hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > AHLAK > Kötü Ahlak > İhanet

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 24. January 2010, 09:05 AM   #1
samimi
Yeni Üye
 
Üyelik tarihi: Jan 2010
Mesajlar: 20
Tesekkür: 1
7 Mesajina 13 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 0
samimi has much to be proud ofsamimi has much to be proud ofsamimi has much to be proud ofsamimi has much to be proud ofsamimi has much to be proud ofsamimi has much to be proud ofsamimi has much to be proud ofsamimi has much to be proud of
Standart cumaya 5 kala

CUMAYA 5 KALA

İlkbahar mevsiminin pırıl pırıl güneşli bir cum'a gü¬nüydü. Devletten resmi müsaadesi olan vaizin, görevli ol¬duğu camide konuşması vardı. Camiye gitmek üzere yavaş yavaş yola koyuldu.
Diyanet teşkilatından bu haftaki vaaz konusu gönde¬rilmediği için Allah'a şükretti. Geçen haftaki bir cümlelik resmi tebliğ, kendisini bin dert içine düşürmüştü. Cum'a vaazıyla ilgili olarak gönderilen bu tebliğe göre “Laikliğin dinsizlik olmadığı” anlatılacaktı.
Fakat bunun nasıl anlatılacağı, daha açık bir ifadeyle bu işin nasıl becerileceği hiç belirtilmemişti!.
Oysa bu dinin peygamberi, aynı zamanda devlet başkanıydı. Bu dinin asli kayna¬ğı olan Kur'an-ı Kerim'de, devlet yönetimiyle ilgili birçok hükümler vardı.
Böyle bir durumda peygamberi ve Kur'an-ı Kerim'i devletten nasıl ayıracak, cemaatin gözüne baka baka “Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) bir devletin hangi hü¬kümlerle idare edildiğine hiç karışmaz!. Bu konuda halkın kaderini, politikacılara ve yöneticilere bırakmıştır!.” ifadesi¬ni nasıl söyleyecekti?
Hem sormazlar mıydı kendisine “Peki hocaefendi! Allah devlet başkanlarını madem muhayyer veya başı boş bırakmıştı da, Firavunu neden helak etti?” diye!.
Ne diyecekti o zaman?
“Allah(c.c) bir devlet başkanı olan Firavun'u, insanla¬rı ezdiği, insanlara zulmettiği için değil, aralarındaki şahsi bir meseleden dolayı helak etti!.” mi diyecekti?
Oysa geçmiş peygamberlerin hepsi, zalim devlet yöneticilerini Allah'a kulluğa davet etmiş¬ler ve toplumların idaresiyle ilgili hak hükümleri tebliğ etmişlerdi. Zulme rıza göstermeyen Allah(c.c), bütün insan¬ları adalete davet etmiş ve bu adil hükümlerin ne olduğunu da Kur'an-ı Kerim'de beyan etmişti. Şimdi bütün bunları göz ve akılardı ederek İslam'ın laik bir din olduğu nasıl anlatılacaktı?
Vaazdan önceki iki-üç gün hep bunu düşünmüş, fa¬kat hiçbir çıkar yol bulamamıştı!.
Bu konuda Babanın ve bazı politikacıların söyledikle¬rini tekrarlamaktan başka çaresi yoktu. Çünkü bu mesele¬yi en güzel onlar kıvırıyor, en saçma yorumu, en büyük bir ciddiyetle onlar söylüyorlardı. Nitekim geçen haftaki cuma hutbesine bu düşüncelerle çıkmış, laikliğin dinsizlik olmadığını adeta bir politikacı gibi anlatmıştı. Fakat “Be¬nim işçim, benim köylüm..” diyen Babanın üslubundan et¬kilenerek, vaazında “Benim cemaatim, benim müslümanım, “Benim kullarım..” elemesi, cemaatteki birkaç kişinin nedense sinirlenmesine sebeb olmuştu!.
“Herneyse” dedi kendi kendine!. Hutbede bütün an¬lattıkları için tekrar tekrar Allah'a tevbe etti. Zaten buna benzer bütün vaazlardan sonra tevbe etmeyi bir alışkanlık haline getirmişti. Bu haftaki vaazla ilgili resmi tebliğin gel¬mediğini düşününce, içinin yeniden rahatladığını hissetti.
Ama ne konuşacaktı?
Bu haftaki vaaz konusu ne olmalıydı?
Oraya vannea bir konu bulur konuşurdu!..
“Yok.. Yok..” dedi kendi kendine, konuşacağı konuyu yolda tasarlamalıydı.
Gençlik Kitabevinin önünden geçiyordu.. İçeride otu¬ran ve birbiriyle konuşan iki genci görünce yüzünü buruşturdu
Ne inatçıydı şu gençler!.
Birşey okumasınlar, birşey öğrenmesinler, hemen el¬lerine kitabı alıyorlar, kapı kapı geziyorlardı. Kendisine de gelmişler, “Hocam bak kitapta ne yazıyor” demişlerdi.
Fesuphanallah.!
Sanki o bilmiyordu, sanki o okumamıştı kitapları!.
Ne olacak, hepsi ukalalık yapıyordu!. Hayatı tanımamışlardı, ge¬çim derdini nereden bileceklerdi ki!. Onlar kendisine kitabı uzattıkları zaman, o da gençlere cebindeki borç listesini uzatacak ve onlara “Siz de bunu okuyun” diyecekti.
Ama, çocukla, çocuk olunmazdı ki!.
En iyisi sabretmekti ve kendisi de büyük bir olgunluk göstererek sabretmişti. Zaten kendisi gibi saygın bir vaize bu yakışırdı.
Adımlarını sıklaştırdı.
Biran önce oradan uzaklaşmalıydı. Ne olur ne olmaz, belki kitaplarda bir şeyler daha bulmuşlardır diye düşündü. Geçen hafta kitabevinin önünden geçerken onaltı, onyedi yaşlarındaki çocuğun sözlerine canı çok sıkılmıştı. Çocuk kendisine bir tüccarmış gibi bakarak “İyi işler, bol kazanç¬lar” demişti.
Oysa camiye gidiyordu, dükkan açmaya değil!.
Bu sözün o kadar tesirinde kalmıştı ki, cami cemaatı¬nı arkasına alıp, tekbir için ellerini kaldırırken, sanki dükkanın kepenklerini kaldırıyordu.
“Herneyse” dedi.
Bu gençleri görünce aklına hep kelime-i tevhid geli¬yordu. Bu günkü vaazda kelime-i tevhid üzerinde durayım, cemaate bu kelimenin önemini anlatayım diye bir düşünce geçti içinden!.
Cami merkezi bir yerde bulunuyordu. Diğer vakitler¬de birkaç kişiden fazla cemaat yoktu ama cum'a namazın¬da tıklım tıklım dolardı. Hatta şimdiden gelip oturanlar büe vardı.
Evet, kelime-i tevhidi anlatmalıydı!.
Zaten gençler de kendisini bu yüzden tenkid ediyor¬lar, “Allah'a kul olmak için camiye gelen insanlara, kullu¬ğun en önemli iki meselesi olan tevhid ve şirki neden an¬latmıyorsun, bu gerçekleri neden gizliyorsun?” diyorlardı.
Bu ifadedeki “Gizlemek” kelimesi onuruna dokunu¬yordu. Oysa cemaatten hiçbir şeyi gizlemiyordu. Tevhid ve şirk meselesini de gizlememişti. Sadece bu gerçekleri anlatmamıştı, o kadar!.
Anlatmamak ayrı şey, gizlemek ayrı şeydil.
Mesela para dolu cüzdanını kaybetse ve bu cüzdanı¬nın yerini bilen bir adam, ona cüzdanın yerini söylemese, cüzdanı gizlemiş mi olacaktı?
Durdu!.
I ııh bu örnek hoşuna gitmemişti..
Tamam dedi kendi kendine, bugün kelime-i tevhidi anlatmalıydı.
Ama nasıl ve nereden başlayacaktı?
Konuşmak kolaydı fakat konuşmanın sonunda gelebi¬lecek sorumluluk ve yükümlülükleri de bir gözden geçirmeliydi. Kaç kişinin bu yüzden başı derde girmişti. Allah'ı razı etmek isterlerken, devlet büyüklerini kızdırmışlardı.
Hiç böyle yapılır mıydı?
Burası başıboş bir ülke değildi ki!. Birçok namussuz başa geçmişti. İçinden söylediği “Namussuz” kelimesini acaba duyan oldu mu endişesiyle etrafına bakındı. Yakı¬nında pek kimse yoktu fakat yine de dikkatli olmalıyım di¬yerek kendisini tekrar ikaz etti.
Kelime-i tevhid, “La ilahe illallah”, “Allah'tan başka İlah yoktur, ancak Ailah vardır.”
Neydi bu cümle?
Neler anlatıyordu?
Neyi tasdik ettiriyor, neleri inkar ettiriyordu?
Bir duygu ve düşünceyi anlatan kelimeler topluluğuna cümle deniyordu. Peki kelime-i tevhidi ifade eden bu cüm¬le, günümüzde hiçbir şey düşündürmüyor, hiç bir şey an¬latmıyor muydu?
Oysa ki bu cümle, Resulü Ekrem(s.a.v.) döneminde tahtları, saraylan, köşkleri sarsıntıya uğratmış, yerle yeksan etmişti. Şimdi ise “Elhamdülillah müsiümanız” diyen insanları bile etkilemi¬yordu. Çünkü bu cümleye değişik anlamiar yüklenmiş, cümlenin gerçek anlamı ve etkisi kaybolmuştu. Kelime-i tevhide yabancı olan bu batıl anlamlan çıkarmak ve keli¬me-i tevhidin gerçek anlamını açıklamak ise hiç kolay de¬ğildi.
Camideki cemaatın durumunu tekrar gözden geçirdi. Kelime-i tevhidi açıklarsa, cemaatten itiraz edenler olacaktı. Çünkü kelime-i tevhidin gereği olarak, insanlara ilahhk taslayan bütün politikacıların, insanlara ilahhk taslayan bü¬tün İdeolojilerin, bütün sistemlerin, bütün devletlerin red¬dedilmesi gerekecekti.
Tevhid, sadece ve sadece Allah'a kulluk etmekti.
Hakim olarak, hüküm koyucu olarak sadece Allah'ı kabul etmekti. Allah'ın hükmüne rağmen hüküm koyan kişiler, hüküm koyan merciler varsa, Allah'ın hukukuna tecavüz ederek insanlara ilahhk taslayan bu kişilerin, bu mercilerin redde¬dilmesi gerekirdi.
Cemaati düşündü!. Hayli saf olan bu cemaat kendi¬sinden örnek ister “Allah'ın hükmüne rağmen hüküm ko¬yan bu namussuzlar kimdir?” diye soru da sorarlardı. Ol¬sun, sordukları zaman parmağıyla Ankara'yı gösterek “İşte oradakiler!.” derdi.
Hemen durdu..
“Çüüşş” dedi kendi kendine!. Farkında olmadan ne¬ler, ne tehlikeli düşünceler geçiriyordu içinden! Tıpkı genç müslümanlar gibi düşünmeye başlamıştı. Zaten o geçim derdini bilmeyen gençlere göre bu gerçeklerin anlatılması lazımdı. Nitekim bu konuda kendisine örnek olarak falan caminin imamı Ahmed hocayı gösteriyorlardı. Söylediklerine göre bu hoca, cemaate tevhid ve şirkle ilgili bütün gerçekleri anlatıyormuş. Hatta şikayet üzerine soruşturma¬ya gelen savcı bile, hocanın anlattıklarını dinledikten sonra müslüman olmuş.
Peki ama, kendisine gönderilecek olan savcının da müslüman olacağı ne malum!. Adam ya azılı kafirin biriyse, o zaman ne olacak?
Evet, bütün bunları dikkate almalıydı. Uzun yıllardır tevhid ve şirkten habersiz olan cemaat, bu gerçeklerle karşılaştık¬ları zaman şüphesiz şaşıracaklardı. Camide “Ey Allah'ım”, camiden çıkınca “Ey parti liderim, ey devletim” diyen bu vatandaşların çoğu itiraz edecekti anlatılan gerçeklere. “Saptırmış bu vaiz, diğer imamlar, diğer müftüler bunu bil¬miyor mu?” diyeceklerdi.
Ne diyecekti o zaman?
“Bu gerçekleri anlatmayan namussuzllar, dilsiz şey¬tanlardır” dese, bütün şeytanlar başına üşüşürdü!.
Ayrıca bu gerçekler, cemaati de dağıtırdı. Haftada bir kere cuma namazına gelerek cennetlik olduklarını zanneden bunca insan, cennetin böyle ucuz olmadığını anlayın¬ca camiye de gelmezlerdi. Hiç değilse haftada bir kere dolan bu camiler boş kalır ve miiiet, namazı, abdesti unuturdu. Hatta beş vakit camiye gelen hacılar ve emekli¬ler de gelmez olurlardı camiye. Milleti camide cemaatleştirmeye çalışanlar da kızarlar ve belki de kendisini, yahudiye hizmet etmekle suçlarlardı.
Sıkıntı ile iç geçirdi!.
Oysa ne güzel namazı, abdesti anlatıyordu. Uzun uzadıya taharetlenmekten bahsediyordu!.
Hiçbir mahzuru olmayan bu konulan rahat rahat an¬latabiliyordu. Ama iş tevhid ve şirkin anlatılmasına gelin¬ce, durum farklıydı. Çünkü kelime-i tevhidi ifade eden bu cümlenin altında çok manalar vardı. Bunlar anlatılmaya başlandığı zaman şirk ve müşrik kavramları da kendiliğin¬den gündeme gelecek ve işler o vakit daha da karışacaktı. Bilerek veya bilmeyerek Allah'tan başkasına kulluk edenler, tağuta isteyerek itaat edenler ateş püsküreceklerdi. Bazıları “Yahu bu adam bize resmen müşrik diyor” di¬yecekler, bazıları da “Yok yahu resmen değil, bu âdâm gayriresmi olarak konuşuyor, bu adam irticacı” diyerek yaygarayı basacaklardı.
Bir çoğu da “Bu adam gerçekten sapıtmış. Bize nasıl müşrik der? Kıldığımız namazı, tuttuğumuz orucu, gittiğimiz haccı görmüyor mu? Bizden daha ne İstiyor? Gidip namaz kılmayanlarla, Allah'ı inkar eden ateitslerle uğraşsa ya!. Biz tağuta kulluk yapıyormuşuk!. İftiraya bak.. Biz daha tağut kelimesinin ne olduğunu bilmiyoruz, değil ki ona kulluk yapalım.." diyeceklerdi. Kalbi yine sıkışmıştı!.
Geçirdiği iki kalp krizini hatırladı. O zaman ölmemişti ama birgün mutlaka ölecekti. Anlattıklarından ve anlatmayıp sakladıklarından, yani saklamak değil de, saklama-yıp anlatmadıklarından hesap verecekti. Kalbi daha fazla sıkıştı!.
“Hakkımda ne derlerse desinler, anlatacağım” dedi, Anlatması lazımdı. Çünkü bir insan sadece namaz kılmak¬la, sadece oruç tutmakla müslüman olmazdı, olamazdı. İs¬lam'ın ilk şartı, kelime-i tevhid idi. Kelime-i tevhidin mana¬sını ve gereğini bilmeden, bu gerçeği tasdik etmeden bir insanın müslüman olması mümkün değildi. O halde anlat¬malıydı, anlatmalıydı bu gerçekleri.
Evet, anlatacaktı! İster sapık desinler, ister bağırsmlar, is¬terlerse camiye hiç gelmesinler, anlatılması gereken gerçe¬ği anlatacak, hiç olmazsa üç-beş insanın kurtulmasına vesi¬le olacaktı.
Ammaa ya hükümete şikayet ederlerse?
Gerçi şikayet etmeleierine de gerek yoktu. Çünkü ca¬minin hopörlörü dışarıya da uzanıyordu.
“Ooo oooff” diyerek sakalsız yanağını kaşıdı.
Ne yapmalıydı?
Konuşması mutlaka faydalı olacaktı.. Cuma namazı¬na gelen gençleri düşündü. Temiz bir yaprak gibi olan bu gençlere, bu samimi gençlere mutlaka anlatılmalıydı. Kim-bilir belki cemaatten de bu konuları merak edenler vardı.
Ama sormuyorlardı ki!..
Bankadan alınan faizle ne yapılacağını, köprü ve ba¬raj senetlerinin gelirini soruyorlar, kelime-i tevhidin gerçek manasını sormuyorlardı!.
Muamelattan sormuyorlardı!.
Allah'ın dostuna dost, düşmanına düşman olmanın ne anlama geldiğini sormuyorlardı!.
Allah'ın dostunun ve düşmanının kim olduğunu sor¬muyorlardı!.
Allah'ın hükmüne rağmen hüküm koyanların kim ol¬duğunu sormuyorlardı!.
Gayriihtiyari içinden yükselen
“İyi ki sormuyorlar” ifadesinin, Rahmani mi yoksa nefsani mi olduğunu pek anlayamadı.
Camiye epey yaklaşmıştı.
Ticarethanesinin kapısını kapatarak cuma namazına gelmeye hazırlanan tüccar Arif bey kendisini görmüş, hür¬metle selamlamıştı. “Namussuz herif” dedi içinden. Yaptığı işin kılıflı tefecilik olduğunu söylese, kendisine bu hürmeti göstermezdi. Vitrindeki mobilyayı görünce, evini hatırladı. Evindeki yatak odası takımını, avizeleri ve diğer eşyaları düşündükçe keyiflendiğini hissetti. Evinde pek eksik yoktu. Karısı aklına gelince “Allah beni onsuz bırakmasın!” diye halisane bir duada bulundu. Becerikli karısının yaptığı çö¬rekleri, börekleri hatırlayınca sanki yeniden acıkmıştı.
Bugün de kalbura basma yapacaktı!.
Televizyon geldi aklına, cuma olduğuna göre ikinci kanalda sinema vardı. Kalbura basmayı filmi seyrederken yerdi.
Camiye varınca tüccar Arif beyin hediye ettiği saati¬ne baktı.
Cumaya beş vardı!.
Şimdiye kadar birçok kez, cuma namazına gelirken kelime-i tevhidi anlatmayı düşünmüş fakat cumaya beş kala bu düşündüklerinden vazgeçmişti!.
Vakit, yine cumaya beş vardı ve ne konuşacağını yine pek bilmiyordu. Kelime-i tevhidi, hapiste olan müslümanları, tüccar Arif beyi, yeni misafir odası takımını, avi¬zelerini, halılarını, karısını, kalbura basmayı ve televizyon¬daki fiimi tekrar düşündü.
Karar vermişti.
Daha erkendi!. Kelime-i tevhidin anlatılması için za¬man ve zemin müsait değildi. Bu düşünce sanki içini rahatlatmıştı. Zaman ve zemin müsait olsa elbette, elbette anlatırdı.
Hiç kimseden korkmadan kürsüye çıkar, tevhid ve şirkin ne olduğunu açık açık herkese anla¬tırdı. Çünkü biliyordu, biliyordu bütün bu gerçekleri. Sahi ya, o bu gerçekleri camilerde değil, kitaplarda Öğrenmiş¬ti. 0 halde bu meseleleri bilmek isteyenler de kitablardan öğrenebilirdi. Bu meseleler, böyle bir zamanda camilerde anlatılamazdı ki!
Hatta geçenlerde müftü efendi kendisine vaazda ne anlatacağını sormuş, o da şakadan, şaka olsun diye,
Vallahi şaka olsun diye, “Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, onlar kafirlerin ta kendileridir..” mealindeki Maide suresi 44. ayet-i kerimeyi cemaate açıklayacağını söylemişti!
Aman Ya Rabbi!.
Sen misin bunu diyen? Müftü öyle kızmış, öyle bağır¬mıştı ki, o zamandan bu yana değil bu ayet-i kerimeyi, Maide suresinden hiçbir ayet-i kerimeyi okumaya cesaret edememişti.
Müftü olacaktı sözde, şaka söylediğini nedense anlamamıştı!. Oysa bu gibi ayet-i kerimelerin açıkça anlatılmayacağını, geçim sorumluluğu taşıyan her din görevlisi bilirdi!.
Zaman ve zemin müsait olsa, tabi ki bu durum deği¬şebilirdi. Fakat şimdi müsait değildi. Bu gibi gerçekler, cemaat içinde fitne çıkarırdı!.
Cumaya beş kala yine fikrini değiştirmiş ve bu gibi tehlikeli konulan şimdilik anlatmayayım düşüncesiyle camiye girmişti!.
Caminin bahçesinden geçerken,bahçedeki yeni yeni tomurcuklanan ağaçlar dikkatini çekti. Evet, ağaçlardan ve ağaç dikmenin faziletinden bah¬sedebilirdi. Konuşma konusunu bulduğu için sevindi. Sık sık anlattığı bu konu için hazırlanmasına da gerek yoktu.
Büyük bir huzurla camiye girdi.Cemaatten birisinin hürmetle tuttuğu cübbesini giyerek, kürsüye oturdu. Bu kürsü oldum olası çok hoşuna gidiyordu. Cemaate göz gezdirdi ve kendisinden emin bir sesle konuşmaya başladı.
Müezzin vakit ezanını okurken, cemaat birbirini dürtüklüyor, uyuyanlar birer birer uyandırılıyordu..


MEHMED ALAGAŞTAN ALINTI
samimi isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 25. January 2010, 01:29 AM   #2
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Selamun Aleykum! Değerli Kardeşlerim!
Dinin saltanat ve siyaset aracı yapılmasının önündeki en büyük engel olan laiklik, Mehmed Alagaş kardeşimizce ustaca çarpıtılarak nasıl da verilmiş? İlginç...

Yaşar Nuri Öztürk Kardeşimizin iki yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum.

Laiklik konusunun sadedi nedir?


Sadedi şudur:

Din ve dine fatura edilen kutsallar iktidar erkinin arkasına konmayacak.

Yönetim erkinin arkasına kutsalı koyduğunuz anda yolunuz teokrasiye, despotizme ve engizisyona çıkar.

Bunun istisnası ve tedbiri yok. Olmamıştır, olamaz. Böyle bir istisna, böyle bir tedbir eşyanın tabiatına aykırıdır.

Meseleyi, İslam içine çekersek şöyle diyeceğiz:

Laiklik, dine Arap Emevı hanedanının yaptığını yapmamanın garantisidir, güvencesidir.

Peki,o nedir?

İşte, bu ülke onu anladığı zaman mesele çözülecek, herkes rahat edecek...

Hiç kimse kitlenin yönetimini, ülkenin yönetimini, dinine, mezhebine uyarlamayacak. Yani iktidar erkinin arkasına dini koymayacaksınız. Zaten bu yolu bizzat Kur'an kapatmıştır.

İktidar erkinin arkasına dini koymak ne demektir?

Allah adına birinin veya bir kadronun kitleyi yönetmesi demektir. Kur'an bunu kapatmış, bu devri bitirmiş. Nasıl bitirmiş? Onu da bilmiyor bu millet.

Ama bu millet şunu biliyor:

Son Peygamber, bizim peygamberimizdir.

Niye Son Peygamber bizim peygamberimizdir, hiç düşündünüz mü? Cenabı Hak, neden peygamberliği Hz. Muhammed’le bitirdi? Adam bulmakta zorluk mu çekti? Öyle bir şey mi var? Bin beş yüz, iki bin, üç bin yıl önce adam vardı da, şimdi yok mu? Niye bitirdi? Birkaç hikmeti var. Bir tanesi de şu:

Artık, Allah adına insanları yönetecek kişiler devri bitti. Kur’an bunu bitiriyor. Çünkü böyle bir sıfat olsa olsa peygamber unvanı taşıyan bir insanın olur. Kaldı ki, Kur'an o peygambere bile, kitleyi devlet başkanı veya yönetici sıfatıyla yönetmeye kalktığı anda hemen sosyal mukavele (bey’at) ve şûra emri veriyor. Onlarla mukavele yap ve şûrayı, yani karşılıklı denetimi işleterek öyle yönet diyor.

Peygamberliğin bittiğini ilan edip teokrasi devrini kapatan Kur’an onun yerine şunu koymuştur: Hâkimiyet erkinin, yönetim erkinin arkasına kitlenin iradesi oturacak.

Mutlak hâkim Allah'tır.

Tamam, ama o sosyolojikhukuksal bir kavram değil, ontolojik bir kavramdır.

Egemenlik Tanrı’nındır sözünün anlamı teokrasi değil. Bu işleri bilmeyen bunu teokrasi diye yutturuyorlar.

Mutlak hâkim olan Cenabı Hak kendine iman etmiş olanlara şöyle diyor:

“Kitle, yönetimde, kaderi konusunda söz sahibi olsun!”

İşte şûra ve bey'at ilkesi bu emrin yerine getirilişini gösteriyor.

Siyasal İslam denen, esasında ise İslam’ın başının en büyük derdi olan saltanat dinciliği “Söz Allah'ındır, hüküm Allah'ındır!” diyerek ortaya fırlıyor. Dediği, ilke olarak doğrudur. Ama onun Kur’ansal pencereden açıklanması gerekir. Onu yapmıyor. Sözü söylüyor, açıklama işini, Arap Emevî saltanatçılarının yaptığı gibi yapıyor.

Bu Emevî siyasetçileri için Hz. Ali'nin kullandığı bir söz var ki, bugün, Allah ile aldatan siyaset dinciliğinin de ciğer röntgenini vermektedir. Şöyle diyor Emevî dincileri için Hz. Ali:

“Hak bir sözü (Kur’an’ı), bâtılı murat ederek kullanıyorlar.”

Siyasal İslamcıların bugün yaptıkları da budur.

Peygamberlik bitmemiş, Kur’an bey’at ve şûra emri getirmemiş, ilk Müslüman devlet başkanları seçimle iş başına gelmemiş gibi, İslam’ı bir hanedanlık ve padişahlık ideolojisi halinde tanıtıp buna din diyenler ve bu sahte dini geçerli kılmak için de laiklik düşmanlığı yapanlar var.

Bunlar Müslümanı geri götürmek, Cahiliye devrine döndürmek, Kur’an’ın yıktığı örflerin zindanına tıkmak istiyorlar.

Niçin?

Kendi çıkarları için.

Kendilerini Allah’ın vekili yerine koydurup kitleyi egemenlikleri altında tutmak için.

Laikliğe iki koldan saldırı

Laikliğe iki koldan saldırı düzenlenmiştir: Bir yandan din adına, bir yandan demokrasi adına...

Birinci kulvardakiler bağırıyor:

"Kâfir laiklik, kâfir 'Kemalizm dini', Allah'ın dinini eziyor, onun yerine geçiyor; dinimiz elden gidiyor, ayağa kalkalım!"

Batı, bu kulvardakileri, "Bu yolda devam edin, kurtuluşunuz buradadır, işte cihat budur" diye sürekli teşvik ve tahrik ediyor, destekliyor. Böylece bir taşla iki kuş vuruyor:
Hem nefret ettiği İslam'a yüz akı olacak yöntemi etkisiz kılıyor hem de Türkiye'yi zayıflatıyor.

İkinci kulvardakiler seslerini şöyle yükseltiyor:
"Biz dinle-diyanetle ilgili olmasak da çağdaş, demokrat, insan haklarına saygılı kişileriz. Bu dinci kesimin demokratik hak ve özgürlükleri laiklik adı altında 'laikçilik' yapılarak çiğneniyor. Allah ile aldatan bu dincilere destek olalım, ikinci bir cumhuriyet kuralım; tam özgürlük, tam demokrasi gerçekleşsin!"
Hıristiyan Batı stratejileri bu yıkım seslerinin ikisine de destek veriyor. Genelde tüm Batı, özel olarak da Avrupa, onlarca vakıf, dernek ve enstitü ile bu stratejiyi hedefine vardırmak için çalışan topluluklar manzarası arz etmektedir.

Batı'da bu işin fikir ve bilim öncüleri, bir grup oryantalist akademisyendir. En dikkat çekici isimler, Türkiye Cumhuriyeti'ne saldırmayı temel uğraş yapan Alman oryantalist Udo Steinbach ve ekibi ile Amerikalı stratejist Huntington ve fikirdaşlarıdır.

Huntington'ın Türkiye'yi horlayan, Batı'dan dışlanmasını isteyen, Atatürk ve Cumhuriyet'e dil uzatan yaklaşımlarını onun dinler arası kavga ve çekişmenin bu yüzyılda öncü kitabı sayılan 'The Clash of Civilizations' adlı eserinden dikkatlice okumak gerekir.

Udo Steinbach ve ekoldaşları (Gisela Kraft, Peter Heine, Martin Beck, Gunter Seufert, Renate Kreile, Reiner Albert, Hartmet Dreier, Guido Kraemer, Gustav Adolf Sonnenhol, Rita Breuer, Michael Lüders, Şerif Mardin, Sabri Sayarı, Fikri Adanır...) ise Türkiye'deki tüm Marksist ve dinci bölücülerce kullanılan Cumhuriyet ve Atatürk aleyhtarı slogan ve söylemlerin yaratıcısı durumundadır.

Bu gerçek, Almanca basın ve literatürü izleyen araştırıcılarca belirlenmiş bulunuyor.
Steinbach kadrosunun, Türkiye içi yıkım ekipleri tarafından sık sık kullanılan sloganlarının önde gelenleri şunlardır:
"Mustafa Kemal Atatürk, hilafeti kaldırarak İslam'a öldürücü bir darbe vurdu."

Sormak gerekir:
"Hilafet İslam'ın lehine idiyse sizin aleyhinize demektir; o halde aleyhinize olacak bir kuruma neden böylesine destek veriyorsunuz?"

Bir başkası şöyle tahrik ediyor:
"Kemalizm'le birlikte Tanrı kaybolup gitmiş; zira ona ne zaman bırakmışlar, ne de vesile

Biz de şunu sormalıyız:
"Siz Tanrı'ya çok mu vesile ve zaman bıraktınız? Neden gidip kendi evinizin önünü temizlemiyorsunuz?"
Kıyafet ve şekli neredeyse ilahlaştıran saf ve duygusal kitleyi çıldırtabilecek şu kışkırtmaya bakın:
"Kadınlar, Kemalizm sayesinde en üst görevlere gelebilmişler, doktor, milletvekili, profesör olabilmişlerdir. Fakat bunun ağır bir bedeli olmuştur: Erkek gibi giyinmek..." (Günter Seufert)

Bu sözü okuyanlar, Avrupalı hanımların pantolon asla giymediklerini, hatta çarşafla dolaştıklarını sanabilir. Ayrıca, bu sözden anlaşılır ki bir Müslüman için çarşaflı dolaşmak, doktor veya mühendis olmaktan çok daha önemlidir. Ve bu hükmü, Hıristiyan bir oryantalist vermektedir...

Kendi ülkelerinde çocuklarını dokuz-on yıl temel eğitime tâbi tutmakta, Türkiye'nin ise, uzun bir gecikmeden sonra başlattığı 8 yıllık temel eğitime saldırmaktalar. Peki, bu eğitim iyi ise neden ‘dostlarınız’ olan Türklere reva görmüyorsunuz? Kötü ise neden siz uyguluyorsunuz?

Mesele, iyi-kötü meselesi değil, 8 yıllık eğitimi, dini baltalayan bir gelişme olarak göstermek suretiyle siyaset dinciliğinin sırtını sıvazlamak, kavgayı kızıştırmak.

Bir Batılı aydın, Müslüman bir ülkedeki 8 yıllık temel eğitime geçiş gibi bir gelişmeden acaba neden ve niçin rahatsızlık duyar? Her halde Türkleri sevdiği için değil.

'Militan ateist Kemalizm' sloganının mucidi de bu ekolün mensuplarıdır.

Katolik Guido Kraemer'in şu bölücülük sloganına bakın:
"Türkler ya Müslümandır, ya da Kemalist-laik."

Bir bölücü slogan da Michael Lüders'ten:
"Türk halkının dinsel kesimleriyle Kemalist-laik seçkinler arasındaki uçurum giderek büyümektedir."
Siz de bundan ölesiye bir mutluluk duymaktasınız, değil mi?

Protestan Hartmet Dreier tahrip olayına şu provokasyonla katılıyor:
"Laiklik dinsizliktir."

Bu tespiti esas alarak tüm Batılıların dinsiz olduğunu söyleme hakkını elde etmiş olabileceğiz.
Gustav Adolf Sonnenhol'e göre, Türkiye'de 'Kemalist eğitim diktatörlüğü' vardır. Ve Peter Heine göre, bu diktatörlük, "son derece sert resmi dayatmalarla, manevi ihtiyaçların İslam kanalıyla açıktan tatminini imkânsız kılmıştır."

Aynı oryantaliste göre, "Türban, namuslu kadının sembolüdür."
Sormak gerekiyor:
Türbansız baş namussuzluğun sembolü ise türban takmayan Batılı ve Doğulu kadınlar namussuz mu?
Örneğin, türban takmayan Alman kadınları namussuz mu?


Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
kamer (25. January 2010), snobyx (28. January 2010)
Alt 27. January 2010, 09:00 PM   #3
samimi
Yeni Üye
 
Üyelik tarihi: Jan 2010
Mesajlar: 20
Tesekkür: 1
7 Mesajina 13 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 0
samimi has much to be proud ofsamimi has much to be proud ofsamimi has much to be proud ofsamimi has much to be proud ofsamimi has much to be proud ofsamimi has much to be proud ofsamimi has much to be proud ofsamimi has much to be proud of
Standart

LÂİKLİK BUDA BİR BAŞKA YAZARIN GÖRÜŞÜ

Dünyevî talebi bulunmayan, yani şeriatini hâkim kılmak, şeriatine uygun hukuk, iktisat, ahlâk, devlet, sosyal hayat, toplumlararası ya da devletlerarası ilişkileri bulunan bir sistemi hâkim kılmak ve bunu insanlığın istifadesine sunmak talebi, gayreti, cehd ve cihâdı olmayan bir İslâm, yani tevhidi Allah'ı bir tanımaya indirgemiş ve diğer yönleriyle içi tümüyle boşaltılmış, hıristiyanvari bir kimliğe büründürülmüş; dünyayı Sezarlara, tiranlara, tâğutlara, lâiklere, demokratlara terk etmiş bir İslâm anlayışı, teori olarak topluma kabul ettirilmekte ve pratikte gerçek dinin hâkim olmasına müsaade edilmemektedir. Câmileri kiliseye, Diyânet memuru imamları papaza, hayata bakışı hıristiyanlığa benzetilen bir din... Böyle bir İslâm, Allah'ın dini olan İslâm değildir. Böyle bir İslâm'ın Allah'ın Rasûlüne gönderdiği ve sahih olarak bize kadar nakledilerek gelmiş İslâm'la ilgisi yoktur. Böyle bir İslâm'ın, adından başka İslâm'la en ufak bir ilgisi bulunamaz. Ancak, "her türlü sapıklık ve saptırmaya rağmen, Allah'ın Dini'ni doğru olarak anlayan ve doğru şekilde ortaya koyan bir kesimin kıyâmete kadar varlığını sürdüreceğini, onlara muhâlefet edenlerin, hak yol üzere bulunan bu kesime asla zarar vermeyeceğini" müjdelemektedir Yüce Peygamberimiz. Allah'tan, bu hayırlı zümreyi her geçen gün güçlü kılmasını ve bizleri bunlardan eylemesini niyaz ederiz.
Hıristiyanlık, Bizansın resmî dini haline gelip devlet dini haline dönüşünce, Hz. İsa hakkında uydurulan ve tahrif edilmiş İncil'e geçirilen: "Sezar'ın hakkını Sezar'a, Tanrının hakkını da Tanrıya veriniz" cümlesinde ifadesini bulan anlayış, insanı iki efendili ve iki efendisinin de buyruklarını yerine getirmek zorunda bulunan, efendilerinin buyrukları çatıştığında duruma göre birisini tercih etmek gibi oldukça zor ve hatta riyâkârca ya da ciddiyetsizce tutumlara mahkûm eden bir hal almıştı. Tevhidden teslise, adâletten zulme dönen Kilisenin tahakküm ve saltanatı giderek güçlenmişti. İşte Kiliseye karşı, Kilisenin zulüm ve zorbalığına karşı ayaklanan insanların tavırları lâiklikle izah edilmeye başlandı.
Uzun tarihî süreç ve her türlü olumsuz gelişmenin sonucu olarak; insanın hayatın her alanında ve tüm ilişkilerinde dini dışlamayı ve dini yalnızca vicdana hapsederek o çerçeve içerisinde kalması şartıyla dine saygılı olduğunu ifade etmek erdemliliğini (!) esirgemeyecek hale gelmiştir. İşte "lâiklik" denilen şey budur.
"Lâik" (laic), din adamları sınıfı dışında kalan; "lâiklik" de, dinin ya da din adamları sınıfının devletteki nüfuz ve etkinliğini uzaklaştırmayı esas alan siyasal düzen demektir. İlk anda lâiklik, yalnızca siyasal boyutu olan bir yaklaşım olarak görülüyorsa da, herhangi bir düzen ve sistemin tek boyutlu olarak pratikte var olmasına, varlığını sürdürmesine imkân yoktur. İnsan, ruh ve bedeniyle, düşünce ve duygularıyla, yapıp ettikleriyle, zaaf ve meziyetleriyle, iç dünyası ve bu dünyasının kâinat ile olan ilişkileriyle, fert olarak ahlâkî, siyasî, fikrî ve amelî bütün ilişki ve yaklaşımlarıyla, ruhu ve kalbiyle, aklı ve vicdanıyla bir bütündür. Bu bütünün, hikmeti sonsuz Yaratıcımız'ın takdiri gereği kendi arasında muazzam bir dengesi, bir âhengi vardır.
İnsanın güç ve imkânlarının değişik alanlar olarak görülüp farklı mekân, makam ve güçler arasında paylaştırılması, insanın görünmeyen keskin bir kılıçla biçilmesi, bölünmesi anlamına gelir; insandaki tevhidi bozar. Bununla birlikte böyle bir bölünmenin sonsuza kadar bu şekilde kalmasına imkân görünmemektedir. Yani böyle bölük pörçük bir hayat ve böyle bir anlayış fıtrî değildir. Lâiklik, tezine uygun olarak dinin siyaset alanından uzaklaştırılmasının akabinde, insanın eğitiminde, ahlâkî ve siyasî ilişkilerinde, bunları düzenleyen hukukunda, kâinat ve hayat yorumunda, bilime yaklaşımda, sanatsal ve edebî yorumlarında... da ister istemez kendisini gösterecektir. Yani, bütün bu ilişkiler ve ilişkilerin dayandığı her türlü kurum da zorunlu olarak temel alınan bu siyasal teze uygun şekil alacaktır.
Çünkü insanın bir bölümünü dünyevî saltanat ve siyasal otoritenin simgesi demek olan "Sezar"a teslim ederken; bunun dışında kalanını -artık ne kalıyorsa- Tanrıya teslim edip bu diğer bölümünün ilişkilerini onun buyruklarına göre düzenlemeye kalkışmasının imkânı yoktur. İnsan, bütünüyle ve her türlü ilişkisiyle, tek bir otoriteye teslim olmak zorundadır. Bunu ister açıkça ifade etsin, isterse de etmesin; ister durumun böyle olduğunun farkında olsun, isterse de olmasın, değişen bir şey olmaz. Yani "insanın içinde iki ayrı kalp olmadığı" (33/Ahzâb, 4) gibi, onun hayatında da iki efendiye, iki zıt otoriteye yer yoktur. İnsanın fiilen böyle bir kaos yaşamaya tahammülü olmadığından, pratikte de buna imkân olmadığından dolayı, dinin hayatın herhangi bir alanından uzaklaştırılmaya çalışılması, zamanla dinin hayatta en ufak bir fonksiyon icrâ etmemesi sonucuna kadar varmıştır. Hıristiyanlığın tarihi, bu iddianın tartışılmaz bir delili olduğu gibi, günümüz "İslâm dünyası" adı verilen ülkelerin durumu da bunun açık bir delilini teşkil etmektedir. Şöyle ki: Bu dünyada yer alan ülkelerin büyük bir çoğunluğunda lâik uygulamalar söz konusudur. Bunun resmiyette böyle olup olmaması, esas itibarıyla pratikte ciddî farklılıklar ortaya çıkarmamaktadır. Bu lâik uygulamaların söz konusu olduğu ülkelerde yaşayan insanların önemli bir bölümü, egemen düzeni ve uygulamalarını, onun benimsediği ve telkin ettiği dünya ve hayat görüşünü kabul edip onaylamakta, buna bağlı olarak, dinin emir ve hükümlerini umursamayan bir hayat sürdürmektedir.
Bunlardan ayrı olarak, kendilerine dayatılan bu düzeni hiçbir şekilde benimsemeyen, kendi irâde ve istekleriyle düzenin hiçbir kural ve hükmünü yerine getirmemeye çalışan, içten gelen bir istekle itaat etmeyen ve boyun eğmeyen, aslı itibarıyla düzen karşıtı ya da muhâlifi büyük kitleler vardır. Bu kitleler, şu ya da bu şekilde lâikliği reddeden söylemlerini herhangi bir şekilde ifade etmeye kalkıştıkları takdirde egemen düzenin yasal olsun olmasın her türlü engellemesine, zulüm ve terörüne, cezalandırmalarına, komplolarına, işkence ve her çeşit zulümlerine -kurulu düzeni korumak ve lâikliğin elden gitmemesi adına- mâruz bırakılmak-tadırlar. Kısacası, bu ülkelerde egemen düzenlerin baskı ve terörü altında yaşayan müslümanlar, pratiklerinde din ve dünya işlerini ayrı ayrı ele alıp değerlendirmemektedirler. Çünkü buna imkân yoktur. Devletler ve yönetimler de yalnızca devlet yönetimini dinin müdâhalesi dışında bırakmakla yetinmemekte, aksine, yeri geldikçe, gerek gördükçe dine müdâhale etmekte, dini kontrol altına almaya, yönlendirmeye çalışmaktadırlar.
Lâikliği temel alarak, şöyle bir itiraz ileri sürülebilir: "Lâiklik zaten insanların ferdî hayatlarına karışmamaktadır. Lâiklik denilen şey, yalnızca dinin siyasal alandan uzaklaştırılmasını hedef alır. Dolayısıyla ferdî planda kişinin dinin esaslarına riâyet etmesi ile etmemesi arasında lâiklik açısından bir fark bulunmamaktadır." Bu itiraza cevap şudur: Zaten lâikliğin çıkmazı ve bütün lâik ve beşerî düzenlerin göz önünde bulunduramadığı, dikkatten uzak tuttuğu nokta budur. İnsan her şeyiyle hatta insan ve evren birlikte âhenkli bir bütün teşkil etmektedir. Siz bu bütünü ayırıp farklı otoritelerin emrine vermeye kalkışacak olursanız, ayrılmaması gerekeni ayırmış, bölünmemesi gerekeni bölmüş olursunuz. Üstelik bu bölme ve ayırmanın pratikte gerçekleştirilmesinin imkânı yoktur. Ya sizin bu ayırmanız fıtrata ve eşyanın tabiatına aykırı olduğu için havada, temelsiz bir iddia olarak kalacaktır, ya da pratikte ortaya çıkan durum ile iddia arasında bir tutarsızlık olacaktır. Söz konusu tutarsızlık ise, fiilî durumun kastı aşması, hatta onu geride bırakması şeklinde ortaya çıkar. Lâik tezin uygulaması siyasal alanı aşarak eğitim alanına, hukukî, iktisadî, ahlâkî alana da taşacak, insan, hayat ve kâinat yorumunu, sanat ve estetik anlayışını, yönelişlerini belirlemeye kalkışacaktır.
O halde lâikliğin yalnızca siyasal bir çerçeve ve boyutunun bulunduğunu ileri sürmek, eğer bir kandırmaca değilse, asılsız bir iddiadan öte değildir. Sözün burasında ister istemez şunu da hatırlıyoruz: Lâiklik, esas itibarıyla; din, akîde, düzen ve sosyal hayatın tümüyle Allah'tan alınması tezini teklif ve emreden İslâm'ın tam karşısında yer almaktadır. Lâiklik, Allah'tan başka varlıkların ulûhiyetini esas alan bir anlayış ve bir sistem olduğu halde; lâikliğin dinsizlik anlamına gelemeyeceğini söyleyerek, hem lâikliğin anlamını kaydıran, hem de işin içyüzünü bilmeyenlere sevdiren yaklaşımlar ve yorumlarla asıl lâikliğin İslâm'da olduğunu ileri süren ve bunun için birtakım âyetleri hiç de ilgisi olmadığı halde delil diye gösterenler İslâm'ı saptırmakta, Hak Din'i tâğutî düzene koltuk değneği yapmaktadır. Bu iki zıddın birleşebileceğini, bir kimsenin hem lâik hem de müslüman olabileceğini iddia eden bazıları da müslümanları kendi siyasî yaklaşım ve emelleri doğrultusunda yönlendirmeye gayret etmekte, yani kurulu düzenin İslâm'la çatışan bir düzen olduğunun fark edilmemesini sağlamaya çalışmaktadır.
Lâiklik, esas itibarıyla şeytana ibâdetin genel adıdır. İslâm'ın ya da Allah'a ibâdet yolunun tam karşıtı ve İslâm dışı bütün beşerî sistemlerin ortak bir adıdır. İslâm dini dışında kalan ve Allah tarafından asla kabul edilmeyecek olan bâtıl dinlerin bir diğer ünvanıdır. Bu bakış açısıyla konuya baktığımızda, lâik düşüncenin kendisinin karşıtı olarak kabul ettiği ve din adamları sınıfının ya da bir hükümdarın yönetimi altındaki insanların, Allah'ın indirdiği şeriat dışında, kendi hevâsını tanrının irâdesi olarak telkin eden, kabul ettiren ve dayatan sistem olan "teokrasi" de bâtıl bir dindir ve sonuç itibarıyla şeytana ibâdetin birçok türünden bir çeşittir. Bu bakımdan teokrasi de Kur'ân-ı Kerim gözüyle lâiklikle ve diğer bütün bâtıl din ve rejimlerle aynı kefededir. Teokrasi, kendini ilâh sayan veya tanrıların temsilcisi olarak görenlerin idaresidir. Meselâ Firavunların idaresi, teokrasidir. Lâiklik, teokrasiye alternatif olarak ortaya çıkmış olsa da, aslında her ikisi de temelde aynı kaynağa, insanı tanrılaştırmaya dayanmaktadır.
Kur'ân, inanılan düzenin pratiğe yansımasını "ibâdet" diye adlandırmakta ve ibâdetin de ya Yüce Allah'a ya da O'ndan başka kime yapılırsa yapılsın, sonuçta şeytana yapılmış olacağını gayet açık ve en ufak bir te'vile yer bırakmayacak şekilde ifade etmektedir. Cennetlikler cennete, günahkârlar da cehenneme girdikten sonra Yüce Allah, cehennemliklere azarlayıcı bir üslûpla şu şekilde hitap edeceğini bildirmektedir: "Ey Âdemoğulları, Ben size; 'şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır, yalnız Bana ibâdet edin; işte dosdoğru yol budur' diye açıklamamış mıydım?" (36/Yâsin, 60-61) Lâiklik de, diğer beşerî rejimler gibi şeytana ibâdet yollarından bir yoldur. Müslüman ise, "dini yalnızca Allah'a hâlis kılmakla ve yalnızca Allah'a ibâdet etmekle" (98/Beyyine; 5, 39/Zümer, 2-5) yükümlüdür.
Günümüzdeki lâiklerle Mekke devrindeki câhiliyye mensubu insanlar arasında temelde pek bir fark yoktur. Çağdaş lâikler, 14 asır önceki müşriklerin halefleridir. "Onlara: 'Allah'ın indirdiğine ve Rasûlüne gelin' denildiğinde onlar: 'Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter' derler. Ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yolda gitmeyen kimseler idiyseler de mi?" (5/Mâide, 104) Görüldüğü gibi, tavır ve yaklaşımlar arasında, günümüzdeki atalar ile câhiliyye Araplarının atalarının izini takip etme anlayışında fark yok. Değişen yalnızca yasaların konusu olan objeler ile bu yasaların konuluş şekli. Câhiliyye dönemi müşrikleri bir ya da birkaç kişiden ibaret olan atalarının izinden gitmekte ısrarlı olduklarını belirtirlerken, çağdaş câhilî lâikler ise, yasamalarının alanını alabildiğine geniş tutmaktadırlar. Zaman zaman atalarının yolunun izlenmesinin gerektiğinden söz etseler bile, halk irâdesinden, demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, hukuk devletinden, parlamenter sistemden... dem vurmayı ihmal etmezler.
Hayat ve inanç düzeni bir bütündür. İnanç düzenini vicdana hapsedip bırakmanın imkânı yoktur. İnanç elbette hayatı da düzenleme safhasına er ya da geç mutlaka geçer. İnsanların fert ve toplum olarak inançlarıyla bağdaşmayan bir hayat sürdürmelerine imkân yoktur. İnsan, ya inandığı gibi yaşayacak veya yaşadığı gibi inanacaktır; üçüncü bir yol yoktur. Bu, böyle olduğu gibi, hayatın belirli alanlarını belirli güçlerin emirlerine terk etmemiz ve bunun âhenkli bir şekilde sürüp gitmesini beklememiz mantıkla da bağdaşmaz. Fıtrata aykırı bir beklentidir bu. Nasıl ki kâinatta Allah'tan başka bir ilâh bulunsaydı, göklerin ve yerin düzeni bozulacaktı, ya da bu ilâhlar birbirlerine gâlip gelmeye çalışacaktı. (23/Mü'minûn, 91; 21/Enbiyâ, 22) Aynı şekilde insan, hayatını da Sezar ile Tanrı arasında paylaştırmaya kalkışıp birisine dünyayı, öbürüne dini teslim etmeye, birisini vicdana ve câminin dört duvarı arasına hapsetmeye kalkışırken; diğerine de bütün alanlarıyla, hatta hayat ve kâinat yorumları, dünya görüşleriyle birlikte dünya hayatını verecek olursa, hiçbir şey yerli yerinde kalmaz, kalamaz.
Kimi zaman vicdanî kanaat ve câmide ortaya çıkan Allah'ın hâkimiyeti, o mü'minler tarafından hayatın her alanında aynı şekilde hâkim kılınmak istenecektir. Çünkü inancı ve dört duvar arasında yaptığı ibâdeti ona bunu emretmektedir. O, câmide ibâdet ettiği Allah'a aynı şekilde câmi dışında da itaat etmek zorunda olduğunu, bütün beşerî otoriteleri redetmekle yükümlü olduğunu, namazından, câmiden, kalbindeki vicdanî kanaatinden ya da imanından, Kur'ân'ından, mutlak doğru söylediğine ve doğruyu getirdiğine iman ettiği peygamberinden öğrenmektedir. Kimi zaman da Sezar'ın ifadesi olan devlet, kendisi için belirlenen alanla ister istemez yetinmeyecek, vicdanî kanaat ve ibâdetlerin kendisi açısından tehlike arzeden bir hale geldiğini sezerek mantığına uygun müdâhalelerde, hatta çeşitli engellemelerde bulunacaktır. Ayrıca, kendi anlayış ve kanaatlerine uygun olarak kurumlarını şekillendirecek, bu kurumlarda irâdesine aykırı herhangi bir uygulama olmamasına, eğitim sisteminden ve hatta emrindeki câmi görevlilerinden kendi lâik anlayışına ters insanlar yetişmemesine de dikkat edecektir. Yani Sezar, Sezarlığının herhangi bir şekilde tehlikeye düşmemesi, sonunu hazırlayacak herhangi bir gelişmenin olmaması için elinden gelen her türlü tedbire başvurmayı ihmal etmeyecektir. Toplumun lâikliğe ters bir şekilde örgütlenmesine, yapılanmasına fırsat tanımadığı gibi, fertlerin de egemen lâik düzeni her şeyiyle benimseyen kişiler olarak yetişmesini sağlamaya çalışacaktır.
Bütün bunların anlamı şudur: İnsanlar kendi irâdeleriyle inançlarını seçme imkânına erişemeyeceklerdir. Kendilerine dayatılan düzeni seçmekten başka ciddî bir alternatife sahip olmayacaklardır. Bu ise, lâik düzenlerin dillerinden düşürmedikleri "fikir ve inanç özgürlüğü"nün, temeli olmayan, pratikte varlığından söz edilemeyen salt bir iddiadan ibaret olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim, lâik düzenlerin yakın ve uzak geçmişteki uygulamaları ile halihazırdaki lâik sistemlerin tümünün Müslüman-lara, inandığı gibi yaşamak isteyenlere yaptıkları uygulamalar, baskılar, bütün boyutlarıyla açık ve gizli devlet terörü bunun açık bir göstergesidir. İnsanın kalbinde, kafasında yer eden inanç ile yaşadığı hayat arasında mutlaka bir uyum sağlamak ve bunun arayışı içerisinde olmak, insan olmanın bir gereğidir. Lâikliğin Sezar ve Tanrı ikilemi, fıtrata ve eşyanın tabiatına aykırıdır. O nedenle insanı böyle bir ikilemle karşı karşıya bırakmak, insanın insanlığına zulümdür. Âdil olan, insanın Kur'ân-ı Kerim'in açıkça ifade ettiği şekilde, iman ve küfürden istediği birisini tercih edebilecek hür bir ortamda bulunmasıdır, bunun sağlanmasıdır. İşte "dinde zorlama yoktur" hükmünün anlamı budur. Zaten bu ifadenin akabinde, "artık, doğru yol ile eğri yol birbirinden açık seçik bir şekilde ayırdedilecek hale gelmiştir." (2/Bakara, 256) diye buyurulması da net bir şekilde bunu ifade etmektedir.
Hükmetmek hakkı Yaratanındır. Her şeyin yaratıcısı olan Allah, aynı zamanda yarattığı her şeyin varlığını sürdürmesi için gerekli kanunları da koymuş bulunmaktadır. İnsanlar ve cinler gibi mükellef yaratıkların dışında kalan bütün varlıklar, Allah'ın kendileri için belirlemiş olduğu yasalara ister istemez uymakta, Allah'ın kendileri için belirlemiş olduğu bu değişmez kanunların (sünnetullahın) dışına hiçbir şekilde çıkmamaktadır. İnsan ise, zaman zaman Allah'ın kendisi için tayin ettiği ve irâdesini ona uymak doğrultusunda kullanmasını, tercih etmesini istediği şeriatinin dışına çıkmakta, şeriati hayatının her şeyini belirleyici ve yönlendiricisi bir düstur kılmayı kabul etmemektedir. Böylelikle insan, başka birtakım mercilerin yasalarını, teşrîlerini kabul etmektedir. Kur'an, hukuk belirleme konumunda başka birtakım varlıkların kabul edilmesini, o varlıkları Allah'a şirk koşmak olarak değerlendirmektedir.
Lâik yaklaşımın tek kusuru ve biricik musîbeti, din adamları sınıfı dışında kalanların Allah'ın şeriatine rağmen değer, yargı ve yasalar koymalarından ibaret değildir. Lâik yaklaşım, zihniyet ve yöntem-lerin, yaklaşım ve uygulamaların bir diğer musîbeti ve sakıncası, siyasetin dışında bırakıldıkları kabul edilen din adamları sınıfının da şu veya bu şekilde değer, yargı ve yasalar koymaya kalkışmaları-dır. Lâik ülkelerdeki din görevlilerinin devlet memuru olması, maaşlarını ve emirlerini Sezarlardan alması, lâikliğin din-devlet ayrımı iddiasında da samimi olmadığını göstermektedir. Dinin devlete ve hatta sosyal hayata hâkim olmamasına aşırı titizlik gösteren lâik rejimler, dini devletin emrine ve yönlendirmesine vermekte sakınca görmemekteler. Bu yüzden lâik devletlerde lâik bir din, devlet dini ortaya çıkmakta, İslâm dışı ilkelerle uyuşan, ilâhî alanları son derece sınırlanmış, kuşa çevrilip tahrif edilmiş bir din ortaya çıkarılmaktadır. Deve kuşu misali, din özgürlüğü konusunda lâiklik hatırlanırken; devletin dine müdâhale etmemesi konusunda ise, helvadan putları olan lâiklik, lâik rejimler tarafından yenilip yutuluvermektedir. Nasıl putperest düzenlerde put adına konuşan mâbet hizmetkârları, kâhinler ya da büyücüler, put adına tasarruflarda bulunuyor, çeşitli yasalar, yargı ve değerler vaz ediyor idilerse, lâik sistemlerin din adamları sınıfı da aynı tasarruflarda bulunabilmekte, temsil ettiklerini iddia ettikleri dinin aslî mesajı ile bağdaşmayan hükümleri, kendi hevâ ve arzularına göre, inananlarına "din" diye takdim edebilmektedirler.
Kur'an, din adamlarının yaptıkları bu işin, dini red edenlerin yaptıkları işe mâhiyet itibarıyla uygunluğunu esas alarak, bunu da Allah'ın şeriatine rağmen teşrî diye nitelendirmekte, bu eylemde bulunmayı rablik iddiası, bu eylemleri meşrû kabul etmeyi de din adamlarını rabb kabul etme olarak değerlendirmektedir. "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Halbuki tek bir ilah'tan başkasına ibâdet etmekle emrolunmamışlardı..." (9/Tevbe, 31)
Haham ve râhiplerini nasıl rabler edindiler? Onları rabb edinmeleri sonucunda onlara ibâdet şekillerinden herhangi birisiyle ibâdet etmedikleri muhakkaktı. Çünkü herkesin de bildiği gibi, yahûdiler de hıristiyanlar da din adamlarının önünde secdeye kapanmıyorlardı. İşte Adiy bin Hâtem-i Tâî (r.a) böyle bir şey bilmediğini söyleyince, Hz. Peygamber: "Allah'ın hükümlerine aykırı olarak bilginlerinin helâlı haram, haramı helâl yapmalarına rağmen onlara tâbi olmalarının, bunu kabul etmelerinin onlara ibâdet etmeleri demek olduğunu" (Tirmizî, Tefsir (9. Sûre) 10) açıklamıştı.
İşte, Allah'ın şeriatinin tümüyle kabul edilmemesi halinde, fesat, şirk ve inkârın belli bir alana hasredilmesine imkân olmadığını, bu buyruklardan ve onların tanığı durumunda olan tarihte ve günümüz-de yaşananlardan açıkça anlayabilmekteyiz. İnsanın Allah'tan müstağnî olması, O'na şu ya da bu şekilde muhtaç olmadığının iddiası diye de ifade edilebilecek olan lâiklik, her bakımdan bir çıkmazdır, her yönüyle bir tutarsızlıklar yığınıdır. Lâiklerin: "din gibi kutsal bir değeri, siyaset gibi bir çamura bulaştırmamak gerekir" şeklindeki dini himâye eden havârilikleri, en hafifinden bir riyâkârlık, iki yüzlülük olarak değerlendirilmelidir. Bu sahtekârlara demek gerekir ki: Dini dört duvar arasına ve vicdanlara hapsetmek, onun hayata hükmetmesini engellemek, dine yapılabilecek en büyük hakaret, ona karşı işlenebilecek en büyük zulümdür. "Siyaset"i bir çamur görmekte gerçekten samimi iseniz, ne diye o çamura gırtlaklarınıza kadar batmaktasınız? Çamurdan gerçekten kurtulmak istiyorsanız, kendinizi Rahman ve Rahim olan Allah'ın dininin şefkat ve müsâmaha, adâlet ve hakkaniyet, fazilet ve ahlâk simgesi kucağına teslim ediniz, kurtulursunuz...
İslâm'da Lâiklik Yoktur:
Lâiklik, geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal hayatın dışına itilmesi, din adamları sınıfının devletin siyasal hayatında din adına etkin olmalarının engellenmesi diye ifade edilecek olursa, peşinen şunu hatırlatmamız gerekmektedir: Evvelâ İslâm'da batıda bilinen şekliyle bir "din adamları" sınıfının varlığı sözkonusu değildir. Dolayısıyla böyle bir sınıfın din adına siyasal etkinliklerde bulunmalarından ve devletin siyasetinde aktif bir rol oynamaların-dan söz edilemez. Çünkü böyle bir sınıf yok ki, bu sınıfın icrâ edeceği fonksiyon kabul veya redde konu olsun.
İslâm inancına göre Allah her şeyi yaratandır. O, her şeyi bilendir. İnsanı yaratan olduğu gibi, her asırda, nelere muhtaç olduğunu, dünya ve âhirette mutlu olmasının nelere bağlı olduğunu tam ve en kâmil anlamıyla O bilir. Dolayısıyla O'nun insanların dünya ve âhiret mutluluğunun elde edebilmeleri için teklif ettiği düzen olan İslâm'da, dünya ve âhirette her bakımdan huzurlu olabilmeleri için insanların gerek duyabilecekleri her şey vardır. Bugün için gerek duymadıkları fakat zamanla ihtiyaç hissedecekleri şeyler de, günümüz müslümanları tarafından bilinse de bilinmese de, ellerinde bulunan Kur'an ve Sünnette yeteri kadarıyla mevcuttur. Kıyâmete kadar gelecek bütün insanların ihtiyaçları için de durum, aynen böyledir. Diğer taraftan, Kur'an'ın içeriğine gelişigüzel dahi olsa bir göz atılacak olursa, görülür ki, Kur'ân-ı Kerim müslümanların ibâdet ve âhiret hayatıyla ilgilendiği kadar, dünyadaki ilişkileriyle de ilgilenmiştir. Hatta dünyevî ilişki olarak değerlendirilen birçok alana dair açıklamaları, dinî ya da uhrevî ya da vicdanî olmakla nitelendirilen ilişkilere kıyasla daha etraflıdır.
Elbette İslâm, bu hükümler arasında lâik bir düşünüşün etkisi ile ayırım yapmaz, dünya işi, âhiret işi; din işi, devlet işi gibi ayırmaları kabul etmez. Çünkü Kur'an, bunların hepsinin aynı şekilde ve hepsine ayırım gözetmeksizin müslümanların aynı önemi vermelerini ve aynı gayreti göstermelerini istemiş ve hepsini birlikte uygulamaya geçirmelerini emretmiştir. O yüzden İslâm'da dünya işi, âhiret işi yoktur. Her şey ibâdet ve cihaddır; ya Allah'a ya da tâğuta kulluk. Siyâseti ibâdet, ibâdeti siyâset olan bir dindir İslâm. Dini devletten ayırdığınızda devlet dinsiz; devleti dinden ayırdığınızda din, devletsiz ve güçsüz olur. Dinle devlet, etle kemik gibidir. Devlet, vücut ise, din de o vücudun canıdır, ruhudur. Bu ikisini birbirinden ayırmak, insanı/insanlığı katletmektir, cinâyettir.
Kur'ân-ı Kerim'de, meselâ miras hükümlerine, evlenme ve boşanmalara, alışverişe ve diğer akidlere, savaşa, suç ve cezalara dair açıklamalar, sözgelimi namaza ve hacca dair açıklamalara göre daha ayrıntılıdır. Ama hepsine riâyet etme gereği, aynı titizlik ve tâvizsizlikle vurgulanmaktadır. Kur'an'ın en azından bir defa, başından sonuna kadar ciddî bir şekilde anlamıyla birlikte okunması, bu sözün isbatı için yeterlidir. Durum bu iken, Kur'an'ın "Dinde zorlama yoktur" ilkesi ile, "Sen onlar üzerinde bir zorba değilsin" gibi buyruklarının İslâm'ın da lâikliği kabul ettiğine delil olarak gösterilmesinin, gaflet değilse, ancak ihânetle izahı sözkonusudur. Safça, riyâkârca veya bazılarının münâfıkça niyetlerle bu tür delillendirmelere kalkışmasının ilmî değerinden söz edilemez.


1. ayetler.com - Kavramlar
İlk anda lâiklik, yalnızca siyasal boyutu olan bir yaklaşım olarak görülüyorsa ... Lâiklik, tezine uygun olarak dinin siyaset alanından uzaklaştırılmasının ...
www.ayetler.com/data%5Ckavramlar%5Claiklik.htm
BU SİTEDEN ALINTI
samimi isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 28. January 2010, 03:13 AM   #4
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Selamun Aleykum! Değerli Kardeşlerim!
Adını bilmediğimiz bu kardeşimiz “lâiklik” yazısında birtakım çıkarımlarda bulunmuş.

“Lâiklik, esas itibarıyla; din, akîde, düzen ve sosyal hayatın tümüyle Allah'tan alınması tezini teklif ve emreden İslâm'ın tam karşısında yer almaktadır… “

“Lâiklik, esas itibarıyla şeytana ibâdetin genel adıdır… “

“Lâiklik de, diğer beşerî rejimler gibi şeytana ibâdet yollarından bir yoldur…”

“Günümüzdeki lâiklerle Mekke devrindeki câhiliyye mensubu insanlar arasında temelde pek bir fark yoktur. Çağdaş lâikler, 14 asır önceki müşriklerin halefleridir… “

“Kur'an, hukuk belirleme konumunda başka birtakım varlıkların kabul edilmesini, o varlıkları Allah'a şirk koşmak olarak değerlendirmektedir… “

“İnsanın Allah'tan müstağnî olması, O'na şu ya da bu şekilde muhtaç olmadığının iddiası diye de ifade edilebilecek olan lâiklik, her bakımdan bir çıkmazdır, her yönüyle bir tutarsızlıklar yığınıdır…”

“Lâiklerin: "din gibi kutsal bir değeri, siyaset gibi bir çamura bulaştırmamak gerekir" şeklindeki dini himâye eden havârilikleri, en hafifinden bir riyâkârlık, iki yüzlülük olarak değerlendirilmelidir. Bu sahtekârlara demek gerekir ki: …”

Kardeşimizin bu yazısındaki çıkarımlarına göre Allah resulunun bu alemden ayrılmasından sonra iş başına geçen halifeler lâik,müşrik oluyorlar. Neden mi?
Birinci Halife Ebubekir Kur’an’daki açık hükümlere rağmen Peygamberin evladını mirasdan mahrum bırakmışdır.
İkinci halife Ömer Kur’an’ın açık hükmüne rağmen boşanma ile ilgili yeni hükümler getirmiş,Zina yapana zina cezasını uygulamamış ,hırsızlık yapanın ellerini kestirmemiştir. Emevi ,Abbasi,Selçuklu,Osmanlı vb dönemlerdekileri hiç saymıyorum.
Yazıyı yazan kardeşimize göre bunlar hem Lâik hem müşrik oluyorlar. Öyle midir?

Değerli Kardeşlerim Laiklik üzerine yapılan akademik bir çalışmayı sizlerle paylaşmak istiyorum.

TÜRKiYE CUMHURiYETiNiN DEVLETiNiN MESRUiYETi TEMELi OLARAK LAiKLiK
Secularism as a Legitimate Base of Turkish Republic
Prof. Dr. Zeki HAFIZOĞULLARI

Bana Türkiye Cumhuriyeti devletinin niteliklerini anlatma fırsatını veren
siz seçkin kisilere gönülden tesekkür ederim.
Türkiye Cumhuriyeti basta tarihi olmak üzere birçok açıdan değerlendirilebilir.
Benim isim hukuk.
Madem beseri her faaliyetin içinde cereyan ettiği ortam hukuktur,madem hukuk toplumun üst yapısıdır, yahut toplumun kendisini bir ifadesi biçimidir, cumhuriyeti bu açıdan, yani kendisine vücut veren hukukunun niteliğine bakarak değerlendirmek istiyorum.

Bir toplumun, toplumun siyasal tezahürü devletin, devletin hukukunun kaynağı, yani mesruiyetini kazandığı temel değer ya ilahi irade ya da beseri irade olmaktadır.
Mesruiyetinin kaynağı ilahi irade olan toplumsal-siyasal-hukuksal düzenler teokratik düzenler, mesruiyetinin kaynağı beseri irade olan toplumsal- siyasal –hukuksal düzenler laik/seküler düzenlerdir.
İs bu metin, 27.10.2007 tarihinde, konferans olarak, huzurlarında düsüncelerimi açıklamak
fırsatını veren, bundan ötürü tesekkür borçlu olduğum çok değerli seçkin kisilere
sunulmustur.

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi; Baskent Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Öğretim Üyesi.
HAFIZOĞULLARI AÜHFD Yıl 2008
316
Bunun ikisinin arası, karması yoktur.
Günümüzde teokratik düzenler, genel olarak hanedancı parlamenter düzenlerden, cumhuri parlementer düzenlere giden bir çizgi izlemektedirler.
Bu akıs içerisinde, aksi söylenmekle birlikte, Osmanlı İmparatorluğu devleti, 1876 anayasasına göre, padisahlığa dayalı teokratik- parlamenter bir devlettir.

Laik/seküler toplumsal-siyasal-hukuksal düzenler, kamu hürriyetlerinin,bugün insan haklarının düzeyi esas olmak üzere totaliter, otoriter, demokratik toplumsal-siyasal-hukuksal düzenler olarak tasnif edilebilmektedirler.
Toplumun akti bir veri olduğu esasına dayalı mesruti parlamenter düzenlere seküler düzenler denmektedir.
Bunun en bilinen örneği İngiltere’dir.

II
Bu iki kristalize toplumsal-siyasal-hukuksal düzen arasında Türk toplumunun, devletinin, hukukunun konumu onun niteliğini belirlemektedir.Bu açıdan bakıldığında Türkiye ahalisinin, bu ahalinin siyasal tezahürü olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin, devletin hukukunun temelini hukuk devrimi olusturmaktadır.
Benzerleri arasında özgün bir kimlik olusturan Türkiye Cumhuriyetini anlamak hukuk devrimini anlamakla mümkündür.
Hukuk devrimi, kurtulus savasını baslatan, bitiren, düsmanları ile barıs anlasmaları yapan, cumhuriyet ilan eden, devrimleri gerçeklestiren temel kurucu bir iradedir.
Bu iradenin mesruiyet temeli laikliktir.
Köklerine antik çağda da rastlandığı ileri sürülmekle birlikte, bir çağı kapatarak bir çağı açan laiklik düsüncesi, ümanızma, rönesans, reform ve aydınlanma ikliminde olusmustur.
Toplumların hayatında laiklik insanlığın en büyük bir bulusudur.
Gerçekten, insanlar, il kez laiklikle birlikte; inanç, düsünce ve kanaatlerinde dokunulmaz kılınmıslardır.Ancak, laiklik, ülkemizde yeterince anlasılmamıs; esasen kisileri ortak
bir hürriyet ortamında birlestiren bir temel norm olmak yerine maalesef onları düsman kamplara ayıran belirsiz bir kavram haline getirilmistir.
Bugün, birçok kimse, birçok yerde, birçok nedenle laiklik, laikliğe uygunluk, laikliğe aykırılık tartısmaları yapmaktadır.
C.57 Sa.2 [315-323] Türkiye Cumhuriyetinin Devletinin…

317

Anayasanın 2. maddesi, cumhuriyetin mesruiyet temeli olan laikliği,hukuken korunması zorunlu mutlak bir değer yapmıs, kimden, ne adla gelirse gelsin, ihlalini yasaklamıstır.
Ancak, dün de, bugün de, her aklına gelen kisi, kurum ve kurulus,kendine göre, çıkarlarına göre laikliği tanımlamaya kalkısmakta, tanımından kendi çıkarına uygun sonuçlar çıkarmaya çalısmaktadır.
Bugün, laiklik, tabiri caizse, “körün fili tarifine” dönüstürülmüstür.
Oysa laiklik, hukukta uygulanmak zorunda olan ve uygulanagelen pozitif bir değerdir.
Madem uygulanmaktadır, uyulması mutlak zorunlu bir hukuk normudur.
Böyle olunca, bir sey hukukta uygulanıyorsa, normsa, o seyin tanımının yapılması, kapsamının ve sınırlarının gösterilmesi zorunludur.
Üzerinden nerede ise bir yüzyıl geçmis olmasına rağmen, hala her kafadan bir ses çıkması karsısında, laikliğin pozitif olarak tanımlanmıs,kapsamının ve sınırlarının gösterilmis olduğunu görmüyoruz.
Pozitif bir değer olan, ancak tanımlanmamıs yahut tanımlanamayan birsey, hukukta yoktur, yok hükmündedir.
Öyleyse, burada, konumuz, herkesin keyfine göre değil, yani öznel olarak değil, nesnel olarak, pozitif bir temele dayalı olarak, yani herkes için,hatta yargı yerleri için uyulması zorunlu bir davranıs normu olarak laikliğin ne olduğunun, kapsamı ve sınırlarının neden ibaret olduğunun belirlenmesi olacaktır.

III

Kimi anayasada laikliği tanımlayan bir tanım hükmünün bulunmadığını,mutlaka bir tanım hükmüyle tanımlanması gerektiğini ileri sürerken, kimi laikliğin herkes için geçerli bir tanımının yapılamayacağını ileri sürmektedir.Bu düsünceler geçersizdir.
Sadece Türk hukuk düzeninde değil laik / seküler diğer tüm hukuk düzenlerinde laikliği tanımlayan bir tanım hükmüne rastlanmamaktadır.
Hatta anayasasında laiklik sözüne yer veren Fransız hukuk düzeninde,böyle bir söze yer vermeyen laik diğer hukuk düzenlerinden farksız olarak,laikliği tanımlayan bir tanım hükmüne yer verilmemistir.
Esasen niteliğinin bir gereği olarak, laiklik, bir tanım hükmünün konusu yapılamamaktadır. Zaten buna gerek de yoktur. Laiklik, ait olduğu hukuk düzeninin kendisidir, özüdür,ruhudur.
Ancak hukukta bir seyin ihlal edildiği iddia ediliyorsa ihlal edilen o seyin ne olduğunun gösterilmesi kanunilik ilkesinin gereği olarak zorunludur.

HAFIZOĞULLARI AÜHFD Yıl 2008

318
Laikliği, kimi din ve vicdan hürriyeti olarak, kimi devletin dinlerin iç islerine karısmaması, onlara aynı mesafede olması, birini bir diğerine üstün tutmaması olarak, kimi din ve devlet islerinin ayrılması, dinin siyasete alet edilmemesi olarak tanımlamaktadır.
Bu tanımlar, her biri, bir tezahürüne isaret etmekle birlikte, laikliğin,hukuk düzenimizde, herkes için geçerli, pozitif bir temele oturtulmus bir tanımı değildir.
Gerçekten, din ve vicdan hürriyeti, devletin ülkesindeki dinlerin örgünlesmesine karısmaması, onlara aynı mesafede durması, din ve devlet islerinin ayrılması laikliğin pozitif olarak, bir davranıs normu olarak kullanılabilecek bir tanımı değildir.
Bunlar, laikliğin, hukuki değil, sadece siyasi bazı sonuçları olarak değerlendirilebilir

IV

Ümanızma, rönesans ve reform ve aydınlanma düsüncesinin yeniden olusturduğu hukuk düzenlerine baktığımızda pozitif bir esasa bağlı olarak laikliğin
- Evren ve evrende insanın akli algılanması,
- Devletin bir unsuru olan egemenliğin kaynağının mutlak olarak beseri irade olması,
- Hukukun maddi kaynağının yalnızca beseri irade, sekli kaynağının ülkesinin tarihi toplumsal olusumlarına göre kanun yahut örf ve adet olması olarak tezahür ettiğini görürüz.
Burada, bir çıkarımda bulunulursak,
Laiklik,
- Felsefi anlamda, evren ve evrende insanın akli algılanması,
- Siyasi anlamda, kim tarafından kullanılırsa kullanılsın, tüm kamusalerklerin kaynağının mutlak olarak beseri irade olması,
- Hukuki anlamda, beklenen kendiliğinden uymak olmakla birlikte,uyulması kamusal zor kullanılarak sağlanan toplumsal kurallar sistemi bütününün, yani bir ülkede yürürlükte olan hukuk düzeninin maddi kaynağının tek deney verisi olarak katıksız beseri irade, sekli kaynağının ülkesine göre örf- adet ve kanun olması veya kanun, hüküm olmadığında örf
ve adet olması o da yoksa hâkimin hüküm koyması olarak tanımlanabilmektedir.
1 Bu düsünceyle ilgili olarak bkz., 1876 Anayasası/Kanuni Esasi, m. 3, 4, 7, 8, 11, 15, 16, 17.
C.57 Sa.2 [315-323] Türkiye Cumhuriyetinin Devletinin…

319
Laikliğin tek tanımı budur.
Baska bir tanımı da yoktur.
Bu anlamda, laiklik, esasını olusturduğu aydınlanma çağından bu yana Avrupa devletlerinin, günümüzde Avrupa birliği devletlerinin, onlarınolusturduğu Avrupa birliği kamu düzeninin mutlak, değismez tek temelini olusturmaktadır.
Bunun açık kanıtı, Avrupa insan hakları sözlesmesi, ek protokolleri,sözlesmenin buyruğu olarak olusturulmus olan Avrupa insan hakları mahkemesi uygulamalarıdır.

V

1924 anayasasının ifadesiyle, Türkiye ahalisi, laikliğin siyası tanımını,ümmetten millet olmaya gitme sürecinde, ilk kez Amasya tamiminde tanımıstır.
Tamimde, milleti gene milletin azim ve kararı kurtaracaktır denirken, tek kurtarıcı olarak beseri iradeye isaret edilmek istenmistir.
1921 Anayasası “egemenlik kayıtsız sartsız milletindir” derken, kurtarılacak bir toprak üzerinde, kurtaracak bir halk tarafından kurulan Türkiye devletinin kurucu unsuru egemenliğinin mutlak kaynağının beseri irade olduğunu kabul etmistir.
Zorunlu olarak hilafet kaldırılmıstır.
Cumhuriyet ilan edilmistir.
1924 Anayasasında Türkiye Cumhuriyeti devletinin mesruiyetinin ifadesi egemenliğinin mutlak kaynağının beseri irade olduğu tekrar edilmistir.
Yanlıs anlasılmalara neden olduğundan anayasadan “devletin dini din-i islamdır” hükmü çıkarılmıstır.
1937 anayasa değisikliğiyle, ahalisinin çoğunluğunun inancına bakılarak Türkiye Cumhuriyeti devletine dinsel bir sıfat yakıstırılmasını önlemek,teokrasi özlemlerini engellemek için laiklik anayasaya bu kez “terim hükmü”olarak konmustur.
Bir terim hükmü olarak laiklik 1961 ve 1982 anayasalarında cumhuriyetin değistirilemez bir niteliği olarak tekrar edilmistir.
Laikliğin felsefi tanımı, evrenin evrende insanın akli algılanması,ifadesini ilk kez tehvid-i tedrisat kanununda bulmustur.
Daha sonraki yıllarda bu kanunun zorunlu sonucu olarak ülkede eğitimin tüm kurum ve kurulusları, evrenin ve evrende insanın akli algılanması esası gözetilerek düzenlenmistir.
HAFIZOĞULLARI AÜHFD Yıl 2008

320
Ancak, toplumsal eğitimin temeli akli kılınmakla birlikte, ahalinin inançları önemsenerek sırf meslek adamı yetistirmek için ülkede teoloji eğitimine de yer verilmistir.
İzmir iktisat kongresinden sonra, Lozan antlasması, cumhuriyetin ilanı,1924 Anayasasının kabulü “Türk Hukuk Devrimini” zorunlu kılmıstır.
Hukuk devriminin esası Türk toplumunun hukuk düzeninin maddi kaynağının mutlak surette beseri irade sekli kaynağının sadece kanun olmasıdır.
Gerçekten Türk hukukunun maddi kaynağının mutlak olarak beseri irade olduğu 1926 Türk Medeni Kanununun genel gerekçesinde açıkça ifade edilmistir.
Böylece, ilk kez, ülkede cari yegâne deney verisi hukukun, kaynağı beseri irade olan hukuk olduğu esası kabul edilmistir.
Ancak, her nedense, yeni Türk Medeni Kanununda, Mahmut Esat Bozkurt imzasını tasıyan bu mükemmel esere yer verilmesine ihtiyaç duyulmamıstır.
Türk hukukunun sekli kaynağı 1926 Türk Medeni Kanununun ve 1926 tarihli Türk Ceza Kanununun 1. maddesi gereğince kanundur.
Kanunda hüküm yoksa örf ve adettir.
Örf ve adet kaynağı mutlak surette beseri irade olan davranıs kurallarıdır.
Toplumda cari normatif bir düzen olarak dinin Türk hukukunda kaynaklık değeri yoktur.
Din toplumsal-kamusal hayatı düzenleyen değildir. Din toplumsal-kamusal hayatta düzenlenendir.
Bu demektir ki, din, din kuralları, hiçbir zaman, hiçbir ad ve maksatla,hiçbir kanunun, idarenin hiçbir düzenleyici isleminin, yargının hiçbir kararının kaynağı da, gerekçesi de olamaz. Toplumsal-kamusal hayatın düzenlenmesinde din kurallarının doğrudan veya dolaylı olarak yeri yoktur.

VI

Laikliğin zorunlu sonucu, kanun önünde esitlik, ayırımcılık yasağı, din ve vicdan hürriyeti, ferdi- toplumsal bir kurum olarak dinin düzenlenmesidir.
Gerçekten, kiminin iddia ettiğinin tersine, laiklik din ve vicdan hürriyetinin sonucu değildir, din ve vicdan hürriyeti laikliğin sonucudur.
Özünde “toplumsal sözlesme” fikrine dayanan 1924 Anayasası zorunlu olarak insanın insana esitliği esasını kabul etmistir.
C.57 Sa.2 [315-323] Türkiye Cumhuriyetinin Devletinin…

321
İnsanın insan karsısında bir farklılığı olan din, dini inanç, anayasada,temel bir insan hakkı olarak, hukuki himayenin konusu yapılmıstır.
Bu bağlamda, hukuk düzeni, o gün hem insanların dinlerini serbestçe seçmelerine imkân tanımıs, hem de din hürriyetini tehdit eden fiilleri suç sayılmıstır2.
Anayasa dini inancı mutlak dokunulmaz kılmıs, ibadeti kamu düzeni ile sınırlandırmıstır.

VII

1924 Anayasası, kendisi ile ulusal iradeye dayalı olarak olusmus olan herkes için zorunlu kamusal normatif bir düzen yanında, koyduğu kamusal düzene aykırı olmamak kaydıyla yaygın baska normatif düzenlerin varlığını kabul etmistir.
Teokrasinin bir ifadesi olan halifeliğin kaldırılmasının zorunlu bir sonucu olarak, kutsal din, siyasallastırılarak kazandırılmıs olan kamusal,örgün tüm niteliklerinden arındırılmıs; yaygın, ferdi-toplumsal bir kurum olarak özenle korunmustur.
Ancak teokrasi kalıntısı dinsel-kamusal kurumlar olan tekkeler,tarikatlar kaldırılmıs, esitliği bozan feodal, dinsel tüm unvanlar, dini kıyafetler yasaklanmıstır3.
Halkın her türlü dini ihtiyaçlarının, kamu hizmeti kuralları içinde, tam,doğru, ihtiyaca uygun olarak götürülmesinin sağlanması için basbakanlığa bağlı diyanet isleri baskanlığı kurulmustur.
Diyanet isleri baskanlığı kanununda daha sonra yapılan bir değisiklikle,baskanlık, “irsat” görevini yerine getirme görüntüsü altında örtülü bir “fetva” kurumu haline getirilmistir.
Bugün baskanlık teskilatı, kamu hizmetinden yararlanmada esitliğin sağlanmadığı ileri sürülerek, elestirilmektedir.
Ülkede, çoğunluk karsısında mensupları bakımından azınlık olusturan dinlere iliskin düzenlemeler uluslar arası boyutta Lozanla yapılmıstır. Ancak, bugün azınlık dinlerinin teskilatlanmasına iliskin ciddi tartısmalar mevcuttur.

2 1926 TARĐH 765 SAYILI Türk Ceza Kanunu, hükümleri arasında Din Hürriyetine Karsı
Suçlara yer vermis bulunuyordu. Buna karsılık, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu, hukuki
konusu “din hürriyeti” olan böyle bağımsız bir suç kategorisine yer vermis değildir.
3 Er kisilerden farklı olarak kadın kisilerin örtünmeleri düzenleme konusu yapılmamıs, bu
onların sağduyularına bırakılmıstır. Ancak öğrencilerin, memur kadın kisilerin is hayatına
iliskin kılık-kıyafetleri idarelerince düzenleme konusu yapılmıstır.
HAFIZOĞULLARI AÜHFD Yıl 2008

322

VIII
Bir kurtulus savası içinde ve sonrasında olusan Türk toplum, devlet, hukuk düzeni sürecinde, pozitif olarak, açıkçası normatif temellerinden giderek laikliği tanımlamıs, kapsamı ve sınırlarını göstermis olduk.
Gerçekten laiklik aydınlanmayla olusan toplum hukuk devlet düzenlerinde ve aydınlanmanın özgün bir eseri olan Türk toplum hukuk düzeninde evrenin, evrende insanın akli algılanması, egemenliğin kaynağının beseri irade olması, hukukun kaynağının tek deneysel veri olarak beseri irade olmasıysa, gerçekten laikliğin baska bir tanımı da yoksa, onu yeniden tanımlamaya kalkısmak saçmalamak değilse laik toplum, hukuk, devlet
düzenine truva atı sokmaya kalkısmaktır.
Laikliğin tanımı Ziya Gökalp’de, 1927 anayasa değisikliği gerekçesinde, 1926 Türk medeni kanununun genel gerekçesinde, beseri her olusum insan eseridir diyen büyük hukukçu Hirs’de varken, her nedense bunların hiç görülmemis ve islenmemis olması bir talihsizliktir.
Laikliğin ilk kez siyasi olarak ifadesini bulduğu yer Amasya tamimiykenhala laikliğin 1937 anayasa değisikliğiyle Türk hukukuna girdiğini ileri sürerek resmi mesajlar yayınlamak diğer bir talihsizliktir.
Cumhuriyetin mesruiyeti temelinin laiklik olduğunun farkında olmamdan TBMM’ni kastederek “isterse bu meclis seriati da getirir” demek Türkiye Cumhuriyeti devletinin temelini anlamamıs olmaktır.
Esasen dinin her türlü dini inanısın teminatı olduğunu görmeden, hiç ilgisi olmamasına rağmen, ülkede laiklikle dini karsı karsıya getirmek, tabiri caizse “ İsa ile Sezarı ” kapıstırmaya kalkısmak gafletten de öte hıyanettir.
Ancak, laik bir toplum, hukuk, devlet düzeninde, dinlerin olmaması gereken düzenlemelerinin düzeltilmesinin zorunlu olduğunu düsünüyoruz.
İnsanların tek veya örgütlü olarak dinlerini öğrenmeleri, öğretmeleri, yaymaları, belirtilen esaslar içinde sağlanmalıdır.
Laiklik, ne dinin karsıtıdır, ne de dine karsı olmaklıktır. Laiklik teokrasiye karsıdır, teokrasinin karsıtıdır.
Laiklik düzenler teokratik düzenleri yıkarak gelmislerdir.
Bugün, laiklik, uygar toplumların bir olmazsa olmazıdır.
Beni sabırla dinlediniz.
En içten saygılarımı sunuyorum.
Esenlikler dilerim.
C.57 Sa.2 [315-323] Türkiye Cumhuriyetinin Devletinin…
323
KAYNAKÇA
AFETİNAN, İzmir İktisat Kongresi, Ankara 1989.
ARSAL, Teokratik Devlet ve Laik Devlet, Tanzimat I, Yüzüncü Yıldönümü
Münasebetiyle, Đstanbul 1940.
BASGİL, Din ve Laiklik, İstanbul 1962.
BECCARİA, Dei Delitti e Della Penne, Halem, MDCCLXXX.
CROCE, Storia d’ Europa, Bari 1965.
DAVER, Türkiye Cumhuriyetinde Laiklik, Ankara 1955.
DEL VECCHİO, Hukuk Felsefesi Dersleri, Çev., S. Erman, İstanbul 1952.
GÖKALP, Türkçülüğün Esasları, İstanbul 1961.
HAFIZOĞULLARI, Ceza Normu, Ankara 1996.
HAFIZOĞULLARI, Laiklik, İnanç, Düsünce ve İfade Hürriyeti, Ankara 1997.
HAFIZOĞULLARI, Türk Hukuk Devrimi ve Laiklik, Atatürk Arastırma
Merkezi Dergisi, Ankara 1988, C. IV, S.12.
HİRS, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi, Ankara 1949.
KANT, Metafisica dei Costumi, ÜTED 1956.
MOSCA, Storia Della Dottrine Politiche, Bari 1966.
ÖZBUDUN, Türk Anayasa Hukuku, Ankara 1986.
ÖZEK, Türkiye’de Laiklik, İstanbul 1962.
ÖZER, Hukuku Esasiye Dersleri, Hukuk Fakültesi Nesriyatı, Seri 2, Sayı 17,
Ankara 1939.
ROUSSEAU, Toplumsal Sözlesme, Can Yayınları, 1969.
TAPLAMACIOĞLU, Din Sosyolojisi, Ankara 1982.
YAYLA, Anayasa Hukuku Ders Notları, Đstanbul 1985.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 3 Kisi:
kamer (29. January 2010), sabaha_dogru (4. April 2010), snobyx (28. January 2010)
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
cumaya, kala


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 06:47 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam