve felç olmuş, zehirlen*miş vicdanları sorumlu aydınların aydınca, düzeltici ve bilinçlendirici çabaları yoluyla harekete geçmiş, yun*muş, aydınlanmış ve uyanmış, sonra ise yine bu kelime*ler, kalemler boyalar ve aydınların kullandığı tüm araç*lar -bilim tarih ve toplumbilimden tutun da şiir, resim, edebiyat ve inanç esaslarına varıncaya değin- yoluyla uyumlu bir çabada toplumun içine hareket bağışlamış ve bir Rönesans yaratmıştır. Eğer geri bir din varsa olum*suzlamış ve zayıflatmıştır; eğer toplum karşıtı etkenler yoluyla gerilemiş, donmuş ve kendi çizgisi dışında kulla*nılmış bir din ise, aydınlar ileri dini, ilk yoluna, diline ve risaletine tekrar yerleştirmişlerdir. O zaman, köklü, ciddi, derin ve olanaklı bir toplumsal hareket ve değişim gerçekleşmiştir tarihte. Hemen burada, Yeniden Çar*mıha Gerilmiş Mesih adlı kitabı okumanızı ve bilinçli bir aydının Katolik Hıristiyanlığın yüzsuyunu nasıl yok ettiğini ve Mesih’in Hıristiyanlığına nasıl yüzsuyu bağış*ladığını görmenizi istiyorum. Hem de Hıristiyanlığın, başından beri Bizans Sezarlarının ve Yunan aristokrasi*sinin elinde, kitleleri uyuşturmak için araç olduğu o Yu*nan dinî toplumunda ki aslında bu Katolik mezhebi, bi*zim inandığımız Hıristiyanlık değildir. Katolik Mezhebi -Yunan’daki şekliyle- başlangıcından beri, Kayser karşısında boyun eğmenin ve köleliğin yorumlanışı ve haya*tın, dünya ve toplum yazgısının olumsuzlanışıdır ve bu yer sofrasının, bu maddi lokmaların -ki acıdır, tükür, dünya malıdır!- parıltısına, başka birinin keşiş efendinin işbirliğiyle el atmasına davettir.



Bundan başka Mesih ve ilk Hıristiyanlık, toplumsal savaşım dinî olmayıp sevgi, aşk ve barış dinidir. Dolayı*sıyla, bu kültürün, bu duyguların ve bu yükümlülüğün, bu dünyasal hareket ve toplumsal uyanış etkenine dö*nüşme olanağı yoktur. Fakat oldukça ileri bir aydın* -dünya çapında- “Kazancakis” gibi, geri, durgun, halk dışı, ruhu uyuşturucu, iradeyi felç edici, zihinleri ve bu dünya hayatından umutsuz ve bizar kılıcı bir etken olan Hıristiyanlık karşısında ve iki bin yıllık kayserlik yü*kümlülüğünü omuzlayan Hıristiyanlık karşısında yeni*den bu tarihi, bu kültürü ve bu dini Mesihin çehresinde diriltir, onun ve gerçek Hıristiyanlığın dilinden, uyuştu*rucu Hıristiyanlığa karşı, inanan halkla konuşur. Mesih dini adına halkı uyutmakta ve zehirlemekte olan gerile*me nedenlerini ve uyku verici etkenleri anlatarak toplu*mu Hıristiyanlık aracılığıyla uyandırır, düşmanı ezerek silahtan arındırır. Dine karşı din, işte budur. O zaman nasıl olur da İslam toplumu Seyyid Cemal’i tanımaz, dili*ni anlamaz? Ki bu toplumun iç gerilemeyle ve dış sömü*rüyle boğuştuğu bu iki yüzyılda eğer İslam kültürü, İslam ideleri ve bu Kur’an’ın kendisi -ki toplum, toplumun içi ve gerici dinin kurbanı olmuş halk da ona inanmakta*dır- samimice, sadıkça ve aydınca [tahrif etmeksizin, araç ve oyuncak kılmaksızın] gündeme getirilseydi ve eğer bilinç verici, insanlık bağışlayıcı bağımsızlık getiri*ci ve izzet bağışlayıcı olan güç, hareket, uyanıklık, kültürel ve manevi zenginlik ve sermaye, tarihsel öz bilinç veren ve aptal aydınların çepeçevre oturup kendilerini, dinlerini ve tarihlerini alaya aldıkları, Batı’nın bütün kültürel değerlerini tezahüratçı bir tarzda övdükleri ve Batılıları anlatmada birbirleriyle yarıştıkları bu aşağı*lanmış soylara güç ve görkem bağışlayan tarih -gerçek ol*duğu gibi- ve Kur’an -taşıdığı gerçeklik olarak- gündeme getirilseydi... Fakat her kelimesi bir taşı parçalayan *Kur’an’ın kendisi ve Ali’nin, Ebuzer’in sözleri gibi bu uyandırıcı ve bilinçlendirici kaynakları öyle bir şekle soktular ki ya esas olarak dinden, ilimden ve dinî meclis*lerden uzaklaşmışlardır ve onlardan, çalışmalarından ve savaşımlarından hiç söz edilemez olmuştur ya da öyle bir şekil almıştır ki, tarih boyunca Şia olma savında olan ve bugün Ehl-i Beyt’in, Şiiliğin ve Ali’nin ashabının ülkesi olmakla övünen bu toplumda resmi Şiilik elbisesini, resmi vaiz elbisesini giyerek İslam dinini tebliğ için var olan mescitte ve tekkede, bir adam, baştan ayağa Ali’ye, takipçilerine ve Şiiliğe karşı aşk ve sevgiyle dolu bir hal*ka dönüp Ebuzer’e -ki Ali’nin en samimi, en sadık takip*çisi ve İslam tarihinde Şii düşüncesinin kurucularından biri olup sonraları Ali’yi takip etme ve onu sevme yolun*da kurban olmuştur- sövmekte ve onun aleyhinde min*bere çıkmaktadır. Bunlar hep bilinçlice yapılmıştır.





--------------------------------------------------------------------------------

[1] ‘Mekteb-i Vasıta’ ya da ‘Tarih-i Tekamul-i Felsefe’ kitabı ba*sılmıştır; inceleyebilirsiniz.
__________________
And olsun Biz Kur`an`ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Kamer/17-22-32-40
kamer isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
kamer Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
Eren Erdem (20. May 2009)
Alt 28. April 2009, 07:28 PM   #13
kamer
Super Moderator
 
kamer - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 283
Tesekkür: 457
131 Mesajina 293 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
kamer is on a distinguished road
Standart

İSLAM BİLİM; DERS-6 (Bölüm 2)

İSLAM TARİHİ, İLK İSLAM’IN BİLİNÇLENDİRİCİ VE UYANDIRICI KAYNAĞINA BİR TÜNEL

Bu, sapma şeklinde İslam’a girmiş bulunan tüm öğelerden bizi haberli kılabilen ve bizimle hayat bağışlayıcı İslam arasında düşmanların elleriyle çekilmiş olan bu hepten boş [ya da dolu] kara çağların duvarlarından, tepelerinden, çukurlarından ve on üç on dört gibi [hurafe] engellerinden geçirebilen ve bilinç ve uyanıklık veren o ilk kaynağa doğrudan doğruya ulaştıran İslam tarihidir.

Bizim dinî kurumlarımızda, hatta dinî bilimsel kurumlarımızda tarihin gündemde olmaması bir yana, tarih hepten terkedilmiştir. Aslında ne olduğunu ve ne işe yaradığını bilmemektedirler. Oysa gerçek İslam’ı bize gösteren bu tarihtir, bu bilinçli tarih bilgisidir. Biz bu tarihi tanımadığımız için de yüz yıl önce ortaya çıkmış olan gelenek ve törenlerden birçoğunu İmam Sadık [a.s]’a ya da Peygamber’in kendisine nispet etmektedirler ve biz de bunları kabullenmekteyiz. Çünkü onların kimden geldiklerinden, nasıl olduklarından ve kaynaklarından haberimiz yok. Birkaç yıl önce, Meşhed’de İmam’ın hareminin çevresine feleke yapmak istediler; dairemsi bir cadde. Fakat eski ya da dinî okullardan, mescitlerden ve yapılardan birçoğu yıkılacağı için izin vermiyorlardı. O zaman İmam-ı Zaman’a ait olduğu söylenilen bir rivayet peydahlandı; “Ceddinin kabri çevresine feleke adında dairemsi bir çarşı bina edilir.” O zaman, feleke yapımına karşı çıkanların tümü, bu öngörünün gerçekleştirilmesinde daha çok sevap kazanabilmek için çırpınmaya başladılar.

Bunlar, tarihi tanımazken bu inançların, bu geleneklerin ve bu şecere yazılarının kimlik kartının nerede bulunduğunu, hangisinin gerçek, hangisinin sahte olduğunu nasıl anlarlar? Düzeltici ve uyandırıcı olan, halkın cehaletinin karanlığında parlayan aydınlık ve parıltılı çehrelerden birçoğunun rezilliğini açığa çıkaran ve halkın bilmezlik karanlığında unutulup gidenlerden birçoğuna yüzsuyu veren işte bu tarihtir.

Biliyorsunuz Kur’an, Peygamber zamanında, taşın yüreğinden nice coşkuları, nice dehaları, ne büyük değerleri ve ölümsüz ahlakı filizlendirdi. Yine biliyorsunuz, sömürüye karşı Asya’da ve özellikle de Afrika’da savaşların verildiği son iki yüzyılda bu kitaba dönüş -Ferhat Abbas’ın deyişiyle- İslam toplumunda uyanışın, sömürü karşıtı savaşın ve sömürü karşıtı ciddi bir hareketin başlangıcı oldu. Bugün bilinçli ve metodik olarak bu kitap üzerinde çalışan kimseler, her gün, tasavvur edilemez bir şaşırtıcılık yakalıyorlar ki biz inananlar için de şaşırtıcıdır.

Fransız General Sustel’in söyleyişiyle dinî kitap olmayan ve onun “Bu, geri, esir ve aşağı toplumun[!] bireylerine gurur veren ve harekete sürükleyen bu kitaptır.” dediği -ki bence Kur’an’a yapılan en büyük övgüdür bu- bu kitap, nasıl oluyor da başka bir yeri değil de sadece ve sadece ölüm ve mezarlığı çağrıştırıyor kulaklarımızda? Bugün Kur’an incelenen bir kitap değildir, hatta kişisel bir uzmanlığı olmasının ve kendi arzusuyla Kur’an’ı araştırma yoluna gitmesinin dışında din âlimi için bile böyledir. Yoksa Kur’an ne programdadır, ne de gündemdedir. Öyle ki Kur’an’a hiç dokunmadan gidip müctehid olup gelebilirim. Öyleyse Tahran Üniversitesi’nin, yüksek okulların ve benzerlerinin Kur’an merkezi olmasını mı bekliyorsunuz? Modernistlerin, yeni tahsillilerin ve Batı’dan dönmüşlerin Kur’an’ı tanıtmalarını mı bekliyorsunuz? Peki, neresidir Kur’an’ın yeri? Yoksulluk aracı olmaktan başka ne rolü vardır toplumumuzda? Ölümden başka neyi çağrıştırmaktadır zihnimizde? Üniversite öğrencileri niçin salâvat getirmeyip de alkışlıyorlar, diye itiraz edene derim ki; Gençlerin salâvat getirmemeleri sizin günahınızdır. Kendin de biliyorsun salâvatı ne hale soktuğunu ve ona nice kullanım alanları icat ettiğini. Bunlardan birisi şu ki, kelli-felli bir kişi girdiğinde bir yere, salâvat getirirsin. Başka bir kullanım alanı da diriler arasında tabutun ve cenazenin hareketidir. Başka kullanım alanları da var; Bir konuşmacının yuhalanması, bir minberin devrilmesi, biriyle alay edilmesi gibi. Bunlar, senin, salâvat için oluşturduğun kullanım alanlarıdır. Bu yüzden öğrenci kesimi, duygularını dile getirmede salâvatı ciddiye alamaz. Çünkü sen salâvatı o hale soktun ki yuhalamaya, alay etmeye ve gerilik çağrıştırmaya yarıyor. Sen, el öpmeye itiraz etmedin ki şimdi kalkıp da el çırpmaya itiraz edesin?

Şimdi biz, kendimizi -ki ya yok etmişlerdir ya da solgun, çürümüş ve geri bir cenaze olarak göstermişlerdir- kelimenin gerçek anlamıyla tanımak istiyoruz. İşte bu tanıma için geçmişe dönüyoruz.

SELEFİYE

Seyyid Cemal’in başlattığı hareket, Selefiye hareketiydi; fakat eskicilik, geçmişçilik, geriye hareket ve gerici hareket anlamında değil elbette. Geçmişe kaçmak da değil, tersine geçmişi tanımaktır.

Frantz Fanon ve Aimé Césaire Avrupa’ya cevap vermek için -ki siyahları geçmişten, kültürden, medeniyet ve tarihten yoksun sanıyorlardı- siyahları, kültür, toplum, medeniyet ve tarih sahibi olduklarını kanıtlamak için geçmişe çağırırlar. Bu yüzden Fanon ve Césaire için her hareket, her renk, her şiir ve her mitos, siyahın kültür yaratıcılığının kanıtlayıcısı olup saygıdeğerdir. Bizim büyük aydınlarımızdan birçokları -ki tüm varlığımla saygı duyuyorum onlara, kutsuyorum ve bu günün en aziz düşünür çehreleri olarak tanıyorum- Afrika’nın büyük düşünceli ve ileri aydınlarının şiarını, şiarımız olarak ilan etmişlerdir ki son derece ileri bir davranıştır, ama küçük bir düzeltmeye gereksinimi bulunmaktadır; Avrupalılar, bizim geçmişimizi, kültürümüzü, medeniyetimizi, dinimizi ve ahlakî değerlerimizi yok saymadılar, tersine onlara bizden daha çok dayandılar. Öyle ki bakarsanız, bizim eski metinlerimizin ve yazmalarımızın birçoğunun İngiltere’de, Leiden’de, Paris’te ve Brüksel’de basıldığını görürsünüz. Böyle bir iş, onların gözünde öylesine iyi ve sevaplıdır ki Profesör Gibb, nüshalarımızın basımı için bir vakıf kurmuştur. Öyleyse, geçmişimiz, Batılılarca olumsuzlanmamıştır; tersine, geçmişimize o kadar çok değer verdiler ve dikkatlerimizi geçmişe yönelttiler ki yüzümüz geçmişe döndü ve gelecek ense tarafımızda kaldı. Öyle ki keşfedilmiş eski eserlerimizin adilce paylaşılmasında[!] altın işlemeli levhalardan, mücevherlerle işlenmiş heybelerden, değerlerinin belirlenmesi olanaksız kitap ve belgelerden ne varsa hepsi onların olmuş ve Paris ve Londra müzelerine vb. gitmiştir. Kırılmış tabut, paslanmış kılıç, çivi ve maşa cinsinden ne varsa bize kalmıştır. Manevi bakımdan da bize gene böyle adilce davranıyorlar! Öyle ki onlarca tashih edilmiş ve basılmış nüshalar mecmuasına -ki onuncu baskısı yapılmış- baktığımda İslam, kafamda, zihniyetçi, zahitçe, bireysel, vehimsel bir din, soyut dünyaya boğuluş dini olarak betimlenmektedir. Sonra da Sigfried gibi bir bay, şöyle diyor; Sizin beyniniz yönetsel ve mekanik değil. Ve ben inanıyorum.

Dolayısıyla, kendimizi tanımak için eski kaynaklarımıza yönelmeliyiz, ama müsteşrikçe, fazılca ve filozofça araştırmalar yapmak için değil, yükümlü bir aydın olarak geçmişi araştırmak için. Geçmişi samimice tanımış olalım, tarihin lığ ve çamuruna gömülüp kaybolmuş değerli öğeleri bulup çıkaralım, çağımızda ele alalım, kendimize düşünsel, insanı, ahlakî gıda ve inanç bağımsızlığı verelim böylece. Tarih adına, bilim adına, din adına, ahlak adına, edebiyat adına, irfan adına, sanat adına vs. toplumumuzun kafasına sokulan ve toplumumuzu geriletip zehirleyen, felç eden ve uyutan bütün sapmaları böylece düzelterek toplumumuzu uyaralım. Böylece ona, sağlıklı, zengin gıdalar, tarihsel süreklilik, birlik ve insanlık bağışlayalım.

Biz, Kur’an’daki bismillahın be’sinin zihnimizde neyi çağrıştırdığını araştırmak istemiyoruz; tarihte öylesine hareket yaratan ve yaratmakta olan bu mesajın ne olduğunu görmek istiyoruz.

Mü’min, Kur’an’ı kapatıp öper ve rafa kaldırır, Kitab-ı mukaddes bir nesne haline getirir. Fakat aydın, dinî bir kitap olduğu için onu olumsuzlar. Bu arada da, Kur’an gibi bir kitabı bir nesneye dönüştüren, onun karşısına geçip ona kurşun atıp saldırandan daha haindir.

İslam’ın beynini ve İslam tarihini doğrudan doğruya tanıyabilmek, İslam adını taşıyan kişiliğin biyografisini anlayabilmek, dinin gerçek yüzünü üç yüz yıl boyunca -ya da daha fazla- zihinlerimizin betimlediği sahte yüzler arasından bulup çıkarabilmek, bu maskeleri kırarak maskesiz gerçek İslam’ı yeniden tanıyabilmek için Kur’an’a dönmeliyiz. Tüm bunlar içinse bilince, yükümlülüğe ve imana gereksinimimiz vardır.

SEYYİD CEMAL VE ABDUH’UN YAPTIKLARI

Seyyid Cemal ve Abduh’un işi, kültürümüze hayat bağışlamak yönünde, hayatını kaybetmiş ve sömürü ve değerleri karşısında boyun eğmiş bulunan sömürü vurgununu yemiş İslam toplumuna ruh vermek için yapılan bir işti. Ama bence onların çalışma üslubu tam değildi [Benim Seyyid Cemal ve Abduh’a olan duygularımı siz biliyorsunuz. Çünkü onlardan epey söz ettim. Onları sadece çağdaş İslam toplumunda yeni düşünsel özgürlüğün önderleri olarak görmekle kalmıyor, hatta dünyadaki kültürel sömürü karşıtı tüm hareketlerin önderi, yaratıcısı ve başlatıcısı olarak görüyorum.] Bununla birlikte, onların tam başarılı olamamalarının nedeni olan yöntem eksikliği şuydu; Seyyid Cemal, siyaset adamlarıyla birlik olma ve yönetimlerle ve kişiliklerle bağıntılı olarak hareketi gerçekleştirmek istedi [kendisi, halkın uyandırılması gerektiğini söylemiştir ama pratikte ise halkın dışından başlamıştır]. Sonuç olarak da İslam ülkelerinin sarayları, sultanlar ve İslam halifeleri onu bir top gibi birbirlerine pas olarak atıyorlardı, o büyük tufanın, o dehanın layık olduğu ölçüde toplum içinde yankılanmasını önlemek için. Sonra da kolayca, nesilden nesile, bütünüyle felç etmek için onu arka arkaya bombaladılar. Bugün de bununla uğraştıklarını görüyoruz.

Muhammed Abduh’a gelince; O, Seyyid Cemal’in yolundan -Onun öğrencisi ve müridi olmakla birlikte- gidilemeyeceğini anladı. Bir kişiye eleştiride bulunmak ona inanmamaktan başka bir şeydir. Avam kafası ise birini eleştirdiyse onu bütünüyle mahkûm eder.

Abduh, siyasetçileri bir yana bıraktı; ruhanilere ve büyük İslam âlimlerine dayanarak ve resmi toplantılarda bilimsel araştırmalar yoluyla çalışmasını başlattı. Çalışması ve yeniliği, oldukça etkili olduysa da yine de Kur’an, toplumların içinde hayat ve hareket kaynağı olarak tecelli etmedi ve Müslüman kitleleri uyanıklığa ve devinime çağırmadı; avam gene avam olarak kaldı ve sadece seçkinler arasında birtakım aydınlar ortaya çıktılar.

Seyyid Cemal ve Abduh’un hareketleri meyve veremedi, onların yüce hedefleri, yetkin düşünceleri tam anlamıyla gerçekleşemedi. Nedeniyse; Hem siyaset adamları hem de ruhaniyet adamları egemen sınıfın birer parçası olup güç ve resmiyetleri bulunmaktadır. Genellikle, sahip olanlar her zaman muhafazakârdırlar. Düşüncede ileri ve hoşnutsuz, duyguda gerçekçi olsalar da pratikte muhafazakâr ve maslahatçı olacaklardır. Çünkü mevcut durumda, kârlı ve maddi toplumsal ya da manevi resmi güç sahibi olan biri riske girmez ve durumun değişmesinden, farkında olmaksızın korkar. Sahip olduğu şeyi yitirmekten korkar çünkü. Schandel’in deyişiyle; “Parası ya da makamı olan aydınlar düşüncede devrimci ve solcudurlar. Pratikteyse muhafazakâr ve sağcıdırlar.” Bu kişilik izdivacı birçoklarında görülebilir.

Ali Büveyh, Abbasi halifelerini kendilerinin oyuncağı kılan, onları getirip götürdükleri eğlenceli oyuncaklar haline getiren ilk coşkulu Şiilerdir. İlk kez olarak onlar, İslam ülkelerinde aşura törenini gerçekleştirmişlerdir. Pratikteyse, menfur halifeye biat etmeyi, Alevi imama biata yeğlediler. Çünkü Şii rejim resmileşseydi, Ali Büveyh, artık siyaset oynayamazdı.

Mesih’in ya da Muhammed [s.a.v]’in bi’setinde, nübüvvetle herkesten daha çok tanışık olan ve halkı Peygamber’in ve Mesih’in gelişini beklemeye yönelten resmi Yahudi ruhanilerinin kendilerinin, bu iki devrimci kurtarıcının gelişine herkesten daha çok karşı çıktıklarını, nübüvvete bile inanmayan müşriklerinse yeni çağrıyı daha çabuk kabul ettiklerini görüyoruz. Öyleyse bu genel bir kuraldır; her hareket karşısında, makam ya da güç ve servetleri bulunan kimseler, daha çok direnmektedirler. Çünkü durumun değişmesiyle, sahip oldukları şeyi yitirmektedirler. İşte Abduh da Seyyid Cemal’in yaptığı gibi, harekete kural olarak işin sonunda harekete geçen bir yerden başladı. Bu yer, koruması gereken bir şeyleri bulunan ve kaçınılmaz olarak muhafazakâr olan, bundan başka da ruhu ve görüşü sağlam geleneksel kalıplar içinde donmuş, aklî ve düşünsel kişiliği eski ilimler içinde şekillenmiş bulunan bir sınıf ya da gruptur.

Bu yüzden, İslam ülkelerinin siyaset adamları ve resmi yöneticileri nasıl Seyyid Cemal ile gelmemişler, hatta onu felç etmişlerse, Irak’taki, İran’daki, Mısır’daki, Cezayir’deki, Tunus’taki, Marakeş’teki, Lübnan’daki Suriye’deki vs. ruhaniler ve şeriat hâkimleri de Abduh’la hareket etmediler. Çünkü hem ruhları durmuştu, hem de konumları sağlamdı. Mevcut çevreye, konuma, zemine, zamana ve düzene bağlı oldukları için hicret yenilikleri yoktu ve her değişikliği -haklı olduğunu bilseler de- uygun görmüyorlardı. Çünkü makam sahibi biri azledilme tehdidiyle karşı karşıyadır; parası olan biri tedbirsizlik ederse zarara uğrar, bir yeri bulunan, bilimsel, ruhanî ve toplumsal resmi bir makamı bulunan biri, avamın beğenisinin tersine konuşursa haysiyetine zarar gelir.

‘Fatıma Fatımadır’ da söyledim ya, Peygamber’in sünneti Peygamber’in söz ve fiili değildir sadece; her ikisinden de önemlisi, risaletini yerine getirmede Peygamber’in düşünsel ve sosyal savaşım metodu ve stratejisi olup buna dayanılmalıdır. Burada, Peygamber’in ne ‘mele’den, ne ‘mutrif’ten, ne de ‘rahip’ten başlamayıp; tam tersine bunların karşısında, ‘nas’ tan ve ümmî kitleden başladığını görüyoruz.

Çünkü “El muflisu fi emanillah” [Müflis, Allah’ın güvencesindedir.] ki onu ne kimse alabilir, ne de korkutabilir.

Bütün gerilemeler, şu iki kelimeden, ‘istemek ve sahiplik’ten dolayıdır. Ad, haysiyet, ünvan, kanun, para, mülk, makam, yer rütbe vb. şeyler istemek ve bunlara sahip olmak, bunların korunması ve istediğimiz şeyi elde edip korumak için koşulları, konumları ve durumları korumaktır gerilemelerin kaynağı.

Seyyid Cemal ve Abduh’un yanlışları, sahip olanlardan başlamak istemeleriydi ve bu olanak dışıdır. Yoksunluk nimetini ellerinde bulunduran insanlardan başlanmalıdır; yitirmekten korkacakları bir şeyleri bulunmayan ve bir şey elde etme peşinde olmayan, tümüyle iman ve inançla yoğrulmuş bulunan ve yükümlülükleri gerektirdiğinde, hiçbir kayıt ve şart olmaksızın neleri varsa feda eden insanlardan.

Asil bir savaşıma başlamak için halka, özellikle de genç nesle ve aydınlara -kelimenin tam anlamıyla- umut bağlanmalıdır. Çünkü bunlar inanç ve iman kazanırlarsa çekinmeden her şeylerini feda edecekler, hızla, faal ve savaşımcı öğeler haline gelerek varlıklarını, hayatlarını çekinmeden gözden çıkaran insanlar olacaklardır.

Devrim, düşünce ve ıslah deneyimleri, her türlü fesadın canında, kemiğinde kök saldığı ve tüm zahirci aydınların milletin ve ülkenin geleceğinden umutlarını kestikleri bozuk bir toplumda ansızın bilinçli bir inanç ve düşünce coşkusuyla bütün pisliklerin temizlendiğini ve bütünüyle insanların kirli giysilerden sıyrıldıklarını göstermiştir.

Ben kendim, Avrupa’da tanık oldum; en pis öğelerden olup en kirli işlerle uğraşan Afrikalılar, inanç ve imana ulaşır ulaşmaz fedakâr ve samimi mücahitler haline gelmekte ve birkaç ay içerisinde öyle kişilik kazanmaktaydılar ki heykelleri özgürlük yoluna dikilse yeriydi.

Batı’nın kumarhaneleri ve fuhuş yuvaları halini almış, özgür Fransa’da bile yasak olan ayyaşlıklar diyarı olmuş ve kadını erkeği, dünya ayyaşlarının kötü çırakları haline gelmiş olan üçüncü dünya ülkelerinin insanları, ruhlarındaki bir kıvılcımla ve inanç bilinçliliğine, uyanıklığa ve ortak hedefe ulaşmakla, öyle değişmekteydiler ki, dünya insanlarının zihinlerinde bilinçli ileri, yükümlü ve insan bir toplumun ve halkın sembolü olarak tanınmaktaydılar.

Düşünce ve iman hareketi, ortak bir yön ve hedef kazanmak mucize yaratır. Donuklaşmış bir toplum öğütle, makalelerle, ahlak yazgılarıyla, sıradan ana baba vaazlarıyla değiştirilemez. Tersine, bir düşünsel kalkışla, bir bilimle, iman sıcaklığı ve yükümlülük duygusu -yükümsüz ve laubali bir halkta- yaratmakla ve çeşitli grupların ve çeşitli kesimlerin tümünden ortak bir hedef edinmekle gerçekleşebilir böyle bir mucize. Bu ise, her mucize gibi seri, öngörülmez ve tasavvur edilemez bir mucizedir.

Hem bilinçli olan ve hem de değerli insanî sermayeleri bulunan biz Müslümanlar, özellikle de Şiiler, Şii mezhep ve kültüründe el değmemiş İslamî kaynaklarda, İslam tarihini ve İslam’ı dünyada gerçekleştiren kişiliklerde ve olaylarda bulunan ve hayat bağışlayıcı, en hareket bağışlayıcı ve en izzet bağışlayıcı olan ve hem bu insanî boşluğu doldurmakta [ki istedikleri şeyle doldurmak için her şeyin içini boşalttılar], hem de bilinç aşılamak, sorumluluk ve hayat bağışlamakta kullanılabilecek inanç ve din öğelerimizi modern bilimsel ve teknik araçların varlığındaki bütün insanî değerleri yok etmek yolunda çalışan genç nesillerde insanî değerlerin yaratılması için yükümlülüğümüzü duymalı ve Kur’an’a dönmek, İslam tarihini tanımak, kültürel ve insanî benliğimizin bilincine ermek, tüm gerileme etkenleriyle savaşmak ve tarih boyunca belirli kutupların yararına, bu pak ve hayat bağışlayıcı akıntının, iman, inanç ve İslam saf suyunun içine çamur akıtan kokuşmuş suları keşfedip ayıklamak ve tarihte, toplumda ve zihinde kalmış bütün gerileme etkenlerini saptamak için de dünya düzleminde büyük bir bilinç taşımalıyız. Çünkü yöresel ve bölgesel olarak kalırsak ve çevrenin, dönemlerin, kavimlerin, mahallemizin ve kentimizin dışına taşmazsak hiç bir iş yapmaya gücümüz olmaz. Ayrıca çalışmamızın metot ve biçimini, imanımızı anlatma araçlarını da zamana uygun olarak kullanmalıyız; yani bizim her şeyimizi yok etmek, bozmak ve ayaklar altına almak için hep düşmanın elinde bulunan o güçlü araçları. Çünkü doğayı tanımak için nasıl bilimsel, bilinçli ve etkili metodumuz varsa inanç, iman ve kültür kaynaklarını tanımak için de bir metot vardır ki bu metotla, bize ulaşan her şeyi yeniden gözden geçirmeliyiz.

Nasıl, kimi besin maddelerinin içinde birtakım zehirli besin maddeleri bulunma olasılığı olduğunda, toplumun selameti için bütün besin maddelerini iyice kontrol ediyorsak, din, kültür, tarih, edebiyat ve sanat adı altında, yememiz için önümüze sürülen o sofraların tümünü de aynı şekilde gözden geçirmeliyiz, çünkü hepsi zehirlidir. Bu iş içinse metodumuz, coşkumuz, özverimiz ve imanımız olmalıdır; hayatımızdan, huzurumuzdan, geleceğimizden ve olanaklarımızdan bol bol harcamada bulunmalıyız. Ne talihsizliktir ki bizim sade ve temiz insanlarımız akılsız; zeki ve akıllı insanlarımızsa bozukturlar genellikle. Yeni kültürle, yeni zamanla ve yeni gereksinimlerle tanışık olanlar, zamanı, nesillerin hareketini ve her şeyin elden gittiğini anlayanlar ve duyumsayanlar, çoğunlukla kültürümüzü, imanımızı, azıklarımızı, olanaklarımızı ve sermayelerimizi tanımamaktadırlar. Kültürel azıklarımızla ve dinimizle tanışık olanlarsa ‘göçebelik çağı’nda yaşamaktadırlar.

Bu yüzden resmiliği, işi, büyük olanakları, gücü, haysiyeti ve yüzsuyu bulunanlara umut beslemeli, kendin -her kimsen- çabalamalısın. Çünkü iman ve yol somutlaştığında o harekette ancak Bilal-i Habeşi’nin bir rolü olabilir; bu rol, hiçbir güçte, hiçbir sınıfta ve hiçbir ilim havzasında, Yunan ve Bizans akademilerinde bile olmamıştır. İman, böyle bir insanî coşkuyu, böyle bir beşerî bi’seti ve böyle bir gücü su yüzüne çıkarandır.

NE YAPMALI?

Bu az fırsatta, ne her şeyi söyleme olanağı ve ne de herkese söyleme gereği vardır ki zamanı, durumu, dünya koşullarını, dini, imanı, kültürü, bütün sorunları ve de ilişkilerini duyumsadığımız ölçüde yükümlülük duyarız; “Ne yapmalı?” diye sorduran yükümlülüğü. Aynı ölçüde de bizde bilinç oluşmuştur.

Şimdi elimizin işte olma zamanıdır; hiç kimsenin, kendi kendisinin kâfiri olmaması şartıyla -bu kişiliksizliği büyük bilimsel ve parasal sermaye yatırımlarıyla yarattılar bizde- herkes kendisine imansız olmuş, kendi eliyle düşmanına kurban etmiştir kendisini.

Bu yüzden durum ne olursa olsun, aklımızın ve olanaklarımızın izin verdiği yere dek, bir program hazırladık ki bu onun ilk planıdır; Ham ve tamamlanabilir olmak. Eleştiride bulunan, yeni öneriler sunan, bu programı yetkinleştirme düşüncesinde olan herkesi davet ediyoruz; zayıf gördüğü her şeyi [programdan] çıkarsın ve deneyimleriyle, özgürce ve samimice görüş bildirmeleriyle bu programların ve planların sürmesine, gün geçtikçe yetkinlik kazanmasına yardımcı olsun. Bu yolda ve çalışmada hiçbir taassup yoktur ki iki büyük nimet ve sermayeyle donanımlısınız; Biri yoksun olmak nimeti, ötekisiyse rehbersiz olmak nimeti. Bu iki nimetle, bir murad peşindeki müritlere dönüşmediniz ve dönüşmeyeceksiniz. Hiç kimse, eylem ve inançlarınızın temeli ve ölçüsü olmayacaktır. Size akletmeyi ve düşünmeyi yasaklayacak bir kişilik bulunmamaktadır. Herkes -ister buraya gelip konuşsun, ister orada oturup dinlesin- bir sınıftan, bir tür değerden, bir makamdan ve bir çağrıdandır. Sizinle bizim ortak yönümüz -hep birlikte bizim- ve bağıntımız ise iman, inanç, ortak davet ve şu ortak sorudur;

“Çalışmak gerektiğinden başka bir şey yoktur; öyleyse ne yapmalı?”
Burada, bu işte, kimse olmanın, kişilik taşımanın bir grubu kendine çekebileceği ne bir kişilik yer almaktadır, ne bir isim, ne bir resim, ne bir makam, ne bir cazibe ve azamet -bilimsel ya da toplumsal ya da bireysel bakımlardan- bulunmaktadır. Mürid ve murad ilişkisi, eski dönemlerin sınıfsal ilişkisidir. El öpmek, şirkin ve köleliğin sembolüdür. Birinin müridi olan biri, bir kimse olmak öz bilincini taşıyamayacaktır. Öyleyse mürid ve murad ilişkisi olmadan, el öpmek olmadan kollan sıvayıp çalışmak gerek.

Ebu Sa’id Ebi’l-Hayr, va’zetmek üzere bir mescide davet edilmişti. Gelenler, mescide sığmıyordu. Dinleyiciler öyle oturmuşlardı ki, yeni gelenlere yer yoktu. Biri, yer açmak için seslendi;

“Allah bağışlasın, kalkıp bir adım öne yürüyeni.” Konuşmasına başlamak üzere minbere daha yeni oturmuş bulunan Ebu Said şöyle dedi;

“Söylenecekler, bu adamın söylediğidir.”
__________________
And olsun Biz Kur`an`ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Kamer/17-22-32-40
kamer isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
kamer Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
dost1 (28. April 2009), Eren Erdem (20. May 2009)
Alt 11. May 2009, 08:45 PM   #14
kamer
Super Moderator
 
kamer - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 283
Tesekkür: 457
131 Mesajina 293 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
kamer is on a distinguished road
Standart

İSLAM BİLİM; DERS-7 (Bölüm 1)
TARİH FELSEFESİNDE TEVHİD

Bitmez tevhid konusu, kaçınılmaz olarak bitmek du¬rumunda. Çünkü ele alınması gereken başka önemli ko¬nular kaldı geriye. Fakat tevhid son bulası değil. Siz kendiniz insanbilim, tarih felsefesi ve toplumbilimden oluşan üç sütuna ulaştığımızda, tevhid içerisinde ele alınan konulardan birçoğunun yeni baştan gündeme geldiğini göreceksiniz. İnsanbilim, toplumbilim ve tarih felsefesinden oluşan üç sütun, tevhid altyapısının metninden her birini ele alırken tevhid de ele alınmalı¬dır. Yoksa tevhid ile bu üç sütunun birbirlerinden ayrı ol¬dukları sanılır.

Böylece, tevhid konusunu tamamlamakla tevhid so¬na ermeyecektir. O üç sütundan her birine ulaştıkça top¬lum, insan ve tarihi tevhidî görüşte ele almamız gerek¬mektedir. İdeolojiyi de, hepsi tevhidle anlam kazanan ve temel tevhidî yapılar üzerine kurulu bulunan inanç¬lar ve ameller dizgesi olarak ele almalıyız. Sonra, ideal toplumda ümmet, tevhidden özel bir zarf, özel bir anlatım ve özel bir tecelli olmaktadır. Ayrı¬ca, ideal insan konusunda, tevhid -en temel anlam ve yön olarak- ele alınmalıdır. Dolayısıyla bundan önce dile geti¬rilen şey, üç sütunda, ideoloji, ümmet ve tanrı benzeri ya da tanrı gibi insanda [kimi kelamcıların dilindeki anla¬mıyla değil, Allah’ın halifesi anlamında] yeniden dile ge-tirilmektedir. Buysa, tekrar anlamında olmayıp tevhi¬din, bir konu, bir inanç ve bir temel olmasının yanı sıra her şey olduğu anlamındadır ve her konuyu bu düşünce ve anlam bağlamında çözümlemek gerekmektedir. Eğer böyle yapmazsak, bunun anlamı, tek bir ruhu bulunan tek bir vücuttan, tevhidden söz etmeyip tersine, bölümleri birbirinden ayrı ve dağınık olan bilimsel bir kitap ya da dergiden söz etmektedir. Söylemiştim ya, tevhid, imamet, mead vb. gibi bölümlemeler yanlıştır. Çünkü sadece tek bir temel vardır; Tevhid. Geri kalanlarsa tevhidin parçalarıdır.

Bir temel olarak tevhidin tarihsel bir görünüşü var¬dır ve özel bir tarihsel görüş türünü göstermekte ve tari¬hin hareketinin içinde esas ve belirleyici derinlikli bir rol üstlenmektedir. Ayrıca, bir temel olarak tevhid, aynı be¬lirleyici güçle ve en büyük hedef, dayanak, dört dörtlük etken ve insan oluştaki, bireyin ahlakî niteliğindeki de¬ğerleri gösteren, maneviyat adını almakta ve davranışı, yarayış biçimini ve bir insan olma hedefini göstermekte olan sistem dizgesindeki etkenlerin etkeni -toplam ola¬rak hayır ve şer felsefesi ya da ahlak felsefesi ve ahlak öğ¬retisi adıyla felsefelerde ve dinlerde söz konusu olmakta¬dır- olarak taşımaktadır aynı rolü. Burada tevhidin ta¬rihsel rolünü ele almak isterim.

DİNİ GÖRÜŞÜN BAŞLANGICI, ŞİRK Mİ YOKSA TEVHİD Mİ?

Şirki anlamadan tevhidi anlamanın olanaksız ol¬duğunu söylemiştim. Aydınlarımız arasında yaygın ola¬nın tersine, diyalektik görüş, Batı’ya değil, Doğu’ya özgü¬dür. Donuk olmakla biz suçlanmaktaysak da tam tersi¬ne, donuk bir görüş olan, Aristo mantığıdır. Felsefenin or-taya çıkışından ve Yunan Felsefesi metinlerinin çevirisinden sonra bu mantık İslam’a girip yerleşerek, İslamî olmadan İslamî bir şekil almışsa da… Doğu’ya özgü olan mantık ve felsefe diyalektik olanıdır ve çelişki ve hareket esas ve temeli dinî ve felsefî doğu görüşü ve çıkarımında -¬bu cümleden olarak İslam’da- gizlidir.

DİNİ GÖRÜŞÜN BAŞLANGICI ŞİRK MİDİR?

Dinler tarihinde şu özel ve önemli tartışma gündem¬dedir; “Dini düşüncenin başlangıcı tevhid mi yoksa şirk midir?” Toplumbilimciler ve din bilimci bilginler -dindarlar değil; çünkü din bilimciler, dini ve değişimini bilimsel açıdan inceleyen kimselerdir- dinî görüşün başlangıcı¬nın şirk olduğuna inanmaktadırlar. Yani dinî ruh, tasav¬vur ve zihniyet, insan toplumunda ilk başta ortaya çıktı¬ğında şirk biçiminde görünüm kazanmıştır; düşüncenin evrimi, ruhun arındırılması ve insanlık kültürünün ge¬lişmesi -ki dinî görüş ve algılayış da gelişmiştir- sürecin¬de din de şirk biçiminden tevhid biçimine dönüşmüş¬tür. Dolayısıyla dinin tarihsel gelişim biçimi şirkten tev¬hide doğrudur. Konuları tarihçiler ve din bilimciler gibi ele alan din adamlarından birçoğu da, peygamberlerin, ilkel ve geri şekliyle müşrik olan, dini sapkın olan ve ta¬pınması şirk biçiminde görünüm kazanan insanlığın tevhide ve tevhid öğretisine doğru yol gösterip onları yön¬lendirmek için geldiklerine inanmaktadırlar.

Öyleyse, dinin ilk şeklinin şirk olduğu ve dinî duygu¬nun peygamberlerin, büyük düşünürlerin, filozofların, maneviyat ve din önderlerinin kılavuzluğuyla tarihte ev¬rim geçirdiği, şirkin yavaş yavaş zayıfladığı ve tevhidin gerçekleştiği biçiminde bir tez söz konusudur.

Bu tez için bir aklî, bir de naklî delil getireyim; Tarih, geçmiş dinlerin şirk dinleri olduğuna ilişkin naklî delil¬lerle doludur. Geriye gittikçe putperestlik, türlü türlü tanrılara, doğa güçlerine, gizli gaybî güçlere tapınma dö¬nemlerine ulaşmaktayız ki bunlar şirkin çeşitli biçimle¬ridir. İleriye doğru geldikçe de mabudlar azalmakta ve tevhid düşüncesinin tecellisi olan bire ulaşmaktadır.

Bu, naklî delildir.

Akli delil ise şudur; Esas olarak, tevhidi anlamak ve tevhid düşüncesine ulaşmak için gelişmiş bir görüş, bir değişim, bir uygarlık ve bir düşünce dönemi, ruhun gü¬zelleştirilmesi ve aklın yüceltilmesi gereklidir. Duyumsa¬nabilenlerde tutuklu bulunan, çevresinde olup bitenin dışında başka bir şey anlamayan, sorunların nedenlerini saptamaktan -neden sonuç esasınca sorunları çözümlemekten- aciz olan ilkel insan, tevhidi -ki dış dünyanın çe¬şitli neden ve sonuçlarının ardında görünüm durumun¬daki tek nedenler nedenidir- nasıl keşfedebilir? Olanak¬sızdır; çünkü esas olarak, nedensel mantığı bulunan ve neden-sonuç ilişkisini zihninde yerleştiren biri dünyada tek Tanrı’yı kavrayabilir. Milyonlarca nesnenin milyon¬larca nedeni bulunduğunu, her birinin birbirinden ayrı ve birbiriyle çelişik olduğunu, nedenlerinin de birbirin¬den uzak, birbiriyle karşıt ve çatışık olduğunu, tüm bun¬larla birlikte bu nesnelerin bir nedenden -ki nedenler ne¬denidir- kaynaklandıklarını anlayamazsa hastalık ve sağlığı, kutlama ve yası, ölüm ve hayatı, bahar ve güzü, bela ve bereketi tek bir nedene bağlayamaz, tek bir ne¬denle açıklayamaz.

Zihninde böyle bir bağıntıyı kurmaktan aciz olan ve çeşitli etkenlerle karşı karşıya olunca kaçınılmaz olarak çeşit çeşit etkenlere inanmak durumunda kalan bedevi beyni, kendiliğinden müşriktir. Bu böyledir; mantık geli¬şip karmaşık ve zihinden uzak neden ve sonuçlar algıla¬nabilir oluncaya değin. Sonunda sorunları çözümleme alışkanlığını edinir mantık. Sonra onda zihin, kültür, felsefe, anlayış ve akletme o denli gelişir ki makulattan mahsusata ulaşabilir, zihin görünenden gizli olana geçebilir, delillendirmede bulunabilir ve çeşitli belirtilerden temel etkene ve tam etkene ulaşabilir. Böyle bir gelişmiş¬lik durumunda, tüm bu çeşitli ve çelişik mabudların ve güçlerin ardında tek bir gücün, tek bir neden ve kudretin varlığını anlayabilir. İşte orada tevhid görünüm kazanır. Bu, insanın bedevilik döneminde olmaz; ancak büyük medeniyetlerin ve çok ilerlemiş kültürlerden sonra olabi¬lir. Bu, David Hume’un ‘Dinin Doğal Tarihi’ndeki ünlü kuramıdır.

DİNİ GÖRÜŞÜN BAŞLANGICI TEVHİD MİDİR?

İslam -İbrahimi zincirin peygamberlerinin tek mesa¬jını getirdikleri bir din olarak- önceki tezin tersine, tevhi¬din ve tek tanrıya tapınmanın dinî görüşün başlangıcı ve şirkin insan toplumlarında ortaya çıkan bir sapma oldu¬ğuna inanır. Bu sapmanın nedeni de, yavaş yavaş tarih¬teki ilk tevhid düşüncesini güçsüzleştirerek şirke kur¬ban eden ve sonra da şirkin yaygınlaşmasını sağlayan ce¬halet, zulüm, fesat ve gerçek karşıtı, insan karşıtı eller¬dir. Dolayısıyla bu tezde önceki tezin -ki şirk tarihle ve ilk insanla birlikte doğmuştur ve tevhid zihnin ve düşünce¬nin evrimidir, der- tersine tarih tevhidle başlamakta ve şirk bir bozulma yönü taşımaktadır.

Burada benim iki görüşüm var; Eğer bu önceki ilkel şekliyle -ki bütün tarihçiler ve dinler tarihi bilginleri bakmaktadırlar- dinler ve dinlerin değişim tarihlerine bakarsak, bedevi dinlerin şekillerini, orta dönem dinleri¬ne ve ileri dinlere doğru izlersek, önce şirkin saptanması ve sonra git gide mabudların, yaratıcıların ve tanrıların sayılarının azalması ve böylece sonunda tek bir tanrıya ulaşmamız doğrudur. Fakat daha fazla dikkat göstererek konu üzerinde kılı kırk yararcasına düşünür ve daha da¬kik çözümlemeler yaparsak ve bilginlerin genel yargıla¬rının etkisi altında -ki daha çok 18. yy.dan başlayarak yaygınlaşmıştır- kalmayarak korkusuzca içtihatta bulu¬nursak bütün şirk dinlerinin altında, tevhidin gizli bu¬lunduğunu görürüz. Buysa tevhidin ilk düşünce olduğu¬nu ve şirkin sonraki ve ikincil bir görünüm ve olgu oldu¬ğunu göstermektedir. Ayrıca, şirk biçimindeki bu sonra¬ki görünümlerin kendilerini, tek tanrının ya da tevhid dü¬şüncesinin oluşturduğu temel görünüme yamamaya ça¬ba harcadıkları da görülmektedir. Çünkü eski dinî gö¬rüşte tevhid ve şirk, birbiriyle maniatu’l-cem [bir araya gelmeye engel] değildir.

Bu inancı kanıtlamak için, bir sürü örnekler ve delil¬ler verilebilirse de fırsat olmadığı için bedevi dinlerle ile¬ri dinlerden birkaç örnek vermekle•yetiniyorum.

Dünü dünlük bir görüşle, bugünü de bugünlük bir görüşle tanımak gerekir.

Şunu defalarca söyledim; “Geçmişle ilgili, başka ha¬va ve çevreye ait konuları bugünün gözüyle görmemeli¬yiz; tersine her şeyi kendi çevre ve havasında ve zamanı¬nın gözüyle görüp çözümlemeliyiz.”

İslam-Şinasi’de söyledim; Bugünün gözüyle çok eşli¬liğe, peygamberlerin çok evliliğine bakarsak ve bugünün iktisadî ve toplumsal düzeninde, bugünün medeniyetin¬de -ki asalet toplumundur, kadın ve erkek hakları, iktisadî ve toplumsal eşitlik söz konusudur, birey iktisadî bağımsızlığa ulaşmaktadır- ele alırsak, kadının aşağıla¬nışı olarak görünür, ahlakî ve insanî sapma sayılır.

Fakat aynı olgu [çok eşlilik] başka bir toplumsal dü¬zende, başka bir tarihsel aşamada başka bir anlam taşı¬maktadır ve tam anlamıyla, bireydeki ahlakî yönelişin ve insanî duygunun tecellisidir. Bugün kadının aşağılan¬ması biçiminde söz konusu olan aynı etken, geçmişte ka¬dının en büyük korunuşu olarak görünüm kazanmıştır [bak. İslam-Şinasi, Peygamber’in Gözünde ve Gönlünde Kadın Konusu].

Tek bir olgu, çeşitli zamanlarda, mekânlarda ve tarihsel aşamalarda farklı anlamlar almaktadır. Örneğin sakal tıraş etmek, kırk elli yıl önce -mü’minler arasında/bugün de- günah sayılıyordu. Bugünse sakal bırakmak olağan dışılık ve sapma olarak görülür. Yine şimdi, Ku¬zey Amerika’da sakal bırakan biri, Vietnam Sa¬vaşı’na, sermayedarlığa, burjuvazi hayatına ve sermaye¬darlığın yeni medeniyetine karşı olduğunu ilan etmekte¬dir bu yolla. Bunun anlamı, manevi ve insanî bir eğilim taşımasıdır [sapma olup olmadığını bir yana bırakalım]. Oysa aynı sakal bırakma işi, başka bir çevrede başka bir anlam taşımaktadır.

Toplumsal ilişkilerin, toplumsal ahlak gelenekleri¬nin de -ölümsüz ahlakî değerlerin değil-göreceli olduk¬larını ve bunları anlamak için, değer kazanmanın ve top¬lumsal düzenin temelini anlamak -ki olgular o düzende ortaya çıkmışlardır- ve buna dayanarak çözümleme yap¬mak gerektiğini biliyorsunuz. Bugünün görüşüne daya¬narak dünün meselesini anlamak olanaksızdır.

Tevhidin, şirkin çatışığı olduğu yolundaki yeni görüşü İslam bize vermiştir. Fakat bu inanç da genelin zihninde değil, İslam mantık ve tevhidine karşı aydın bir bi¬linç taşıyan ve İslam’ın tevhidî görüşünde şirk ve tevhi¬din birbirlerinin çatışığı olduğunu ve bir araya geleme¬yeceklerini bilen kimselerin zihninde bulunmaktadır. Eğer ben şu nesnede özsel, gizemli ve gaybî bir etki bu¬lunduğuna ve bana olumlu ya da olumsuz etkisi olduğu¬na ya da kişilerden kimilerinde benim yazgıma olumlu ya da olumsuz etkisi bulunan maddi ya da manevi bir güç bulunduğuna veya nesnelerden, kimilerinde insanlara iyi ya da kötü etkide bulunan ve kimilerini kutsayıp ki¬milerini yok eden ya da uğursuzluğa düşüren gizemli özel ruhlar ve güçler bulunduğuna inanırsam müşrik olurum. Çünkü manacılık şirktir. Hatta bir kişiyle ilgili en küçük övgü -tapınma değil- şirktir. Tevhid meselesi bu kadar hassastır. Bu yüzden şirkle bir araya gelmesi olanaksızdır.

Fakat sıradan insanın zihninde şirk ve tevhidi montaj olmuştur ve bir dizge durumuna gelmiştir ki Allah ya da tevhidî düşünce, güneş biçiminde bu dizgenin merkezini oluşturur; şirk ya da tapınılabilir çeşitli tanrılar, güçler ve kişiler, bu güneşin çevresinde yıldızlar ve uydular bi¬çimde dönmektedirler. Müslümanlar ve gayrimüslimler arasında şirk ve tevhidi birbirine karıştırmış ve karıştır¬makta olan birçok kimse bulunmaktadır. Hatta büyük müneccimler ve filozoflar -asil İslamî görüş ve algıları bulunanlar hariç- her felekte bir güç, bir yıldız ve bir akıl bulunduğuna ve bunların bizde ve dünyanın idaresinde etkileri bulunduğuna, uzaklaşıp yakınlaşmalarında bi¬rey olarak bizlerin yazgısında neden-sonuç etkisi yarat¬tıklarına inanmaktaydılar. Bugün de nesneleri ve kişi¬lerle bir tür şirke bulanmış ilişkiyle -ki İslamî tevhid ba¬kımından anlaşılır değildir, ama onlar için tevhidle bir çelişkisi yoktur- tam olarak manacı ya da puta tapar ya da kişiye tapar gibi davranan çok kimse bulunmak¬tadır. Son derece yüceltme, saygı ve kutsamayla onlar¬dan bereket, güç, şifa, kudret, izzet, afiyet, gelecek, cen¬net, servet beklemekte ve kötülüğü defedip iyiliği getir-melerini dilemektedirler. Bunların dillerinden düşmeyen vird ise “La havle vela kuvvete illa billâh”tır. Ve bilmiyorlar, dillerine doladıkları şeyin ne ilginç bir devrim sloganı olduğunu. Bilmiyoruz, bizim en büyük, en güçlü, en devrimci İslamî ve Şii düşünce ve sloganlarımız nasıl oldu da mezarlığa yollandılar, şehirden kabristana göç ettiler? Kur’an, mezarlığa götürüldü, dua kitabı eve geti¬rildi. Bugün değerli olan her şeyi kabristanlardan topla¬malıyız; “İlla ilellahil masir” ve “İnna lilah ve inna ileyhi raciun.” Bunlardan olup her ikisini de kabristanda öğ¬rendik, ama hayatta, insanların davranışlarında, toplu¬mumuzun toplumsal, iktisadî ve siyasi ilişkilerinde bir anlamları yoktur, sadece ölüm dünyasına özgüdür. “La havle...” diyenlerse havle ve kuvvete her kişi ve her nesne için inanmaktadırlar. Çünkü herkes ve her şey için bir öv¬gü okumaktadırlar. Tıpkı, bütün ömründe bir kaside ya¬zıp memduhun yerini boş bırakan ve kim gelirse boş yeri onun adıyla dolduran ve ister devlet adamı olsun, ister iktisat adamı, ister ruhanî olsun herkesi memduhu yapan hemşerimiz gibi. Toplum erbabına hamd-u senada bulunmak onun mesleğiydi ve “elhamdülillahi rabbil âlemin” ise dilinin virdiydi. Buna gerçekten inanıyordu. Bunun tevhidin şiarı, onunsa şirk işi olduğunu bilmiyor¬du. Şirk ve tevhidi montaj edenler de böyledirler. Şu farkla ki bunlardan avam olanların yorumlama güçleri yoktur ve her olgu için bir tanrı olduğunu söylerler ve tev¬hide de inanırlar. Avam olmayanlarıysa şirki, tevhidî olarak yorumlarlar. Her şeyin Allah’ın elinde olduğunu, ama her biri özel bir alanda uzman olan ve bir bakıma işin içinde olan daha ufak tanrıların bulunduğunu söylerler. Fakat her iki grup da müşriktir. Şu farkla ki şirk dinle¬rinin altında tevhid gizlidir ve bu dinlerin tevhidinin altındaysa şirk.

Burada, din toplumbiliminden söz etmekte olduğumu ve tevhidden muradımın tarih ve toplumdaki tev¬hid olduğunu, kitapta ve gerçekte var olan tevhid olmadı¬ğını, Kur’an’ın, Muhammed’in ve Ali’nin sözünü ettiği tevhidin burada konumuzun dışında olduğunu söylemeliyim. Şu anda benim için tevhid, toplumda ve tarihtedir ki önemli¬dir ve hep önemli olmuştur. Açıktır ki Gandhi, Tagor ve Radha Krişnan gibi insanlar, sadece ineğe tapar ol-mayıp dini, öyle bir yücelikte anlamaktadırlar -Radha Krişnan gibi- ki Allah’a kulluk eden ben bile o makama erişemem. Budha heykeline tapınan büyük Budist hâkimler, onun asaleti olmadığını ve vürud amacıyla değil, reca amacıyla ona secde ettiklerini bilmektedir-ler. Gandhi de ineğin kutsanmasını, insan ile hayvan arasındaki kutsal bağın ve barışın remzi ve insanla doğa¬nın akrabalığının göstergesi diye yorumlamaktadır. Ama Budha heykelini karşılarına koyan, ona secde eden ve ineği kutsayan Hindistan insanları putperesttirler. Onların putperest olmaları, Budha mezhebini velayetle¬rinde bulunduran ve yükümlülükleri halkın düşüncele¬rini aydınlatmak olan kimselerin günahıdır. Avam hiç¬bir şeyin sorumlusu değildir. Avamı ezen kişi, kendisini temize çıkarmak istemektedir. Yoksa ya halka söyleme¬miştir ya da söylemişse bile gerçek yükümlülük ve so¬rumluluğun gerektirdiği gibi arka çıkmamış, her şeyiyle hurafe ve batılla savaşmamış, cehaletle iyi geçinmiş ve hurafelere dinî açıklamalar, şer’i yorumlar getirmiştir.

Tevhidin bütün şirk dinlerinin içinde bulunduğunu söylemiştim. Bu inancın ispatında Avesta, son derece da¬kik bir örnektir. Avesta’nın en eski bölümünün Gatalar olduğunu ve geri kalan bölümlerin, Eşkaniler ve Sasani¬ler döneminde derlenmiş ve derleyicilerin katıştırmalarından da nasipsiz kalmamış olan virdlerden, zikirler¬den, dualardan, efsanelerden, çevirilerden ve tefsirler¬den oluştuklarını biliyoruz.

Avesta’yı incelediğimizde Gatalar [ya da Gathalar] ¬da, Avesta’nın en eski ve en asil bölümünde Ahuramazda tek tanrı olup Ehrimen [Şeytan] in, kötülük ve iyili¬ğin, geceyle gündüzün, hastalık ve sağlığın, ölüm ve ha¬yatın yaratıcısıdır ve bütün mevsimleri, soğuk ve sıcak rüzgârları verendir.

Gatalarda Ahuramazda tek tanrıdır; Zerdüşt ise bir muvahhiddir. Fakat Gatalar’dan ayrıldıkça, Zer¬düşt’ün zamanından uzaklaştıkça ve Avesta’yı sayfa say¬fa çevirdikçe tevhid zayıflamakta, Ahuramazda’nın güç¬leri azalmakta, böylece yavaş yavaş Ehrimen, Ahura-mazda’nın yanında yerleşmekte ve bağımsız bir zat, asil bir cevher gibi, Ahuramazda’nın dengi olarak onun raki¬bi haline gelmektedir.

Avesta’nın en eski bölümü olan Gatalarda şirkten bir haberin bulunmadığını, Ahuramazda’nın tek tanrı oldu¬ğunu, ama sonraki bölümlerde -ki yüzyıllarca sonra oluş-muşlardır- şirkin belirdiğini, sonra tanrıların hesabını çeteleyle yapmamız gereken bir yere ulaştığımızı görü¬yoruz.

En eski dinî Hint metinlerinde -Upanişadlar, Ve¬da, Rig Veda gibi en eski Hint efsanelerinde- Krişna, tek tanrıdır ve şöyle söyler; “Dünyanın her yerinde herhangi bir insan her kime tapındıysa bana tapınmıştır; tanrısına ne ad verirse versin beni çağırmıştır.”

İlk Hint dinini tanrıyı ne ölçüde tek bildiğini ve tevhidi nasıl bir varlık düzeyinde ve geniş bir dünya görüşünde nasıl bir mutlak sınırda algıladığını görüyoruz. Fakat zamanın geçmesiyle -bin, bin beş yüz yıl sonra- Budha’nın en büyük devrimsel yükümlülüğü, birçok tanrıyla savaşım olmaktadır. O, şöyle haykırmaktadır; “İnsan¬lar, yeri ve göğü tıka basa doldurmuş bulunan bunca tau¬nların baskı yükü altında kurban oldular.” Hint şairle¬rinden biri de şöyle der; “Tanrıların sayısı, insanların sa¬yısını geçti.” Sonra iş öyle bir yere varır ki doğubilimciler¬den biri -ki tanınmış bir Hindulogdur- bir kitap hazırlar, tanrı adları dizini olarak; öyle ki eğer Hint ileri gelenleri¬nin, bilginlerinin ve tarihçilerinin adlarını kapsayan bir dizin hazırlasak o kitabın onda biri bile olmaz.
__________________
And olsun Biz Kur`an`ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Kamer/17-22-32-40
kamer isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 19. May 2009, 08:01 AM   #15
kamer
Super Moderator
 
kamer - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 283
Tesekkür: 457
131 Mesajina 293 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
kamer is on a distinguished road
Standart

İSLAM BİLİM; DERS-7 (Bölüm 2)
TANRILARIN YARATICISI KRON! [CHRON]


Yunan’da -ki en ileri şirk yuvasıdır- Zeus tanrılar tanrısıdır ve çevresinde öteki tanrılar, tür Rableri bulunmakta olup her biri dünyadaki bir gücün ve gerçekliğin sembolüdür.



Örneğin, Promete, bilinç ve insan severlik tanrısı*dır. Venüs, güzellik tanrısı, Herkül ise güç ve cesaret tanrısıdır.



Burada, ilkönce Zeus’un bulunduğunu ve sonra öte*ki tanrıların işin içine girdiklerini değil, tüm bunların, destanlara ve mitoslara az girmiş ve az vasfedilmiş bir tanrıdan doğmuş olduklarını söylemek istiyorum. Homer, destanının başlarında onu anmakta ama sonra unutmaktadır. Bu tanrının adı Kron’dur. Yunan mitolojisinde yapılan az bir betimlemeye göre neyin nesi oldu*ğu, nasıl geldiği, ne delille ilk onun olduğu, sonra ötekile*rin geldiği ve önce tevhidin, sonraysa şirkin söz konusu olduğu anlaşılmaktadır.



Kron, Zeus’un anası ve Zeus ile öteki tanrıların yaratıcısıdır. Yani tanrılar tanrısı Zeus da Kron’un çocuğudur.



Kron [Chron], çeşitli dillerde ve telaffuzlarda fark*lılık gösterir. Fransızcada Kron şeklinde, İtalyancada Çron şeklinde telaffuz edilir. Eski İran dilindeyse He*ron ya da Harin’dir. Arapçası da aynı olup daha sonra Dehr olmuştur. Nehcü’l Belağa’da Dehr, bir ilah adı denilmektedir.



Yunan Mitolojisi kitabında -ki bir dilbilimci tarafın*dan yazılmış olup son derece değerlidir- Yunan tanrıları*nın kelime kökleri verilmiştir. İşte orada tanrılar tanrısı Zeus’u Kron’un oğlu olarak kabul etmekte. Kron’dan önce hiçbir şeyin olmadığını, olamayacağını ve Kron’un zaman olduğunu söylemektedir.



Yunan, Hint ve Çin vb. efsanelerinde o derece bir fel*sefe ve gerçek gizlidir ki birçok felsefî ve edebî kitaplar*dan Veda, Avesta, Tevrat, İncil -öyle ki bugün de bizim elimizdedir- gibi dünyanın kimi dinî kitaplarında bile bu denli güçlü değildir. Bu durum, bunların başka kaynaklardan kaynaklanmış olmaları gerektiğini, yok*sa dört bin, beş bin yıl öncesinin bedevi insanının bu dere*ceye değin Promete’yi ya da şu Kron felsefesini yara*tamayacağını göstermektedir.



Arap dili ve edebiyatında dehr [ve onun etkisiyle de Fars dili ve edebiyatında rüzgar -zaman-] zaman tanrı*sı Kron’un [Chron’un çeşitli telaffuzlarıyla] verdiği anlamı vermektedir. Edebiyatımızda ‘dehr’e bunca saldırıldığını ve felsefemizin her şeyi zamanın boynuna yükledi*ğini görüyoruz; zamandan kastımızın işte bu Kron ol*duğu ortadadır. Yoksa şu anda zihnimizde bulunan za*man kavramıyla ilgisi yoktur. Tanrı’ya söylemeye utan*dıklarını ‘dehr’e söylemekteydiler; dehr burada tanrı anlamındadır.



Tüm bunlar, sayısız Yunan tanrılarının -ki Zeus on*ların en büyüğüdür ve hepsini tasallutu altına alıp yö*netmektedir- Panteon’unun ötesinde [Panteon, bütün tanrıların bir araya geldiği tapınaktır.] Zeus’un, Prome*te’nin [Zeus’un düşmanı] Ahuramazda’nın, Krişna’nın, Agamennon’un ve Laokon’un yaratıcısı olan bir yaratıcı*nın bulunduğunu ve Kron adıyla anıldığını göstermek*tedir.



Bu tasavvurdan ve tasvirden, ilk önce Kron’un bu*lunduğu ve sonra da öteki tanrıların ondan doğdukları anlaşılmaktadır. Yunanlıların aklî tasavvurlarında ve dinî inançlarında da böyledir. Yani önce Kron vardı ve başkası yoktu. Sonradan tarihte öteki tanrılar ortaya çıktılar.



Zeus -ki dünyanın ve bütün doğanın tanrısıdır ve bütün tanrılara ve doğaya egemendir- Yunan efsaneleri*ne ve Homer’in rivayetlerine göre Girit Adası’ndan Yu*nan’a gelmiştir. Zalimdi ve insan karşıtıydı; Yunan’ın ve Yunan görkeminin düşmanıydı ve oldukça kötü, gaddar ve cabbardı. İşte bu dönemde Promete -insanların ve Yu*nanlıların dostu- yi zincire vurmuştu. Zeus’un yaptıkla*rından dolayı Yunan tanrılarının kalpleri kan ağlamıştı. Fakat yavaş yavaş yumuşar ve Zeus halkla uyuşur, in*sanla dost olur ve Promete’yi -ki insanın sembolüdür- ba*ğışlar.



Bu, Zeus’un sonradan olmuş bir görüngü olduğunu göstermektedir. Varlık kazanan bir yokluktur. Ze*us’un Yunan’da olmadığı dönemde insanların onsuz ra*hat, mutluluk ve huzur içinde yaşadıkları görülmekte*dir. Yunanlıların uğradığı bir bahtsızlık ve uğursuzluk nedeniyle, bir dış güç, Zeus’u bir fatih adıyla Girit adasından Yunan’a getirmiş ve Yunan halkına musallat et*miştir.



GİRİT; ŞİRKİN GÜZERGÂHI


Girit, Yunanistan ile Maveraünnehr arasında bir adadadır. Bu ada, güç ve medeniyeti Maveraünnehr’den, üç bin yıl önce ya da dört bin yıl önce Yunan’a sokan bir araç konumundadır. Yani Maveraünnehr’de bulunan tanrılar, güçler, medeniyet, eserler, toplumsal ve iktisadî düzen Girit adasına gelir; Giritlilerle temasları bulunan Yunan halkı da bu eserleri iktibas eder. Böylece Yunan, Maveraünnehr’in egemen düzen ve gücünün ta*sallutu altına girer.



Bu durumda, Zeus’un Girit’ten Yunan’a hareketi, Ze*us’tan önce Yunanlıların huzur ve güven içinde yaşıyor olmaları, Zeus’un dışardan, bu ada [Girit]dan Yunan’a gelen bir yabancı olması, önceleri Promete’nin -Yunan halkı*nın ve insanın sembolü- düşmanı olması, onu zincire vurması, fakat yavaş yavaş halka alışması ve halkın ona alışması, yönetimine boyun eğmesi ve Promete’nin Ze*us’un rahmet ve lütfuyla kurtulması vs. tüm bunlar, gös*termektedir ki, birincisi; Şirkin tezahürü olarak Zeus, dı*şarıdan gelmiştir ve tarih olarak sonraları ortaya çık*mıştır. İkincisi; Kron, eski tanrıdır ve Zeus, ondan sonra gelmiştir. Üçüncüsü; Şirkten önce, Zeus fenomeninden önce halk huzur, güven ve eşitlik içinde yaşamaktaydılar. Sonraları mutsuzluğa, uğursuzluğa, savaşa ve kasa*vete düştüler. Dördüncüsü; Kron’un dini, insanların di*niydi; Zeus’un diniyse halk karşıtı, insan karşıtı bir dindi ve herkes bu dinden dolayı sıkıntı içinde yaşıyordu. Son olarak; Yeni egemen düzen, Zeus adına, Yunan halkına bindirilir ve Yunan halkı yavaş yavaş, onca pisliğine, ka*savetine, egemenliğine ve tahakkümüne karşın bu dü*zenle uyuşur, uyumlu duruma gelir ve yeni kalıba girer.



ZEUS; TANRILARIN AKIN ETMELERİNİN BAŞLAMASI


Zeus, şirkin tezahürüdür. Onunla birlikte tanrılar yığını Yunan’a doluşur. Şems, Ba’l, Iştâr vs. Maveraün*nehr tanrılarıdır.



Maveraünnehr’de de nasıl şirkin gelip tevhidi yut*tuğunu gösteren ilginç hikâyeler vardır. Sonra bu hikâye, bütün milletlerin efsanelerinde yinelenir. Maveraün*nehr’de Ba’l, Babil’in büyük tanrısıdır. Şems, dünya*nın büyük tanrısı olup güneşte oturmaktadır. Arapçada güneşe şems denilmesi mazrufun zarfa itlakıdır; yani tanrının adının tanrının mekânına itlakıdır. Çeşitli yıldızlarda başka tanrılar [Zühal, müşteri vb.] bu yıldızlarda yaşayan ve Şems’in -büyük tanrının- etkisi altındaki tanrılar idi.



Bu, Mevaraünnehr’in şirk düzenidir. Buradan, tev*hidin şirke dönüştüğü dönemin, toplumsal tevhid düze*ninin, toplumsal şirk düzenine dönüştüğü dönem olduğu anlaşılmaktadır. Bütün dinlerin, kendi efsanelerinde söyledikleri gibi toplumsal tevhidî düzen dönemi, insan*ların huzur ve mutluluk içinde yaşadıkları dönemdir. Sonra ise insanlar, bahtsızlığa, uğursuzluğa ve perişan*lığa uğramaktadırlar.



Uzak geçmişte mutluluktan mutsuzluğa geçiş döne*mi ve Dehr’den Zeus’un dinine geçiş dönemi, tevhidin şirke dönüşümünün insanlık tarihinde eşitlik düzeninin eşitsizlik, parçalanma ve fırkalaşma düzenine dönüşü*mü olduğunu göstermektedir. Tarihte insanlar arasında tahakküm, aldatma, tefrika ve zıtların yorumlanışına dayanma yoluyla toplumsal düzen bu şekle gelirse, tev*hid de dinde böyle bir şekil alır.



TEVHİD; TARİHİN BAŞLANGICI


Tarihte de böyledir, yani önce sınıfsal tevhid vardır, sonra da sınıfsal şirk. Durkheim, geçmiş tarihte, ilkel toplumların, tek bir gövde halinde bulunduğunu, her ka*bilenin, her toplumun bir birey olduğunu, bir ruh taşıdı*ğını söylemektedir.



İlkel toplumlarda [eski kabilelerde ve taifelerde] ‘ben’ yoktu, ‘biz’ vardı. Bugün de uzak noktalarda bir köyde bulunan eski tip ailelerde, bir aile tek bir kişidir or*tak vicdanı bulunmaktadır.



Dinî düzeni, fikrî ve itikadî dünya görüşünü de top*lumsal düzene ve toplum görüşüne bağımlı tasavvur edersek şu sonuca ulaşırız; Toplumbilimsel çözümleme esasınca da, geçmiş toplumsal ruh ve toplumsal düzenle uyumlu olan tevhiddir; bedevi ve vahşi kabileler düze*ninde tevhid totem biçimine dönüşür. Totemcilik, bir tür bozulmuş tevhid olup çekimde ve duyguda tevhid ol*makla birlikte dış görünüşte ve özsel seçimde oldukça ge*ri bir putperestliktir. Şu ikisini de birbirinden ayırmak gerek; Totemi ölçüt olarak almıştır ama kabilesinin tek toteminde tapındığı kavram tek tanrıdır. Durkheim, bu*na sosyalizm adını vermektedir. [Sosyalizmin, zihnimizde taşıdığı, üretimin ve üretim araçlarının bireyin değil, toplumun elinde olduğu şeklindeki kavramın tersine]. O şöyle demektedir; “Eski toplumda -ister aile olsun ister köy, ister kabile ve il olsun- toplu ruh esastır; aile ve topluma individüalizmin [bireyin asaleti, bireycilik ve bireysellik] egemen olduğu, her ailede beş bireyin, ör*neğin beş ben’in bulunduğu ve her birinin hepsinden ayrı olduğu, mutlulukların, programların, ilgilerin, dü*şüncelerin ve inançların ayrılık ve bağımsızlık taşıdıkla*rı ve hiçbirinin kendisini bir başkasının kopyası olarak görmediği bugünün tersine. Fakat eski ailede toplumda ve kabilede tek ‘ben’ bulunmaktadır ki toplumun kendi*sidir. Bu sosyalizm demektir, o ise individüalizm. Niçin toplu ruhun vahdeti? İlkel toplumlarda bireysel mülki*yet, sınıf, soy ve aile ayrılığı bulunmadığından ve iktisadî eşitlik söz konusu olduğundan, herkes bir olduğundan, bireyler ‘biz’ toplu ruhunda eridiklerinden, totem şek*linde görünüm kazanan tek ruh bulunuyordu.



TOTEMCİLİK; BEDEVİ TEVHİD


Mabud’un tek olduğu totem bedevi tevhid açıkça gö*rülmektedir. Durkheim ve Muller, şöyle demektedirler; “Bütün vahşi ve bedevi dinlerin ilk şekli totemciliktir.” Ben de bu inancı benimsiyorum. Bu nedenle bedevi şekil ve görünümlü tevhidin, dinin ve tek tanrıcılığın ilk şekli olduğunu, mabudunun hayvan ya da bitki veya bir nesne olmasının onun bedeviliğiyle ve düşünsel geriliğiyle ilgili olduğunu söylüyorum. “Tevhidi anlamak için filozofvari bir zihin taşımak ve mantık bakımından ileri bir âlim olmak gerekir.” diyen Hume gibi kimselerin tersine, bedevi insanın, özgür ilkel yaratılışında, yaratılışsal ve doğal biçimde tevhidî eğilim taşıdığını söylüyorum. Sonra, za*manın geçmesiyle toplumun biz’i birkaç ben’e dönüşür ve toplum birkaç sınıfa, sınıf birkaç kesime ve kesim de birkaç bölüme ve gruba ayrılırlar. Tek tanrıysa birkaç tanrıya dönüşür. Her bir tanrının buyruğu altında birkaç tanrıça bulunur. Gökte, dünyada, fizik ötesinde ve insanın zihninde bir Panteon oluşur, tanrılar bir manzume haline gelirler; büyük tanrı ortadadır, küçük tanrılarsa onun çevresinde dönüp dururlar. İşte bu çok tanrılı dün*ya görüşü, tam olarak, sonraki bozulmuş toplumsal dü*zenden kopya edilmiştir.



İKİCİLİK; HAYRIN VE ŞERRİN YORUMU


Yeryüzünde ‘biz’, hâkim ve mahkûm, efendi ve köle, ağa ve uşak, aşağı ve üstün, varsıl ve yoksul, patron ve serf diye bölünürken gökte de tek Tanrı, hayır ve şer tan*rısı olmak üzere ikiye bölünür. Toplumda ortaya çıkan hayrın ve şerrin yorumlanışında ikicilik ve seneviyet varlık kazanmıştır.



ÜÇLEME


Sonra egemen sınıf, tarih boyunca, tek malik, tek efendi olan, parası ve gücü bulunan tek güç durumun*dayken halkın gelişmesi, bilimin gelişmesi, anlatımın geliş*mesi, aldatmanın gelişmesi, nifakın gelişmesi, üçkâğıtçılığın gelişmesi, tekniğin gelişmesi, gerileme ve uyuştur*ma dininin gelişmesi nedeniyle üç boyutlu oldu ve efendi olan, elinde kırbacı bulunan ve başka bir şeyi olmayan egemen güç, gelişerek üç çehre altında halkı alt etti; Bir çehre, iktisadî gücün tezahürü oldu; bir çehre siyasî gücün tezahürü haline geldi; başka bir çehre dinî gücün te*zahürü şeklini aldı. İnsanların yaratılışsal duyguları *tanrıya tapınmaktı. Üniforma, özel ayrıcalıklar ve özsel yorum kazanmış olan aracılar üniforma buldu kendine. Bu aracılar, öz, hukuk, konum ve rol bakımından halk*tan ayrılarak halka egemenliği Tanrının temsilcisi sıfatıyla elde ettiler. Yaratılışsal ve insanî bir sürükleniş biçiminde sürekli olarak güneşe yönelen bir zerre gibi Tanrı’ya doğru sürüklenen ve aşk besleyen halk, bu ara*cılara tutsak oldu. Sadece kırbaçlama diliyle köleyle ko*nuşan kişi, konuşmasını ve davranışını geliştirdi. Din ise -ki toplum ve bireyin yaratılışında, vicdanında ve derin*liğinde büyük bir toplumsal güçtü- bu sınıftan bir grubun elinde bir yorum aracı durumuna geldi.



Bundan önce kırbaç vuran kişi, eğitme işini de üzeri*ne aldı ve soysuz, vahşi ve yabani köleleri, soylu, uysal ve medeni yapmaya koyuldu. Böylece üç işi bir arada yapı*yordu. Yavaş yavaş her şeyin gelişmesiyle tek sınıf, üçlü tek sınıf şeklini aldı. Sonra ise, iki boyutlu, iki sınıflı dü*zenin açıklayıcısı durumunda bulunan şirk tanrısı, üçlü biçimde görünüm kazandı ve üç çehreli oldu.



YARATICI DEĞİL, TANRI


Sayıları birden çok olan bu tanrılar, yaratıcı değildir*ler. Bu inancı sabit kılan en sağlam delillerden biri şu*dur; “Başlangıçta tek yaratıcı bulunmakta olup, sonra*dan tanrılar ortaya çıkmışlardır.” Bu ayrı ayrı, sayılı tan*rılar ve mabudlara rab adı verilmektedir; Farsçada da Hodavendigar, Yaratıcı’ya yani Halik’a gelince; o, dünyanın insanın ve varlıkların yaratıcısıdır. Tarihte tanrılık savında bulunan ve Kur’an ve İslam’ın müşrik bildiği kimseler ise yaratıcılık savında bulunmadılar ve biz yaratıcıyız, insanı yarattık, demediler. Firavun biz*den çok daha dindardı. Musa ortaya çıktığında halkı şöy*le korkuttu; Musa dininizi elinizden alıyor, sizi dinsiz ya*pıyor. Tanrılar bize ve size gazaplanacaklar; Mısır yok olacak. Bugün bile, Firavun’un tarihi, dini, mezhebi, ta*pınması ve mabudları birer birer ve dakik olarak dinler tarihinde belirgindirler. Firavun hikâyesi söyledikleri gibi sadece bir ef*sane değildir. Tarih onu tanımakta ve ondan söz etmektedir; o, dindardı, tapıcıydı. Fizik ötesine inanıyordu, tanrılara tapınıyordu. Fakat tanrılık savın*da bulunurken şöyle demiştir; ‘Ene Rabbikum illa ala’. Yoksa ‘Ene halikakum illa ala’ dememiştir. Yani demiş*tir ki ben sizin büyük efendinizim; efendilerinizin efendi*siyim ve hayatınızın ve halklarınızın yazgısı benim elim*dedir.



Dolayısıyla şirk, yaratma ve yaratıcılıkta değil, rububiyette gelişmiştir [bu konu önemlidir].Tanrılar, hiçbir za*man yaratıcı olarak çoğalmamışlardır büyük yaratıcının yanı başında. Tersine, rab, rabbu’l-erbab rabbu’l-envas ve rabbu’n-nas olarak büyük yaratıcının çevresinde ço*ğalmışlardır. Çünkü tarihte tanrı, yeryüzü tanrıları ve halk tanrıları oluşmakta, çoğalmakta ve çeşitlenmekte*dirler. Gökte de, rab ve tanrı biçiminde çoğalmaktadır*lar.



Şirk tanrılarından hiçbirinin adı, yaratıcı anlamına gelmez; hepsi baba, sahip, sultan, üstün, müstebit, mü*tekebbir, egemen, muktedir, mazhar vb. anlamlarına gelir. Bu, şirk tanrılarının şirk rablerinin tecellisi olduk*larını göstermektedir. Onlar gökte, yeryüzünde ve halk*la ilişkide bu vesileyle çoğalıp, yorum kazanan yeryüzü tanrılarının birer ışığı ve yansımasıdırlar. İşte burada İbrahim’in tevhidî anlamını bulmaktadır. Çünkü eğer İbrahim baltayı eline alıp putları kırıyorsa bu, cahil bir grubun yanlış yere mabud olarak benimsedikleri birkaç heykeli kırıyor anlamında değildir. Tersine, gürzüyle insana, maneviyata, ruha, tarihe, insanlığa ve kitleye egemen olan toplumsal altyapıyı yıkmak istemektedir. Bun*lar -putlar- o düzenin sembol ve göstergeleridirler. Bu gürz ise diridir, varis istemektedir; tarihsel bir olay ola*rak değil, toplumsal bir gerçek olarak hep sürmektedir ve sürecektir.



Tek ‘biz’ toplumunun hâkim ve mahkûm diye iki sı*nıfa ayrıldığı ve tek insanın [Âdem] aşağı ve üstün, efen*di ve köle [ben ve sen] diye ikiye ayrıldığı tarihin başında ikicilik ya da hayır ve şer tanrılarının oluşturduğu iki tanrıcılık ortaya çıktı. Bu dinde tek bir güç olan egemen sınıf [Kâbil], ilerlemenin etkisiyle, üç boyutlu duruma geldi; Güç, para ve ruh; sermayedarlardan, yöneticiler*den ve ruhanilerden oluşan üç sınıf. Tek tanrı da üç çehre kazandı; Baba, oğul ve kutsal ruh.



İlginçtir ki Kur’an küçük bir sureyle son bulmakta*dır; Hem de istiaz [Allah’a sığınma] suresi adıyla. Hem de Peygamber’in Allah emriyle sığınması; Kur’an’ın so*nunda. Anlatım biçimi oldukça anlamlıdır; Allah, Nas [Halk kitlesi] ile tamlama oluşturmuştur ve bu üç kez yi*nelenmiştir. Her defasında Allah, kendi zatına özgü bir sıfat ve güçle nitelenmiştir.



“Kul e’uzu bi rabbi’n-nas, meliki’n-nas, ilahi’n-nas”. Birinci ayette; Halkın efendileri sınıfından halk kitlesine egemen olan efendi gücü olumsuzlanmaktadır. İkinci ayette; Halkın yöneticisi olan sınıfın mülukiyet [malik olma] gücü, üçüncü ayette; İslam dışı mezhepte ilahî bir öz, maverai ve görsel bir yapı taşıyan ruhaniler sınıfının ulûhiyet gücü olumsuzlanmaktadır. Bu üç gü*cün Allah’a özgü kılınması, halka egemen olan üç sınıfın ya da bireylerin böylesi güçlere sahip olduklarını ileri sürmelerinin tanrılık iddiası olduğu ve bunu kabul etme*nin de Allah’tan başkasına tapınmak olduğu anlamında*dır. İslam, sürekli olarak “Hüküm ancak Allah’ındır” “Din tümüyle Allah’ın olur.” ve “Mal Allah’ındır” diye yi*nelemekle İbrahimî tevhidin baltasını halka egemen olan sınıf şirkine ve üçlemeye, yani siyasi istibdada, iktisadî istismara ve dinî eşekleştirmeye indirmeye ça*lışmaktadır. İnsanların dinî hidayetinin de yalnızca Al*lah’ın elinde olduğunu, Peygamber’in bile bu işte bir rolü olmadığını, onun işinin sadece mesajı bildirmek olduğu*nu yinelemesi, kimi zaman Peygamber’in manevi hida*yete, halkı doğru yola, kulluğa ve dine inanmaya yönelt*mek için kendini zorluğa atmasını, sıkıntı çekmesini ve bitkinleşmesini, sen başkalarının küfründen, dininden, sapıklığından ve hidayetinden sorumlu değilsin; Allah kimi dilerse yola getirir, kimi dilerse sapıklıkta bırakır, “Bil ki sen sadece bir uyarıcısın.” [İnnema ente müzekkir] diye eleştirmektedir. “Peygamber’in işi sadece tebliğdir” [Ma ale’r-Resul ille’l-belağ]. Burada İslam, insanlık tari*hinde Tanrı’nın ya da tanrıların temsilcisi sıfatıyla ve din, ahlak ve halkın hidayeti adına kendilerine özel hak*lar, seçkin toplumsal mekân kazandıran, kendilerini hatta insanüstü bir kişilik ve soy, ilahi bir ruh ve nur ta*şıyıcısı durumuna getiren, ilahi bir doğaları bulunduğu*nu sayan, halkın hidayetinin sorumlusu, yerle göğün ile*tişimini sağlayıcı, Tanrı ve insanlar arasında bir aracı ol*duklarını ileri süren ve bu yolla halkın duygu, düşünce ve iradesine zincir vuran; hepsini dinî istibdat[1] rejimi*ne tutsak kılan, dinin gerçeğini çıkarları doğrultusunda saptıran, kendi sanılarını Allah’ın kitabına [Kur’an’a] nispet eden, halkı kendilerine tapınmaya, kendi buyruk*larını körü körüne taklit etmeye zorlayan ve çoğunlukla üst seviyedeki iki komşusuyla, kendilerini “meliki’n*-nas” ve “rabbi’n-nas” olarak bilen baskı ve sermaye sını*fıyla birlik olan sınıfsal rolü ortadan kaldırmaya çabala*maktadır.



Tanrıyla kul arasında doğrudan ve aralıksız bir iliş*kiyi gerçekleştirmekle, böylesi egemen güçlerin sınıfsal resmiyetini olumsuzlayan ve halkın gerçek anlamda bi*linçlenmesinin, özgürlüğünün, seçme yeteneğinin ve hi*dayetinin yolu üzerindeki bu büyük engelleri ortadan kaldıran İslam’ın yaptığı sadece din âleminde değil, kül*tür, bilim ve düşünce tarihinde de en büyük devrimci ey*lemdir. Akıl ve bilgi üzerinde egemen bir güç, hareketin, ilerlemenin gerçeği bulmanın ayağında tutsaklık bağı durumundaki ruhani yerine âlim’i oturtmaktadır; *İslam-Şinasi’de söylediğim gibi bu, toplum için zorunlu, bilinç verici ve uyandırıcı gereksinimdir; dinî görüşün yetkinleşmesinde, İslam bilgisinin yayılmasında önemli bir etkendir. Yola ışık tutan, hakikatin müçtehidini ara*yan, cehalet ve sapmayı yerle bir eden bir gereksinimdir.



Bu küçük surede bunca tekrar niçindir? “Kul e’uzu bi rabbin-nas” yeterli değil miydi acaba? Hayır, yeterli de*ğildir. Çünkü halkın efendileri o “ilahi’n-nas”tır; bizse “rabbi’n-nas”ız; onun benim ve sizin rabbiniz olduğunu kabul ediyorum, ama ben sizin rabbinizim, diyebilir*lerdi. Allah, ‘nas’ın sadece bir rabbi bulunduğunu, onun da Allah olduğunu; tek mabuddan başkasının bulun*madığını, onun da Allah olduğunu belirginleştirmekte*dir. Tarihte insanın özgürlük etkeni olan tevhidde ubudiyetin anlamı işte budur.



Dolayısıyla, tarih felsefesi olarak, sözlerimin özeti şudur; Toplumbilim bakımından, ilkel komün toplumun*da sınıf birliği egemen olduğundan ve aynı şekilde Durkheim’in dediği gibi, ilkel toplumda -göçebe sosya*lizmde- tek ruh, insan toplumlarına egemen ruh duru*munda olduğundan, sadece ve sadece, toplumbilim ve ta*rih felsefesi çözümlemesine göre, dinin doğal tezahür ve tecellisi, tevhid olmalıdır.



Ayrıca, tarih, tüm bu şirklerin ardında tevhidin gizli olduğunu göstermektedir. İşte bu yüzden, tanrılardan söz eden tüm efsaneler içinde hem tek tanrı bulunmakta, hem de başka tanrılar sonsal olarak yer almaktadırlar. Bu yüzden, genellikle tek tanrı, yaratıcıyken sonsal tan*rılar rab ve efendidirler. Bu yüzden, tarih boyunca insan toplumunun değişimi, hep ortak katılımdan, birlikten, ilkel iktisadî, sosyal, sınıfsal eşitlikten kölelik, çatışma, sınıf, sömürü, aldatma düzenine doğru olmuştur. Tüm dinlerde, geçmiş altın çağa bir özlem ve zulüm, bahtsız*lık, bozgunculuk ve sapma dönemine geçiş bulunmakta*dır [İslam kültüründe Nuh hikâyesinde, Sümer hikâyelerindeki Nuh hikâyesinde, hatta bir Kızılderili efsanesinde[!] bunu görebiliriz]. Dini tevhide dayalı o ge*nel eşitlikten, toplumsal çatışmaya dayalı dinî şirk döne*mine geçiş söz konusudur. Tarih boyunca, önce tevhid bulunmuştur. Beşerî vahdetle uyumlu olarak da ilahi tevhid vardır [Radha Krişna’nın söylediği gibi]. Daha sonra tarihte soy, sınıf, aile, grup ve değer ayrılığı oluşmuştur; bu ayrılıkla uyumlu olarak da, ilahi ayrılık, yani şirk vardır. Şirk, sınıf ve soy düzeninin toplumda iyiye yoruluşu olup sonradan ortaya çıkmış bir düzendir. Tev*hid ise, tarihin ilk döneminden başlayan bir düşünme tarzıdır; çünkü insanlık tarihinin başlangıcındaki sı*nıfsal tevhidle uyumludur. Sonra tarih boyunca halk kit*leleri, dinî ve toplumsal şirkin kurbanı olmuşlardır. Bu nedenle de toplumsal ve tarihsel şirkin kurbanı olmuş*lardır. Bu nedenle de toplumsal ve tarihsel tevhidi sağla*mak ve gerçekleştirmek, sınıflara, soylara ve insanlığa birlik bağışlamak arzusundadırlar. Bu yüzden tevhidin şiar ve görüşü, şirklerin kurbanı olan halk kitlesinin yö*nelişleriyle, çıkarlarıyla, arzularıyla ve görüşüyle uyum içindedir. İslam’ın, sadece ona tapmak, sadece onu öv*mek, ondan başkasından yardım almamak, ondan baş*kasından korkmamak, ondan başkasına yönelmemek, onun dışında hiçbir şeydeki, hiçbir topraktaki, hiçbir ki*şideki hiçbir güce, hiçbir güçlülüğe inanmamak gerekti*ği” şiarı, insanları parça parça eden şebekeden -yani şirk*ten- bağımsızlığa kavuşma ve kurtulmada insanlarla birlik olma, onlara kılavuzluk etme anlamında tevhidin yüklendiği tarihi rolden ibarettir. Ayrıca tevhid peygam*berlerinin, seçkinler arasından değil, halkın içinden, ümmiler arasından çıkmaları rastlantı değildir. Çünkü seçkinler, ya ruhanilerdendirler, ya da tarihin aristok*ratlarından ve sermayedarlarından veya tarihteki şeh*zadelerden ve üst kademe insanlardandırlar. Her üç grup [ruhaniler, aristokratlar ve yöneticiler] da insanlık tarihinde ve dinde tanrısal üçlemenin üç tezahürünü oluşturan tanrıların tezahürüydü.



Dolayısıyla tevhid, hem bir vuruşta, insan toplumu*nun iki çatışık kutbunu ve ortaya atılan sahte Ahura ve Ehrimen savaşını yerle bir etmek ve kitleleri bağımsızlıklarına kavuşturmak, hem de bu vuruşla, sürekli ola*rak kitlelerin kurban edildiği sınıfsal teslisi, yani birbi*rine bağlı sapkın ‘din, para ve zor’dan oluşan üç gücü*n rabbaniliği, ulûhiyeti, mülkiyeti ve malikiyeti bir kılmak yoluyla ortadan kaldırmak, varlıkta tevhidi bildirerek tevhid düzenini hayatta yerleştirmek ve dünyanın ve dünya görüşünün altyapısı durumuna getirmek iste*mektedir. Dolayısıyla tevhid, kitlelerin hidayeti, halkın özgürlüğe, dinî sapma, iktisadî sömürü, siyasi istibdat kurbanlarının bağımsızlığa kavuşturulması rolünü, ay*nı şekilde halkın son arzusuna ulaşma -tarihe ve insanlı*ğa birlik bağışlamak, insanlığı düşünsel, iktisadî ve top*lumsal kulluğa ve köleliğe sürüklemekte olan tüm güçle*ri olumsuzlayarak insanı bağımsızlaştırmak arzusuna ulaşma- rolünü üstlenmiştir. Devrimci tevhid düzeninin önderlerinin tümünün, yoksun kesim -yani bu üç ege*men boyuta kurban edilenlerin en kurbanları- içinden seçilmiş çobanlar, işçiler ve zanaatkârların olmaları rast*lantı değildir.



İşte burada, Allah’ın, tevhidin dünya görüşü esasın*ca kitlenin kurtuluşu için, insanı bağımsızlığa -bu ayrı*lıktan, şirkten ve parçalanmadan bağımsızlığa- kavuş*turma önderlerini halkın kendi içinden, kitlenin kendi içinden, işte bu ümmiler arasından seçtiğini görüyoruz. Çünkü önderler, açlığı, kırbacı, sıkıntıyı, zulmü, köleliği ve insanî aşağılanmayı duyumsamış, canlarında ve tenle*rinde yaşamış olmalıdırlar; aristokrasiyi, zorbaların ege*menliğini, savaşanların yağmacılıklarını, insan aklının düşmanlarını, ilahi mesajı ve dinin gerçeğini bozan ah*bar ve ruhbanın uyuşturma, taklit, taassup ve donukluk yolundaki büyücülüğünü, tanımış olmalıdırlar. İnsanlı*ğın gövdesini parça parça eden ve doğanın, hayatın, ilmin, güzelliğin, sanatın ve gücün maddi ve manevi bütün değerlerini ve hatta ahlakî ve dini erdemleri tarihin göz nuru olan ağalara bağışlayan ve insanların çoğunluğunu çileye, yoksunluğa, çalışmaya, açlığa, cehalete ve türlü türlü köleliklere düşüren ırk rejimlerini, kavmiyeti, ırk*çılığı, sultacılığı ve tarihe egemen olan sınıfsal parçalan*mayı derinlemesine anlamış ve insanın tüm sıkıntıları*nı, kitlenin dertlerini, insanlığın düşmanlarını, tüm çağ*ların, yeryüzündeki tüm nesillerin insanının arzularını sadece anlama ve bilme yetisiyle değil, tüm vücutlarıyla, ateşin deriyi ve eti yakışını olduğu gibi duymalıdırlar. Hakikat, Allah, yarın, kulluk, hidayet, erdem, ahlak -Ef*latun, Aristo, Konfüçyüs, Lao Tzu ve Budha’nın söz ettik*leri gibi- konularına, bilginlere, filozoflara, zahitlere, ariflere özgü ve medreselerde ele alınan konulara dala*rak ümmi halka, kitle hayatına ve mahkum kesime ya*bancı kalmamalı, tarihin lanetlenmişi ve yeryüzünün cehennemlikleri olmamalıdırlar. Tersine, temsilcileri, seçkinler ve ruhaniler dışında kimsenin yol bulamadığı, hepsi de egemen sınıftan olan ruhanilerin beyinleri, ilimleri ve dini bilgileri dışında halk içinden hiçbir ruhun ve duygunun ulaşamadığı Tanrı, gökten ve melekuti alandan sokağa gelmeli, benim ve senin yoksulluk sofra*na oturmalı, arş-ı kibriyadaki makamı, yetimin yanağın*da zulümle akıtılan selden sarsılmalı, bir mazlumun boynuna zulüm çizgileri çizen bir kırbaçtan gazaba gel*meli, tarih boyunca yeryüzünün varisi olan ve insana, tanrılık tahtına, tanrılığa, büyük tanrıyla yakınlığa ege*men olan yeryüzünün tüm galiplerini bir yana fırlatma*lıdır. Elçisi ise, insanın kurtuluşunu, tutsak yığınların özgürlüğünü, zillete boyun eğmiş olanların ve parçalan*manın kurbanlarının izzetini sağlama yükümlülüğünü üstlenmeli, hanlık sarayının kapısında eğilmemeli, insa*nın Allah’a kulluktaki aşk ve fıtratını, baskı gücünün ve paranın ayaklarına sermemelidir.



Tevhid risaleti, özgürlük ve eşitlik risaletidir; tarihe ve insanın yazgısına egemen olan çatışma ve ayrılmaya birlik bağışlama risaletidir. Tevhid risaleti, tutsak yığın*ların kurtuluş risaletidir; yeryüzünün süreğen lanetlile*rine veraset bağışlama ve zamanın mustazaflarına izzet bağışlama risaletidir. Bu yüzden, tevhid Tanrısı, ümmi*ler arasından elçisini seçmektedir; kitle arasından, tari*hin en yoksun kurbanları arasından. Çünkü elçi, onların yanı başında olmalıdır, onların cinsinden olmalıdır. Aris*tokratların, yöneticilerin, filozofların, ariflerin ve toplu*mun seçkinlerinin diliyle değil, kitlenin diliyle, halkın diliyle konuşmalıdır. Çünkü onun muhatabı halktır. Çünkü onu gönderen, halkın Tanrısıdır, halkın Rabbi*dir, halkın melikidir, halkın dostudur.



Şirkin -tüm şekilleriyle; putperestlik, tür tanrıları*na tapınmak, çok tanrıcılık, üçleme [üç tanrıcılık] ve iki*cilik [iki tanrıcılık]- tarihsel şirkten [yani insanlık tari*hinde çok soyluluğun, çok özlülüğün, çok sınıflılığın dinî, felsefî ve metafiziksel yorumlanışından] bir yansıma ol*duğu esası göz önüne alınırsa, şirk karşıtı, şirkin inanç alt yapısını olumsuzlayıcı olan tevhidin, güçlü, köklü ve devrimci bir tarihsel rolü bulunan, insanın serüveninde*ki tarihsel birliği, soysal, özsel ve sınıfsal birliği açıkla*yan bir etken olduğunu, tarihsel parçalanma ve ayrılma*dan kaynaklanan tüm güçlere karşın, insanın tarihinde insanî birliği ya da tarihsel tevhidi gerçekleştirmeye ça*balayan nihai ve evrimsel tarih hareketini, tüm sınırları, tüm kısıtlamaları, tüm mesafeleri, tüm dereceleri, tüm çatışmaları yok etme yönünde hızlandırmaya çalışan ve sonuçta tarihi yazgıda ve insanın nihai takdirinde her yönüyle tekliği gerçekleştirmeyi muştulayan bir etken olduğunu görürüz.

[1] Terim, merhum Naini’ye aittir. O, meşrutiyet döneminin seç*kin âlimi olup son dönemin bilgin ve mercilerinden birçoğu onun öğrencileridirler. “Tenbihu’l-Umme ve Tenzihu’l-Mille” adlı değerli kitabında [Ayetullah Talegani, bu kitaba önsöz ve açıklamalar yazmıştır] kullanmıştır bu terimi.
__________________
And olsun Biz Kur`an`ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Kamer/17-22-32-40
kamer isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 20. May 2009, 02:59 PM   #16
Eren Erdem
Uzman Üye
 
Eren Erdem - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 122
Tesekkür: 3
67 Mesajina 122 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
Eren Erdem is on a distinguished road
Standart

İşte bir ALİ ŞERİATİ klasiği!
Muhteşem!!!

Çok teşekkürler Hakan abi.
Gerçekten İLAÇ GİBİ BİR ÇALIŞMA!!!
Eren Erdem isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Eren Erdem Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
kamer (22. July 2009)
Alt 2. June 2009, 09:34 PM   #17
kamer
Super Moderator
 
kamer - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 283
Tesekkür: 457
131 Mesajina 293 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
kamer is on a distinguished road
Standart

İSLAM BİLİM; DERS-8 (Bölüm 1)
AHLAK FELSEFESİ

TEVHİDİN DÜNYA GÖRÜŞÜ DOĞRULTUSUNDA İNSANBİLİM YA DA AHLAK FELSEFESİ

Bu konu, tarihte, kültürde, felsefede ve dinde hep gündemde olmuştur; bugün de her zamankinden daha çok gündemdedir; Bir insan nasıl yaşamalıdır? Nasıl bir tavır takınmalıdır? Bu iki sorudan önce de daha hassas bir soru cevap beklemektedir; “Ne durumda bulunmalıdır?” yani “Nasıl olmalıdır?”

Topluca ahlakın ya da insanbilimin söz konusu olduğu bu temel sorularda şu konuyu ele almak istiyorum;

Bir inanç olarak, özellikle de bir dünya görüşü olarak tevhidin nasıl bir rolü bulunmaktadır? Tevhide inananlar -ki çoğunlukla inanmaktadırlar- için, özellikle büyük, faal ve geniş zihinlerinde tevhidin bir dünya görüşü biçiminde söz konusu olduğu kimseler için, ahlak sorunu, hayır ve şer sorunu, özveri sorunu, değerler sorunu, sonuç olarak toplumsal davranışın niteliği ya da insanî ve bireysel yaşayışın niteliği bir başkasıyla ve başkalarıyla olan ilişkide nasıl olmaktadır? Tevhide inanmak yeterli değildir çünkü tevhidi tanımak bu etkileri taşıyabilir ancak. Yoksa tevhide inanmanın kendisi, her başka öğretiye, her başka dine, her başka çağa ve her başka kişiye olan inanç gibi tanımayla iç içe olmazsa etki ve yarardan uzaktır. Bizde eksik olan; inanç değil, tanımadır. Bu konu, sadece tevhidde değil tüm dinî konularımızda da söz konusudur. İşte bu tanıma eksikliğimiz yüzünden, bütün inançlarımız kısır ve sonuçsuz kalmış, olumlu inançlarımız bile olumsuz sonuçlar vermiştir.

GENEL ALGILAYIŞTA AHLAK

Ahlak kelimesinden sonra hemen insanın nasıl oluşu felsefesini ya da insanbilim felsefesini ekliyorsak bu, ahlak kelimesinin dilimizde ve zihnimizde son derece içeriksiz, ayağa düşmüş, yoksul ve cazibesiz bir kelime olmasındandır.

Bugün, dilimizde ahlak, geçmişten gelen ve yaşlıların ve çoğunluğun onayladığı bir dizi geleneklere, adetlere ve davranışlara boyun eğmek anlamındadır. Ahlaklı insan ise, bu geleneklere, bu ilişkilere ve davranışlara boyun eğmiş kimsedir. Dolayısıyla mantıksal çözümlemede ahlaklı insan, geleneksel insan biçimine girmektedir. Yani toplumun ittifak ettiği geleneksel törenlere, adetlere ve inançlara inanıp bu yönde davranan kimse, ahlakî temelleri kendinde taşıyan bir insandır; tüm bunları benimsemeyen ya da bu geleneklerden biri karşısında başkaldıran insan ise sapkın ya da fasit bir insandır.

BİLİMSEL AHLAK

Bu sözünü ettiğimiz, genel algılayıştaki ahlaktır. Bir başka ahlakımız daha bulunmaktadır ki bilimsel bir biçimde tedris edilmektedir. Bu ahlak, gerçeklik ötesi ve pratikte gerçek insanların gerçek yaşayışında bir etkisi bulunmayan soyut dinî konuları içermektedir. Bizim kültürümüzde de bir bakıma, felsefeyle ve tasavvuf ruhuyla karışık kelam ilmi, toplam olarak, bizim ahlak dersimizi ya da ilmimizi oluşturmaktadır ki bu çoğunlukla bireysel ahlaktır ve daha çok tasavvufî görüşle, içrekçilik [Batınilik], züht ve tezkiye ile bir karışım oluşturur ve dinle yorumlanır. Bu nedenle bu konuların yanında ya da arasında imamlara mensup bir miktar rivayet de bulunmaktadır, fakat bunların varlığı, bu konuların İslam’ca onaylandığı anlamına gelmemektedir. Çünkü çeşitli bilginlerin, çeşitli düşüncelerle, hatta düşünce ve inanç bakımından çelişik yönlerle, Kur’an ayetlerini ve imamların sözlerini kullanarak kendilerini açıkladıklarını görüyoruz. Cebr’e inanan, bir dizi ayet ve rivayeti, düşünce ve inancının ve savunduğu konunun yanı başına yerleştirirken, mutlak özgürlüğe inanan biri de aynı yola başvurmakta, hiçbir şeye inanmayan biri de yine aynı araçları kullanmaktadır. Pisliğe ve zillete tutsak olmuş biri de zilletinin karşısında boyun eğmesini de yine ayet, sünnet ve hadis aracılığıyla açıklamaktadır. Öyleyse, bir kitapta ya da bir konferansta ya da bir hutbede ve bilimsel bir konuda kimi ayet ve rivayetlerin bulunması, o konuların, o konuşmaların İslamî oluşuna delil değildir; isterse bu rivayet ve hadislerin tümü yüzde yüz doğru ve asil olsun, bir şey değişmez. Eğer bunların asilliğinde de kuşku varsa, ödevleri açıktır.

GERÇEK VE DOĞRU TANIMIYLA AHLAK

Gerçek ve doğru tanımında ahlak, ideal insanın kişiliğinin temel boyutlarının çizilmesi anlamındadır. Ahlakî konu ise, değerler [valeurs] sorununu açıklayan konudur. Değer ise, yararlı, ters, kimi zaman da çelişik özel kavramlar ya da ölçütlerdir. Zihnimizde ‘değer’in sahip olduğu kavram, iktisadî anlam taşımaktadır ya da değer ve eder anlamındadır; değerin insanın bir şeyle, bir bireyle ya da özel bir davranışla olan özel ilişkisinden ibarettir ki onda yarar ve çıkar yoktur, tersine yarar ve çıkarın olumsuzlanması ve zarar söz konusudur. Buna göre, değerin kendisi, insanı, biri yararcılık ve çıkarcılık açısından, ötekisi de değercilik ve değere önem verme açısından dikkate değer olan iki olgu ya da davranış karşısında, değeri seçmeye, kendi çıkar ve yararını elinin tersiyle itmeye zorlamaktadır.

Bir birey için bir çıkarın bulunduğu herhangi bir yerde kişi, bir şey için çıkarı bir yana ittiyse, elinin tersiyle onu ittiyse, onun, bir değer karşısında bulunduğu anlaşılmaktadır. Hayatta kalmak ve yaşamak insan için bir yarardır. Fakat kendi canını -ki can bütün çıkarlar için en iyi ölçüttür, en büyük çıkardır- verdiğinde, çıkarlarının ve yararlarının, hayatta kalmanın ve olmanın üzerinde bir değerin karşısında bulunduğu ve bu değeri seçtiği anlaşılmaktadır. Böyle bir kişi şehittir. Bu aşama, değerlerin büyüklüğünün doruğa ulaştığı aşamadır. Daha alt aşamada, en alt aşamada bir yer vardır ki örneğin bir kahvede arkadaşlarınızın parasını ödemek ya da bir yolda giderken birkaç yolcuya hiçbir çıkarı göz önünde bulundurmadan yardım etmeniz bu gruba girer. Orada sizin için bu iş asil olmuştur, çıkar karşısında bir değeri seçmişsinizdir. Yani değeri korumak düşüncesiyle zararı kabullenmişsinizdir.

Değer ve çıkar konusunu bu dershanedeki oturumlardan birinde ele almıştım. Orada bir köylü vatandaşımızın şöyle bir atasözü söylediğini belirtmiştim; “Sen gül bahçesinde gül derersin, o ise ocakta tezek.” Ve ben O’nu hafife aldığını ve seni övdüğünü sanıyordum. Fakat gördüm ki tam tersine, tezek toplayanı övmüştür; çünkü yararlı bir iş yapmaktadır. Gül dereni ise yermiştir; çünkü yararsız bir işe el atmıştır. [1]

Bu, çıkarın esas oluşu ve değerlerin olumsuzlamasıdır; günümüzün maddi medeniyetinin ve insanlığın yürüdüğü yoldur. Utilitarism [yararcılık ve değerlerin esas oluşunun olumsuzlanması] günümüz insanının hayat felsefesidir; zihinsel, düşünsel ve ahlakî hareket çizgisi. Değer ve çıkar konusu, ahlakın en temel konularındandır.

İDEAL İNSAN VE GÜNÜMÜZ İNSANI

Mevcut insan, daha çok yarar ve çıkara eğilimli olan insandır. Arzu edilen ve ideal insan ise, olması gereken, bütün öğretilerin, bütün sanatların ve bütün dinlerin övdükleri ve en azından yaratma savında oldukları insandır. O, çıkarcı ve yararcı olmaktan değersel insana dönüşmüş insandır. Mevcut insan, değeri çıkara feda etmektedir çoğu kez. İdeal ve arzulanan insan ise tam tersine, çıkarı kolayca kurban etmektedir değere.

DÜNYA VE AHİRET

Dünya ve ahiret konusu, dinimizde, yeni insanbilimdeki ve günümüz ahlakındaki yarar ve değer arasındaki çatışma konusunu anlatmaktadır.

Genelin zihninde bulunanın tersine, dünya ve ahiret adıyla özel ve somut coğrafik mekânlar yoktur. Dünya bir sıfattır. Ahiret ise bir tür aşama, görüş, algılama ve çıkarımdır. Yani bu tek şey, benimle bir tür özel ilişkide dünyevi bir olgudur ve bunun tersi olan bir ilişkideyse ahiretlik bir olgudur. Hz. Ali [a.s.] nin Asım b. Ziyad Harisi’ye yaptığı tavsiye bu konuyu ortaya koymaktadır; Eğer bu büyük evi, bu serveti -ki yüzde yüz maddi bir şeydir- halka hizmet yolunda, büyük bir iş yapma uğrunda harcadıysan, bu ahiretlik bir olay olur. Eğer aynı şeyi, kişisel çıkarların için, özel hayatın için ayırdıysan, zulme, günaha, sapmaya ve dünyazedeliğe düşmüşsen, bu dünyevi bir olaydır. Oysa bizim zihnimizde, soyut, zihinsel ve gaybî olan ne varsa, ölümden sonrasıyla, fizik ötesiyle ilgilidir, ahiretliktir. Doğal, maddi ve duyulur olan ne varsa, o da dünyevidir. Fakat fizik ve fizik ötesi konusu, soyut ve somut konusu, aynı, duyumsanan ve gerçek [objektif] bir olgudan, zihinsel, ruhanî ve ideal bir olgudan söz etmek ayrı bir konu, dünya ve ahiret konusuysa ayrı bir konudur. Bunların birbirleriyle eş anlamlı oldukları sanılmıştır.

Para, ekmek, servet vb. maddidir, concrete’tir [somut] doğaldır, bu dünyasaldır. Ama benle olan bir tür ilişkide ahiretlik olmaktadırlar; bir başka tür ilişkide de dünyevi. Bu yüzden, kimi zaman, dinî bir edim, zihinsel bir görüngü, fizik ötesi bir iman dünyevi olmaktadır. Kimi zaman da yüzde yüz iktisadî ve maddi bir görüngü, cisimle, servetle ve refahla ilgili bir görüngü, teknik ve maddi olanaklarla ilgili bir şey, ahiretlik olmaktadır. Fakat bu çelişki, hepimiz de bulunan böyle bir metafiziksel görüşle çözülemez.

KUR’AN’DA EKMEĞİN YÜCELTİLİŞİ

İslam, yoksulluğu mahkûm etmekte, ekmek ve serveti yüceltmektedir. Kur’an’da nerede fazlullah sözü geçmekteyse, orada maddi servet anlamı vardır, iman ve bilgi değil. Ve şu üç terim; her üçü de Kur’an’da ve hadiste maddi servet anlamına gelen maruf, hayr ve Allah’ın fazlı, Kur’an’ın maddî ve fizik hayata, maddî ve duyumsanır doğaya ne denli önem verdiğinin göstergesidir. Öyle ki Allah’ın Kur’an’da ettiği yeminlerden birçoğu maddi, duyumsanabilir ve doğal nesne ve olgularadır. Kur’an surelerinden pek çoğunun adı maddi, gözle görülür, toplumsal ve gerçek beşerî olgulardan alınmadır. [2]

Ahlak konusu, hem eski din bilginleri arasında, hem günümüz felsefe öğretilerinde; materyalizmde, diyalektik materyalizmde, sosyalizmde ve egzistansiyalizmde bile gündemdedir. Ahlak konusu, sosyalizmde sadece gündemde olmakla kalmamış, bu öğretinin en temel konusunu oluşturmuştur.

Ahlakı ağabey ve büyük baba öğütleriyle bir tutmamak gerek. Ahlak konusunda, velilerin[!] çoğunun ve vaizlerin ve de öğretmenlerin düşündükleri ve düşünmekte oldukları gibi düşünmemek gerek.

Bir gün bir kız okulunun öğretmenler kurulunda, zavallı bir öğrenciyi öğretmenlerden bir kaçının önergesi üzerine süresiz ya da insaflı öğretmenlerin isteği üzerine on beş gün okuldan uzaklaştırmak istiyorlardı. Nedeniyse, öğrenciye, niçin eteğin kısa dediklerinde, herkesin önünde sınıfta bu öğrencinin, “Peki siz niçin misafirliklerde o kadar dar giyiniyorsunuz öğretmen hanım?” diye cevap vermesiydi. Daha büyük bir suçuysa gidip kütüphanede kitap okuması, birtakım konular bulması, öğretmenlerin işlediği konuların sağlıklı olup olmadığından, yeni ya da eski oluşundan söz etmesi, eleştirmesi ve bunlara karşı çıkmasıydı. Benim görüşümü sordular; dedim; “Haklı olarak okuldan çıkarma söz konusuysa, güçsüz öğretmeni kadir-i mutlak sanan, dikte edilen her şeyi yazan kuzu öğrencilerin tümünün okuldan ilişiğini kesmek ve davranışları sizin gözünüzde ahlak dışı olan öğrenciyi alıkoymak gerekir. Davranış, ahlak ve uyum notları yirmi üzerinden yirmi olan o necip öğrencileri toptan Behişt- i Zehra’ya sürmek gerekir.” Tarihin her döneminde din, felsefe, maneviyat, milliyet, toplum, insaniyet vb. adına, ahlak adı altında bir tür psikoloji, nitelik ve davranış tebliğ edilmiş olup bu, halk yığınının, egemen güçlerin sultası önünde baş eğmesinin felsefesidir. Bu egemen güç büyük bir imparatorlukta bir imparator olabilir; birkaç reaya önünde bir bey ya da bir hacıağa olabilir; bir beyzade, bir vergi memuru, birkaç fabrika işçisi olabilir. Ayrıca bir ailede çocuk karşısında bir baba da olabilir. Bu yüzden Hıristiyanlık ahlakını -kilisenin oluşturduğu biçimiyle- Bizans sömürüsünün elinin altında bulunan köleler ve horlanmış kavimler için imparatorluk rejimi ve Roma’nın sultacı ruhu yararına üretilmiş bir ahlak olarak görmektedirler.

Genellikle, tümden barış, herkesi sevmek, öç alma ve tepki ruhunun olumsuzlanması, sessiz kalma, katlanma, tahammül ve soyluluk ruhu maddiyatın aşağılanması, hayat ötesi konulara ilgi ve içe kapanmak ve dışarıdan habersiz olmak tüm bunlar, dünyadan nasiplenen ve onu yağmalayan güçlerin saldırılarına, tecavüzlerine, sınırsız, engelsiz ve tehlikesiz olarak yayılmalarına yol açmada ve halkı kendi kendiyle ya da başka yerlerle meşgul etmede görevlidirler. Tasavvufun aristokraside rüşd etmesi, ahlakın bozulmasından ve günümüz dünyasında genç kuşağın isyanından korkulması, tarihin tüm soysuzlarının soyluluğun övgücüsü olmaları ve soylu insanları sevmeleri ‘soylu’nun iyi atın sıfatı olması, iyi atın, binmeye elverişli olan, makul, mantıklı ve gerçekten beğenilir bir ahlak ve tavrı bulunan at olması rastlantısal değildir.

Dolayısıyla ahlakın biri, bir kavmin ya da tarihsel bir aşamanın tarih ve kültürünün toplumsal, sınıfsal ve iktisadî düzeninden kaynaklanan toplumsal geleneklerden, belirtilerden, özelliklerden, davranışlardan ve göstergelerden oluşmuş bir dizge anlamındadır. Bu dizge öğeleri, göreceli ve değişken olup öteki toplumsal olgular gibi doğarlar, gelişirler, ölürler ve yerlerini yeni geleneksel olgulara ve yeni toplumsal ahlaka bırakırlar.

Ahlakın ötekisi ise, geçerli geleneksel ve toplumsal düzenlerin çoğunda bulunan ortak ahlakî ruh olup boyun eğme felsefesidir; içsel bağlara ve kayıtlara baş eğmektir. Ya da özel siyasal, sınıfsal ve iktisadî düzenin istikrar ve egemenliğinin uzun sürecinde, ruhta, vicdanda, tavırda ve görüşteki değişmez toplumsal yapıda, genel anlamda ise bir toplumun ruhsal gidişinde ve manevi değeri algılayışında yerleşen ve şekillenen olumsuz adetler ve özellikler dizgesidir. Örneğin karşılıklı ilişkilerde aşırılık, konuşma edebinde aşırılık, toplumsal davranışların son derece saygılı ve olağandışı ince olması basit bir hal hatır sormada bile öğrenmek için uzun süre alıştırmalar yapılmaktadır. Tüm bunlar, bizim toplumsal ilişkilerimize yansımıştır. Örneğin; “Dün sizi görmek için evinize geldim, yoktunuz” demek istediğinde “Saygıdeğer yüce hazretin ayaklarını öpme şerefini elde etmek için bir fırsat gözlemekteydim hep. Beyefendinin değerli vakitlerini işgal eylememek için, devletli kapınızın herkese açık bulunduğu bir zamanı kolluyordum. Ben de böylece öteki konuklarla birlikte dergâhınızın müritleri ve yakınları arasına katılabilmeyi, eşiğinizi öpüp azim feyizler alabilmeyi umuyordum. Bu arzuyla dün mübarek kabulünüzle şeref-yâb olabilmek için yüce hanenize geldim. Majestenin bir adamı, mübarek vücudunuzun dinlenmek niyetiyle uykuyu şereflendirmekte olduğunu söyledi. Bundan mütevellit, yüce kıblegahını ziyaret etmenin yüce nimeti şamil-i hal olmadı...” demektedir. [Bu edebinle ve edebiyatınla birlikte Allah canını alsın.]

Bu ahlak ve edep, sınıfların birbirlerinden uzak, değişmez ve aşılmaz bir mesafe taşıdığı bir düzenin ürünüdür. Bu yüzden, birbirleriyle ilişkide insanlar, uygulanması gereken birtakım karmaşık ve yerleştirilmiş protokollere, adab ve kurallara uymak zorundadırlar. Eski sınıfsal düzenlerde, aristokrasi ahlakı ya da saray adet ve kuralları [courtoisie], kitlenin egemen ve aristokrat sınıf karşısındaki saraylılar ve ruhaniler karşısındaki konumunu belirlemektedir. Hatta sınıfsal ilişkiler değiştiğinde bile bu ahlakın izleri genelin davranışlarında, sözlerinde, edebiyatında, maneviyatında, eğitim ve öğretiminde varlığını korumakta, gerçek toplumsal makam ve güç ortadan kalkıp bir makamdan boş bir kabuk geriye kaldığında bile sanlara, ünvanlara ve sözlü protokole daha çok ve daha aşırı bağlanılmaktadır.

Öyle ki İslam tarihinde “Hüccet’ül-İslam” sanı büyük Gâzzali’ye, “Sikat’ül-İslam” sanı ise Şia’nın bilimsel önderi Şeyh Tusi’ye özeldir. Fakat bugün, ev meclislerinde ravza okuyan birine bu sanların ikisini birden de versen, ruhaniyet makamına ihanet etme suçundan kelleni koparır.

HAYIR VE ŞER

Eski ve yeni ahlakta, Aristo’nun anlattıklarından tutun da Sartre’ınkilere değin hayır ve şerden söz edile gelmiştir. Yani ahlak, hayr’a çağıran ve şer’den alıkoyan bir ilimdir. Dolayısıyla, gerçek dünyadan söz eden bir ilmin gerçek dünyası doğa olursa o ilim, fizik olur; maddi öğelerden ve bunların ilişki ve bileşme eğilimlerinden söz ederse kimya olur. Eğer insanı esas alırsa insanbilim; yeri esas alırsa yerbilim, ağacı, bitkiyi esas alırsa biyoloji olur. Ama hayır ve şerden söz ederse ahlak ilmi olur.

Ahlakın gerçekleşmesi için, belirleme boyutlarından biri hayır ve şerdir, fakat ahlakın, hayır ve şerrin anlaşılmasıyla bitmemesi bir yana, bu haliyle bir hiçtir ahlak. Çünkü ahlak yalnızca hayır ve şer konusu olsa, bir zihin, kelam ve felsefe bilgisi biçimini alır ve ancak derslerde işe yarar. Böylesi ahlakın, toplumsal ve bireysel hayatta zerre kadar bir etkisi olmayacaktır. Dolayısıyla ahlakın sorunu, hayır ve şerrin belirlenmesi sorunu değil, insanın kendi sorunudur; hayır ve şer karşısında durmakta olan insanın. Bu sorun, hayır ve şerri ayrıştıranın, işleri hayır ve şer diye bölümleyenin değil, hayır ve şerri seçenin sorunudur.

AHLAKIN ÜÇ TEMELİ

Bir insanın nasıl yaşamasını ve nasıl olmasını konu olan ahlak -benim düşündüğüm gibi- üç temel üzerine yerleşmiştir [tek temele, hayır ve şer üzerine değil]. Ve her bir öğreti -ister dinî olsun, ister dindışı olsun, manevi ya da maddi, idealist ya da gerçekçi- bu üç temeli ele almalı ve açıklığa kavuşturmalıdır. Eğer ele alınmazsa, belirsiz kalır ve böylece ahlak yerleşmez ve gerçekleşme olanağı bulamaz. Bu üç temele ya da esasa gelince;

İSAR

İnsan olmak ya da ahlak çadırının temel direği, tek kelimeyle ‘isar’dır. Tek başına ve bu denli kısa olduğu halde bunca anlamı kendinde barındıran böylesi bir kelime yoktur hiçbir dilde. İsar, kendi yarar ve çıkarlarına, başkalarının yarar ve çıkarlarını yeğlemek demektir. İsar, ahlakın doruğa ulaştığı bir edimdir. Bir kimse iki yolla -birinci yol kendi çıkarına, güvenine, var olmasına çıkarken, ikinci yol, tüm bunları, başkalarının yararına, onların mutluluğu uğruna terk etmeyi gerçekleştirir- karşı karşıya kaldığında, ikinci yolu, yani başkalarını seçerse ‘isar’da bulunmuş olur. Bu, kendi çıkarlarını yaşayışını sağlarken bireyin, bir yandan da başkalarının iyiliğini de düşünmesi ve başkalarının yaşayışlarını da sağlaması yolundan apayrı bir yoldur. Böyle olursa bu isar olmaz, ihsan olur.

İsar, oldukça büyük bir konudur. Ama edimin kendisinden de önemli olan -ki birey kendi çıkarlarını, gerçekten cömertçe, samimice, hiçbir şey beklemeksizin başka birine ve başkalarına bağışlar; kendisini yoksun ve mahkûm bırakır- bu edimin mantıksal ve aklî açıklamasıdır. Böyle bir edimi, bireyin, kendisine başkasını yeğlediği ve hiçbir karşılık -ne manevi, ne maddi- istemediği bir edimi akılcı olarak açıklayabilecek, yorumlayabilecek ve çözümleyebilecek, mantıksal olarak ortaya koyabilecek hiçbir toplumbilimsel ve insancıl felsefe ve öğreti bulunmamaktadır.

ALIŞVERİŞ ÇEŞİTLERİ

Üç çeşit edimimiz vardır bizim; Birinci çeşit, hepimizin bildiği ve sabahtan akşama değin boğuşup durduğumuz bir edimdir. Bir şeyler verir, bir şeyler alırız. Maddi bir iş yaparız ve maddi bir karşılık alırız. Kimi zaman da manevi bir iş yapıp maddi karşılık alırız; her iki durumda da değişen bir şey yoktur.

Yumurta verip şeker almam ya da bir miktar ücret karşılığında işimi falanca fabrikada satmam veya manevi mal -klasik ezberler ya da dinî ve dinî olmayan öğüt ve konuşmalar gibi- verip karşılığında ücret almam; para ya da ün veya makam ve güç [ne fark eder?] Her ne olursa olsun alışveriş yapmış olurum. Bir şeyler verip -manevi ya da maddi- bir şeyler -manevi ya da maddi- almışımdır [3].

İkinci çeşit; Bu türde, sofra, cep ve yaşayış masraflarından artanları bağışlayan kimseleri görmekteyiz. Bu bağışlamanın, onların hayatlarında az da olsa bir etkisi bulunmaz. Bu kişiler de ikiye ayrılırlar; Niteliği niceliğe feda edenlerle niceliği niteliğe feda edenler. Birinci türde, yüz liralık bir yardımda bulunduklarında, gazete ve dergi sayfalarının kendi adıyla doldurulmasını ve bütün dillerin, insan-sever bağışının tellallığını yapmasını isteyenleri görüyoruz. İkinci türdeyse, bağışları karşısında adlarının, radyoda, televizyon da duyurulmasını, gazete ve dergilerde basılmasını ve dile dolanmasını istemeyen kişileri görüyoruz. Bunların böyle yapmalarının nedeni, bu şekilde daha çok zevk almaları, gururlarının daha çok okşanmasıdır. Çünkü adları gazete ve dergilerde basılsa, adlar yığını arasında kaybolup gider; birtakım insanlar onun adını ve bağışladığı miktarı okuyup “ne cömert adam” derler, o da mutluluk duyar ve gururlanır, bu benim diye. Oysa bu adam ilginç bir yolla tatmin olup gururlanır; Yardımda bulunduğu birkaç kişinin övgüleriyle, övgü dolu şaşkınlıklarıyla gururu okşanır onun. Yardımda bulunduğu kişilere, bu parayı şu harcama için benden alın, fakat rica ederim benden söz etmeyin diye ricada bulunur. Buna dayanarak onu böylesine cömert olarak tanıyan bu birkaç kişi, meçhul bir adı radyodan duyan ve beyefendinin nazenin varlığının ayırımında olmayan binlerce kişiden daha hoşnut edicidir onun için. O, niceliği niteliğe feda etmiştir alışverişte.

Dolayısıyla, bağışlayanın hayatına hiçbir darbesi olmayan, yoksulluk ve sıkıntı getirmeyen ve sadece fazlalıklardan yapılan bağış, açıklamayı gerektirecek bir şey değildir. Çünkü ahlakî ve insanî eğitim ve toplumsal akıl, insanları bu işe zorlamak için yeterlidir. Her insanın gönlü, içgüdüsel olarak, vicdanını okşayacak işler yapmak ister. Fakat günümüzün akıl, bilim ve mantık yapısında -maddî dünya görüşünde, scientist dünya görüşünde, mantıksal dünya görüşünde, diyalektik dünya görüşünde, Marksist ve egzistansiyalist dünya görüşlerinde- dikkate değer olmayan şey, bireyin başkalarına, kendisine hıyanet olacak bir hizmette bulunması, bireyin kendisini tutsaklığa atacak şekilde başkalarının kurtuluşu için çalışması, kendi ölümü karşılığında başkalarının yaşamasını istemesi, kendi ekmeğini yakma karşılığında başkalarına ekmek araması, sınıf ve toplumun kurtuluşu için kendisinin ölmesine boyun eğmesi ve bütün yiyeceği açlığını giderecek kadarken, hepsini -yarısını ya da bir lokmasını da olabilir- bir başkasına bağışlamasıdır. Mantıksal olarak açıklanamayan işte budur ve adı da ‘isar’dır.

Nietzsche, 19. yüzyılda yaşamış bir filozof olup insanlığın övüncü büyük bir deha, büyük bir yazar ve bilgindir. Ve insanın o manevi sermayelerinden biridir aynı zamanda [ona katılmak ya da karşı olmak ayrı bir konudur]. Başlangıçta, sadece ‘güç’ü doğru olarak bilecek kadar sert olan bu filozof, ömrünün sonlarında kendi insanlığına döndü. Arabayla birlikte dereye düşmüş zayıf bir at gördü bir gün. Atın kalkmaya gücü yoktu. Arabacı ise kamçının verdiği acıyla atın kalkması için onu cellâtça bir acımasızlıkla kamçılıyordu. Nietzsche dayanamayıp arabacıya müdahale etti. Filozof Nietzsche, bir atı -sadece mazlum bir attı; Nietzsche’nin bile değildi- korumak için arabacıya saldırdı. Bir yandan bir filozofun, öte yandan da arabacının bulunduğu böyle bir savaşta kimin muzaffer olacağı malumdur. Nietzsche, arabacıdan yediği tekmeyle kendini yerde buldu ve öldü.

Nietzsche’in bu davranışı bir olaydır ve bir gerçeklik ve tüm dünyada benzeri vardır. Onca büyüklüğüyle Nietzsche’nin bir atın -at türünün değil tek bir atın- yazgısını düşündüğünü, kendi canını tehlikeye atacak, canını feda edecek kadar duyarlılık gösterdiğini duyunca Nietzsche’ye övgüler yağdırırız; davranışını, hayatında yaptığı en büyük ve en görkemli davranış olarak görürüz; belki de hayatında yarattığı en büyük yapıt olarak kabul ederiz. Oysa böyle bir davranış maddî felsefe bakımından, mantıksal açıdan açıklanabilir değildir. Çünkü kâr ve davranış arasında neden ve sonuç ilişkisinin bulunduğu ve sermaye yatırımıyla sonucun uyumlu olduğu davranış açıklanabilir bir şeydir ancak.

İnsan bir işe sermaye yatırırsa kâr umuduyla yapar bunu. Büyük bir sermayeyi, ufak bir kâr elde etmek için telef ederse, yaptığı şey akıl bakımından mahkûmdur; delice bir şeydir. Çünkü akıl ancak şunu anlayabilir; Bir işte harcanan şeyin tamamı toplanır ve sonra bu toplam, bu işten ele geçen şeyle ölçülür. Ele geçen şey, bu iş için harcanandan fazla ve üstün olmazsa akıldışı ve kötü bir iş yapılmış demektir.

EBRAM MANTIĞI

Ebram adında bir aile dostumuz var. Ara sıra bize gelir; onunla bizim aramızda ne gibi bir benzerlik var da onun ilgisine konu oluyoruz, henüz bilemiyorum. Onun özelliklerinden biri terkip gücü olmaması, parça bölük düşünmesidir, ‘Ana, Baba! Biz Suçluyuz’ konferansını okuyup sadece ilk bölümünü alarak yargılamaya koyulan şu beyler gibi. Oysa bu konferans iki bölüme ayrılmakta ve birinci bölümde din karşıtı ve dinden hoşnut olmayan kız ve erkek evladın sözleri aktarılmaktadır. İkinci bölümde ise ben kendim eleştirilere din adına cevap vermekte ve saldırıları reddetmekteyim. Birinci bölümde din karşıtı kız ve erkeğin dilinden İslam’a saldırı, ikinci bölümde de dinin ve gerçek din kavramlarının benim dilimle savunulması yer almaktadır. Ama bunlar din karşıtı kuşağın sözlerini, benim sözlerim sanmışlar ve buna saldırmaya, yazılar yayımlamaya başlamışlardır; “Falanca, yaptığı dinî konuşmada Allah’ı, yarını ve dini resmen reddetmiş, Kur’an’ı, namazı, duayı ve her şeyi alaya almış ve tüm bunlara karşı birer birer bilimsel deliller getirmiştir[!]; hem de Hüseyniye-i İrşad’da ve de 23 Ramazan gecesinde, hem de binlerce dindarın karşısında.

Din esaslarının temelini kökünden vurmuştur.” Bir grup da, dindar anne ve babasına seslenen din karşıtı kız ve erkeğin dilinden aktardığım delilleri, benim kendi inancımmış gibi birer birer ayet ve belgeyle reddetmeye gelmişlerdir.

Konuşmanın birinci yarısı, din karşıtı genç kuşağın, kendilerini suçlayan anne ve babalarına yönelttiği saldırı ve suçlamalardan oluşmaktadır, adı da ‘Anne Baba Biz Suçluyuz’dur. Yani bu kuşak karşısında genç kuşağın yönelttiği suçlamaları, bu kuşağın temsilcisi gibi dile getirmekteyim.

Konuşmanın ikinci bölümünde, kendi imanım olan dini temsil ederek bu suçlamaları birer birer reddedip temelden yıkmaktayım ve sizin anne ve babanızda yerle bir ettiğiniz şeyin din olmadığını, sizin de dini anne ve babanızın algıladığı gibi algıladığınızı ortaya koymaktayım. Allah, Kur’an, dua, şefaat, imam, ahiret, adalet, velayet, bekleyiş, Şiilik vb.ni onlar nasıl algılıyorsa sizler de öyle algılıyorsunuz, diyorum onlara. Bu eleştirici grup, tek bir konuşmanın bu iki yarısını birleştirmeli ve bu iki bölümün birleşim ve terkibinden elde edilen sonucu yargıya temel almalıydılar. Fakat zihinlerinin terkip ve çıkarımda bulunma gücü yoktur; olguları ayrı ayrı anlamaktadırlar [elbette anladıkları kadarını] ve bunlar arasında neden-sonuç ilgisi kuramamaktadırlar.

Parça bölük anlamanın ve kesik kesik düşünmenin kahramanı olan bu Ebram, bir gün bana şöyle dedi; “Ben hamam için cuma günleri Kum’a gidiyorum; çünkü Tahran’da hamam ücreti 15 Kıran [Riyal], Kum’daysa 3,5 Kıran. İşte bu yüzden ben hamama gitmek için Kum’a gidiyorum.” İyi de kardeşim dedim, sen gitmek için 30 Riyal, geliş için de yine 30 Riyal otobüs parası veriyorsun. İtiraz etti; “Bu yol parası. Otobüs parasının hamam parasıyla ne ilgisi var ki?”

O, otobüs parasıyla hamam ücreti arasında bir ilgi kuramıyor ve sonuçta Kum’da yaptığı hamamın, dört adet Tahran hamamına ve bir de Pepsiye denk olduğunu hesap edemiyordu.

Terkip güçleri bulunmayan ve parça bölük düşünen bu kimseler, Nietzsche’nin davranışını anlayamamakta ve şöyle demektedirler; “Bir kimse yüz bin tümenlik sermaye yatırır ve yaptığı işin randımanı beş tümen olursa, yaptığı iş, ahmakça bir iştir, kötüdür. Eşsiz bir filozof ve Alman toplumunun -ve dünyanın- en büyük sermayesi olan Nietzsche, bu işte feda olmuştur, karşılığındaysa bir araba atı kalmıştır. Bu durumda bu, Ebramca bir davranıştır. Dikkate değer bir davranış olmayıp kötü ve olumsuzdur.”

Yüreğimi, duygularımı ve insanlığımı coşturan bir işin, mantıksal ve bilimsel delillendirmede, önemsiz ve mantık dışı olduğunu görüyorum; Nietzschevari bir iş, Ebramvari bir işe tevil oluyor böylece. Nietzsche’nin görkemli hayatının sonunda kâr ve değer konusu tam anlamıyla açıklık kazanmaktadır. Burada, Nietzsche’yi bir araba atına harcadığı için insanlık zarar etmiştir. Fakat insanlık, insanın ne dereceye değin sorumluluk duyabileceğini ve başkalarının yazgısına karşı -hatta hayvanların yazgısına karşı, hatta yanından geçen değersiz zalimce bir olaya karşı- ne derece duyarlı olabileceğini gösteren bir değer kazanmıştır. Şu günümüzde bir köşeye oturup bütün ömürlerini lügat kitaplarına ve konularına haşiye yazmaya, hayali ve mekân dışı maneviyata harcayan fakat yoksulluk, açlık, sömürü, zillet ve bahtsızlık yüzünden, yanı başlarında ölen insanların -hatta Müslümanların- varlıklarını duyumsamayan, Züleyha adının hiçbir kitapta bulunmayışını keşfetmenin, Hafız’ın filanca beytinin bu anlama değil de şu anlama geldiğini belirlemenin hazzıyla coşkunluğa boğulan insanlarla bu ne kadar da farklıdır. Nietzsche’nin yarattığı -canının karşılığında- akıl ötesi değer, hakkı savunmanın -dili bağlı bir atın hakkı da olsa- insanî bir davranış olduğu ve zulmü önlemenin -bir hayvana yapılan bir zulüm de olsa- insanî bir sorumluluk olduğudur. Nietzsche, hakkı savunmak ve zulmü önlemek için kendi hayatını ve varlığını feda edecek bir makama ulaştığını ortaya koymuştur.

Nietzsche’nin davranışı, akıldışı ve açıklanamaz bir davranıştır. Ne ki ‘isar’dır, hem de can isarı. Hem de bir atın hakkını korumak yolunda. Ne maddi olanı verip maddi olanı almak, ne maddi olanı verip manevi olanı almak, ne manevi olanı verip maddi olanı almak, ne de zamanından, boğazından ve servetinden artanla hayatında bile etki yaratmayacak şekilde yaptığı iyilik ve yardım söz konusudur burada.

İsar, her şeyi bağışlamak ve hiçbir şey almamak için bir buyruktur. Yani; Ey birey! Öl de başkaları yaşasınlar.

Tutsaklığı kabul et, ta ki başkaları özgürlüğe kavuşsunlar. Hayatını halka hizmette sıkıntı, mutsuzluk, yoksunluk içinde, her türlü taddan uzak olarak geçir; her türlü bahtsızlığa göğüs ger, katlan. Böylece acılı, yaralı ve yoksun yaşa, ta ki sonraki kuşaklar iyi yaşayabilsinler.

Ama neden? Hiçbir cevap yok. Sadece şiirle, sanatla, müzikle ve psikolojik telkin yoluyla maddi insan böyle bir işe yöneltilebilir; böylece sonuç ve ürün alma umudu taşımaksızın kendilerini, başkalarının yararı için olumsuzlayabilirler [4].

Böyle bir dünya görüşü [sosyalist ve insan-perest bir dünya görüşü de olsa] bireyciliğe neden olur. Böyle bir dünya görüşünde insan bilinçli, akıllı, mantıklı, akılcı ve uyanık olursa kendi isarının, tüm ömrünün yarar ve lezzetlerinin sermaye ve olanaklarının feda edilmesinin, daha sonra kendine hiçbir etkisi olmayacak olan başkaları için telkinlerden geçip gelen boş ve ahmakça bir iş olduğunu anlar; başkalarının bireyin ahmak olmasını istediğini, bu toplumun ve ‘toplu ruh’un bireyin özverisine gereksinim duyduğunun -ki o toplu ruh edimde bulunan ve düşünen bir kişiliktir- onun çıkarlarını kendi çıkarlarına yeğleyecek, canlarını bile cömertçe ona bağışlayacak bireyler aradığının, çünkü toplumun çıkarlarının, bireylerin bencil olmamalarını, çıkarlarını ona feda etmelerini istediğinin farkına varır.

Öyleyse toplum ve toplu ruh, bireyin ve çıkarlarının, çabalarının, sıkıntılarının, olanaklarının, yeteneklerinin ve kendisinin bile kendi hizmetinde değil, toplumun hizmetinde olmasına hep gereksinim duymuştur. Ahlak üretilmiştir; böylece din, nasyonalizm, sosyalizm, türe-taparlık, insanlık vb. -ki tümü de toplu ruhun tecellileridir- bireyi toplum yolunda özveriye çağırmış olmaktadır. İyi ve kötü için böyle bir ölçüt -kendisini topluma feda eden herkes değerli ve iyidir. Kendisine dönen, sadece kendi kişisel çıkarlarını ve bireysel yaşantısını ganimet bilen herkes bozuk ve değersiz bir insandır- toplumun ölçütüdür. Değerleri yaratan ve bireylere telkin eden bu toplumdur. Yoksa akılcı mantık, “Niçin kendimi ve hayatımı topluma feda edeyim; hangi etken, hangi güç beni bu işe zorlayabilir?” sorusuna cevap veremez. Bu telkinlere, bu kahramanlık oyunlarına, ya da duygulara ve benzerlerine kapılan, ahlakî öğütlerle, ruhsal ve düşünsel tebliğlerle bu işe zorlanan duygusal insanlar dışında bunun bir açıklaması yoktur. Öyleyse ahlakın doruk noktası isardır; Başkaları için malın isarı, huzurun isarı ve sonunda canın isarı. Bir felsefe, bir öğreti ve din, isarı açıklayamazsa ya da bir din, bir dünya görüşü, bir felsefe ya da bir öğreti -maddi ya da maddi olmayan- birey delil istediğinde, bireyin bu delile dayanarak başkalarının kurtuluşu için kendisini ateşe atmasını anlamlı kılabilecek şekilde düşüncesi, eylemi ve görüşü için dışardan bir neden, ilgi ve kefil sunamadığı için, bireye “Toplum için kendini feda et ve kendini başkalarının bekası için kurban et.” diyemezse temelsizdir, ahlakının bir temeli yoktur. Çünkü halk yolunda özveride bulunmak, hedef için can vermek, özveri ve kahramanlık güdüsünün insanda tecellisi -kendisini ölüme sunan bal arısında ve petek kraliçesinde olduğu gibi- bulunsa, toplum için son derece yararlı da olsa o zaman özveri değerini yitirir.

[1] Gül bahçesinde gül deren adam yararsız, boş bir adamdır. Ötekisi ise yararlı bir insandır: Bu, sonunda bir ocak yakıp yemek ve ekmek pişirir; bu işe yarar. Ama ötekisi, gülleri derer; gülün bir yararı yoktur ki! Bizim bu bireyle, değer ve yarar konusundaki ihtilafımızın ne derecede olduğunu görüyoruz. Çünkü o övme ve yermeyi, yarar elde etme esasınca yapmakta, bizse onun yermesini değer esasınca anlamaktaydık.
[2] Hemen belirteyim ki bana “Niçin Kur’an ayetlerini istediğin gibi yorumlayıp tevil ediyorsun? Örneğin balçık, Âdem kıstasında senin sandığın anlamda değildir.” diye eleştiride bulundular. Bu kavramların remiz ya da özel gerçeklikler olduğuyla gerçektir ki Âdem’in yaratılışında, Kur’an “Hamain mesnun [Kur’an, 15/26] ve “Salsalin Kelfahhar” [Kur’an, 55/14] [Kokuşmuş çamur-sertleşmiş, lığ haline gelmiş toprak] deyişlerini kullanmakla insanın olumsuz yarısını, yani “fesat”a olan eğilimini ve lığlaşmaya olan eğilimini anlatmak istemektedir, yaratılış gününde Âdem’in cismini oluşturan madde unsuru değil. Şaşırtıcıdır ki Kur’an üzerinde akletme ve Kur’an’dan yeni anlamsal çıkarımlar yapma iznini bana vermeyenler, ‘bismillah’ ın ‘b’sinden tuhaf şeyler çıkarmaya, atom bombasını, Apollo 13’ü Kur’an’da keşfetmeye, kendilerini haklı ve yetkili görüyorlar. “Ve’ş-şems”ten kasıt Peygamber’dir, “kamer” ise Hz. Ali’dir. “Gece” ki karanlık ve zülmanîdir; yolu kaybettiricidir -Beni Ümeyye yönetimidir.-“ Oysa Allah’ın yemin etmekte olduğuna dikkat etmemişler ya da unutmuşlardır bunu. Yani Allah Beni Ümeyye yönetimine de mi yemin etmektedir?- Benim ise, Kur’an’ın en sağlam ve aydınlık kavramlarını kullanma hakkım yok?
[3] Birisi örneğin dünyanın önemsizliğinden, her şeyin değersizliğinden söz eder. Paranın ve hayatın bir yararı olmadığını ve insanın, maddiyata bu kadar dayanmaması gerektiğini anlatır. Sonra “Beş yüz tümen [para birimi]den fazla almam.” der! Bu da bir tür alışveriştir! Okulda ve üniversitede ahlak ve dinler tarihi dersi verir, mutlak maneviyat dersi verir. Güzel, ama ücret vermezlerse bir yararı olmaz!
[4] Elbette böylesi, bu duygularla, şiirle, sanatla, müzikle ve hiçbir güç ve telkinle harekete geçirilmeyen ‘dinli insanlar’ın övünmelerine neden olmaktadır. Çünkü dinli, geri olduğu zaman dinli olmayan bilinçli ve uygar birinden çok daha geridir.
__________________
And olsun Biz Kur`an`ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Kamer/17-22-32-40
kamer isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 11. June 2009, 12:43 PM   #18
kamer
Super Moderator
 
kamer - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 283
Tesekkür: 457
131 Mesajina 293 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
kamer is on a distinguished road
Standart

İSLAM BİLİM; DERS-8 (Bölüm 2)
HAYIR VE ŞERRİN TEMELİ

Bana göre, din dışı ve Tanrı karşıtı felsefelerde yapı¬lan en yüce ahlakî çözümleme, Sartre’ın ahlakla ilgili yaptığı çözümlemedir. Marksizm’in ahlakî olarak açıkla¬yamadığı şeyi Sartre telafi etmeye çalışmıştır. İşte bura¬dan yola çıkarak, egzistansiyalizmin, maneviyata ve in¬saniyete, yani hümanizme Marksizm’den daha çok yöneliş kazandığını söylüyorum.

Kişi, başkalarının da yapmalarını istediği bir edimde bulunduğunda, edimi ‘hayır’dır. Hiç kimsenin yapması¬nı istemediği ve sadece kendisinin söz konusu olmasını istediği bir edimde bulunduğundaysa, edimi ‘şer’dir. Sartre, böyle bir yorumda bulunmaktadır; “Dünya boş ve koftur, varlıkta Tanrı, hedef, hesap ve gözetme yoktur. Hayır ve şer etkeninin anlamı olmadığı için ve edimleri¬mizi açıklığa kavuşturacağımız ve düzene sokacağımız bir kayıt bulunmadığı için, bu durumda, hayır ve şerrin temeli, kişisel yargı ve duyguya dayalı içsel bir temeldir.” diyerek.

Bu, işin gevşekliğinin belirtisidir. Öyle ki cahiliye dö¬nemi Arabistan’ında her Arap, çocuğunu sevme yönündeki beşerî güdülerinin ve duygularının tersine, kız çocu¬ğunu diri diri gömüyordu; yüreği sızlıyordu, ağlıyordu; fakat büyük bir beşerî özveri duygusu taşıyordu. Kafa¬sındaki utancı ve zilleti önlemek için böyle bir şeyi yapıyordu. Her adamın böyle bir yiğitliği taşımasını, bireysel ve kişisel duygulara kapılmamasını ve ailesini utanca düşürmemesini istiyordu. Sartre’ın gözünde bu edim, •hayırlı bir edimdir. Çünkü herkesin ölçü alarak edimle¬rini değiştirebileceği, hayır ve şer diye ayırabileceği başka bir kayıt bulunmamaktadır.

Varsayım olarak, edimlerin hayır ve şer diye ayrıl¬dıklarını, edimin hayır ve şer olduğu konusunda tanıda bulunması benim kendime kaldığını, yaptığım ve başka¬larının da yapmalarını istediğim her şeyin hayır olduğu¬nu ve benim yaptığım ama başkalarının yapmalarını is¬temediğim her şeyin de şer olduğunu; örneğin kasapsam ve kedi ve köpek etini şiş kebaplık et diye satarsam şer bir iş yapmış olurum, çünkü başkalarının da böyle bir işi bana yapmalarını istemem. Eğer iyi eti normalden daha ucuza satarsam, hayırlı bir iş yapmış olurum, çünkü her¬kesin, her meslek erbabının böyle bir şey yapmasını iste¬rim, kabul edelim; Sartre’ın deyişiyle kendimizden, istek ve tanımızdan başka kayıt ve ölçütün olmadığını da ka¬bul edelim. Fakat bundan sonra, cevabını Sartre’ın dü¬şünmediği bir soru ortaya çıkmaktadır.

Sartre, buraya dek doğru gelmiştir, ama seçen sade¬ce bensem, benim istek ve teşhisimin dışında başka bir ölçüt yoksa ve ben herkesin yerine seçim yapıp edimde bulunuyorsam -ve buna göre her birey, genelden sorum¬ludur- yararlı olan şerri reddedip zararlı ve tehlikeli hayrı seçmeye beni zorlayan etkenin ne olduğu konusu¬nu düşünmemiştir.

Eğer hayrın, şerrin, seçimin ve ahlakın temeli benim kendimse kimsenin benden yakınma, bana öğüt verme ve beni mahkûm etme hakkı yoktur. Benim davranışı¬mın hayır ve şer olduğunu ölçen her hangi bir dış etken yoksa hangi etken ve ölçüt mahkûm etmektedir beni? Bunun hayır, onun şer oluşunu bilerek şerri seçiyorsam? Öyleyse hayır ve şer esasından, amir [emredici] ve nahi [alıkoyucu] esasları, yani ahlakî seçimde dış uy-gulayımın garantörü gündeme gelmektedir.

EMREDİCİ VE ALIKOYUCU

Ahlakın üçüncü temeli, emredici ve alıkoyucu etken¬dir. Ölçüt sadece bensem ve benim dışımda böyle bir güç bulunmuyorsa, o zaman, benim için tehlikeli, zararlı ve öldürücü olan hayrı hiçbir zaman seçmem ve çıkarımın ve huzurumun bulunduğu şerri de kesinlikle olumsuz¬lamam.

Öyleyse ahlak, isar esasınca, hayrın ve şerrin bilin¬mesi ve seçim anında bireyi yönelten ya da alıkoyan bireyüstü etkenin belirlenmesidir.

GÜNÜMÜZ İNSANININ BUNALIMI, AHLAK BUNALIMI

Söylediğim gibi, Sartre bu aşamaya kadar ilerlemiş¬ken onun ahlak felsefesi sonunda topallamıştır. Fakat Marx, ahlak konusunda Sartre’den daha önce çıkmaza girmiştir. Çünkü toplumsal ve sınıfsal görüşte Mark¬sizm, Sartre’ın egzistansiyalizminden daha öndeyken, yani daha realistken, ahlakta Marksizm daha geridir; öyle ki son zamanda, Marksizm’de ahlak konusu şiddetle söz konusu edilmiştir. Çünkü günümüz insanının bunalımı ahlak bunalımıdır.

Sınıf çatışmasının, iktisat ve sömürü konusunun var olduğu doğrudur, ama bu, dünya yüzeyindedir. Bununla birlikte günümüz medeniyetinde ve çağdaş insan kültü¬ründe en temel tehlikeyi oluşturan ve bütün düşünürle¬rin üzerinde düşündüğü en önemli konu olan şey, ahlak bunalımı konusu ve bütün insanî ve ahlakî değerlerin al¬t üst edilmesidir. Hem de burjuvazinin ya da sermaye¬darlık düzeninin rolü -ki maneviyatı, tüm değerlere olan inancı ve manevi olan her şeyi insandan uzaklaştırmakta ve bununla savaşmaktadırlar- nedeniyle değil, aslında ahlakî değerlere ve isar esasına inanmanın, günümüzün akılcı insanı ve Dekartçı mantığı için dikkate değer ola¬maması, yeni felsefelerin, dünya görüşüne uygun, insanî değerlerle uyumlu ve günümüz insanı için açıklayıcı bir ahlak yaratıp dinin yerine oturtamamaları nedeniyle ol¬muştur bu. Çünkü ahlakın altyapısı hep din olmuştur ve şimdi dini bir yana bırakınca bütün ahlak temelleri yıkılmıştır. Çünkü ahlak, dinin üstyapısıdır.

J. Isoulet’nin deyişiyle, felsefe tarihinin başlangıcın¬dan, yani Aristo’dan -ondan önce de Sokrat’tan- bu yana, bütün çabalar, Tanrının yer almadığı bir öğreti geliştir¬me, ahlakı dini altyapıdan ve temelden ayırma ve bu öğretiyi ahlakın kendisine dayandırma yolunda olmuştur. Fakat bütün çabalar sonuçsuz kalmıştır. Ahlakı, her za¬manki altyapısından ayırmayı her istediklerinde ahlak çökmüştür [1].

FELSEFEDE MATERYALİST, AHLAKTA İDEALİST

Günümüz insanının felsefî, düşünsel ve kültürel bunalımı, ahlak bunalımıdır. Çünkü isar, açıklanabilir değildir ve maddi ahlakta, bireyi kendi rağmına, hayrı seçmeye zorlayacak bir dış etken bulunmamaktadır.

Burada Marksizm çelişkiye düşmüştür; bir yandan materyalizme dayanırken, insanî maddiliğin temel oldu¬ğuna ve insan hayatında iktisadın temel oluşuna inanır¬ken, öte yandan, bir inanç yükümlülüğüne, toplumsal amaca dayandığı için, toplumsal düzende ve kendi çağın¬da bilinçli ve aydınca, bireysel ve insanî yükümlülüğe, sı¬nıfsal ve toplumsal sorumluluğa inanmaktadır. Onun di¬yalektik materyalizmi bir yandan maddenin ve iktisadın temel oluşu dışında bir şey anlayamazken ve bunu mu¬hayyilesine sığdıramazken, öte yandan, Feuerbach’ın felsefî materyalizminden ya da Epicurus’un Epikürizmin-den ayrı bir materyalizm olup [2] toplumsal önderliği, genel adalet ve eşitliği yaratmak ve tebliğ etmek istediği için doğal olarak, hedefin gerçekleşmesi için sorumluluk, savaşım ve bütün bilinçli insanların ve tek tek bütün kö¬tüye kullanılmış sınıfın özverisini gündeme getirmekte ve kötüye kullanımla savaşım yükümlülüğünü söz konu¬su etmektedir. Öyleyse Marksizm’in maddiliği, sadece bi¬limsel bir konu değildir. Çünkü böyle olsaydı çelişki baş ¬göstermezdi ve Marksizm için bireyin toplumsal sorum¬luluğu söz konusu olmazdı.

Marksizm, insanlar için, bu öğretiye inanan bireyin kendisini uğrunda feda edeceği iman, amaç ve yüce kut¬sal değerler oluşturmak istemektedir. Dolayısıyla Mark¬sizm, bir yandan mutlak maddi altyapıyı ortaya koyar¬ken öte yandan bir din ve bir iman olarak bir konu ve öğ¬retiyi gündeme getirmektedir. İnsanlarla konuşurken ahlakî ve dinî bir dil takınmaktadır; Adaletin gerçekleş¬mesi için savaşım, devrim için kendinizi ateşe atın, kendi yükümlülüğünüzün gerçekleşmesi, başkalarının ekme¬ğinin, eşitliğinin ve kültürünün sağlanması için bütün çıkarlarını sağlamada, gerektiğinde canınızı bile ver¬mekten çekinmeyin... Ve bu ikisi birbiriyle çelişmekte¬dir. Çünkü ideolojisi ve toplumsal yükümlülüğü bulunan biri için toplum yolunda kendini feda etme ve özveri esası açıklanabilir olamaz.

Bir bireyin ya da grubun [aydın, bilgin, işçi] yüküm¬lülüğü, halkın ideallerinin gerçekleşmesi yolunda bütün ideallerini ve çıkarlarını, hatta kendi hayatını feda et¬mesiyle -bir tür manevi asalet, bir tür irfanî ya da dinî gö¬rüş doğrultusunda ve kendi hayatının, kendi çıkarının üstünde bir esasa inanmak doğrultusunda yüce bir yü¬kümlülükse- ve öğretisi ise maddenin, iktisadın, gözle görülür gerçekçiliğin temel oluşuna dayalıysa, insan için bu dünyaya ait maddi çıkarlar dışında bir şey söz konusu değilse, bu öğreti ve yükümlülük birbiriyle çelişir.

Çünkü zorunlu ve kaçınılmaz olan, materyalizmin sürekli olarak, hiç beklemeksizin individualizme neden oluşudur. “Her ne varsa budur, insan ve hayatı da birkaç yıl ve birkaç kalem ihtiyaçtan ibarettir” inancı, şu ahlak ve davranışı da ardından getirmektedir; Öyleyse ne var¬sa ben ve lezzetlerimdir. Çünkü maddi realist bir kişi kendi maddi çıkarlarını, başkalarının maddi çıkarları için terk ettiyse, realist olmayan bir davranış sergilemiş olur. Çünkü başkalarının ekmeği yolunda canımı verdi¬ğimde bu ekmek benim için artık bir iktisadî gerçek¬lik değildir; insanî, manevî, madde üstü, iktisat ötesi bir konudur bu.

Materyalizmi kaçınılmaz olarak çelişkiye düşüren şey, maddi bir olayın manevi bir olaya dönüştüğü ve iktisadî ve gerçekçi bir gerçekliğin iktisat karşıtı ve idea¬list bir gerçek biçimini aldığı durumlardır.

Uhrevi bir sevap ya da Tanrı’nın rızasını kazanmak veya dinî bir görevi yerine getirmek için değil, sadece ve sadece işçilerin ücretinin artması yolunda savaşım uğru¬na kendi ücretini feda eden ve hatta kendi canını ver¬mekten çekinmeyen bir işçi, maddi bir edimde bulunma¬mıştır. Onun için ücret konusu -ki bir miktar para; mutlak maddiyat dünyasının sembolü- mutlak bir idea¬lizmdir; iktisat dışı bir davranıştır [kendi ücretini elden çıkarmaya neden olan bir davranış]. Allah için riyazet çe¬ken ya da canını Allah yolunda feda eden Allah-perest bir arif ya da dinli bir mücahit gibi tıpkı. Bu iki davranış ara¬sındaki ayrılık, hedefte ve sonuçtadır ki iki tanedir. Be¬nim sözlerim ise davranışın açıklanması ve davranı-şın özü üzerinedir ki ikisi birden iktisadın temelliği ya da dünyanın, maddî hayatın ve maddî insanın temelli¬ği çerçevesine sığamazlar. Çünkü felsefî materyalizm, ahlakî individüalizme neden olmaktadır, yani Epiküriz¬me. Felsefî bakımdan mutlak maddiliğe, kör, sağır ve he¬sapsız duyumsuz dünyaya inanan herkes pratik hayat ve ahlakî davranış açısından, kendiliğinden, ahlakî bi¬reyselliğe, yani bencilliğe ve anı ganimet saymaya sürüklenir. En güzel örneği, Camus’un Veba adlı kita¬bının kahramanı Paneloux’tur;

Oran kentini veba kaplamış, insanlar bölük bölük ölmektedirler. Kentin ruhanisi, halkın içinde, tehlikeli hastalıkla savaşım vermekte, ölümü karşılamaktadır; ilahî ve dinî görevi onu böyle bir sorumluluğa çağırmak¬tadır. Bir kimse karşısında dünyada sorumludur; ama o, kendi kendine düşünür; Böyle biri olmadığında, dünyada benim ve bizim yaptıklarımızı gören hiçbir etken ol¬madığında buna göre, bu kimsesiz ve hesapsız boşluk ül¬kesinde hizmet ve hıyanetim aynı kapıya çıkar. Çünkü işin içinde bilinç, değerlendirme, ölçüt ve yargı bulunmazsa, hayrın ve şerrin ne anlamı olabilir? Körler ma¬hallesinde ister giyinip soylular gibi çık dışarı, ister çırıl¬çıplak ve utanmazca çık, birdir. Sağırlar mahallesinde ister bağır çağır, ister övgüler yağdır, her ikisi de birdir; yani her ikisi de hiçtir, boştur. Çirkin ya da güzel, bir göz olmadığında, konuşmak ya da susmak, bir kulak olmadı¬ğında birdir.

Öyleyse, bütün işler eşit olduğunda, herkesin seçtiği en akıllıca iş, ona lezzet veren iştir. En akıl dışı ve en kötü seçim ise bir kimsenin, böyle bir dünyada başkaları¬nın hayatını veba tuzağından kurtarmak için kendi ha¬yatını vebanın ağzına vermesidir. Hiçbir şey olmayan şu anda kesin ve olumsuzlanamaz gerçeklik şudur; “Ben varım ve benim şu birkaç yıllık yaşantım var, ötesi ve sonrası hiç”. Ve “ben bu şeylerden lezzet alırım” Sonuç?

Hayyam, şöyle bir sonuç almıştır;

Buğday özünden bir ekmek çıkarsa,
Şaraptan da artakalır bir tortu.
O zaman senle ben bir eyvanda oturup eğleniriz,
Her sultanın layık olamadığı bir eğlencedir bu.

George Politzer -ki Marksistler arasında tanınmış birisi olup Paris yakınlarında bir işçi üniversitesi kur¬muştur- bu çelişkinin farkına varmış, Felsefenin İlkesel Esasları adlı kitabında [ki felsefesi de işçilik türünden¬dir] bu konuyu ele almış ve bir çözüm yolu bulmuştur. Orada Politzer şöyle demektedir; “Biz, hayatta, toplumda ve felsefede materyalistiz; ama ahlakta idealistiz.”

Fakat bu montaj nasıl olmaktadır? Bütün hayat bo¬yunca materyalist olup birden bire idealist olmak nasıl olabilmektedir? Nasıl ve hangi yoldan, materyalizmden mutlak idealizme geçilebilmektedir? Bunun yolunu Po¬litzer bulmamıştır, çünkü böyle bir yol yoktur.

Felsefede materyalist, ahlaktaysa idealist olmak, sorumluluk ile maddilik arasında, Marksizm’in kaça¬madığı bir çelişkinin bulunduğunu göstermektedir. Çün¬kü Marksizm bunların hiçbirisinden vazgeçememişler¬dir. Çünkü aslında isar, materyalizmde açıklanası bir şey değildir ve özveriyi maddi akıl anlayamaz. Kaçınıl¬maz olarak da bireyi başkaları için ya da amacın gerçek¬leşmesi için özveriye -ki hayatın ve maddi çıkarların üs¬tündedir- çağıramamaktadır. Ancak her dil ve düşünce¬den daha çok idealistçe, hayalperestçe ve zihinsel olan ad, san, kahramanlık ve gurur gibi kavramlara dayan¬maktadır. Öte yandan, canını veren, fakat inancının ya¬pısı mutlak maddi olan özverili bireyin davranışı ancak şu şekilde yorumlanabilir; Başkaları yolunda ya da inanç yolunda ortaya konulan özveri, insanda öze bir gü¬dü ve toplumsal bir taassuptur... Bir davranışın güdüsel olması, bu davranışın değerden yoksun oluşu durumunu ortaya çıkarır. Çünkü her bir değer, özgür bilinç ve se¬çimden kaynaklanır. Bu yüzden, sadece insan, değeri [valrur] yaratır, denilmektedir. Yaratılışsal, güdüsel ve doğal olan, oldukça değerli, yararlı, iyi, yüce ve saf güzel¬lik olabilir ama değer olamaz.

[1] Jean Isoulet: La sainte cite, C.1, Sonuç [Conclusion]
[2] Bu kayıtlar, şu anki ahlaki bunalımdaki iktisadi, sınıfsal ve siyasal etkenleri -ki güç etkenlerdir bunlar- görmezden gelmemem içindir.
__________________
And olsun Biz Kur`an`ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Kamer/17-22-32-40
kamer isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 3. July 2009, 06:03 AM   #19
kamer
Super Moderator
 
kamer - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 283
Tesekkür: 457
131 Mesajina 293 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
kamer is on a distinguished road
Standart

İSLAM BİLİM; DERS-8 (Bölüm 3) – Alinasyon
ALİNASYON

Alinasyon konusunu burada ele almış ve edebiyat fa¬kültesinde İnsan-ı Bîhad [özbilinçsiz insan] başlığıyla bağımsız bir konferans olarak sunmuştum; Tahran Üni¬versitesi Edebiyat Fakültesi öğrencilerince de basılmış¬tı. Şimdi burada sadece değinip geçeceğim. Bu konuyla il¬gili her temelden dizine benzer tanımlar vereceğim. Böy¬lelikle ahlak ve insanı tevhidin söz konusu edilmesine ortam hazırlanmış olacak.

Alinasyon, âline [aliéner] kökünden gelmekte olup insana cinin hulul etmesi [girmesi] anlamına gel-mektedir. İşte bu anlamda, eskiden, deliren biri için, “kendinden uzaklaştı, kendini tanımıyor, aklını yitirmiş, kendinde değil, bir başkası oldu” derlerdi. Yani diva¬ne ve mecnun olmuş; cin [div] ona hulul etmiş [aline ol¬muş] ve aklını, duygusunu ve kişiliğini yiyerek onun insanî kimliğinin ve bireysel kişiliğinin yerine geçmiştir; o kendisini duymamaktadır, cini kendisi sanmaktadır.

Arapça’da mecnun [cine çarpılmış anlamında], Farsça’da divane [cine çarpılmış] ve Avrupa dillerinde âline [cine çarpılmış], hepsi de aynı anlama gelmekte¬dir, yani cinin, insan kişiliğine geçmesi, cin ya da dîv [şeytan]in insanın ‘öz’ünün yerine geçmesi anlamına gelmektedir her üçü de. Buysa, eskiden her yerde delilik ya da cenun hastalığının bu şekilde nedene bağlandığını göstermektedir.

İlk kez olarak Hegel, bu terimi on dokuzuncu yüzyıl¬da felsefesine sokmuştur. Ondan sonra öğrencisi Marx, bunu toplumbilimde ve insan ve iş ilişkisinde kullanmış¬tır. Bugün bu terim, ruhbilimde ve insanbilimde oldukça yaygınlık kazanmıştır.

Alinasyon -sözlük anlamı bakımından ne olursa ol¬sun- şu esası ortaya koymaktadır; Birtakım koşullarda insan, kendisini kaybedecek ölçüde hastalanır; böyle¬likle, kendisinin gerçek ve doğal kişiliğini ve kim¬liğini tanımaz ve kendi gerçek ve yaratılışsal varlığını yitirir. Bu durum -ki insanın bozulmasıdır- insan dışı bir kişilik ya da kimliğin insana girmesinin ve geçmesi¬nin sonucudur. Sonuçta, insanın insan dışı bir varlığa dö¬nüşmesi ya da insan bireyinin cin ya da şeytan biçimini alarak bozulması ortaya çıkar. Bu durumda, hasta in¬san, kendisinin esas, gerçek ve sağlıklı ‘öz’ü yerine cin ya da şeytanı duymaktadır. Bunun örneği, Gâv [inek] fil¬minde Meşhedi Hasan’ın, kendisini “Meşhedi Hasan’ın ineği” olarak algılaması, ahırda ot yemesi ve sahibi Meşhedi Hasan’ın dönmesini beklemesidir [İran’da üre¬tilen en insanî film, bu inek filmidir]. Bugün bilim için, deliliğin nedeni, insan kişiliğine girmesi ve onun kimliği¬ni bozmaya etken olması olmadığı açıklık kazanmıştır; o eski anlamıyla alinasyon, bir gerçeklik taşımamaktadır. Fakat bilim cinin bu işte suçsuz olduğunu duyurup uzun geçmişi bulunan bu suçlamadan onu aklamakla birlikte, onun yerine, cinin yaptığını yapan, insana hulul edip onun gerçek ve yaratılışsal kişiliğini yok eden ve insanın gövdesinde insan özünün yerini alan başka etkenler keş¬fetmiştir. Bu insanımsı -ki, şimdi bir insan kalıbıdır- ar¬tık kendisini duymaz; hatta her şeyi o kendisi olma¬yana -ki ona hulul etmiştir- nispet eder ve onu kendisi, kendisiniyse o olarak algılar; sonuçta, bozulmuş, ‘öz’süz insan olup çıkar.

Cin ya da şeytan gibi insanı, özellikle günümüz insa¬nını delirten ve mecnun kılan bu etkenler nelerdir?

İnanç öğretileri [ideolojiler] ve de bilim, çeşitli etkenlerden söz ederler. Ben burada tümüne değineceğim ve ayrıca bugüne değin değiştirilmemiş olan ya da bu başlık altında değinilmiş de benim görmediğim başka konulara da değineceğim. Fakat alinasyon hastalığının ve ayrıca insanlık tarihinde ve insanların maddi, düşünsel ve ruh¬sal hayatında gündemde bulunan birçok bozulma du¬rumlarının ve bozulma etkenlerinin tanınması esasına göre insanı aline eden ya da bozan etkenler arasında sa-yıldıklarına ve insanı kendine yabancılaştırdıklarına inanıyorum.

Burada, bütün tehlike etkenlerini -insanı özünün in¬sanda kalmasıyla tehdit eden tehlike etkenlerini- tev¬hidin rolünün en geniş alanıyla görülmesi bakımından zi¬hinlerde gündeme getirmek için bütün etkenlere -anladı¬ğım ve hatırladığım kadarıyla- fihristvari bir değinmede bulunacağım. Bu etkenler, cin yerine, makine ya da aygıt olabilir, toplumsal düzen ve yaşama şekli olabilir; bunlar insanı herhangi bir biçimde bozabilirler [1]; Bir defasında söylediğim gibi, psikolog dostlarımdan biri -ki ruh hasta¬lıkları uzmanıdır- şöyle diyordu; Bu sinir hastalıkları hastanesinde kimi zaman hastalık doruk noktaya çıkar ve delilik halini alır; resmi delilik. Örneğin, toplu olarak, öğle yemeği için yemek salonuna giderler. Yolun ortasın¬da biri durur. “Kardeş, niçin durdun?” diye sorduğumda, “Benzinim bitti.” diye cevap verir. Çaresiz, ona bir bisküvi, su, ya da bir bardak süt vb. şeyler getiririz. Yürümeye başlar ve şöyle der; “Güzel, bu oraya kadar ulaştırır.” [Bir nesne aracılığıyla alinasyonun uç nokta¬sı].

Onun yıllarca taksi sürücülüğü yaptığını ve yavaş yavaş makine aracılığıyla aline olduğunu ve kendisini makine olarak algıladığını görüyoruz. Bu, insanın, tüm boyutlanın nasıl alaşağı ettiğini ve nasıl dışsal bir nesne¬nin boyutları durumuna geldiğini göstermektedir. Bu âline olmaktır ve bu konuyu Marx yetkin insan konu¬sunda, Herbert Marcuse ise ‘Tek Boyutlu İnsan’da ele almaktadır. Marx, bütün toplumsal düzenlerde, tarih boyunca doğal insanın olgusal gerçeğinin olumsuzla¬nıp inkâr edildiğine ve aslında insanın olgusal gerçeği¬nin gereksinim -yani doğaya teslim- olduğuna ve onun çalışma etkenini doğa karşıtı olma ve doğaya egemen olma duygusunun bağışladığına inanmaktadır. Çünkü gerçekte çalışmak, doğa karşıtı bir etkendir. Oysa in¬san yüzde yüz doğal bir olgudur ve doğaya uyumludur.

Herbert Marcuse ise, günümüz toplumsal düzeninde insanın tüm boyutlarının olumsuzlandığını ve onun için sadece kuru bir mantıksal bir boyut kaldığını, birkaç bo¬yutlu olan varlığının gerçeğinin tek boyutlu bir varlık bi¬çimine [Unidimensionnel] dönüşüp bozulduğunu söyle¬mektedir.

Alinasyon konusunu Marx, başlangıçta, ahlakî sos¬yalistler grubunda Hegel’in toplumbilimci ve toplumcu öğrencilerinden biri olduğu dönemden başlayarak almış¬tır. Ahlakî sosyalistler Marx’tan önce, burjuvazi düzenin¬de ve de ortaçağ kilisesinin din düzeninde, insanın ali¬nasyonu konusunu gündeme getirmişlerdir. Çünkü bun¬lar, her iki toplumsal düzene, hem eski [kilise ruhaniliği] ve hem de yeni [maddi burjuvazi] düzene karşıydılar. Çünkü hem sosyalisttiler, hem de ahlakçı; ayrıca insanın hem züht, hem de para yoluyla aline olduğuna -yani tam olarak çelişik iki şey yoluyla; ne kadar da doğru söy¬lediklerini görüyoruz- inanmaktaydılar. Yani meslekten bir zahit olarak bir köşeye çekilenler tam ve yetkin insan değildirler ve hem de paraya tapanlar ve faiz yiyenler, insanî benliklerini duyumsayamamaktadırlar. Bütün boyutları alt üst olmuştur, ters yüz olmuş ve bir nesne haline gelmişler, kendilerini para olarak algılar olmuş¬lardır. İşte burada, İslam’ın hem ruhbanlığa ve hem de dünyazedeliğe şiddetli karşı çıkışı tam olarak aydın¬lanmaktadır. Ayrıca burada, ruhbanlığın ya da ahiret¬zedeliğin [insan olgunluğunun göstergesi olan ahiretçi¬lik değil] bilimsel ve gerçek kavramı ve de alçakça maddî bencillik ya da burjuvazi ruhu veya para düşkünlüğü de¬mek olan dünya anlaşılabilir.

ALİNE EDENLER

1- Hurafelik ya da Bozulmuş Dinler: Tarih boyunca, bütün hurafelik dinler, insanı âline etmişlerdir. İnsanî güçleri ve insanda bulunan gerçek değerleri ve asaletleri olumsuzladıkları, her şeyi ruhlara, cinnîlere, gaybî güç¬lere ve görüngülerin, yıldızların uzaklaşmalarına bağla¬dıkları için insanı kendinden uzaklaştırıyorlar, bahtsız, zavallı bir duruma sokuyorlar ve gözle görülmeyen güç¬lerin ve doğa ötesi sayısız etkenlerin oyuncağı kılıyorlar¬dı. Geçmişteki insana bir bakınız; onun gecesi gündüzü, cinleri, devleri, perileri, uğursuz yelleri, tüm bu yıldızlar arasından iki yıldızın birbirine yaklaşıp uzaklaşmasının uğursuzluğunu, kötü ve şerli ruhları kendisinden nasıl uzaklaştıracağını düşünmekle geçmektedir. O, kendi karnını doyuracak güçte değildir, ama tanrılar [âlihe] sürüsünü, ruhları ve yazgısında etki ve rolleri bulunan her şeyi hoşnut tutmalıdır. Hatta çocuğunu onlara kurban etmelidir. Kimi tapınaklarda, kendisinden el çekmeleri için yeni damat, karısını evliliğin ilk gecesinde onlara ve aracılarına vermelidir.

Bunlar hep insanın, tüm bu gaybî güçler, ruhlar ve cinler yoluyla aline olmasıdır. Ona, yazgısına, yaşayışı¬na, düşüncesine ve ruhuna musallat olan onca etkenle¬rin sayısı, temsilcilerinin işleri daha bir yoluna girsin diye yıldan yıla artmakta ve etkileri günden güne çoğal¬maktadır. Ve bahtı kara insan, sürekli olarak, yerde, gökte, denizde, ormanda, dağda, ovada, hatta hamamın hazinelerinde dalgalanan karaltıların, vehimlerin, gök tanrıları sürüsünün, sayısız ruhların ve irili ufaklı cinle¬rin gölgesi altında yaşamak zorunda olmaktan başka, her doğa olayından, doğadaki her renkten, her şekil ve durumdan korkmak ve onu başka bir bahtsızlığın, başka bir lanetin göstergesi saymak, hatta kimi nesnelerde gi¬zemli güçler, gaybî ve tuhaf özellikler ve esrarlı güçler görmek durumundadır; hepsini kendi üzerinde, her ha¬reketi ve durumu üzerinde etkili olarak bilmek, onlarla ilgili olarak, yine büyücülerden, üfürükçülerden, muskacılardan, falcılardan, müneccimlerden, rahiplerden, cin-cilerden, ruhçulardan, acayip ve garâyip işlerin aracıla¬rından ve uzmanlarından, din mütevellilerinden, tapınakların danışmanlarından bir sürü kimseyi canına, ma¬lına, namusuna, toplumuna, hayatına, düşüncesine, ak¬lına, özgürlüğüne ve insanî kişiliğine musallat kılmak, ayrıca çalışma ve çilesinin ürününü bu sınıfa -ki bu sınıf¬takiler, ruh ve riyazet ehli olup başka bir âlemin işlerine dalmış kimselerdir ve sonuçta çalışma ve zahmetle bir il¬gileri yoktur- haraç olarak vermek, onca korkudan, her yanından tehlike ve korku yağan ve hayatı ona vahşet evi olarak gösteren bir dünyadan, çaresiz, sadece şirk tapınaklarına, kiliselere ve bu rahiplerin, kâhinlerin ve ahbârın vs. sıcak ve güven verici sığınaklarına kaçmak, onların ellerini ayaklarını öpmek, kurbanlar sunmak, adaklar adamak, hatta kızını vakfetmek, oğlunu kurban etmek durumundadır [ki başlangıçta orospuluk, bu tür tapınaklarda yaygın bir dinî gelenek olup kadınları aşağılık maddi hayattan, bencillikten ve evlilik dünya¬sından, evden ve aileden uzaklaşmaya, kendilerini tanrı¬lara adamaya, tapınaklarda tanrı kullarına, tapınakların ziyaretçilerine, ibadetçilerine ve mütevellilerine genel vakıf malı olmaya teşvik ediyorlardı.].

İşte burada tevhidin anlamı açıklık kazanmaktadır. Bu şirki anlamadan tevhid anlaşılamaz. Tanrı’nın çok değil bir oluşu, konunun görkemliliğini göstermez. Çün¬kü tevhid, tüm bunları hiç durumuna getiren bir darbe¬dir. Bütün varlıkta, bu âlemin tümünde, bu dünyada ve o dünyada, hiç kimsede, hiçbir şeyde, hiçbir yerde ve hiçbir zaman, hiçbir gücü, kudreti, etkiyi, etkeni, nedeni, rolü ve iradeyi yerinde bırakmaz ve bütün yalancı güçleri, mevhum korkuları, tehlike noktalarını ve etki nedenleri¬ni yok eder ve insanı aline eden bütün güçleri ve etkenleri olumsuzlar; tevhidin başlangıcı, insanın imanında ve dünya görüşünde tevhide ortam hazırlayıcı keskin ‘lâ’ kılıcı, göksel tanrıları ve onların yersel temsilcilerini dünyada etkisiz duruma getirir.

Şirk dininde kargaşa, çelişki ve parçalanmayla dolu böyle bir dünyayı gördüğümüzde ve insanı, masum, al¬datılmış ve aciz bir kuş gibi şahinlerin, leş kargalarının, devlerin, şeytanların, korkunç gölge ve karaltıların, al¬datma tuzaklarının, tutsaklık kapanlarının ve yağma tasmalarının elinde ve ağzında gördüğümüzde “Lâ havle velâ kuvvete illa billâh” şiarının -ki şimdi sadece ölümle ilgili olarak kullanılır, ölümü çağrıştırır- ne geniş anlamı -tüm varlığın genişliğince- olduğunu, ne denli derin -in¬san ruhunun ve insanlık tarihinin kültürünün derinli¬ğince- olduğunu ve nasıl bir gücü -devrimci güç- bulun¬duğunu anlayabiliriz.

2- Büyü: Büyü de hurafelik dinler gibi, insanı tüm ha¬reketlerinde ve davranışlarında cinlerin ve kötü ruhla¬rın oyuncağı olarak görür, onu sağar ve insanı düşünsel olarak kötüye kullanır. Öyle ki cinlerin, insana hulûl et¬meye, zarar vermeye hazır olduğunu sanır. Bu bakım¬dan, sürekli olarak cinlere yakarışta ve övgüde bulunma, onlardan korkup kaçma ve onlara sığınma durumunda¬dır. Bu yüzden büyü ve büyücülük düzeninde insan, ken¬disini bağımsız olarak algılayamaz.

3- Şirk [2]: Dinler tarihinde dinlerin değişim ve evri¬minin bu aşamasında insan, efsaneler [mitoloji] aşama¬sından, çeşitli tür tanrılarına, doğa güçlerine tapınmaya, ruha tapıcılığa [animisme], fetişizme ve mutlak büyücülüğe yükselmiştir. [Bununla birlikte her üst ve gelişkin aşamada daha bedevi aşamaların din ve inançlarının ka¬lıntıları yerinde kalmaktadır. Öyle ki büyücülük ve yıl¬dızlara tapıcılık, tarihin, evrim bakımından en son ve en yetkin aşamasında, yeni İslam tarihinde bile, İslam’ın bu ikisiyle yaptığı şiddetli ve açık savaşa karşın varolmuş ve olmaktadır. Geçmişte Müslüman toplumların ha¬life ve sultanlarının saraylarında bile, cihad için de yıl¬dızların uğurlu ve uğursuzluğu göz önüne alınırdı ve tür¬lü büyülerle, gizli ya da açık ilgileniyordu. Hatta kimi dinî kitaplarımıza da bunun kalıntıları yansımıştır] Şirkte, dinî toplum Tanrı’ya -onun açık ve evrensel kavra¬mıyla ve ayrıca Tanrı’nın yüce ve maverâi sıfatlarıyla- ta¬pıcılıkta belirli bir aşamaya varmıştır. Fakat Tanrı, dün-yada birkaç kutupta, değişik ya da çelişik güç ve yönlerde tecelli etmekte ya da varlık âleminde var olan rütbe, güç, sorumluluk ve işlerden oluşan çeşitli mertebeler zinci¬rinden oluşmuş bir manzume ve örgüt biçiminde bulun¬maktadır bu aşamada.

Şirk, insanı, birkaç ya da bir sürü ayrı ve çeşitli güç¬lerce yaratılmış, zorunlu, onlara bağımlı, onlardan etki¬lenen bir varlık olarak parçalamaktadır. İnsan, âlemin ve insanın bir sürü mabudun, yaratıcının, tanrının, işin içinde bulunan akıl ve gücün ürünü ve oyuncağı olduğu¬na inandığında, onun bütün hayatı ve insanlığı, varlık olarak mabudlar arasında bölünmesine, ilişkisinin bu çeşitli ve hatta çelişik kutuplar arasında tanzim edilme¬sine harcanmış olur ve yolunu şaşırmış bir yalnız gibi hisseder kendisini; her biri bir başka yöne giden bir sürü ayak izinin bulunduğu, her yönden ayrı bir ses ve çağrı¬nın duyulduğu bir çölde bulur kendisini. Hurafelik din¬ler geneldir. Şirk ise bir tür özel hurafelik din olup insanı tanrıların sayısınca parçalar ve gövdesini kendisinin özünden arındırır. Âlem parça parça olduğunda ve güçte, tedbirde, özde, felsefede ve amaçta vs. çelişki ve ayrılık dizgesinin yaratılışı gerçekleştiğinde insan da kendisini somut bir kimlik ve cevher, belirli ve bilinen bir varlık olarak göremez, hayatını ve yazgısını da kesin ve gerçek bir felsefe ve anlam taşır bulamaz. Varlık âlemindeki şirk, kesintisiz olarak, âlemin varlığındaki şirki, ardından da âdemin varlığındaki şirki arkasından getirir; buysa korkunç ve delirtici bir sıkıntıdır; Kendi özünde kuşku ve şirk.

4- Züht: Züht diyorum ama sakınma ve arınma anla¬mında, özellikle de İslam’ın söylediği yüce, ileri ve olum¬lu anlamıyla, takva anlamıyla kullanmıyorum. Tersi¬ne, insan bireyindeki en temel doğal güdülerle savaşım, bunların olumsuzlanıp dışlanması ve öldürülmesi anla¬mına alıyorum zühdü. Bu güdüler, bir insanın oluş bo¬yutlarından birer parçadırlar. Gerçek insan, tüm bu gü¬düleri varlığında bulunduran insandır. Züht -güdüler¬den biri olarak ya da bir hedef olarak- bireyin kendi eliyle gerçek insanın asil ve gerçek yönelişlerinin kimilerini ya da birçoğunu yerle bir eder ve ortadan kaldırır. Böylece insan, eksilmiş, yetersizleşmiş ve nakışlaşmış olur.

Çünkü gerçek insan, doğa ve yaratılış insanıdır, yani yaratıldığı şekliyle varlığını sürdüren insandır. Allah, bu insanı çeşitli boyutlarıyla yaratmış ve övmüştür. [insanı en güzel biçimde yarattık]. Onun yaratılışsal ve do¬ğal özelliklerinden birinde en küçük saf dışı etme ve de¬ğiştirme ortaya çıkaran her etken, insanı gerçek kimliği¬ne yabancılaştırmıştır. İslam’da doğal ve hatta dışsal şe¬kildeki en küçük değişikliğin yaratılışın bozulması ola¬rak algılanıp şiddetle yasaklanması buradan kaynak¬lanmaktadır.

Bir köşeye çekilme ve inziva isteğinin burada züht¬ten ayrı olduğunu belirtmeliyim. “Zulüm ve baskı düze¬ninde bir grup, mevcut durumla ve kirli insanlarla birlik olur. Arılıklarını korumak isteyenler, temiz kalmak iste¬yen bilginler, zeki insanlar ve büyük kişilikler, bir köşeye çekilip münzevi olurlar. Bu ise egemen düzen karşısında bir tepkidir.” diye inananların tersine ben, bunların za¬limlerin saldırıları için en güzel yol açıcılar ve engelleri ortadan kaldıranlar olduklarına inanıyorum. Büyük bir insan inzivaya çekildiğinde, kendi eliyle, zulme engel olan büyük bir kişiliği zalimin ayakları önünde kurban etmektedir. Böyle biri, maktulü kendisi olan bir katildir. O, eli iyi adın arınmışlık kanına bulaşmasın diye, cina¬yetler işleyenin çıkarı doğrultusunda bedavadan cinayet işlemiştir. Bunlar, kendi kendilerini satanlardan daha kötüdürler. Çünkü kendi kendilerini satanlar, sadece kendilerini satmakta ve böylece kendilerini alçaltmakta¬dırlar, yani kendilerini halka gösterip sonra da zalime satmakta, başlarını halifenin sarayının penceresinden sokmakta ve kimseyi aldatmamaktadırlar. Fakat sahne¬den kaybolan, halkı kara yazgısıyla baş başa bırakan, kendi kurtuluşlarını ve cennetlerini sağlama derdine dü¬şen, bir köşeye kıvrılan, başlarını Tanrı tapınağının deli¬ğinden içeri sokan ikinci gruptakiler, çoklarını sahneden uzaklaştırmaktadırlar.

Ali [a.s], ne zaman inzivaya çekilmiştir? Ali’nin sus¬ması, inzivaya çekilmek anlamına gelmemektedir. Oluş¬turulan koşullarda Ali, hak istemeyi sürdürseydi ve yö¬netimi ele geçirmek için diretseydi yeni toplumun birlik ve varlığı ve genç İslam hareketi sarsılırdı. Ali, güç ka¬zanma üzerindeki bu iç siyaset kargaşasında suskun kaldı. Ya toplumsal hayatta? Asla! Savaş [Bizans, İran ve iç savaş] sırasında dış düşman karşısında merkezi gü¬cü ve düşünce birliğini korumak amacıyla iç anlaşmaz¬lıklara ve bireysel haksızlıklara katlanmanın anlamı, tam tersine, siyasi sorumluluğu, toplumsal gelişme so¬rumluluğunu üstlenmek ve iman için ve halk yolunda, hareket ve güç yolunda, halkın başarısını garantileme uğrunda en büyük görevi yerine getirmek demektir. Tak¬va, bu anlamdadır. Yoksa bireyin, toplumsal hayatında insanî bir boyutunu geliştirmek için başka bir boyutunu öldürmesi demek değildir takva. Züht ise riyazet [sıkın¬tı] çekmek ve başka bir boyutu ve başka boyutları olum¬suzlamak anlamındadır.

Eğer riyazetçi zahitlerle temasınız olursa, onların eksik oluşlarını tam olarak anlayabilirsiniz; onların bir boyutta oldukça geliştiklerini, fakat insanî boyutlarda normal insan olmadıklarını pek çok şeyi anlamadıklarını ve çoğunlukla, öldürülmüş güdünün güç, yöneliş ve eğili¬minin başka bir güdüye aktarılmış olduğunu anlayabi¬lirsiniz. Örneğin İran’ın tanınmış siyasetçilerinden biri¬nin [Meşrutiyet devriminin başında birçok mertebede şehit olmuştu meşrutiyet içinde yine de diri kalmak için] kardeşi, son derece zahit ve takva bir adamdı. Yani her türlü insanî ve gayri insanî davranıştan kaçınıyordu, bir tatsızlık olmasın diye. Yetmiş, seksen, doksan yıl yaşadı [bu gibiler amma da yaşıyorlar] ve bunca yıl boyunca dünyada sadece tek bir şeye önem veriyordu; o da yemek idi.

Meşhur bir söz vardır; “Eğlenirken kumandanlarla eğlenin, ama yemeğinizi zahitlerle yiyin.” Bu söz, zahit¬leri ve riyazetçileri ne güzel tanımlamaktadır.

Sözünü ettiğim bu zahit kişiye sormuşlardı; “Siz ki doksan yıl yaşadınız; gençliğinizde cinsel güdüyle neler yaptınız?”

Sürekli olarak evradla, zikirle ya da dua okumakla meşgul olan ve Allah’ı zikretmekten geri kalmamak için kimseyle konuşmayan ve gece gündüz sadece sofra ku¬rulduğu zaman önündeki dua kitabını ya da Kur’an’ı toplayan ve ancak dua ile yemek arasında bulabildiği kü¬çük bir fırsatta kendisiyle konuşulabilen bu zahit kişi şöyle cevap verir;

“O günlerde genellikle, yağ daha boldu bugünkünün tersine ve daha sarıydı. Koyun yağı boldu. Her yemek ta¬bağında yarım parmak kalınlığında yağ olurdu. Herkes eliyle yemek yerdi. Şimdiki gibi değildi. Şimdi yemeği elinle tatmak bile mümkün değil. Elimi yemek tabağına, özellikle tavuklu fisincan yemeği sıcak, yumuşak ve yağ¬lı olduğunda, çıplak parmaklarımı hafifçe ve yavaşça daldırırdım... Sonra... Bir hal değişimi olurdu... Bağışla¬yın... Suya ihtiyacım olurdu.”

5- Makinizm: Makineleşme, insanın, sanayi toplu¬munda sınıf ve sömürü işlerinde âline olmasına neden ol¬maktadır. Böylesi bir sistemde zaman tam anlamıyla programlanmakta, insan çalışması teknik ve mekanik bir biçim kazanmakta, bireyin çalışması tek boyutlu ol¬maktadır. Her birey sadece küçük bir hareketle bir iş yapmakta -bir aracın tümünün üretimini gerçekleştir¬memekte- ve insan ömrü boyunca, bu sınırlı ve anlamsız hareket dışında başka bir iş yapmamaktadır. Bunun en güzel örneği Charlie Chaplin’in Asrî Zamanlar filmidir.

6- Teknokrasi ve Bürokrasi: Teknokrasi ve bürokra¬si, günümüz dünyasına egemen iki sistem olup hatta sos¬yalist ülkeler de -ki ilerleyip teknokrasi ve bürokrasi aşa¬masına girmişlerdir- bundan güvencede değildirler. Bu iki sistem insana bindirilmiş olan iki özel çalışma biçimi¬dir. Bu yönetim ya da teknik mekanizmada insan, bir vi¬da, bir cıvata, bir conta vs. -iş makinesinin gerektirdiği her neyse- durumuna girmektedir; çeşitli boyutları ve seçme özgürlüğü bulunan bir insan durumuna değil. Ve ömrünün sonuna değin, işin bütününü değil, özel bir işlemi gerçekleştirmektedir.

İşçi insan, makine ve bürokrasi düzeninde, gerçek¬leştirdiği edime karşı özbilinç duygusu taşımamaktadır [âline olması, kendisini tanımaması ve ne yaptığını anlamaması işte burada anlaşılmaktadır].

Birey, banka ya da borsa kurumları gibi büyük bir kurumda ya da örneğin havacılık kurumunda çalışmak¬tadır, ama uçağın havaalanından kalkıp inişini sağlayan hareketler dizgesini -ki tek bir iş ya da işlemdir- yapma¬makta, sadece bu esas işin bir parçasından sorumludur. Sadece şu vidaları sıkmakta ya da şu kâğıtları imzala¬maktadır -Reis Bey’dir- ya da sadece Reis Bey’in duru¬munu, mizacını, ilgilerini ve huzurunu gözetmektedir -¬mer’us [memur] beydir- veya sadece para saymaktadır veya bir bölümden gelip bir bölüme giden şeritin yanında bu bölümde durup bir cıvatayı somuna geçirip sıkmak¬tadır. Bunların hiçbiri iş değildir, bir işi -anlamı bu¬lunan bir işi- oluşturan yüzlerce devinimden biridir. Otuz yıldır anlamsız ayrıntıya ilişkin bir devinimi yine¬leyen kişi, kendi davranışının bilincinde değildir. O, ken¬di yönetiminde, birbiriyle uyumlu olarak bir eyleme ya da bir mala dönüşen devinimler dizgesinden habersizdir. Anlamlı işi yapan, şirket ya da fabrika sistemidir; insan anlamsız devinimleri yineleyip durmaktadır. Dolayısıy¬la o, anlamsız soyut -kendisi açısından- bir devinimi öm-rünün sonuna değin gerçekleştirip durmaktadır. Gerçek insan eylemde bulunan, iş yapan, buna karşı bilinçli olan, eyleminin sonuç ve hedefinden haberli olan ve bu hedef yolunda, bu sonucu kazanmak ve yaratmak yolun¬da eylemi şekillendiren, onu öncülerini planlayan, seçen, araçları ve çalışma biçimini yaratan bir varlıktır; bu ise bunların hiçbirini yapmamaktadır.

Tohumu eken, hasat eden, harmanda taneyi saman¬dan ayırıp değirmene götüren, un yapan ve sonra da ekmeğini yiyen çiftçininkinin tam tersidir durum. Çiftçi, yaptığı işin bilincindedir. Eylemini kendisi seçmiştir, eylemi ereksel nedeninin sonucudur; aline olmamıştır. Bürokrasi ya da teknokrasi sistemindeki birey ise etken olmayan ve bir parça ya da bir şube durumuna gelmiş olan insandır. İş sahibi değil hizmetlidir. İş sahibi -¬gerçek anlamıyla- bireyi istihdam eden yani kullanan, sonra da çaptan düştüğü için emekliye ayıran, sakata çıkaran bir idare ya da fabrikadır.

Emekliye ayrılınca yıkılanları hiç görmediniz mi? Bu gibi kimseler, varlık felsefelerini yitirmiştirler. Kendi¬sinde değildir kendisi. Yerleştiği ve yapıştığı yerden [ma¬kam] dışarıda hiçbir şey değildir. O, orada resmi görevli¬lerin yönetimi bölümünün dördüncü dairesinin sayın başkanı olarak bulunmuştur. Görüldüğü gibi, koyunun kırkbayırı gibi çektikçe gelen şu upuzun cümlenin tü¬münde tek kelime insan adı yoktur. Sadece konum ya da makam adı bulunmaktadır ve bu birey, bu cümleyi kendi adı olarak algılıyordu ve konum ya da makam yoluyla aline olmuştu. Yani kendi gerçek benliği ve ger¬çek kişiliği yerine onu algılıyordu [kendine yabancılaş¬ma, kendisi olmayanın, kendisine hulûl etmesi]. Emekli olup eve geldiği ve artık resmilik taşımadığı şu anda as¬lında adının bulunmadığını görmektedir. Şimdi zorla, kendisine, çevresindekilere ve hatta karısına, otuz kırk yıl önce adının, Hacı Hüseyin’in oğlu Hasan Bey olduğu¬nu anımsatmalıdır. Kendisi bile böyle temiz bir kişiliğe yabancıdır.

Çalışan insan, çalışma sırasında çalışma şekline ege¬mendi hep ve çalışma şeklini kendisi belirliyordu. Ama şimdi ona egemen olan çalışma şeklidir, iş makinesidir, iş aracıdır. O ise, büyük bürokrasi binasında bir tuğla gi¬bi ya da bu makine binasında bir civata gibi tutturulmuş¬tur. Asrî Zamanlar filminde, işçinin saatinin kolundan çözülüp çarkın dişlileri arasına girdiğini, kendisinin de saatini çıkarmak için makinenin içine girdiğini ve bü¬yük makinenin onu yuttuğunu, çarkın içinde ve türlü dişliler arasında tutsak ve ezilmiş olarak kaldığını, ba¬ğırmaya bile gücünün yetmediğini, çünkü bir halkanın, boynunu şiddetle sıktığını görüyoruz. Bu, günümüz in¬sanın makine aracılığıyla, yani bürokrasi ve teknokrasi¬yi doğuran Makinizm [3] aracılığıyla alinasyonun sembo¬lik cisimlenişidir.

7 - Sınıfsal Düzen: Sınıflandırıcı her etken insanı âline eder. Sınıfsal düzen, insanı, sömüren ve sömürülene, efendi ve köleye dönüştürmektedir ki hiçbirisi de tam in¬san değildir bunların. Ya Ionesco’nun deyişiyle gerge¬dandırlar, ya da Kafka’nın değişiyle dönüşüm geçirmişlerdir. Sınıfsal düzende, sınıfsal çelişki etkeni top¬lumdadır; bu etken, tek bir insanı, bir özü, bu insanlık dı¬şı kutuplara ayırmaktadır.

İnsan, sınıfsal düzende aline olmaktadır. Çünkü in¬san, sömürülmüş sınıfta yer aldığında kendini ve kendi olanaklarını sağlıklı insandan daha az duyumsamakta¬dır, sömüren sınıfta yer aldığındaysa konum ve sı¬nıfının kendisine verdiği güçleri kendi özsel güçlerinden saymakta ve özelliklerini ve olanaklarını, bir insan bire¬yi olarak kendi gerçek olanaklarından daha çok duyum¬samaktadır. Küçük ama derinlikli olan ‘Sömürenin Port¬resi’ hakkında bir önsözle birlikte ‘Sömürülenin Portre¬si’ kitabının yazarı Albert Memmi’nin deyişiyle sömürü, sadece sömürgeleştirilmiş dünya insanını başkalaştır-makla kalmamış, Avrupalı insanı da sömüren insanlık dışı bir çehreye dönüştürmüştür. Söylediğim gibi işte bu sınıfsal etken, insanı parçalamakta, mazlum, mahrum ve mahkûm bir varlık ya da katil, zalim, hâkim ve gâsıp bir varlık haline getirmektedir; insan Habil ve Kâbil’e dönüşmektedir. Kâbilci düzenin sürmesi, nüfuzu ve gü¬cü, tekelci egemenlik ve mülkiyet, sonuçta da sınıfsal dü¬zen, tek insanı [Âdemoğlunu] insanlık dışı dört tipe ayır¬maktadır ki bu dört tipin her biri, hayvanı bir tipin özel¬liklerini kendi insanî gerçek, yaratılışsal ve uyumlu özel¬liği yerine algılamakta ve kendilerine hulûl ettirmekte¬dirler; Kurt, tilki, fare ve koyun gibi.

8- Aşk ve İman: Aşk da bir tür âline edicidir. İster insanî aşk olsun, ister tanrısal aşk olsun fark etmez. Vahdet-i vücuddaki sufiyâne şekline en büyük örnek Hallac’tır. O, şöyle diyordu; “Cübbemin içinde Allah’tan başka kimse yok.” Bu, insanın aline oluşunun en güzel itirafıdır. Hallac’ın bu duyguyu taşıdığının gerçekliğinde kuşku yok, ama Hallac’taki bu duygu gerçek değildir. Avam ve avamın temsilcileri, bu ikisi arasındaki farkı ¬-duyguda insanın sadık oluşunu ve insanda duygunun sadık oluşunu- anlamadılar ya da anladılar da, “anladık” demeyi uygun görmediler.

Hallac’ın seçtiği ölümden, duygusunda sadık olduğu anlaşılmaktadır; söylediğini gerçekten bulmaktadır. Fa¬kat bulmuş olduğu şey, bir hastalıktı, kendisini gerçek¬ten o durumda duyumsamıyordu ve Allah’ı kendi yerin¬de görüyordu.

Cüneyd-i Bağdadi şöyle diyordu; “Benim boğazım¬dan ve dilimden, yıllardır sadece Allah konuşmaktadır.” Tıpkı kendisinin taksi olduğunu sanan adam gibi o da kendisinin Allah olduğunu sanıyordu. Ya da şu dervişin hikâyesini duymuşsunuzdur; Veda etmek ve Mekke’ye gitmek üzere yola çıkmak için tarikat pirinin yanına ge¬lip şöyle der derviş; “Mekke’ye gitmek istiyorum, Allah’a ısmarladık demeye geldim.” Hazret, çubuğunu yere ko¬yup şöyle der; “Uzak yola gitme, gel beni tavaf et.” [Efen¬diye bakın, kendisini Kâbe yerine koyuyor] Kâbe Allah’ın evi demektir, fakir de Allah’ın hakiki ikâmet yeridir. Kâbe’den daha iyi. Kâbe, sudan topraktan yapılmış, buy¬sa candan yürekten...

İşte bu güzelim sözlerden bir kısmı.

Başkalaşmış insan, işte bu.

Yerel aşklardan ise, bir başkası delicesine sevilir ya da bir mürit olarak kendinden geçmişçesine birine bağ¬lanılır, şuursuzlar ve cahiller bile keramet sahibi olarak görülür. Denir ki; Bizim efendi, sıradan konuları anla¬yan kimselerden daha büyüktür. Onlar, sadece biz sıra¬dan kişilerin anlamadıkları konuları anlarlar. Böylesi kişiler, şeyhi karşısında sadece akletme ve ayırt etme gücünü yitirmekle kalmaz, dinini, hatta duygularını da olumsuzlar.

Derler ki takvasıyla, dünyevi işlere bulaşmamasıyla mutaassıp ve inançlı birkaç müridin gözünde tanınmış ve bilinmiş bir şeyh vardı. Şehrin rintleri, bu şeyhin dün¬ya işlerinden o kadar da habersiz olmadığını, kısacası buluğa ermemiş çocuklara karşı özel bir dünyevi ilgisi bu¬lunduğunu keşfettiler!

Ortalığı karıştırıcı böyle bir buluşun sevinciyle he¬men müritlerin yanına gittiler. Bu faciayı şeyhin bağlıla¬rına iyice anlatmak için büyük bir özen ve çaba gösteri¬yorlardı. Müritler, birden onların hayallerini suya dü¬şürdüler; Bu kadarcık şey için bunca muamma nedir? Bizim yıllarca bildiklerimizin yanında bu bir şey değil bi¬le.

Onlar büyük bir şaşkınlıkla sordular; “Sizin kutsal şeyhiniz için, livata nasıl önemsiz sayılabilir?”

Müritler açıkladılar; “Hayır siz bilmiyorsunuz. Biz onunla yakından temasımız olduğu için biliyoruz. Onun bu amelden kastı, Allah etmesin, nefsine kulluk değildir. Bu iş onun mizacına yerleşmiş.”

Ne olursa olsun, seçme, bilinç, beğeni, kabul, değer¬lendirme, tad alma, şeyhin, sevgilinin ve maşukun gü¬zelliklerini ve erdemlerini yüceltme ve övme sınırı aştı¬ğında ve delilik ve çıldırma aşamasına geldiğinde aşk ve bağlılık, bireyi başka bir birey aracılığıyla aline eder.

Bu olgu, dört şekilde somutlaştırılabilir;

a- Sufiyane ya da ilahî alinasyon; tasavvufî vahdet-i vücudda ve Hulûliye fırkasında görüldüğü gibi. Bâyezid¬-i Bistami şöyle der; “Ben, kabuğundan sıyrılan yılan gibi Bâyezidlikten sıyrılıp hepten o oldum.” Belki de Cü¬neyd’in şu sözü, böyle bir dönüşüme neden olan ortam ve koşulların anlaşılmasında okuyucu zihninde yardımcı olacaktır;

“Ben ışığa baktım ve ışığa bakmayı otuz yıl sürdür¬düm, böylece ışık oldum.”

Hallac, sufiyane alinasyonun, yani etkeni ruhanî bir aşk olan ve cezbe, tapınma ve dini sevgiden dönüşmüş bir durumdan kaynaklanan mabud aracılığıyla aline olma¬nın anlaşılmasında en büyük örnektir. Elbette bununla cezbenin doruk noktasına ulaşarak, coşkulu bir ihlâsla Allah’a kullukta bulunmak ve Allah’ın celali ve gücü kar¬şısında hayrete kapılmak -ki Ali’de daha da belirgindir- -arasında fark olduğunu anlatmaya gerek yok. Çünkü bu durum -güçlü ve yoğun olmakla birlikte- insanın özbilin¬cinden ve Allah bilincinden kaynaklanmaktadır. Hayret, bir mutlak küçülmenin bir mutlak büyüklüğün kar¬şısında bulunmasından kaynaklanan doğal bir durum¬dur. Bu mesafeyi bu mutlak büyüklüğü ve bu mutlak kü¬çülmeyi, hakir bir ruh ve düşünce anlayamaz hiç kuşku¬suz. Aline olmuş birinin ruh ve düşüncesi de böyledir; böyle bir kişide bu ikisi de felç olmuştur.

b- Kutsal ve ruhanî alinasyon; Kimi zaman, kimi tip¬lerin yüzünde bir tür ruh durumu ya da çekim hissedil¬mektedir ki belirli bir adı, belirli bir kavramı yoktur bu durumun, ama kalpleri mıknatıs gibi çekmektedir. Bu çekim, ne bilimsel, ne düşünsel, ne sanatsal, ne toplum¬sal, ne siyasal, ne de ailesel bir erdemdir; hiçbir şey değil¬dir, ama yine de bir şeydir. Bence bir insanın yaratılışının ve dinî duygusunun derinliğinden su yüzüne çıkan bu çe¬kim, daha çok dinî çevrelerde ve insanlar arasındaki dinî ilişkide belirgindir. Bu, yaygın söyleyişle ruhanilik ya da kutsallık adı verilen şeydir ve dinlerde resmi ruhanilik sınıfı kurumunu ortaya çıkaran ilişkinin ta kendisidir. Sadece İslam, bunun yerine hikmeti ya da bilgiyi ya da fıkhı veya zikri [4] yerleştirmiştir. Tüm bu terimler, an¬lam olarak benzer terimlerdir ve özel bir inanç bilinci, de¬rin bir İslamî tanıyış kazanmak ve hidayet bilgisi elde etmek amacıyladır. Bu yüzden, bugün de dinî merci, dinî lider ya da şer’i hâkim en iyi bilen olmalıdır. Oysa hiçbir dinde en iyi bilmek şart değildir. Din âlimi, din uzmanı, din öğretmeni ve din araştırmacısı başkadır, ruhanî li¬derlik başka [5]. Bağımlılık [irâdet] da denilebilecek bu tür, dinlerde, Kur’an’ın deyişiyle rahip ve ahbara kulluk biçiminde ortaya çıkmaktadır. Doğu tasavvufundaysa daha çok veliye kulluk biçiminde, mürşide, kutba ve delile [kılavuza] tam bir itaat ve mutlak bir yöneliş ola¬rak, somut bir şekilde görünüm kazanmaktadır.

c- Kahraman övücülükten doğan alinasyon; Milli ve siyasi kahramanlara delicesine tapınmaktan, öndere fa¬şistçe taparlıktan, hatta spor şampiyonlarına, pehlivan¬lara ve sinema yıldızlarına tapınmaktan kaynaklanan alinasyondur bu...

d- Âşıkane alinasyon; Âşık edebiyatında, mitolojide, hikâyelerde, şiirde ve sanatta, âşıkın maşukunu buldu¬ğu ya da kendisinin hangisi olduğunu bilmez olduğu çok¬ça yinelenmiştir. Aline anlamına gelen Mecnun şöyle demektedir;

“Ey kan alıcı, eğer kanımı alırsan
Korkarım neşteri Leyla’nın damarına vurmandan.”

9- Bilgi hastalığı, kitap hastalığı; Başka bir tür alinasyon da aydın ve okumuşun bilgi hastalığı ve kitap hastalığı yoluyla alinasyonu -ki biz de şu anda buna ya¬kalanmış durumdayız- olup son derece korkunç ama yüz ağartıcı bir alinasyondur; çünkü ne halk anlamaktadır, ne de aline olan taraf. Kitap hastalığında insan, bir kitap kurdu olup çıkmakta ve dünyası hep kütüphanedir. Ki¬tap ciltleri arasında öylesine kendinden geçmektedir ki dünyanın ve hayatın tüm gerçekliklerini yazma ya da basma kitaplarda görmektedir. Aklî bir konu ortaya atsan ya da duygusal bir gerçeklikten söz etsen şöyle der; “Ben, bunu hiçbir kitapta görmedim.” Şu anlamda ki gör¬mediği için onun dünyada bulunmadığını ve kimsenin de ondan söz etmeye hakkı olmadığını sanmaktadır. Kitap için, insana ve kendisine vermediği değeri vermektedir. Daha doğru söyleyişle, aslında kendisi yoktur; kitaplar ondadırlar, kitaplar onda düşünmekte, konuşmakta, duygularını dile getirmekte, onaylamakta ya da olum¬suzlamaktadırlar. O, insan gövdeli bir kütüphanedir. Ki¬tap hastalığıyla bilgi hastalığı, bir tür zihinsel hastalık yaratmakta ve duyumsanabilme gerçekliklerinden uzak sözel, mantıksal, zihinsel kavramlarda boğulma duru¬munu ortaya çıkarmaktadır. Toplumlardan, uygarlık¬lardan ve kültürlerden birçoğunun yok oluşu, âlimlerin ve bilginlerin bilimin, bilimsel zihinselliklerin ve sözel ya da zihinsel konuların kendileri aracılığıyla aline ol¬malarından doğada, hayatta ve toplumda aramaları gereken bilgiyi kitaplarda aramalarından kaynaklanmak¬tadır.

İnsanların hayatı, toplumun ve zamanın yazgısı, ku¬laklarının dibindeydi ama anlamıyordu, duymuyordu, görmüyordu. Bunun yerine, en büyük hassaslıklar, onu boğup tutsak eden hassaslıklardı. Bunlar, duyumsana¬bilen, dokunulabilen gerçeklikleri doğrudan doğruya görmemekte, anlamamaktadırlar; hatta duymamakta¬dırlar. Onların tanımını kitaplarda aramaktadırlar. Ki¬tapların sustuğu yerde onlar da sağırlaşmaktadırlar. Bu, felsefe, tasavvuf, hatta scientism, bilim, sanat, sa¬nat için sanat oyunu vb. biçiminde ortaya çıkan kitap hastalığıdır. Sanat için sanat, yazarlık için yazarlık, ali¬ne olmaktır; çünkü yazar ve şair muhatap ve muhataplar tanımaz, yazarlık için yazıp durur. Onun için esas olan edimin kendisidir. Öyleyse, kelime yoluyla, yazmak yo¬luyla, şiir söylemek yoluyla, oyun yoluyla, sanat yoluyla, inceleme yoluyla, hükümler çıkarma yoluyla, tarihsel araştırmalar yoluyla, felsefî kavramlar yoluyla, irfanî duygular yoluyla vs. aline olduğu gerçekleri dışsal ger¬çeklikten değil, sadece zihinselliğinden çıkardığı anlaşıl¬maktadır. Felsefe, soyut zihinsellik yoluyla insanın aline olmasıdır. Tasavvuf, soyut duygular yoluyla insanın ali¬ne olmasıdır. Son yüzyıllara ait edebi, düşünsel, felsefî ve dinî eserlerimiz arasında toplumsal gerçeklik¬lere, hayata ve insanların yazgılarına olan yabancılığın, bu düşünce hazinelerinden, bu latif duyguların aynalarından hiçbirinde toplumun çehresinden en küçük bir çizgi bile bulunmayacak ölçüde olduğunu görüyoruz.

10- Para; Para, insanların aline olmalarının en büyük etkenidir [para ve zühdü, ilk kez söz konusu eden ahlâkçı sosyalistlerden aktarıyorum]. Züht -maddi hayat¬tan yüz çevirişin sembolü- insanı nasıl aline ederse, para da -maddi ve bu dünyasal olan bu hayata yönelmenin sem¬bolü- insanı aline eder.

Paralı insan, paraya bağlı olan -kendinden kaynaklı değil- değer ve olanakları kendisine bağlamaktadır. Toplum da böyle bir duygu taşımakta ve paranın değerlerini ona bağlamaktadır. Hem kendisi, hem aile ve hem de top¬lum, onun saygınlığına ve kişiliğine inanmaktadır. Oysa saygınlık ve kişilik, onun paralarının malıdır, kendisi¬nin değil. Düne değin her şeyden yoksun olan, evinize gel-diğinde eşikte oturarak yiyip gitmesi için az bir yemek verdiğiniz kişiyi, bugün başköşede oturtuyorsunuz, o ge¬lince, ateşte sıçrayan üzerlik tohumu gibi yerinizden sıç¬rıyorsunuz. Çünkü kazanç elde etmeye başlayıp ya da kaçakçılık yapıp mal mülk elde edince ve para biriktirin¬ce, para ona saygınlık ve kişilik bağışlamıştır.

Bölgenin saygınlarının, büyüklerinin, makam sahip¬lerinin, mutemetlerinin bir listesini yapın, bunca lâkap¬ların onların insan oluşlarıyla ya da paralı oluşlarıyla ilgili olduğunu göreceksiniz. Meclislerde kişilere gösteri¬len saygının hangisinin kendisiyle, hangisinin parasıyla ilgili olduğuna bir bakınız.

Paranın toplumda birtakım güçleri vardır. Parayı ta¬şıyan dışsal bir güç, o güçleri kendisinden sanmakta ve kendisini para olarak algılamaktadır. Öyle ki kendisini gelir listesi karşısında, gelir çizelgesi karşısında, ayna¬nın karşısında oluşundan daha iyi görmekte ve duymak¬tadır. Kendisini orada, buradakinden daha çabuk bul¬maktadır. Bir faiz yiyiciyi göz önüne getirin; bütün insanî, dinî, ahlâki ve hatta akrabalık duyguları, özellik¬ler, onun için para sesi vermektedir ve altın rengini taşı-maktadır. Kur’an, “şeytanın çarptığı” [Bakara Suresi, 275] de¬mektedir. Para hastası insanın alinasyonu ya da ona pa¬ra şeytanının ya da cininin girmesi derken -ki bu, ahlâkçı sosyalistlerin söyleyişidir- faiz yiyici hakkındaki bu aye¬tin çevirisi yapılmıştır sanki.

11- Uygarlık; Uygarlık hem şehirlilik anlamında, hem de uygarlık olarak adlandırdığımız anlamda insa-nın güçlü ve üstün bir aline edicisidir. Toplumsal sistem ve şehirlilik ilerlediği ölçüde, insan bireyinin olanak ve yeteneklerini -ki Allah, doğada insana bağışlamıştır- ¬üzerine almaktadır. Bundan önce, çocuğumu eğitmeyi, ailemi ve kişiliğimi korumayı kendim üstlenmem gereki¬yordu. Fakat şimdi tüm bunları toplum üstlenmiştir ve bu yeteneklere beni gereksinimsiz kılmıştır. Artık, ola¬naklarını kendimde duyamaz olmuşumdur ve bu yete¬neklerden yoksunumdur.

Köy sisteminde birey, tehlike karşısında kendisine yönelmektedir ve kendisini sorumlu, savunmacı olarak duymakta ve anlamaktadır. Oysa şehir sistemlerinde bi¬rey kendisini savunmaya kalkışmaz hiç. Çünkü savunma¬yı ve bütün öteki işleri topluma bırakmıştır. Bir öğret¬mense öğrencisini okulun müdürüne şikâyet etmektedir. Öteki çeşitli yetilerin durumu da böyledir.

12- Hedef; Direksiyonun başına oturup sürücülük yapan biri olarak ben, kendimi duymam, sadece ve sade¬ce tehlikeyi, kazayı, yol işaretlerini, freni, dişlileri, gazı ve direksiyonu anlarım, işime ve hedefime boğulup gide¬rim, kendimden geçerim. Ya da bir konuşmacı olarak ko¬nuşma yaptığım şu anda kelimeleri tek tek seçerim, bir¬birine eklerim. Hedefim, konferansımın size özel bir anlamı ulaştırmaktır. Fakat ortaya koyduğum edimleri¬min hiçbirine karşı bir duygu taşımam, öz bilinçten yok¬sunlaşırım. Kendimi hedefte yok etmişimdir ve şu anda hedefi kendim sanmaktayımdır. Gerçek varlığım, şu anda bu kelimelerin üreticisidir, ama şimdi kendi varlı¬ğım olarak algıladığım şey, sadece görüşüm, inancım ve konuşmadaki hedefimdir; şu anda ben yok olmuşumdur. Heidegger’in söyleyişiyle, “Her işin, her zihinsel edimin, her bilimsel düşüncenin ya da her sanatsal ve edebi yara-tının veya her maddi ve teknolojik üretimin veya her top¬lumsal ve siyasal eylemin ardında insan kurban edilmiş¬tir.” Yani uygarlık, insanların özbilinçlerinin değerli ve son derece yoğun anlarının feda edilmesi pahasına ger¬çekleşmiştir. Çünkü uygarlık, insanların çalışmaların¬dan, manevi ve maddi üretimlerinden oluşan bir dizge¬dir. İnsanlar ise bu ürünleri, bu maddi ve manevi nesneleri yaratırken özbilinç taşımamaktadırlar. Bir kişi, bir işe girdiğinde artık kendisi değildir, çalışma ve hedeftir.

Sartre, bu konuda, susayan ve bardağı almak isteyen güzel bir kızı örnek vermektedir. Yumuşak ve uyumlu hareketlerle elini uzatır, bardağı alır, parmakları ara¬sında sıkar, su doldurur, ağzına yaklaştırıp içer. Fakat susuzluk ve su gereksinimi dışında, bu edimlerin hiçbirinin bilincinde değildir. Oysa bu devinimlerin her biri, ona susamış olan ve onun güzellik ve çirkinliklerini dü¬şünen bir şair ya da fotoğrafçı için incelenmeye değerdir. Fotoğrafçı tüm bunları duymaktadır, ama kızcağız duy-mamaktadır. O devinimleri ve güzellikleri gerçekten gerçekleştiren olmakla birlikte bu ‘gerçek kendi’sine karşı özbilinç ten yoksun olup sadece ve sadece susuzlu¬ğu ve su içmeyi duymaktadır.

13- Toplum; Bence, bundan 26 yüzyıl önceki Çin’in dinî filozofu olan Lao-Tse, inanın herkesten çok söz etmiştir alinasyonundan; bilgi ve toplum yoluyla alinasyon¬dan.

Toplumsal Yardımlaşma Yüksek Okulu’nda ele aldığım bir konuda insanın dört zindan içerisinde bulunduğunu söylemiştim; Birinci zindan, doğadır ve insanlar, ilkel ve uygarlıktan uzak oldukları ölçüde ilk zindan olan doğa zindanına düşmekte ve yağışın belalarına, iyilikle¬rine ve bereketlerine, kuraklığa ve iklim koşullarına tut¬sak olmaktadırlar.

İnsanın, yani seçerken, üretirken ve düşünürken öz¬gür olanın özgürlüğünü kısıtlayan her etken, insanı olumsuzlayıcıdır. İnsanı aline eden, yani yetenek ve ola¬nakları insanın elinde olan doğa etkenleridir. İkincisi, tarihtir; ben İslam, Şiilik ve İran tarihinin sonunda yer almasaydım, örneğin Safevilerden sonraki dönemden sonra gelmeseydim ya da Rönesans tarihinin, Büyük Fransa Devrimi’nin, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları¬nın bitiminden sonra doğmamış olsaydım, başka bir in-san olurdum. Bu ikilik, iki tarihin bulunmuş olmasından ve bunların benden iki tür insan oluşturmuş olmaların¬dan dolayıdır. Birçok milletlerin dinlerini tarih seçmiş¬tir. Kendi dinlerini kendileri seçenler oldukça azdır. Hiç¬birimiz, kendi dilimizi seçmemişizdir, geçmiş değişimle¬rin ve olayların tarihidir Fars dilini bizim dilimiz olarak yükleyen. Bunlar, dışardan yüklemedir; doğan bir insa¬nın yolu üzerinde egemen bulunan önceden oluşmuş et¬kenlerin, engellerin ve zorunlulukların [les contraints] yüklemesidir. Dolayısıyla tarih bizim yerimize oturmuş¬tur ve tarihsel kişiliğimiz ve tarihsel varlığımız olan şeyi gerçek varlığımız ve gerçek kişiliğimiz yerine algıla¬maktayız; bu tarihsel alinasyondur. Ya da feodalite sisteminden şehre gelen ve işçi olan bir köylü başka bir şek¬le girmektedir; burjuvazi, kapitalizm, sosyalizm ve örne¬ğin toprağa bağlı kölelik sisteminde, toplumsal sisteminin gerektirdiği şekle girmektedir.

İşte böylece, toplumun yarattığı ve bana aktardığı ni¬teliklerin, özelliklerin, değerlerin ve olanakların tümünü özsel özelliklerim ve kendi insanî bireyim olarak algı¬lamakta ve kendime bağlamaktayım. İşte böylece tari¬hin değişimi, yani tarih, cin olmuştur, ben de onun mec¬nunu olmuşumdur. Ben kendi tarihsel kişiliğimi kendi insanî kişiliğim olarak bulmuş olurum.

Dördüncü zindan, ‘ben’ zindanıdır, kişinin kendi zindanıdır. Yine Heidegger’in burada bir sözü vardır. Her kişinin iki ben’i, iki varlığı bulunmaktadır der;

Biri şu anda duyumsadığımız mecazi varlıktır. Ötekiy¬se bu görünen varlığın altında gömülü ve bilinmez kalan gerçek varlık [existence authentique]tır. Bu varlık, lez¬zetleri bulunan, arınmış, yıkanmış, bağımsız, tam ve bir¬kaç boyutlu varlıktır. Onu Allah yaratmış, doğa besle¬miştir ve şimdi yalancı, yüklenmiş ve yabancı kişiliğin kabuğu altında gizlenmiş, gömülmüş ve kurban edilmiş¬tir.

Dolayısıyla, tarihsel, coğrafi ve iklimsel özümüz olan mecazi özümüz yoluyla bu çeşitli sistemler ve olgularla aline olmuş özümüz, eksilmiş, bozulmuş, sapmış ve çar¬pılmıştır. Bu mecazi öz, dördüncü zindanımız olup bizim insan oluşumuzun gerçek beni onun içinde tutsaktır.

Öyleyse toplum, iklim, coğrafya ve tarih, insanı aline etmektedir. İnsan olmak, iklimsel, tarihsel ve coğrafi be¬şer oluşun zindanındadır hep.

14- Materyalizm; İnsanın dünyayı, insanı ve hayatı algılayışı, inancı ve bakış biçimi, insanı âline edebilir.

Materyalizm de insanı aline etmektedir. Dünyayı bi¬linçsiz maddi bir leş olarak kabul ettiğinden kaçınılmaz olarak da insanı bilinçsiz maddi dünya cinsinden bir maddi nesne olarak tasavvur etmektedir. Oysa gerçek in¬san, özbilinçli, iradeli, özgür ve maddi dünyadan gizil olarak bağımsız bir varlıktır. Maddi dünyaca doğrulmuş olmayıp aynı zamanda maddi dünyayı doğuran, de¬ğiştiren ve ona egemen olandır. Bu yüzden materyalizm, kendiliğinden insanı âline etmekte, onu maddi bir nesne olarak tanıtmakta -oysa insan, fizik ötesi bir nesnedir- ve onun fizik ötesi gerçek değerlerini ve insanî olanaklarını olumsuzlamaktadır. Dolayısıyla materyalizm bir tür maddi zühttür ya da maddi yolla insan özünün öldürül¬mesidir. İrfanî züht nefsin maddi boyutlarını öldürür¬ken buysa aşkın [muteâli] boyutlarını öldürmektedir. Nef¬se yemin eden sadece Kur’an’dır.

15- İdealizm de dinî ve din dışı çeşitli şekilleriyle in¬sanı aline etmektedir. Çünkü insan, fizik ötesi arzular ve özsel değerler, boyutlar ve yetenekler taşırken aynı za¬manda onun gerçek yapısı topraktandır. Varlığının bir ucu varlık ötesindeyken, bir ucu da toprağın, balçığın, maddi olgunun, hayvani güdülerin ve tadın, çilenin, eği¬limin ve kaçışın kaynaklandığı hayat gerçekliklerinin derinliğindedir. Ama felsefî ve ahlâkî idealizm, tasav¬vuf, din ve felsefe olarak, nihilizmin ya da Heidegger ve Jaspers’in [Sartre’ın değil] egzistansiyalizminin boyut¬larından biri olarak, herhangi bir biçimde gerçek insanı ya da insan gerçekliğini olumsuzlamakta, insanı sadece gerçek ötesinde, fizik ötesinde söz konusu etmekte ve ya¬rım insanı, tam insan olarak insanın kendisine telkin et¬mektedir.

İdealizm, insanı ikinci yarısında aline etmekteyken, materyalizm de birinci yarısında aline etmektedir. Marx’ın deyişiyle felsefî materyalizm, fizik dünyayı in¬sandan ve idealizmden, insanı da fizik dünyasından soyutlamaktadır. Dolayısıyla her ikisi de felsefedir, hiçbiri gerçek değildir.

Yeni felsefî, toplumsal ve ideolojik öğretilerin her bi¬ri, bir şekilde, kendilerine göre bir şiddet ve zaaf derece¬sinde insanı aline etmekte ve ayrıca aslında aline olmuş insanı gerçek insan ya da insan gerçeği olarak algılamak¬tadır. Şu anlamda ki her toplumsal, ahlâki ve itikadî öğ¬reti, ne olursa olsun, insanla ilgili özel bir tanıma teme¬line dayandığı ve insanın türsel varlığını kendince bir biçimde yorumladığı için, doğal olarak, felsefî, siyasi ya da ahlâkî öğreti olarak taşıdığı her türlü düşünsel, ey-lemsel ve toplumsal yön belirlemeler, bu yorumlamadan kaynaklanmaktadır. Çünkü ne olursa olsun, her ideoloji ya da her felsefe veya her ahlâk ya da her toplumsal ¬iktisadî sistem ve hatta her sanat ve edebiyat hareketi insana yöneliktir, konusu insandır ve kendine özgü çö¬züm yolları, çağrılar, eleştiriler, amaç gütmeler, geleceğe bakış barındırmakta ve en sonunda da gerek¬sinimlere cevap vermeyi, uygunsuzlukları gidermeyi kendi içinde taşımaktadır. Tüm bu konular her öğreti ya da harekette gerçek insanın gerçekliğine getirdiği yo¬rum ve onu algılayışıyla doğrudan bağlantılıdır. Felsefî ¬toplumsal ve ahlâkî öğretilerin ve hatta bugün yaygın olan çeşitli bilimsel kuram ve felsefelerin, çoğunlukla, aline olmuş insanı, gerçek ve yaratılışsal insanın yü¬zünde tanıdıklarını ve kendi düşünsel yapılarını insanın mecazi varlığı ve gerçek dışı ve doğa dışı gerçekliği üzerine kurduklarını söylerken şurası aydınlanmakta¬dır; Bu öğreti ve felsefeler, insanı aline eden etkenlerden sayılırlarken, aynı zamanda insanın aline oluşundan kaynaklanan bu öğretiler, nasıl olup da insanı aline edişte en fazla rolü üstlenmektedirler? Sosyalizm ve indivi¬dualizm, bu türden olup Durkheim’e özgü söyleyişle şöy¬le denilmektedir; Eski toplumlarda birey [individu] yoktu, her toplum tek, ayrılmaz ve asil bir kişilik olup kendi elemanlarını bir gövdenin omurgası gibi kendisine çekmişti [sosyalizm], toplu ruh ve toplu vicdan [Conscience collective] herkese egemendi ve her birinin vücudunda toplu ruh ve vicdan [kabile, kavim, millet, sülale ve hatta bir şehir, köy toplumu, bir il ve aile] hayat ve hareket ta¬şımakta, toplumun uzvu olan her gövdenin gerçek varlık ve kişiliğini oluşturmaktaydı; bireysel ve ondan bağım¬sız bir kişilik yoktu.

Bu, Durkheim’in sosyalizmidir, yani tek toplu varlı¬ğın esas oluşu ve toplumdaki bireysel varlığın olumsuz¬lanışı.

Bu ruh da, insanı aline edici bir etkendir.

Bu konu çok derindir. Başlangıçta pek anlaşılamaz ve hatta hayal bile edilemezse de biraz dikkat gösterildi¬ğinde insanın böyle bir sistemde nasıl aline olduğu anla¬şılıp aydınlanır.

İnsan üç tür varlık taşımaktadır;

Birincisi; Tümel insan [tümel anlamıyla insan]; mantıksal ve felsefî anlamıyla tümel, tek ve ortak bir varlık olup tüm birey ve tikelleri eşit olarak ona sahiptirler. Aynı zamanda da bütün birey ve tikellerin dışında bir kavramdır tümel. Örneğin ağaç, bir tümel olup dut ağacı, ceviz ağacı, elma ağacı ya da gül [ki tümelin tikeli¬dirler], hepsi eşit olarak ağaçtırlar ve aynı zamanda da mevcut ağaçlar milyarlarca kez artsalar ya da hepsi ansı¬zın yok olur da sadece biri kalırsa, hatta kalan teki de ortadan kalkarsa yine de ağacın tümelliği yani tümel ağaç hiçbir etki almaz. Bu durumda tikeli bulunma¬yan bir tümel olacaktır. Tıpkı deve gibi tümel bir hay¬van olup tikeli bulunmayan bir gulyabani gibi. Ya da sa¬dece bir tümel olan ve sadece bir tikeli bulunan güneş gi¬bi. Bu durumda insan, bütün bireylerinin, yani geçmişte, günümüzde ve gelecekteki tüm insanların üstünde, ger¬çek anlamıyla tümeldir.

Tümel varlığın, gerçek bir varlık olmayıp aklî ve zihinsel bir kavram olduğunu, yani felsefe etkisindeki insan zihninin, mantıksal ve tümelci aklının tikellerin¬den ürettiği bir şey olduğunu söylemek istiyorum. Eğer bu akıl olmasaydı insan da olmazdı, sadece insanlar olurdu.

İkincisi; İnsan toplumu bir toplam anlamında, bir toplu varlık ya da insan toplumunun varlığı anlamında insan; milli, sosyal, türsel toplum gibi, ne olursa olsun ‘biz’im varlığımız.

Kuşkusuz, toplum gerçek bir varlıktır, belki de bire¬yin varlığından daha da gerçek. Kimilerinin, bireyselliği, bireyin esas oluşunu, toplumun itibar ve asaletini -ki bu¬gün özel bir kuramdır- savunduğumu sanmamaları için bunu söylüyorum. Çünkü ben şahsen bu düşünce kutbuna şiddetle karşıyım. Hem kuramlarına -hümanist ve bilimsel bir kuram olarak- ve hem de daha çok kendile¬rine -bir güç, bir kutup ve özellikle toplumsal bir yöneliş ve rol, yani toplum karşıtı bir hareket olarak- karşıyım. Ruhbilim, genetik, demokrasi, özgürlük vb. bilimsel ko¬nulara girmekle birlikte bu bilimsel ya da bilimimsi per¬deler ardında onların cahili kıyafetlerini tanıyorum. Çünkü toplumun asaletini ve egemenliğini kabul etme¬yen bu kimseler, doğrudan doğruya kendilerini, kişiye kulluğun, bireye kulluğun ve hatta benliğe kulluğun ku¬lağına atmakta ya da individualizm hastalığının büyü¬mesine ortam hazırlamaktadırlar.

Fakat burada ele aldığım şey, toplumbilimsel, ruhbi¬limsel, siyasi ve hukukî anlamda toplumun ya da bireyin asaleti konusu değildir; tersine insanın varlığı ve gerçek kimliği konusudur.

Toplumun, bireye dayalı bir kişiliği bulunduğuna ve gerçeklik taşıdığına inanmaktayım. Heidegger’in dakik söyleyişiyle insan adıyla anladığımız existence aut¬hentique, bireyler de özdeş olarak gerçekleşir, bu bi¬reylerin [6] bir araya gelişinden oluşan toplu kişilikte de¬ğil. Çünkü kendisini oluşturan insan bireyleri dizgesin¬den bağımsız ve onlara mutlak olarak egemendir ve onların insanî varlıklarını ortadan kaldırmaktadır.

İnsan toplumu, özdeş bir varlıktır, dışsal bir gerçek¬liktir; kendi başınadır ve bireylerden bağımsızdır. Bu¬nunla birlikte, insanlardan oluşan adsal [itibarî] bir varlıktır. Yani ne zihinsel bir varlıktır [tümel insan gi¬bi] ve ne de gerçek bir varlıktır [insanlar gibi].

Örneğin, kültür bakanlığı kendi başına, bağımsız ve kalıcı bir özdeş varlıktır. Onun tüm organları değiş¬ken, ölümlü ve gelip gidicidir; ama kendi başına [bizzat] olmasının yanı sıra adsal varlıktır. Nasıl olup da hem kendi başına, hem de adsal olmaktadır? Aslında onun var oluşsal cinsi, kültürlerinin -ki bu toplumu oluştur¬maktadırlar- varoluşsal cinsiyle bir değildir.

Üçüncüsü; İnsanın gerçek hakikati -adı insan olan o varlığın gerçek hakikati- insanlarda bulunmaktadır, var olmayan tümel insanda ve var olan ama insan olma¬yan toplumda değil. Dolayısıyla ‘ben’ -ortak insan haki¬kati anlamında, ama tümel değil gerçek hakikat- Durk¬heim sosyalizminde, sosyolojizmde [toplumbilimin asaleti] ve de felsefî hümanizmde olumsuzlanmaktadır. İnsanlar arasındaki ilişkiden doğmuş olan ‘toplu ruh’u tüm insanların ruhlarının yerine oturtursak [kolekti¬vizm, sosyolojizm ve sosyalizm] insan, insanî özünü, kendi gerçek özünü ve varoluşsal kimliğini yitirir ve toplumun mutlak varlığı, toplu ruhu ortak konum ve bağıntısal varlığı -yani toplumu- kendisi yerine algı¬lar. Bu ise, insanın başkası aracılığıyla aline oluşunun en güçlü biçimidir. Belki de günümüz insanının -toplu ha¬yat toplumsal bağıntı ve toplumun adsal varlığı daha bir ağırlaşıp karmaşıklaştığı, güçlüleştiği ve baskınlaştığı ölçüde- varoluşsal yitikliğe düşmesi bundandır.

Hümanizm felsefesi -çeşitli anlam ve öğretileriyle-¬ felsefe olduğu ve her felsefe de insanı aline ettiği için [çünkü felsefe, tümellerden ve soyut şeylerden söz et¬mekte, gerçeklikleri zihinsel biçimlere, mantıksal ve aklî bağıntılara dökmekte, olguyu doğrudan duymamakta, gerçeklikle karşı karşıya bir bağıntı içinde bulunma¬makta ve onunla ilgili gözle görülür ve doğrudan bir bilgi taşımamaktadır] ve ayrıca zihinsel varlık olan ve yer¬yüzünde değil, filozofun aklı ve soyut tasavvurunda bu¬lunan tümel insan varlığından söz ettiği için insanı aline etmektedir. Soluk alan, eti derisi bulunan, yaşa¬makta olan, gereksinimleri ve zaafları kendisinde güç ve erdemleri ölçüsünde bulunan ve onun gerçek hakikatin¬den sayılan bir hakikattir insan. Mantıksal, aklî ve tümel tanımlarıyla -felsefenin söz ettiği ve filozofun aklında anlam kazandığı biçimiyle- aşk, evlilik ve aile ile bir aşıkın kalbinde duyduğu ve onu heyecana, karar¬sızlığa ve coşkuya sürükleyen şey arasında ya da on odalı bir evde veya iki odalı bir dairede yaşayan ve hatta ada¬mın idari rütbesinin ya da kadının yemek yapışının etkili olduğu bir kadınla bir erkeğin durumu arasında fark var¬dır. İnsan, hayat ya da mutlulukla ilgili mantıksal ve felsefî tanımlara göre insanlardan söz eden, yaşayan ve mutluluğu yorumlayan filozofların, bu üç gerçekliğe ya¬bancı oluşları ortadadır. Kimi zaman, düşünmeyen ama yaşayan sıradan bir köylünün, hayatın anlamını Scho¬penhauer’dan daha iyi anladığı açıkça görülmektedir. Char¬les Péguy “Çocukluk günlerine dönelim” diye feryat ederken, Andre Gide ise, “Tarla arabasında Ciceron dö¬nemine ait büyük görkemli bir iş gizlidir” derken aynı şeyi söylemek isterler. Genç sevgilisi karşısında platonik bir aşkla göksel miraca çıkan, ilahi cemali onda gören, aşka saygı için ayrılık derdini arayan ve bela köyünü ar¬zulayan filozof yapılı irfanî düşünceli şair kuşkusuz hem maşukunu, hem de mabudunu anlamamıştır. O, hayalle¬rin oyuncağı olup kelimelere boğularak yeryüzünden sö¬külüp göğü mekân tutmuş, güzel vehimlerin berzahında çırpınıp durmaktadır ve mutludur. Bu yüzden hiçbir ha¬yat, filozofça yaşamak istemiş büyük düşünürlerin ha¬yatlarından daha ters değildir hayata. Felsefenin sözü¬nü ettiği insan, son derece doğru ve yüce olabilen bir in¬sandır, ama ben ve bizi temsil ettiği insana oldukça ya¬bancıdır. Kendim yerine bu insana inansaydım, kendime yabancılaşırdım; felsefî alinasyon bu demektir.

Bireyleri bütünüyle olumsuzlayan ve tümünü toplu¬mun tecelli ettiği sosyolojizmde -toplumun varoluşsal asaleti- ya da Durkheim sosyalizminde -gerçek varlığın topluma dayandırılmasında- ise insan yine aline olmak¬tadır. Çünkü ‘ben’, hep birlikte ‘kendim’ olarak buldu¬ğum insanî bir kimlik, ahlâkî bir kişilik ve somut olanak¬lar, yetenekler ve istekler durumundaki gerçek varlığımı inkâr etmiş, hepsini kendimden aşkın, üstün ve dışarda bir varlığa nispet etmiş ve kaçınılmaz olarak da ‘ben top¬lumdur’ duygusunu kazanmış olurum. Bu söz [ben top¬lumdur] ise -ki yanlış olmakla birlikte sosyolojizmde doğrudur- alinasyon ya da insanın kendisine yabancılaş¬ması olgusunu açıkça haber vermektedir. Çünkü insan mutlak olarak toplumdan doğmuş olduğunda, kendisin¬den başkası olan toplumu kendisi saymaktadır. Dola¬yısıyla insan, kendisine yabancılaşmış olmakta ve so¬nuçta bütün duygularını, bütün eğilimlerini, bütün is¬teklerini ve inançlarını kendi ötesindeki varlıktan bil¬mektedir. Dolayısıyla kendisini, toplumun bir şey yap¬tığı bir hiç olarak duyumsamaktadır. Benim mutlak olarak olumsuzlandığım ve özümü yitirdiğim böyle bir duyguda, her duygu ve davranışıma karşı sorumluluk duymam da anlamsızdır.

Çünkü insana, “Sen, toplumunun suyunda ve topra¬ğında yetişen ve rengini, tadını, kokunu ve hatta varlığı¬nı tohumundan değil tümüyle çevrenden almış bir mey¬vesin.” dersen, onun, kendisini bu niteliklerinden hiçbi¬rinde ortak ve hak sahibi olarak görmemesi ve sorumlu saymaması doğaldır. Çünkü insan için toplum içinde ha¬kiki varlığın mutlak olarak olumsuzlanması, toplumsal gerçeklikle insan hakikati arasında, tek yönlü bir neden ¬sonuç ilişkisi bulunduğuna ve mutlak zorunluluk ve tam egemenlik söz konusu olduğuna inanmak, insanı üstün bir zorunluluğun [cebrin] uşağı, yok edici bir iradenin, insan iradesinin dışında bir kaza ve kaderin tutsağı kılar ve insan “Ben, Rüstem’in yiğit olduğuyum.” diyecek du¬ruma gelir. Böylece bilinçli, özgür iradeli, seçici ve yara¬tıcı olan insan bir zorunlu olmayana bağlı, kendi dışın¬dakinin mutlak ürünü olan bir nesneye bırakır yerini ve insanî öze yabancılaşır. Çünkü gerçek insan, dışsal öz¬deşliği bulunan, doğanın iradesi karşısında bir iradenin kaynağı olan, öz bilince ulaşan, doğanın, tarihin ve toplumun zorlaması karşısında başkaldırabilen, yıkabilen, yapabilen, değiştirebilen, yaratabilen, doğanın seçimi karşısında kendisi başka bir seçimde bulunan, günah iş¬leyen, herşeyi kendine feda eden, kendini herkese feda eden, kendisi dünyada bir tanrımsı olup dünya cinsin¬den değil ona egemen bulunan bir varlık olan insan ‘ben’de gerçek varlık taşımaktadır.

Şaşırtıcıdır ki individualizm ya da bireyselcilik de in¬sanı aline edicidir. İndividualizm, bireyi insan ile eş anlamlı sanmaktadır, ben’i, gövde ile bir saymakta¬dır. Bireyselcilik bireye asalet verdiği ölçüde insanî iti¬barı eksiltir. İndividulizm, hepsinin birey olduğunu, ama hepsinin insan olmadığını anlayamaz, kimi za¬man birey, insanın karşıtıdır. İndividualizm, mecazî varlık ile hakiki varlık arasında fark bulunduğunu gö¬remez. İnsan olmak bir sıfattır, bir derecedir. Oysa birey olmak, bir varlıktır, bir tekliktir. Herkes aynı ölçüde bireydir, ama herkes ayrı ölçülerde insandır. ‘Ben’ beşer türünün varoluşsal birimlerinden kimisin¬de gerçekleşmiştir. Bu söz konusu birim, tanrısal öz, bi¬linç, özgürlük, seçme ve yaratıcılık olgusundan ibaret¬tir; bu dört boyut, Allah’a özel boyutlardan olup Allah’ta mutlak, ben’deyse -insan varlığında- görelidir. Bu yüzden, fizik dünyasının bütününde sorumluluk taşıyan sadece insandır.

Çünkü günah işleyebilen sadece odur. İnsan varlı¬ğından bu boyutları alan her etken ya da inanç, onu aline etmiştir. İndividualizm de sosyolojizm, natüralizm, ma¬teryalizm, Historizm [insanın tam bir etkeni ve yaratıcısı olarak tarihin asaleti] ve Biyolojizm [biyolojinin ve ya¬şamsal etken, öğe ve yasaların insan kişiliğini belirleyici olarak asaleti] gibi insanı -toplumda insanın öyle büyük bir sorumluluğu vardır ki dünyada Allah’ın halifeliğine kadar uzanır- içe kapanışın, kendine direnişin aşağılık, değersiz ve ölgün darboğazında, İslam’ın söyleyişiyle dünyaya kulluğun, toplumdan soyutlanmanın, insanî bağın olumsuzlanmasının, sorumluluk ve yükümlülü¬ğün yok edilmesinin, insanın yaratılışının omuzunda bu¬lunan emanet yükünden kaçmanın, insanın yaratılışın¬da yapılan anlaşmaya olan bağı koparmanın yarattığı zindanda tutsak etmekte ve onu ya her anı ganimet say-mak demek olan Epikürcülüğe sürüklemekte ya da bur¬juva özgürlüklerine veya bireysel hakların, ticari libera¬lizmin esas olduğu düşüncesine, bugünkü Batı kültürü¬nün duygusuz ve yararcı hesapçı egoistliğine, zevk alma¬yı, harcamayı temel alan felsefeye ve sonuç olarak da bi¬reysel özgürlük düşüncesine itmektedir. Bireysel özgür¬lük düşüncesinde, sadece gücü olan bireyler tüm özgür-lüklerden, hatta yağma, ticaret, bozgunculuk, çarpma, çırpma, halka ve halkın yazgısına musallat olma özgür¬lüklerinden yararlanabilmektedirler. Bunların güçleri ve paraları, sadece kanun kitapları arasında ve siyasi bil¬dirilerde özgürlükleri bulunan, ama bundan yararlan¬mak için kelimelerden başka kaynakları bulunmayan kitle yaşamının uçsuz bucaksız alanında rahatlıkla işle¬mektedir.


[1] Alinasyonu çağdaş bilginler ve çevirmenler, son olarak, “Ez hod bigeneği” [kendine yabancılaşma] diye çevirmişlerdir ve uzun bir terim olamkatna [!] başka, gerçekte sonuna mastar eki getirilmiş bir cümledir ve aslında Farsça bir söyleyiş değildir. Farsça bilenler için anlaşılır değildir. Batılı filozofların ve toplumbilimcilerin bu konuda yaptıkları –mi felsefi ya da bilimsel bir konuyu anlatmak için amiyane ve hatta hurafelik bir terimi hal dilinden almaktadırlar- bizim için ders olmalıdır. Özellikle de bu terim halk dilimizde ve mesh [bozulma] terimi de kültürümüzde vardır.
[2] İslamî görüş açısından, tevhidi olmayan her dünya görüşü ve inanç genel anlamda şirk olmakla birlikte, özel anlamda şirkin [âlemdeki yüce Tanrı’nın yaratma gücüne, tedbir ve etkisine bir başkasının ortak olması] gereği, çevresinde etken ya da etkenlerin de bir işte etkili olduğu sanılan tanrıya, hatta büyük tanrıya inanmaktır.
[3] “Maşinder Esaret-i Maşinism” [Makinizmin Esaretindeki Makine] adıyla Tahran Üniversitesinde verdiğim konferansta söylemiştim. Benim makinizme getirdiğim eleştiriye, kimi “kıyasçı ve aceleci aydınlar” benim makineye olan inancımın zayıflığına yormuşlar ve sonuç olarak örneğin yolculuk için jetin eşekten daha iyi olduğunu bana kanıtlamışlardır! Oysa makinizim makine değildir; scientism nasıl bilim değilse ve natüralizm nasıl doğa değilse makinizm de makine değildir. Makinizm, makineye ve de insana yüklenilen sınaî rekabet sermayedarlığı sistemidir. Makinenin kurtuluşu için makinizmi yıkmak gerekmektedir. Görüyoruz ki hüküm, fetva, mahkûm etme ve eleştiride gösterilen uygunsuz, yüzeysel, aceleci ve özensiz yargılar, okumuşlar arasında da kimi zaman avam ve onun mütevelli ve gözeticileri arasında olduğu gibi seyretmektedir! Görüyoruz ki hüküm, fetva, mahkûm etme ve eleştiride gösterilen uygunsuz, yüzeysel, aceleci ve özensiz yargılar, okumuşlar arasında da kimi zaman avam ve onun mütevelli ve gözeticileri arasında olduğu gibi seyretmektedir! Çoğunlukla bir yazıyı yüzlerce kez reddetmek, suçlamak, ona saldırmak ve sövmek yerine o yazı “bir kez daha” okunursa güçlük giderilmiş olur. Hatta kimi konularda “tek bir kere” okunsaydı bir güçlülük giderilmiş olur. Hatta kimi konularda “tek bir kere” okunsaydı bir güçlük ortaya çıkmazdı.
[4] Bu kelimeler, eski İslam kültür ve bilimlerimizde belirgin terimsel anlamlar kazanmışlarsa da [hikmet=felsefe, ilim=insani, doğal ve dinî uzmanlık alanlarında özel bilgiler, fıkıh=hukuk, kanunlar, bilimsel ve yan hükümler, zikir=Kerbela faciasını yâda bir derdi anmak…] bunlar temel anlamlar değildir. Hikmetten amaç, düşünceyi aydınlatan, insanî özbilinç ve tanrısal bilinçtir. Fıkıh ise, İslam’ı tanımak ve dini anlamaktır. Zikir, her şeyden daha derin olarak, yaratılışın ilahi cevherini ve ruhu anmak ve hatırlamak, maverâi zatın hazinesinin derinliklerine göz açmak, “Allah’ın ruhu”nun, “Allah’ın özel öğretimleri”nin, “Allah’ın özel emaneti”nin taşıyıcısı olan ve bunu canlılarla birlikte bulunduğu doğada unutan insanın Allah’ın halifesi oluşunu anımsamaktadır!
[5] Birkaç kez çeşitli şekillerde değindiğim bu konuyu [ilk kez İslam-Şinasi kitabında -ders notlarında değil- ele almıştım] açıklarken ruhani kelimesinin Hıristiyanlığa ait bir terim olduğunu, bizden sonradan kullanılmaya başlandığını, İslam’da onun yerine “âlim”in bulunduğunu, din önderleriyle halk arasındaki ilişkinin cismani-ruhani ilişkisi, karanlık-aydınlık ilişkisi ve fizik-metafizik ilişkisi olmayıp son derece basit ve mantıklı bir biçimde öğretmen- öğrenci ilişkisi olduğunu belirtmiştim. Fıkıhla ilgili ameli taklit, İslam’da, halk ile din âlimleri toplumunun bilimsel gücü ve bilimsel uzman arasındaki ilişki “zorunlu” –yani toplumun doğal gereksinimi- olarak ortaya çıkmıştır, tıpkı tıp bilginleri topluluğu ya da makine mühendisleri veya toplum bilimleri hocaları gibi. Fakat öteki dinlerdeki ruhaninin gücü, “resmi” olarak -yani topluma egemen olan yasal bir hüküm ve resmi bir gelenek olarak- söz konusudur. İslam’da halkın seçimi söz konusuyken, ötekisindeyse halkın başı üzerinde duran bir “kanun sopası”dır. İşte bu konuyu “resmiler”den bir gurup, her yerde, benim ruhaniliğe bütünüyle karşı olduğum biçiminde yorumlamıştır. Birkaç yönlü çıkar elde etmek için ortaya attıkları bu şayiayı işbirliği edip programlar düzenleyerek “tevatür” haline getirdiler. Kimileri içinse “tevatür” –burada ve bu şekilde bile- bir belgelilik ve haberde doğruluk kaynağıdır! Hangi bilinçli, uyanık, insaflı, dikkatli, yargılamada ihtiyatlı, araştırıcı ve bir kitabı kendisi okuyup kendisi değerlendirecek ve anlayacak kadar bağımsız insan bu saplantıya düşmez ki? [Çünkü kimilerini gördüm; bu tür suçlamalarla, uydurmalarla ve saptırmalarla zihni bulanmış bir durumda gidip söz konusu kitabı açmış, oturup incelemiştir. Şaşırtıcıdır ki gözleri gene bu uydurma, saptırmalarla zihni bulanmış bir durumda gidip söz konusu kitabı açmış, oturup incelemiştir. Şaşırtıcıdır ki gözleri gene bu uydurma, saptırma ve yalan yargıları kitapta okumuştur! Ya da daha önce nasıl anlatıldıysa kitabı okuyunca yine öyle anlamıştır]. Oysa ben, ruhani toplumuna değil ruhani kelimesine karşıyım. Karşı olmamın nedeniyse, gerçek İslam âlimlerinin şanını, ruhanilik sıfatı verilmesinden daha yüce görmemdir. İlim havzasını, âlimleri, araştırmacıları, İslam müçtehitlerini savunmak amacıyla bu konuları ortaya attım. Yoksa ilim havzasının asaletini, kişiliğini ve büyük değerlerini içte ve dışta her zaman övmekte olan ben, bu konunun gündemde olduğu sıralarda dini ilim toplumumuzun batının kültürel sömürü saldırısı karşısında bağımsızlığını koruyan, kuşatılmayan ve hala ruh, düşünce ve hareket yaratıcı gücü bulunan tek sistem olduğunu söylemiştim. Onun dokunulmazlığının bekçiliğini yapmak sadece din adamlarının değil, doğuda, batı kültürünün sürekli saldırıları karşısında durmaya çalışan bütün aydınların görevi olduğunu, bu durum karşısındaki her kalem ya da her dilin veya her cephe almanın, doğrudan doğruya sömürürün uşaklığını yapmak anlamına geleceğini belirtmiştim. Ayrıca, “talebe”nin fikir proleteri olduğunu ve günümüz dünyasında varlığını sürdüremeyeceğini, öğrenci olan ayda otuz ila kırk tümen geliri bulunan ve gelecekten yoksun bir hiç olduğunu[!] ama aynı zamanda çevrenin baskısına karşı onca direniş gösteren, aşk ve iman taşıyan bir gence, bu derece yaşamaya ihtiyaç duyarak yaşayan bir öğeye kimsenin bir şey yapamayacağını dile getirmiştim. Fakat ne olursa olsun, görevleri şayia çıkarmak olanlar, durum ve koşulların gerektiğine göre ve sipariş edilenler doğrultusunda işlerini görmektedirler; sözün gerçeğinin ve davranışın gerçekliğinin gerektirdiğine göre değil. Bu yüzden, kimse Filistin’den, batı ve Siyonizm karşısında dışarıdaki Müslümanlarla birlik olmanın zorunluluğundan söz etmeye cesaret bulamasın diye, ansızın her yerde, Sünniliğe ve velayet sahibi olmayışa [velayetten amaçları İsrail soyunun on iki oluşunun kanıtlanmasıdır!] saldırmaktadırlar.
Dolayısıyla böyle bir suçlama şu anda gereklidir. Suçlanan kişi, bütün eserlerinde, düşüncelerinde ve hayatın peygamber soyunun aşığı da olsa, bütün insanlık tarihini Şia bakışıyla da görse ve Alevi Şiiliğe herkesten daha çok dayansa da bir şey değişmez! Ya da ruhani ve aydın hep birbirinden ayrı iki alanda bulunmalı ve aralarında kötümserliğin kara bulutları dolaşmalıdır… Öyleyse aydınlar arasında itibarı bulunan falan kişi ya da kurum, ruhaniliğe karşı olmakla suçlanmalıdır; “özel kişiler”den bir grup da onlara karşı suçlama üretmekle uğraşmalıdır. Sonra da acemice savunmalar gelir ardından. İki toplumsal yüzde görünüm kazanan tek iman, tek ruh ve tem amaç, birbirine düşman iki kutup şeklinde gösterilmelidir. Suçlanan kurum ve böyle bir kargaşaya kurban giden bir birey, ilim havzasına, aydın ve değerli âlimlere en ciddi inançları taşısa ve bu inancını defalarca gösterse de bir şey değişmez! Konunun onunla bununla ilgisi yoktur. Tüm bu girişler ve ortam hazırlamalarla birlikte, kuşkusuz bugün, bizim ilim havzamız, bu mikropların tarlası olmayacak kadar uyanıktır. Bizim gerçek ve büyük âlimlerimiz, bu kirli ellerin onların yüksek dokunulmazlık binalarına ulaşmayacakları kadar bağımsızdırlar. Ayrıca bizim bugünkü aydınlarımız ve okumuşlarımız da bu maceraların anlamını bilecek ve her sesin hangi gırtlaktan çıktığını anlayacak kadar bilinçlidirler. Sonuç olarak halk da artık mal değildir. Her aileye, kitap, risale, kaset girmiştir. Kitap bir kapıdan girdiğinde yalan, pencereden çıkmakta ve yuvasına dönmektedir. Bugün kitap, her evin kapısını çalmakta sürekli aldatmacanın yemi olmuş en ufak, en karanlık zaviyeleri fethetmektedir. Kitap, kendisine yalan yakıştırılmayacak tek konuşmacıdır; yalancılar her ne kadar sayıca fazla, çok güçlü ve oldukça korkmaz da olsalar!
[6] “Birey” değil, “bireyler” diye kaydetmem, toplumun asaleti karşısında bireyin asaletinden -meşhur anlamıyla- söz etmediğini göstermek, yani “bireyin toplamı” ya da “bütün bireyler” veya “tek tek insanlar” veya tüm insanlar anlamında insan olduğunu belirtmek amacıyladır. “Birey”, “toplum” ve “hepsi” arasında fark vardır. Ben “hepsi”nden söz ediyorum, insanların hepsinden: Halktan.
__________________
And olsun Biz Kur`an`ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Kamer/17-22-32-40
kamer isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 22. July 2009, 04:18 PM   #20
kamer
Super Moderator
 
kamer - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 283
Tesekkür: 457
131 Mesajina 293 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
kamer is on a distinguished road
Standart

İSLAM BİLİM; DERS-8 (Bölüm 4) - Cehalet, Çıkar ve Korku; Beşeri Sapmanın Temel Etkenleri


Benim inancımda bütün beşerî sapmaların -ahlâkî bakımdan ya da psikolojik ve insanî teşhisler bakımından- kökleri bu üç etkende bulunmaktadır. Eğer dördün*cü bir etken daha bulursanız bana bildirin. Bu etkenler hem insan bireyini bozmakta, hem de toplumu pislikle*re, düşünsel sapmalara ve ahlâkî bozukluğa düşürmek*tedir.


Bireyin ve toplumun bozulması, ikisi de birdir. Çün*kü hıyanet eden kimse sadece toplumu mutsuz etmekle kalmaz, kendisini de hain durumuna getirir. Albert Memmi’nin dilinden şöyle demiştim; “Sömürgeci, sadece Doğu ülkelerini ileri ve uygar insan haline getirmekle kalmamış, kendisini de insan şeklinden sömürgeci şekli*ne sokmuştur.” Bir malı çalan bir hırsız, kendisinin çok daha değerli bir servetini yitirmiştir ki bu insanî sada*kattir.



Toplumsal etken bakımından, sınıf çatışmasını, te*kelci düzeni ve sömürü düzenini sapmaların etkeni ola*rak aldım ve söyledim. Ama burada konuyu ahlâki ve bi*reysel etken olarak ele alıyorum. Aynı sınıfsal düzende sömürülen sınıfında yer alan ve adaletsizliğe karşı sava*şım yerine boyun eğip dua ettiğini gördüğümüz bireyin davranışı korkudandır, korku ise tehlikeden. Onun bo*yun eğmesi ve hoşnutluğu, onun durumunun açıklaması değildir. Öyle ki yoksul, ırgat, köylü ve işçi sınıfının, ör*neğin derebeylik ya da sermayedarlık düzeninde sömü*rüldüğü yolundaki eleştiriye ve işçiye “Bu ay işimiz var ama günlük olarak beş tümene razı mısın değil misin?” denilmesine, başka bir yol bilemediği için işçinin de kabul etmesine karşı dinî düşünürlerden biri şöyle cevap vermektedir; O, sermayedarın teklifini kabul ettiğinde, sömürü söz konusu olamaz; zorlama yoktur, seçim var*dır. Her iki taraf da hoşnutsa şerî bakımdan da bir sorun yoktur, çünkü bu sömürü değildir. Bir baskı olmadığı için burada kimseye zulmedilmemiştir! Kimse çıkıp da, hoş*nutluk adaletse, öyleyse bütün fesat mekânları, güven mekânlarıdır, çünkü tarafların hoşnutluğu söz konusu*dur. Eğer bu ırgat, bu öneri karşısında boyun eğerse, onun boyun eğip hoşnut olmasına neden olan şey korku*dur. O, öneriyi kabul etmezse elindekileri de yitirmekten korkmaktadır. Bu ‘baş eğme ve zoraki hoşnutluk düze*ni’ni değiştirmek isterse her şeyini yitirecektir.



Sömürücü sınıftaysa, sömürücüyü başkasından ya*rarlanmaya iten etken çıkardır; bir duygu, kişisel ve ahlâkî bir eğilim ve insanî bir sürükleniş olarak söylüyorum bunu. Bireysel ve toplumsal etken ayrılmaz olmakla birlikte, burada amaçladığım bireysel etkendir. Çünkü burada insanbilimsel bir konudan söz edilmektedir, ta*rihten değil; ruhbilimden söz edilmektedir, zihinsellik*ten [Subjectivite] söz edilmektedir, özdeşlikten [objektivite] değil. Söylediğim gibi, insan ve çevre arasın*da [bilinç, insan iradesi, tarihsel ve toplumsal etken] kar*şılıklı neden-sonuç ilişkisi bulunmaktadır. Yani her ha*reketteki tam etken, çevre baskısıyla insanın seçme öz*gürlüğü arasındaki ilişkide ortaya çıkan edim ve etkilen*meden ibarettir.



Burada öğretim yöntemi açısından, insandan -bir et*ken olarak- söz ediyorum ve insan etkenini bağımsız ola*rak algılıyorum; her ne kadar bilimsel açıdan insan, ne*den olmakla birlikte aynı zamanda sonuç ve tam tersi olsa da. Koruma ve kazanmaya da sahip olma ve isteme biçiminde görünüm kazanan korku ve çıkar etkeni [ki bir insan gerçekliğinin olumlu ve olumsuz iki yönü*dür], insanları sınıfsal, ruhsal ve ahlâkî bakımdan dört tipe [temel] ayırmaktadır [İslam-Şinasi’de üç tip demiş*tim]; Kurt, tilki, fare ve koyun. Fare kimdir? Halkın azık ambarına doluşup yemeye koyulan, doyunca çalmaya, gizlemeye, depolamaya [hazine oluşturmaya] girişen ve para yığmaya başlayan -oysa yığıp gizledikleri ne ye*meye yarar, ne da başka bir işlerine- ve gereksinimlerin*den ve kapasitelerinden fazla şeyi toplayıp depolayan kimselerdir fareler. Sermayedar ve sömürücü dünyalıkçı faredir; paranın kuludur, dişlerinin fazla gelişmemesi için sürekli olarak kemirmelidir, eğer kemirmezse, dişle*ri olağan üstü uzayıp onu incitir. Bu yüzden herşeyi, halıyı, tahtayı, kitabı kemirip un ufak eder. Hem de gereksi*nimini karşılamak ve açlığını gidermek için değil, hasta*lığını yatıştırmak için; çünkü dişleri anormal ve hastalık şeklinde gelişmektedir. Fare, parayla aline olanların ve eşekizmin şerrine tutulanların sembolüdür.



Faiz yiyici tip hakkında Kur’an’ın şeytanın çarptığı şeklindeki tabiri, insanın para yoluyla alinasyonunun tam anlamını vermekte olup sözel bakımdan ve söyleyiş olarak da ahlâkçı sosyalistlerin burjuvalar ve para tut*sakları hakkında söylediklerini anlatmaktadır. Oysa uzun uzun anlattıklarını Kur’an iki kelimeyle dakik ola*rak ortaya koymaktadır.



Bu yüzden, bilinç ve sorumluluk konusunun günde*me geldiği insanî bakımdan -ahlâk, ruhbilim ve insan*bilim konusunda- mülkiyet düzeninin, sınıflarda ve so*nuçta da bireyi yöneten ya da yönetilen, sömüren ya da sömürülen sınıfa yerleştiren toplumsal çevre zorlama*sında etken olduğu doğrudur. Toplum, bireyi ırgat ya da faizci, işçi ya da sermayedar kılmıştır. Yoksulluğu, yok*sulun seçiminin değil, sınıfsal düzenin yarattığı doğru*dur, ama ben yoksulluk üzerine değil, yoksul üzerine, zulüm üzerine değil, mazlum üzerine konuşuyorum bu*rada. Yoksulluğa niçin katlanmaktadır? Niçin zulmü ka*bullenmektedir? Niçin reddetmemektedir?



Ya bilmemektedir; Cehalet.



Ya da korkmaktadır; Korku.



Ya da bireysel bir ayrıcalık -sınıfının yazgısından ayrı olarak- kazanma umuduyla uyum göstermektedir; Çı*kar. Bu yüzden söz konusudur sorumluluk. Ben’in insanî asaletine inanılmadan sorumluluğun bir anlamı olamaz.



Cehalet ise -ki kimi zaman sapma etkenidir ve kitlede çoğu zaman bu etken işbaşındadır- bilimlerin, fi*zik, hukuk ya da fıkıh gibi maddi ya da insanî veya dinî bilimlerin olumsuzlanması anlamına gelmez. Tersine in*sanın onunla tanımlandığı özel bir bilinçtir bilimlerin olumsuzlanması. Bir aydında gözlemlediğimiz özel bi*linç, gerçeklikleri bilmekten ya da zihinde bir şeyin şeklinin belirmesinden ibaret olmayıp hidayet ilmidir; olma bilgisidir; aydın görüşlülük, aydın düşüncelilik, hakkı bulmak ve yönü teşhis etmektir bu bilinç. Bu, insanî ve toplumsal sorumluluğun yarattığı bilinçtir. Bu bilinç, tahsille, öğrenimle, kitapla ve incelemeyle ka*zanılmaz; her ne kadar onu güçlendirmede etkiliyse de... Bu bilinç, dünya görüşünden kaynaklanır.



Bütün düşünürlerin ve ayrıca peygamberlerin sözü*nü ettikleri şey, bu bilincin varlığıdır. Yunan’da sop*hia, Zerdüşt dininde men ve Veda mezheplerinde vid*ya, Kur’an’da [İslamî kitaplarda değil] ise hikmet bu*dur.



Bu, günümüzde Avrupalı düşünürlerin Promethe*usçu bilgi dedikleri şeyin aynısıdır. Bu, Prometheus’un gökten getirip insana bağışladığı tanrısal bir ateş; ateş gibi ısı [hareket] ve ışık [görüş] doğuran bir bilgidir.



Peygamberler insana hikmet vermek için gelmiş*lerdir. İlk İslam’ın dilinde [Kur’an ve hadis] ilimden söz edildiği her yerde bu bilgi amaçlanmaktadır. Işığa ben*zetilen bu bilgidir; yoksa fizik, toplumbilim, fıkıh ve usul bilimdir, görüş ve aydınlık değil. İlim, çok öğretmek ve öğrenmekle elde edilen bir şey değil, Allah’ın dilediğinin kalbine düşürdüğü ışıktır.



Bu, bir bilginde bulunmayabilen insanî özbilinçdir; okuma yazması olmayan biri de ona mazhar olabilir. Be*devi Ebuzer’de varken akademisyen olan İbn Sina’da olmayan, bu bilinçtir.



İşte bu bilinç, bir ateş gibi, cehalet gecesinde uykuya dalmış uyuşuk kitleye düşüp hepsine yön bağışlar, hepsini harekete geçirir, herkese toplumsal sorumlu*luk duygusu kazandırır ve bireye -bilgili ya da bilgisiz bireye- kendi çağında, kendi halkı içinde peygamberce bir yükümlülük verir.



Peygamberler, tarihte aynı şeyi yüklenmişlerdi ve bugün de, peygamberlerin varisleri olan aydınlar yük*lenmektedirler. Bu ilmin -ışık, ısı, ateş ilminin*- olumsuzlanması cehalettir, mutsuzluklardan ve boyun eğmelerden büyük bir bölümünün nedenidir.



Tevhid ise evrensel bir düşünce birliği ve bir dünya görüşü anlamında bu ilmin alevleniş merkezi olabilir;



“Ki mübarek bir zeytin ağacından yakılır ki o ağaç ne güneşin doğusundadır, ne de batısındadır. O ağacın yağı, ateş dokunmaksızın neredeyse aydınlık verecektir. Nur üstüne nurdur. Allah, dilediğini nuruna hidayet eder. Allah, insanlar için misaller getirir. Allah, her şeyi çok iyi bilendir.” [Nur Suresi, 35]
__________________
And olsun Biz Kur`an`ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Kamer/17-22-32-40
kamer isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
alinasyon, bİlİm, derslerİ, drali, ideal insan, ideoloji, marksizm, materyalizm, tarih bilinci, tarih felsefesi, tevhidi dünya görüşü, toplumbilim, toplumsal tevhid, toplumsal şirk, varoluşçuluk, İslam, şerİatİ


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 12:48 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam