hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > TEMİZLİK VE İBADET > İbadet > Namaz

Konu Kapatılmıştır
 
Seçenekler Stil
Alt 24. December 2009, 01:23 AM   #1
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart Kıble

KIBLE

Salât konusunda açıklığa kavuşturulması gereken bir diğer önemli husus da “kıble”dir. Çünkü bazıları, kıblenin konu edildiği Bakara/142-151 âyetlerinin, “yönelişte birliği sağlamak üzere namazda yüzün Ka‘be'ye çevrilmesi şartını getirdiği” yolunda iddialar ortaya atmış ve “salât” kavramı gibi “kıble” kavramının da içini boşaltarak asırlardır bu şekilde dayatmışlardır. Hâlbuki aşağıdaki tahlillerinde görüleceği gibi, zikredilen âyetlerde “namaz”, hatta “salât” diye bir sözcük bulunmadığı gibi, kıble konusunun da namaz ile uzaktan-yakından bir alakası bulunmamaktadır.

القبلة [qıble] sözcüğünün aslı, ق ب ل[q-b-l] köküdür. Bu sözcüğün قَبل[qabl] kalıbı, “önce”; قُبل[qubl] kalıbı ise, “ön” anlamında olup دُبُر[dübür/arka] sözcüğünün karşıtıdır. Qıble sözcüğü de “ön” anlamı ekseninde, جهة [cihet=yüzün gösterdiği yön; ön yön] demektir.

Qıble sözcüğün türevlerinden olan qabîle [sık yüz yüze gelen halk], muqâbil, muqâbele [karşılık, karşılık verme] gibi türevleri Arapça'daki anlamlarıyla Türkçe'ye de geçmiştir.
Kur’ân'da geçtiği âyetlere dikkat edildiğinde qıble sözcüğünün, fiziksel konuma göre “ön yön” anlamında değil; “görüş, inanç, ilke olarak üzerinde bulunulan, bakılan ve gidilen yön”, yani “sosyal- siyasal hedef; strateji” anlamında kullanıldığı görülür. Öyleyse qıble sözcüğüne, kısaca, “hedef” veya “strateji” demek daha uygundur.

İnsanlardan sefihler [aklı ermeyenler]; “Bunları, üzerinde bulundukları kıbleden [hedeften, stratejiden] çeviren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu ve batı yalnız Allah'ındır. O, dilediği/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar.” (Bakara/142)

Bu âyette, aklı ermezlerin, mü’minleri, Bunları, üzerinde bulundukları kıbleden [hedeften, stratejiden] çeviren nedir? diye itham edecekleri önceden açıklanmakta, dolayısıyla gaybdan haber verilmek sûretiyle bir mucize ortaya konulmaktadır. Diğer taraftan Rasûlullah ve mü’minler, yapılacak ithamları ve bunlara verilmesi gereken cevabı Allah'ın haber vermesi sayesinde, kendilerine yeni hedefler gösterileceğini, bu hedeflere yürürken bazı fikrî saldırılara maruz kalacaklarını anlıyor ve bunlara karşı koymaya hazırlanıyorlar.

سفيه[sefîh] kelimesi, “aklı kıt ve hafif olan” demek olup, âyette süfehâ [sefihler/aklı ermezler] şeklinde çoğul olarak zikredilmiştir. Bilerek ya da bilmeyerek gerçek dışı konuşan, yalan söyleyip iftira atan bu “sefihler” ile kasdedilenler ise, Medîne'deki Yahudiler ve münâfıklardır:

Ve onlara, “İnsanların inandığı gibi inanın” denilince, “Biz, o aklı ermezlerin inandığı gibi mi inanacağız!” derler. Dikkatli olun! Şüphesiz onlar, aklı ermezlerin ta kendileridir. Velâkin bilmiyorlar. (Bakara/13)

Kıble konusu ile ilgili âyetlerin ilki olan Bakara/142'nin iniş sebebi ve ortamı hakkında klasik kaynaklarda şu nakil ve görüşler yer almaktadır:

Hadis imamlarının rivâyet ettiklerine göre İbn Ömer –lafız Mâlik'e aittir– şöyle demiştir: Müslümanların Kuba'da sabah namazını kıldıkları bir sırada birisi yanlarına gelip şöyle dedi:
-- Bu gece Rasûlullah'a (s.a) Kur’ân-ı Kerîm nâzil oldu ve Ka‘be'ye yönelmesi emredildi.
Onlar da oraya yöneldiler. O sırada yüzleri Şam tarafına [Beytu'l-Makdis'e doğru] yönelmiş idi, Ka‘be'ye doğru döndüler.

Buhârî'nin el-Bera'dan rivâyetine göre Rasûlullah (s.a) Beytu'l Makdis'e doğru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Ancak kıblesinin Beytullâh'a doğru olmasını arzu ediyordu. Onun (Beytullâh'a doğru) kıldığı ilk namaz ikindi namazıydı. Onunla birlikte bir topluluk da namaz kılmıştı. Peygamber (s.a) ile birlikte namaz kılanlardan birisi, rükûda olan bir mescid halkının yanından geçti ve şöyle dedi:

--Allah adına şâhidlik ederim ki ben Peygamber (s.a) ile birlikte Mekke'ye doğru namaz kıldım.
Bunun üzerine onlar da oldukları gibi Beytullâh'a doğru yöneldiler. Kıble, Beytullâh'a doğru değiştirilmeden önce (eski) kıbleye doğru namaz kılıp öldürülmüş [şehid düşmüş] birtakım kimseler vardı ki onlar hakkında ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Bunun üzerine yüce Allah, Allah imanınızı zayi edecek değildir (Bakara/143) âyetini inzâl buyurdu.

Görüldüğü gibi bu rivâyette ikindi namazından, Mâlik'in rivâyetinde ise sabah namazından söz edilmektedir: Bu buyruk, Peygamber'e (s.a) Selemeoğulları Mescidinde farzın iki rekâtini kıldıktan sonra nâzil olmuş, o da namazda iken yüzünü Ka‘be'ye doğru çevirmiştir. O bakımdan bu mescide, Mescidu'l-Kıbleteyn [iki kıbleli mescid] adı verilmiştir. Ebu'l-Ferec'in zikrettiğine göre Abbad b. Nehîk bu namazda Peygamber (s.a) ile birlikte bulunuyordu. Ebû Ömer, et-Temhîd adlı eserinde, Akabe beyatında bulunan kadınlardan birisi olan Eslem kızı Nuveyle'den şöyle dediğini zikretmektedir:

-- Öğlen namazını kılıyordum. Bu sırada Abbad b. Bişr b. Kayzî gelip şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a) kıbleye –veya Beytu'l Harâm'a– doğru yöneldi. Bunun üzerine, erkekler kadınların yerine, kadınlar da erkeklerin yerine geçti.”
Bu âyet-i kerîmenin namaz kılınmadığı bir sırada nâzil olduğu da söylenmiştir. Çoğunluğun rivâyeti bu şekildedir. Ka‘be'ye doğru kılınan ilk namaz ise, ikindi namazı olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Başkası ise şöyle demektedir: “Peygamber (s.a) Medîne'ye geldiğinde Yahudilerin kalplerini ısındırmak istedi. Onların imana gelmelerini daha da teşvik etmesi için onların kıblelerine doğru yöneldi. Onların inatları açıkça ortaya çıkıp da onlardan ümidini kesince Ka‘be'ye döndürülmeyi arzu ettiğinden semaya doğru bakıp dururdu. Hz. İbrâhîm'in kıblesi olduğundan dolayı Ka‘be'yi seviyordu.”
Bu açıklama da İbn Abbâs'tan nakledilmiştir.

Burada hemen belirtelim ki, Kur’ân'da konu edilen “kıble”nin, bu nakillerde yer alan “namazda yönelinen yön” ile; kıble değişikliğinin de, Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Harâm'a dönmekle hiçbir alakası yoktur. Bu anlayışlar, Müslümanlığı yozlaştırmak, dinin ilkelerini işe yaramaz hâle getirmek için zaman içerisinde yerleştirilmiştir. Çünkü, kulluk için bir yön tayin etmeye kalkışmak, her şeyden önce Kur’ân'a aykırıdır:

Ve doğu, batı yalnızca Allah'ındır. Öyleyse her nereye yönelirseniz artık orası Allah'ın yüzüdür. Şüphesiz Allah, vâsi'dir, O, en iyi bilendir. (Bakara/115)
“Tazarruan dua hâlindeki [namazdaki] yönelme”nin ise, yüzün fizikî olarak bir yöne çevrilmesi ile alâkası yoktur; bu, manevî bir yönelmedir ve böyle olduğu da aşağıdaki âyetlerden anlaşılmaktadır:

Kalben O'na yönelenler olarak, O'na takvâlı davranın, salâtı ikâme edin, müşriklerden; dinlerini parça parça bölmüş, fırka fırka olmuş kimselerden de olmayın. –Her fırka kendi yanlarındaki şeylerle böbürlenmektedir.– (Rûm/31-32)

İbrâhîm'de ve o'nunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine, “Biz sizden ve sizin Allah'ın astlarından taptıklarınızdan uzağız. Biz sizi inkâr ettik. Ve siz bir tek olarak Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda ebedî bir düşmanlık ve buğz belirmiştir” demişlerdi. Yalnız İbrâhîm'in babası için, “Senin için mutlaka mağfiret dileyeceğim. Ve Allah'tan olan hiçbir şeye gücüm yetmez” demesi hariç. –Rabbimiz! Yalnız Sana dayandık, Sana yöneldik. Ve dönüş ancak Sanadır. Rabbimiz! Bizi inkâr edenler için bir fitne kılma! Bizi bağışla! Rabbimiz! Şüphesiz Sen azîz ve hakîm'in ta kendisisin!– (Mümtehine/4-5)

Allah'a kulluk için mutlaka bir yön tayin etmeye kalkışmanın Kur’ân'a aykırı olduğu ortaya konulduktan sonra, Bakara/142'nin tahlili çerçevesinde yapılması gereken bir diğer iş de, bu âyette geçen Yahudi ve münâfıkların, Bunları, üzerinde bulundukları kıbleden [hedeften, sosyal-siyasal stratejiden] çeviren nedir? sözleri ile kasdedilenin [Müslümanların kıblesinin ne olduğunun ve onların neye yöneldiklerinin] tesbit edilmesidir. Ancak bu tesbit yapılırken gözden kaçırılmaması gereken bir husus vardır: “Kıbleden çevrilme” kavramı, kesinlikle eski hedef ve stratejilerin bir tarafa bırakıldığı anlamına değil, ilk hedef ve stratejilere ilâveten, yeni hedef ve stratejilerin belirlendiği anlamına gelir!

İLK KIBLE [SOSYAL HEDEF, STRATEJİ]:

Kur’ân'a bakıldığında, ilk vahiyden bu âyetlerin indiği döneme kadarki âyetlerde hedef ve stratejinin; “tevhidin öğretilmesi, öğüt, uyarı, Kur’ân ile cihad, müjdeleme, sabretme, af ve hoşgörü ile muamele” olduğu görülür.

YENİ KIBLE:

Aşağıdaki âyetlerde açıkça görüleceği gibi, Müslümanların yeni hedef ve stratejilerini ise, salâtın ikâmesi [okulların açılması, sosyal destek kurumlarının oluşturulması ve ayakta tutulması], zekâtın alınması, ma‘rûfun emredilip münkerden nehyedilmesi, hikmet [zulmü engelleyip adaleti sağlayan ilkeler] ile hareket edilmesi, gerektiğinde de savaşılması… kısaca İbrâhîm'in Mescid-i Harâm'daki uygulamalarının tatbik edilmesi; eğitim-öğretim eksenli bir yapılanma ile devlet hâline gelinmesi oluşturmaktadır.

Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhidler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şâhid olsun diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık. Üzerinde olduğun bu kıbleyi kılmamız da yalnızca; elçilere uyan kimseleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım diyedir. Bu [tesbit ettiğimiz kıble], elbette, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerin dışındakilere çok büyüktür. Ve Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir. (Bakara/143)

Bu âyette, kıble [hedef] büyütülmesi sebebiyle, son ümmetin diğer ümmetlere şâhid olan hayırlı bir ümmet olacağı ve bu sayede inananla inanmış gözükenlerin ayrışacağı, yeni hedefin inanmamış kimselere çok ağır ve zor geleceği bildirilmiştir.
Gerçekten de, yeni hedefler arasında yer alan “salâtın ikâmesi”, huşûdan yoksun olanlara çok ağır gelmiş ve bu durum değişik âyetlerde net olarak ifade edilmiştir:

Bir de sabırla, salâtla [eğitime, öğretimle, sosyal destek kurumlarıyla] yardım isteyin. Şüphesiz bu [salât ve sabırla yardım isteme], saygılı olanlardan; gerçekten Rabb'lerine kavuşacaklarına ve gerçekten kendilerinin O'na dönücü olduklarına inanan kimselerden başkasına çok ağır gelir. (Bakara/45-46)
Şüphesiz ki münâfıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki O, onların aldatıcısıdır. Ve onlar, salâta kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah'ı ancak, pek az olarak anarlar. (Nisâ/142)

Ayrıca bu inançsız kimseler, Tevbe ve Enfâl sûrelerinde açıklandığı gibi, savaşa gitmemek veya Müslümanları savaştan caydırmak için ellerinden geleni artlarına koymamışlar, her vesileyle gerisin geri dönmüşlerdir:

Ve Muhammed, ancak bir elçi. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Şimdi eğer o ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim de geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır. (Âl-i İmrân/144)
Ey iman etmiş kimseler! Eğer siz şu küfretmiş kimselere uyarsanız, onlar, sizi topuklarınız üstünde gerisin geriye çevirirler de siz kaybedenlerden oluverirsiniz. (Âl-i İmrân/149)

Yeni kıble sayesinde, bu kıbleye yönelen ümmetin hayırlı bir ümmet olacağının açıklanması, bu ümmetin, kendilerine verilen hedef ve stratejileri gerçekleştirmek üzere “emr-i bi'l-ma‘rûf ve nehy-i ani'l-münker” yapmaları ve i‘lâ-i kelimetullah için dışa açılmaları esasına dayanmaktadır.

Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışır ve Allah'a inanırsınız. Kitap Ehli de inansaydı, kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Onların bazıları mü’mindirler, pek çoğu da yoldan çıkmış kimsedirler. (Âl-i İmrân/110)
Kaynak:İşte Kur'an (Hakkı Yılmaz)
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
dost1 Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
hiiic (7. August 2010), Miralay (7. August 2010)
Alt 24. December 2009, 01:36 AM   #2
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

VASAT ÜMMET

وسط [v-s-t] kök sözcüğü, vesat ve vest şekillerinde okunur; vesat şeklinde okununca isim, vest şeklinde okununca zarf olarak kullanılır.
Bu sözcüğün anlamı, “bir şeyin iki ucu arasındaki kendine ait kısmı” demek olup, “bir şeyin kendi ortası” olarak anlaşılır ve sözcük “ipi ortasından kavradım”, “oku ortasından kırdım” cümlelerindeki gibi kullanılır.
Arap örfünde bir şeyin ortası, o şeyin en hayırlı, en yararlı bölümü demektir. Meselâ, at veya devesine binecek bedevi için at veya devesinin en hayırlı yeri, belinin ortasıdır. Yine, bedevinin devesine yapacağı ağıl için en hayırlı yer, otlağın ortasıdır. Gerdanlığın, inci veya elmas takılacak en hayırlı [güzel ve uygun] yeri gerdanlığın ortasıdır. Ayrıca her güzel ve yararlı davranış, kendi cinsinden olan davranışların ortada olanıdır. Meselâ, cömertlik, cimrilik ve savurganlığın ortasında bir davranıştır. Cesaret, korkaklık ve saldırganlık arasında bir davranıştır.
İşte bu nedenle وسط[vest] sözcüğü; “hayırlı, yararlı, üstün” anlamına genelleşmiştir. Araplar, “O, kavminin evsatındadır” sözüyle, “o, kavminin hayırlı, yararlı, şerefli olanıdır” demek isterler. Veya, “Şu vesît kişiye bir bakın” sözüyle, “şu hayırlı, şerefli kişiye bir bakın” demek isterler.
Dolayısıyla, bu âyetteki, Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhidler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şâhid olsun diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık ifadesi, “ve işte böyle sizi hayırlı, yararlı ve şerefli bir ümmet kıldık” demektir.

BU ÜMMETİN İNSANLARA ŞAHİTLİĞİ

Bu ümmetin diğer insanlara tanık yapılacağı, konumuz olan âyetten başka Hacc sûresi'nde de geçmektedir:

Ve Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. O, sizi O seçti ve dinde; babanız İbrâhîm'in milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha önce ve işte bunda [Kur’ân'da], Elçi'nin size şâhid olması, sizin de insanlara şâhid olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salâtı ikâme edin, zekâtı verin ve Allah'a sarılın. O, sizin mevlânızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır]. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır! (Hacc/78)
Malum olduğu üzere İslâm'daki ilk strateji, önce yakınların, sonra Ümmü'l-Kurâ [Mekke] ve civarının uyarılması idi. Yeni kıblenin belirlenmesi [–tabiri caizse– hedef ve strateji çıtasının yükseltilmesi] sonucunda ise; yakınların ve Mekke halkının uyarılması yetmeyecek, uzak diyardaki halkların da İslâm'a davet edilmesi gerekecektir. Yani, vahiy onlara da ulaştırılacak, emir ve nehyler bildirilecek, onlar da ikna edilmeye uğraşılacak, onların da yapılan davete karşı tavırları izlenecek, böylece bu ümmet, diğer ümmetlerin hakka uyup uymadığının tanığı olacaktır.
Kim doğru yolu bulursa sırf kendi iyiliği için doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. (İsrâ/15)
Uyarılmadan ceza verilmeyeceği sebebiyle, bu ümmet, diğer ümmetlere tebliğin ulaştırılıp ulaştırılmadığının da tanığı olacaktır.

İşte Rasûlullah, bu yeni kıble [hedef, strateji] belirlenmesi nedeniyle sınır ötesi tebliğlere, emir ve nehylere başlamış, çevredeki toplumların üst düzey yöneticilerine mektuplar yazmış ve bunlar, Habeşistan Necaşisi'ne, Mısır'da Mukavkıs'a, Bizans İmparatoru Heraklius'a, İran İmparatoru Kisra'ya, Uman Melikleri Ceyfer ve Abd'e ve el-Ahsa vâlisi el-Münzir'e gönderilmiştir. Bunlardan dönemin Mısır hükümdarı Mukavkıs'a gönderilen mektubu örnek olarak sunuyoruz:

MISIR'DA MUKAVKIS'A GÖNDERİLEN MEKTUP

Rahmân, rahîm Allah adına. Allah'ın kulu ve elçisi Muhammed'den, Kıbtîlerin büyüğü Mukavkıs'a. Selâm, hidâyet yoluna tâbi olan kimseler üzerine olsun.
Buna göre ben seni tam bir İslâm daveti ile çağırıyorum. İslâm'a gir. Sonunda emniyet ve selâmet içinde olursun. Allah sana ecrini iki kere verecektir. Şayet bundan geri duracak olursan bütün Kıbtîlerin günahı senin üzerinde toplanacaktır. De ki: “Ey Kitap Ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ın astlarından bazımız bazımızı rabbler edinmeyelim.” Buna rağmen eğer onlar, yüz çevirirlerse, artık “Şüphesiz bizim müslümanlar olduğumuza şâhid olun” deyin. (Âl-i İmrân/64)

Allah'ın elçisi Muhammed.

Netice olarak bu ümmet, Allah'ın mesajlarını tüm insanlara ulaştıracak ve onların iman edip etmediklerini izleyecek ve Îsâ peygamberin tanıklığı gibi tanıklık edecektir.
Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini söyledim; ‘benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben aralarında olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, onları gözetleyen yalnız Sen oldun Sen. Ve şüphesiz Sen gaybları en iyi bilensin. (Mâide/117)
Ve yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hakk ile karar verilmiştir. Ve onlar zulmolunmazlar [onlara hakksızlık edilmez]. (Zümer/69)

Onların [bu iddiayı ortaya atanların], buna dair dört şâhid getirmeleri gerekmez miydi? Mâdem ki şâhidler getirmediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler. (Nûr/13)
Ve Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir (Bakara/143) ifadesiyle, mü’minler her zaman olduğu gibi hizmete teşvik edilmektedir.

Bunun üzerine Rabb'leri onlara karşılık verdi: “Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun –ki bazınız bazınızdandır [hepiniz aynısınızdır]– çalışanın amelini zayi etmem. Binaenaleyh göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır. (Âl-i İmrân/195)

Kim iyilik, güzellik getirirse, onun için ondan [getirdiğinden] daha hayırlısı/getirdiğinden dolayı bir hayır vardır. Ve onlar o gün korkudan güvende olanlardır. (Neml/89)
Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediği kimseyi doğru yola getirir. Ve hayırdan infak ettiğiniz şeyler sırf kendiniz içindir. Ve siz yalnızca Allah rızasını gözetmenin dışında infak etmezsiniz. Ve hayırdan ne infak ederseniz o size tastamam ödenecektir. Ve siz, zulmedilmeyeceksiniz. (Bakara/272)

Biz, yüzünü semaya evirip çevirdiğini kesinlikle görüyoruz. Artık seni hoşnut olacağın bir kıbleye [hedefe, stratejiye] çevireceğiz. Haydi, yüzünü Mescid-i Harâm yönüne çevir. Siz de, nerede olursanız olun, yüzünüzü onun tarafına çevirin! Kendilerine kitap verilmiş olan kimseler de kesinlikle, şüphesiz onun, Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Ve Allah, onların yapıp durduklarından gâfil değildir. (Bakara/144)

Bu âyette, Rasûlullah'ın bazı sıkıntılarının giderileceği, o'nun da hoşnut olacağı müjdesi verilirken, hedef ve stratejileri tam olarak açıklanmamakla beraber yeni kıbleye işaret edilerek, önce Peygamberimize, sonra da tüm Müslümanlara yüzlerini “Mescid-i Harâm yönü”ne çevirmeleri emri verilmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta vardır ki o da, yüzlerin “Mescid-i Harâm”a değil, “Mescid-i Harâm yönüne” çevrileceğidir.
Âyetteki vech lafzı, sadece “yüz” demek değil, “tüm benlik ve varlık” demektir. Çünkü vech [yüz], Arapça'da “cüz’iyyet mecaz-ı mürseli” sanatı gereğince, vesikalık bir fotoğrafın insanın kimliğini temsil etmesi gibi, canlı varlıkların en belirleyici organıdır. Yüzün semaya çevrilmesi ise; “duada bulunmak, beklenti içinde olmak” demektir. Bu ifadedeki sema ile evrenin/yaratıkların ötesi [en üst nokta] kasdedilmiştir. Zira insan, fıtraten, Allah'ı düşünürken yere değil, göğe bakar. Nitekim dua ederken ellerini semaya doğru kaldıran kişi, sıkıntıya düştüğünde de yüzünü semaya çevirerek Allah'a yalvarır. Örfte de, olağan dışı olaylarda, “gökten düştü” tabiri kullanılır, hatta Allah'tan gelen dinlere ve kitaplara, “semavî dinler, semavî kitaplar” denir. Dolayısıyla, Peygamberimizin yüzünü semaya çevirmesi, tüm benlik ve varlığıyla Allah'a yönelerek dua etmesini ifade eder.

Konumuz olan âyetle ilgili klasik anlayışlardan birkaç örnek şöyledir:

Hoşnud olacağın, “seveceğin” anlamındadır. es-Süddî der ki: “Hz. Peygamber Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kıldığında başını semaya doğru kaldırır, kendisine neyin emrolunacağına bakardı. Ka‘be'ye doğru namaz kılmayı seviyor ve arzu ediyordu. Bunun üzerine Yüce Allah, Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz buyruğunu indirdi.” Ebû îshak da el-Bera'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: “Rasûlullah (s.a) Beyt-i Makdis'e doğru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Rasûlullah (s.a) kıblesinin Ka‘be'ye doğru döndürülmesini arzu ediyordu. Bunun üzerine yüce Allah, Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz buyruğunu indirdi.”
Hz. Peygamber (s.a) Beyt-i Makdis'e dönmekten hoşlanmıyor, Ka‘be'ye yönelmeyi arzuluyordu. Ne var ki o, bunu diliyle belirtmiyordu, bu sebeple de yüzünü gökyüzüne döndürüyordu. İbn Abbâs'dan Hz. Peygamber'in şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
-- Ey Cebrâîl! Allah'ın beni Yahudilerin kıblesinden başka bir kıbleye döndürmesini arzuluyorum. Çünkü oraya yönelmekten artık hoşlanmıyorum.
Bunun üzerine Cebrâîl o'na şöyle dedi:
-- Ben de senin gibi bir kulum; bunu Rabbinden iste!
Artık bundan sonra Hz. Peygamber Cebrâîl'in, istediği şeyi getireceğini umarak, devamlı göklere doğru bakıyordu. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak bu âyeti indirdi.
İbn Merdûyeh Kasım el-Ömerî'nin İbn Abbâs'tan naklettiği hadîsi rivâyet ederek der ki: “Rasûlullah (s.a) Kudüs'e doğru namazı kıldıktan sonra selâm verdi ve başını semâya kaldırdı. O esnada Allah Teâlâ'nın, Yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir âyeti nâzil oldu. Cebrâîl (a.s) o'na rehberlik ederek, yüzünü Ka‘be'nin oluk tarafına döndürdü. Hâkim, Müstedrek'inde Ya‘lâ ibn Atâ kanalıyla Şu‘be'nin naklettiği hadîste Yahyâ ibn Kumta der ki: “Ben Abdullah ibn Amr'ı Mescid-i Harâm'da oluk hizasında otururken gördüm ve o, Şimdi seni hoşnûd olacağın bir kıbleye çevireceğiz âyetini okudu. Sonra bunun Ka‘be'nin oluğu olduğunu söyledi.” Hâkim der ki: “Bu hadîsin isnadı sahihtir. Ancak Buhârî ve Müslim onu tahrîc etmemiştir. Bu hadîsi İbn Ebî Hatim Hasan kanalıyla Huşeym ve Ya‘lâ ibn Atâ'dan nakleder.” Başkaları da böyle demişlerdir. Nitekim Şâfiî merhumun iki görüşünden biri böyledir. Buna göre maksad, Kıble'nin kendisini tutturmaktır. Şâfiî'nin diğer görüşüne göre –ki ekseriyet bu kanâattadır– maksad “yönelme”dir. Hâkim, Muhammed ibn İshâk kanalıyla Hz. Ali'den (r.a) nakleder ki: Yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir âyeti konusunda, “o yöne” demiştir. Ve ardından da, “Bu hadîsin isnadı sahihtir, ancak Buhârî ve Müslim tahrîc etmemişlerdir” der. Bu kanâat Ebu'l-Âliye, Mücâhid, İkrime, Sa‘îd ibn Cübeyr, Katâde, Rebî ibn Enes ve diğerlerinin görüşüdür. Bir başka hadîste vârid olduğuna göre, kıble, doğu ile batı arasıdır. Ebû Nu‘aym der ki: “Bize Züheyr, Berrâ'dan nakletti ki: Rasûlullah (s.a) onaltı veya onyedi ay boyunca Kudüs'ü kıble edindi. Ancak içinden Ka‘be'nin kıble olmasını istiyordu. O, ikindi namazını kıldı. Beraberinde bir topluluk da vardı. Onunla beraber namaz kılanlardan bir kişi çıktı ve rükû'da olan bir mescid halkına rastladı. Adam, “Allah adına şâhidlik ederim ki ben Rasûlullah (s.a) ile Mekke yönüne doğru namaz kıldım” dedi. Bunun üzerine onlar oldukları gibi Mekke yönüne döndüler. Abdurezzâk der ki: “Bize İsrâîl Berrâ'dan nakletti ki: Rasûlullah (s.a) Medîne'ye geldiğinde onaltı veya onyedi ay boyunca Kudüs'e doğru namaz kılmıştır. Ancak Rasûlullah (s.a) Ka‘be'ye yöneltilmesini arzuluyordu. Nihayet, Doğrusu Biz senin yüzünün semâya doğru çevrilip durduğunu görüyoruz... âyeti nâzil oldu ve böylece Ka‘be'ye döndürüldü. Neseî de, Sa‘îd ibn el-Muallâ'nın şöyle dediğini nakleder: “Biz Rasûlullah (s.a) devrinde erkence mescide giderdik ve namazımızı kılardık. Bir gün mescide uğradık. Rasûlullah (s.a) minberde oturuyordu. Ben dedim ki: “Yeni birşey olmuş ki Rasûlullah minberde oturuyor.” O sırada Rasûlullah (s.a), Doğrusu Biz senin yüzünün semâya doğru çevrilip durduğunu görüyoruz... âyetini okudu. Âyeti bitirince arkadaşıma, “Rasûlullah (s.a) minberden inmeden önce gel iki rekât namaz kılalım ve ilk namaz kılanlar biz olalım” dedim. Arka arkaya geçtik ve iki rekât namaz kıldık. Sonra Rasûlullah (s.a) minberden indi ve insanlara namaz kıldırdı. O gün kılınan öğle namazı idi. İbn Merdûyeh Abdullah ibn Ömer'den nakleder ki: Rasûlullah'ın (s.a) Ka‘be'ye doğru yönelerek kıldığı ilk namaz öğle namazıdır ve o orta namazdır. Ancak meşhur olan görüş Rasûlullah'ın Ka‘be'ye doğru yönelerek kıldığı ilk namazının ikindi namazı olduğudur. Bu sebeple haber Kubâ halkına gecikmeli olarak ancak sabah namazında ulaşmıştır.

Hâlbuki konumuz olan âyette de bu pasajda yer alan diğer âyetlerde de, salât veya namaz [tazarrulu dua] kelimesinin olmadığı görülmektedir. Ama ne yazık ki birileri, “yüzün Mescid-i Harâm yönüne, hoşnut olunacak kıbleye çevrilmesi”ni, “müslümanların, namaz kılarken Mescid-i Harâm yönüne dönmeleri” olarak zihinlere yerleştirmişlerdir. Bize göre bu davranış, gafletin de ötesinde bir ihanet olup dini saptırma, bozma girişimidir.

Ve andolsun ki sen, o kitap verilmiş olan kimselere, bütün âyetleri de getirsen, yine de senin kıblene tâbi olmazlar. Sen de onların kıblesine uyan biri değilsin. Zaten onlar da birbirlerinin kıblesine tâbi değiller. Yine andolsun ki, sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların hevalarına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, zâlimlerden olursun. (Bakara/145)

Bu âyette, bir önceki âyetteki, Kendilerine kitap verilmiş olan kimseler de kesinlikle, şüphesiz onun, Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Ve Allah, onların yapıp durduklarından gâfil değildir ifadeleri açılmakta ve Rasûlullah'ın muhatap aldığı-alacağı Yahudiler ile ilgili bilgiler verilmektedir. Daha sonra da Rasûlullah'ın izleyeceği stratejinin önemi açıklanmakta ve bu stratejiden taviz vermemesi sert bir şekilde ihtar edilmektedir.

Görüldüğü gibi âyette, onların kendilerine göre birer kıblelerinin [hedeflerinin, stratejilerinin] bulunduğu, birçok kanıt gösterse de onların bundan vazgeçmeyecekleri ve Rasûlullah'ın kıblesine uymayacakları bildirilmiştir.

Malum olduğu veçhile Yahudilerin kıblesi, “sarı sığır-buzağı, yani altın'dır. Mü’minlerin kıblesi de, tevhid ve adalettir. Bunu gerçekleştirmek için ise; salâtı ikâme etmek, zekâtı vermek, emr-i bi'l-ma‘rûf ve nehy-i ani'l-münkerde bulunmak, cihad etmek, lüzumunda da savaşmak gerekmektedir. Durum böyle olunca, ne kıblesi “altın” olan Yahudilerin ne de inanmayanların mal ve can verme gibi bir stratejiyi benimsemeleri mümkün değildir.
Burada “sen” ifadesiyle Rasûlullah muhatap alınmış gözükse de asıl muhatap, mü’minlerdir. Âyetteki, Yine andolsun ki, sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların hevalarına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, zâlimlerden olursun ifadesiyle de, Kur’ân dışı bir yol haritası edinilmemesi emredilmektedir.

Peki, sen, kendi hevasını ilâh edinen ve Allah'ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah'tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz? (Câsiye/23)
Aslında o insan, önünü fücurla geçirmek istiyor. (Kıyâmet/5)

Klasik kaynaklar bu âyetle ilgili olarak şunu nakletmişlerdir:

Rivâyet edildiğine göre Medîne yahudileri ile Necrân hristiyanları Hz. Peygamber'e (s.a), “Senden önceki peygamberlerin getirdiği gibi, sen de bize bir mucize getir!” demişler; bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu âyeti indirmiştir. Doğruya en yakın olan, bu âyetin yeni başlayan bir hâdise hakkında nâzil olmadığı, aksine bunun kıblenin değiştirilmesiyle ilgili hükümlerin geriye kalanlarından olduğudur.

Şu, kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, o'nu [Peygamberi] kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Şüphesiz onlardan bir kesim de bilip durmalarına rağmen, kesinlikle hakkı gizliyorlar. Hak, Rabbindendir. O hâlde, şüpheye düşenlerden olma sakın! (Bakara/146-147)
Bu âyette, beşerî olan her şeye kuşku ile yaklaşılabileceği, Allah'tan gelen şeylerde ise tereddüt edilmemesi gerektiği ilkesi öğretilmektedir. Çünkü Hakk'tan, ancak hakk [gerçek] sâdır olur.

Ayrıca bu âyetlerde, Yahudilerin kendini beğenmişliğine, kibrine dikkat çekilmekte; onların, Rasûlullah'ın gerçek peygamber, yaptıklarının da hakk olduğunu, tıpkı oğullarını tanıdıkları gibi tanımalarına rağmen içlerinden bir grubun bu gerçeği gizledikleri ifşa edilmektedir. Onların bu davranışlarının gerekçesi ise başka sûrelerde verilmektedir:
Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!– (Neml/14)

Onlara Allah katından kendileri ile birlikte olanı tasdik eden bir kitap gelince de –ki bunlar daha önceleri inanmayanlara karşı zafer kazanmak istemişlerdi de o tanıdıkları kendilerine gelmişti– onu inkâr ettiler. Artık Allah’ın laneti kâfirler üzerinedir. (Bakara/89)
Klasik kaynaklar bu âyet ile ilgili de şu olayları nakletmişlerdir:

Rivayete göre Hz. Ömer, Abdullah b. Selâm'a şöyle demiş: “Sen gerçekten oğlunu tanıdığın gibi Muhammed'i (s.a) tanıyor musun? O da şu cevabı vermiş: Evet, hatta bundan da öte. Allah semasındaki emînini yeryüzündeki emînine niteliklerini belirterek gönderdi ve ben de onu bu nitelikleriyle tanıdım. Oğluma gelince, annesinin neler yaptığını bilemiyorum.”
Hz. Ömer'den (r.a) rivâyet edildiğine göre o, Abdullah ibn Selâm'dan (r.a) Hz. Peygamber'i (s.a) sordu. Abdullah ibn Selâm cevaben şöyle dedi: “Ben o'nu, oğlumdan daha iyi tanırım.” Hz. Ömer, “Niçin?” deyince, O, “Çünkü ben Hz. Muhammed'in (s.a) peygamber olduğundan şüphe etmem. Fakat çocuğumdan şüphe edebilirim; çünkü annesi hainlik etmiş olabilir.” Bunun üzerine Hz. Ömer onun başını öptü.

Ve herkes için bir yön vardır; o, ona yönelendir. O nedenle hep hayırlara koşun, yarışın. Her nerede olsanız Allah, tümünüzü bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye en iyi güç yetirendir. Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir. Şüphesiz bu, Rabbinden gelen bir hakktır. Allah, yaptıklarınıza gâfil de değildir. Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir. Ve siz, her nerede olsanız, insanlardan, –onlardan zulmeden kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermemiz gibi, size olan nimetimi tamamlamam için ve doğru yolu bulabilmeniz için hemen yüzünüzü onun tarafına çevirin. Artık onlara haşyet duymayın, Bana haşyet duyun. (Bakara/148-151)

Bu âyet grubunda, her halkın benimsediği bir ideal hedef, sosyal ve siyasal strateji olduğu ve herkesin de kendi hedefine yöneldiği açıklandıktan sonra mü’minlere; hayırlara koşun, yarışın denilmekte, sonra da her nereden çıkarsanız çıkın yüzünüzü Mescid-i Harâm yönüne çevirin talimatı tekrarlanarak “Mescid-i Harâm tarafı”nın kıble edinilmesi emredilmektedir.
Âyetin orijinalindeki viche sözcüğü, “yüzün döndüğü yön” anlamında olup “kıble” sözcüğünün anlamdaşıdır. Buradaki yön de sosyolojik-siyasal yöndür; yani hedeftir, idealdir, mefkûredir, stratejidir.

Bu paragrafta dikkat edilecek en önemli nokta, “Mescid-i Harâm tarafı”nın “kıble” [hedef, sosyal siyasal strateji] yapılmasının gerekçesidir. Yukarıdaki âyetlerde sayılan gerekçeler şunlardır:

1) İnsanlardan, –onlardan zulmeden kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, yani; herkesten güçlü olmanız, kimsenin sizi ezmemesi için.
2) Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermemiz gibi, size olan nimetimi tamamlamam için, yani; Allah'ın dininin yayılması nedeniyle tüm insanların kitaptan, hikmetten yararlanmaları ve bilgisizlikten kurtulmaları için.
3) Doğru yolu bulabilmeniz için, yani; kurtuluşa erebilmeniz için.
İşte Allah, Mescid-i Harâm tarafının kıble/hedef edinilmesi için bu hususları gerekçe olarak göstermektedir. Biraz düşünülecek olursa, namazda yüzün fizikî olarak Mescid-i Harâm tarafına çevrilmesiyle bu gerekçelerin tahakkuk ettirilemeyeceği, yani öyle yapmakla Allah'ın bizler için istediklerinin sağlanamayacağı, her dürüst insanın kabul edeceği bir gerçektir.
O hâlde, “Mescid-i Harâm tarafı” ifadesinden ne anlaşılması gerekmektedir? Bu sorunun cevabı Kur’ân'da şöyle verilmektedir:

Ve Biz bir zaman bu Beyt'i, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş yeri ve bir güven yeri kılmıştık. –Siz de İbrâhîm'in makamından bir musallâ [salât gerçekleştirilecek yer] edinin.– Ve Biz İbrâhîm ile İsmâîl'e, “Beytimi, dolaşanlar, ibadete kapananlar ve secde edenler, rükû edenler için tertemiz tutun” diye ahit almıştık. (Bakara/125)
Şüphesiz, insanlar için mübarek ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Bekke'dekidir [Mekke'dekidir]. Onda apaçık deliller; İbrâhîm'in makamı vardır. Oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir. (Âl-i İmrân/96-97)

Allah, Ka‘be'yi; o Beyt-i Harâm'ı, haram ayı, hedyi [hacda oraya hediye olarak kesilen hayvanı] ve (kurbanlardaki) gerdanlıkları insanlar için bir ayağa kalkış kıldı. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiğini ve Allah'ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir. (Mâide/97)

Yukarıdaki âyetlerde yer alan vurgular dikkate alındığında, “Mescid-i Harâm”ın özellikleri hakkında şu tesbitler yapılabilmektedir:

• Mescid-i Harâm veya Beytullâh veya Ka‘be (üçü de aynı şeyi ifade ediyor), insanlar için (bir tek insan için değil), yeryüzünde hazırlanan evdir [okuldur].
• Orada İbrâhîm peygamberin makamı [ayaklandığı, zâlimlere karşı kıyam ettiği, mücadele ettiği yer] vardır.
• Orada herkes güvende, dokunulmaz, hür olmalıdır, orada baskı ve zulüm olmamalıdır.
• Orada hikmetler [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler] yürürlüğe sokulmalı, herkes bilmediğini öğrenmelidir.
• Orası, orada dolaşanlar, âkifler, kâimler, rükû ve secde edenler için tertemiz tutulmalıdır.
• Müslümanlar, İbrâhîm'in makamından bir musallâ [salâtın ikâme edildiği yer, alan] edinmelidir.
• Gidip gelmeye imkân bulanlar da oraya gidip gelmelidir.

“Mescid-i Harâm”ın Kur’ân'da bildirilen özellikleri yukarıdaki gibi tesbit edilince görülmektedir ki, yapılan vurgular Mescid-i Harâm, Beytullâh veya Ka‘be'nin fizikî yapısı ile ilgili değil, işlevleriyle ilgilidir ve İbrâhîm peygamberin Ka‘be yapması da, tevhid okulunu açması ve işletmesidir. Buna göre, “Mescid-i Harâm tarafı” ifadesinden ne anlaşılması gerektiği ve “Mescid-i Harâm tarafına yönelmek” için nelerin yapılması lâzım geldiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır:

• Özerk ilâhiyat okulları [“Tabii Bilimler”in tümü doğal olarak ilâhiyât okuludur] açılmalı ve bu okullardaki ilâhiyâtı, tevhidi öğreten öğretmenler [rükû edenler] ile öğrenciler [ilâhiyat eğitimi alarak ikna olanlar] gözetilmelidir.
• Salâtın ikâmesi için, sosyal destek kurumları kurulmalıdır.
• Gerekli askerî güç ve organizasyon kurularak düşmanlardan üstün olunmalıdır. Bu alanda da iyi eğitimciler ve subaylar yetiştirilmelidir.
İşte Kur’ân'da yer alan, Allah'ın emrettiği kıble/strateji budur. Yoksa, namaz kılarken insanların yönlerini fizikî olarak Mekke'ye çevirmesi değildir.
Bu strateji ile Rasûlullah topluma Allah'ın hikmetlerini öğretecek ve toplumda yönetici sıfatını kazanacaktır. Zaten bu âyetlerden sonra, yani Medîne döneminde Peygamberimiz fiilen “Melik Elçi” olmuştur [hem elçilik, hem de komutanlık dâhil yöneticilik görevlerini yürütmüştür].

Şu âyetler onun bu görevlerine yöneliktir:

De ki: “Eğer siz Allah'ı seviyorsanız o zaman bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı sizin için bağışlasın. Ve Allah gafûrdur, rahîm'dir. (Âl-i İmrân/31)
Kim Elçi'ye itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onlara bekçi olarak göndermedik. (Nisâ/80)

Allah'ın, o kent halkından, Rasûlü'ne verdiği ganimetler, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşmasın diye Allah'a, Elçi'ye, yakınlık sahiplerine, göç eden fakirlere –ki onlar, Allah'ın lütuf ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir–, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'a da takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, kovuşturması çok çetin olandır. (Haşr/7-8)
Ey iman etmiş kimseler! Allah'a itaat edin, Elçi'ye ve sizden olan emir sahibine itaat edin. Sonra eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve âhiret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi'ye havâle edin. Bu, daha iyidir ve ilk iş olma bakımından daha güzeldir. (Nisâ/59)

Netice olarak diyoruz ki: Kıble, uygulandığı gibi namazın rüknü değil, müslümanın hayattaki sosyal ve siyasal hedefidir.
Kaynak:İşte Kur'an(Hakkı Yılmaz)

Devamı
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
dost1 Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
hiiic (7. August 2010), Miralay (7. August 2010)
Konu Kapatılmıştır

Bookmarks

Etiketler
hacc, hedef, islam, kıble, salat, strateji


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 06:28 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam