hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > MAKALELER(DİNİ ve SİYASİ) > Başlıklara Uymayan Konular

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 22. July 2009, 04:19 PM   #21
kamer
Super Moderator
 
kamer - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 283
Tesekkür: 457
131 Mesajina 293 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
kamer is on a distinguished road
Standart

İSLAM BİLİM; DERS-9 (Bölüm 1) - Hac; Tevhid ve İslam’ın Özdeş Cisimlenişi



Önceki konularda çeşitli bakış açılarıyla tevhidi gör*dük ve dört boyutunu inceledik; Birinci boyut maddi, fi*ziksel, irfanî ve genel söyleyişle materyalist ve idealist dünya görüşü karşısında bir dünya görüşü olarak tev*hiddir. İkincisi, insan türünün zamanla izlediği hayat yolu üzerinde tarih felsefesi ve tarihsel rol olarak ve ayrı*ca, insanlığın başlangıcından bugüne ve son zamana de*ğin şirke -çeşitli şekilleriyle- dayalı tarih felsefesi karşı*sında verdiği ve vereceği tarihsel savaşımdaki yükümlü*lük ve mesaj olarak tevhiddir. Üçüncüsü, insanların bir toplumda ayrılığa düşmelerine, parçalanmalarına, bö*lük pörçük olmalarına yol açan sistemleri açıklayarak savunmayı üstlenen soy, sınıf, kavim ve aile temellerine dayalı sınıfsal ve aristokratik kültürler karşısında, insan toplumu sisteminin toplumsal görüş türü ve düşünsel altyapı türü olarak tevhiddir. Dördüncüsü de, materya*lizm, egzistansiyalizm, hümanizm, radikalizm ve çeşitli boyutlarıyla mistisizm [irfan, tasavvuf ve mezhepler] bir ahlâki altyapı olarak ya da insanı şekillendiren ya da in*sanı besleyen bir felsefe olarak tevhiddir. Konu, kuram*sal, felsefî ve ruhsal yön taşıdığı ve kavranılıp anlaşılma*sı güç olduğu için, özellikle de bizim arınmamış zihinleri*mizde oldukça geri, cahilce, avamca ve kasıtlı olarak so*kuşturulmuş öğelerle karışmış olduğundan din, İslam, tevhid ve din-ahlak duygusu gibi konuların gerçek an*lamlarıyla tanınması, bu konulardan hiç haberi olma*yanlarınkinden daha güç olduğu için tevhidî bir bakışla, tevhidin çeşitli boyutlarının cisimlenişi olan özel bir İslamî geleneği [sünneti] çözümlemek istedim. Sözünü ettiğim gelenek hacdır.



Hac, bir kelimeyle öteki gelenekler arasında bir gelenek olmayıp tevhid gibi -ki tevhidin, bütün inançların altyapısı olduğunu, inançları tevhidin yanı başında değil, tevhidin üzerine kurmak ve genişlemesine değil uzunla*masına bir sınıflama yapmak [benim İslam-Şinasi’de yaptığım ve bugün sınıflama şeklini düzeltmem gerekti*ği gibi] gerektiğini söylemiştim- öteki dinî geleneklerin ve amellerin yanı başında herhangi bir amel ya da bir ge*lenek olarak algılanmamalıdır; çünkü hac, bütün boyut*larıyla İslam adını taşıyan bir dizgenin sembolik, özdeş ve remzi cisimlenişidir. Şu anlamda ki İslam -sunduğum tasviriyle- altyapısından -ki tevhiddir- son yönüne varın*caya dek -ki Allah’a değin varmaktadır- toplam olarak, tek bir ruh, tek bir yön ve tek bir sesle, birçok uygulayım*sal, düşünsel ve duyumsal parçaları kendinde barındır*makta olup tüm bunlar, hacda gösteri metni olarak yer almıştır; her birey onu kendi devinim, sembol ve remizle*riyle hacda gösterime koymaktadır. Her birey, ömründe bir kez, İslam metnini, bu soyut kavramların cisimleniş gösterisini, bu sahnede gösterime koymalıdır. İşte inanç ve duyguların devinimlerle anlatımı.



İtikadî ya da felsefî ya da duyumsal kavramlara ci*simleniş kazandırmak oldukça büyük bir sanat işi ve aş*kın bir sanattır; aşkın sanatın [sanatın en zor türüdür, özellikle yükümlü de olursa] en güçlü işi, soyut kavram*ları [ideleri] özdeş cisimleniş hareketleri şeklinde anlat*maktır. Bu sahnede tevhid, dört boyutuyla -ki felsefî ve itikadî öğretidir- ve İslam bütün boyutlarıyla -ki duyum*lardan, inançlardan ve amellerden oluşan bir dizgedir*- cisimlenişin remzi gösterimini kazanır. Bu sahne eserinde bütün insanlar, oyuncu olarak katılmak sorumluluğunu taşımaktadırlar. Fakat milyonlarca bireyin bir metni oynadığı bu gösteride roller paylaşılmamıştır, başrol ve yardımcı rol oyuncuları yoktur. Tam tersine herkes başrol oyuncusudur ve gösterinin kahramanı ro*lünü oynamaktadır ki çoğunlukla bu kahraman İbra*him’dir.



Bu sahnede, kahraman ve kahramanın karşıtı, mad*de ve mâna, uşak ve bey, köle ve efendi, kadın ve erkek rol*leri yoktur. Her insan bireyi bu rollerin toplamını kendisi yüklenmiştir. Bu durum, İslam’da her bireyin değer, ne*lik ve gerçeklik olarak bütün insanlarla eşit olduğu ger*çeğini ortaya koymaktadır.



Bu yüzden İslam’da, biri bir insanı öldürmüşse, her*kesi öldürmüş gibidir. Biri, bir insanı manevi ve insanî olarak diriltirse bütün insanları diriltmiş gibidir. Ve in*sanbilimin ilk dersi işte burada verilmektedir; “Hepiniz çobansınız ve hepiniz bir sürüden sorumlusunuz.” Her birey eşit olduğundan sonuç olarak insanlığın önderliği sorumluluğu kimi bireylerin üzerlerinde değil, tek tek her bireyin üzerindedir.



Şimdi tevhidde ele aldığım konulardan[1][1] sonuca var*mak amacıyla kelamî, zihinsel ve kanıtsal kavramlara girmek, felsefeye, duyumlara, içe doğuşa, mana, bilimle*re, toplumsal ve insanî konulara yapışmak yerine, nasıl İslam hacda ideolojisini özdeş bir gösteri biçiminde an*latmışsa ve bu gösteride inançları gerçekleştirme ve cisimlendirme sorumluluğunu tüm bireylere bağışlamışsa ben de haccı özdeş bir örnek olarak çözümlemek istiyo*rum. Bu konudan çıkan sonuç olarak söylemem gereken şey, açıklamayı gerekli saydığım bu geleneğin ayrıştır*ma ve çözümlemesinde bulunmaktadır. Böylece hem felsefî, soyut ve bilimsel konular, zihinsellikler dokunu*labilir, görülebilir özdeşlikler biçiminde açıklanmış ola*caktır, hem de İslam-Şinasi’de bir öğreti biçiminde ele aldığım şeyi, burada bir gösterinin ayrıştırılıp çözümle*nişi biçiminde incelemiş olacağım. Ayrıca bu yolla, hac, asâleten tanınmış olacaktır. Ne olursa olsun bu gelenek*le inançsal ve toplumsal teması bulunanlar, yeni bir be*timlemede, bu çok eski geleneği -ki öğretimizde, toplu*mumuzda ve inancımızda söz konusu olan en temel konu*lardandır- tanımış olacaklardır böylelikle.



Bu arada kaçınılmaz olarak yineliyorum; Bunun ar*dından gelen -her zamanki gibi- deneyim [expérience] olarak bu törene katılmakla ve bu töreni incelemekle ka*zandığımız duygu ve düşünceyi söylemek istiyorum; be*ğenip beğenmemekte, tümünü kabul etmekte ya da red*detmekte ya da Kur’an’î Müslüman’ın yaptığı gibi dinle*yip en iyisine uymakta özgürsünüz.



İşe başlamak için, ilk başta, öğreti olarak söz konusu ettiğim konuları numaralandırıp dizin haline getireceğim. Böylece konular özbilinçli zihninizde gündeme gelmiş olacak. Sonra da haccın tevhidi irdeleme ve çözümle*mesine ulaşmış olacağız.



Konunun şekli şudur; Hac, İslam-bilim adıyla bilimsel ve ideolojik anlatımla dile getirdiğim şeyin bütünü*nün remzi özdeş cisimlenişidir.



İslam’ın Altyapısı Anlamında Tevhid


İslam’ın birden çok temeli yoktur ki temel kesinlikle birdir ve birkaç temelin olması olanaksız ve anlamsızdır, çünkü temel, yani ağacın gövdesi, ağacın binlerce dalı da olsa, birden çok değildir. İslam’ın temeli, altyapı olan tevhiddir.



Tevhidin dışındaki herşey üstyapıdır. Dolayısıyla birkaç dünya görüşü taşınamaz. İslam’ın dünya görüşü tektir; İnsanî dört boyutuyla ilahi dünya görüşü. Birinci*si; Özel anlamda dünya görüşü, yani tevhidin bakış açı*sıyla varlığı algılayış niteliği. İkincisi; Tevhidî risalette tarihin niteliği, yani hareketi ya da açıklanışı. Üçüncü*sü; Toplumsal düzen ya da tevhidî görüşte beşerî toplum. Dördüncüsü; Tevhid öğretisinde ahlâk ya da insanın na*sıllığı ya da insanî değerlerin açıklanışı. Bu tevhid İs*lam’ın altyapısı anlamındadır.


Tevhid Temeli Üzerine İslam Üstyapısı

A. İslam İdeolojisini Elinde Tutan Üç Kol Bulunmaktadır:
1- İnsanbilim: İnsanı biz nasıl adlandırmaktayız, ya*ni İslam nasıl adlandırmaktadır?

2- Tarih felsefesi: Yani İslam, tarih felsefesini nasıl ele almıştır? Yani insanlığın başlangıcından beri akıp gelen ve süreğen karşıt bir akımla çatışma içindeki bir hareketin gerçeğinden sürekli bir akım olan devinimi nasıl ele almıştır İslam? Bu devinim bu ana değin sür*müş, bugün de sürmektedir ve gelecekte de sürecektir; tarihin başındaki biçimiyle. İnsanlığın geleceğinde devrimci belirleyici bir özel nokta olana değin.

3- Toplum felsefesi: Bu öğretide toplumu toplumbilimci edasıyla algılama biçimi.



B. İslam İdeolojisi
Bu üç kol üzerinde İslam ideolojisi yer almaktadır [İslam’ın sunduğu ve tek kelimeyle Peygamber’in risa*leti olan inançlardan, hükümlerden ve çözüm yolların*dan oluşan bir dizge].



C. Ümmet
Sonra; Ümmet [yani bu ideolojiye dayanan ideal beşerî toplum].



D. İdeal İnsan
Sonundaysa ideal insan [İslam’ın bu öğreti esasınca ve ideal insan için inandığı özel değerlerle yaratmak iste*diği insan].



Bireylerin tüm yükümlülüğü ve aynı şekilde, bu ide*olojiye inanan toplumların yükümlülüğü olmaktır, yani değişmek ve özdeş insanların ve toplumların o değerlerle donanmış o ideal insana doğru sürekli gidişleri ve hicret*leridir. Bu ümmet; ideal toplum olup adalet ve önderlik temeline, hikmet ve kıst’a dayalıdır. O ideal insan, doğa*da Allah’ın halifesidir, Allah’ın özellikleriyle yaratılmış*tır; Allah’ın şekliyledir, denilmesi bu anlamdadır. Yani Allah’ın tabiatıyla ya da ilahi tabiatla yaratılmıştır ve Allah’ın halifesi odur. O dört boyutuyla tevhid, aynı şe*kilde İslam ideoloji dizgesi, aynı şekilde ideal insan, aynı şekilde ideal toplum; İslam’ın yaratmak istediği. Yani Müslümanlar, o ideal toplumu yaratma sorumluluğunu taşımaktadırlar. Tüm bunlar, hacda remzi bir biçimde, düzenli, bilinçli ve dakik hareketlerle gösterilmiştir.



Sanat konularından ve tiyatrodan haberli olan kim*seler, özellikle yeni ekollerde, büyük sanatçıların, soyut ideleri özdeş hareketler şeklinde göstermek yolunda na*sıl çabaladıklarını bildiklerinden haccın nasıl bir kav*ram ve felsefesi bulunduğunu ve ne denli bilinçlice sah*neye konulup yönetildiğini daha iyi anlayabilirler.



Üzerinde sürekli olarak, her yıl insanlığın, bütün inançlarını, ideallerini, çıkarımlarını, görüşlerini, de*ğerlerini ve amaçlarını sergiledikleri ve inanç öğretileri*nin tümünü bu hareketlerle yorumladıkları bir sahnedir bu.



[1] Önceki derste tevhidin, ahlakta uygulayımsal bir etken, güç ve garantör olduğunu ve tarih felsefesinde, toplumsal düzende, insanın ve dünyanın tanınmasında bir tür öğreti, ruh ve görüş olduğunu belirterek bir insanı "insan olmak"tan uzaklaştıran tüm şeylerden -tüm gereksinimlerden, dertlerden, hastalık*lardan, insanlığa sıkıntı veren yokluklardan- kurtaran tek güçlü ve büyük etken olduğunu dile getirmiştim.
__________________
And olsun Biz Kur`an`ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Kamer/17-22-32-40
kamer isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. August 2009, 06:30 PM   #22
kamer
Super Moderator
 
kamer - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 283
Tesekkür: 457
131 Mesajina 293 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
kamer is on a distinguished road
Standart

İSLAM BİLİM; DERS-9 (Bölüm 2) : Ben ve Biz
Tevhidin şu konularla yüz yüze çatışma içinde olduğu nu, sürekli olarak savaşım içinde bulunduğunu söyle miştim; bu konulardan biri ben’in temel alınışı, ötekiy se ‘ben ve biz’ konusudur. Bunlar, çeşitli felsefî, dinî ve ahlâki öğreti ve ideolojilerin sahip oldukları iki bakış ve iki yönelişi oluşturmaktadır. ‘Ben ve biz’ konusu, hem toplumbilimsel, hem ruhbilimsel, hem felsefî, hem ahlâki ve hem de dinî bir konudur. Bunların tümünü bu rada ele almam olanaksız ama ne olursa olsun, şu anlam da özetleyebilirim; İster dinî, ister felsefî, ister ahlâki ol sun; ister bireysel yaşayış biçiminde, ister evrensel ve felsefî görüş biçiminde olsun iki tür yöneliş bulunmakta dır. Birincisi, ben’in temel alınmasıdır. Bu yönelişte bi rey, ahlâkî olarak -ahlâkî individualizm olarak adlandırılabilir- yaşamakta, kendisi ve birey için bütün hareket lerin ve bütün insanî ilişkilerin yönünü başkasından ve başkalarından kendisine doğru çevirmektedir. Bu, bire yin temel alınışı ahlâkî individualizmdir. Felsefî indivi dualizm ise şu anlamdadır; Felsefî individualizm, gerçek olan ve gerçeklik taşıyan şeyin birey olduğunu, toplumun gerçek olmayıp adsal bir varlık olduğunu, toplumun bireylerden oluşan bir dizge olduğunu, kendisinin tek başına hiçbir şey olmadığını söyler.

Örneğin, bir milyon tuğlayı üst üste yığsanız hiçbir yeni şey oluşmamıştır, tuğla dışında başka bir gerçeklik bulunmamaktadır. Bir milyonu ikiyle çarpsan iki milyon eder, başka bir şey etmez. Dolayısıyla, insan dediğimizde nerede yer almaktadır insan? Bireyde. Toplum, bireyden bağımsız özdeş bir gerçeklik değildir. Tersine toplum, bi reyler demektir, başka birşey değil. Bu, 19. yüzyıldan bu güne oldukça yaygın toplumbilimsel ve aynı şekilde felsefî ve ideolojik bir konudur. Bu konu 19. yüzyılda, “Bi rey mi esastır yoksa toplum mu?” şeklinde söz konusuydu. Toplum mu esastır yoksa birey mi? Bugün aynı konu gündemdedir, oysa şu anda bu konu eskimiştir. Bununla birlikte bizim aydınlarımız arasında hâlâ tartışılmakta dır. Avrupa’daysa bilimde şu anda böyle bir konu yoktur. Artık onun yerine, ruhbilim ve toplumbilimin temel olu şu konusu gündemdedir. Yani gerçekten ruhbilim mi esastır, yoksa toplumbilim mi? Bu iki bilim, şimdi birbir¬leriyle savaşmaktadırlar. Elbette gün geçtikçe toplumbi lim ruhbilimin elinden fırsatları, aynı şekilde olanakları ve yeni alanları almaktadır. Öyle ki bugün, ruhbilimin elinde güdü, hafıza ve heyecan gibi oldukça mutlu konu lar dışında birşey kalmamıştır. Ahlâki, irfanî ve dinî ko nularda da başka bir biçimde ‘ben ve biz’ konusu gündemdedir. Doğu İrfanında vahdet-i vücud biçiminde ya da vahdet-i vücud dışındaki idealist tasavvuflar ve mezhepler biçiminde söz konusu olan şey, bireyin [ben] mahkûm edilmiş kirli bir varlık oluşudur. Burada amaç, ben’in gerçek mutlak varlığa kurban edilmesidir. Çün kü ‘ben’ göreli mecazî bir varlıktır; bu yüzden, mabud ve tanrı olan mutlak ölümsüz üstün varlıkta, mutlak kemâlde yok edilmelidir. Dolayısıyla bireyin ilahî zatta yok oluşu, riyazet biçiminde, nefsi öldürme yani kendini öldürme biçiminde, bireye lezzet, doyum ve hoşnutluk veren herşeyle savaşım biçiminde ve duymak, düşünmek ve çalışmak biçiminde -kendisi için değil hepsi onun için, Allah’ın zatında yok olmak içindir- ortaya çıkmaktadır.

Özün Allah’ta yok oluşu ve Allah’ta beka bulma, bu yönelişin temel kavramları olup bizim öğreti ve kültü rümüzde de çokça gündeme gelmektedir. Buna göre, bu rada birey, mutlak zatta bütünüyle yok edilmektedir. Faşizm ve hatta sosyalizm -felsefî, toplumsal ve insanî anlamlarında- gibi toplumsal sistemlerde de -ki dinî de ğil, felsefî konudur- bireyin gerçekliği ve varlığı bulun mamaktadır. Gerçek ve esas varlığı bulunan ve kendi gerçek varlığını gövdeler de sergileyen, toplumdur.

Dolayısıyla her birey, insanî kişiliği kendinden olma yan bir gövdedir. Duyan -ya da yalan yere kendisine bağ ladığı- kişilik, bireyin toplumdan aldığı toplumun insanî kişiliğidir.

Nasyonalizm, faşizm, nazizm -nasyonal sosyalizm - sosyalizm ve sosyolojizm şöyle demektedir; Toplum te mel olduğuna göre hak, değer, çıkar ve maslahat adını alan herşey toplum adını taşıyan toplu varlığın ve top lamın tekelinde olmalıdır. Bireyin ise, toplum karşısında hiçbir hakkı ve maslahatı bulunmamaktadır; çünkü yoktur. Sahip olamaz, iradesi ve etkisi bulunamaz; çünkü yoktur. Ona yönelmiş çıkarlar söz konusu değildir. Öy leyse birey, topluma açıkça kurban olmakta ve varlığı açıkça yok edilmektedir.

Bu yüzden faşizm, bireyleri toplumun çıkarı olarak, dolayısıyla da kendi çıkarı olarak gördüğü şeye kurban etmekte, gerçek ve esas varlığı bulunan toplumun ayakta kalabilmesi için bireylerin toptan öldürülebileceğini iti raf etmektedir. Peki, toplum -esas varlık- nerede cisimle nip görünüm kazanmaktadır? Devlet ve yönetimde. Yö netim ve devletin gerçek gücü ve varlığı kimde görünüm kazanmaktadır? Önder bireyde. Öndere tapmak işte bu anlamdadır; bireye taparlık değil, topluma taparlık an lamında. Çünkü önder, birey değildir. Gerçek varlıktır, tüm toplum ölçüsünde vardır. Tüm bireyler rahatlıkla ona kurban edilmektedirler. Çünkü o, toplumun esas gerçek varlığına kendi varlığında görünüm kazandır maktadır. [1]

Bu iki çatışık tez karşısında, yani bireyin temel olu şu [individualizme] ya da toplumun temel oluşu [nati onalisme, socialisme] teziyle Tanrı’nın temel oluşu [théisme] ya da insanın temel oluşu [humanisme] tezi - ki hep çatışık iki kutup ve birbirine ters iki yön biçiminde dinde, felsefede ve siyasette gündemde bulunmaktadır- karşısında İslam’ın üçüncü bir kuramı bulunmaktadır. Eğer bireyi temel alırsak, toplum karşıtı bireyselciliği ve bencilliği din, felsefe, irfan ve ahlâk adına ortaya at mış oluruz. Eğer toplumu temel alırsak, artık bireyle rin insanî haklarının altyapısı ve açıklaması olmaz, katliamlara felsefî, ahlâki ve siyasi açıklamalar getirilmiş olur. Artık ne birey kendisi için bir değer bulunduğuna inanır, ne de toplum kimseye değer verir. Her iki durum da da gerçek insan, toplumsal çevre ya da bireysel varlık -var olduğu biçimiyle- yoluyla aline olur.

Eğer dinde, insanı Allah -üstün zât- karşısında -Yu nan görüşündeki gibi- temel olarak alırsak evrensel şirki yaratmış oluruz. [Temel bir zâtı -Allah’ı-, daha küçük bir temel zât -insan- karşısında yerleştirmiş oluruz.] Eğer Doğu’nun sufiyane görüşündeki gibi, insanın temel oluşu na değil, Allah’ın tekelci temel oluşuna, üstün ve aşkın zâtın tek temel oluşuna -insan karşısında- inanırsak, insanî değerleri metafiziğe kurban etmiş ve bir tür zahit çe riyazet ve intiharla insanlığın tür oluşunu reddetmiş oluruz. O zaman vehimciliği ve insanî bozulmayı, insanın ruhanî miracı biçiminde kendimize ve insanlığa yut turmuş, bütün insanları, fani zât [insan] ile bâki zât [Al lah] arasında aracı olan birkaç bireye kurban etmiş olu¬ruz.

Öyleyse individualizmle, ahlâkta bireye kulluğa, toplumsal düzende toplumun temel oluşunun olumsuz lanmasına, bireyin temel sayılmasına ve egoizme, felse¬fedeyse evrensel temel olmaksızın insan bireyinin esas oluşuna varmış oluruz.

Toplumun temel oluşu ya da Allah’ın temel oluşu - vahdet-i vücud anlamında- ile de insanlığın, insan ger çekliğinin ve insanın gerçek varlığının ve temel cevheri nin olumsuzlanmasına varmış oluruz. Bu durumda, tüm çabalar, insanın yetiştirilmesi yerine, insanın Allah kar şısında yok edilip olumsuzlanışına harcanmalıdır [Doğu tasavvufunda ve dininde bulunan kavramı ve bu terim altında tanınan şeyin genel anlamını söylüyorum].

Burada, İslam’ın özel ve özgün görüşünün ne olduğu nun anlaşılması için konuyu bir başka türlü ele almak gerekmektedir.

Güçlük, ‘ben’ gerçeğinin aydınlanmamasındadır. İşte bu yüzden, bireyin ve individualizmin olumsuzlanı şına yöneldiğimizde insanlığı ve insanî cevher ve gerçek liği olumsuzlamaya düşmüş oluyoruz; bireyin kanıtlan masına, bireyin gerçek oluşuna yöneldiğimizdeyse dün ya görüşünü, toplumu, toplumsal gerçekliği ve sosyaliz mi -Durkheim’in sosyalizmi anlamında- olumsuzlamaya varmış oluyoruz.

İslam-Şinasi’de, özellikle de Kevir’de -‘Ben Hangi siyim?’ makalesinde- ben’in anlamını aydınlatmaya ça lışmıştım[2].
‘Ben’ Nedir?

‘Ben’, açık bir gerçektir, bir varlıktır. İnsan mahiye tinin, birey mahiyetinin bir oluşundan kimse kuşku duy mamıştır -herkes bir bireydir ve bir de kimlik kartı var dır herkesin- tersine onun var oluşundan kuşku duyul muştur. Yeni felsefede “Düşünüyorum, öyleyse varım” di yen ilk kişidir Descartes. André Gide ise “Hissediyorum, öyleyse varım.” der. Albert Camus de “Başkaldırıyorum ve itiraz ediyorum, öyleyse varım.” der. İkbâl ne der? “Gi diyorsam dalgayım, gitmiyorsam değilim.” [Yani eğer bu su kıyıya, kıyının taşlarına çarparsa dalgadır, yoksa değildir.] Hareket etmeyen dalga yoktur. İşte burada ha reket varlıkla örtüşür. Gerçek varlığın böyle olduğunu görüyoruz. Bizim zihnimizle, boy ve ağırlığımızla birlikte bulunan şey, filozofun değil, kantarcının anlatması gereken ağırlık varlığıdır.

‘Ben Hangisiyim?’de şaşırtıcı bir çelişki, ayrılık ve dağınıklık duygusuna kapıldım; ‘oluşta kuşku’ya, bun dan da kötüsü ‘hangisi oluşta kuşku’ya -Allah hiçbirini ze vermesin, çok kötü bir derttir bu- ve insanın ne’liğinin kendisinin türlü varlıklarında yitmesi duygusuna kap tırdım kendimi.

Bu ruh durumu, geleneksel ve miras alınmış din dö neminden, seçilmiş ve özbilinçli din dönemine ulaşmaya çalıştığım bunalım dönemlerine aittir. Bu, herkesin her hangi bir şekilde geçirmiş olduğu bunalımlı bir dönem dir. Gençlerin bunalım çağları, iyi yönlendirilirse en bü yük özsel devrime -içlerinde- ve sıçrayış ve gelişim etkeni -varlıklarında- biçimine, iyi yönlendirilmezse en büyük düşüşe dönüşür. Ve ne yazık ki iyi yönlendirilmemekte dir. Çünkü bugün bu kuşak, eskiden olduğu gibi, miras alınmış geleneksel kalıplarda tutulamaz. Bugünün kuşağı, kendi kendine doğmakta ve kendini yeni baştan do ğurmaktadır. Bu yüzden, varoluşsal ve düşünsel bir ma na bulunmazsa bozuk ve kötü bir doğuma dönüşür ki, miras olarak aldığı önceki varlıktan bile kötü bir varlığa doğmak işten bile değildir.

Heidegger’in deyişiyle, her bireyin bir ‘mecazî ben’i, bir de ‘gerçek ben’i [otantik] bulunmaktadır. Be nim inancıma göre bu, tek bir gerçekliği ve değişmez bir cevheri bulunan, tarih boyunca yaşayan, çeşitli beden lerde var olan ve yalancı ben’lerin altında gömülü bulu nan insanın ta kendisidir. Her birey, insanı kendi için de gömülü olarak tutan bir mezar gibidir. Her kişi, Al lah’ın ruhunu içinde gizleyen kokuşmuş çamurdur. Her kişi, insan oluş tohumunu içinde saklayan bir tarladır. Kişi, eğer onun bilincinde olur, ona su ve güneş verirse, yetiştirip çiçeklendirirse, insan oluş ağacı mecazî ben mezarlığından kurtulup gelişir; Kökü toprağın derinli ğinde [madde], başı gökte [Allah] olan temiz bir ağaç. [İbrahim Sûresi, 24] Bu böyle bir gerçektir. Bu insan oluş tohumunu varlığının mezarlığında çimlendirip filizlen diren kişi, zafere ve kurtuluşa erişir. Onu toprağın altın da gizleyense umutsuz kalmış ve bir yarar elde edeme miştir. “Onu temizleyen kişi, felah bulmuştur. Onu ör ten kimse de muhakkak ziyana uğramıştır.” [Şems Suresi, 9–10] Dolayısıyla her felsefe, her din ve her toplum, kültür ve eğitim sistemi, temel dediğinde, birey, toplum, insan ya da Tanrı’dan hangi ben’i temel aldığını açıklığa kavuşturmalıdır.

İslam’da ‘ben’ feda edilmekte, olumsuzlanmakta ve kurban edilmektedir. Ama bu, ne Allah’ta yok oluş ola rak, ne de toplumda mutlak yitiş olarak -ki hiç olmaktır - değil, bireysel ben’in olumsuzlanması ve yalancı, gös termelik mecazî benin, varlığın ayağının dibinde ya da gerçek insanî ve aşkın bende yok oluşu olarak söz konu sudur.

Acaba yine bir tür individualizme varmadık mı? Acaba gene şuna ulaşmıyor muyuz; ‘Ben’, varlık kaza nan ve karşısında da bireysel bir benin olumsuzlandığı bir bireydir. Yine toplumun temel oluşuna, insanın te mel oluşuna, ‘biz’in temel oluşuna ve ilahi zâtın, mutlak zâtın temel oluşuna ulaşmıyor muyuz? Acaba bu egoizm - sonunda aşkın egoizm- değil midir?

Sakınırlık Değil Takvâ

Gerçek ben’le ilgili olarak “Gerçek ben, her bireyde gömülüdür ve insanla eşittir. Adı insan ve âdemdir” şek linde yaptığım ilksel tanımda, göstermelik yalancı ben, aşkın insanî ben’e feda olduğunda egoizm ve individua lizm [bireycilik] öğretisi gerçekleşmiş olmaz. Tam tersi ne theisme [tanrıcılık], hümanizm ve bizcilik öğretisi bu şekilde gerçekleşmiştir. Çünkü mahkûm ve mecazî bi reysel ben feda edilip aşkın gerçek ben bireyde rüşde erip filizlendiğinde, o aşkın ben, bireyde ve bende var olan insanî ben’imizdir. O, bireysel ben’de yer almış olan ilahî bendir. Dolayısıyla bu anlamda, insanî ben’e, aşkın ben’e dayanmak, kendiliğinden, insanî bize, toplumsal bize, mutlak zâta ve mutlak ben’e -Allah’a- dayanmak demektir. Allah’ın ruhu olan, âdem ve insan adını taşıyan ve artık bireylerden ayrı bir bi rey olmayan bu ben, bir kişilik değildir. Bütün renkler, boyutlar, süsler ve birey olarak öteki bireylerden ayırıp belirginleştiren bütün göstergeler saf dışı bırakılmakta dır. Bireyin belirginleşmesi olumsuzlandığında ortak insanî kişilik gerçeklenmiş olur. Bu özelliklerden yoksun gerçek varlık, insanî türsel varlığın, göreli bireysel ben de mutlak görünüm kazanışın ta kendisidir. İşte böylelik le her nefis, herkesle eşit olmaktadır. Bu yüzden, İs¬lam’da nefsin öldürülmemesine çalışılmaktadır. Nefsin katli, her iki anlama da gelmektedir. [Nefsin öldürül mesi, İslamî değil tasavvufî ve doğulu bir terimdir.] Ne fis, beslenmelidir, temiz ilahi su ve havada, vahyin, bilin cin ve olgunluğun ışığı altında, güneşin gülümseyişinde, ayın parlayışında, günün görünüşünde, gecenin gizleni şinde göğün yükselişinde ve yerin yayılışında yetiştirilip filizlendirilmeli[3], temizlenmeli ve bütün belalardan, hastalıklardan, zaaflardan -ki bu insan ağacının olgun laşmadan yoksun kalışına etkendir- korunmalıdır. Bu takvadır, olumlu, bilinçli ve bilimsel bir iştir; olumsuz bir iş olan sakınmak değil.

[1] Hegel bile bu tür saçmalıkları söylemektedir, İşte burada, kar şılaştırma yapılıp bütün öğretiler aydınlığa çıkartıldığında, İslam'ın İnsanı değerlerinin ne olduğu da anlaşılmış olur, Bu yüzden: "Hüseyniye'de Budha dersi de verilmelidir!"
[2] Bu yüzden, kimi eleştiriciler "Kendisinden ne kadar çok söz ediyor, hep "ben, ben" diyor!" diye suçlamışlardı beni!
[3] Güneş ve aydınlığı hakkı için, arkasından geldiği zaman ay [hakkı için], ona parlaklık verdiği zaman gündüz [hakkı için], örtüp kapladığı zaman gece [hakkı için], sema ve onu bina eden, yeri ve onu döşeyen, her bir nefis ve onu düzenleyen, son ra da ona hem kötülüğü, hem de takvayı ilham eden [hakkı için]: "Onu temizleyen kişi muhakkak felah bulmuştur, onu ör ten kimse de muhakkak ziyana uğramıştır." [Kur’an 91/1-10]
__________________
And olsun Biz Kur`an`ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Kamer/17-22-32-40
kamer isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 16. August 2009, 11:53 AM   #23
kamer
Super Moderator
 
kamer - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 283
Tesekkür: 457
131 Mesajina 293 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
kamer is on a distinguished road
Standart

İSLAM BİLİM; DERS-9 (Bölüm 3)

İslam’da Ahlâk Felsefesi

İslam’da ahlâk felsefesi, bir anlamda ben’in olum¬suzlanması ve ölüm yoluyla beslenip canlandırılmasıdır. Ama nasıl yalancı ben saf dışı bırakılıp gerçek ben canlandırılabilir? Acaba bir köşeye çekilip hayali kılıç¬larla, duygusal ve farazi kırbaçlarla o göstermelik, ya¬lancı ve ikiyüzlü beni ortadan kaldırıp o ‘ilahî ben’i ken¬dimizde keşfedebilir miyiz?

Hayır, bu bir tür sapkın hayalcilik ve aldatıcı bencil¬liktir. Budha’nın dediği gibi bu, yalancı bene bir tür dö¬nüştür, bir tür dinî gurur, ruhanî bencilliktir; riyazet, ibadet, ruhbanlık, inziva vs. adlarıyla.

Öyleyse yalancı ben, nerede ve nasıl yok edilebilir? ‘Büyük ben’ nasıl canlandırılabilir? İnsan toplumunda mı, ilahî zâtta mı?

İslam’da bu ikisi çatışmazlar, birbirlerine ters düş¬mezler. Tersine birbirlerine gerek duyarlar. ‘Ben’, ‘biz’ de yok edilmektedir. Allah’a ulaşması için. Ben’in ‘biz’ yönünde ortadan kaldırılması, bireyin ilahî beninin Al¬lah’a doğru yöneltilmesidir. Dolayısıyla İslam’da ‘ben’, ne Allah’ın zâtında, ne toplumsal çıkarlarda ortadan kal¬dırılmakta ve ne de Allah’ın ve toplumsal çıkarların karşısında gerçeklenmektedir. Tersine, insanî ben’in -bü¬tün insanlarla eşit benin- gerçeklenmesi, beslenmesi, ge¬lişip olgunlaşması için ortadan kaldırılmaktadır yalan¬cı ben. Öyleyse yalancı ben’imi biz’e kurban etmiş¬sem, Allah karşısında ve Allah için de kendimi ortadan kaldırmışımdır; aynı zamanda da kendi gerçek ben’ime asalet vermiş, ona dayanmışımdır.

YALANCI BEN

Bir varlığı ya da insanî varlıklardan bir dizgeyi ya da insan varlığından bir tipi parça parça eden, her parçayı öteki parçaların karşısına yerleştiren, özsel bir bütünlü¬ğü bulunan insanlığı, kavmî özelliklere, sınırlara ve renklere ayırıp parçalayan ve insanlıktan bir parça ‘ben oluş’ kazandıran özelliklerin tümü birkaç türlüdür:

1- Sosyal ben: Buna göre ‘biz beyazlar’, ‘o siyahlar’ karşısında bir tür bireyselliktir; toplu değil nisbî birey¬selliktir.

2- Kavmi ve milli ben

3- Sınıfsal ben: Uşak karşısında efendi ben, efendi karşısında uşak ben, yönetilen karşısında yöneten ben, köle karşısında sahip ben, yoksul karşısında varsıl ben, işveren karşısında işçi ben; bunlar insan birimini parça parça eden duvarlardır.

Burada ‘sınıfsal ben’, ‘bireysel ben’e de dönüşmek¬tedir; iki kişi yan yana oturduklarında, özellikleriyle, gi¬yimiyle, işgal ettiği yer ve konumla, ötekisinden -ki o da bireydir- ayrıdır. Bu ikisi hem iki bireydirler, hem de iki sınıftırlar. Onlardan herbiri kendi sınıfıyla eşittir, onların ilişkileri iki ben’in ilişkisi değil, iki sınıfın ilişkisidir. Dolayısıyla ‘sınıfsal ben’de, her sınıf milyonlarca insanı içinde barındırsa da her birey, sınıfının milyonlarca bire¬yiyle eşittir.

4- Ailesel ben: Aristokraside özellik, haysiyet, övünç, övünçsüzlük ve benzerleri birbirlerinden ayrıl¬maktadır ve aileye -ailenin tek tek her bireyine- bireysel¬lik vermektedir.

5- Mesleki ben: Çırak karşısında usta, mürit karşı¬sında mürşit, memur karşısında amir, esnaf, üniversi¬teli, asker vs. git gel.

Şu anda sayma fırsatını bulamadığım başka ben’ler vardır.

Her bireyin bir sürü ‘yalancı ben’i bulunmaktadır. Yani bir soya bağlı oluşuyla bir anda bir kavme, bir sınıfa, bir aileye ve mesleğe de bağlıdır. Hatta dinler de inanan¬larına öteki ben’lerden ayrı olan bir ‘ben oluş’ vermek¬tedirler. Bu yüzden dinler yalancı, din gerçektir. İs¬lam, dünyada dinleri değil, sadece bir dini kabul etmek¬tedir; gerçekliği bulunan ve bir yönde gerçek olan dinle¬re; Âdem’den tutun da ahir zamana varıncaya değin, ister İslam Peygamberi’nden önce olsun, ister sonra -yani onun öğretisine inananlar- İslam adını vermektedir. Do¬layısıyla Müslümanlar hem İslam Peygamberi’nden önce var olmuşlardır, hem de İslam Peygamberi’nden sonra. Çünkü İslam bir dindir, bir varlığın gerçekliğidir, bir akımdır; bir hareketi vardır İslam’ın. Ve bir insanın var¬lığı da bir zat, bir varlık, bir insandır; aynıdır, bir soydur. Çeşitli ben’ler, hep yalancıdırlar, çeşit çeşit soysal, kavmî, sınıfsal, ailesel, meslekî ve hatta itikadî kişilikler yoluyla görünüm kazanmaktadırlar. Ki eğer onları yon¬tup ortadan kaldırırsak, tüm boyaları silersek, boyasız, beyaz ve aydınlık bir öz kalır ve hepsinde aynı olan bir ışık doğar içerden. Bir inanç, bir duygu, beşerî bir özdür. ‘Gerçek ben’ ise, her bireyin kendini ortadan kaldırarak ulaştırdığı ‘o’dur. Bu ‘o’ hem ilahî varlıktır, hem de aş¬kın insanî cevherdir. Bu yüzden İslam, bireyi, Allah’a ulaşmak için Allah’ın halkında yok olmaya çağırmakta¬dır [1].

KÜLTÜREL VE TARİHSEL KOPUKLUK

İnsanlığı hep tehlikeli bir hastalık tehdit etmektedir; sürekli olarak büyük olaylar, fetihler, katliamlar, yıkım¬lar, doğal etkenler ve belalar, kültür devrimleri, vuruş¬malar, dış dinlerin ve kültürlerin saldırıları, bir kuşağın geçmişle olan bağını koparmışlardır, bir kavmin, bir in¬san toplumunun tarihini birbirinden ayırmışlardır. Şu andaysa bilinçli etkenler, tarihsel zincirin oluşmaması için, özellikle tarihsel bağları, sürekli ve görkemli kültü¬rel savaşımları ve büyük insan üretim sermayeleri bulu¬nan Doğu’da, iş başındadır.

Tarihsel bağların kopması, geriye, durmadan tekrar tekrar geriye dönüş demek olan cahili bir uzaklaşmaya neden olur. Toplum, Sisyphos’un [2] yazgısına tutsak olur.

Kültürde, ruhun gelişiminde, insanlıkta, uygarlık¬ta, bilimsel deneylerde, ahlakî deneylerde, ahlakı ve top¬lumsal ilişkilerde bir yolu kat ederek doruğa ulaşır ve orada tarihsel bir kesiklik ve bir anda oluveren bir ko¬puklukla başladığı noktaya geri döner. Şimdi yeniden ca¬hiliyetten başlamalıdır.

İkinci ve üçüncü yüzyıllarda cahilliği Endülüs’te kö¬künden kazımıştır. Gerileme ve Emevi yönetimi dönemi olmasına karşın İspanya İslam toplumunda okuma-yaz¬ma bilmeyen tek kişi bile yoktur. Kültür öylesine güçlü¬dür ki kötü öğelerin, zulüm yönetimlerinin ortasında ol¬masına karşın insanî hayat ve hareketini sürdürmüştür. Fakat çok zaman sonra, İslam ilimlerinin merkezi olan özel bir bölgede okuma-yazma bilen kadın sayısı sadece 48’dir. Üstüne üstlük, bu toplumun tüm çabası, bu kırk sekiz lekeyi[!] silmek ve başka bir yere sürmektir. Çün¬kü Peygamber’in şöyle dediğini duymuşlardır; “Kadınla¬ra sadece iki şey öğretin; İp eğirmek ve Nûr Suresi’ni.” Oy¬sa Mekke’de sadece 11 ila 17 kişinin okuma yazma bildi¬ği Peygamber döneminde, Peygamber’in hanımları Aişe ve Hafsa, her ikisi okuma-yazma bilmektedirler. Yüzyıllardan ve doruğa ulaştıktan sonra, toplumu yeniden cahiliyet dönemine döndüren tarihsel kesintidir bu. Yu¬nanistan’a bir bakınız; İki bin beş yüz yıl boyunca felsefe¬nin beşiği, sanat, felsefe ve demokrasinin parladığı bir merkezdi. Şimdi ise Amerika’nın da kabul etmediği kim¬selerin merkezidir. Ya da onları kabul ettiğini itiraftan utanmaktadır. Küçük Asya [Anadolu]; Bizans impara¬torluğunun en büyük merkezi -tarihimizde Bizans’tan ve uygarlığından ne duyuyorsak hepsi burasının uygarlığı¬dır, İtalya’nın değil- sonra da İslam uygarlığının merkezi olmuştur. İki yüz, üç yüz yıl öncesine değin, büyük deha¬lar, büyük kültür merkezleri, dünya uygarlığı buraday¬dı. Toplumsal düzenin ve kültürün değişmesiyle; aşırı taklitçi modernleşme çabalarıyla, kültürel değerlere ve yabancı kültürsüzlüğe saldırmakla geleneksel ve kültü¬rel bir toplumda kopukluk yaratıldı; boş, cılız, yoksul ve kültürsüz bir kuşak ortaya çıktı. Bu kuşağın, geçmişiyle, eski kültür ve uygarlığıyla hiçbir bağlantısı kalmamış¬tır.

Buna göre tarihsel ve kültürel kopukluk ve yabancı¬laşma, beşerî bir bela olup bugün de İslam toplumu -özel anlamda- ve Doğu -genel anlamda- ondan ızdırap duy¬maktadır. Toplum, tüm insanî miras ve övünçlerinden, manevi öğe ve sermayelerinden ayrılmış, kökleri toprak¬tan çıkmış ve ölümcül bir zehirlenmeyle karşı karşıya kalmış bir ağaca dönmüştür. Tarihsel kopukluk yoluy¬la, bir kuşak, önceki kuşaklardan ayrı düşmekte, tüm ba¬şarılarını, değerlerini ve stoklarını yitirmektedir. O za¬man, örneğin dört bin yıl önce köleliğe karşı, Karun ve Firavun düzenine, şirk düzenine karşı, en büyük başarıları elde etmiş ve İbrahimlerle, Musalarla, en büyük, en derin düşünsel ve insanî öğretilere sahip olmuş bulunan İslam’ın süreğenliği kopmakta ve İbrahim’in hareket ve kültüründen kopan kuşak, Peygamber’den önceki putpe¬rest Arap cahillerine dönmektedir. Hatta Peygamber’in kendi kıyamı, çeşitli ülkelerde ve İslam’ın ruh, uygarlık ve tarihindeki onca büyük İslamî başarılar, birkaç yüz¬yıldan sonra bütünüyle durmakta ve bu kültürden, hareket ve akımdan, mevhum ve kırık betimlemeler dışında birşey bilmeyen bir kuşak oluşmaktadır.

Tarih felsefesi anlamıyla tevhid, olaylar, hareketler ve erekler makasının kestiği şeyi bitiştirmeye çabala¬maktadır. Tevhid, tüm insanlık tarihine kesintisiz, süre¬ğen ve devingen bir birlik kazandırmakta ve tarih boyun¬ca sadece tek bir din, tek bir cihad, tek bir gerçeklik ve tek bir insan bulunduğuna inanmakla her kuşağı, bu akıma çağlar, yüzyıllar ve çeşitli ülkeler boyunca bağlamakta¬dır. İşte bu şekilde, tarihsel birlik ve bütünlük ve Âdem’den son zamana değin tek ve süreğen bir akımın olduğuna inanmak, her kuşağı, bir zincir halkası gibi ona bağlamakta, her bireyi sanki bütün insanlarla, bütün çağlarda yaşamış hale getirmektedir.

TEFRİKA

İnsanlar, tarih boyunca sürekli olarak, iktisadî, siyasi ve sınıfsal etkenler ile, ırkçılık, kavimcilik ve aynı şekilde bireysel egoizmler yoluyla birbirlerinden ayrılmışlar ve ayrılmaktadırlar; insan süreğen bir biçimde ta¬rihte parça parça olmaktadır. Dolayısıyla beşerî tefrika, yaygın ve işler şekilde, çeşitli biçimler, bahaneler ve ad¬lar -kavmiyet, mezhep, soy, sınır, doğa, iş, sınıf ve aile- al¬tında insanlık tarihinde ve hayatında süregelmiştir. Tef¬rika ve parçalanma, tek insan gövdesinin parça parça ol¬ması demektir.

PARÇALAMA [TEB’İZ]

Parçalama da tefrika anlamına gelmektedir, fakat insan karşıtı tefrika insanın insanla ve bir insan kümesinin başka bir insan kümesiyle olan ilişkisini zulüm ve te¬cavüze -yasal ve şer’i biçimde ya da hiçbir biçim olmaksı¬zın- göre belirler.

Parçalama ise sürekli bütünsel iki şekilde, iktisadî bakımdan, sınıfın sınıfı, ulusun ulusu sömürmesi biçi¬mindedir; ulus ulusu, sınıf sınıfı sömürmektedir... Siyasal bakımdan da zulmün bir ulusa egemen olma [istibdat] ve uluslara egemen olma [emperyalizm = imparatorluk] ça¬basıdır.

Bu [parçalama] da insanlığın her zaman süren has¬talığıdır, tarihe sürekli egemen olan sistemdir; adalet, özgürlükçülük, İslam, tevhid öğretisi ve İbrahim’in yolu, insanlık tarihi boyunca sürekli bir hareket biçiminde, egemen sistem karşısında yer almıştır.

Peygamber başını toprağa koyunca [vefat edince], kendisinin “Kara gecenin parçaları birbiri ardınca gelir¬ler.” şeklinde tahmin ettiği gibi olur durum.

Kölelerin kurtarıcısı Musa susunca Harun düzeni -onun varisleri- gelir ve Firavun’un ve Bel’am’ın varisi olur.

Aynı şekilde, aşk, barış ve sevgi peygamberi İsa ölün¬ce varisleri -kesişler- yeniden Sezar ve Kayser düzenini -olandan daha kötüsünü- onun adına sürdürürler ve sa¬dece adlar değişir; Sezar’ın adı Papa, senatörün adı Kar¬dinal olur vb...

Her peygamber ve önder ölünce, düşmanları, onun veliahtları olarak, düşmanlarının düzenini sürdürürler. Bu, tarihe egemen olan ‘düzen’dir, ötekisi ise tarihin hep mahkûm ‘hareket’idir.

DURAĞANLIK VE DEVİNİMSİZLİK

Bu konuyu tam olarak anlamak için ‘Muhammed Hâtem-i Peyamberân’ adlı kitapta yer alan ‘Ez Hicret tâ Vefat’ [Hicretten Ölüme Dek] başlıklı makaleye başvur¬malısınız. Orada, toplumların sürekli olarak, tarihte toprakla bütünleştiklerini, insan bir yerde kaldığı sürece kabile, kavim, toplum ve hatta imparatorluk biçiminde durağanlaştığını, geleneksel çerçevelerde, kalıtsal tas¬ma ve zincirlerde ve kalıplaşmış toplumsal sistemlerde donuklaştığını, hareketin öldüğünü, bu durumun ansız bir devrimin gelip onu harekete geçirinceye değin sürdü¬ğünü toplumbilimsel açıdan ortaya koymuştum.

İnsanlık tarihinde, hicret kırbacı, geri, durağan ve devinimsiz kavimleri zaman çizgisinde, yeryüzünde ve donuklaşmış uykulu içlerde harekete geçirmiştir.

Dolayısıyla donukluk ve durağanlık her yerde görü¬len sürekli bir hastalık olup büyük toplumları ve uygar¬lıkları yok etmekte ya da bataklık gibi lığlaştırıp kokuş¬turmaktadır. Yunan [uygarlığı], ülke-şehirlerin [cité-état] çerçevesi ve bunların sınırlı ve kapalı surları içinde donduğu için yok oldu ve Roma için kolay bir lokma duru¬muna geldi. Roma da ülkeler alma ve fetihler grafiğinin ardından gücü ve sistemi sabitleşerek donuklaştı, dura¬ğanlaştı ve öldü.

ZAMANA YABANCILAŞMA

Belirli bir zamanın, büyük bir insanî devinimin, kur¬tuluş bağışlayıcı beşerî öğretinin gereksinimi olan bir hareket, çeşit çeşit iktisadî, siyasal ve düşünsel etkenler aracılığıyla gelenek haline gelmiş ve durağanlaşmıştır. Zaman devingen, ama geleneğin durağan olduğunu bi¬liyoruz. Kalıtsal, olduğu yerde sayan ve tek düze bir top¬lumsal gelenek haline gelen ve mutaassıp ve donuk bi¬çimlerde donuklaşmış durumda kalan bir dinin, zorunlu olarak zamanla arası açılır. Çünkü zaman, sürekli devi¬nimdir; oysa gelenek, değişmez ve tek düze donuk bir şekildir. Bu yüzden, bölgesel ve kalıtsal gelenekler şekli¬ne gelmiş şeyin maskesini kendimiz kırmazsak, dinin ruhunu, hedefini ve hareketini bu donmuş kalıpların içinden kurtarmazsak, zaman kalıp, içerik, hak, batıl ta¬nımaz, kükreyen bir sel gibi dur durak bilmeden duran, donmuş, yere yapışmış ne varsa kırıp yok edip geçer.

Bizse bu donuk kalıpların içinde, insanı şekillendi¬ren en değerli öğeleri, gelişimimizi, iman sermayelerimi¬zi yok ederek geçmişe yollayacağız; zaman da bunların üzerinden geçip gidecektir. Bugün, zamanın İslam kül¬türünden, inançlarından ve onun en önemli değerlerin¬den nasıl hızla uzaklaştığını görüyoruz ve biz hiçbir şey yapmıyoruz. Zamanın hareketiyle tanışık olan biz, bu ayrılığa, imanımızın geri kalışına ve zamanımızın ileri gidişine her gün tanık olmaktayız. Zamanda hareket edi¬yoruz zorla; ileriye yöneliyoruz zorla, ama karanlıkta. Çünkü kervandan geriye kalan bir ateş gibi bıraktık İs¬lam’ı, kalsın biz geçelim diye. Zamandaki bugünkü hareket böyledir. Yolun lambasını arkada, önceki durak¬larda bıraktık ve gece vakti bilinmeze doğru hareket ha¬lindeyiz. Zamandan ayrılış ve zamanın hareketi zorun¬luluğu, bütün dinlerin, uygarlıkların, öğretilerin, dev¬rimlerin ve hareketlerin hastalığıdır. Toplumdaki her öğreti, her hareket, her devinim ve her devrim, işte böyle¬ce ölmektedir; zamandan ayrılmakla, zamanla birlikte gelmemekle.

Allah’ın İslam’ı koruduğu ve İslam’ın bize gereksinimi olmadığı doğrudur; çünkü bize gereksinimi olan bir İslam’ın ancak kendine yararı olur ama İslam’a gereksi¬nimi olan biziz. Şu ne aptalca kaygısızlıktır ki İslam her elden gittiğinde huzur içinde ve hiç üzüntü duymadan şöyle denilmektedir; “Üzülme; Allah, İslam’ı kendisinin koruyacağını vadetmiştir. Kim dedi, İslam için tasalana¬lım diye? Biz Müslümanlar için tasalanalım.” Senin bu kaygısızlığın şuna benzemektedir; Neyin varsa hırsız alıp götürür, yoksul, aç, muhtaç kalırsın. Ben de senin gönlünü alırım, paralara üzülme, hiç üzülme, para kay¬bolmaz, karşılığı merkez bankasında saklıdır diye.


[1] Ben, Mevlana'ya saygı ve inanç duymakla -ki onu insanlık ta¬rihinde büyük sanatçılar, bilginler, duyumlar ve ruhlar ara¬sında beş altı kişiden biri olarak görüyorum- birlikte onun top¬lum için zararlı olduğunu düşünüyorum. Hep Aynu'l Kudat ya da Mevlana gibi büyük arif ve işrakilerin yetenekli ve vefalı öğ¬rencisi olmak istemişimdir. Upanişad ve Budha -ve benzerleri• gibi büyük ruhlarla olmak istemişimdir. Bunlar, ahlak, eğitim: arınma ve tezkiye öğretmeni olarak ruhu beslemektedirler. Fakat toplumun böyle bir yöneliş içinde olmasından hep kork• muşumdur. Çünkü kimi öğeler, toplum için zararlı, birey için yararlıdır; kimi zaman da birey için zararlı olan, toplum için yararlı olabilmektedir. İslam, her iki boyutun -toplum ve bire¬yin çıkarları- çelişkisini ortadan kaldırdığı için benim için de¬ğer taşımaktadır. Büyük İrfan -ki ruhu onarmaktadır- ile güçlü aklı -ki toplum ve uygarlığı kurar- birbirine katıp öyle yoğur¬muştur ki sonradan çıkmış olan filozof ve kelamcılar olmasa bu iki boyutun birbirinden ayrılması olanaksızdır.
[2] Sisyphos: Yunan mitolojisinde kurnazlığın simgesi olan Korinthos kralı. Hadep’teki dev bir kayayı iterek tepenin doruğu¬na çıkarmakla cezalandırılır. Ne var ki, kaya tam doruğa var¬dığında yeniden aşağı yuvarlanır. Aynı olay, sonsuza dek sü¬rüp gider. [Çev.]
__________________
And olsun Biz Kur`an`ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Kamer/17-22-32-40
kamer isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 8. September 2009, 12:15 PM   #24
kamer
Super Moderator
 
kamer - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 283
Tesekkür: 457
131 Mesajina 293 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
kamer is on a distinguished road
Standart

İSLAM BİLİM; DERS-9 (Bölüm 4)



HEDEFSİZLİK; İNANÇ VE AMEL ARASINDA YABANCILIK


Bu, bize ve toplumumuza özgü istisnaî bir hastalık değildir, değişik oranlarda her yerde görülmektedir, ama kimi şeylerde biz birinciyiz. Amel ve inançların uyumsuzluğu, belirtilerini açıkça gördüğümüz tuhaf bir hastalıktır. Biri gelip bir işe el atar, sadece hayırlı bir iş yapmak için. Ne ki zamanla uyumlu olup olmadığına hiç bakmaz. Oysa Tahran’da bugün su deposu yapmak, ha*yırlı bir iş olmaması bir yana, hedefsiz ve anlamsız bir iş*tir. Dinî işlerde de sadece bir iş dinî bir gelenek olduğu için yapılmaktadır ve kişi için sadece yapılış şekli söz ko*nusudur. Bu yüzden Müslüman ya da Müslüman olma*yan bireylerin ameller dizgesinde tuhaf bir tutarsızlık ve uyumsuzluk görülmektedir.



Onların amellerinden kimileri büyük ve insanî bir hedefi gösterirken, öteki amelleriyse bu amellerin karşıt noktasını göstermektedir. Örneğin Hüseyin’i anma top*lantısına katılır, ağlar, orada Hüseyin’i yüceltir, ama zulmün elinde araç olur kolayca. Ya da dinî şiarlara ina*nır ve sıkı sıkıya sarılırken aynı zamanda, söz ve kale*miyle toplumu sapmaya ve gerilemeye sürükler. Ali’ye inanır; herşeyini yitirme pahasına batıla evet demeyen adama inanır, ama hareketiyle, vücuduyla ve ameliyle, her aşağılığa, her alçaklığa ve her cinayete “evet” der, bo*yun eğiş, onun fizyolojisinde bile göze çarpmaktadır; her*şey karşısında -önemsiz ve aşağılık da olsa- otomatik ola*rak eğilir. “Onlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler ve rükûa varırlar” ayetini Ali [a.s.] hakkında tefsir etmekte*dirler, O, Allah huzurunda rükûa varırken, halka bağışta bulunmaktadır. Bunlar ise, efendinin huzurunda rükûa varırken, halktan almaktadırlar. Onlar, inanç ve amel arasındaki bu çelişki ve uyumsuzluğu duyamazlar. Kur’an’a inanır, onu ciltlemeyi, süslemeyi ve yüceltmeyi hiç ihmal etmez, inançsal bakımlardan Kur’an’ı dua kitabın*dan üstün bilir. Ama amelde, bir kez bile okumamıştır, okumamaktadır Kur’an’ı. Dua kitabı onun için Kur’an [okunacak] dır. Kur’an, onun için sadece yazı-tura at*makta ve istiharede kullanılan kutsal birşeydir. Eşitliğin ve insanlığın doruk noktada sergilendiği yer olan hacda, aşağılık bireysel hayatı için dalkavukluk ve med*dahlık etmektedir. Parası olmadığı için alçalmakta ve kendinden daha aşağı ama paralı olan birine saygıda ku*sur etmemekte ve onun önünde eğilmektedir. Bunların hiçbiri, ona göre, bir uyumsuzluk taşımamaktadır, Ha*cer ve İbrahim’in sünnetine katılmakla birlikte.



Bu insan, ‘Ana, Baba! Biz Suçluyuz’ da söylediğim gibi hacda bin kez sorar “Nasıl?” diye. Ama bir kez olsun “Niçin?” diye sormaz. Yüz kez gidip dönmüş ve hep şunu sormuştur; “Efendim, benim bu plastik terliğimin üze*rinde bitişme izi var -elbette kalıptan ileri gelmektedir- bunun günahı var mıdır; biliyorsunuz, ayakkabı dikişli olmamalıdır?” Ama bir kez olsun, aslında hacca niçin gel*diğini sormamış ve düşünmemiştir.



Çelişkiyi anlamaz. Onun zihni donmuştur, durağan*laşmıştır. Kendisini insan bireyi olarak kabul edemez, Allah yerine -Kur’an’ın dediği gibi- ahbara, ruhbana, güçlülere ve para babalarına tapar, fakat taptığını bil*mez. Çünkü ruhanî ya da servet sahibi veya güç ve ma*kam sahibi kimse aracılığıyla aline olmuştur. Dine ve in*sana bağlı olan insanî saygınlıkları, ilahi değerleri, ma*kama ya da paraya bağlı olan güçleri, bunlara bağlı ve mensup olan bireylere ait görür ve onların karşılarında basitçe bir düşünmeye bile gücü yoktur.



Bilinçli ve düşünür din âlimlerinden biri olan bir dos*tum -yeni yetişen seçkin aydınlar arasında benzerini az gördüğüm bir Alevi Şiiliği âlimi-[1][1] şöyle diyordu; “Mes*citte, kılığıma bakarak bir hanım, kendisi için istiharede bulunmamı istedi [ki ne yazık ki avam, aynı tür giysiyi giyen kimseleri aynı gözle görür ve yükümlülüklerini bu sınırlar içinde sanır]. Tartışmanın yeri olmadığını gördü*ğümden bir istiharede bulunmak için tesbihi alıp kıbleye döndüm. Dua ve kendimi hazırlamakla meşgulken sipa*rişçi hanım, “Efendi! Lütfen niyetini de siz kendiniz dile*yin.” demez mi?



Hedefsizliğin nereye vardığına bir bakın? Bu hanım ne için gelmiştir, hangi ihtiyacını gidermek istemiştir?



Hac’da kendim, insanın anlayıp duyumsayabileceği en güzel değerlere tanık oldum. Yine orada, insanın anla*mayacağı en geri çirkin cehaletlere de tanık oldum. Örneğin bir grup, niyet okuma [ ! ] yapmak için oturmuştu. Niyet etme teknolojisi öylesine karmaşık ve güçlü ki ni*yet etmenin aslını unutmuşlardı ve tüm çabaları harf ve kelimeleri tıpkı Araplar -hem de mevcut Araplar değil, mevhum Araplar- gibi telaffuz etmeye harcanıyordu. Bu, hedefin ve amellerle inançlar arasındaki uyumun yok ol*masıdır; Örneğin İslam gibi, bir hedefi bulunan ve amel*leri, ibadetleri, hükümleri, iktisat, siyaset ve kullukla il*gili konuları bütünüyle mantıksal bir uyum, sağlam ve bilinçli bir doku içerisinde olan neden-sonuç ilişkisi, bir*biriyle bileşim ve uyuşum taşıyan ve herkesin görevi he*defe ulaşmak için bir giriş olan bir harekette şimdi İslam’ın varlık felsefesi, vahiy ve mesaj olan o hedef orta*dan kalkmaktadır. Bu dizgenin darmadağın olmuş par*çaları, birbirleriyle bağıntılı olmaksızın ve o hedef ve amaç göz önünde bulundurulmaksızın gerçekleştiril*mektedir.



Amel ve inanç, hayat ve düşünce, davranış ve iman arasındaki bağlantının kopması, aracın hedefe dö*nüşmesi, yolun amaç olması, dinin şiarlara sıkıştırıl*ması imanın törenlere, inancın işaretlere [hatta beden*sel işaretlere] indirgenmesi, tapınmak ama tanımamak, inanmak ama anlamamak, sonuçta da bütün mantıklı ve bilinçli ilişkilerin altüst olması ve birbirinden kopması, bütün değerlerin dağılması, insanı yiyip yutan ve biçimi*ni değiştiren korkunç hastalıklardandır.


İKİCİLİKLER


İki görüşlük, felsefî ve insanbilimsel şaşılık, iki ayrı şeye kulluk, iki ayrı yönde inanmak, insandaki ve doğa ile doğa ötesi arasındaki çelişki; tüm bunlar ikicilik [dua*lisme] anlamına gelir. Tevhid ise tüm bunlara uyum ve birlik kazandırır.



Sürekli olarak, maddeyle mana arasında -ki İslam ekmeği ve namazı bir uyum, bir bakış ve görüş içerisinde algılar- dünya ile ahiret arasında -ki tevhid, bu ikisi ara*sındaki süreğen çelişkiyi gidermekle kalmaz onlar ara*sında bir neden-sonuç ilişkisi oluşturarak aralarında ta*rım ve ürün arasında olduğu gibi bir uyum olduğunu ön*görür- akıl ve aşk arasında -ki felsefe tarihi boyunca bir*birlerinin yanı başında, birbirlerine uzak ve birbirleriyle savaşım içinde olmuşlardır- ayrılık ve savaş olagelmiş*tir.



Konfüçyüs ve Lao Tzu’dan tutun da Aristo ve Efla*tun’a, İbn Sina ve Ebu Said Ebulhayr’dan tutun da Des*cartes ve Pascal’a varıncaya değin felsefe, ahlâk ve ruhbilimde akılcı insanlar, duyumcu insanlardan ayrı*dırlar. İşrak, duyum ve ilham bir yanda, akıl, mantık ve delillendirme öte yandadır. Pascal’ın deyişiyle; “Aklın anlamadığı kanıtları vardır kalbin. Allah’ın varlığına akıl değil, kalp tanıktır.”



Tarihte, dinî duygu, bireyi toplumdan Tanrı’ya doğru sürüklemiştir hep. Toplumsal, iktisadî ve siyasi düzen ise bireyi Tanrı’dan ve fizik ötesinden gündelik maddi toplumsal yaşayışa sürüklemiştir.



Çaba ve tevekkül de hep karşı karşıya bulunmuşlar*dır. Çünkü çaba, hedefe ve başarıya ulaşmak için özdeş yeteneklere ve maddi çalışmaya dayanan insanî bir gö*rüştür. Tevekkülse, her türlü başarıyı ve hedefe ulaşma*yı Allah’a dayanmada görmekte ve kendi bireysel çaba, irade ve seçimini yazgısında, mutluluğunda ve mutsuz*luğunda etkisiz olarak bilmekte olan insanî bir duygu ve inanıştır. Çaba, maddi insan görüşünün tezahürüyken, tevekkül, ilahi ve madde karşıtı insanın manevi, irfanî ve ruhanî duygusunun tezahürüdür. Hesapçı akıldan kay*naklanan maddi çabayla, hesapsız aşktan kaynaklanan tevekkül, dinlerde ve felsefî öğretilerde biri ötekine feda olmaksızın ya da ötekinin yan birimi veya ötekinin karşı*sında değersiz ve önemsiz olmaksızın iki temel olarak ya da iki esas neden ve etken olarak birleştirilemezler.



Dünya ve ahiret ikiliği, zahitlik ve varsıllık ikiliği, ruh ve cisim ikiliği, gerçek ve güç ikiliği, ruhanilik ve maddilik ikiliği, bireysellik ve toplumsallık ikiliği, daha derin anlamıyla; kulluk ve rablik, isyan ve baş eğme, gurur ve huşu, kılıç ve namaz, arifin halveti ve mücahidin savaşı, Budha’nın huzuru ve Sartre’ın huzursuzluğu, mutlak zihinsellik ve mutlak özdeşlik, savaşmak ve aşk beslemek. Halk için, Allah için ve kendisi için... İkili*ği bu türdendir.


MATERYALİZM VE İDEALİZM


Tüm öğretiler ya tek gözlüdürler [Materyalizm, Ber*keley’in felsefî idealizmi v.s.] ya da şaşıdırlar ve iki gö*rüşlüdürler [Budha, Veda, Zerdüşt ve Mani dinleri v.s.]. Oysa tevhid, doğa gibi, insana tek bakışlı iki göz vermek*tedir. Nasıl yani? Yani hem yeri görmektedir, hem göğü; hem ekmeği, hem namazı; hem dışta olanı hem içte olanı, ama her ikisini uyumlu, aynı yönlü ve kaynaklı olarak görmektedir. İki karşıt yüzü de görmektedir, ama tek bir madalyon üzerinde. Onun için varlık, çatışıklardan olu*şan bir varlıktır bir oranda. Mutlak bütünsellikteyse tek ruhu ve aklı bulunan tek bir gövdedir.



KUŞKUCU DÜNYA GÖRÜŞÜ [SCEPTİCİSME]


Kuşkucu dünya görüşünde dünya bilinmez üzerine kuruludur ve insan da kuşkuya dayalıdır. O dünyada, nelerin olup bittiği ve yaratılış hedefinin ne olduğu bilin*memektedir. İnsan, kuşkulu bir dünyada anlaşılmaz bir yazgı ve bilinmez bir dayanak karşısında, yönsüz ve ikir*cilikdir, kendinden geçmek dışında atlatılamayacak bir huzursuzluk duymaktadır. Kuşkulu dünyada insan, maddi ve günlük hayatında bile belirli bir yol seçemez as*la. Varoluş kuşkulu olduğunda, her düşünce, seçim ve araştırma da kuşkulu olur. Çünkü doğru, güzel ve çirkin için bir ölçütün bulunması olanaksızdır.


SAÇMACI [ABSURDE] DÜNYA GÖRÜŞÜ


Dünya ve dünyadaki işler sadece bir hiçtir. Bu dünya görüşü, eskiden var olmuş ve bugün de oldukça yaygınlık kazanmıştır. Dünyayı saçma gören insan, kendisini, ha*yatı, kendisinin başkalarıyla olan ilişkisini ve başka her şeyi, ciddi, anlamlı ve hedefli olarak algılayamaz. Varlı*ğa inanmayan bir insan, insana iman duyamaz. Saçmacı dünya görüşü, hayata ve bütün insanî görünümlere etki eder. Öyle ki bugün saçmacı sanat, saçmacı tiyatro, saç*macı edebiyat ve saçmacı roman, resmilik kazanmıştır.



Bu doğaldır. İnsan, doğanın ardındadır ve dünyanın ayrılmaz parçasıdır. Dünyaya baktıkça kendisini çaresiz görmektedir. Varoluş saçma üzerine kurulduğunda, her iş mecazdır. Çünkü herşey boş ve anlamsız olduğundan iyiden ya da kötüden, çirkinlik ya da güzellikten, hizmet ya da hıyanetten, cellâtlık ya da şehitlikten söz etmenin bir anlamı yoktur; hepsi de birdir. Çünkü hiçbiri de hiç*bir şey değildir.



Burada, bu dünya görüşünün ilk ve en büyük kurba*nının insan olduğunu görüyoruz. Saçma insan, insanlığı ortadan kaldıran insandır.


BENMERKEZCİ DÜNYA GÖRÜŞÜ [EGOCENTRİSME]


Yunan sofistleri, yeni hümanistler ve bu cümleden olarak egzistansiyalizm, insanı varlık okyanusunda bir başına bir ada olarak görürler. Yeni egzistansiyalizmin ve Camus öğretisinin gereği, Tanrı’nın ve gayb dünyası*nın yok sayılmasıdır. Bu öğreti, Lucréce[2][2] öğretisinin devamıdır. Bu öğretide tanrı, tanrılar ve fizik ötesi var*dır, ama bizim yazgımızda etkisi yoktur. Biz kendimiz için varız, hayat ve hedefimizi fizik ötesine ve iradesine göre belirlememeliyiz. Bizim kendi irademiz var ve ba*ğımsız olarak kendi hayatımızdan sorumluyuz. Lucréce şöyle diyordu; Tanrılar vardır, ama kendi aşk*larıyla, kinleriyle ve savaşlarıyla meşguldürler, onların insanlarla işleri yoktur.



Bu tür bir dünya görüşü şirktir. Bir tür varoluşsal ikicilik [dualisme] olup tanrıya, hesaba, kitaba inanmakta, evrende bilinç ve hedefin bulunduğunu kabul et*mekte, ama evrende birbirleriyle bağlantıları olmayan bir sürü çelişik gücün, zatın, buyurganlığın, yön ve hare*ketin bulunduğuna inanmaktadırlar. Burada insan, dünyada bir garip olarak algılanmaktadır; doğada teme*li olmayan, fırtınalı bir okyanusta başıboş dolaşan bir ge*mi olarak. Şirk dünya görüşünde birey, parça bölük ol*muştur. Tarih ise, tarihsel şirk dünya görüşünde, birbi*rinden kopuk bir akım, birbiriyle hiçbir bağıntısı olma*yan olay ve oluşlar dizgesidir. Hepsi aynı yolu yürümezler, tarihin nereye ulaşacağı bilinmez. Çünkü önderle*rin, siyasetçilerin, askerlerin ve fatihlerin oyuncağıdır. Fakat tevhid, tarihi uyumlu tek bir hareket olarak, ke*sintisiz süreğen bir akımda insanlığı kesin başlangıç noktasından alıp somut bitiş noktasına değin götüren bir hedefli ve bilinçli bir hareket olarak görmektedir.



Tevhid, tefrikayı, ırkçılığı, sınıfları, kümeleri, sülale*leri, insanî mertebeler zincirini toplumda açıklayan tüm öğretilere indirilmiş bir darbedir. Tevhid, tüm bunları yok etmekte ve beşerî toplumsal düzene birlikçi bir görüş kazandırmaktadır. Çünkü sınıflara ve tefrikaya dayalı bir toplumun açıklanışı, tevhidle değil, şirk dünya görü*şüyle uyumludur.



Bundan önce ayrıntılı olarak söylediğim gibi tevhid, bireyi ve toplumu yıkıntıya çeviren üç etkeni, yani ceha*leti, korkuyu ve çıkarı yok etmektedir. Bu etkenlere, da*ha önce işaret ettiğimiz türlü alinasyonları da eklerse*niz, insanın kendisi oluşunda, şaşırtıcı, hassas, geliş*kin, karmaşık ve aşkın bir varlık olduğu kadar tehditle, bozulma, koflaşma, saçmalaşma, hayvanlaşma ve hatta nesne ve eşya olma tehdidiyle karşı karşıya olduğu da açığa çıkacaktır.



Yükümlülüğü, Allah’a doğru olmak, Allah’ın benzeri olmak[3][3] olan insanı doğa, tarih, toplum, hatta kendisi, hayat, duygu, bağ, gereksinim, inanç, konum, koşul*lar, kültür, uygarlık, dinler, küfürler, felsefeler, sanatlar ve hatta iyilikler, güzellikler ve değerler aline edebilir*ler. Her melek, şeytan olabilir; bir cin onu deli edebilir, çarpabilir.



İnsan, gerçek kendisini ve kendi aşkını nasıl besle*yebilir ve onun varoluşsal takdirinde ve yaratılışının mucizevî olanaklarında bulunan kendi yaratılışının ilahi planını kendisinde nasıl gerçekleştirebilir?



O zaman, dört yandan onu gizli ve açık darbeleri altı*na alan ve gün geçtikçe daha bir güçlü, daha bir fazla ve daha bir üstün olan ve insan yükseldikçe onu düşme tehlikesiyle karşı karşıya bırakan bu insan karşıtı amansız saldırılar karşısında kendisini nasıl koruyabilir? Kendi insanî özünü unutmaz mı? Yitirmez mi? Elinden kaçır*maz mı? Yapısı değişmez mi? İnsanlığın bugünkü tehli*kesi, sel, veba, kıtlık ve çiçek hastalığı değildir. Sayısız insanın ölümü tehlikesi değildir. Bugünkü insanlığın tehlikesi insanlık tehlikesidir. İnsanın özünün ve aşkın insanlığının türselliğinin değişmesidir. İnsanlık, insan*lar olmakla değil nesne olmakla, yok olmakla karşı karşı*yadır. İnsanlık, nüfusun değil nefsin ölümü tehlike*siyle yüz yüzedir.



En sonunda, bu kendinin yabancısı paranın, gücün, makinenin, şirkin, vehmin, sınıfın, soyun, baskının, dü*zenin ve hayatın çarptığı, bu kurt ya da tilki olmuş kişi, bu sıçan ya da koyun olmuş kişi, dünya ya da ahiret yo*luyla âline olmuş bu kimse; bu -her nasıl ve her ne şekilde olursa olsun- insan olmaktan çıkmış ve ona karşı garip*leşmiş kimse, kendisini yeniden nasıl keşfedebilir, kendi yaratılışsal özüne nasıl dönebilir, nasıl kendisi olabi*lir?



Söylemek istiyorum; Tevhidle.



Ama bu kelimede -tüm varlığı ölçüsünde ağır, zen*gin ve varsıl bir kelimedir- bulunan anlam yükünün ağır*lığı, bu kelimedeki şaşırtıcılığı da aşan öte şaşırtıcılıklar, onun yükünü çekmekten aciz bırakmaktadır kelimeleri. Dil -onu eksik, yüzeysel ve oldukça yoksul kılmaksızın- *ondan söz edebilecek güçte değildir.



Belki de bu yüzden vahiy dili de -beşerî kelimelerle konuşması gerektiğinden- onu tüm temel kavramlarıyla -ki her birinin yüzlerce boyutu bulunan görünümü var*dır, her biri her bilinç ve duygu ışığının parladığı, bitmek bilmez çeşit çeşit görünümler kazanan bir prizmadır- sözler yoluyla değil, hareketler yoluyla anlatmayı yeğle*miştir.



Her birinin bir sembolü olan hareketler, her birinin anlatımdan daha çok anlam taşıma, duyma, dile getirme ve ilham etme kapasitesi bulunan semboller...



Büyük bir sahnede, doğanın içinden, dağ, dere, düz*lük ve ovanın yer aldığı sade ama düzenli, birbirine bağlı ve zamanla bağıntılı görkemli bir gösteriyle tevhid, dün*ya görüşü, tarih, toplum ve insandan oluşan dört boyu*tuyla, ideolojik üst yapısıyla ve ayrıca son yönüyle -ki ya*ratılışın namusunu, varlığın uyumunu, insanın ereksel takdirini anlatmaktadır- açıklanmıştır, özdeş bir cisim*lenişe kavuşmuştur. Öğrenci, onu anlamak için, onu tüm ruhuyla, bedeniyle, davranışıyla, etinde, derisinde, duy*gu ve düşüncesinde tecrübe etmektedir.



Nerede?



Hacda.



[1] Şaşırtıcıdır ki İslam'da hem en güçlü uyuşturma ve geriletme etkenleri ve hem de en güçlü tahrik ve ayağa kaldırma öğeleri ayın din âlimleri topluluğunda bir arada bulunmuşlardır. İs*lam tarihine bir bakın. Hilafet döneminde herkesten çok [Sün*nilikte] ve Safeviler döneminde her zamankinden çok [şiilik*te], toplumu uyuşturmaya neden olan ve halkın zihinsel kav*ramlarla, duygularla, zararsız ve tehlikesiz kin ve tehlikelerle güç sahiplerinin, hilafetin ya da içinde bulunulan zaman ken*dilerinin malı olan herkesin çıkarına oyalanmasına yol açan etkenler de yine aynı grup ve· toplumdandırlar. Çünkü din her güçten daha güçlüydü ve halkının düşünce ve inanışına her şeyden çok egemendi. Öte yandan, uyanış, hareket ve topluma bağımsızlık bağışlama etkeni, dıştan gelen düşünsel, kültürel, iktisadi ve siyasal saldın karşısında direniş etkeni, kitleye ha*yat ve hareket bağışlama etkeni, bu din görünümlü tüm sap*malara karşı duruş ve direniş etkeni olan çehrelerin çoğunlu*ğu, yine bu toplum ve grup içinden çıkmıştır. Paris'teydim. Bizim grup başkanımız olan -elbette çoğu kez başkansız mes*kenlere başkanlık ediyordu- bir bey, "öğrenciler encümeni" adı altında bir toplantı düzenlemişti. İnsanı komplekse sürükle*yen o çok aydın öğrencilerden biri laf üfürmekle meşguldü, "müslüman duymasın, kâfir görmesin" türünden jest ve tavır*larla! Konu, İran'ın tanınmasının ve sevgili vatanın sorunları*nın araştırılmasının zorunluluğu idi; özdeş, bilimsel ve beş bin kilometre öteden direkt bir biçimde. Paris'in aristokrat kafelerinden birinde İran'ın köylü kitlesiyle temas kurulma*lıydı [tıpkı Süveyş gölü kıyısında, İran'ın halk kültürünü ve mahalli dillerini derleyip araştıran Sayın Cemalzade gibi!]. Ruhaniliğin ve dinin İran'da ya da İslam toplumlarında toplu*mun gerilemesinin ve duraklamasının en büyük etkeni oldu*ğundan söz ediliyordu [sekiz-dokuz yıl öncesine aittir]. Sonra saldırmaya başladılar: "Din toplumu geriletti, düşünme ve ak*letmenin gelişmesini toplumun elinden aldı. Din genel olarak özdeş gerçeklerden, evrimden; hareketten ve uygarlıktan uzaklaştır maktadır". Başladılar iki yüz yıllık standart laflan söylemeye. Ben İran'dan yeni gelmiştim, kalkıp arz ettim: Ben sizin kadar aydın değilim, yeni geldim. Ben bu bilimsel ve oldukça felsefi konulan bilemem, fakat ben şu son yüz, yüz yir*mi yıla bakıyorum, tarihe bakıyorum başından bu yana batıyla bütün askeri, siyasi ve iktisadi antlaşmalarda, hep doktorla*rın, mühendislerin, Avrupa'da okumuşların, yani ‘bizler’in imzası bulunmaktadır, hiçbirinin altında hiçbir din adamının imzası bulunmamaktadır. Tümü Necef’e değil, Avrupa'ya gi*denlerce imzalanmıştır! Bu bir yana, direnişçi çehreler olarak, ta başından beri, batının saldırıları karşısında, aslında sömü*rünün girişini sağlayan, saptırıcı yenileşme olgularına karşı savaşan ve hatta siyasal sistem, iktisadi sistem, üretim, pazar, hayat, toplumsal etiket, inanç, ideoloji, aydınlık adı altında ve bu deccal eşeğine yol açan çeşitli bahanelerle ortaya sürülen bütün iktisadi ve hatta ahlaki ve toplumsal semboller karşı*sında direnen kimselerin hepsi bu din adamları topluluğun*dan çıkmıştır. İlk başkaldırı, Tömbeki başkaldırısıdır. İlk baş*kaldıran çehre ise Mirza Hasan-ı Şiraz’dır ki o da bunlar ara*sından çıkmıştır. İran'a giren ilk sömürü ayağı bankaydı. Ban*kanın İran'a gelmesini öneren ilk kişiyse din karşıtı, yenilikçi bir aydındı -Mirza Mülküm Han- ve buna karşı duran ilk kişi de yine din adamları "arasından çıkan Seyyid Cemaleddin Afgani’ydi... Bu yüzden aynı toplumdan hem bozuk din yayılmış ve gerçek İslam'ı yok etmek ve halkı uyuşturmak için İslam tarihi bo*yunca, hilafet döneminden tutun da sömürü dönemine varın*caya değin, aynı yerden destek alınmıştır. Sapma, kirlenme, zulüm ve dış tecavüz karşısında uyanış, sorumluluk, karşı du*ruş ve direniş etkenleri de yine bu merkezden baş göstermiştir. Öyle ki İslam toplumunda gerçekleşen devrimler ve toplumsal hareketlerin her birinde iki olgunun yinelendiğini görürsü*nüz: Biri özgür, bilinçli ve sorumlu âlim çehrelerinin çıkışı, ötekiyse bu değişimlerin asıl merkezi olarak ‘mescid’in faal merkeziliği, toplumcu ve halkçı yükümlülüğüdür. Bu yüzden "İslam, halk ve zaman" üçgeninde düşünen ben ve benim gibilerin hem buraya olan umut ve imanları, hem de umutsuzluk ve inançsızlıkları aratmaktadır! Bu yüzden ayır*mak gerektiğine inanıyorum: Âlim mi, ruhani mi? Alevi Şiili*ğinde mi, Safevi Şiiliğinde mi? Bu farkı koymazsak hem ger*çekliğe zulmetmiş, hem de yanlış karşısında akılsızlığa düş*müş oluruz. Bizse ne zalim ve haksız olmak istiyoruz, ne de ayırt etme yetisi olmayan ahmaklardan olmak istiyoruz!

[2] Lucrece, İsa'nın ölümünden sonra 70 yılına dek yaşadı. Albert Camus ve Sartre -Camus'dan daha az olarak- görüş ve öğretilerini ondan aldılar. [Lucrece ve öğrencisi olarak Albert Ca*mus'un öğreti ve eserlerinin felsefi ve toplumbilimsel çözüm*lemesi için Meşhed Edebiyat Fakültesi'nde verdiğim Tarih Bö*lümü dördüncü yıl Medeniyet tarihi derslerinin Edebiyat Fa*kültesi Öğrencileri Örgütü'nce çoğaltılmış teksirlerine bakıla*bilir.]

[3] Bu konunun sonunda konu zincirinin mantıksal uyum ve ba*ğıntı içerisinde olmadığını, ortaya atılan konuların birinin Ha*lep'ten, birinin Şam'dan olduğunu söyleyebilirsiniz. Doğru*dur. Ama bu gerçeğin suçudur, insanın dünyadaki zor yazgısı*nın, karmaşık, fırtınalı ve tehlike dolu "konum"unun gerçeği*nin!
__________________
And olsun Biz Kur`an`ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Kamer/17-22-32-40
kamer isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 26. September 2009, 02:19 PM   #25
kamer
Super Moderator
 
kamer - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 283
Tesekkür: 457
131 Mesajina 293 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
kamer is on a distinguished road
Standart

İSLAM BİLİM; DERS-10 [Bölüm 1] / Kur’an ve Öğretiler Açısından Tarih
Bugün, İslam-bilim planının ikinci bölümüne, yani ideolojiyi koruyan ve tevhidin dünya görüşü üzerine ku¬rulu o üç sütunun açıklamasına geçiyoruz. Bu üç sütun, şekilde şöyle gösterilmiştir; Ortadaki sütun insandan ibarettir. Sağdaki sütunu tarih, soldaki sütunuysa top¬lum oluşturmaktadır.

Kural olarak insandan başlamamız gerekiyordu. Çünkü öncelikle insanın kim olduğunu, bu büyük düşün¬ce tasvirinde, bu öğretide nasıl algılandığını bil¬mek, onun öz ve gerçeğinin nasıl çözümlenip anlatıldığını kavramak durumundayız. Daha sonra da insanı tarih¬te ve toplumda tanımalıyız.

Bu üç sütunda, ortadaki sütun olan insan, felsefî yö¬nüyle, yani bu öğretinin kendisine özgü görüşündeki in¬sanın hakikati, özü ve gerçek anlamı olarak tanınmakta¬dır. Bu sütunda insan, soyut bir gerçek olarak, tümel ve zihinsel bir cevher biçiminde ortaya çıkmaktadır. Tarih felsefesinde insan, zamanda, zamansal hareket duru¬munda; sol sütundaysa insan, toplumsal sistem içerisin¬de ya da toplumsal şekliyle betimlenmiştir.

Dolayısıyla, insanbilimde, soyut insandan söz edil¬mektedir. Her iki yanındaki iki sütundaysa insan, özdeş, gerçek, dışsal olarak ve zamanda ya da toplumda gerçek¬lik kazanmış durumuyla açıklanmaktadır. Kural olarak, öncelikle, insanın tümel anlamda ne olduğunu bilmek durumundayız. Daha sonra da insanın tarihsel yüzünü bir sütunda, ardından toplumsal yüzünü başka bir sü¬tunda açıklamalıyız. Bu, inceleme, araştırma ya da öğretimin mantıklı kuralıdır. Ama hangi mantıktan söz edi¬yoruz? Bizim şu anda benimsediğimiz mantıktan; benim açıkladığım, bütün zihinlerin beklediği mantıktan; zi¬hinlerin alışılagelmiş mantık yönteminden söz ediyoruz. Mantık yöntemi ya da mantık, ya da mantıksal bakış ve¬ya -Avrupalıların deyişiyle- Descartes mantığı dediği¬mizde ister Doğu’da -özellikle bugünkü İslam uygarlığın¬da- ister Batı’da olsun, biçimsel [formel] mantık ve soyut aklın mantığı olan Aristo mantığı amaçlanmaktadır.

Ne ki bilim, özellikle de insan bilimleri, yeni yönte¬minde Aristo mantığı kalıplarından kurtulmaya çalış¬maktadır. Şu anlamda ki “önce insan tümel olarak ta¬nınmalı, sonra da özdeş biçimiyle tanınmalıdır; önce in¬sanın soyut gerçeği ortaya konulmalı, sonra da zaman¬sal, mekânsal, toplumsal ya da bireysel veya tarihsel ger¬çekliği ortaya konulmalıdır” diye dile getirilen o mantıksal gereğin tersine yeni bilimsel görüş, insanın ya da baş¬ka bir fenomenin ve başka bir bilimsel konunun soyut gerçeğine varmak için tümelden başlanmalı ve başlan¬gıçta soruna soyut, genel ve tümel felsefî şekliyle girilmemelidir. Önce özsel gerçekliği tanıyıp sonra da tikelleri ve özdeşleri ele alma zorunluluğu yoktur. Tersine, de¬neysel yöntem olan genel bilimsel araştırma ve inceleme yöntemi, Aristo mantığının tersine, tikel ve özdeş ger¬çekliklerden başlamamızı zorunlu görmektedir. Yani ör¬nek olarak, insanı tanımak istediğimizde, önce insan gerçeğinin tümel bir tanımını -insan şöyle bir varlıktır, şöyle bir hayvandır, diye- vermeye çalışan geçmiş âlimlerin yaptıklarının tersine, bugün, var olan insanı, soluk alan özdeş insanı, yürüyen insanı, yaşayan insanı dakik, somut, deneysel ve özdeş olarak incelemeli, sonra da nokta nokta tanımalı ve ondan çıkardığımız gerçekliğe, hakikate, yasalara ve bağıntılara dayanarak tümel ve gerçek anlamda adı insan olan o şeye ulaşmalıyız. Dış¬sal gerçekliği bulunan bu insanı nerede bulalım? İki yer¬de; Biri tarihte, ötekisi de toplumda.

Şunu apaçık aklî değil apaçık bilimsel bir ilke ola¬rak kabul etmeliyiz; Toplumun dışında, tarihin dışında insan yoktur ya da varsa bile biz tanımıyoruz ve şimdiye dek insan adıyla tarihten soyut olarak, toplumun dışın¬da böyle bir varlığı tanımadık, görmedik. Bu yüzden, eski ve yeni felsefede şimdiye değin insanın ne’liği ve nasıllığı konusunda yapılan ve insanın tarih ve toplum ötesi soyut gerçeğini incelemeyi amaçlayan bütün tartışmalar, te¬melsiz ve gerçeklikten uzak tartışmalar olup tümü felsefî tahayyüller ve zihinsel kurgular biçimini almıştır ve hiçbir düğümü çözmemiş, hiçbir bilinmezi açığa çıkar¬mamıştır. Hatta bugün, bu gerçeklikten başlama görü-şünün, hem dilbilgisi öğreniminde, hem de çocukların eğitim ve öğretiminde yaygın olduğunu görüyoruz. Şimdi hala akıllarımıza egemen olan eski mantık [yani Aristo mantığı] şunu söylüyordu; Önce, anlatım yapısının temel taşı, söyleyiş ve cümlenin temeli olan kelimenin ger-çeğini tanımalı, sonra kelimenin mantıklı bir tanımını vermeli, daha sonra da çeşitli türlere -ad, eylem, harf, zarf, sıfat vb. diye- ayırmalıyız. Sınıflandırmayı yaptık¬tan sonraysa her bir kelimeyi ayrı olarak, soyut biçimde, yani cümle dışında, metin dışında, anlatım dışında ve kullanım dışında anlamlandırmalıyız; tıpkı ‘dictio¬nary’lerde ve sözlüklerde adlandırıldığı gibi [sözlükler¬de kelimeler, soyut biçimde anlamlandırılırlar]. Çocuk bunları tanıdıktan sonra “Söz grubu ya da cümle kur” ya da “Söz grubunu ya da cümleyi ayrıştırıp çözümle” diyo¬ruz. Oysa bilimsel yöntem, öğrenciye öncelikle cümleyi öğretmeyi gerektirmektedir. Çünkü cümle dışında keli¬me yoktur, cümle dışında kelimenin anlamı yoktur;• bi¬zim varsaydığımız hayali zihinsel bir görevdedir kelime. Gerçek ve somut varlık taşıyan kelime, cümle adı verilen gövde içerisinde varlık, anlam ve ruh kazanır, anlamı ak¬tarır. Bu yüzden, öncelikle cümle tanınmalıdır ve algıla-nan cümle, ayrıştırılıp çözümlenmelidir. Bir kişinin gö¬zünü ya da bir kişinin beyninden bir hücreyi çıkarıp alır¬sak, bu gözün ya da hücrenin bir anlamı olmaz. Bunlar, ancak gövde içerisinde anlam kazanırlar ve niteliklerini ortaya koyarlar. Bütün toplumsal konularda ve bütün insanî bilimlerde durum böyledir...

Bu yüzden önce olgusal insandan başlamalıyız, var olan insanı tanımalıyız. Sonra da felsefî soyut biçimiyle insanın genel tanımına varmalıyız. İşte bu yüzden tarih¬ten başlamalıyız işe. Ne ki burada, insanın, özdeş biçi¬miyle, tarihte ve toplumda olmak üzere iki yerde var ol¬duğunu söylediğimiz halde niçin toplumdan başlamadı¬ğımız sorusu gündeme gelmektedir. Fakat bu ders bo¬yunca, olgusal insanın toplumda değil tarihte tanınabi¬leceğini ortaya koyacağız. Çünkü tarihsiz toplum, son¬suz yönünde akış durumunda olan gerçekliğin bir kesiti ve parçasıdır sadece. Şu anlamda ki biz, onca kilometrelerce uzunlukta çeşitli yataklarda, çeşitli topraklarda akmakta olan bir ırmağı bir noktada durağan olarak al¬gılarsak bu, eksik bir algılamadır ve insanın bir yanıdır. İnsan, tam gerçek anlamıyla toplum değildir; toplumda da değildir. Tersine, sonsuzluktan geçip şu ana dek akıp gelen zaman boyunca akan bir ırmaktır ve onu tanımak içinse bu dizgenin gidiş çizgisini izlemek, doğuşunun başlangıcından başlayıp çeşitli gidiş çizgileri boyunca, çeşitli iniş çıkışları, aldığı değişik biçimleri şu ana dek adım adım takip etmek, onunla birlikte gelerek özdeş gerçek insanın boyutlar dizgesini tanımak gerekir.

Dolayısıyla, konuları bilimsel yöntemle incelemek is¬tersek, önce insanı tarihte tanımalı, sonra da toplumda tanımalıyız. İşte o zaman, soyut felsefî biçimiyle insanın genel gerçeğine ermiş oluruz. Burada benim işim, araş¬tırma değil öğretim olmakla, yani anladığımı aktarmak olmakla birlikte öğretim işini sürdürürken kullandı¬ğım ve kendisinden yararlanarak bu sonuçlara ulaştığım araştırma yöntemini öğretimde de yansıtmayı arzuluyor, böylece sizin, hangi yöntemle, hangi araştırma biçimiyle bu sonuçlara ulaştığımı bilmenizi istiyorum.

Konferansların -neredeydi bilmiyorum- birinde belirttiğim sözel bir güçlüğümüz bulunmaktadır. Bu güçlü¬ğü burada yeniden dile getireceğim. Çünkü tarihe ilişkin tedrisimiz süresince, bu söyleyiş ikircilliği açık anlatımı engellemesi ve yanlış yoruma ve anlamaya yol açması olasıdır, hatta kesindir. Bu güçlük, hem bizim dilimizde¬ki, hem de Avrupa dillerindeki tarih kelimesinde var olan ikircillikten ortaya çıkmaktadır.

Avrupalılar his¬tory ya da histoire dediklerinde, bizse tarih dediği¬mizde birbirinden ayrı olan iki anlam dile getirilmiş olur. Bu iki anlam birbirinden ayrı olduğu için kimi zaman bir yazar ya da konuşmacı tarih ya da histoire derken başka bir anlamı amaçlamışken, dinleyici ya da okuyucu öteki anlamı aklına getirmiş olabilir veya bunun tersi de olabilir.

Bu yüzden, güçlüğe düşmemek için, tarihin hangi anlamları taşıdığına, ikircilliğin nereden kaynaklandı¬ğına şimdiden açıklık getirmeliyiz. Bu konuyu ben ilk kez Gurvitch’ten duydum. Daha sonra, Raymond Aron’un Tarihsel Vicdanın Boyutları -ki çok kapsamlı ve incelenmeye değer bir kitaptır- adlı oldukça önemli ki¬tabının girişinde bu konuyu kendine mal ederek dile ge-tirdiğini ve bunun başkasına ait olduğunu söylemediğini gördüm [Anlaşılıyor ki orada da bu tür şeyler yapıla geli¬yor]. Ben, bizim dilimizde de aynı güçlüğün bulunduğunu, yani tarih için kullandığımız kelimede de onların dile getirdikleri güçlüğün tıpkısının söz konusu olduğu¬nu gördüm. Bir bilimde bir kelimeyi, bir terimi kullandı¬ğımızda, kimi zaman bu terim, bilimin konusunu, kimi zaman da bilimin kendisini anlatmaktadır. Bilimse, bili¬min konusundan apayrı birşeydir. Bilim, dışsal bir şeyin ve dışsal bir gerçekliğin benim [insan] kafamdaki zihin¬sel betimlenişinden ibarettir. Bu, bilimdir ve o dışsal şey ve dışsal gerçeklik bu bilimin konusudur. Örneğin gör¬düğümüz binalar bir bilimin konusudur. Oysa mimari ya da arehiteeture, fennin ve bilimin kendisidir. Bilimin konusunun ya da bir tekniğin konusunun bilimin kendi¬sinden, tekniğin kendisinden farklı olduğunu ve ayrı ad¬lar taşıdıklarını görüyoruz. Tıp dediğimizde bilimin adını anmış oluruz. Bu bilimin konusu ise insan hasta¬lıklarıdır. Coğrafya dediğimizde bilimin adını belirt¬miş oluruz. Konusu ise yer ya da güneş sistemidir; sözlükte yer amaçlanmış, sonradan anlam genişlemiştir. Fizik bilimdir; doğa ise konusudur. Kimya, bilimin kendisi¬dir; öğelerse onun konusudur.

Tarihte böyle değildir. Oysa öteki insanî bilimlerde böyledir; Örneğin, toplumbilim bir bilim olup konusu toplumdur. Ama tarih dediğimizde, ister Avrupa dille¬rinde, ister Arapça, Farsçada [ve Türkçede] olsun hem bi¬limin kendisi, hem de bilimin konusu anlaşılır. Bu güçlü¬ğün ortaya çıkmaması için tarihi, konusu anlamında kullanıyoruz burada. Dolayısıyla tarih dediğimizde amacım, insanın şu ana kadarki geçmişi ve zaman bo¬yunca, beşerî yazgıda ve seyirde akıp giden gerçekliği amaçlıyorum ki bu gerçeklik, tarih ilminin konusudur. Bizim, bu akışla, bu dışsal gerçeklikle, bu konuyla ve bu gerçekle ilgili edindiğimiz algı, bilgi ve zihinsel betimle¬meyi anlatmak istediğimde tarih ilmi ya da tarih felsefe¬si diyeceğim. Öyleyse burada birlikte şu antlaşmayı ya¬pıyoruz; Soyut anlamda tarihten söz ettiğimizde tarih ilmini, tarih felsefesini, tarih sanatını, tarihin şiirini de¬ğil, tarihin konusunu söylüyoruz [tıpkı yeri konu edi¬nen ve bilim adı olan yerbilim gibi], tarih ilminin konusu¬nu kastediyoruz. Tarih ilminin kendisinden söz etmek istediğimdeyse, tarih ilmi ya da tarih felsefesi diye be¬lirtiyorum.

Fakat tarihte büyük bir devrim gerçekleşmiştir. El¬bette burada tarihten amacım tarih ilmi ve tarih felse¬fesidir. Bu devrim, tarihin -yani tarih ilminin- tavrında, gidişinde ve âdetinde ortaya çıkmıştır; Tarihin aristok¬ratik doğası, devrimci bir biçimde halkçı bir doğaya ve tavra dönüşmüştür. Aynı şekilde günümüz insanının gö¬rüşü de değerlerde ortaya çıkan oldukça büyük ve gör¬kemli bir değişimi kendisinde barındırmaktadır; ne ya¬zık ki biz olaylar ve dünyaya egemen olan güçler konu¬sunda yargıda bulunurken hep içinde bulunduğumuz ça¬ğa karşı kötümserliğe kapılmaktayız. Oysa ben, kitleleri hesaba katarsak, insanlığın, adaletin, özgürlüğün ve hakperestliğin, bugün dünyada olduğu ölçüde asla taraf¬tarı ve bağlısı olmadığına inanmaktayım.

Tarihe bir bakınız; Her birkaç yüzyılda bir kimi za¬man bir yerde bir peygamberin çıktığını, birkaç yıl için, küçük bir grubun yüreklerinde insanlık, özgürlük, beşerî şeref ve kokuşmuşlukla savaşım duygusunu dirilttiğini, sonra da garip, mahkûm ve suskun bir biçimde yok oldu¬ğunu görüyoruz. Mesajının evrensel bir yankısı yoktur. Daha sonra mesajı evrensel yankı bulduğunda bu, Peygamber’in kendi düşmanları aracılığıyla, bu dinin ruhanileri ya da halifeleri ya da varisleri adıyla gerçekleşmiş¬tir. Ama bugün bu anlamlar, oldukça geniş ve güçlü bir biçimde insan kitlelerinin vicdanlarının derinliklerinde ufuklarda, ülkelerde, soylarda ve düzenlerde yayılmakta ve dünyanın bütün güçlerini tehdit etmektedir. Şu anda dünyada güç karşısında savaşan iman vardır. Dün¬yada güç ve baskı cephesi bugünkü gibi olmamıştır; ama öte yandan hak ve adalet cephesi bugünkü kadar bilinçli azimli ve güçlü olmamıştır. Sadece bugün insan, dünya¬daki hak-zulüm savaşında kesinlikle hakkın üstün gele¬ceğine iman etmiştir. Dünyadaki zulüm kutbuna karşın sermaye, makine, bilimler, hileler, sanatlar ve tüm ola¬naklar bu kutbun elinde olmasına, iman kutbu hala si¬lahsızlandırılmış olmasına karşın yine de iman öylesi¬ne güçlü ve bilinçlidir ve özveri ve isar’a eğilim öylesine azimle coşmaktadır ve insan, başarılı olacağına kesinlik¬le inanmaktadır. Sadece bu çağda insan, dünyada adalet cephesinin kesin üstün geleceğine inanmaktadır. Tarihte böyle bir duygu asla ele geçmemişti.

Adalet ve insanlığın yeniçağlarda dünya çapında elde ettiği en büyük zaferlerden biri tarihin gidişinin değişmesi olup bu değişim, insanların bakışlarının değiş¬mesinden kaynaklanmıştır. Böylelikle temelde aristokratik değerler ve egemen değerler yıkılmış, eskimeye yüz tutmuş ve değerler -güçler değilse de değerler- halkın tekeline geçmiştir. Dün, halk içinden çıkmış bireyler bile kendilerini yalan yere egemen ve aristokratik değerlere bağlıyorlardı. Çünkü prestijlerini bu yolla sağlıyorlardı ve değerler onların tekelindeydi. Yönetilense değerden yoksundu. Ama bugün tam tersine, dünyada aristokrasiye ve egemen kesime mensup olan kimselerin kendilerini doğru ya da yanlış olarak halkın ve kitlenin değerlerine bağladıklarını görüyoruz. Bu yüzden, Batı’da sermaye¬darlığın kurucusu ve koruyucusu olan en sağcı tutucu partiler bile, bir sosyal, bir demokrat, bir liberal ve bir popüler adının ardına düşmüşlerdir. Tüm bu yalan¬lar, her ne olursa olsun halka ait olan bütün nitelik ve değerlerin önem taşımalarından dolayıdır. Böyle olmasaydı onları aldatma örtüsü olarak yüzlerine çekmezlerdi. En faşist sistemler bile -ne olursa olsun- sahte olarak kendilerini halka bağlarlar ve halkçı görünürler.

Bu bakış değişikliğinin etkilerinden biri de tarihin gidişinin değişmesidir. Tarih, tarih ilmi, geçmiş tarihi bi¬ze anlatan ve aktaran o kalem, büyük olayların aktarıcısı olmaktan ve aynı biçimde güç odaklarının ve aristokrasinin hikâyecisi olmaktan başka birşey değildi. Sıradan bir bireyden ve sadece bireyden değil, milletten ve halk kitlesinden söz etmek, onun için anlamsız ve hatta utanç vericiydi. Şahname’nin altmış bin beytine bir bakınız -ki Şahname bizim tarihsel belgemizdir- altmış bin beyt, İran tarihinin başından başlayıp Sasanilerin sonuna dek olanları anlatmıştır. Tek bir yerde bile, İran halk kitlesinin nasıl yaşadığından ve bu sistemlerde, bu çağlarda on¬lara ne olduğundan söz edilmemiştir. Siz şimdi, tarih kitapları adıyla elinizde bulunan kitapların topunu -evet hepsini- buraya toplayınız ve bu on bin sayfalık toplam¬dan, hatta bu tarih kitaplarının nüshalarından halkın geçmişte nasıl yaşadığına ilişkin on sayfalık bir bilgi toplamaya çalışınız; sonuca ulaşamazsınız. Çünkü tari¬hin kalemi, sokağa bir uğrayıp, kayıp yüzlerden ve sıradan insanlardan söz etmeye utanmıştır. Halkın sözünü kimse dinlemezdi. Aslında bu tür insanlar destanları ve hayatları anlatılacak değerde değildiler. Bay İhvan Umid’in, şiir kitabında Eski Kürk [1] adlı oldukça de¬ğerli bir eseri vardır. Farsçada hiçbir eser, tarihi, bu güzellikte didik didik etmemiştir; Atalarından söz edip “Benden ve ailemden söz etmek isteyen tarih sadece ba-bamın kürküdür” diyor. Çünkü;

Bu akılsız, ahmak ve kalpsiz öğretmen; tarih,
Zaman zaman süslü defterini
Atalarımın perişan sergüzeştiyle ıslamak isteyince
Titremeye başlıyordu elleri
Titrek parmaklarında titriyordu kalem
Çünkü adil emirin sesi gök gürültüsünü andırıyordu;
“Hey! Nerdesin, sevgili amca? Yaz
Yeni ayı dün gece yarısı kullarımızla birlikte gördük.
Kırmızı yeleli kısrağımız sabaha dek tam üç kez doğurdu.
Hangi devirde olmuştur böylesi ya da öylesi; yaz.”

Bay Tarih bunları yazmış olmalıydı. Tarih konusunda bizim övünç duyduğumuz eserlerden biri olan Tarih-i Beyhakî’ye bir bakın; Tarih-i Beyhakî’nin içinde örneğin, çok yediği için Sultan Mes’ud’un sağlığı¬nın kaç kez bozulduğunu tespit edebilirsiniz, ama tüm Selçuklular döneminde milletimizin ne günler geçirdiği¬ne ilişkin tek bir bilgi bile bulamazsınız. İşte bu yüzden şimdi de tarihçilerimiz yine bu büyük ve tarihi araştır¬malara [ ! ] kendilerini kaptırmışlardır. Sayın Dr. Rıza Dâveri’nin, Edebiyat Fakültesi öğrenci dergisinde yayımladığı bir makalesini gördüm [O dergide birkaç ko¬nuşmayı yayımlamışlardı, biri de onun konuşmasıydı]. Bu makalede Dâveri, Reşiduddin Fazlullah hakkında birşeyler yazmak istediğini, Edebiyat Fakültesi hocalarının son araştırmalarından birine baktığını, acayip zah¬metler çektiklerini gördüğünü, Reşiduddin Fazlullah’ın -¬örneğin- falan yılın Rebiülevvel ayının üçüncü gününde -¬ki bütün tarihçiler bunda müttefiktirler- öldüğünü, gece mi yoksa gündüz mü öldüğünü araştırmak için bütün eski kaynakları elden geçirdiklerini, ama elbette bir so¬nuca ulaşamadıklarını yazıyordu. İşte bunlar, tarihtir!

[1] Şiirin gerçek adı "Miras"tır [Bak. Ahir’i Şehname, M. Umid]. Şiiri aktarırken, konuşmadaki metinden değil, asıl metinden yararlandık [Farsça yayın kurulu].
__________________
And olsun Biz Kur`an`ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Kamer/17-22-32-40
kamer isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
kamer Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
Umar (30. September 2009)
Alt 11. October 2009, 05:14 PM   #26
kamer
Super Moderator
 
kamer - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 283
Tesekkür: 457
131 Mesajina 293 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
kamer is on a distinguished road
Standart

İSLAM BİLİM; DERS-10 [Bölüm 2]
Bütün destanlar, övünçler, dâhilikler, görkemlilikler ve yiğitlikler hep bir dönemin başta gelen kişisine, güçlü ve resmi adamına mal olmuştur. Ya da halk için¬den çıkmış kahraman ve pehlivanlar bilek güçleri Keykavus’un hizmetinde olmuştur. Artık başka hiçbir şeye yönelmez bu destanlar, başka bir haber yoktur on¬larda. Halkçılık görüşünün, halk kitlesine yöneliş görü-şünün dünyada ortaya çıkışı ve aristokratik değerleri alaşağı edişi, asıl Büyük Fransa Devrimi’nden sonra ol¬muştur. Halka olan bu yöneliş, aynı şekilde, edebiyatta yazarlık üslubunun değişmesine yol açmıştır. Halkın ko¬nuştuğu dilden bir kelimeyi kıymetli edebi eserlerinde kullanmaya utanan yazarlar, sade yazmaya yönelmişler ve sade yazma üslubu övünülesi bir üslup olmuştur. Sâde yazmak, aristokrasinin ve sarayın konuşmasını bırakıp yazarın kitle diline yönelmesi ve kendi edebi üslubu için halkın konuştuğu dili seçmesi demektir. İran’da da Meş¬rutiyet devriminden bu yana yazarlarımızın halkın diliy¬le, halkın kullandığı kelimelerle birşeyler yazmaya cesa¬ret ettiklerini görüyorsunuz. Oysa daha önce, münşiliğin -ki yazarlığın ta kendisiydi- tumturaklı sözler kullanmaktan başka bir şey olmadığını görüyoruz. Hatta keli¬meler sınıflara ayrılmıştı, kelimeler de sınıflandırılmış¬tı; Birtakım kelimeler yöneten sınıflara aitti, kimi keli¬melerse yönetilen sınıflara aitti. Bilinçli bir münşi [ya¬zar], yönetilen sınıfın kullandığı bir kelimeyi alıp güzel bir edebî metinde kullanamaz. Bu yüzden, bir yerden bir yere bir mektup gittiğinde üç sayfasını okuduğunuz hal¬de anlamının ne olduğunu anlamamanız gerekmektedir. Bu ise onun görkemli oluşunun göstergesidir. Çünkü an¬latım ve yazarlık üslubu edebi, değerli ve ustalıklı oldu¬ğunda avam ona ulaşamaz. Çünkü avamın anlayabilece¬ği şeyin önemi ve değeri yoktur!

Sanatta da bu böyledir; Aristo’nun Poetika’daki söyleyişiyle, halk kitlesi sadece komedide kişi ve kahra¬man olabilirdi. Sanat ve üstün tiyatro olan trajedideyse tanrılar, prensler, aristokratlar, büyükler ve ruhaniler oynamalıydılar. Halktan hiç kimse trajediye girmeme¬liydi. Çünkü girerse, gülünmesine yol açar, yüzünde ko¬mik ve sıradan bir ifade oluşur ve trajedinin görkemini yok eder. Sonra, Büyük Fransa Devrimi’nde edebiyat öy¬le bir biçim alır ki, Bourgeois Gentilhomme [Soylu bur¬juva] oluştuğunu görürüz. Sonra da bu Gentilhomme, bu aristokrat, komedi kahramanı olur. Fars dilinde ol¬dukça güzel edebi bir eser olup son günlerde yayımlanmış bulunan Şazde İhticab, İran üslubunda aristokrat bir soylu tipini incelemekte ve geçmişte trajediye özgü olan kahramanların şimdi komedilere girdiğini, bunun tersine olarak da sıradan tiplerin de trajediye girdikleri¬ni, bu çağın büyük destanlarını onların yarattıklarını göstermektedir. Bunun nedeni, tarihin de böyle olması¬dır. Geçmişte destan yaratanlar Rüstemlerdi, Zallardı, Zerirlerdi. Oysa bugün, kendilerinden bir haber bile bulunmayan adı bilinmez kitleler destan yaratmaktalar. Kahramanlar da başkalaşmışlardır. Tarih de ister iste¬mez saraydan kulübeye, kasırdan sokağa inmiştir. Bu¬gün, halkçı bir yapı kazandığını, geçmişi, eski doğa ve ya¬pısını unuttuğunu görüyoruz. Ancak, kimi yerlerde bulu¬nan fazıllar, edipler ve kadimler gibi oldukça eski ve geri birtakım gruplar bulunmaktadır hala; ne ki bunların so¬nu gelmiştir.

Fakat Büyük Fransa Devrimi’nden önce dünya çapın¬da tarihin aristokrasi ve kahramanların ya da yöneten¬lerin hikâyelerini aktarma huyunu bırakıp yoksun, bi¬linmez, garip, köle ve toplumsal, soysal övünçlerden uzak çehrelerden söz etme huyunu edinmesi İslam’da oluşmuştur. İslam tarihine baktığımızda, Peygamber’den sonra, Peygamber’e dayanan tarihin -yani biyografiler, rical ilmi- hiç beklemeden ashaba yöneldiğini görürüz. Ashabın kişiliği, İslam tarihinde görüldüğü gi¬bi, kendi insanî değerleri doğrultusunda ortaya konul¬muştur, soy değerleri doğrultusunda değil. Bu yüzden bir ara, İran’da tarihin sadece ve sadece Şapur-i Zu’l¬ İktaf’tan [1] söz ettiği sırada -tam bu sırada- bu köşede ne¬yi naklettiğini görüyoruz dersiniz? Neresi? Yoksul bir bedevinin çadırının dibine geldi. Tarihin hep soyuyla ve hatta kabilesiyle ilgili tek bir kelime bile anmaya ar ettiği Cundub b. Cunade’nin çadırının yanına oturup o hırs ve dikkatiyle onların en küçük hareketlerini ve sözlerini not ediyordu; Yoksul bir köle olan Bilal’i, yabancı bir ava¬re olup Yahudi kölesiyken azat edilen Selman’ı, oraya na¬sıl düştüğü bilinmeyen Yunanlı bir adam olan Suheyb’i, Huzeyfe’nin karısının kölesi olan Salim’i... Bunlar, İs¬lam’ın en parlak çehreleri olan kişiliklerdir. Bunlar, tari¬himizin büyük senetlerinin ve görkemli başyapıtlarının birey olarak sadece kendilerinden değil, sınıflarından bi¬le asla söz etmedikleri kimselerdir. İşte bu, tarihin doğa¬sındaki düşünsel devrimdir.

Bugün de bütün öykülerin, büyük sanat ve edebiyat eserlerinin ve zamanın gerçeklerini yazan bütün kalem¬lerin yine sıradan insanların ve sıradan çehrelerin ardı¬na düştüklerini ve tümünün onlara bakışlarını çevirdik¬lerini görüyoruz. Kahramanların coşmaları, dehaların ansızın açılmaları, karanlığı gidermek için ansızın şim¬şeklerin çakması için bütün gözler halk kitlesine, üm¬metin içine dikilmiştir. Bu, tarihsel görüş, toplumbilim¬sel görüş ve modern ideolojilerin görüşü ve temelde çağ¬daş insanî görüş olup bu derecede ümmî olmuştur. Dünya çapında, Büyük Fransa Devrimi’nden başlayarak tarih böylesine yön değiştirmektedir. Doğu kültüründey¬se İslam’dan başlamıştır ki bu bir gerçektir.

Kur’an ise tarihe önem vermekte olup şu ana dek biz Kur’an’ın tarihe bunca dayanışını fark etmedik. Şunu Kur’an’a ilişkin bir açıklama ya da bir parantez olarak be¬lirtmeliyim; Kur’an itikadî bir kitaptır, bir hidayet kita¬bıdır, insan yetiştiren bir kitaptır. İnsanı bilinçli kılmak, uyandırmak, kendine getirmek, kişilikli duruma getir¬mek, ona uyanış ve sorumluluk duygusu vermek için gel¬miştir. Kur’an bunun için gelmiştir, risaleti budur. Elbette bu esas büyük risaleti [nihaî hedefi] içinde konuşur ve çeşitli konulardan söz açar. Kendiliğinden doğayla ilgili konulara, doğaya ilişkin bilimlere de değinir, ama bir esas olarak, bir bilinmezin keşfi olarak ya da bir doğa ya¬sasını açıklamak için değil, bir hatırlatma, bir örnek ver¬me ya da dikkat çekme, düşünme olarak değinir; bilimsel bir kitap olarak, bir fizik ve kimya kitabı olarak değil. Ya da bu arada, bilimsel hükümleri ortaya koyup açıklama¬ya da yönelmiştir. Yine Kur’an’ın nihai risaleti insanların toplumsal ilişkilerin hukuksal ve yasal açıdan açıkla¬yıp düzenlemek olduğu için değil, Kur’an hayali bir ideo¬loji olarak kalmak istemediğinden ve düşünce ve öğreti biçimine dayanarak bir toplumsal sistem kurmak, bir hayat biçimi sunmak, bir uygarlık yaratmak istediğin¬den kaçınılmaz olarak, toplumsal hayatta pratik yönle de ilgilenmesi gerektiği içindir bu.

Bu ilgilenişi içinde de birtakım yasa ve hükümlerle de ilgilenmektedir. Nihai risaletiyse, hikmeti öğretmek, yani insanlara ilahi insanî bilinç vermek, insana kendi fıtrat çizgisinde ve idealinin sonuna varmak yolunda ay¬dınlık ve hareket bağışlamak, uyanıklık ve gelişme ba¬ğışlamak -bu onun risaletidir- ve hep peygamberlerin gönderilişinden sonra yinelediği kıst ve adaleti sağla-maktır. İnsanı bu öğretisi doğrultusunda eğitip yetiştir¬mek için kimi zaman da tabiî bilimlere bir işarette bulu¬nur. Örneğin, yerden söz eder, gökten söz eder, buluttan söz eder, güneşten, gök gürlemesinden, şimşekten, gece¬den ve yıldızdan söz eder; ayrıca insanî bilimlere daya¬nır, toplumlardan söz eder, ümmetlerden söz eder, tarih¬ten söz eder, geçmiş olaylardan söz eder, tarihsel kişiler¬den ve kişiliklerden söz eder, kavimlerin yazgısından söz eder, toplumsal sistemlerde doğru bulunan yasalara değinir. Dolayısıyla Kur’an, aydınlatmak ve hidayet olan idealinin, asıl hedef ve risaletinin gerçekleşmesi süre¬since hem tabiî bilimlere dayanır, değinir, hem de top¬lumbilim, tarih, ruhbilim ve insanbilim gibi insanî bilim¬lere dayanır, değinir. Fakat böyle edebi, fikri, itikadî, insanî bir kitap ve tek kelimeyle bir hidayet ve ideoloji kitabı, daha çok insanî bilimlere, yani ruhbilime, insan¬bilime, iktisada, toplumbilime ve tarih felsefesine daya¬nır. Bunlar, doğrudan doğruya onun risaletiyle duvar duvara komşu ve akrabadırlar. Öyle ki toplumun bir dü¬şünce önderi, kimyaya, fiziğe, apolloya ve jete olduğun¬dan çok toplumbilime, tarih felsefesine, iktisada ve tari¬he gereksinim duyar.

Fakat ruhbilim, toplumbilim ve tarih felsefesi gibi insanî bilimler, yeni bilimler olduklarından ve eskiden var olmadıklarından ya da var olsalar bile bilimsel olma¬yan ve bölük pörçük, dağınık sözler biçiminde başka eserlerin içinde bulunduklarından, ancak eski âlimlerimiz eski uygarlıkların ve başka uygarlıkların ya da kendi dönemlerinin bilimlerinin etkisi altında tabiî bilimlerden az çok haberli olduklarından [çünkü tabiî bi¬limler, bin yıllık, iki bin yıllık, üç bin yıllık geçmişi bulu¬nan eski bilimler olup bizim kimi âlimlerimiz ve müfes¬sirlerimiz bu bilimleri biliyorlardı] tabiî yönler ve aynı bi¬çimde Kur’an’ın dakik bilimlerdeki -tabiî bilimler, fizik, kimya vb.- bilimsel boyutları aydınlanmıştı. Hukuk ilmi, eskiden geçerli olan bir ilim olduğundan, Kur’an’ın hukukî ve fıkhî yönü de oldukça belirgindi. Ne ki Kur’an’ın en temel ve aynı biçimde en derinlikli, en dolu bo¬yutu, risaletini anlatmada Kur’an’ın içeriğini oluşturan en sermayeli boyutu, yani tarih, toplumsal bilimler, insanî bilimler, insanbilim, toplumbilim, ruhbilim, budunbilim [etnoloji], yeni bilimler olduklarından ve eski tefsircilerimiz ve Kur’an uzmanlarımız bu bilimlerle ta¬nışık olmadıklarından bütünüyle bilinmez olarak bir kö¬şede kalmıştır. İşte bugün de kimileri, Kur’an üzerinde bilinçli ve bilgince, bugünün bakışıyla, bugünün kültü¬rüyle çalışmışlar ve oldukça büyük ve değerli işler yap¬mışlardır. Kimileri de gazetelerden ve kimi ders kitaplarından yararlanıp hemencecik yeni bilimlerle ilgili bir¬şeyler öğrenmişler ve yalan yanlış sözlerden kimilerini rastgele bir araya getirip sonra da zorla Kur’an ayetlerine montaj ediyorlar, bu yüzden de yanılgıya düşüyorlar.

Einstein’in bağıntılılık kuramını, jeti, fiziği, hidro¬jen bombasını, mikrobu ve Avrupalıların buldukları bü¬tün şeyleri yeni baştan Kur’an’dan bulmaktadır. Bu, bir tür komplekstir. Böylelikle, kendi öğretisinin, kendi Kur’an’ının, kitabının ve kültürünün eskimediğini göster¬mek, ortaya koymak istemektedir. Tıpkı kompleksi bu¬lunan ve Batılılaşmaya, Batıcılığa, kendisini bu çağa mal etmek, bu çağa yaraşır olmak ve var olmak için aşırı ilgi gösteren doğulu gibidir. Oysa keşfedip dayandığında Batılıdan daha çok haysiyetli olabileceği asaletleri ve de¬ğerleri vardır onun. Hatta Batılıların gözünde de bu böy¬ledir. Apollo’yu Kur’an’ın içerisinden bulup çıkarmaya ge¬rek yoktur. Ondan insanı bulup çıkarmalı asıl. Apollo’¬yu kendileri bulabilirler; Kur’an’a kesinlikle ihtiyaç yok¬tur bu konuda, Allah’a da! Şu anda tanrısızların Apollo’¬yu icat ettiklerini görüyoruz. İnsan olmak, bu kitaba ve Tanrı’ya gereksinimlidir. Önemli olan insanın ortaya çı¬karılmasıdır. Bu gerçekleşmediğinde, neyi ortaya çıkar¬tırsan çıkart, bir yararı yoktur. Bu, şu anda büyük bir musibet olmuştur ve oldukça ürkütücüdür. Hatta bilim¬sel açıdan Kur’an üzerinde oldukça büyük çalışmalar yapmış kimselerin çalışmalarını da genelin gözünde mahvetmektedir. Kur’an ayetlerini yeni buluşlara ve ku¬ramlara yamamada şiddetli bir aşırılığa kaçılmıştır. Hem de bu buluş ve kuramları örneğin İttilâât ve Keyhan gazetelerinden okuyorlar. Ayrıca bunların muhabi¬rin malı mı yoksa başka bir yerden mi alınmış olduğu da bilinmiyor. Oralardan alıp birbirine yamıyorlar. Bu bu¬luşların ve kuramların ne olduğunu da tam olarak bilmi¬yorlar.

Bir kitap görmüştüm. Orada, Hz. Peygamber’in ya da Hz. Ali’nin arpa ekmeğini kepeği alınmadan yedikle¬rini yazıyordu. Bu, bizim kitaplarımızda, ahlak kitapla¬rımızda, özellikle de Siret kitaplarımızda vardır ve biz bunların ne demek olduğunu çok açıkça anlıyoruz. Ke¬sinlikle bu konuda bilime gereksinmemiz yok. Onun insanî anlamını biliyoruz. Şimdi tutmuş onun anlamını bozmak istiyor. Bunun anlamının ne olduğunu biz biliyo¬ruz. Bunun anlamı, İran ve Anadolu eyaletlerinin bir par¬çası olan Ali gibi büyük bir halife ve imparatorun işte böyle yiyeceklerle idare ettiğidir. Bizim için bunun değe¬ri oldukça açıktır. Ya da biz bundan, dünyanın büyük güçlerine diz çöktüren İslam Peygamberi’nin yaşayışı¬nın nasıl olduğunu anlıyoruz. Sonradan, bilginlerden bi¬rinin bu konuyu bugün gıda rejiminde yapılan buluşlara uyguladığını gördüler. Çünkü bu buğday ve özellikle de arpa kepeğinin çokça vitamin içerdiği keşfedilmiştir ve bugün Avrupa’da bu oldukça aristokratik fırıncılar, ke¬peği alınmamış arpa ekmeği satmaktadırlar, hem de ol¬dukça pahalı fiyata. Öyleyse bunlar rejimdeler, biz niçin bilinçsizce onların derdini çekelim? Vücutlarının güzel¬liği için yiyorlardı. Ondan iki satır sonra Hz. Ali’nin ken¬disi, “Eğer ben isteseydim en iyi baldan ve buğday özünden kendime ekmek ve yiyecek hazırlayabilirdim.” di¬yor. Arzusunun o olduğu ve yapısının bunu gerektirdiği anlaşılmaktadır. Ama bunu gözardı etseydi, bize başka bir şey öğretmek için yapardı bunu. Şimdiyse onu böyle bilimsel kıldıklarından bu şekli almaktadır. Yeni bilim¬lerden bu şekilde söz etmek, hem de yeni bilimlerden bu denli deneyimsizce, ikinci, üçüncü elden, kısıtlı haber kaynakları yoluyla haberli olan kimseler aracılığıyla bu¬nu yapmak, İslam’a çok zarar verir. Nasıl zarar verir? Temelde İslam’ın ve Kur’an’ın risaletinin esasını olum¬suzlayıp bozar.

Elbette dünyadan doğru ve teknik olarak bilimsel bi¬rikimleri bulunanlar ve bilimleri tanıyanların böyle bir¬şey yapmaya hakları vardır. Çünkü Kur’an bilimsel açı¬lardan konuşmasa da, doğal olaylara, doğal görüngülere değinirken bilimsel açıdan yanlış olmamalıdır. Dolayı¬sıyla yeni bilimlerde uzman olan âlimler ve bilginler, ulaştıkları bu ayetlere doğru bir biçimde ve bilimsel ola¬rak eğildiklerinde biz büyük bilgilere ulaşırız. Fakat bu Kur’an’ın risaleti biçiminde değil, Kur’an’ın kendi alanı dışındaki şeylere değinirken bilmeden ve yanlış olarak değil, doğru ve bilimsel olarak değindiği biçiminde alın¬malıdır. Örneğin Sadî, Gülistan’ını fizik, kimya ve tıp alanında değil, hidayet ve ahlâk amacıyla yazan bir kişi¬dir. Fakat kimi zaman, bu eserde yanlışların bulunduğu¬nu görüyoruz. Bu onun için kusur olamaz. Çünkü Gülis¬tan’ın misyonu başka birşeydir. Fakat tabip olmadığı için, zamanın geçerli bilimine göre tıbbi şeylere değinmiş olup bunlar bugün yanlıştır. Örneğin “İnsan sürekli de¬ğildir; hayat kalıcı değildir, geçicidir. Ansızın çöker. Bir¬birine çarpınca herşeyin ortadan kalkacağı tesadüfî ya da geçici bir dengeye bağlıdır” demek istediğinde, bu misyonu içinde yer aldığı için edebi, güzel bir biçimde, bir edebiyat başyapıtına yaraşır biçimde anlatır. Fakat za¬manının geçerli ilminin -ki bugün yanlışa çıkmıştır- di¬liyle konuşmak istediğinde şöyle der;

“Birbirinin karşıtı dört isyankâr nefis
Birbirleriyle ancak dört gün geçinebilirler.
Dördünden biri üstün gelince
Tatlı can çıkıp gider bedenden.”

Bu, dört mizaçtır. Bugün biz, kesinlikle böyle olmadı¬ğını biliyoruz. Tatlı canın bedenden ayrılması bu dört mi¬zaç yüzünden değil başka şeyler yüzündendir. Bunu an¬lamadığı anlaşılıyor. Önemi yok. Çünkü Sadi tıp bilmez. O, eski tıbba göre konuşmuştur. Fakat Kur’an, bir örnek verirken tabiî bilimlerden söz ederse, örneği bilimsel açı¬dan yanlış olmamalıdır. İşte bu yüzden uzman, bilinçli ve teknik bilginler, bu konuda, bu boyut ve açıdan Kur’an üzerinde çalışabilirler. Öyle ki uzman olup çalışma da yapan kimselerin çalışmaları, oldukça üstün, parlak ve gerçekten şaşırtıcı olmuştur. Fakat olayın bilincinde ol¬mayan, bu konuda bir bilgileri bulunmayan yöresel ve ol¬dukça yüzeysel ve yabancı bir dünya görüşü içerisinde, kısıtlı bir alanda bulunan ve bilimle bilimsel yaratı, bi¬limsel kuramlar ve bilimsel fantaziler arasındaki farkı bile bilmeyen -tüm bunları birbirine katan- tipler, hem bilimi, hem de Kur’an’ı mahvederler. Bunlar kesinlikle bu işe el sürmemelidirler. Ne yazık ki bugün bu öyle yaygın duruma gelmiştir ki her kitabın sayfalarını açtığımızda, birinin zavallı Einstein’ı uzattığını, bir başkasının zaval¬lı Darwin’i hemen reddettiğini arka arkaya on beş kanıt getirdiğini görüyoruz. Biri Apollo’dan söz ediyor, öteki başka birşeyden. Sonra da tarafın üslubundan bayın ke¬sinlikle olayın farkında olmadığının ortaya çıktığını, bir çeviri üzerinden cacık gibi bir şey söylediğini görüyoruz.

Dün birkaç arkadaşla sohbet ediyordum ve bunların işlerinin arkadaşlardan birinin örneğine benzediğini söylüyordum; Köyün birinde [2] yapma uydudan, Apollo¬’dan vb. söz ediliyordu. Biri diyor; “Efendi, bu Apollo’yu, jeti vs. bırak yere, bunlar hiçbir şey değil. Şu paketi al, paket paket! Ne içinde makine var, ne benzin içer, hiçbir şey. On kuruş verirsin bir attara, alırsın onu. Üstüne de ‘kendi gider’ diye yazarsın.” Harika! Yeni bilimlerden bu şekilde konuşmanın ne yararı var? Üstüne yazarsın; kendisi gider.

[1] 17-18 yaşında -bu denli küçükken!- sarayının penceresinin ar¬dında oturmuştu. Gürültü yükseldiğini gördü. "Ne oluyor?" Dediler: "Kalabalık". Dedi: "Niçin?" Dediler: "Irmağın üzerin¬de bir köprü var. Bu köprünün üstünden gelenler gidenler olu¬yor. Bu yüzden izdiham oluyor ve bu nedenle de gürültü olu¬yor." Bu yaşta bir deha kıvılcımı parladı onda! Dedi: "Öyleyse iki köprü yapın! Birinden gelenler, ötekinden gidenler geçsin!" Böylece, bu ırmağın üzerine iki köprü yapılıp birinden gidenle¬rin, ötekinden de gelenlerin geçmesinin tek bir köprünün bu¬lunmasından daha iyi olacağını anladılar! O zamana dek İran bilginleri olayın farkında değildiler!
[2] Bugün köylülerin bir araya gelip geçmişte olduğunun tersine, Apollo’dan, jetten, yeni buluşlardan oldukça çok konuştuklarını -kompleks artık- görüyoruz.
__________________
And olsun Biz Kur`an`ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Kamer/17-22-32-40
kamer isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 29. October 2009, 12:33 PM   #27
kamer
Super Moderator
 
kamer - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 283
Tesekkür: 457
131 Mesajina 293 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
kamer is on a distinguished road
Standart

İSLAM BİLİM; DERS-10 [Bölüm 3]

Kur’an’ın, taşıdığı risalet ve hidayet açısından temel yönü, insanî risalet, aydınca sorumluluk ve insanlığın manevi önderliğidir; kişiyi, tarihi, toplumu ve hayatı ha*rekete geçirmektir; insana anlam kazandırmak ve bi*linçsiz insanlara sorumluluk bağışlamaktır. Bu, bir ideo*lojinin söyleyip vermek istediği hedeftir. Bu, insanî bi*limlere doğrudan bağlantı sağlamak isteyen bir risalet*tir; Kur’an da insanî bilimlere dayanır. Ama ne yazık ki insanî bilimler bizim dinî kültürümüzde henüz gündeme gelmediğinden, Kur’an’ın bu temel yönü meçhul kalmış*tır ve ne yazık ki insanî bilimlerde, özellikle tarih felsefe*si, toplumsal bilimler, toplumsal psikoloji ve iktisat vs. alanında çalışanlar, genellikle İslam kültüründen yok*sundurlar. Bugün, gördüğümüz gibi, adı sanı yitmiş ya da ünlü ama kıymetleri bilinmez kişiler dışında bu bilim*ler, öteki cephelerin, öteki hedeflerin tekelindedir. Kur’an’daki surelerin adlarına bakınız; İnsani bilimlere iliş*kin olanlardan yüzde ellisinin tarihe ilişkin olduğunu görüyoruz; Kıssalara yönelik olanlar, bireylere yönelik olanlar, peygamberlerin öyküleridir, zalimlerin öyküle*ridir, Ad, Semud, Ashab-ı Uhdud ve benzerlerinin öykü*leridir. Tüm bunlar tarihe ilişkin olup Kur’an, ya bir işa*ret biçiminde onlardan söz eder ve kimi zaman birçok kez yineler ya da ayrıntılı olarak onları açıklar. Aslında ki*mi zaman, bizim bunlardan tarihsel belge açısından sa*hip olduğumuz en fazla bilgi Kur’an’ın kendisidir.



Kur’an’da tarihe dayanış, sadece edim olarak değil, kuram olarak ve açıklıkla ortaya konulmuş ve hatta kimi zaman inkâr ve şaşırtıcılık içeren bir soruyla ifade edil*miştir; “Yeryüzünde hiç gezip dolaşmadılar mı?” [Yusuf Sûresi, 109] ya da “Yeryüzünde gezip dolaşın” [En’am Sûresi, 11] ve ‘‘Yeryüzünde dolaşmak” [Bakara Sûresi, 273]. Bunlar, hep tarihin ve tarihe yöneli*şin değerini yineleme isteyen çeşitli söyleyişlerdir. Bu tür ayetler, on beş ya da on altı tarzda Kur’an’da birçok kez çeşitli söyleyişlerle -soru şeklinde, emir şeklinde, ha*ber cümlesi şeklinde- yinelenmiştir; “Kendilerinden ön*cekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görmek için yeryü*zünde hiç gezip dolaşmadılar mı?” ya da “Yalanlayanların sonu nice oldu görün” [Al-i İmran Suresi, 137]. Hem de tarih üzerinde zihinsel düşünmek değil, özdeş düşünmek, kalkıp yola düşmek, geçmişlerin izlerini görmek, yani şimdiye dek insanî, felsefî bir konu olan tarih konusuna özdeş bir yön*tem kazandırmak gündeme gelmektedir. Dolayısıyla *Kur’an’a bir bakış olarak- Kur’an, insanî bilimlere hep*sinden daha çok dayanır. Deneysel bilimlerde, daha çok doğadaki maddi görüngülere dayanılır. İnsani bilimler*deyse daha çok tarihe dayanılır. Kur’an’a içerik ve aynı şekilde sure adları açısından yüzeysel de olsa bakan her*kes için, Kur’an’ın tarihe ne denli önem verdiği, insanı ta*rihe nasıl kavuşturduğu ve takipçilerini İbrahim’in öyküsüne, Âdem’in öyküsüne, Musa’nın öyküsüne ve İsa’nın öyküsüne tarihsel bir birlik, tarihsel bir bütün*lük kazandırdığı tam olarak somutlaşır. Kur’an, yüzlerce ibareyle, onca çözüm ve yol yordam göstermeyle, günü*müz kuşağını, kendi öğretisini, risaletini, bireyini, kita*bını, düşünce açısından, inanç açısından, zaman açısın*dan, din açısından önceki hareketlere, önceki peygam*berlere, önceki ümmetlere bağlar. Buysa ne ölçüde hem tarihin değer ve önemine, hem de takipçilerinin dinî zi*hinsel eğitimlerinde, dinî bakımdan bilinçlenmelerinde tarihin rolüne önem verdiğini gösterir. Böylelikle bu ge*nel bir olay durumuna gelmektedir.



Kur’an, bir açık tarihi göstermektedir[1]. İslam’da tarihin çeşitli boyutları üzerinde ortaya koyduğum tar*tışmalarda ilk dönem İslam’ının tarihsel sürekliliğe ve verasete olan şiddetli ilgisini açıklamıştım. Aynı şekilde, İslam Peygamberi’nin İslam kelimesini kendi risaletine özgü bir ad olarak görmediğini, Müslim ve İslam’ı tek bir din anlamına ve tarih boyunca hayatı ve hareketi olan ve her çağda değişik şeriatı bulunan, aynı şekilde değişik peygamberi ve kitabı bulunan bireye özgü bir din olarak algıladığını, kendisini İslam’ı getiren olarak görmediğini söylemiştik. İslam’ı getiren Âdem’di; insan oldukça İs*lam da olmuştur. Kültürlerin ve beşerî yetkinleşmenin çizgisi üzerinde İslam da yetkinleşmiş ve hatemiyetle so*na ermiştir. Dolayısıyla o, geçmişte hep var olan dinin ta*mamlayıcısıdır. Peygamber, İslam’ı ve kendi risaletini İsa ve Musa’dan giderek İbrahim’e vardırırken İbra*him’den Nuh’a, ondan da Âdem’e götürmektedir. Bu ise açık tarihin anlamı olup tarih ilminde teknik bir terim*dir, tıpkı açık dünya görüşü gibi[2].



Açık tarihte tarih, bugünden sonsuza dek giden bir geçmiştir. Bu sonsuz ise matematiksel bir sonsuz değil, bilimsel bir sonsuzdur. Yani sonu bizim için açık olma*yan, belirlenebilir olmayan yer. Açık tarihte tarihin as*la -den’i yoktur. Kapalı tarihi de bulunan kapalı dünya görüşündeyse tarihin başlangıcı bilinmektedir, belirgin*dir; herkes de bilmektedir, en küçük kuşkusu bulunan kimse yoktur, tarihin küçük ayrıntıları bile bilinmekte*dir. Bizim bu eskilerin kitaplarında, tarihçinin sahip ol*duğu tek tarihsel-zihinsel sıçrama Âdem’dir. Âdem, in*sanlığın başlangıcıdır, ama sahip olduğu en büyük dü*şünsel sıçraması yedi bin yıllıktır. Âdem, yedi bin yıl önce yeryüzüne inmiştir. Bu, aslında zihninin üretebildiği en büyük sayıdır. Aslında zihni bundan fazlasını üretemez. Kapalı dünya görüşünde değerlerin de büyüklüğü, kü*çüklüğü tam anlamıyla değişir; Küçük beyin, küçük de*ğerleri büyük anlar, sayıları da büyük anlar[3]. Tarih, o denli kapalılaşmaktadır ki insanlığın başlangıcı yedi bin yıl önce olmuştur.



Sonra öyle bir biçim almaktadır ki bütün ayrıntıları açıktadır. Öyle ki, Hz. Âdem’in, Habil’e ağıt olarak söyle*diği şiiri bile Arapça olarak Nasihu’t Tevarih’te bulabi*lirsiniz. Şiir diliyle okunmuş, metni de ortada olan bir ağıt. Âdem ve Havva’nın nereye indiklerine ilişkin bütün ayrıntılar bilinmektedir; Havva’nın önce nereye girdiği, Âdem’in nereye indiği, sonra birbirlerini nasıl bulup ta*nıdıkları, neler konuştukları bütün ayrıntılarıyla apaçık ortadadır. Kapalı tarihin dünya görüşünde herşeyin bir başlangıcı vardır; yakın ve aydınlık bir başlangıcı. Bun*lar kapalı tarihin özellikleridir. Oysa Kur’an’ın İslam’a başlangıç ya da insana başlangıç ya da tevhid hareketine başlangıç olarak tanıttığını hayal ettiğimiz her yerin ar*kasını göstermektedir Kur’an; İbrahim, nebilerin babası, tevhidin kurucusu ve gönderilen büyük peygamberlerin büyük atasıdır. Biz, İslam’ın tarihsel dünya görüşünün İbrahim’den başladığını hayal ederiz. Oysa hemeninde, İbrahim’den önce yine konuların tarih şeklinde -kıssa, efsane ve mitos biçiminde değil- İbrahim’den sonrasının ortaya konulduğuyla özdeş tarzda ortaya konulduklarını görüyoruz. Ondan öncesinde Âdem’e gider, insanlık türünün başlangıcı olarak. Bütün tarihi oraya götürür. Bir dönemin başlangıcı namına bir olay belirlemez. Bu, açık tarihtir. Kapalı tarih görecelidir de. Şöyle ki ka*palı tarih, sadece kimi zaman Âdem’den başlamakla kal*maz; tersine kimi zaman tarih bilgimiz sınırlı durumda*dır.



Çoğunlukla bizim tarih bilgimizin başlangıcı İs*lam’dır. İslam’dan öncesini artık hiç tanımıyoruz. Zihni*mizde karanlık vardır. Öyleki ortaçağ Hıristiyanlığı da Mesih’in doğumunu Allah’ın yeryüzünde doğuşu olarak bilirdi. Dolayısıyla Hıristiyanlıktan önce dünyada dü*şünmeye ve tanımaya değecek bir şey bulunmamaktay*dı. Mesih’ten önceki herşey, zihninde değersiz bir mutlak belirsizlikte dönüp durmaktaydı. Sonra, avam dünya gö*rüşünün tarihsel açıdan daha da küçüldüğünü, tarihin daha da daraldığını görüyoruz. Öyleki bizim halk yığın*larımızın İslam tarihleri Peygamber döneminden de baş*lamaz, Aşura’dan başlar. Ondan öncesini kesinlikle kim*se bilmez. Zihinde, çehrelerin, olayların ve maceraların onun için tam anlamıyla belirgin olmadığı genel öncüller biçimindeki şeyler dışında hiç bir şey yoktur kesinlikle. Bu yüzden hep küçülmekte; böylece öyle bir yere varmakta ki köylü avamın, tarihi aktarmak isteyin*ce olaylara göre aktardığını görmekteyiz. Çünkü yılları tanımazlar, hangi yıl olduğunu söyleyemezler. Derler ki, “Bir batmanın bir lira olduğu yıl”



Bu onun için insanlık tarihinin başlangıcıdır. Bir batmanın bir lira olduğu yıl, ekmeğin bir batmanının ilk kez bir lira olduğu yıl demektir. Buradan insanlık tarihi başlar. Kabilelerin çoğunun kapalı tarihe sahip olduğu*nu görüyoruz. Kabile düzeninde bütün insanlık tarihi şu şekildedir; Dünyaya gelen ilk insanoğlu [Allah’ın yarat*tığı ilk insan] o kabilenin atasıdır. Bu kabileyse onun ço*cuklarıdır. Dolayısıyla bütün tarih, var olan bütün birey*lerin büyük atalarının ilk insanoğlu olması şeklindedir. Tarih bu şekilde küçülür. Kapalı sistemlerde tarih de ka*palıdır. Öyleyse iki tür tarih vardır; Açık tarih, kapalı tarih.



Tarih tanımlarına gelince; Tarihe ilişkin yapılan ta*nımların tümünü burada belirtmem olanaksız. Çünkü teknik bir konu olup ayrıca fazladır da. Tarih konusunun hangi ortamda gündemde olduğuna açıklık getirmek amacıyla sadece birkaç örnek vereceğim.[4]



Tarihin bir grup düşmanı vardır ki bunlar tarihi in*kâr ederler ve tarih boştur, anlamsızdır ve ondan söz et*mek ölünün ardından gıybet etmektir, derler. Şu anda okutulan, düzenlenip tebliğ edilen tarih de onun gibidir; doğrudur da. İnsanın vaktini telef etmesi ne kötü. Kah*vehanelerde hikâyeler anlatmak, laf ebeliği yapmak on*dan daha iyi. Tarih karşıtlarından olan Napoleon şöyle der; “Tarih birtakım yalanlar dizgesi olup öteki yalanlar*dan ayrılan yanı, bu yalanları herkesin kabul etmesidir. Öyleyse tarih, üzerinde müttefik olunan yalan demek*tir.”



Tam tersine Emerson’a “Tarih nedir?” diye sorduklarında o da cevap olarak sorar; “Ne tarih değil ki?” Emer*son, tarihi öyle genişletir ki insanlık, zaman ve insan ha*yatı konusundan daha kapsamlı kılar ve aslında her var*lık bir zaman sürecinde oluştuğuna ve varlık kazanıp şe*killendiğine göre her varlık -cansızlar, bitkiler, hayvan*lar ya da insanlar- tarihin çocuğu ve tarihin sonucudur, der. Dolayısıyla her nesne, yaşadıklarının konuşan dili olmaktan başka birşey değildir. Dolayısıyla da her var*lık, kendi ömrünün tarih kitabıdır. Çünkü her varlık bir zaman sürecinde varlık bulmuş ve bugünkü yapısını ve kimliğini kazanmıştır. Öyleyse tarih, Emerson’un deyi*şiyle bütün görüngülerin yaratıcısından ibarettir. Bu*nun için de Emerson’un bu sözü Kronizm mezhebine yakındır. Tevhidî konu olan oturumda bu mezhepten söz etmiştim. Dilimizdeki ‘dehr’in karşılığı olan Kron [Khronos] Yunan’da, her şeyi yaratan bir tanrının adı*dır. Aynı şekilde anlamı zamandır. Dehr’de kimilerinin sandıkları gibi doğa anlamına değil, zaman anlamına ge*lir. Dehriler doğacılar değildirler. Dehriler, zamanın asaletine ve ulûhiyetine inananlardır. Burada tarihin kron biçimini aldığını görüyoruz. Her bir nesne za*manda varlık bulduğu için her nesneyi zaman var etmek*tedir. Öyleyse zaman, her şeyin yaratanıdır. Şimdi de dilimizde vardır; Zaman her şeyi yok ediyor, zaman her şe*yi değiştiriyor, zaman her şeyi yapıyor, öldürüyor, doğu*ruyor, deriz. Burada, tarihsel asaletin ortaya konuldu*ğunu, zamanın, yani tarihin tanrılığının ve ulûhiyetinin belirtildiğini görüyoruz.



Burada, büyük bilginlerin, tarih adında apaçık bir gerçek karşısındaki sözlerinin ne denli birbirinden uzak olduğunu görüyoruz. Romain Rolland’ın başka bir kura*mı vardır; O, bu iki kişi arasında üçüncü bir kuram açıklar ve şöyle der [bu tanım oldukça hassastır]; “Tarih, za*man boyunca geçmiş, olaylar ve olgular biçiminde şekil*siz ve hedefsiz olarak üst üste yığılmış öğeler dizgesinden ibarettir. İşte tarihçi, bir bilgin gibi değil, bir sanatçı gibi [tarihçi bilgin değildir, çünkü tarih bilim değildir] tarih dağında, kendisinin planını ürettiği binayı yapmak için taş yontmaya koyulur.” Dolayısıyla Romain Rolland, ne tarihi inkâr eder, ne de tarihin bilimsel bir gerçek oldu*ğuna inanır. O, tarihin geçmişte üst üste yığılmış şekilsiz materyaller olduğunu söyler. Örneğin, içinde şekilsiz taşlar bulunan bir maden var ve adı da Büyük Fransa Devrimi. Ben, şu anda sizin için, bu kuşak için, dershane için, Fransız Devrimi konulu bir kitap yazmak istiyo*rum, diyelim. Solcu, sağcı, orta yolcu, dinci, din karşıtı, demokrat, muhafazakâr, devrimci ya da sahtekâr -her ne olursam olayım- olsam da bu olanaklıdır ve tarihçili*ğin ustaca kazmasıyla, içinde Büyük Fransız Devrimi öğelerinin şekilsiz maden damarları gibi yığıldıkları da*ğa gidebilirim. Şu anki inancıma, şu anda taşıdığım he*def ve yapıya, Büyük Fransa Devrimi kitabını yazmada izlediğim çıkarım türüne, amaç ve felsefeye göre kafam*da bu kitaba ilişkin bir plan ve inanç bulunmakta olup onun oluşturulması için, araç gereç toplayıp bu planın yapısına gerçeklik kazandırmak için Büyük Fransa Dev*rimi öğelerinden oluşan o maden damarlarında taşları yontarım. Yani, Büyük Fransa Devrimi’ne şekil veren be*nim, tarihçi ben. Nasıl bir şekil? Kendi istediğim bir şe*kil; tıpkı bir şair gibi. Kimdir şair? Bir fizikçiyle şair ara*sındaki ayırım şudur; Fizikçi, güneşin batışını sizin için olduğu gibi betimlemelidir. Yanılırsa fizikçi değildir. Şa*ir ise bir sanatçıdır; güneşin batışını yaratan, guruba kendi istediği rengi, şekli, anlamı, ruhu ve hedefi kazandıran bir sanatçıdır. Bu yüzden bir şair, gurubu üzünçlü ve kaygılı bir gülüş olarak betimlerken, başka bir şair -ya da aynı şair- duygularına göre, taşıdığı amaç ve anla*tıma göre aynı gurubu aynı şekil ve renk içerisinde derin bir filozofça gülüş, huzurlu bir mutluluk, oldukça büyük, güzel ve coşkulu bir bekleyiş ya da gelecek olarak göste*rebilir. Her ikisi de olabilir.



Çünkü sanatçı, kendisi nasıl isterse öyle yaratır. Dış gerçekler, sanatçının duygularının kalıbında sanatçının duygularının şeklini alırlar. Bilgin ise kâşiftir, dış gerçe*ğin fotoğrafçısıdır; ona en küçük bir müdahalede bulun*maya bile hakkı yoktur onun. Bu yüzden, tarihin bilim olduğunu söyleyen biri, Büyük Fransa Devrimi’nin so*mut bir gerçeklik taşıdığını, somut bir şekil taşıdığını, so*mut bir ruh, anlam, olaylar ve devinimler dizgesi taşıdı*ğını, kendisinin de somut olduğunu; özdeş olduğunu, bir manzara gibi olduğunu, tarihçinin gidip onu parça parça keşfetmesi gerektiğini, gerçek betimleme ve simanın ay*nısını kaydetmesi gerektiğini, bir yerde yanlış varsa ya*nıldığının anlaşılmış olacağını söylüyor demektir.



Romain Rolland ise tarihçinin sanatçı olduğunu söy*ler. Ona göre tarih, şekilsiz nesneler dizgesi olup sanatçı onu yaratır. Yoksulluk, karanlık, gece, sabah, yağmur, bu*lutun gülümseyişi, güneş, mum, kış, kar vs. nesneleri gi*bi dışsal olgular, dışsal gerçeklikler vardır, ama tüm nes*neler, şairin gözetimi ve duyguları altında bambaşka bir şekil alırlar. Hangi şekli? Şairin dayattığı şekli. Dolayı*sıyla şair, sabahı, göğü ve bulutu bile üretir ve yaratır. Robbe Grillet’nin söyleyişiyle, bir şair ya da ressam attan söz ediyorsa, bu yeryüzünde bulunan at değildir. Bu, zihinde, duyguda ya da atın tümel türselliğinde bulunan attır. Dolayısıyla tarih, ne tarihçinin keşfetmesi gereken kesin bir gerçekliktir ve ne de tarihçinin, içinde birşey bulamadığı ve boş atıp dolu tuttuğu mutlak bir kofluk*tur. Bu durumda tarih, sanatçıların elinde, insanın hiz*metine sunacakları ya da insanlara hıyanet amacıyla kullanacakları bir sermayedir.



Elbette şimdi de böyledir. Çünkü henüz tarih bilimi keşfedilmemiştir. Bu yüzden tarih, henüz sanat aşama*sındadır ve herkes başka türlü oluşturur onu; Biri tarihi yeis ve kötülüğe doğru götürürken, bir başkası tarihi in*sanın bilinci, aydınlığı ve üstünlüğü yönüne sürükler. Daha önce “Hiçbir zaman gerçek ve insanlığın, dünyada bugünkü gibi yandaşı ve inananı bulunmamıştır” der*ken ortaya koyduğum konuda tarihi bu şekilde anlat*maktayım. “Hiçbir zaman insanlık, gerçek ve beşeriyet bugünkü kadar garip ve kimsesiz olmamıştır” diyen biri ise o türlü söylemektedir. Elbette onun tüm bunlardan amaçladığı kendi çaresizliğidir. Ya oldukça dar bir çerçevede düşünmekte ve bunu bütün zamanlara genelleştir*mektedir ya da ölçütleri yanlış almış ve her zaman oldu*ğu gibi mevcut güçleri, mevcut zamanın ve gerçeğin ölçütü olarak almıştır [ölçütleri karıştırmış olabilir]. Ne olur*sa olsun bugün herkesin bir başka açıklama getirdiğini görüyoruz. Çünkü henüz bilim olmamıştır. Eğer bilim durumuna gelirse artık herkesin bir başka türlü konuş*ması doğru olmaz. Bu yüzden İmirnof, sadece, tarihin sa*nat olduğunu söylemekle kalmıyor, şiir olduğunu da söy*lüyor. Tarih, tarihçinin söylediği şiirdir. Nasıl şair üzgü ya da mutluluk üstüne, kavuşma ya da ayrılık üstüne, iman ya da küfür üstüne gazel ya da kaside ya da mesne*vi veya rubai söylerse, tarihçi de şiir gibi tarih söyler. Do*layısıyla tarih, tarihçinin duygularından başka bir şey değildir.



[1] Veraset konusunda söyledim, İbrahim'in kıssası konusunda söyledim, İbrahimi dinlerde tarih felsefesi üzerine burada bir konferans verdim. Bunlara ilişkin çeşitli boyutlarda ve çeşitli ortamlarda konuştum. Bunları artık tekrar etmeyeceğim. Bunların yayımlanacaklarını, burada daha yeni konuları ele alabilmemiz için bunları inceleyeceğinizi umuyorum.

[2] Açık dünya görüşü, sınırlı ve kapalı olmayan dünya görüşüdür. Bu yanda, "Kulzum" denizi, dünyanın sonudur. O tarafta Kafdağı vardır, diyen eski tarih kitaplarımızın dediklerinin tam tersi. Ondan sonra ne var, diye sorulduğunda aklı almayıp ka*ranlık var diyordu. Öyleyse karanlık ne demek? Karanlık, ka*ranlık demektir. Karanlık aslında nerededir? Benim bilmedi*ğim, benim için karanlık olan, görmediğim, gözlerimin karart*tığı aslında karanlık olmayan yer. Bu sınırlı bir şeydi. Ortaçağ*da aslında bütün dünya bir hamam biçimindeydi: Kubbemsi bir tavanı vardı, dört tane de duvarı vardı, hepsi bu! Ortasında da bunlar vardı. Şimdi de avamın gözünde ya da oldukça eski kafalarda dünya bir kümbet olup ufkun duvarları üzerine bir çadır gibi inmiş durumdadır. Bu, kapalı dünya görüşüdür. Gizi ve içi bilinmektedir, her şeyi bilinmektedir, her şeyi belirgin*dir. Ölçüleri belirgindir, resmi çekilebilir! Açık dünya görüşü, bireyin durduğu her noktada yine boyutların, mesafelerin, ufukların uzaklaşıp yaklaşmadıkları dünya görüşüdür. Açık dünya görüşünde birey, sonsuzu duyumsadığı için zihni ve duygusu asla varlık duvarına çarpmaz. Açık tarihte de böyle*dir. Kapalı tarihteyse tersi geçerlidir.
[3] Hastalanan bir adamı ziyarete gitmişler, sormuşlar, nasıl ol*du, soğuk mu aldınız? Rahatsız mısınız? Gıda zehirlenmesi mi? Dedi, hayır. Dediler, öyleyse ne? Dedi, hiçbir şey, biz far*kında değildik, evde sohbet ediyorduk; elhamdülillah, şu anda iki yüz seksen tümenimiz var, iki üç hafta bir güçlük çıkmazsa işimiz iş, diyorduk. Bizim haberimiz yoktu, biri bizi arkadan dinliyordu. Bizim dikkatsizce söylediğimiz sözleri hep duy*muştu, bize "nazar" etti. Şimdi bunun için hasta oldum. İki yüz seksen tümen için! Onun aklı bundan fazlasını anlayamaz, bu sayının ölçüsünü değerlendiremez.

[4] Bugünkü dersim sonuca ulaşmıyor. Bu nedenle, tarihe ve tarih felsefesine açıklık getirmek için ardarda üç oturumda ders vermeliyim. Dördüncü oturumdaysa dinimizdeki tarih felse*fesinden söz etmeliyim. Dolayısıyla bu oturumda tarihin ken*disini inceliyorum. Sonraki oturumda çeşitli öğretilerde tari*hi, tarihsel hareket etkeninin ne olduğu temeline [çeşitli ideo*lojilerde ve çeşitli toplumsal öğretilerde tarihin oturduğu te*mele] dayanarak, üçüncü oturumdaysa tarihi, tarih felsefesi ve çeşitli tarih ekolleri anlamında inceleyeceğim. Son oturum*da da İslam’dan kaynaklanan, somut ve yetkin biçimini Şia felsefesinde bulan tarih felsefesini ele alacağım.
__________________
And olsun Biz Kur`an`ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Kamer/17-22-32-40
kamer isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. March 2010, 11:07 PM   #28
kamer
Super Moderator
 
kamer - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 283
Tesekkür: 457
131 Mesajina 293 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
kamer is on a distinguished road
Standart

İSLAM BİLİM; DERS-11 [Bölüm 1] :

TOYNBEE’NİN TEZİ VE “TARİHİN HAREKETE GEÇİRİCİ ETKENİ”

Bütün Kusurlar ve Gecikmeler İçin Bir Özür Dileği[1]


Benim kusurlarımın ve gecikmelerimin birkaç nedeni var. Biri, özel yetişme tarzım; bir başkası zihinsel ve ruhsal özelliğim ve başka nedenler... Fakat ne olursa olsun bu sorun var ve eksiklik ve kusur varlığını koruyor. Açıklamasını yapamamam bir yana, bunu itiraf ediyorum ve tutumumu, bütün eleştirenlerden daha çok ayıplıyorum ki siz bu gecikmelerin ve düzensizliklerin bir bölümüyle karşı karşıya kalıp rahatsız olurken bu gecikmeler ve düzensizliklerle birlikte yaşayan ben elbette daha çok sıkıntı çekiyorum ve kötü ve olumsuz etkilerine katlanıyorum. Bundan başka da çarem yok. Çünkü bu düzensizliklerin en büyüğü, başlangıçtan bu yana var olan düşünce ve ruh yapım olup gün geçtikçe daha da şiddetlenip güçlenmektedir ve ben onun karşısında giderek güçsüzleşmekteyim. Bu durum, benim gibi tiplerde çokça görülmektedir, ancak bu ruh durumu bende daha şiddetlidir.

Bir dost derdi ki; Falanca zorunlu olarak ve bilinçsizce ruh durumunun etkisinde kalmakta. Oysa sağlıklı insanlarda, ruh hali onların etkisi altındadır. Kimilerinde yani sağlam vücutlarında sağlam kafaları bulunan sağlıklı insanların çoğunda duygular, sevgiler ve çeşitli ruhsal ve içsel durumların, onların düşünce ve iradelerinin etkisi altında kalması, hatta bu insanlarca düzenlenip kontrol edilmesi, ortadan kaldırılması doğaldır.

Bu durumları için program düzenleyen bir büyüğü tanıyorum.

Örneğin ruhsal bir rahatsızlığı olduğunda takvimine bakıp not alır;

“Pazartesi günü saat üç buçukla dört buçuk arası üzülme zamanı” Harika. Sonra da başka işleri vardı.

Mantık, akıl ve irade açısından oldukça güçlü olan böyle tipler, büyük bir mutluluk içindedirler -bu, birçok şeyde olduğu gibi Allah’ın, onlara verdiği ve bize vermediği gerçek bir nimettir hangi işte olurlarsa olsunlar [mühendis, doktor, genel müdür ya da iktisat ve sanayi adamı] çalışma biçimi tam olarak mantıklı ve kuru ola¬rak hazırlandığı için kendiliğinden, onları kontrol ve düzenleme altına alır. Ama insanın kendisi, kendi duygularına kapıldığında ve düşünsel havanın ve çevrenin değişmesiyle, olaylarla ve koşullarla karşılaşmak yoluyla bü¬tünüyle değişir ve kendi duygularının tutsağı ve kurbanı olur. İşi de duygu ve eğilimleriyle uyumlu olduğunda bu duygu ve eğilimler karşısında daha çok güçsüzlük duyar.

Ben de böyle bir duruma kavuştum. Çünkü şu birkaç yılda konuşmalar yaptım -oysa ne konuşmacıydım ve ne de konuşmama uygundum- çünkü elimden başka bir iş gelmiyordu, şimdi de gelmiyor. Bu yüzden doğal yapımı, oturup yazdığımda biliyorum. Çünkü kendimi daha çok yazar olarak tanıyorum -elbette kendi çapımda ve bu yapım, tam anlamıyla duygusal ve âtıfî bir yapıdır.

Elbette, örneğin gazeteler ve dergiler için yazı ya da radyo ve televizyon için program metni yazan ve mantıklı, akılcı ve planlı bir iş yapan yazarlar da vardır. Fakat kendileri için yazanlar vardır. Yazmak onların ruhları¬nın bir tür konuşmasıdır; dertleri deşelemek, tutkuları ve iç sıkıntılarını açığa çıkarmak ve aslında soluk alıp vermek ve yaşamak demektir. Hatta onların yazdıkları¬nı kimse okumayabilir, görmeyebilir; onların yazıları ya¬yımlanmayabilir [çoğunluk da böyle olur]. Esas olan yazma eyleminin kendisidir; kim için ve ne için yazıldığı de¬ğil. İnsan yazmadan yapamadığı için yazmak. O zaman burada, duygusal olan plancı akıldan yoksun bulunan ve sonra da tek iş, uğraş ve yaşama vesilesi, tek doğal yapısı yazmak olan bir insan için yeni bir etken daha eklenmektedir ki bu etken acizliktir. Çünkü idealini, düşüncesini, derdini ve sıkıntısını kelimelere dökmek, kâğıtlara aktarmak dışında hiçbir anlatım, açıklama ve eyleme dök¬me aracı bulamaz.

İşte burada yazmak, insanın yaratılışının derinlikle¬rinden kopup gelen ve insanın elinde olmayan zorunlu bir inleyişe dönüşür. Bu yüzden, başkalarının değil, kendi yazılarımdan birkaçını tashih için okumak istediğim¬de bir cümleyi, bir parçayı okumak için kimi zaman ben¬de kendine özgü bir ruh yapısı oluşur. Ya da yaşama ve düşünme biçimi, yazgı ve çevre, herşey beni etkiler ve canıma bir nutfe yerleşir, bir anlama gebe kalırım ve dert gövdemden seslenir; Sanibof’un söyleyişiyle;

“Bir anlam, şair ya da yazarın içinde bir nutfe gibi şe¬killenir, gelişir ve cenine dönüşür. Sonra insan, o anlama gebe kalır ve doğurmak ya da doğurtmak derdini duyar. Kaçınılmaz olarak o derdin hastasıdır, başka bir iş yapa¬maz. Kaçınılmaz olarak o bağışlanmalıdır.”[2]

TARİHİN HAREKETE GEÇİRİCİ ETKENİ


Tarihin hareketi, insanın ve insan toplumunun hareketi gibi zaman sürecindedir; hem cevheri harekettir yani insanın türde, cinste ve özde hareketi ve hem de devimsel [intikali] harekettir. Bu iki hareketle, zaman boyunca ve çeşitli dönemler süresince insan, göçebe, geri ve yabani şekilden, şu anda yeryüzünde gördüğümüz ve es¬kiden taşımadığı özellikleri taşıyan bir insana dönüşmüştür.

Cevheri hareket -Molla Sadra’nın kullandığı bili¬nen terim- özde olan bir harekettir. Örneğin, başlangıç¬ta ham olan, bir süre yarı olgun duruma gelen, sonra da olgunlaşan, ardından yeşil rengi sarıya dönüşen ve en sonunda da kızaran meyvenin, cevheri bir hareketi vardır.

Çünkü mekânda hareket etmemiş, tersine özü değişmiş ve ilk olduğu yerde bir durumdan başka bir duruma geç¬miştir. Öyleyse cevheri hareket, bir özden başka bir öze geçiştir ya da bu özde cevherin hareketidir. Her ne olursa olsun, insanın ilkel durumdan şu anki duruma geçişi bir harekettir ve insanın -birey ya da toplum olarak toplumsal değişimler tarihini, değişiklikler tarihini, kültür ve uygarlık farklılaşmalarını, askeri ve siyasi olaylar zincirini oluşturan ve tarih [tarih ilmi değil, tarihin konusu] adını alan zamandaki hareketidir.

Şu anda, tarih, insanın -birey ya da toplum olarak¬- zaman sürecindeki hareketi olduğuna göre kendiliğinden, harekete geçiricinin ne olduğu yolunda bir soru gündeme gelir. İnsanı bireysel şekilde, toplumsal şekilde, özsel ve cevheri biçimde ya da içsel ve dışsal biçimde değiştiren, harekete geçiren ve dönem dönem ileri iten etken nedir? Tarih felsefesindeki yaygın söyleyişiyle ta¬rihin motoru nedir?

Bu soruya cevap olarak ayrıntılara girmeyi bir yana bırakıyorum. Çünkü bize bu kadarı gerekmiyor; asıl der¬simizden geri kalıyoruz. Ayrıca bunlar, İslam öğretisinde, İslam İdeolojisinde yer alan tarih felsefesi ve tarihten oluşan asıl konunun ele alınması için bir giriş durumun¬dadır [İslam öğretisinde tarihten amaçlanan, bilim, fel¬sefe, sanat, edebiyat ya da şiir olarak tarih değil, İslam ideolojisinde, İslam inançları içinde ve Kur’an’ın kendi¬sinde söz konusu olan tarihtir]. Bu yüzden en temel ko¬nulardan söz ediyorum ve amacım, bugün de dünyada gündemde olan bu ünlü öğretiyi aydınlatmaktır sadece.

Bu ölçüde de örneğin, Hegel’in tarih felsefesinin, Marx’ın tarih felsefesinin, Sartre’nin tarih felsefesinin vs. ne olduğunu açıkça ve inceden inceye anlayalım yeter. Metnin kendisini burada bağımsız bir ders metni gibi ele almak doğru olmaz. Bu bizim işimiz değil. [Sosyal Bi¬limler ve Yeni Felsefî ve Toplumsal Öğretiler konulu bir ders verecek olan Dr. Tevessuli Bey’in, bu öğretileri bağımsız olarak ele alıp okutacağını umuyorum.] Bu öğre¬tilere yapacağım işaretler, bu konuların okutulması de¬ğil, sadece kendi dersime bir giriş niteliğindedir.

ÇEŞİTLİ İNANIŞLARDA TARİHİN MOTORU

Toynbee, saldırı ve savunma esasını, tarihin motoru olarak görür. Coğrafya gerekircileri, coğrafyayı ve doğa¬nın değişken sertliğini temel etken sayarken, İbn Hal¬dun -tarih felsefesinin ve toplumbilimin kurucusu- ise coğrafyanın temel oluşundan yola çıkarak iklimi temel etken olarak görür. İbn Haldun, şehir ve kırsal bölge arasındaki iklim çelişmesini, tarihin hareketinin, dönemle¬rinin oluşmasının ve kendi tarih felsefesinin -ki dönem temeline dayalıdır- etkeni olarak algılar. Bütün rasist [ırkçı] ler ya da faşistler -özel anlamda ırk ve kan temeli¬ne inanan herkes- ırkı -öz ve asıl olarak- tarihin hareket etkeni olarak görürler. Öyle ki uygarlığa ilişkin de şöyle derler; Irk, uygarlık oluşturucusudur.

Schiller şöyle der; “Aşk ve açlık, tarihin hareket et¬kenleridir.” Ekonomistler -iktisada tapanlar- insan ve tarih felsefesine ilişkin konularda iktisadın temel oldu¬ğuna inanırlar. Marx da -ve hatta esas olarak kapitalist ideolojileri bulunan Marx karşıtları da- iktisadı tarihi harekete geçiren motor ve etken olarak görürler. Fakat Marx’ı ele almamızın nedeni, onun bunların hepsinden daha ünlü olması ve ayrıca bu esasa göre kendisinin ünlü tarih felsefesini ortaya koymasıdır.

Faşist olmayan bilgin ve düşünürlerin çoğu, taşıdık¬ları insan sever yüzleriyle birlikte, tıpkı faşistler gibi, ki¬şiliği ya da kahramanı tarihin hareketine etken olarak görür. Bir başyapıt olan Kahramanlar adlı kitabın sa¬hibi tanınmış İngiliz yazar Carlyle, bu kitabında büyük kişiliklerin biyografilerini yazmış olup onun inancına gö¬re tarih bu kişiliklerin ellerinden çıkmıştır. Bu cümleden olarak, tarihi yaratan kahramanlar arasında İslam Pey¬gamberi de anılmıştır. Emerson da şöyle der; “Bir kişinin kişiliğini ve biyografisini bana verin, onun çağının tari¬hini size ezbere yazayım. Çünkü tarih, büyük kahra¬manların irade ettiklerinden başka bir şey değildir [eğer kahramanlar yenilip yok olmuşlarsa bu, yeni kahraman¬ların ortaya çıkıp onları yenmiş ve yok etmiş olmalarındandır]. Öteki insanlar ise kahramanların ellerinde araç durumundadırlar.”

PROVİDENCE

Katoliklerin inancına göre tarihin hareketinin temel etkeni meşiyyet [ilahi irade] ya da ‘providence’dır. İlahi irade, takdir ve önceden planlanmış olan şey -Allah’ın, yaratıştan önce kendi ezeli bilgisinde taşıdığı plana göre ya da iradesi doğrultusunda- tarihi harekete geçirir. Ki-şiler, kişilikler, uluslar ve sınıflar, tümüyle ilahi irade¬nin iradesiz araçları durumundadırlar.

Gördüğünüz gibi, buradakinin tersine, bilim ve araş¬tırmanın gerçek anlamına kavuştuğu, bilgin ve araştır¬macının alıcı ve verici değil, arayıcı ve bulucu olduğu orada Marx’ın, maddeci olan ve olmayan, eski ve yeni öğ¬retilerin yanı başında providence ya da meşiyyet de ele alınabilir; nitekim ele almaktadırlar. Burada ise, bir ku¬ramı benimsemediğimiz ve ona inanmadığımız zaman, onu ele almamamız bir yana, bilimsel bir kuram olarak bile kabul etmeyip bütünüyle görmezden gelmekteyiz. Örneğin kimileri aydındırlar ve İran’da toplumbilim ala¬nında, ya da sosyal psikoloji alanında veya yeni şiir ve edebiyat alanında çalışırlar ve modern edebiyatı bilen bi¬rinin düşüncelerinin, inançlarının ve tipinin de aynı olması gerektiğine inanırlar. Örneğin öğleden sonraları kesinlikle şu takılma yerlerinden birinde görmeliyiz onu. Yoksa nasıl yeni şiir ya da modern edebiyat savında olabilir? Hayal bile edilemez. Ya da toplumbilimden an¬layan biri, ya Marksist olmalıdır ya da Durkheim’e inan¬malıdır. Üçüncü, dördüncü seçenek yoktur. Var olanlar¬sa derli toplu değildirler ve yönsüz konuşurlar; bu yüzden bunlar ele alınmaya değmezler.

Bir fakülteye geçmemden söz ediliyordu. Ben de ka¬bul etmiştim. Sonra biri benim kusurlarımı keşfetmiş ve bir bir saymıştı. Önce şöyle demişti; “Falancanın -yani benim- büyük bir kusuru var ki bu haliyle işe yaramıyor. Bu kusur, konuları, dersleri, öğretileri anlattıktan -doğ¬ru ve taassupsuz anlattıktan- sonra kendi inancını da anlatmasıdır.” İkinci ve daha kötü kusur ise şuydu; “Av¬rupa’ya gidip Avrupalı olmuşsa da belirli ve değişmez bir inancı vardır. Belirli ve değişmez inançları bulunan biri bilimsel ders veremez. Çünkü bütün öğretiler ve bi¬limsel dersler, onun inançlarının etkisi altında kalır ve ona bilim adamı denilemez.” Doğrudur, bilim adamı, sahte markalı ses kaydedicidir. Çünkü 16 ya da 30 tü¬men eden gerçek ses kaydedici, yanlış yapmaz, bozul¬maz. Masrafı da yoktur. Aylık da almaz, poz da vermez. Dakik olarak kaydeder. Ne günde iki yüz üç yüz Tümen harcaması vardır, ne de yanlış yapar!

Bunların inançlarına göre, bir profesör ya da bir öğ¬retmen, bilimler konusunda -özellikle insanî bilimlerde- ¬kendi inancı bulunan biriyse işe yaramaz biridir ve mahkûm edilir. Artık onun kabul edilmesi olanaksızdır. Tıp¬kı bir koyun ölüsü gibi; koyun etinin üzerinde belediye mührü varsa, dinî esaslara göre kıbleye çevrilerek bo¬ğazlanmış demektir. Mühür yoksa işin içinde sahtekârlık vardır. Sen de belediyenin mührünü taşıyan bu geçerli öğretilerden birine inanırsan, günün modası olduğundan prestijin artar; hem de Marx ve Sartre gibi bizden olmayan kişilere değil sokakta, Paris’in arka so¬kaklarında sürten ve “lay lay lay” diyerek dolaşan pinti bi¬rine de inansan yeter. Fakat eğer bizimle ilgili olan ve bizim kokumuzu veren bir dine ya da bir görüşe ve öğretiye bağlı olursa kabul edilebilir değilsindir, sana katlana¬mazlar. Onlar için ayırdedilir değildir; çünkü ayırd etmek için kendisinden birşeyleri olmalıdır, ayırdetme gü¬cü olmalıdır. Fakat yoktur ve kavrayamaz. Çünkü ulus¬lararası numarası ve değeri bilinmediği için bu yüzden kabul etmez.

Oysa Avrupa’da, toplumbilim öğretilerinden söz eden her kitapta -yazarı aşırı materyalist, Marksist ya da mutaassıp faşist bile olsa- Katolik keşişlerin ya da kilise¬ye bağlı kişiliklerin görüşleri -gerçek anlamda bilimsel ol¬masa da- bütün öbür öğretilerin yanında ele alınıp dik¬katle incelenir ve tam anlamıyla öğretilir. Dinî düşünce¬nin de orada yaşama, toplumsal bilimlerle ilgili dershanelerde ve maddi belgelerle, öteki düşünceler karşısında ele alınma hakkı vardır. Bilim ve düşünceler böyle iler¬ler. Böylelikledir ki Batı’ya egemen o paracı ve sermaye¬darlığa dayalı kirli sistemine ve kodamanlarına karşın yine de burnumuza insan kokusu gelir ve yine de düşün¬ce ve duygu vardır. Halkın, düşünürlerin ve yazarların olduğu, gücün ve siyasetin olmadığı ölçüde insanî gele¬nekler ve aklî gelenekler de vardır ve tartışılmaktadır. İşte bu yüzden, bizim İran üniversitelerinde ele alama¬yacağımız providence gibi konuyu, orada resmi olarak okutmakta ve tarih felsefesine ilişkin konuları işleyen her kitapta ‘providence’ı da işlemektedirler.

Hemen burada bu ilahî meşiyyete inanış tabirini küçümsememek ve o kadar da zayıf sanmamak gerekti¬ğini belirteyim. Çünkü bu, incelenmeye değer bir konu¬dur. Bir Fransız keşişi olan Milisky, bence son iki yüzyıl¬da Avrupa’da yazılmış olan en iyi, en yeni ve en bağımsız eser olan ‘Çağdaş Felsefe Tarihi’ni yazmıştır. Yazar, ke¬şiş olmasına ve resmi ruhanî elbisesi giymesine karşın, bütün filozoflara ve bütün öğretilere -dinî, din dışı, hatta din karşıtı filozof ve öğretilere- karşı tam anlamıyla bi¬limsel ve aynı zamanda dakik ve irdeleyici bir tarafsızlı¬ğa uymuştur. Onun Çağdaş Batı Felsefesi Tarihi’ni, Bertrand Russel’ın Batı Felsefesi Tarihi ile karşılaş¬tırdığımızda, yazarları tanımıyorsak Russel’ın kitabını mutaassıpça, bu keşişin kitabınıysa taassupsuz, inanç yükümlülüğünden yoksun ve tam anlamıyla scientist bir insanın eseri olarak görürüz. Ne olursa olsun bu, ilahi meşiyyete inanan bir kişidir. Toynbee ise, kilise mensu¬bu ve resmi bir din adamı olmamasına ve tam anlamıyla bilimsel ve akademik bir tip olmasına karşın tarih felse¬fesini insanın yaratılışının ilahi planının tecellisi olarak görür ki bu, bir tür ilahi meşiyyete inanmak demektir.

----------------------------

[1] Pek çok kimsenin dilinden oldukça eleştirel bir tavırla dersin başında kalabalığın içinde "siz, niçin derse düzensiz olarak ve genellikle de geç geliyorsunuz?" diye soran öğrencilerden birine cevap...

[2] Dün öğleden sonra saat birden yediye sekize dek buradaydım. Sonra bir köşeye gidip yere oturdum ve ne dersle ilgisi olan, ne konuşmayla ilgisi olan ve ne de makaleyle ilgisi olan -hiçbir şey değildi- bir şey yazdım. Sonra başımı kaldırıp baktığımda saa¬tin bugünün dört çeyreğine geldiğini gördüm. Artık beni bağışlayacağınızı umarım.
__________________
And olsun Biz Kur`an`ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Kamer/17-22-32-40
kamer isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 5. September 2010, 09:38 PM   #29
kamer
Super Moderator
 
kamer - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 283
Tesekkür: 457
131 Mesajina 293 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
kamer is on a distinguished road
Standart

İSLAM BİLİM; DERS-11 [Bölüm 2]

KARŞILIKLI SALDIRI VE SAVUNMA DOĞRULTUSUNDA TARİHİN HAREKETİ



Toynbee, bütün tarihin saldırı ve savunma duy¬gusuna göre hareket ettiğine inanır. Bu saldırı ve sa¬vunma -ki kesintisiz bir belirleyicilik yapısı da vardır¬- bir tür kültür, uygarlık ve toplumun oluşmasına, olgun¬laşmasına, güçsüzleşmesine, yaşlanmasına, başka bir kültür, toplum ya da uygarlık karşısında yok olmasına, sonra da yeni toplum ve kültürün yine olgunlaşma, yet¬kinlik, yaşlılık ve ölüm yönündeki gidişini gerçekleştir¬mesine ve yine genç ve yeni bir güçle karşı karşıya kalma¬sına neden olur.

Bu saldırı ve savunma, tarihin hem nedenini, hem etkenini gösterir; bunun yanısıra da kendiliğinden tarihin hareket şeklini, şu anda kafanızda canlandırabi¬leceğiniz şekilde belirginleştirir.


Saldırının doruğu, Saldırının doruğu, Saldırının doruğu


Başlangıç Başlangıç Başlangıç


Bu grafik, hem din hakkında, hem öğreti ve ideal hakkında, hem hareket hakkında, hem devrim, uygar¬lık, toplum, ulus, soy ya da kültür hakkında geçerlidir. Hangisini ele alırsanız alın, tümü de tıpkı kuşaklar ve in¬san bireyleri gibi, toplumlar, kültürler ve dinler gelirler ve giderler. Şu anlamda ki bir insan olgunluğa doğru yol alır; böylece grafiğin doruğuna erişir. Grafiğin doruğu, gençliğin uç noktasıdır. İnsan oradan, güçsüzleşmeye doğru gider. Bu, doruğa ulaşıp ondan sonra da yokluğa doğru inişe geçtiğinde, ötekisi başlangıç noktasındadır. Bir insan doruğa, uca ulaşırken, bu insanın doruğa ulaş¬masıyla eş zamanlı olarak yeni bir grafik gelişir ve sürer. Burada yükselen grafik saldırıdır ve bunlar bütünüyle saldırı durumudur. Doruk ise saldırının sonudur. Do¬ruktan inişe geçtiğindeyse savunma durumuna geçer.

Bir bireyde de böyledir. Bir çocuk, otuz, otuz beş, kırk yaşına dek -ki bu kırk yaşı aklî olgunluk yaşıdır; Dan¬te’nin İlahî Komedi’deki söyleyişiyle hayatın yarısı, bi¬zim inancımıza göreyse aklî olgunluk yaşı ve peygam¬berlerin çoğunun bi’set yaşıdır- saldırı durumu içindedir. Mutlak ve öz olarak saldırı durumu içindedir; özel birine ve özel birşeye karşı değildir bu saldırı. Yani hareket şek¬li, duruşu, zihinsel, aklî ve mantıkî duyguları saldırı du¬rumu içindedir. Bu, korkusuzluğun, saldırganlığın, iler¬lemenin ve sahiplenmenin güçlü olduğu bir durumdur. Bu yüzden, on iki on üç yaşındaki çocuğun, fazla enerjisi¬ni harcamak için yumruğunu duvara vurduğunu görüyo¬ruz. Kırk yaşından daha yukarda bulunan kişi ise fazla enerji arar, sürekli takviye ampulü kullanır, kendisini bakıma alır ve savunma durumuna geçer.

Psikolojik açıdan da bu durum söz konusudur. Çok ihtiyatlı duruma gelince, ızdıraplı ve kaygılı yaşlı insan¬lar görmüşsünüzdür[1]. Böyle kişiler, tehlikedeki insan¬lar gibi, hep yitme ve yitirme tedirginliği içindedirler ve sürekli olarak dünyadan korkarlar. Kendileri savunma durumunda oldukları için; herşeyi ve herkesi saldırı du¬rumunda görürler. Bu içsel ızdırap ve tedirginlik, içe ka¬panma, kendi içinde kalma, zihinsel, düşünsel ve ruhsal bakımdan kendini hapsetme durumu kazanmalarına onları zorlar.

Piyasada ve iktisadî işlerde de bu durumu görüyoruz. Saldırı durumunda olan şey, daha çok riske girer ve ayrıntılar üzerinde daha az düşünür, hedefleri, prog¬ramları, projeleri, işlemleri, daha çok kendi gücü açısın¬dan göz önüne alır ve maddi olanaklarını, bu çarpışma ve savaşlarda kullanır. Bankadaki varlığını, kendisinde gördüğü ruhsal gücünün itibarıyla bir araya getirdiği ne-den, bilinçsiz olarak, alım gücünü, mülk edinme gücünü daha çok kendisinin özdeş iktisadî varlığında duyumsar. Fakat, aynı kişi, doruğu aşıp hayatın inişine doğru yönel¬diğinde iki üç bin lira için eli titrer. Çünkü savunma du¬rumu, onun ruhsal güçsüzlüğünü daha da güçsüz kılar.

Zaaf ve ruh durumunun, özsel ve iktisadî konular üzerinde ne derece etkili olduğunu ve matematiksel sayı¬lar gibi birbirleriyle bir araya getirilebilir olduğunu görü¬yorsunuz.

Bu örnekler, Toynbee’nin kültür, uygarlık ve din üze¬rine ileri sürdüğü teze açıklık getirmektedir. Toynbee’nin tezi biraz karmaşık olup anlaşılması zordur. Ama her öğretinin söylediğinin özünü kavrarsak yeterli¬dir. Çıkarımımız ve tanıyışımızla o öğretinin ayrıntı du¬rumundaki konularını sonradan inceleyebiliriz. Toynbee’nin söylediği, sonraki kuşağın saldırgan durumu¬nun, önceki kuşağın savunmacı durumunu -ki tam anla¬mıyla bireysel ve doğal bir durumdur- güçlendirdiğidir. Örneğin kırk yaş doruğuna ulaşıp inişe geçmiş olan ama evladı bulunmayan ve özdeş ve dışsal bir etkenin, kendi¬sini savunma darboğazında bırakmadığı bir kişi, sinirsel gerilimini çok az duyumsayabilir ve çok geç savunma du¬rumuna geçer. Fakat evladı ve torunu olan aynı yaştaki başka bir insan, iki kez saldırıya uğradığı için, kendi ini¬şini çok erken anlamış ve savunma durumuna geçmiştir[2].

Toynbee’nin kitabının bir cildi bu konudadır. Oldukça bilinen ve açık örneklerle, bir dinin, bir ideolojinin ve bir toplumun ve ulusun devrim hareketinin de saldırı ve savunma durumu içinde olduğunu dile getirir. Saldırı, coşku, gelişme ve yükselme durumundaki bir öğreti, her yeri kırıp dökebileceğini, ele geçirebileceğini düşünen saldırgan bir genç gibidir tıpkı. Asla kendisinden kork¬maz, içine kapanmaz, kendisini her çatışma alanına at¬mak, kendisini herkese göstermek ister ve kendisine ina¬nır ve dayanır.

Din de ilk dönemde böyle bir durumdadır. Dine ina¬nanlar da aynı durumu kazanırlar. Öteki din ve öğretile¬rin karşısına çıkarlar. Tartışma oturumları yapılsın da kendileri dinlerini anlatsınlar, diyeceklerini desinler, tebliğlerini yapsınlar isterler. Çünkü küçük bir olanak ele geçirirler, ayaklarını bir yere koyarlar, elleriyle bir yerden tutarlarsa, çevreyi egemenlikleri altına alabile-ceklerini bilirler. Bu yüzden bütün kaynakları, kitapları ve sözleri açık ve anlaşılırdır. İkinci durumdaysa, hep kendilerini gizlemek, saklamak isteyen, tanınmaz du¬rumda kalmak isteyen, çünkü dışarı çıkınca kendisini yere çarpacaklarını, sopa yiyeceğini, herkesin onun ku¬surunu anlayacağını hisseden ve bu yüzden hep kaçış ve sakınma içinde olan yenik bir adamın durumuna düşer¬ler.

DİNİN YENİLENMESİNİN GEREĞİ

Öğreti ve ideoloji de böyle durumdadır. İslam’ın ilk yıllarındaki Müslümanlar da böyleydiler. İslam’ın ken¬disi bir öğreti ve bir inançlar dizgesi olarak zaman içinde değişime uğramaz. Bir din olarak İslam, toplumların ge¬leneksel çerçevelerinde, uygarlık ve kültürlerin gövde¬sinde yer almakta olup özdeş dışsal bir cisim kazanır ve bu şekilde tarihin değişimlerinin çizgisinde cılızlaşır, ye¬nileşmeye, şeklini, kılığını, ilişkilerini ve dilini değiştir¬meye gereksinim duyar. Yanlış anlaşılmasın, -gerçi ço¬ğunluk için yanlış anlaşılma söz konusu değildir- yeni¬leşmeden amaç, İslam’ın kendisi olan değişmez gerçeğin yenileşmesi değildir. Birtakım kimselerin, “dinî düşünce¬mizde görüşümüzü yenilemeliyiz, dinî görüşümüz yeni¬lenmelidir, din bu çağın diliyle, bu kuşağa uygun ve yara¬şır olarak tebliğ edilmelidir” şeklindeki sözleri, dinin de¬ğişmesi anlamına gelmez. Çünkü inanan kimse, kimi yerlerinde müdahaleye gerek vardır diyemez; inanmı¬yorsa zaten böyle bir konudan söz etmez. Dinî düşünce¬nin yenilenmesi şu anlamdadır; Değişmez gerçek, gele¬nek, soy, toplum, kültür, inanç, birey, felsefe ve ruh kap¬ları içinde yer aldığında bir süre sonra toplumsal ve ta¬rihsel koşulların ürünü olan ve değişebilen kapları de-ğiştirmek gerekir. Çünkü bu kutsal gerçeğin kabını de¬ğiştirip yenilemezsek, kabın içindeki yitip gider.

TEHLİKE

Tehlike budur. Sürekli sözünü ettiğimiz tehlike şu¬dur; Ölümsüz bir gerçeği eskiyebilen değişken bir kabın içine yerleştirdiğimizde, bu anlam, hep bu kalıpla birlikte olduğu için birkaç kuşağın geçmesiyle geleneksel ve kalıtsal bir şekle dönüşür ve sonraki kuşaklar içeriğin [ideoloji, öğreti ve iman] hangisi, kabın [dil, anlatım, mantık, bilimler, gelenek ve delillendirme] hangisi oldu-ğunu ayırt edemezler. Kaçınılmaz olarak da bu ikisini, yanlış yere birbirlerini gereksindiklerini sanırlar. Bu kaplar bütün zamanlarda kalamayacağı ve zorunlu ola¬rak yok olacağı için geriler. Kendi kendine kalma ve edimde bulunma yeteneği yoktur bu durumda. Bilinçli, inanmış ve bu içerik -İslam ve din- ile tanışık bir kuşak, bunu çıkartıp diriltmez ve çağıyla uyumlu anlatım, açık¬lama ve bilim zarfları içinde yeniden ortaya koymazsa, kap ve içerik hep birlikte yok olup gider. Örneğin Pey¬gamber Mescidi’nin o üç basamaklı minberiyle yetinir¬sek, bütün seslerin, bütün söylenenlerin, bütün müziklerin ve bütün konuşmaların, uzun ve kısa dalgalar yoluyla dünyanın her yanına yayılmasından ve yerkürenin geniş bir bölgesinin radyoyla, televizyonla, basınla, hoporlör¬lerle ve filmlerle düşünsel kılığa bürünmesinden sonra, en yüce, en kurtarıcı ve en gerçek sözleri de söylesek özel bir toplantının kısıtlı alanı içinde kalacak, ölecek ve dün¬yanın kulağına ulaşmayacaktır.

IŞIĞIN HAREKETİ GİBİ ŞAŞIRTICI BİR HAREKET

Din, saldırı durumu kazanınca, kendisini hızla de¬ğiştirir. Bir güçlük çıktığı yerde bu güçlüğü hızla çözebi¬lir ve kendisini hızla koşullara uydurabilir [dinî güç kas¬tedilmektedir] ve çözüm yolu gösterebilir. Düşman kar¬şısında korkmaması, kaçmaması ve kanısını gizlememe¬si bir yana ileri çıkar ve onu avlayıp kontrol altına alır; onun ağzına gem vurur, toplumun koruyucularını kendisinin düşünce, akıl ve hüküm buyruğunun dizgini altına alır ve zaman binitine biner. Toplumda baş gösteren her hareket onun yetkisi altındadır. Her yerde hazır bulu¬nur. Ahlak, aile, siyaset ve iktisat sorunlarını hiç kimse dinden daha çabuk cevaplayamaz.

Böylelikle, İslam’ın coşkun gençlik döneminde İslamî bir grubun, tarihte ışığın hareketi gibi şaşırtıcı bir hızla ileri atıldığını, 18. yılından 21. yılına dek İran’ın fet¬hedildiğini ve bu büyük insanlık hareketinin önderinin ömrünün sonuna dek -ki on, onbir yıldan fazla değildir- bir köy durumundaki Medine’nin bin kılıçlı savaşçıyla, dünya çapında devrimci bir etken, dünyanın en büyük imparatorluklarına karşı saldırıya geçmiş bir güç şekli¬ne dönüştüğünü görüyoruz. Bir yüzyıl içinde İslamî amaçlar ve itikadî düşünceler, sadece birkaç yazılı kay¬nağı bulunan ümmî bedevi toplumda, Batı ve Doğu uygar¬lıklar cephesini kendi görüşüne ve ruhunun yönelimine göre değiştirir. İki yüzyıl sonraysa en büyük üniversite¬ler, kütüphaneler, düşünsel, kültürel ve bilimsel yaratı ve gelişmeler, farklı, çelişkili ve çeşitli boyutlarıyla olu¬şur. Yaklaşık iki yüzyıl, İslam toplumlarının her yanın¬da, bugün de adları insanlık dehası tarihinin ölümsüz yüzleri arasında yer alan nice dehalar kendini gösterir.

Şii imam mescitte oturuyorken dehri bir şair ya da câsilik biri -ki sanıldığının tersine câsilik bir kişi adı değil, Katolik demektir- içeri girer. Mescide saldırı ve eleştiri için geldiği ortadadır, ama din, o konuşunca her¬kesin sapıtacağından korkmaz. Bu yüzden onun konuş¬masına ve cevabını almasına engel olmaz. Oysa bugün Müslüman zayıflamıştır, korkmaktadır; dehriden değil, İbn Ebi’l Avca’dan değil, Ebi’l-Ala Ma’arri’den değil de benim gibi adamlardan korkmaktadır hem de.

Arkadaşlardan biri diyordu ki, sana -yani benim- ko¬yu muhalif olanlardan birine senin konuşmalarını hiç dinleyip dinlemediğini sorduk. Dedi, hayır. Dedik, hiç ki¬tabını ya da yazısını okudun mu? Dedi, hayır. Dedik, öy¬leyse nereden anladın kötü bir adam olduğunu? Dedi, bil-miyorum; falanca söyledi. Dedik, sen de insansın, öğre¬nim görmüş birisin; hem de yüksek öğrenim görmüşsün; şu kitaplardan birini al, oku. Alıp gitti. Bir süre sonra, okuyup okumadığını sorduk. Dedi, “Korktum; onu oku¬yunca sapıtabileceğimi gördüm.” Acizliği görüyor musu¬nuz? Tıpkı hasta adamlar gibi, midesi artık birşey hazmedemiyor. Kanı, algılama ve tatma yeteneği yok. Her¬şeyden korkuyor. Doktor ne söylerse onu yiyor; söyleme¬diğini de yemiyor. Kendiliğinden birşey yerse yanlış ya¬pıyor. Dinleme ve anlama cesareti yok. Anlayabilir ama --anlamak başka bir kategoridir- cesareti yok.

---------------------------

[1] Tren kompartımanında karşımda yaşlı bir adam oturuyordu. Sıklıkla bavullarını açıp bakıyor, kontrol ediyordu. Sonra pa¬ketlerinde çeşitli kâğıtlardan başka bir şey olmadığını anla¬dım. Bir avuç kâğıt için bunca ihtiyat!
[2] Ben lise ikinci sınıftayken bir sınıf arkadaşım vardı -oldukça ibret verici bir durum; benim ele aldığım konudan başka ibreti ve ahlaki sonucu vardır-. O, Horasan dolaylarından bir köy¬dendi ve lise ikinci sınıfta olmakla birlikte evlenmişti. Oldukça kötü bir insandı. "İtici bir tipti. Bütün çocuklar ondan nefret ediyorlardı. Oldukça ağzı bozuk, kinci, tatsız, kötü sözlü, kötü" yapılı, kötü niyetli ve kötü düşünceli biriydi. Bütün kötülükle¬rin koleksiyonunu yapıyordu sanki. Çok şiddetli sigara tirya¬kisiydi ve ayrıca keldi. Ona saldırıyorduk ve sen hem kelsin, hem sigara tiryakisisin, hem de evlisin diyorduk. On-on iki yıl sonra onu yolda gördüm ve karşılıklı hal hatır sorduk. Ona daha önce söylediklerimin hepsinin tam olarak ben¬de belirdiğini gördüm. Hem kelim, hem sigara içiyorum, hem de evliyim! Bu savunma durumu, dış etkenin saldırısına uğ¬rarsa şiddetle geriler. Yine bu yüzden de kimileri örneğin kı¬zının ya da oğlunun oldukça büyüdüğünü görünce, şaka yoluy¬la onların kardeşleri ya da bacıları olduklarını söylerler! Ken¬disini -bu şekilde- onun yaşça saldırısına uğramak istemedi¬ğinden, kendiliğinden bu büyümüş çocuk karşısında pozisyon alır, onu tam anlamıyla savunma durumunda bırakır. Saldırı¬ya uğramadığındaysa özgürdür.
__________________
And olsun Biz Kur`an`ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Kamer/17-22-32-40

Konu kamer tarafından (5. September 2010 Saat 09:48 PM ) değiştirilmiştir.
kamer isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
alinasyon, bİlİm, derslerİ, drali, ideal insan, ideoloji, marksizm, materyalizm, tarih bilinci, tarih felsefesi, tevhidi dünya görüşü, toplumbilim, toplumsal tevhid, toplumsal şirk, varoluşçuluk, İslam, şerİatİ


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 06:53 AM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam