hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > TASAVVUF > Tasavvuf Araştırmaları

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 11. November 2012, 04:40 AM   #1
sevginur
Uzman Üye
 
sevginur - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Nov 2012
Mesajlar: 300
Tesekkür: 477
198 Mesajina 386 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 22
sevginur has much to be proud ofsevginur has much to be proud ofsevginur has much to be proud ofsevginur has much to be proud ofsevginur has much to be proud ofsevginur has much to be proud ofsevginur has much to be proud ofsevginur has much to be proud of
Standart Tasavvuf ve İslam - İbrahim Sarmış

ÖNSÖZ.. 3

BİRİNCİ BÖLÜM... 5

KUR’AN ve SÜNNET'E GÖRE İNANÇ ve İBADET.. 5

a- İslam'ın Dengeli Yapısı 5

b- Kur'an En Doğru Olana İletil 6

c- İnanç Yolu Olarak Kur'an ve Hz. Muhammed'in Vahyi Uygulaması 8

d- İbadet Yolu Olarak Kur'an ve Sünnet 11

e-Ashab-ı Kiram'm İnanç ve İbadet Yolu Olarak Kur'an ve Sünnet 13

İKİNCİ BÖLÜM... 14

TASAVVUFLA İLGİLİ ÖNCELİKLİ KONULAR.. 14

a- İslam Öncesi Toplumlarda Tasavvuf 14

b- İslam Dünyasında Tasavvufa Ortam Hazırlayan Sebepler 16

c- İlk Sufilik. 21

d- Tasavvuf ve Fıkıh-Kelam Mezhepleri 22

e- Nefis Tezkiyesi 24

f- Bilginin Yolları (Keşf, İlham, İşrak) 31

"Futuhat-ı Mekkiye, bölüm 1: 35

g. Tasavvuf ve Hızır Kıssası 36

h. Tasavvufta İyileştirme Çabaları 42

i. Şiilik ve Tasavvuf: 55

a- Özel ilimler iddiası: 55

b- Şia'da İmamet ve Tasavvufta Velayet 56

c. Dinin Zahir ve Batını Olduğu İnancı 58

d- Kabirlerle Tevessül 59

e- Diğer Ortak Özellikler 59

J- Tasavvuf çul arın Batıni Tevilleri 62

k. Tasavvuf Kitaplarının Değeri 67

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM... 71

NAZARİ TASAVVUF. 71

I- Tasavvufta Tanrı Anlayışları 71

A.Gazali'nin Tanrı Anlayışı 73

İ.Vahdet-i Vücud Terennümleri 75

İi Vahdet Mitolojisi 76

B. İbn Arabi'nin Tanrı Anlayışı 77

a. İbn Arabi'ye Göre Herşey Allah'tır 77

b. Allah'ın Sıfatları Yaratıkların Sıfatlarıdır. 78

c. İbn Arabi'ye Göre Tanrı Herşeydir. 78

d. Tanrının Kadın Suretinde Görünmesi 79

e. İbn Arabi'ye Göre Allah Kullara Muhtaç. 80

f. İbn Arabi'nin Bilgi Kaynakları: 81

g- İbn Arabi'nin En Çok Eleştirilen Görüşleri 83

Diğer Mutasavvıfların Tanrı Anlayışları 85

C. Abdulkerim el-Cîlî'nin Tanrı Anlayışı 85

D. Kendini Tanrı İlan Eden Ebu Yezid el-Bistami ve Şatahatı 87

E. İbn el-Farıd 89

F. İbn Amir el-Basrî 91

G. Sadreddin Konevi 92

H. Abdulğani en-Nablusî 92

I. Muhammed ed-Demirtaş 93

J. İbn Acibe. 93

K. Hasan Rıdvan. 94

II. Tasavvufa Göre İlahi Varoluşun Aşamaları 95

III. Hakikati Muhammediyye. 97


ÖNSÖZ


İslam, dosdoğru yoldur. İnsanın dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamayı amaçlar. Dosdoğru İslam yolunda bulunan İslam ümmeti de vasat ümmettir.[1] İs*lam'ın öğretileri bu doğruluğun ve vasailığın korunmasına çok özen gösterir. İlk nesil müslümanlarin bu vasatlık özelliği ve dosdoğru yolda olma niteliğini en mü*kemmel şekilde taşıdıklarını görüyoruz.

Şüphesiz mensubu oldukları dinin bazı unsurlarına daha fazla ağırlık veren ve bu vasatlıktan sapma gösteren kişilere her toplumda rastlanır. Hz. Muhammed'in bu konudaki öngörüsü ve uyarısı onun için çok önemlidir: .

"Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır. Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır. Ai*lenin senin üzerinde hakkı vardır. 0 halde sen de her hak sahibine hakkını ver. [2]

Rasulullah'ın tasvip etmediği ve yolundan sapma olduğunu belirttiği sözko-nusu durum, onun vefatından sonra ve özellikle Hz. Ali ile Muaviye taraftarları ara*sında meydana gelen çatışmalarla beraber tekrar baş gösterir. Bunun başlıca se*bebi, İslam toplumunu etkileyen yeni şartlardır. Siyasi, ekonomik ve ideolojik alan*da meydana gelen bu baş döndürücü değişiklikler "zühd" eğilimli kişileri etkiler ve onlar için elverişli bir ortam hazırlar. Özellikle siyasi çalkantıların yol açtığı olumsuz*luklardan uzak kalmak isteyenler içe kapanmayı tercih ederler. Bu eğilimlerini ortaya koyabilecekleri en uygun ortam olarak do Hini, İran ve Arabistan'ın özellikle kültürel yönden kavşak noktası durumunda olan Küfe ve Basra şehirlerini bulurlar. Bu ortamlarda ortaya çıkan anlayış ve uygulamalar elbette islam'ın dengeli ve vasat yapısından bir sapma niteliğindedir, islam'ın ideal ve güzel bir ifadesi değil*dir. Bu tutumlar, İslam'ın özü ve ruhu olarak takdim edilen "tasavvufun zühd şek*linde ilk tezahürleri olabilir. Ama İslam'ın dengeli ve vasat yapısını temsil ettiği söy*lenemez. Zira başta Raşid Halifeler olmak üzere genel olarak ashabın hayatında böyle bir eğilimi veya davranışı göremediğimiz gibi, bunun İslam cemaati tarafın*dan tasvip gördüğü de söylenemez.

Ashab arasında en bariz örneklerimiz olan Raşid Halifeler ve öncü sahabe, hayafta en aktif rol oynayan kişilerdi. Genel olarak ashabın yaşadığı hayata zühd hayatı demek ve bunun tasavvuf olduğunu söylemek mümkün değildir. Başka bir deyişle, yukarıda belirttiğimiz ve sapmadan ibaret olan bazı münferit davranışlar dışında, ashabın hayatında tasavvufun dayanak bulması mümkün değildir. Hefe peygamberlikten önce Hz. Peygamber'in inziva için Hira Mağarası'na veya başka bir yere inzivaya çekilmesiyle tasavvufu başlatmanın hiçbir anlamı yoktur. Çünkü Rasulullah, içinde yaşadığı toplumun şirk ve dalalet içinde olduğunu görüyor ve bundan nefret ediyordu. Ama bundan kurtuluş yolunun ne olduğunu da bilmiyor*du.

Yüce Allah, Hz. Muhammedi toplumu bu sapıklıktan kurtaracak risaleti alma*ya hazırlıyordu. Bunun için de Hz. Muhammed zaman zaman inzivaya çekiliyor*du. Bu inziva hayafının, İslam olduğunu hiçbir İslam alimi söylememiştir. Nitekim İslam, "itikaf" ibadetini getirmiş ve "inziva" denilen bir duruma yer bırakmamıştır. İtikafın, sözkonusu inzivadan ne kadar farklı olduğu kitaplarda yazılıdır.

Yüce Allah, Hz. Peygamber'in inzivalara çekildiği dönemde içinde bulunduğu durumu şöyle belirtmektedir: "Seni yol bilmez iken bulup yola koymadı mı?[3] Ra*sulullah bu dönemde "iman nedir, kitap nedir bilmezdi. [4]

Nur ve hidayef olan Kur'an, Rasulullah'a toplumu cahiliye ve dalalet hayatın*dan kurtarmanın yoiunu göstermiş ve aydınlatmıştır. Bu bakımdan Rasulullah'ın peygamberlikten önce çekildiği inzivanın İslam olduğunu söylemek ve tasavvufun kaynağı ve delili saymak mümkün değildir.

İslam'ın dengeli ve vasat yapısı içinde ahireîi birinci planda tutan ve dünya ha*yatının geçiciliğini belirten, bunun gereği olarak bu dünyada ahiret için hazırlık yapmayı öğütleyen ve dünyayı ahireî için ekin tarlası gören nasslar, insanların r'1 yayı ebedi hayat yurdu olarak görmemeleri, maddeciliğe kaymamaları ve ortava çıkan sapmalarda olduğu gibi sapmalara düşmemeleri içindir, islam dengeli vapıy1 ve vasatlığı korumak İçin dikkatleri dünya hayatının geçiciliğine çektiği gibi, ferdi ve toplumsal hayatta İslam'ı hakim kılmak için dünyada çok çalışmanın ge*rekliliğine de dikkatleri çekmiştir, islam'ın bu dengeli yapısını, dünya hayatına iltifat etmeme ve yukarıda verdiğimiz örneklerde olduğu gibi dünyadan el etek çekme tavrını, zühd diye nitelemek, hele tarih boyunca İslam kültürüne katılan yabancı i-nanç ve kültürlerle çığ gibi büyüyen bu eğilimi tasavvuf diye İslami bir disiplin ola*rak göstermek doğru değildir.

Hayata karşı bir tavır alma olan zühd anlayışı, siyasi hayatın getirdiği karışıklık*lar ve siyasi iktidarın oluşturduğu baskılardan uzaklaşma sebebiyle toplumda za*manla revaç bulmuştur. Anlamsız ve cüretkar davranışlar, baskılar, karışıklıklar, zühd hareketi mensuplarının çoğalmasına imkan hazırlamıştır. Bunların yukarıda da belirtildiği şekilde, bariz özelliği islam'ın dengeli yapısından mana yönüne doğ*ru sapma ve toplumsal konulardan kaçınmadır. Bu insanlarda kuvvetli günah şu*uru, kalplere hakim olan Allah korkusu ve ortama hakim olan haksızlıklara karşı tavır almanın etkili olmadığını da söyleyemeyiz. Bu şuur ve tavır, zamanla bir disip*lin olma eğilimi haline gelir.

Ashab ve Tabiin döneminde fetihler yapılmış ve İslam toplumuna etnik ve kül*türel olarak yeni birçok unsurlar katılmıştır. Bu dönemde yabancı kültürlerden bir*çok unsurlar zühd akımı mensupları tarafından ilgi görür ve benimsenir. Bu unsur*lar daha çok Hint ve iran özellikleri taşımaktadır. Bu akımın belirginleşip revaç bul*duğu yerin Arap yarımadasının uç bölgesi olan ve Hindistan-iran-Arabistan'ın kavşak yeri sayılan Basra ve Küfe gibi yerlerin olması da dikkat çekicidir. Hatta ön*cekileri ve sonrakileriyle, çok azı dışında tasavvuf meşhurlarının acem milletlerden ve özellikle iran menşeli olması da dikkati çeken ayrı bir gerçektir. Burası, Arabis*tan'ın kalbi olan Mekke ve Medine'den çıkan müslümanların Hint ve İran kültürü ile karşılaştıkları, hatta Irak ve İran'ın fethi için ilk savaşların yapıldığı yerlerdir. Tabir caizse, hak kültürü ile batıl kültürünün buluştuğu ve içice olduğu bir yerdir. Çok geçmeden fetihler genişleyecek ve Türk kültür unsurları da bu karışıma dahil ola*caktır.

Daha önce bilinmeyen tasavvuf ismi ve tasavvufçular bu dönemde ortaya çı*kar. Yabancı inanç ve kültür unsurları için İslam'ın kimi nasslarından altyapı aranır. Bulunmayan yerlerde vaz'edilir. Sahih anlayıştan uzak, farklı yorumlar getirilir. Za*hir, batın, fena, beka, şeyh, mürid, keşf, ilhom, sahv, mahv, sekr, cem', fark, tekke, özel gjyim gibi tasavvufi içerikler sökün etmeye başlar. Çok geçmeden buna Batı cephesi diyebileceğimiz eski Yunan felsefe ve kültürü de değişik kanallarla eklenir ve tasavvufun klasik yönü olan ve zühd diye adlandırılan "ameli tasavvuf" ile felsefe yönü olan "felsefi tasavvuf" şıkları meydana gelir. Yerli ve ygbancı malların ser*gilendiği bir fuar halini alan tasavvuf, yerli mallar diyebileceğimiz İslami motifler yanında, yabancı mallar olan dış unsurların bir sentezi olur ve Allah'ın dininin san*ki bir tamamlayıcısı olarak İslam dünyasında yayılır.

Nitekim günümüzde de kimi tasavvufçuların aracılığıyla İslam'a giren Rene Gu-enon. Martin Lings (Ebubekir Sİraceddin), Frithjof Schuon (İsa Nureddin) ve Roger Garaudy gibi batılı birtakım muhtediler eliyle tasavvuf kültürünün ihyasına çalışıldı*ğını görüyoruz.

Schuon, "islam'ı Anlama" adli eserinde 'Kelime-i Şehadet-i' ibn Arabi'nin vah*deti vücut öğretisinin ışığı altında şöyle açıklamaktadır: "Kelime-i şehadetin İlk kıs*mındaki "ilah" kelimesi gerçek {reel) olmaması sebebiyle dünyaya işaret eder; Çünkü sadece Aİİah gerçektir (reel}. Şehadetin ikinci kısmında yer alan peygambe*rin adı Muhammed de gerçek (reel) olması hasebiyle dünyaya işaret eder; "Çünkü hiçbir şey Allah'ın dışında var olamaz. Dolayısıyla bir bakıma her şey, "O'dur. Şeha*detin birinci kısmının manasını anlamak demek, sadece "prensip"in gerçek oldu*ğunun, kendi açısından var olsa da dünyanın var olmadığının tam olarak şuuruna varmaktır. Çünkü onun sahip olabileceği realite, sadece var olan ya da başka bir deyişle, İlahi olabilir. O halde kelime-i şehadeti anlamak demek, Allah'ı her yerde, her şeyde, onda görmek demektir.[5]

Martin Lings'in de Kur'an-ı Kerimi vahdet-i vücutçu bir yoruma tabi tuttuğunu görüyoruz. Ona göre, Kur'an'dakİ bazı ayetler (mesela: "Biz ona şah damarından daha yakınız[6] ayeti) vahdet-i vücut öğretisi dikkate alınmadan kolayca açıklana*maz. [7]

Eserleriyle bütün İslam aleminde, özellikle Türkiyede büyük yankı uyandıran Ro*ger Garaudy'nin İbn Arabi'ye bakış açısı da son derece dikkat çekicidir. Ona göre İbn Arabi, insanlık tarihinin tanıdığı en büyük düşünürdür. Çünkü Hegel ile ölmüş olan Batı felsefesinin yeniden dirilebilmesi ancak İbn Arabi'nin felsefesi ile müm*kün olabilecektir. [8]

Tasavvuf, geçmişte İslam alemini sanki zilletten izzete çıkarmış gibi Batılı bir yo*rum ve kostüm içinde Kur'an ve Sünnet eğitiminden yeterince nasibini alamamış müslüman kitlelerin önüne sunulmaktadır. Özellikle müslüman gençliği bulanık bir kültürün içine çekmenin hayra alamet olmadığı muhakkaktır. Bu nevi muhtedilere mistik acem kültürü ile yoğrulmuş Seyyid Hüseyin Nasr gibi bazı kişilerin öncülük ettiğini görmekteyiz. Nasr'in savunduğu ve fikir babalığını Suhreverdi İle Molla Sadra'nın yaptığı İrfan ve işrak felsefesinden İslam alemi geçmişte bir yarar gör*mediği gibi, bugün de bir yarar görmesi mümkün değildir.

Kur'an-ı Kerim ve ilk İslami uygulamalar ışığında incelendiğinde teoriğinden pratiğine kadar tasavvufun islam'dan aldığı unsurlardan daha çok İslam dışı un*surlar içerdiği görülür. Yalnız bu mozayik ve sentez karşısında olaya bugüne ka*dar kanaatimizce ters bir açıdan bakılmıştır. Bugüne kadar meseieye "İslam'da Tasavvuf" açısından bakıldığını görüyoruz. Bu konuda yapılan çalışmalarda hep İslam'da tasavvufa yer aranmıştır. İslam dışı unsurlarının islam'ın nassiarıyla ve sahih pratiğiyle bağdaştırmasına çalışılmıştır. Hatta İslam'ın tevhid öğretisine ay*kırılığı gün gibi açık vahdet-i vücud nazariyesi gibi birçok doktrin ve rabıta gibi bid'at uygulamalar İslam'la bağdaştırmaya çalışılmıştır. Tasavvufun eleştirisini ya*panların dışında, bütün çalışmalar hep İslam'da tasavvufa yer aramaya yönelik olmuştur.

Halbuki tasavvufun eklektik yapısı, bilgi edinme yolu ve amel metodu ile kayna*ğı ve sonuçları, kısaca teorik ve ameli yönü ile bütün sistemi gözönünde bulundu*rulursa, meseleye tasavvufta İslam olarak bakmanın daha gerçekçi olduğuna ina*nıyoruz. Yani tasavvufun kaçta kaçı islam'dır yahut islam'ın öğretilerine uygundur. Çünkü tasavvuf islam'dan aldığı unsurlardan çok, yabancı unsurlar ve kültürlerden oluşmaktadır. Meseleye bu açıdan bakıldığında gerçekler daha net olarak görüle*cek ve daha gerçekçi sonuçlara varılacaktır, diye düşünüyoruz.

Bu bakış açısı bizi belki hoşlanmayacağımız veya beklemediğimiz birtakım so*nuçlara götürecektir. Çabalarımız hem dünya hem ahiretimizin mutluluğu için, da*ha doğrusu Allah rızası için olduğu sürece gerçeklerden korkmamamız ve aleyhi*mizde de olsa gerçeği arayıp itiraf etmekten kaçınmamamız gerekir. Çünkü bu gerçeklerle hem kendimize, hem de insanlara hizmet etmiş olacağız.

Yüce Aflah buyuruyor: "Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutun, kendiniz, ana babalarınız ve akrabanız aleyhinde de olsa, Allah için şahitlik eden kimseler olun.[9] Hz. Peygamber de şöyle buyuruyor: "Cihadın en üstünü sultana karşı söy*lenen adaletli sözdür. [10]

Unutulmamalıdır ki, islam herşeyin üstündedir ve hiçbir şeye feda edilemez. İs*lam Yüce Allah'ın insanlığa rahmeti ve saadetidir. Hak ve adalet hiçbir ekol veya kişi için feda edilemez ve gizlenemez. Birtakım kişileri veya uygulamaları savun*mak yahut kurtarmak gayretiyle İslam öğretilerinin tevillerle yamuklaştırtlması yahut gözardı edilmesi kesinlikle doğru değildir, ibn el-Cevzi gibi alimler bu noktaya dikkati çekmekte ne kadar İsabet etmişlerdir! Şöyle diyor:

"Hakta tarafgirlik olmaz. Söylenenler doğru değilse, o zaman böyle şeylerden, o mezhepten ve kim olursa olsun o kişiden sakındırmış oluruz. Allah biliyor kiT hata edenin hatasını söylemekten maksadımız, şeriatı tenzih etmek ve onu yabancı şeylerden korumaktır. Yoksa söyleyen ve işleyenle bizim bir İşimiz yoktur. Bununla ancak ilim emanetini yerine getiriyoruz. Alimler de hata edenin kusurunu açığa çı*karmak için değil, hakkı ortaya koymak için birbirlerinin hatalarını gösteriyorlar. 'Kendisiyle teberrük edilen falan zahide nasıl cevap verilir veya sözü nasıl reddedi*lir?', diyecek cahillerin sözüne itibar edilmez. Çünkü bağlılık şeriatın getirdiklerine olur, şahıslara değil. Adam cennet ehli veya evliyadan ofabiür. Onun derecesi hata*sının gösterilmesine engel olmaz.

Bir şahsın yüceltitmesine bakıp ondan sadır olana deiii ile bakmayan kimse. Hz. İsa'nın kendisini görmeyip onun eünde meydana gelen mucizeiere bakan ve bun*dan da onu tanrılaştıran kimse gibidir. Halbuki Hz. İsa'ya bakıp yeme-içme ile ya*şayan bir insan olduğunu görseydi, ona sadece layık olduğu değeri verirdi (insan sayardı).[11]

islam'ın tenkid metodu budur. Bu meîodun dışına çıkmak gerçeklere haksızlık olur. Bütün kişi ve gruplara bu gözle baktığımızı, yazı ve sözlerini bu metodla de*ğerlendirdiğimizi belirtmek isteriz. Bunun dışında kişiler ve gruplar hedefimiz ol*mamıştır. Her müslüman İslam'ın kendisine yüklediği sorumluluğu İslami çerçeve içinde yerine getirmeye çalışırsa gerçekler günyüzüne çıkar ve batılın uzun süre hükmünü sürdürmesi mümkün olmaz.

İkinci baskıda kitap yeniden gözden geçirilmiş, birinci baskıda elde olmayarak meydana gelen kimi yanlışlar düzeltilmiş, görülen ihtiyaç ve gelen istekler üzerine yer verilmeyen bazı konular eklenmiş, kısa olanlar da detaylandtrıimıştır.

Şüphesiz tasavvufla ilgili literatür oldukça geniştir. Bu literatürün hepsini elde etmek ve incelemek mümkün değildir. Gerek kitaplarda ve gerekse süreli yayınlar*da buraya alamadığımız daha nice yanlış anlayışlar ve kötü örnekler bulunmak tadfr. Zaten tasavvuf dünyası hak ile batılın, gerçekle hurafenin, doğu kültür ve inançlarıyla batı kültür ve inançlarının cirit attığı, iç içe olduğu ve karmaşık bir yapı oluşturduğu bir dünyadır. Kendi içinde yetmiş üç fırkayı çoktan aşmış bulunmakta*dır. Onun için bu literatürün hepsine ulaşmak, tümünü inceleyip değerlendirmek imkansız gibidir. Verdiğimiz örnekierin bunlara da ışık tutacağını ve yanlışlık'arın görülmesinde yardımcı olacağını umarız.

Kitabın birinci baskısı süresince iîgili kişiler ve çevreler tarafından bilimsel bir öntemle incelenip eleştirilmesini çok arzu etmeme rağmen, sübjektif ve biraz da önyargılı sayılabilecek biriki eleştiri dışında eleştirinin olmadığını belirtmeliyim. Buna karşın Malatya'da Radyo Nida'nın kitabın içeriği ve tasavvuf hakkında pa*pel şeklinde düzenlediği ve telefonla canlı bağlantıların yapıldığı on kaset doldu*racak kadar süren fikir sohbetleri programı başta olmak üzere, çok kişi ve çevre*den olumlu tepkiler gelmiştir. Radyo Nida'da bu konuda program'yapan değerli dostumuz Ömer Şevki Hotar beyefendiye, İslam'ın dosdoğru yolunu değerli bilgile*riyle net bir şekilde ortaya koymaya çalışan arkadaşlarına ve taktir ederek yahut eleştirerek değerlendirmelerini esirgemeyen bütün kardeşlerimize teşekkür ede*rim. Bu çalışmamızın daha kapsamlı çalışmalara ışık tutmasını ve gerçeklerin açı*ğa çıkmasına yardımcı olmasını Yüce Allah'tan dilerim.

"Rabbimiz! Doğru yola erdirdikten sonra kalplerimizi saptırma. Katından bize rahmet bağışla. Şüphesiz sen bağışı çok olansın.[12]


BİRİNCİ BÖLÜM

KUR’AN ve SÜNNET'E GÖRE İNANÇ ve İBADET



a- İslam'ın Dengeli Yapısı



Tasavvuf, İslam'ın dengeli ve vasat yapısından zühd şeklinde bir evril-meyle ortaya çıkan hareketlerle kök bulabilmiştir. Bilindiği gibi, insanın ya*pısında maddecilik ve maneviyatçıhk yönüne doğru sapma eğilimi bulunmaktadır. Bunun açık örneği de yahudi ve hristiyanlarda madde ve mana yönüne doğru meydana gelen sapmadır. Her iki dinin mensuplarının yaşa*dıkları hayat ve taşıdıkları din anlayışı bunun açık ifadesidir. Namazın her rekatında tekrarladığımız "Gazaba uğrayanlar ve sapanlar" ayeti bu sapma*ya dikkatimizi çekmektedir. Tasavvuf en genelde, kendine özgü ibadet biçimleriyle dünya kirlerinden arınma ve yaratıcının bilgisiyle veya yaratıcı*nın varlığıyla bütünleşme çabalarının adıdır ve İslam dünyasında zühd ha*yatı şeklinde belirginleşip, kurumlaşmaya başlayan tasavvuf, mana yönüne doğru meydana gelmiş bir sapmadır. Bunu görebilmemiz için önce İslam'ın dengeli ve vasat yapısı üzerinde durmamız gerekir,

islam, insanın yapısında doğuştan varolan bu iki eğilimin arasında den*geyi sağladığı gibi, hayatının bütün alanlarında da dengeyi sağlamıştır. Bu dengenin bir tarafın lehine bozulmasını kesinlikle kabul etmemiştir. Bu denge sahibi müslümanların da yeryüzünde vasat, yani her yönü ile dengeli ve dosdoğru olan sırat-ı müstakim üzere bir ümmet olduğunu belirtmiştir. Doğru yol üzerinde her zaman bulunmak ve dengeyi kaybetmemek için da*ima Yüce Allah'a dua etmemizi ve ondan yardım dilememizi emretmiştir. Islam, ümmetin maddi ve manevi hayatında dengeyi sağlamış ve bu dengenin sürekli olmasını istemiştir. Yüce Allah, buyuruyor: "Böylece sizi insanlara şahit ve örnek olmanız için tam ortada bulunan (vasat) bir ümmet kıldık.[13]

İslam'ın sağladığı dengeye sahip olan müslümanlar, bütün insanlar hak*kında şahitlik yapacak vasat bir ümmettir. İnsanlar arasında adaleti ve hakkı gerçekleştirir, onlar için ölçü ve değerleri belirlerler. Herkesi kurtulu*şa ve sırat-ı müstakime götürecek hak görüşü ortaya koyar ve örnek olurlar. İnsanların ölçü ve değerlerini, gelenek ve davranışlarım, anlayış ve düşün*celerini bu hak Ölçüsüyle değerlendirir ve yönlendirirler. Bunlardan hak ve doğru olan ile yanlış ve batıl olanları birbirinden ayırırlar.

Vasat olan bu ümmet; Ölçü ve değerlerini, anlayış ve düşüncesini başka milletlerden ve ideolojilerden alan yahut başkalarını taklit eden bir ümmet değildir. Onun için tek yol, sırat-ı müstakim olan Kur'an ve en güzel örnek olan Rasulullah'ür. Bütün dünya milletleri arasında doğru yolda yürüyen ve sadece Kur'an ve onu pratiğe aktarımı olan sünneti Ölçü kabul eden vasat ve dengeli bir ümmettir.

Ashab ve onların yolunda giden müslümanlar, dünya milletlerinin tevec*cüh ettiği ve örnek aldığı'insanlar olmuşlardır. Bizans'ta dikta ve baskı reji*mi altında yaşayan insanlar, İran'da tahakküm ve vahşet yönetimi altında inleyenler, Arap yarımadasında cahiliyyetin barbarlıkları içinde cehennem hayatı yaşayanlar, kurtuluşu bu Örnek neslin yolunu izlemede bulmuş; hak, adalet, eşitlik, kardeşlik ve insanca yaşamayı bunlardan öğrenmiştir. Böylece insanlık İslam ümmetinin sırat-ı müstakim yoluna şahit olup hidayete ererken, müslümanlar da bu insanlığın herşeyine şahit olmuştur. [14]

Rabbimiz, insandaki maddi ve manevi eğilimleri dengede tutmak için ke*sin ölçüler ve açık hükümler koymuştur. Herşeyden önce heva ve hevesle hareket edilmemesini istemiştir. Kur'an'm hükümleri ve Rasulullah'm ör*nek uygulaması dururken, insanların heva ve hevesleriyle hareket etmesi şiddetle yasaklanmış ve hevesleriyle hareket edenler, "Hevesini kendisine i-lah edineni gördün mü? [15] diye kınanarak bu sapmaya dikkat çekilmiştir.

Hz. Peygamberin uygulamasında da bunu açıkça görüyoruz. Onun iba*detleri karşısında kendi ibadetlerini azımsayarak sürekli namaz kılmayı, oruç tutmayı ve evlenmemeyi kararlaştıran üç kişinin bu durumu Hisine ulaşınca Rasulullah onlara bu işi yasakladığını ve sünnetinden sövlemistir. Yine oruç kendisiyle ilişkilerinin kesilmiş olacağını söylemiştir. Yine oruç sapan an durmayı adamış birini gördüğünde durumunu yadırgamış ve " bırakmasını emretmiştir. Aynı şekilde bu dinle kimsenin için ve yarışacak olursa mutlaka yenik düşeceğini bildirerek[16] insanların berlenen ibadet şekil ve miktarlarıyla bağımlı kalmalarını istemiştir.

Yine birilerinin kendisini aşın bir şekilde övmesini yadırgayarak "Beni hristiyanların Meryem oğlu İsa'yı övdüğü gibi övmeyin" buyurmuş ve insan*ları aşırılıktan sakındır mıştır." Allah, kişiye gücünün üstünde bir teklifte bulunmaz. Gücünüz yettiği kadar Allah'tan korkun" gibi ayetler de insa*nın itidal çizgisi içinde kalması ve aşırılıktan kaçınması gerektiğini ifade et*mektedir. Kur'an ve sahih Sünnet'te bunu ifade eden hüküm ve uygulama*lar o kadar çoktur ki, burada kaynaklarını göstermeye bile gerek bırakma*maktadır.[17]


b- Kur'an En Doğru Olana İletil


"Şüphesiz ki Kur'an, insanları en doğru olana iletir ve salih amel işleyen mü'minlere büyük bir mükafat olduğunu müjdeler. [18]

Kur'an, insanları en doğru yol oları sırat-ı müstakime iletmek için Allah tarafından indirilmiştir, indirildiği andan itibaren, yer ve zaman sınırlarıy*la sınırlı olmaksızın insanları en doğru yola ilettiğini ifade eder. Onları hi*dayet ettiği yol da hayır ve iyiliğin bütün şekillerini, insanların ulaşabile*cekleri her türlü iyiliği içermektedir.

Hiçbir kapalılık ve giriftliği bulunmayan sade ve açık inanç sistemiyle zi*hin ve vicdan sahasında en doğru ona iletir. Bu inanç, ruhu kuruntu ve hurafelerin bataklıklarından, zan ve mitolojik anlayışlardan kurtarır. Al*lah in yarattığı tabiat kanunlarını insanm yapısındaki fıtri kanunlara bağ*lar ve uyum içinde bütünleştirir.

Kur'an insanın maddesi ve manası, içi ve dışı, duygu ve davranışları, i-nanç ve amelleri arasında en güzel uyumu sağlayarak insanları doğru yola netir. Bütün bunlarla Kur'an'm hidayeti sayesinde kopmayan sapasağlam ipe bağlanmış olur. Ayakları yerde jken en yüce ufuklara gözünü diker. Al*lah için yaptığı bütün ameller ibadet kesilir.

Semavi dinlerin okijinalini kabullenme-, hepsinin temelde Allah'tan gelen "irer tevhid dini olduğuna inanma, prensiplerini ve kutsal değerlerini takdis edip sayma konusunda Kuran en doğru olana iletir. Bir de bakarsınız bütün insanlık tahrif edilmeyen semavi inançlarıyla bir barış ve uyum için*dedir. Bu prensiplere ve esaslara bağlandığı taktirde insanlar bir ahenk ve barış içinde yaşarlar.

"Evet, bu Kur'an en doğru olana iletir. Salih amel işleyen mü'minleri büyük bir mü*kafatla müjdeler. Ahirete İnanmayanlar için de acıklı bir azabın hazırlandığını bildi*rir.[19] "Halbuki O, alemlere uyandan başksi birşey değildir. [20] "Biz sana Kitabı ger-Çek ile indirdik ki insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği biçimde hüküm vere*sin. [21] "İnsanlar bir tek ümmetti. Allah, peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar ola*rak gönderdi. Onunla beraber anlaşmazlığa düştükleri konularda İnsanlar arasında hükmetmek üzere İçinde gerçeklen taşıyan kitabı indirdi. [22]

Bu ayetler, Kur'anrın amacı hakkında bize bir yaklaşım sağlamaktadır. Ayetler, Kur'an bütünlüğünde ve Rasul ün örnekliğinde, Allah'ın murad et*tiği manada anlaşıldığı sürece muttakiler için yol göstericidir. Ayetler, bağ*nazlığı kırdığımız, hurafe ve bidatlardan temizlendiğimiz, kaderci anlayışı ıslah ettiğimiz andan itibaren, karanlıklardan aydınlığa ulaştıran nurdur. Ayetler, beraber kıyam ettiğimiz, rukııya gittiğimiz, istişari çabalarda bu*lunduğumuz sürece müjde ve uyarıcıdırlar. Ayetler, anlaşmazlığa düştüğü*müzde onunla hükmetteğimiz sürece hidayettirler.

Kur'an'm ana hedefi, Allah'ın varlı|;ım ispatlama noktasında değil, insan ve insan davranışları üzerine yoğunlaşmaktadır. Nitekim Kur'an kendisini de "insanlara yol gösterici, karanlıklardan aydınlığa çıkarıcı, alemlere uya*rıcı" şeklinde tanımlamaktadır ki, but manada çok sayıda ayet sıralamak mümkündür. Bununla birlikte Allal ı lafzı, Allah'ın sıfatları ve isimleri Kur'an'da birçok defa kullanılmıştır. ]Fakat Kur'an'da, Kuranın amacı, Al*lah'ı ispatlamak şeklinde konmamıştır f Zira tabiat ayetlerinin, Allah'ın var*lığını ispat etme konusunda yeterli olclıhğunu Kur'an bize hatırlatmaktadır.

"Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin Ve gündüzün gidiş ve gelişinde elbette akıl sahipleri için. deliller vardır. [23]

Ama Kur'an bizatihi tevhid inancın ı ikame etmeye, zihinlerde ve pratik hayattaki şirk şekillenmelerinin, bozuk

na yönelmiştir. Dikkatlerin bu yaklaşıma çekilmesi, vahyin amacına uygun bir yolun tutulmasını sağlayacaktır.

inançların, batıl geleneklerin ıslahı Yüce yaratıcı fikri, insanın içinde, problem, Allah'ın varlığım ispat etme problemi değildir. Kaldı ki, hiçbir taderununda mevcuttur. Dolayısıyla biliminde ateizm sorun olacak düzeyde büyük bir gündem oluşturma bildiği Mekke dönemi Arap toplumunun yapısı dikkate alındı*da onların da Allah inancına sahip oldukları, yeri ve göğü yaratan varlığına inandıkları görülecektir. Bununla birlikte Kuran bu toplu-n din anlayışım tümden değiştirmek için vahyedilmiştir. İlahi kanunlar insanlar için gönderilmiştir. Bu kanunların tümünün, ge*le fert düzeyinde olsun, gerek toplum düzeyinde olsun, günlük yaşamda W karşılığı- pratik bir değeri bulunmaktadır. Aksi durumda vahyin insan- için hidayet aracı olmasının geçerliliği olmazdı. Dolayısıyla insanların , zaafîari Allah'ı yok sayma noktasında değildir. Asıl zaaf ve sapma, onunla birlikte başkalarını veya kendi heva ve heveslerini ilah edinme nok*tasında başlamaktadır.

"Ne oluyor, nasıl hükmediyorsunuz? Yoksa okuduğunuz bir kitabınız mı var ki on*da istediğiniz herşeyi buluyorsunuz? Yoksa ayetlerimizde kıyamet gününe kadar süregidecek ahitleriniz mi var ki, kendiniz için hükmettikleriniz sizin olacaktır! Sor onlara, bunu kim üstlenir. Yoksa onların ortaklan mı var? Doğru sözlü iseler ortak*larını getirsinler.[24]

Vahiy, insanlara ihtilaf ettikleri konularda hakem olsun diye gönderil*miş, mücadele bunun üzerine kurulmuştur. Allah'ın hükümlerini indirmesi*nin arkaplanmda yatan gerçek, insanların taşıdıkları benzeri zaaflar olmuş*tur. Atalarından aldıklarım din edinen, yeryüzünde fitne çıkaran, hevalarıy-la hükmeden, insanlara zulmeden, bozgunculuk yapan şirk dini mensupları*nın düzelmesi, ıslah olması ve genelde insanlara hidayet rehberi olması amacıyla, Allah insanlara peygamberleri aracılığıyla vahiy-kitap göndermiş*tir. Vahiy, doğru ile yanlış, aydınlık ile karanlık arasında bocalayan insa*noğlu için doğruya ulaştırıcı en sağlam ölçüdür. Dolayısıyla vahyin getirdiği ölçütlere sahip olmamak, karanlık dehlizlerde kalakalmaktır. İnsanları uyarmak, onlara doğruyu göstermek, onları zaaflarının ve nevalarının düş*tüğü aşağılıklardan kurtarmak, aydınlığa çıkarmak, Kur'an'm ana hedefi*dir.

Kur'an-ı Kerim'in muhatabı insandır. İnsanın fıtratına hitap eder ve fıt*rat üzere süregelen Sünnet üzerinde durur. Kuşkusuz bu Sünnet'te en önemli husus, insan-Allah ilişkisidir. Allah, kainatı belli bir düzen içinde yaratmış ve bu düzen gereğince varlıklara yollarını göstermiştir. Her varlık yaratılış gayesi doğrultusunda hareket etmektedir. Bu varlıklar arasında yalnız insanoğlu ihtiyar sahibi kılınmış ve kainat içindeki düzenini kurması kendi insiyatifine bırakılmıştır. O, artık ya yalnız Allah'a kul olacaktır, ya da Allah'ın dini dışında kendi ürettiği sistemlere tabi olacaktır. İşte bu nok*tada Allah, vahiy nimetini ona sunmakta, insanların Allah ile, hemcinsle*riyle ve kendileriyle olan ilişkilerini düzenlemektedir.

İnsanoğlu her konuda olduğu gibi, bu ilişki biçimlerinde de vahye dayan*madığı sürece yanılmakta, yanlışlara düşmektedir. Vahiyden uzaklaşıldığ] nisbette fesat artmakta, yeryüzüne müşrik güçler ve onların kaçınılmaz te*zahürleri olan zulüm, istibdat, adaletsizlik, bid'at ve hurafeler hakim ol*maktadır.

Tüm ilahi kitaplar gibi, son vahiy olan Kuranın da asıl amacı yeryüzün*de zulmü, adaletsizliği ortadan kaldırmak ve insanlara, Allah'ın kendilerin*den razı olacağı davranış normlarını kazandırmaktır. Tabii ki tercih yine in*sana bırakılmış ve yapacağı tercihin hesabının da mutlaka sorulacağı va-adedilmiştir.

İnsanların özellikleri dikkate alındığında çok unutkan oldukları, çok ace*leci davrandıkları ve dolayısıyla bir hidayete, hatırlatıcıya ihtiyaç gösterdik*leri görülecektir. Dosdoğru yola, hidayet yoluna iletilmenin duyarlı ve düzenli bir pratik hayattan geçeceği malumdur. İnsanlar bir an Allah ile ilişki*lerini kopardıklarında tüm zaaflarıyîa bir bocalama ve ümitsizliğe doğru akıp giderler. İbadetlerini, iyiliklerini, düşüncelerini Rabblerinden bağımsız ortaya koymaları halinde başıboşluk tehlikesinden kurtulamazlar. Mü'minler darlıklarında ve genişliklerinde Allah'ın kendi üzerlerine sekînet (gü*veneni indirmesine muhtaçtırlar. O güven, muttakilerin imanıdır.

Kuran, bireyin ve toplumun ıslahını hedefler. Dolayısıyla insanlara vah*yi ölçütler sunmak, hayata bizatihi bu ölçütlerle bakmak, pratiğe bu ölçütle*rin kaynaklık etmesini sağlamak amacındadır. İnsanların kendi nevalarını ölçü edinmelerinin sonucu, nefislerde başlayan bozulmanın kısa sürede top*lumsal bir tehlikeye dönüşmesi kaçınılmaz olur. "İnsanlar birtek ümmetti. Allah peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Onunla bera*ber anlaşmazlığa düştükleri konularda, insanlar arasında hükmetmek üze*re içinde gerçekleri taşıyan kitabı indirdi.[25]

Vahiy, insanlardan ne istediğini, onların bu istekleri yerine getirmeleri konusunda nasıl bir yol izlemeleri gerektiğini bildirmekte ve bu dünyadaki mü'mince çabaların ödüllendirileceği, ihmal edilmesi durumunda ise ceza*landırılacağı gerçeğini hatırlatmaktadır. Allah-İnsan ilişkisi ile ilgili olarak

er ne kadar tarihi olayları ele alsa da, vahyin amacı, insanlara bilimsel bil ya da tarihin sırf olay ve olgularla ilgili yönleri konusunda bilgi vermek değildir. Kur'an'ın amacının dünyanın başlangıcı ile ilgili bilimsel bir teori getirdiğini sanmak, vahyin amacını yanlış anlamak olur. [26]

"De ki, eğer ben Hak'tan sapmışsam bu kendi aleyhimedir. Eğer hidayete nail olursam, bu da Rabbimin bana vahyettiği sayesindedir. Çünkü O, Se-mi'dir, Karib'dir. [27] "Bu Kuran, çok mübarek bir kitaptır. Onu sana indir*dik ki ayetlerini düşünsünler ve aklıselim sahipleri Öğüt alsınlar. [28]

Kur'an, insanlara hidayet olmak için gönderilmiştir. Hangi şeylere ve na*sıl inanacakları, ibadetleri, hayatlarını düzene sokmak için uygulayacakları hükümleri kendilerine belirlemek için gönderilmiştir. Dünya hayatında iyi ile kötüyü birbirinden ayırmak, bu hayattan sonra gidilecek ahiret aleminde karşılaşılacak şeyleri Öğretmek için indirilmiştir. Bu alanlarda hidayet oldu*ğu gibi, kişinin yapısında madde ile mana eğilimleri arasında dengeyi sağla*mada da hidayettir. Hakkı batıldan, hayrı serden ve zararlıyı faydalıdan ayırdetmek için hidayettir. Gayb alemi ve bu alemle ilgili inanılacak şeyleri göstermede hidayettir. Helal ve haramı, farz ve yasağı belirlemede hidayet*tir. Gerek fertlerin birbirleriyle ve gerekse fertlerle toplum arasındaki ilişki*leri düzenlemede hidayettir. Yüce Allah'ın yegane yaratıcı, yegane mabud, yegane hakim ve teşri hakkının yegane sahibi olarak bilinmesi ve sadece ona kulluk edilmesi konusunda da hidayettir. Mutlak ilah, mutlak rab ve mutlak hakim olarak sadece O'na boyun eğilmesi gerektiği konusunda hida*yettir. Kısaca, insan için sözkonusu olan herşeyde Kur'an hidayettir ve insa*nı en güzel, en doğru olana iletir.

Kuranın birinci derecede amacı budur. Bu hedefi gerçekleştirmektir. Rahmet, nur, mübin, hidayet, uyarıcı, koruyucu gibi diğer bütün hususiyet*leri hidayet olma özelliği etrafında dönüp dolaşır, denilse yeridir. Çünkü ila*hi risaletler insanların hidayeti ve neticede dünya ve ahiret saadetleri için gönderilir. Peygamberler de bunun için seçilir ve melekler onlara bu amacı gerçekleştirmek için vahiy getirir. İnsanlar bu hidayete sarıldıkları ve Al*lah'ın dosdoğru yolu üzerinde yürüdükleri sürece mü1 nün ve mutlu olurlar. Bu hidayetten ve sırat-ı müstakimden sapanların ise, sonu sapıklık ve bed*bahtlıktır.

Bunun öneminden dolayı Hz. Peygamber, öncelikle insanların zihinleri*ne ve vicdanlarına la ilahe illallah'ın anlamını yerleştirmeye çalışmış, insanları bu hedeften uzaklaştırabilecek bütün yol ve yöntemlerden kaçınmış*tır. Uzun ve meşakkatli bir yol olmasına rağmen bu hedeften asla sapmamıştır. [29]


c- İnanç Yolu Olarak Kur'an ve Hz. Muhammed'in Vahyi Uygulaması



1- Hz. Muhammed, Allah'a imanın özelliklerinin yitirildiği bir asırda peygamber olarak gönderildi. Şöyle ki:

A-Araplar, Allah'ın varlığına inanıyor, alemin yaratıcısı ve yağmurun indiricisi olduğunu kabul ediyorlardı. Ama onlara göre bu ilahın ölümden sonra kendilerini diriltmeye gücü yoktur. İnsanların bu dünya hayatından başka bir yaratılış gayesi yoktur. Ne kıyamet, ne de hesap vardır. Sonra bu ilah diğer tanrılar gibi olup rızık, yağmur ve düşmana karşı üstünlük için melekler ve salih kişiler gibi sevdiği varsayılan kişilerle kendisine tevessül edilirdi. Hoşnutluğunu kazanmak ve şerrinden korunmak için ona birtakım aracılarla yaklaşılırdı.

B- Hristiy ani arın hak dini ise kaybolmuş ve ona çok nadir bazı kişiler bağlılıklarını sürdürmüşlerdir. Hristiyanların büyük çoğunluğu ise, Hz. İsa'nın Allah'ın kendisi veya Allah'ın oğlu olduğuna inanmışlardır. Yani in*sanı Allah'a benzetmişlerdir. Alimlerini ve rahiplerini kendilerine tanrılar edinmiş ve ellerinde bulunan İndilere aykırı da olsa, her konuda onların söylediklerini yerine getirmişlerdir. Aralarından salih kişileri takdis ve tan*rılaştırma derecesine kadar çıkarmışlardır.

C- Yahudiler ise Allah'ı yaratıklara benzetmiş, yalan, cimrilik, haramları işleme, gaflet ve geleceği bilmeme gibi insana nisbet edilebilecek çirkin sı*fatları ona nisbet etmişlerdir.

D- İran ve Hindistan'da ise daha çok felsefeler egemen olmuştur. Her fel*sefe tanrısını sahiplerinin hoşuna gidecek şekilde tasvir etmiştir.

a- Alemin iki tanrısı olduğunu söyleyen felsefe karanlık ve aydınlık tan*rılarının varlığını öne sürerek bu iki tanrı arasında sürekli bir mücadelenin olduğunu iddia etmiş, hakkın batıla galip gelmesi için ateşler yakarak in*sanları hayır ve aydınlık tanrısına yardım etmeye çağırmıştır.

b- Bir felsefe de alemin bir yaratıcı tanrısı olduğunu söylemiş ve bu tan*rıda fena bulması için insanın birçok çilelerden geçmesi gerektiğini ifade et*miştir. Öldükten sonra ruhunun bu aleme ikinci defa tenasüh yoluyla gel*memesi için nefsiyle çok mücadele etmesini istemiştir.

c- Bir felsefe de, birtek zatın külli vücut olduğunu söylemiştir. Bu külli vücudun varlıkları ve sıfatları çok olduğunu belirtmiştir. İran'da şairler ve kendilerine herşeyde görünen ve her varlıkta açığa çıkan bu külli m sevgisini terennüm etmişlerdir.

Fski Yunan'da birçok felsefeler ortaya çıkmıştır. Bunların çoğu alemin tıcısı olduğunu söylemiş ve ona vacibü'l-vücud yahut illetlerin illeti yermişlerdir. (Daha sonra İslam filozofları aynı ismi akl-ı evvel olarak caklardır.) Ne var ki bu felsefelerin tümü bu yaratıcının alemi yarat avesi hedefi ve insanların varacağı son hakkında doğru teşhisler masınm ortaya koymaktan çok uzak kalmışlardır.

2- Bütün bu antik felsefeler gaybı (meçhulü) bilme çabalarının ürünüdür de müşahade edilen bu alemin ötesinde nelerin bulunduğunu anlama gayretlerinin neticesidir. Bütün bu beşeri çabaların açık bir fiyasko ile sonuçlanacağı ortadadır. Çünkü zan, tahmin, kuruntu, faraziye ve şeytanlarla cinlerin vesveseleri ile insanların gaybı bilmeleri mümkün değildir.

3- İşte böyle bir dönemde Yüce Allah, yoldan çıkmış ve türlü yollara sap*mış şaşkın insanlığa Allah'ı tanıtmak, yaratıcısını göstermek, yaratılış hik*metini, kendisine doğru gittikleri akıbati ve Allah'ın insanlar için sevip hoş*nut olduğu yolu ve sistemi öğretmesi için Hz. Muhammedi peygamber ola*rak gönderdi.

4- Hz. Muhammed Allah'ın peygamberi olduğuna dair insanlara kamil ve apaçık delili gösterdi. Vahyin kendisine Allah'tan geldiğini söyleyerek açık delil getirdi. İnsanlara "Bu Allah'ın kelamıdır, onu size okuyorum. Allah'tan olduğuna inanmıyorsanız bir tek sûresine benzer bir sûre getirin." dedi.

5- Rasulullah'ın(s) bütün felsefelere, inançlara, düşünce ve anlayışlara karşı koyup hepsinin batıl ve yanlış olduğuna dair hüccet göstermesi, insan*ları kendisine çağırdığı şeylerin gerçek olduğuna dair delil göstermesi gere*kiyordu. Onun için savaş inanç savaşı idi.

6- Bu savaş, kendisinden çok, esasların öne çıktığı iki temel üzerinde yo*ğunlaştı. Bu temeller şunlardır:

a- Allah'ı birlemek demek olan tevhid. Bunun anlamı, Yüce Allah'ın ye*gane ilah, yaratıcı ve mabud olması, isimlerinde, sıfatlarında ve fiillerinde ona kimsenin ortak olmaması, kemal, cemal ve celal bütün sıfatlara sahip olup noksan bütün sıfatlardan münezzeh olmasıdır.

b-Allah'a giden yolun tekliği. İnsanların işlerinde Allah'tan başka kim*senin egemen-olmaması, başkasının kurallarıyla insanların yönetilmemesi ve ona ancak kendisinin koyduğu usullerle yaklaşılabileceği esası. Bu da "La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah" olarak ifade edilen Tevhid kelimeşinin anlamıdır. Birinci esas, Allah'tan başka ilahın bulunmaması, ikinci esas da Muhammed'in Allah'ın Rasulü olmasıdır.

7- Bu iki esas üzerinde Rasulullah'a karşı kimi muhalefetler kendini gös*termiştir. Şöyle ki:

a- Arap müşrikleri şöyle demişlerdir: "Tanrıları tek tanrı mı yaptı? Doğ*rusu bu tuhaf bir şeydir.[30] Tanrıları hakkında da şöyle dediler: "Bizi Al*lah'a yaklaştırsınlar diye onlara kulluk ediyoruz. [31] "Onlar Allah'ın yanında şefaatçıdırlar. [32]

Yüce Allah onların bu inançlarına şu şekilde karşılık vermiştir: "De ki onlarda Allah'tan başka tanrılar olsaydı, ikisi de bozulurdu. [33] "De ki, şefa*at tamamen Allah'ındır. [34]

İkinci esasla ilgili olarak da Yüce Allah, onların helal, haram ve Allah'a yaklaşma konusundaki bütün hükümlerini yıkarak şöyle buyurmuştur: "Yoksa onların, dinden Allah'ın izin vermediği şeyleri dini kaide kılan ortak*ları mı var? [35] Böylece helal, haram ve ibadet kuralı olarak sadece Allah'ın hüküm koyma yetkisi olduğunu belirtmiştir.

b- Yahudi ve hristiyanlardan her biri yolunun doğru olduğunu, mabudu*nun gerçek ve cennetin diğer insanlardan ayrı olarak sadece kendilerine mahsus olduğunu iddia etmiştir. Onlara da Yüce Allah şöyle cevap vermiş*tir: "Doğru yol ancak Allah'ın yoludur. [36] "De ki, Allah'ı gerçekten seviyorsa*nız bana uyunuz. [37] Kur'an-ı Kerim baştan başa bu iki esas konusunda bu üç zümre ile Rasulullah'm cihadını anlatır.

8- Rasulullah'a kimi insanlar iman ettiler ve dinlerini Allah'a halis kıldı*lar. O'nu sevdiler ve herşeyden üstün tuttular. Ellerinden geldiği kadar ona uydular ve itaat ettiler. Allah'ı her türlü noksanlıktan tenzih etme, takdis etme ve sadece kendisine ibadet etme konusunda var güçleriyle çalr'tılar. Yukarıda belirtilen iki esası gerçek anlamda ruhlarında ve hayatlarında gerçekleştirdiler. Gereğini en mükemmel şekilde yerine getirdiler. Onun için yüce Allah onları bir çok ayetlerinde övmüş ve hoşnutluğunu belirtmiş*tir. Mesela onlar için şöyle buyurmuştur: "Muhammed Allah'ın Rasulüdür. Beraberinde bulunanlar da kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rûkuya varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve hoşnutluk isterler. Yüzlerinde secdelerin izlerinden nişanları vardır. Bu onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıflan da şöyledir: Onlar filizini karmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış gövdesi üzerine ekine benzerler ki bu çiftçilerin hoşuna gider.[38]

Yüce Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'ın lütfuna razı olmuşlar.

Onu bilinmesini istediği şekilde bilmiş ve dinini en güzel şekilde yerine erdir. Rasulullah da birçok yerde onları övmüş ve yüceliklerini belirmiştir.

9-Bütün bunlarla beraber Rasulullah, hayatı boyunca tevhidin iki esası "La ilahe illallah, Muhammed Rasulullah" ilkesinin tertemiz, arı ve dukalmasma özen göstermiştir. En yakınları ve en çok sevdiği kişiler tara-f ndan bile bu iki esasa gölge düşürülmesine ve toz kondurulmasına asla müsaade etmemiştir. Bunun birçok örneklerini görüyoruz:

a- Birgün Hz. Ömer'in elinde Tevrattan bir yaprak gördü. Yapraktakiler Hz Ömer'in hoşuna gitmişti. Bunu görünce Rasulullah, çok öfkelendi ve Hz. Ömer'e şöyle buyurdu: "Ben hâlâ aranızdayken mi bunu yapıyorsunuz? Hal*buki ben size dini berrak ve apaydınlık olarak getirdim. Allah'a yemin ede*rim ki, Musa sağ olsaydı, bana uymaktan başka bir yolu olmayacaktı. [39] Bu hadis bize şunları anlatıyor:

Hz. Peygamber, hâlâ hayatta iken Kur'an dışındaki şeylerden hidayet aranmasına son derece hayret etmiştir. Hidayetin sadece ve sadece Kur'an'-da olduğuna inanmak ise imanın gereğidir.

Hz. Peygamber, dini tertemiz ve duru bir şekilde insanlara tebliğ et*miştir. O dine de hiçbir değişiklik veya tahrif arız olmamıştır. Ashnb onu Rasulullah'm kendisinden tertemiz ve tam olarak telakki ederlerdi. Onu bı*rakıp tahrif ve tebdile uğramış, fazlalık ve noksanlık arız olmuş şeylerden nasıl hidayet aramaya yönelebilirlerdi?

Tevrat'ın bizzat kendisine nazil olduğu Hz. Musa bile yaşamış olsaydı, Hz. Peygamber'e uyması gerekirdi. İnsanlara tebliğ ettiği şeriatı bırakıp ona uyacaktı.

b- Bir defasında Hz. Peygamber bir hatibin şöyle konuştuğunu gördü: "Allah'a ve Rasulüne itaat eden doğru yolu bulmuş olur. İkisine isyan eden ise sapmış olur." Bunun üzerine Rasuküah ona "Ne kötü bir hatipsin. Şöyle demelisin: Kim Allah'a ve Rasulüne isyan ederse sapmış olur. [40]

Rasulullah bu konuşmacının sözünü kesmiş ve halkın huzurunda söylediğinin yanlış olduğunu belirtmiştir. Sebebi de Allah ve Rasulünü ifade e-den tek zamir kullanmasıdır.'Kim ikisine isyan ederse" demesidir. Onun ye*rine Rasulullah, Allah'ın ve Rasulullah'm ayrı ayrı söylenmesini emretmiş, böylece uzak bir ihtimal de olsa Rasulullah'm mertebesinin Allah'ın merte*besiyle aynı olduğu şüpbesinin uyanmasını önlemiş oluyordu. Rasulullah'm bu kadar özen göstermesi dinin tevhid esasının ne kadar korunması gerekti*ğini ifade etmektedir. Yüce Allah hakkında vacip olanla, Rasulullah hakkın*da vacip olan şeyleri birbirinden ayırdetmede ne kadar titizlik göstermek gerektiğini ortaya koymaktadır.

c- Ashabın seçkinlerinden olan Osman ibn Maz'un'un vefatı anında Ra*sulullah, onun yanında bulunuyordu. O anda kadın sahabi Ümmü'l-A'la'mn İbn Maz'un hakkında şöyle dediğini işitti: "Ey Ebu Saib, Allah'ın sana ik*ram ettiğine şehadet ederim." Rasulullah ona şöyle buyurdu: "Allah'ın ona ikram ettiğini ne biliyorsun?"

Böylece Rasulullah, kadının gaybi bir konuda hüküm verdiğini bildiriyor ve onu uyarıyordu. Çünkü gaybi bir konuda hüküm vermek caiz değildi. Zi*ra gaybı Allah'tan başkası bilmez. Bunun üzerine kadın şöyle dedi: "Sübha-nallah, ey Allah'ın Rasulü! Allah ona ikram etmemişse, kim ikram eder?" Apaçık bir karşılık ve itiraz değil mi? Ama Rasulullah ona bundan daha be*liğ ve açık bir ifade ile cevap vermiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin ederim ki, ben Allah'ın Rasulü olarak yarın bana ne yapılacağını bilmiyo*rum" Bu da işin sonucu ve kesin bir esasa bağlanması oldu. Çünkü Allah'ın nezdindeki yüce mertebesi ve değerine rağmen Rasulullah'm bile endişe ve bekleyiş içinde olması gerekmektedir. Yani ahiretten korkar ve Rabbinin rahmetim umar olması lazımdır. İşte burada Ümmul-Ala' şu serî ve büyük hakikate ulaştı ve şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki, bundan sonra hiçbir kimseyi tezkiye etmem.[41]

İşte bu ölçü hadislerde de görüldüğü gibi birçok ayetlerde kararlaştırıl*mıştır. Mesela:.

"Kendilerini temize çıkaranları görmedin mi? Hayır, Allah dilediğini te*mize çıkarır ve hiçbir kimse kıl kadar haksızlık görmez. Bak, nasıl da Allah üzerine yalan uyduruyorlar. Apaçık bir günah olarak bu onlara yeter. [42] "Ne sizin kuruntularınız, ne de ehli kitabın kuruntuları gerçektir. Kim bir vanarsa onun cezasını görür ve kendisi için Allah'tan başka dost yardımcı da bulamaz. da "Biz cennetin ehliyiz ve Allah'ın seçkin halkıyız" diyen Yahudilere[43]

"Cennetin ehli biziz, çünkü insanlığı günahından kurtaran cevap Allah'ın oğlunun tabileriyiz" diyen Hristiyanlara da cevaptır. Aynı şekilde Muhammed'in tabileriyiz, onun için cennet ehli biziz" diye iddia eden da cevap teşkil etmektedir. Yüce Allah cennetin temenni ve kuruntularla değil, ancak salih amelle kazanılacağını, kim bir kötülük işlercezasını göreceğini ve şuna yahut buna mensup olmasının kendisine fayda vermeyeceğini bildirmiştir.

d- Bir adam Rasulullah'a gelerek şöyle dedi: "Allah'ın dilediği ve senin di*lediğin" Rasulullah ona "Beni Allah'a eş mi yaptın? Sadece, Allah'ın dilediğ' ni söyle" buyurdu. [44] Böylece dilemenin sadece Allah'ın elinde olduğunu be*lirtmiş ve Allah'ın dilemesinin yanında başka hiçbir kimsenin dilemesinin olamayacağını müminlere öğretmiş oluyordu.

e- Mekke'nin fethinden sonra ashab Hevazin'e giderken bir ağaç gördüler. Müşrikler kılıçlarım ona asıyor ve böyle yapanların savaşlarda düşmanları*na karşı galip geleceklerine inanıyorlardı. Bunu gören ashab: "Ey Allah'ın Rasulü, onların asacak ağaçları olduğu gibi bize de asacak bir ağaç tayin et" dediler. Bunun üzerine Rasulullah onlara şöyle buyurdu: "Allah'a yemin ede*rim ki İsrail oğullarının Musa'ya "Onların tanrıları olduğu gibi bize de tanrı yap" demeleri gibi konuştunuz. Böyle birşeyin müşriklerin işlerinden ol*duğunu ve böyle şeylerde onlara benzemenin de şirk olacağım belirtmiştir. Çünkü bereket ve zaferi Allah'tan başka şeylerden istemek şirktir.

10- Bütün bu ve benzeri deliller Hz. Peygamberin İslam'da ilk esas olan Tevhid'e toz kondurmaya veya gölge düşürmeye hiçbir zaman müsaade etme*diğini Allah adına bilmeden konuşmanın ve onun dışında varlıklardan ve Ra-sulünün öğrettiklerinden başka şeylerden hidayet almanın yasaklığmı gös*termektedir.

11- Hz. Peygamber kahinlik, müneccimlik ve gaybı bilme iddialarının ka*pısını kapatmış, böyle şeyleri idi a edenlerin kafir olduğunu, kahin veya mü*neccime inanan kimsenin Muhammed'e nazil olan dine küfretmiş olacağını bildirmiştir. Kendisine müneccimler sorulduğunda "Onlar hiçbir şey değildir" demiştir. Bu şekilde değerlerinin olmadığını belirterek ve horlayarak hiç ol*duklarını söylemiştir.

Ashab "Ama bazan bildirdikleri şeylerin doğru olarak çıktığı da oluyor" demeleri üzerine Rasulullah, şeytanların gayb aleminden haber almaya ça*lışabileceklerini ifade ettikten sonra: "Şeytanın dostu olan insanların söyle*dikleri bazan doğru çıkar , ama çok zaman yalan söylerler[45] demiştir.

Belirttiğimiz bütün bu deliller ve burada sayılamayacak kadar başkaları Rasulullah'm davetinde inanç yönünü sağlamlaştırmak, yerleştirmek, gaybe imanın kaynağının sadece Yüce Allah olduğunu bildirmek, bu yoldan başka bir yol edinmenin müslüman için kesinlikle yasak olduğunu ve böyle yapan*ların imanın dışına çıkmış olacaklarını söylemektedir. [46]


d- İbadet Yolu Olarak Kur'an ve Sünnet



Yasamanın birtakım alanları vardır, başhcaları ibadetler, muameleler, politika, hayat ve geçim işleri şeklinde sayılabilir. İbadetler dışında hepsin*de içtihad kapısı açıktır. Çünkü ibadetlerde içtihad olmaz. Allah'a yapılan bütün ibadet şekillerinde ve yollarında şeriatın belirlediği Ölçü yanında kal*mak farzdır. Rasulullah bu alanda hiçbir kimsenin fazlalık getirmesine veya değişiklik yapmasına izin vermemiştir. İnanç temellerinden olan bu temeli ispat edecek birtakım delilleri sunalım.

1-Rasulullah (s) tavaf esnasında bir adamın iki kişinin yardımıyla yürü*düğünü gördü."Bu kimdir?" diye sordu."Bu adam yürüyerek hac etmeyi ada*mıştır", dediler. Rasulullah şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah'ın bu adamın kendine eziyet etmesine ihtiyacı yoktur. Söyleyin binsin"[47] Sahibi Allah'a yakınlaşmak ve ibadet etmek niyetiyle yapmış olsa bile, Allah'ın teşri etme*diği bir işi yapmayı yasaklamış oldu.

2- Hz. Peygamber, bir defasında da bir adamın güneşte oturduğunu gör*dü. Kim olduğunu sorunca: "Ey Allah'ın Rasulü, bu adam oruç tutmayı, ko*nuşmamayı ve güneşte oturmayı adamıştır" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Orucunu tamamlasın, konuşsun ve gölgede otursun. [48] Rasulullah sadece meşru olarak tutulan orucu tasvip etti. Uy*durma oruç olan konuşmamayı ise yasakladı. Hz. Zekeriyya kıssasında be*lirtildiği gibi geçmiş bir şeriatta meşru da olsa, Rasulullah bunu yasakladı. Kıssada şöyle deniliyordu: "Allah'a oruç adadım, bugün hiçbir insanla ko*nuşmayacağım. [49] Geçmiş bir şeriatta olmasına rağmen Allah bizden böyle bir oruç istememiş ve böyle oruç tutmamızı teşri etmemiştir. Yine adamın de oturmasını da Rasulullah emretti. Çünkü gölge var iken güneşte ak ahmakça bir tekellüf, hak yoldan sapma ve Allah'ın teşri etmediği bir ibadet şeklidir.

3-Abdullah İbn Amr İbn el-As'm hadisi bu iki delilden çok daha açık ve 'ndir Babası, kendisini Arabm eşrafından birinin kızıyla evlendirmiş, "nler geçmesine rağmen eşinin yanma varmadığından onu Rasulullah'a şi*kayet etmiştir. Babası hergün geline "Kocan nasıl?" diye sormuş, ama gelin "İyidir, ama yatağımıza girdiği yok." diye cevap vermiş ve bu durum oııbeş gün devam etmiştir. Bunun üzerine Rasulullah, Abdullah'ı çağırmış ve ken*disine şöyle buyurmuştur."Duydum ki gündüzleri oruç tutuyor ve geceleri ibadetle geçiriyorsun." Abdullah evet, dedi. Rasulullah "Her ay üç gün oruç tut, dedi. Abdullah, "ey Allah'ın Rasulü" deyince, ona beşgün tut, dedi. Ab*dullah ısrar edince, yedi gün dedi. Yine ısrar edince, dokuz gün dedi. Yine ısrar edince sonunda Rasulullah ona şöyle buyurdı.t: "Kardeşim Davud... bir-gün oruç tutar, birgün tutmazdı. Düşmandan da kaçmazdı.[50]

Bu hadis bize şunları anlatıyor: İslam'ın yolu insanın bütün ihiyaçları arasında denge yoludur. İnsan Allah'ın hakkını verirken kuvvetinin, nefsi*nin ve eşinin hakkım asla unutmaz. Onun için hadiste şöyle buyurulmuştur: "Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır, eşinin senin üzerinde hakkı var*dır. Her hak sahibine hakkım ver. [51]

4- İbadet ve Allah'a yakınlaşma konusunda Kur'an ve Sünnet'in göster*diklerinin dışında bir ibadet şeklinin caiz olmadığında en açık delil, Rasu*lullah'm evine gelip nasıl ibadet ettiğini soran üç kişinin durumunu anlatan şu hadistir:

Bir kere ashabdan üç kişi Rasulullah'm gizli ibadetini sormak üzere pey*gamberin hanımlarının evlerine gelmişlerdi. Bunlara Peygamberin ibadeti*nin ne kadar ve nasıl olduğu söylenince, kendi ibadetlerini azımsayarak Biz nerede, Rasulullah nerede? Şüphesiz Allah, peygamberin geçmiş ve ge*lecek bütün günahlarını bağışlamıştır, dediler. Sonra şöyle söz verdiler Birisı, ben geceleri daima namaz kılacağım, dedi. Diğeri, ben de hergün oruç tu-cağım, dedi. Üçüncüsü, ben de hiç evlenmeyeceğim, dedi. Onlar bu söz üzerinde iken Rasulullah yanlarına gelerek:

Siz şöyle şöyle söyleyen kimselersiniz, değil mi? Fakat Allah'a yemin ederim ki ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve korunanınız bulunuyorum. Bununla beraber bazen oruç tutar, bazen tutmam, gece hem namaz kılarını, hem uyurum, kadınlarla da evlenirim. Benim sünnetim (yolum) budur. Kim benim yolumdan yüz çevirirse, benden değildir, buyurdu. [52]

Bu hadis, bize çok şey anlatmaktadır. Şu anda yalnız konumuzla ilgili kısmı bizi ilgilendirmektedir. O da, Allah'ın teşri ettiği ve Rasulullah'ın gös*terdiği yoldan başka bir yol tutmak, ne suretle olursa olsun gösterdiğinden başka şekilde ibadet etmek veya Allah'a yakınlaşmaya çalışmak, İslam'ın apaçık ve dosdoğru yolundan sapmak ve başka bir yolu benimsemektir. Bu amel salih bir niyet ve sadece Allah rızası için de yapılsa, İslam'ın kabul et*mediği bir ameldir. Çünkü Yüce Allah'a ancak onun teşri ettiği ve Rasulul-lah'ın gösterdiği şekilde yapılan ibadet makbul olur. Nitekim Yüce A)lah ona şöyle emretmiştir; "De ki, şüphesiz benim namazın, ibadetlerim, haya*tım ve ölümüm, hepsi alemlerin Rabbi olan Allah içindir. Onun ortağı yok*tur. Bana böyle emrolundu ve ben müslümanlarm ilkiyim. [53]

Rasulullah, dindarlık amacıyla evlenmemeyi ve hadımlaşmayı yasakla*mış, böyle bir şeyi Allah'ın helal kıldığı şeyleri haram kılmak olarak değer*lendirmiştir. Evlenmeme ve hadımlaşmanm yasaklanmasıyla ilgili mesela Buhari şunu rivayet etmektedir:

"Rasulullah, Osman İbn Maz'un'un evlenmekten yüz çevirmesini yasak*ladı. Peygamber onun (dindarlık için) evlenmemesine izin verseydi, biz daha ileri giderek hadimi aşırdık. [54]

Rasulullah her şeyde müslümanlarm ilkidir ve örnektir. Bundan başka*sını onun hakkında düşünmek bir müslüman için caiz değildir. Onun göster*diğine ve uyguladığına ilaveler yapmak ve değiştirmek, ona yapılan saygı*sızlık ve büyük bir itham olur.

5- Rasulullah bütün bunları açıklamakla yetinmemiş, halka yaptığı bü*tün konuşmalarında şunu belirtmiştir: "Her bid'at sapıklıktır ve her sa*pıklık cehennemliktir. [55] Yine şöyle buyurmuştur: "Allah'a ibadet etmek ve ona yakınlaşmak amacıyla uydurulan her amel merduttur ve sahibinin aleyhine olur. [56] Çünkü Allah'a ibadet ve ona yakınlaşmak sadece ve sade-Allah'ın teşri buyurduğu ve Rasulullah'ın öğrettiği ile olur. Bunun dışı-kmak, eksiltmek veya artırmak, değiştirmek bidattir ve sapıklıktır.[57]


e-Ashab-ı Kiram'm İnanç ve İbadet Yolu Olarak Kur'an ve Sünnet


Ashab-ı Kiram bu esası kavramış ve her davranışlarında ona bağlı kal*mışlardır. Çünkü "La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah" sözünün ge-re&i budur. Bu esasa uymuş ve üzerinde titizlik göstermişlerdir. Bundan en ufak bir sapma gördükleri anda büyük tepki göstermiş ve derhal önlemeye çalışmışlardır. Abdullah İbni Mes'ud'un Küfe mescidinde müşahede ettiği olaya tepki göstermesi ve yasaklaması bunun güzel bir örneğidir.

Abdullah ibni Mes'ud, birgün Küfe Mescidi'ne gelmiş ve birtakım halka*lar görmüştür. Her halkanın ortasında bir yığın çakıl taşı ve başlarında du*ran bir adam halka yapan insanlara yüz defa sübhanallah, yüz defa elham*dülillah, yüz defa Allahu Ekber diyor, onlar da tekrar ediyorlar. Abdullah ibni Mes'ud onlara şöyle demiştir: "Ey insanlar! Allah'a yemin ederim ki siz*ler ya Rasulullah'ın dininden daha doğru bir din üzerindesiniz yahut sapık*lık (dalalet) kapısı açmış bulunmaktasınız.[58]

Bu apaçık bir mantık kuralıdır. Bunlar ya Rasulullah'tan daha çok hida*yet üzerindedirler. Çünkü Rasulullah'ın muvaffak olamadığı bir amele muvaffak olmuşlardır. ya da sapıklık içindedirler. Birinci durum kesinlikle mümkün değildir. Çünkü Rasulullah'tan daha üstün bir kimse yoktur. İkin*ci durum kalıyor. Yani bunların bir sapıklık kapısını açmış olmaları duru*mu.

îbn Mes'ud'un sözünü duyunca onlar şöyle dediler: "Ey Ebu Abdurrah-man! Allah'a yemin ederiz ki, hayırdan başkasını istemedik." Bu da onların bu işi nasıl iyi niyetle yaptıklarını ve bu bid'at amel ile Allah'ın rızasını na*sıl aradıklarını gösteriyor. Ancak İbni Mes'ud onlara: "Hayrı isteyen nice ki*şiler vardır ki, hayra ulaşmaz" demiştir. Bu demektir ki, amelin sahih ve ge*çerli olabilmesi için tek başına iyi niyet yeterli değildir. İyi niyet yanında şe*riatın Ölçü ve sınırlarına bağlı kalmak da şarttır.

Bu şekilde ashab, dine yabancı unsurların girmesini önlemek ve yabancı herşeyden onu uzak tutmak için son derece titizlik göstermişlerdir. Ta ki in*sanlar Allah'ın kitabı ve Rasulü'nün sünnetiyle oturup kalksınlar, onların gösterdiği şekilde edeb ve ahlak sahibi olsunlar, onların sınırları içinde ya*şasınlar. Bu hassasiyetleri sonucudur ki, Hz. Ali, hayali kıssalar ve uydurma hikayelerle insanların kalplerini yumuşatmaya, dine bağlamaya çalış*tıklarını sanarak onlara va'zeden ve kıssalar anlatan kişileri camiden kov*muş ve bu şekilde anlatmalarını yasaklamıştır. İbn Ömer de aksırmcn "el*hamdülillah vessalatu vesselamu ala Rasulullah" diyen adama tepki göster*miş ve şöyle demiştir: "Rasulullah bize böyle öğretmedi. Onun yerine "Biri*niz aksırmca Allah'a hamd etsin buyurdu. Rasulü'ne selat getirsin, demedi.[59]

Bütün bu gerçekler ve ölçülerden şunları anlıyoruz:

a- Hidayet, Allah'ın buyurduğu ve Rasulullah'm örneklendirdiğidiı. O-nun dışında hidayet olmaz."İşte benim doğru yolum budur. Ancak ona uyun, başka yollara uymayın ki sizi O'nun yolundan ayırmasın"

Bu hidayet Allah'ın kitabı ve Rasulullah'm sünnetiyle sınırlıdır. Bunun dışında Allah'a yaklaştıran ve cehennemden uzaklaştıran üçüncü bir yol yoktur.

b- Allah'ın kitabına ve Rasulullah'm sünnetine aykırı olan her inanç, mücadele edilmesi ve ortadan kaldırılması farz olan bir inançtır.

c- Allah'a yakınlaşmak ve nefsi tezkiye etmek amacıyla şeriatın belirledi*ği ibadetlerde ve taatlarda yapılacak her türlü değişiklik, İslam'a mensup olan ve ona davet eden kişilerden de olsa, merdut bir bidattir. Bunu yapan*lar cehennemlik olurlar.

d- Allah'ın kitabı ve Rasulullah'm sünneti konusunda gaybi bir bilgi id*dia eden ve buna cinler, fetih, feyiz veya semaya ulaşma yolu ile ulaşıldığını söyleyen herkes yalancıdır ve dinin dışına çıkmış olmaktadır.

e- Din işlerinde alimlerin sözleri yüzde yüz doğrudur veya alınması va*ciptir, diye birşey yoktur. Sözlerinin Kurana arzedilmesi ve onunla Ölçül*mesi gerekir. Kur'an'a ve Rasulü'nün sünnetine uyanlar alınır, uymayanlar atılır. Delili bilmediğimiz zaman bu sözlerle amel etmek, ancak delili öğre*nip bilgi sahibi oluncaya kadar caiz olur. Delili öğrenip bilgi sahibi olduğu*muz anda bu sözleri yargılar ve hakkında hükmederiz.

İslam'ın tevhid inancını ve sırat-ı müstakimi korumak için tedbirler al*ması ve ölçüler koymasına rağmen aradan yıllar geçtikten sonra muhtelif sebeplerle İslam toplumunda birtakım sapmaların meydana geldiğini görü*yoruz. Bu sapmaların en Önemlilerinden birisi, şüphesiz dindarlık ve takva kılığındaortaya çıkan ve sonraları tasavvuf adını alan uzletçi ve mistik sap*madır.

Bu sapmanın siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel birçok sebepleri vardır. Bunlar arasında özellikle siyasi ve sosyal sebeplerin en büyük rolü oynadığı*nı görüyoruz. Onun için kitabımızın ikinci bölümünde bu sapmayı hazırla-siyasi ve sosyal sebepler üzerinde biraz durmak istiyoruz. [60]


İKİNCİ BÖLÜM

TASAVVUFLA İLGİLİ ÖNCELİKLİ KONULAR



a- İslam Öncesi Toplumlarda Tasavvuf


İnsanın yapısında madde ve mana eğilimi doğuştandır. Madde eğiliminin ağır bastığı kişiler hayatta ölçü olarak maddeyi ve onun yasalarını geçerli saymaktadır. Tabiat ötesi bir yaratıcının ölçülerini kabul etmemekte ve var*lığına inanmamaktadır. Bu eğilime materyalizm denildiği ve ilk asırlardan itibaren insanlığın tarihinde mevcut olduğu bilinmektedir. İman ile küfür arasındaki savaşın başlangıcı da buna dayanmaktadır.

Mana eğiliminin ağır bastığı insanlarda ise hayata tek yanlı bir bakış hakini olmakta ve değerlendirme ölçüsü olarak sadece ruhi ölçüler kabul edilmektedir. Madde alanından soyutlanma ve mana ikliminde olgunluğa erme inancı bu eğilimin ağır bastığı kişilerde yegane ölçü ve gaye sayılmak*tadır. Bu da materyalist eğilimin karşıtı olup, ruhaniyetçi veya maneviyatçı eğilim (idealizm) olarak bilinmektedir.

Ruhaniyatçı eğilim dünyanın belli başlı hemen bütün din mensuplarında mevcut olmuştur. Bunu görmek için Yunan, Hint, Mısır, Hristiyan ve Yahu*di topluluklarına bir gözatmak yeterlidir. Mesela Antik Yunan'da Pisagor ile başlayan, Sokrat ve Eflatun'la devam eden ruhaniyatçı eğilim Yunan Felsefe ve hikmetinin büyük bir kısmını oluşturmaktadır. Tasavvuf kitapla*rı bile tarihimizde tasavvufi olarak bilinen mistisizmin ilk temsilcisinin Pi*sagor olduğunu kaydetmektedir. Mesela tasavvuf üzerinde araştırmaları bulunan Mehmet Ali Aynî (öl. 1945) Tasavvuf Tarihi isimli eserinde Pisagor için şunları kaydetmektedir."Onu bizim kitaplarımız bile tasavvufun kuru*cusu olarak sayıyorlar. Hatta bazı alimlerimiz onun nübüvvetine kail ol*muşlardır. Giritli alim vezirlerden Sırrı Paşa'mn Şcrh-i Akaid tercümesinde şöyle denilmektedir:

"Pisagor'un buluşu olan hikmeH işrak, felsefe ilimleri meyanında bizim ilimler ara*sında tasavvuf gibidir. İslam mutasavvıfının hikmet-i işrâka nisbeti, kelam ilminin hikmet-i ilahiyyeye nisbeti gibidir. Keşfu'z-Zunun'a göre hükemayi ilahiyyundan iş-rakiyyun, meşreb ve ıstılahta sofiyyun gibidir. Hikmet-İ işrak kitaplarını inceleyenle*re gizli kalmayacağı şekilde, tasavvufun ıstılahları işrakiyyun ıstılahlarından alın*madır. Hikmet-i işrakın sonucu kuvve-İ ameliyye ile nefsi ikmal etmektir ki, buna üç derece tayin edilmiştir. Birincisi; tehzib-i zahir, ikincisi, tahliye, tahliyeden sonra is*tiğrak, yani vuslatuliah'tır. İnsanlıktan istenen gaye budur, dediler.

Pisagor, tasavvuf tekkesi ve rahipler manastırının banisidir. Velayet seyrinin mü*şahhası gibidir.[61]

Hindistan'a baktığımız zaman yine sozkonusu maneviyatçı eğilimin mev*cut ve hayata egemen olduğunu görüyoruz. Hintlilerin en eski kutsal kitabı, bilindiği gibi Vedalar'dır. Antik çağlarda Hintlilerin mistisizme ve vahdet-i vücuda nasıl yöneldikleri şöyle anlatılmaktadır:

"Vedalar'da... Hadsiz hesapsız mabudlardan bahsedilmekte ise de, Ariyalar bu be*devi durumu bırakıp Ganj nehrinin suladığı münbit ovaiara yerleştikten sonra mezhep*leri İncelmiş, yükselmiş ve muhteşem bir vahdet-i vücut (Pantheisme) mezhebine dön*müştür. Zira ondan itibaren ikinci derecede olan mabudların üstünde lem yezâl ve lâ yüzâl, gayri şahsi, bizatihi kaim bir ilahın varlığına inanılmıştır ki bunun Sanskrit dilin*deki adı Brahma'dır. İşte bu Brahma'yı düşünmek için Hindistan'ın münzevilerİ-Sanskrit dilinde Rişi (Rishis)-samet, atıl ve her şeye bigane medîd ve muttarid bir cezbe ha*linde vakit geçirirler.

... Hint münzevilerinin düşündükleri hep yokluk dalgasıdır. Zira her suret zaildir. Buna göre dünya rüya içinde rüya görmektir. Öyleyse elem çekmek, sevmek, bir arzu bir murad arkasında koşmak niçin? Hayat gam ve kederden ibaret bir rüyadır ki, ruh bir an evvel bundan kurtulmak ister. [62]

"Vedalar'ın tefsiri olan Vedanîa'nın öğretilerinin özü vahdet-İ vücuddan ibarettir. Zi*ra Brahman, yani bütün varlıkların mebde-i ezelisi yahut bütün alemleri yaratan, hıfz ve irca' eden kuvvet ile insan ruhunun birliğini öğretmekte, başka bir deyişle, gerçek İrfana nail olduğumuz vakit keşf ve teyakkun ettiğimiz gerçek ve batini hüvitimizle Allah'ın müttehid olduğunu bildirmektedir. Vedanta'ya göre, her birimizin hu Brahman'ın bir parçası, bir zuhur ve tecellisi değil, bütün kemaliyle sermedi e bölünmez olan Brahman'ın kendisidir.[63]

Rüindiği gibi, bundan sonra ortaya çıkan Budizm dininde de bu dünya insan için bir nevi zindan telakki edilmiş ve bundan kurtulmak için yıllar çile hayatı yaşamak gerektiği kabul edilmiştir. Bu çileli hayatın unda insanlar "nirvana" denilen mertebeye ulaşırlar ki, tasavvuftaki fıllah" mertebesine ulaşılmış sayılır. Hint dinlerinin hemen tümünde bu ruhaniyatçı eğilim hakimdir.

Mısır toplumunda da ruhaniyatçı eğilimin daha açık bulunduğu ve bu*gün İslam toplumunda tarikatlarda bulunan şeyh-mürid sistemi ile sülük sisteminin egemen olduğu görülmektedir. Antik Mısır toplumunda bu işle*rin üstadı Hermes Toth kabul edilmektedir. Hermes bir kişi olarak Mısır'ın en eski ve en büyük mürşididir. Tarîk(at) olarak da kendisine gaybî anane*ler ve batın sırlar emanet edilmiş olan rahipler demektir.

Hermes'in tarikatında çile aşamalarından bir çile gecesiyle ilgili sözleri nakledelim:

"Çile gecesinde yeraltındaki hücrede kendisine manaları izah olunan ve yirmi iki sırra delaiet eden kutsal nakışlar İki sıra olarak mabedin divanhanelerinden birinde aynen mevcuttu. İlm-i ledun şehrinin kapısında kendisine kenarından gösterilen bu sırlar İlahi ilimlerin bizzat umutlan İdi. fakat onları anlamak için seyr ve suluku bitir*miş olmak lazımdır. . .

Bunun üzerine sâlik, yine mesai hücresine dönerdi. Böylelikle nice aylar ve seneler geçerdi. Nihayet salik kendisine geç bir tahavvul, tam bir istihale meydana gelmek*te olduğunu hissederdi. Gençlikte müptela olduğu ihtiraslar artık uzaklaşmakta ve şimdi kalbine gelen fikirler kendisine ölmeyecek dostlar gibi tebessüm etmekte idi. Her an toprak kökenli vücudunun gittiğini ve yerine daha güzel bir ruhun doğduğu*nu duyardı. Kalbine bu duygu geldikçe kutsal haremin kapısı önündeki basamakla*ra kapanıp yüzünü gözünü sürerdi. Bundan sonra salikin içinde ne muhalefet, ne esef, ne emei hiçbir şey kalmazdı. O artık Hakka teslim olmuş, hakikate nefsini adamıştı. Salikin bu irfan derecesine ulaştığı anlaşılınca başrahip günün birinde salikin yanına gelip kendisine hakikatin inkişaf etme saatinin yaklaştığını tebliğ ederdi.[64]

Antik Mısır'da mistisizm olan bu ruhiyatçı eğilim sistemleştirilmiş ve bugün tarikatlardaki seyr ve sülük sistemi gibi bütün boyutları tekallüm et*miş olarak görüyoruz,

Yahudi toplumuna baktığımızda da benzer ruhaniyatçı anlayış ve eğilim bulunduğunu, nefsin tezkiyesi, çile, ruhun kurtuluşu, aşk ve irfan motifleri*nin egemen olduğunu görüyoruz. Bu konuya dair bazı bilgileri de Cavit Su-nar'm "Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe" adlı kitabından aktarmak is*tiyoruz:

"Zahor (Kabbala'nın Nur bölümü)'a göre ruhlar, ilahi olan asıl vatanlarına dönebil*mek için temizlenip saf hale gelmek ve geldikleri ilahi yeri ve kaynağı bilmek, bu*nun için de bazı çileler geçirmek zorundadırlar. Ruh, bilgi ve irfana ancak dünyada*ki hayatında ulaşabilir. Eğer bir ruh, dünyadaki hayatında bilgi ve irfana ulaşamaz-sa, dünyaya tekrar başka bir kalıpta gelip yeniden bu yoida çalışmak zorundadır. Bu ikinci kez hayatında da bunu başaramazsa, tekrar gelip gitmeye devam eder ve bu gelip gitmelerden ancak bilgi ve irfana kavuştuktan sonra kurtulur. Ruhun İlahi olan aslına geri dönmesi sonsuz bir lezzete geri dönmesi demektir ki; bu, sadece ölümle sağlanmaz. Ruhu ilahi olan aslına kavuşması daha bu dünya hayatında iken de mümkündür. Bunun da iki şartı vardır:

a- Allah'ı, ondan korkmaksızın ve ondan hiçbir fayda dilemeksizin sevmek[65]

b- Allah'ı, akla ait istidlallerden ziyade kalbin nuru ile görüp bilmeye çalışmak. Ruh, bu aşk ve kaib nuru aracılığıyla kendi benliğinden sıyrılıp aslına, kaynağına kavuşur ve bu durumda artık onda kendi iradesi ve düşüncesi yerine Allah'ın irade ve düşüncesi hükmeder ki, ruh için en büyük nimet de budur. [66] Hristiyan toplumunda da riyazet, dervişlik ve çilekeş rahiplik hayatının egemen olduğu bilinen bir gerçektir. Mevcut hristiyanlık öğretilerinin bü*yük bir kısmı da tahammül ve dünyadan uzaklaştırıcı konularla ilgilidir. Ruhaniyatçı eğilim din anlayışında hakimdir.

"Miladi birinci yüzyılda Hristiyanlar içinde "Gnostikler" denilen bir çeşit mutasavvıflar türemiştir. [67]Bunlar Allah'ın zatı ve sıfatları hakkında, esası, rabbani birer ilham olan ve ulu kişiler aracılığıyla anane ile süregelen yüksek bir bilgiye sahip olduklarını iddia etmişlerdir. Fakat Hristiyanlıkta ta*savvuf, ilk önce miladi birinci yüzyılda yaşamış olan ve İsa'nın havarilerin*den Paulus eliyle Hristiyan olan ve hatta Atina Piskoposluk makamını da eline geçiren Denys l'Areopagite'de görülmektedir. Tasavvuf kelimesinin Garp dillerindeki karşılığı olan Mysticisme deyimini de ilk defa kullanan oldur.

Denys, özellikle ilahi isimler (Nonıs Divins) adlı kitabında ruhun duyular aleminden nasıl sıyrılabileceğini, bu dünya ve nimetlerini nasıl bırakabile*ceğini ve bizzat kendinden de geçerek, kendini de yok edip Hakka nasıl ulaşabileceğini öğretmektedir ki, sonu Allah'a ulaşan bu yol, aklen istidlal yolu değil, aşk yoludur. Aşk sayesinde elde edilen bir çeşit bilgi yoludur. İnsanla*ra bu yolu öğretecek bir hoca yoktur. Çünkü bu yol, akim üstünde bir yönel*me ve müşahade yoludur. Bu yolu ancak temiz ve nezih bir zühd hayatı ile insan kendi kendine sağlayabilir. Mutlak varlığın saklandığı perde akılla değil, ancak aşk ile kalkabilir. Bu da her şeyden ve kendinden geçerek tam bir feragat ile her türlü engelleri aşarak, aşk sayesinde gizli alemlerin nurlarıyla nurlanmakla olabilir.

Kısaca, Hıristiyan tasavvufunda esas şudur: Bütün kemalleri, faziletleri ve nimetleri ortaya koyan ve onların en yüksek örneği olan Allah, akıl ile bulunamaz, ilim ile bilinemez. Allah, ancak aşk ile bulunabilir ve bilinebilir. Şu halde insan, vücudunu Allah'ta yok edip Allah'ta ve Allah için yaşamalı*dır.

Bütün orta çağda, rönesansta ve hatta son zamanlarda Garp Hıristiyan mutasavvıfları, ufak tefek ayrılıklarla, bu ana düşünceyi paylaşmışlardır.[68]

İslam öncesi toplumlarda bugünkü anlamda tasavvufun mevcut olduğu*nu ve temelde tasavvufun bu geleneğe dayandığı gerçeğini isterseniz bir başka tasavvufçudan dinleyelim: "Yabancı Kültürlerdeki Tasavvuf Anlayışı" başlığı altında şunları söylemektedir:

"Eskiden Hindistan'da Brahman, Mısır'da Hermes mezheplerinin dış yüzlerinden başka bir de iç yüzleri vardı ki, bu, ledûn ilmini gizli olarak derece derece yalnız mürid ve müntesiplere verirlerdi. Bunun konusu tasavvuftan başka birşey değil*di. Dinin Panteizme döndüğü çağda, ezeli, kendiliğinden varolan bir Allah'ın var*lığına inanılmış, buna Brahma ismi verilmiştir. Brahma mezhebi, bütün eşyanın ezeli başlangıcı, yaratıcısı, koruyucusu olan kuvvet ile insan ruhunun birliğini müdafaa elmiş, fakat buna rağmen insanları sert bir tabakalaşmaya maruz bı*raktığı için vahdet düşüncesinin tam bir idrakine vasıl olamamıştır. Keza eski Mısır'da Ledun ilmine sahip bulunan güzide kimselerin tevhid akidesine inandıkları Maspero tarafından vesikalara dayanılarak ispat edilmiştir. Eski Yunan'da tasavvufun öncüsü olarak Pisagor'u görüyoruz. Sokrat, Platon ve Aristo gibi düşünürler, tasavvufla ilgili fikirleri dolayısıyla Pisagor'u tasdik ve takdir etmişlerdir. Sokrat, insanın herşeyden evvel kendini bilmesini tavsiye etmiş, Platon da gözle görülen vücut alemine çıkabilen şeylerin, Allah'ın ezeli sıfatlarından ibaret olduklarını ve Allah'ın vücudundan ayrı bir vücuda malik olmadıklarını fvahdet-i vü-cud) belirtmişlerdir.

Museviyyetîe, Allah'ın Musa'ya ateş suretinde görünmesi, Allah'ı görmenin bir su*rete muhtaç olduğu fikrini telkin etmektedir. Nitekim tasavvufta da kendi benliğini yok etmedikçe insanın Ailah'ı göremeyeceği fikri mevcuttur.

Hristiyanlıkta tasavvufla ilgili fikirleri Denys'de görüyoruz. Denys, Hakk'a ulaşmak İçin insanın kendini yok etmesi gerektiğini müdafaa etmiş ve bu gayenin temini için birtakım usuller vazgetmiştir.[69]

Hristiyanlar da Roma ve Bizans gibi dünyanın en büyük denilebilecek devletlerin sahibi idiler. Karşılarında sadece Sasani imparatorluğu bulunu*yordu. Denilebilir ki, Hristiyanlarm dünj'adaki mevkileri bugünkünden da*ha büyüktü. Görünürde kendilerine nimet verilmiş gibiydiler. Ama gerçekte korkunç bir akibete doğru gidiyorlardı.

Gerçi bunlar madde ve kavmiyet çemberine sıkışmış değildi. Ama hak öl*çüsünü kaybetmişlerdi. Daha çok ibadet etmek veya daha fazla maneviyatçı olmak için Allah'ın kendilerine farz kılmadığı rahipliği uydurmuş ve dini bozmuşlardı. Hz. İsa'ya insanüstü vasıflar atfederek onu uluhiyet derecesi*ne çıkarmış ve neticede teslis inancına düşmüşlerdir. Allah'ın kendilerine indirdiği ilahi kitaplarla hükmetmeyi bırakmış, rahip ve papazlarını sari durumuna koymuşlardı. Onların helal ve haram hükümlerine boyun eğmiş ve tanrının hükümleri gibi bağlanmışlardır. Bundan dolayı hem Yahudilere, hem de Hristiyanlara hitap ederek yüce Allah böylelikle kafir olduklarını, haham ve rahiplerini tanrı edindiklerini belirtmiştir:

"Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri ola*rak kabul ettiler. [70]

Rahiplik hayatını sürdürmek ve maddi hayattan uzaklaşmak için hristi*yanlarm manastırlara kapandıkları, dünya zevklerinden kendilerini mahrum etmek için rahiplerin evlenmedikleri ve çile hayatı yaşadıkları bilin, inektedir. Bütün bunlar maneviyatçı eğilimin ağır basması ve iki eğilim ara*sında dengenin bozulması sonucu ortaya çıkan durumlardır. Bu eğilimin ağır basması sonucu Hristiyan inancına birçok esrarengiz ve mistik unsur*lar da karışmış, hristiyanhğa daha fazla ruhaniyatçı bir karakter kazandır*mıştır. [71]


b- İslam Dünyasında Tasavvufa Ortam Hazırlayan Sebepler


Bilindiği gibi İslam, Arap Yarımadası'nda Arapları müslüman bir üm*met olarak birleştirmiş ve siyasi bir çatı altında toplamıştı. Yüce Allah bu gerçeği bize şöyle ifade etmektedir:

"Toptan Allah'ın ipine sanlın, ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini anın. Düşman*dınız, kalelerinizin arasını uzlaştırdı da O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz. Sizi oradan kurtardı. Allah doğru yola erişesiniz diye, size böylece ayetlerini açıklar.[72]

Arap Yarımadası'nda Araplar doğudan Sasanilerin, kuzeyden de Bi*zans'ın tahakkümü altında yaşıyor ve toprakları sömürülüyordu. İslam on*ları ve topraklarını sömürge olmaktan kurtarmış ve onları bir ümmet haline getirmiş, güçlü bir devlete kavuşturmuştur.

îslam devletinin mali durumu fetihlerle birlikte hergün gittikçe güçlen*miş ve toplumda zenginlik, elle tutulur bir şekilde gerçekleşmiştir. İslam devletine ganimetler ve servetler dört bir taraftan akıyordu. Bu da toplum*da belirgin bir refah seviyesi meydana getiriyordu. Diğer taraftan gerek fe*tihler sonucu ve gerekse gördükleri manzara karşısında insanlar kitleler ha*linde İslam'a giriyor ve İslam devletinin nüfusu gittikçe büyüyordu. İslam toplumu Araplar ve Arap olmayan mevali denilen topluluklardan oluşmaya başlamıştı. Bu Arap olmayan insanlar İslam toplumuna girerken beraberle*rinde önceki inanç ve kültürlerinden birçok unsurları da taşıyorlardı. Ama bu güzel günler çok sürmedi. Hz. Osman'ın hilafetinin özellikle ikinci yarı*sında bu berraklığı bulandıran birtakım nahoş olaylar meydana geldi. Bir takım çevrelerin fitne ateşini alevlendirmeleri ve kimi yöneticilerin halkı te*dirgin eden davranışları sonucu toplumda çok tatsız ve kötü etkileri günü*müze kadar süren olaylar meydana geldi. Daha hayatta iken ashabtan seç*kin kişiler birbirlerine kılıç çekmek ve birbirinin kanını akıtmak durumun*da kaldı. Daha önce sağlanmış İslam kardeşliği gittikçe bozulmaya ve kar*deşlik duyguları yavaş yavaş zayıflamaya yüz tutmuştu.

Bilindiği gibi, Hz. Osman şehid edildi. Yerine geçen Hz. Aliye karşı Eme*vi ailesi Osman'ın kan davasını güderek Hz. Ali'ye karşı ayaklandı. Bilinen savaşlar oldu ve İslam'ın imanla söndürdüğü fitne ateşi yeniden alevlendi.

Bu fitne ortamı karşısında müslümanlar gruplara bölündüler. Mevcut İs-lami yönetimi korumak ve devam ettirmek için Hz. Ali tarafını tutanlara karşı Hz. Osman'ın kan davasını güderek başkaldıran Muaviye tarafını da başkaları tutmuştu. Her iki tarafta müslümanların bulunduğu ve birbirle*riyle çarpıştığını gören diğerleri ise, taraftarlardan herhangi birine katılma*yı red ederek tarafsızlığı tercih etti.

Bu çatışma ortamında İslam devletinin birliği ve egemenliği sarsılmış, kutsal değerler ve yasaklar çiğnenmiş, aileler dağılmış ve kanlar dökülmüş*tür. Deyim yerinde ise, önceki emniyet yerine anarşi, kardeşlik yerine düş*manlık, kuvvet ve kudret yerine zayıflık ve bölünmüşlük, sevgi ve dayanış*ma yerine nefret ve saldırı egemen olmuştur. Haklı haksız arasında taht kavgaları ve nüfuz hesaplan önplana çıkmıştır. İslam devletinde ayaklan*malar, bölücü propagandalar ve fırkalaşma toplumda derin yaralar açmış ve onarılması çok güç çatlaklar meydana getirmiştir.

Başlangıçta Hz. Ali tarafını tutan ve hilafeti korumaya çalışan "Harici*ler", bazı olaylardan sonra Hz. Ali tarafını da bırakmış ve her iki tarafa kar*şı tavır almışlardı. İki taraf arasında meydana gelen olaylara karışmayan ve bulaşmak istemeyen "Mürcie" denilen bir fırka meydana gelmiştir. İkti*darı ele geçiren Emevi ailesi taraftarları ise karşı tarafı haksız göstermek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır. Kısaca İslam toplumu "Arap sa*çı "na dönmüştür.

Nihayet Emeviler devri başladı. Denilebilir ki, Emeviler devri fırka ve Çatışmalar, fitne ve bozukluklar bakımından tipik bir devirdir. Toplumun bütün kesimleri arasında fitne ve savaşlar, saltanat kavgası ve hizipleşme*ler, baskı ve şiddet kullanma, Arap ve mevali çatışması, milliyetçilik ve grupçuluk, zulüm ve adaletsizlik yönünden çok tipik bir devirdir.[73]

Bilindiği gibi, Emeviler devri, milliyetçilik hareketlerinin toplumu kasıp kavurduğu, sınıflara böldüğü ve Arap olanlarla olmayan mevali arasında korkunç boyutlara varan çatışmalara yolaçtığı bir devirdir. Yönetimin bo*zukluğunu toplumun değişik kesimleri muhtelif şekillerde protesto ederken, yönetim bunlara karşı en acımasız yollara başvurmuştur. Başta Hz. Pey-gamber'in torunları olmak üzere insanlar alabildiğine cezalandırılmış ve öldürülmüştür. Saltanat ve veliahtlık sistemi İslami yönetimin önüne geçmiş Ve yönetim babadan oğula geçen bir saltanata dönüşmüştür. Bir yandan sa-rav mensupları arasında taht kavgaları sürerken, bir yandan da bu adalet*siz yönetime son vermek için mücadele veren toplum kesimlerine karşı şid*det ve baskı uygulanmıştı.[74]

Emevi devleti yıkılıp yerine Abbasi devleti geçtikten sonra da bu olaylar durmamıştır. Bu sefer Abbasi yönetimi, Emevilerden ve taraftarlarından in*tikam alma yoluna gitmiş ve es-Saffah zamanında kan gövdeyi götürmüş*tür. En acımasız kitle imha yoluna gidilmiş ve terör ortalığı kasıp kavur-muştur. Abbasi devleti bir taraftan Emevilerden intikam alırken, bir taraf*tan da Ebu Müslim ve taraftarlarına diyet borcunu ödemeye çalışmış, bu*nun neticesi olarak Şiî ve rafızî güçler toplumu tahakkümleri altına almaya çalışmıştır. İhtilal, çocuklarını burada da yemiş ve başta Ebu Müslim olmak üzere zinde güçler Halife Mansur zamanında tasfiye edilmiştir. [75]

Bütün bunların fitneye bulaşmak istemeyen, dinine ve ahlakına bağlı in*sanlar üzerinde ne kadar olumsuz etkiler yaptığı, onları toplumdan soyutla-yıp münzevi bir zühd hayatı yaşamaya nasıl zorladığı bilinen bir gerçektir. İnsanların mal, saltanat, kavmiyet mücadelesi içinde olduklarını gören, top*lumda adalet ve eşitlikten bir ölçüde de olsa ümidini kesen kişilerin kabuk*larına çekildiklerini biliyoruz. Bir bakıma bu durum, Emevi saltanatının politik, ekonomik ve sosyal uygulamalarına bir tepki mesabesindeydi. [76]

Bu siyasi ve idari bozukluk yanında toplumun ahlaki ve sosyal yönlerden de bozukluklar içinde bulunduğu müşahade edilmektedir. Toplum kesimleri arasında ekonomik ve sosyal dengesizlik, ahlaki ve dini bozukluk elle tutu*lur bir duruma gelmiştir.

Mesela İlk halifeler, boş vakitlerinde zaman zaman şairlerin kasidelerini dinlerken, çok geçmeden bunun yerini şarkı dinlemek almıştır. Emevi halifele*rinden Muaviye, Mervan, Abdulmelik, Velid, Süleyman, Hişam ve Mervan ibn Muhammed, nedimlerle aralarında bir perde bulundururlardı ki halife şarkı*dan coştuğunda nedimler ne yaptığına muttali olmasınlar. Bazan eğlence sıra*sında aşırı neşe, halifenin aklını başından alır ve bazı hareketlerde bulunurdu ki, bu hareketlere yakın cariyelerinden başkası muttali olamazdı. Perdenin ar*kasından herhangi bir ses yükselir veya garip bir hareket meydana gelirse, perdedar "Yeter ey cariye, kendini tut, son ver, kısa kes" diye bağırarak nedim*lere bu hareketi cariyelerden birinin yaptığını vehmettirmek isterdi.

Yezid ibni Abdulmelik, nedimlerden yüksek tabaka ile alt tabakayı eşit hale getirdiği, onları bir arada bulundurduğu gibi, nedimlerin huzurunda çok laubali olur ve halkın kınamasından hiç çekinmezdi. II. Velid zamanın*da halk musiki ve şarkıya çok düşkünlük gösterdi. Bu hususta halk son de*rece ileri gidiyor ve halifenin uzak bölgelerden Şam'a davet ettiği meşhur şarkıcı ve müzisyenlere bolca para harcıyorlardı. Ses sanatkarlarının Şam'a gelmelerinin halkın ahlakı ve toplum hayatı üzerinde büyük tesiri oldu. Ni*hayet ülkede yavaş yavaş konfor yayıldı.[77]

Her iki devletin devrinde başta müzik olmak üzere lehviyyat ve eğlence oldukça yayılmış, şarkıcılar çoğalmıştır. Başta halifelerin bir kısmı olmak üzere memleketin zengin ve yönetici kesimi bu işte önayak olmuşlardır. [78]

Eğlence ve içki meclisleri ile bu meclislerde olup biten ahlaksızlıkların haddi hesabı yoktur. el-Ağani, Beşşer, Ebu Nuvas ve Müslim ibn el-Veli d gi*bi şairlerin divanları ahlaksızlık ve edepsizliği dile getiren örneklerle doludur.

Müziğe çok düşkün olup bu konuda ilerlemeler kaydettiler. Müzik mec*lislerinde içki ve atışmalar yapıldı. Tavla ve satranç oyunlarına daldılar. Güvercin beslemeye, köpek ve horoz döğüştürmeye çok düşkünlük gösterdi*ler. Fakirlerin iş yerlerinde ve evlerinde bile kumar alabildiğine yayıldı. Nevruz günü çok hediye verme adeti yayıldı. Dans ettiler. İshak ibn İbrahim el-Mavsili en meşhur dansözlerdendi.

Lüks ve konfora alışkın olan Farisi soyu Abbasilerde çoğaldı. Cariyeler muhtelif yerlerden seçilip getirildi. Güzellikte yarıştılar. Bunun neticesi ola*rak eğlence, ahlaksızlık ve çıplaklık eğilimleri çoğaldı. Beşşar, Ebu Nuvas ve Sari' el-Gavanî gibi bazı şairler bu duyguları şiirleriyle körüklediler ve müstehcenliği yaydılar. Konserlerde ve eğlence meclislerinde içki yayıldı ve şairlerin şiirleri genellikle onu tasvir etti.

Bu şekilde hayat bu asırda, bir kısmı dışında, ahlaksızlık ve oyunla dol*muştur. Emeviler devrinde daha ciddi ve mazbut sayılabilen Irak bölgesi, Abbasiler devrinde ahlaksızlık ve fücur yeri haline gelmiştir. Bunun belli başlı iki sebebi görülmektedir; Malların oluk oluk gelmesi ve çoğalması, Irak bölgesinin kozmopolit bir bölge olması. Bu bölgede her soydan ve inanç*tan topluluklar bulunmaktadır. [79]

Emevi halifeleri, kralları ve onların şaşaa ve debdebelerini taklid ettiler. Şam'daki halife sarayı gayet azametliydi. Sarayın duvarları mozayik, direk*leri mermer ve altınla, tavanı mücevheratla süslenmiş ve altınla tezyin edil*mişti. Fıskiyeler, dışardan akan sular, çiçekli ve ağaçları bol zengin bahçe*ler, sarayın havasını güzelleştiriyordu. Halife büyük bir azamet içerisinde otururdu.

Kufe'de meşhur aileler, ganimetler ve yıllık atiyyeler sayesinde büyük servetler biriktirdiler. Hatta Kufe'H biri savaşa giderken, aile efradını ve eş*yasını yüklemek için yanında bin deve götürmüştü.

Saraydaki lüks hayat sadece halifelere mahsus değildi. Şam ve diğer bü*yük şehirleri güzelleştirmek hususunda emirler ve büyük devlet adamları birbirleriyle yarışmışlardır.[80]

Müzik, oyun ve eğlence, lüks ve israf, hayatın ağırlığını gösterirken top*lumda değişik ahlaksızlık şekilleri de sergileniyordu. Bunun boyutlarını göstermesi bakımından hadımlaştırma uygulamalarına değinmek istiyoruz.

Bu adet, daha önceleri Bizans ve antik bazı şark memleketlerinde mev*cut olmuş, daha sonra İslam alemine hicri 200/810 yıllarında girmiştir. Hal*buki Hz. Peygamber bunu şiddetle yasaklamıştır.

Harun Reşid'in oğlu halife Emin, halife olduğunda hadımlaştinlmış er*keklere ilgi duydu ve para ile satın aldı. Gece gündüz onlarla başbaşa kaldı, yeme içme işlerinde, emir ve yasaklamalarında onları çalıştırmıştı. Onların emrine de birtakım insanları görevlendirmişti. Onlarla oturup kalkmış, hür kadın ve .cariyelere ise iltifat etmemiş,- bundan dolayı da kınanmıştı. [81]

Nitekim meşhur şair Ebu Nuvas bu durumu bir şiirinde şöyle dile getir*miştir:

"Ey Müslümanlar! Hepiniz Allah'a hamdediniz, Sonra usanmadan "Allah'ım Emin'e

Ömür ver' deyiniz. Hadımlaştırmayı yaydi, öyleki hadım olmayı din haline getirdi.

Halk da Emiru'l-Mü'minin'e uydu. [82]

Müslümanlar hadımlaştırmanın haramlığmdan kurtulmak için hadımlaştırılacak kişileri satın alır, Yahudi ve Hristiyanları hadimlaştırırlardı. (Halbuki Yahudilik de bu işi haram kılmıştır).

(Hadımlaştırmanın yoğun bulunduğu bölgeler, bu işin nasıl yapıldığı, fıkhi hükümleri, nasıl gelir kaynağı teşkil ettiği anlatıldıktan sonra şöyle devam ediliyor): Bu çirkin uygulama hadımlaştırılanlann fiyatlarının çok laberi, naklen. yükselmesine sebep oluyordu. Bu zavallılara bazen hizmetçi, bazen mual*lim, bazen şeyh veya üstad adı da verilmiştir. Halk bunlarla alay ediyor ve hor gözle bakıyordu.[83]

Bu ahlaki bozukluk yanında zındıklık da toplumda geniş ölçüde yaygın*laşmıştır. Ebu'1-Ala el-Maarri "Risaletu'l-Gufran" kitabında zındıklardan Emevi halifesi Yezidin oğlu Velid'i, şair Dı'bıl, Beşşar, Ebu Nuvas, Salih ibn Abdilkuddus, Ebu Müslim el-Horasani, Babek, Afşin, Hallac-ı Mansur ve başkalarını saymıştır.

Bu asırda zındıklığa davet eden birtakım etkenler olmuştur. Kimileri da*ha önce alışık oldukları Mecusilik dini sebebiyle zındıklığa gitmiştir. Bunla*rın Mecusiliğin adet ve alışkanlıklarını seleflerinden miras olarak almışlar*dır. Ancak devrin İslami kimliği ve otoritesi karşısında, maddi çıkarları elde etmek arzusu ile göstermelik olarak İslam'a girmişlerdir. Fırsat buldukça da İslam'ı, elbiselerini çıkarıp attıkları gibi atmış, İslam'a ve Müslümanlara her türlü zararı planlamış, zındıklığa, şuûbiliğe ve yıkıcı mezheplere davet etmişlerdir. Bir topluluk da dinler hakkındaki şüpheleri ve akla sınırlarının ötesinde yer vermeleri sebebiyle zındıklığa düşmüşlerdir. Bunlar sadece gözleriyle gördüklerine inanır ve akh alanının dışındaki yerlerde ve şeylerde hakem tayin ederler.

Bir kısmının da hayattan beklentisi şehvet ve lezzetten ibaret olmuştur. Onlara göre hayat, içki ve şehvetten ibarettir. Dini düşünüp akıllarını yor*mayı bile uygun görmezler. Şehvetleriyle çatıştığı ve ahlaksızlıklarına karşı çıktığı zaman da dine kızar ve cephe alırlar. Böyle durumlarda da sarhoş kafalarla saçmalayıp durur ve dini alay ve eğlence konusu yaparlar.

Bütün bu sınıflar Abbasiler devrinde mevcut olmuştur. Müslümanların çoğunluğu ise, bunlardan nefret etmiş ve onlarla savaşmıştır. [84]

Toplumdaki bu ahlaki ve dini bozukluklar yanında sınıflar arasında da büyük farklılıklar mevcut olmuştur. Devlet mallan toplumda dengeli bir şe*kilde dağıtılmış değildi. Sınıflar arasındaki farklar da basit farklar değildi. Aksine sınıflar arasında büyük uçurumlar bulunuyordu. Devlet mallarının büyük kısmı oyun ve eğlence meclislerine, ordu komutanlarına, hilafet sa*raylarına ve emirlere veriliyordu. Bu emir ve valiler de bu mallardan edebi*yatçı, alim, şarkıcı, cariyeler, tüccar sınıfı gibi kesimlere dağıtırlardı. Bu sı*nıflar bir dereceye kadar zengin sayılırken, halkın geneli yoksulluk ve fakir*lik çekerdi.

Bağdat bolluk ve zenginlik merkezi görüldüğü için halk ona afem edi*yor ve orada yaşamayı daha kolay görüyordu. Halbuki fakirlerin çekilmez bir durumdaydı.

Emir, komutan, vali ve halifelerin önünde malların haddi lftsabı yoktu. Diledikleri gibi malları müsadere ederlerdi. Onlardan biri bir sıkıcının sar*kışını, şairin şiirini veya güzel bir cevabı beğenince sahibine biberce bağış*ta bulunurdu. Aksi olduğu zaman da kanlarını döker ve malları müsadere ederdi.

Bu asırda insanlar üç sınıfa ayrılmıştı: Birinci sımf, halife tüccarlar vezirler ve eşraf takımı olan aristokratlar. İkinci halk, orta Ve emlak sahipleri gibi insanlar. Üçüncü sınıf, fakir sınıf. Küçük çiftçi, ve halife*lerden uzak duran alimler.[85]

Bütün bunlara İslam'a giren başka milletlerin beraberinde girdikleri eski kültür ve inançları, alışkanlık ve gelenekleri de katarsak,ho*mojenliğin ve bütünlüğün ne kadar sarsıldığım, bozuklukların ç büyük bo*yutlara vardığını rahatlıkla tasavvur edebiliriz. [86]

Hayattaki bu bozukluk ve sınıflaşmalar bariz iki hareketi oturmuştur. Bunlardan birincisi, kötülükle savaşan topluluktur. Bunlar yuları kesen, fışkı açıkça işleyen, yollardan kız ve erkek çocukları kapan bunculara örgütlü bir şekilde mücadele etmiştir... İki grup halinde çahşanl;u insanlar*dan birinci grubun başında Halid ed-Derviş, ikinci gurubun bastıda da Sehl ibn Selame el-Ensari vardı. Bunlar, Allah'ın Kitab'ı ile amelme, iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama prensiplerine çağırır, zalimin jjlmünü ön*lemeye çalışırlardı. Halktan büyük kitleler bunlara katılıyor uyuyordu. Bunların belirli merkezleri ve alametleri olmuştur. Ancak geçmeden vurguncu ve soyguncu ayak takımı ile işbirliği halinde olan yönusim tarafın*dan bunlar tutuklanmış ve zindanlara doldurulmuşlardır. Bu 6y hicri 201-202 yılında meydana gelmiştir.

İkinci hareket ise, zühd hareketidir. Bu hareketin mensun ise, top*lumdaki lüks ve eğlence hayatından, ahlaksızlık ve kötü gidişatın tiksinen, elde etmek istediklerini elde edemiyen, bundan dolayı arzu ve Eklerini as*gariye indirip aza kanaat eden, kendilerini zühde ve mahrum%e alıştıran kişilerin oluşturduğu harekettir. Yukarıda sayılan veya benzer «heplerden hayata küsen ve ona iltifat etmeyen insanlar zühdü yol edinmtve kendile*rini ona alıştirmışlardır. Zühdü, basit hayatı ve ahirette hesabın kolaylığını düşünerek seçenler de olmuştur. Bu anlamda tasavvuf yayıldıkça yayıldı. Çünkü toplumda "İstediğin olmuyorsa, olabileceği iste" sözü mesel haline gelmiştir.[87]

Zühd hareketinin Irak'ta başlaması ve Irak'ın İran ile yakın teması gözö-nünde bulundurulursa, eski İran dinlerinin bunda büyük rolü olduğu daha iyi anlaşılır.

Daha Emeviler devrinde başlayan eski Yunan, Hint ve Sasani kültürünü tercüme hareketinin toplumda meydana getirdiği kültürel ve itikadı çalkan*tıları ve insanların yabancıya yahut yeniye ilgi duyma eğilimlerini de hesa*ba katmak lazımdır. Bu hareket toplumun Özellikle aydın kesiminde fikri ve itikadı büyük bir değişiklik ve çalkantı meydana getirmiştir. Özellikle Hind kültüründen yapılıp İran yolu ile geçen ve hem mistik hem de esrarengiz unsurlar taşıyan kültürün yanında, Yunan felsefesinin de aydınlara cazip gelen yönlerinin etkilen büyük olmuştur. Bütün bunlar tasavvuf eğiliminin başlangıçta zühd şeklinde doğmasında ve gün geçtikçe yayılmasında büyük rol oynamıştır. Başka bir deyişle, muhtelif fikri, itikadi, felsefi eğilimlerin yanında tasavvuf eğiliminin de doğup gelişmesi, yayılıp güçlenmesi için münbit bir toprak hazırlanmıştır. Zaten sapma niteliği taşıyan eğilim ve akımlar böyle olumsuz ortam ve şartlarda kısa zamanda boy verip gelişmek*te ve revaç bulmaktadır.

Şüphesiz bütün bu sosyal, ekonomik ve siyasi bozukluklara rağmen top*lumda iyi insanlar da bulunmuştur. Her şeyden önce Emevi devrinin genel olarak ashab ve tabiinin yaşadığı devir olduğu imutulmamalıdir. Sonra kimi alimlerin beşinci raşid halife olarak andığı Ömer ibn Abdulaziz gibi Raşid halifelerin yolundan giden bazı idarecilerin bulunduğu da bir gerçektir. Ay*nı şekilde Said ibn el-Müseyyeb, Urve ibn ez-Zubeyr, Kasım ibn Muhammed, Harice ibn Zeyd, Ata ibn Ebi Rebah, Tavus ibn Keysan, Mücahid ibn Cebr, Alkame ibn Kays en-Nehaî, Ebu îdri el-Havlanî, Numan-bin Sabit, Sa'd, Eb Useyd el-Kasıl ibn Sellam[88] gibi meşhur müfessir, fakih alimler de mevcut olmuştur. Bu arada siyasi bozukluğa karşı çıkan ve yönetimin dü*zelmesi için her şeyi göze alan İbn ez-Zübeyr, İbn el-Eş'as gibi şahsiyetlerin hareketleri olmuştur.

Ne var ki idare, İslami çizgiden saptırıldığı ve yönetim keyfiliğe dönüştü*ğü için bir yerde bu iyi insanların çabaları umulan ıslahatı gerçekleştireme*miş ve toplum gittikçe bozulmaya doğru gitmiştir. Nitekim çok geçmeden Emevi devleti de yıkılmıştır. Çünkü yönetim rayından çıkmış, ona karşı ya*pılan çıkışları bastırmak için de toplum sindirilmiştir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi Ömer ibn Abdulaziz bir yana bırakılırsa, ge*nellikle Emevi devlet başkanları, şahsi ve siyasi hayatlarını dini ahkam ile düzenlemeyi zaruri görmemişler, idarelerini daha çok Arap örf ve adetine dayandırmışlardır. Buna bağlı olarak da din alimlerine yeteri kadar önem vermemişlerdir. [89]

Bu olumsuz şartlar, toplumda fitneden korunmak için uzlet hayatını ha*zırlamış, bir yerde ona götürmüştür. Toplumda kimi insanlar kabuğuna çe*kilerek tam bir zühd hayatı yaşamıştır. Bu hayata yönelen insanlar daha önce kitleler halinde İslam'a giren ve değişik kültürleri taşıyan insanlarla yüzyüze gelirken, terceme hareketiyle de İslam toplumuna giren Hint, Yu*nan, Sasani gibi kültürlerle de muhatap olmuşlardır. Bilhassa Hint ve İran kültürünün münzevi hayat yaşayan bu insanlara cazip geldiği, bu milletler*den ihtida eden kimi insanların eski anlayış ve geleneklerine uygun olarak yaşadıkları hayatın ilgilerini çektiği anlaşılmaktadır. Hatta dnha sonra ta*savvuf olarak adlandırılacak olan akımın liderliğini özellikle bu iki millet*ten birtakım insanların yaptığını ve toplumda terviç ettiklerini görüyoruz. Nitekim toplumda bu hareket gizli başlayıp ikinci asırda kendini açığa vur*duğunda bu akımın başını çekenlerin istisnasız hepsinin acemlerden oldu*ğunu görüyoruz. Öyle anlaşılıyor ki, toplumda bozuk düzenden, fitne ve fe*sattan uzak durup uzlet hayatını tercih eden kimi insanların yaşayışı dışa*rıdan gelen Hint ve Sasani mistik hayat tarzı ile toplumda bütünleşince da*ha sonra tasavvuf olarak adlandırılacak akım ortaya çıkmış ve gittikçe geli*şip dalbudak salmıştır. Toplumda İslami yaşayıştan meydana gelen sapma Hint ve Sasani kültüründeki mistik hayat ve felsefe ile bütünleşince, bugün bilinen tasavvuf akımı meydana gelmiş, îslami motiflerle yabancı unsurla*rın karışımından oluşan akım ortaya çıkmıştır. Biınu tarafsız müslüman araştırıcılar kabul ettiği gibi, özellikle Şark mistik hayatı üzerinde araştır*malarını yoğunlaştıran oryantalistler de kabul ve itiraf etmektedir.

Şunu belirtelim ki, İslam toplumunda meydana gelen bütün yenilik ve gelişmeleri islamdışı unsurlara veya topluluklara, kimi oryantalistlerin yap*tığı gibi mal etmekten yana değiliz. Corci Zeydan ve benzerlerinin yaptığı gibi, İslam toplumunda meydana gelen bütün gelişmeleri İslamdışı unsurla*ra maletmek elbette doğru değildir. Ancak ortada bir gerçek vardır. O da, yukarıda bir nebze belirtmeye çalıştığımız Kuran ve Sünnet yolundan top*lumda sapmaların meydana geldiği, İslam düşünce ve yaşayışına yabancı birtakım unsurların karışmış olduğudur. Bu yabancı unsurların gerek İs*lam'a giren yabancı insanlar ve gerekse yabancı kültür ve medeniyetlerden yapılan tercümeler yolu ile girdiği muhakkaktır. Yoksa Hz. Peygamber ve ashabı zamanında felsefi-i şraki tasavvufun yahut şeyh-mürid sisteminin ve*ya tasavvuftaki sayısız bid'at ve hurafenin bulunmadığını herkes kabul et*mektedir. Hatta günümüzde kişinin müslümanlığının mihengi olarak görü*len keramet, velayet, ermişlik gibi şeylerin o zaman gündeme gelmediğini de biliyoruz. Bu bakımdan sözkonusu olan ve İslamdışı olduğu açık bulunan birçok anlayış ve yaşayış şeklinin İslam'a ve müslümana yabancı başka şey*lerden geldiği şüphesizdir. Bunların başında da Hint ve İran kültürleri gel*mektedir. Bu konuda oryantalistlerden bazılarının söylediklerini kısaca nakletmek istiyoruz:

"Önemli olan bu (safa, sofos, sûf) kimselerin kelimenin manasına uygun olarak gi*yinip kendi istekleriyle sadeliği tercih ederek İüksten ve alayişten kaçınmaları husu*sudur. Eğer bunu bir çeşit zahidlik telakki edersek, bu türlü zahidliğin Kur'an'da bu*lunmadığını ve bunun ilk müslümanlar için de yabancı olduğunu tebarüz ettirmek icabeder. . . Hristiyan manastır hayatı tarihi veya birçok Hİnd dinieri salikleri ve hat*ta muahhar sufilerin anlayışına göre bu, insan hayatının normal zevk ve düşkün*lüklerinden, bilhassa evlenme, ruhun safiyetini bozan ve tekamülünü durduran şey*lerden kaçınmayı düşünmek manasına gelir. Bu manada zahidlik İslam'ın ruhuna yabancıdır ve müslümanlar arasına gelmiş olarak görülür[90] "ilk devrin müslüman ileri gelenleri, çölde yaşamış olan atalarının geleneklerine tam manasıyla bağlıydılar ve bir bid'at olduğu mülahazasıyla lüks hayatı reddet*mekteydiler. Bu, kadim İsrail peygamberlerinde müşahade edilen anlayışa da çok benzer. Sufiler geleneğe değil, ruhun yükselmesine mani olan bedenin arzularını bertaraf etmeye önem verdiler. Bu da gösteriyor ki, ilk müslümanlarca bilinmeyen yeni bir fikrin tesiri altında kalmışlardı. Bu bakımdan kendilerini hiçbir manada sa*habenin muakkipleri (izleyicileri) saymak mümkün değildir.[91]

Alfred Won Cromer "Tarihu'l-Efkari'l-Barizati fı'l-İsLam" kitabında ta*savvufta bariz farklı iki unsurun bulunduğunu söylemektedir. Bunlar hris*tiyan ruhbanlık unsuru ve budist Hind unsurudur. Bu unsurlar Haris el-Muhasibi, Zinnun el-Mısri, Ebu Yezid el-Bistami ve Cüneyd el-Bağdadi'de açık bulunmaktadır. Vahdet-i vücud nazariyesinin de Hind unsurunun ürü*nü olduğunu söylemektedir. [92]

Hollandalı oryantalist Dozi de "Tarihu'l-İslatn" kitabında tasavvufun İs*lam'a İran'dan girdiğini söylemektedir. Nitekim İslam'ın doğuşundan Önce de İran'da mevcut olduğu ve buraya Hindistan'dan geldiğini belirtmektedir. Gerçek mevcudun Allah olduğu, onun dışında bir varlığın bizzat mevcut ol*madığı ve herşeyin Allah'tan sadır olduğu inançları İran'da çok eski asırlar*da ortaya çıkmıştır", demektedir. [93]

Goldziher ise, îbn Haldun'un görüşünden etkilenerek tasavvufta iki de*ğişik akımın bulunduğunu söylemektedir. Birinci akımın, İslam'ın ruhuna ve ehl-i sünnet mezhebine yakın zühd olup büyük ölçüde Hristiyanlığın ra*hiplik sisteminden etkilendiğini, diğerinin de felsefi akım olup hem yeni Ef*latunculuk, hem de Hind Budizminden etkilendiğini belirtmektedir. [94]

Yukarıda da belirtildiği gibi İslam toplumundaki olumsuz şartlar ve dı*şarıdan İslam düşünce ve hayatına sızan yabancı kültür unsurları toplumda İslam çizgisinden bir sapmanın meydana gelmesine tasavvuf akımının doğup gelişmesine yol açmıştır. İslam'dan koparılıp karıştırılan bir takım İslami motiflerle bu akım süslenmiş ve terviç edilmiştir. Günümüze kadar bu akım gelişip büyüyerek bir ağ gibi toplumu sarmış ve değişik gelişmeler göstermiştir. [95]


c- İlk Sufilik


İslam'ın ilk yüzyılında Araplar arasında tasavvuf diye bir şeyin bulun*madığı, bunun ancak ikinci yüzyıldan itibaren ve İslami fetihlerin ardından başladığı bilinmektedir. İlk temsilcilerinin de acemler olduğu bir gerçektir. Bir sapma şeklinde toplumda başlayan zühd akımının tasavvuf kültürüne can kurtaran simidi gibi sarıldığı ve zamanla tekamül ederek tasavvuf ola*rak revaç bulduğu bilinmektedir. Nitekim İslam tarihinde tasavvuf akımının bariz temsilcileri olan mesela Kuşeyrî, Hucvirî, Cami, Attar, Kelebazî, Suhreverdî, Gazali, Bistamî, Hallaç, Tusî, Tebrizî, Rumî, Muhasibi[96] gibi ki*şilerin de acem (İran menşeli) oldukları bir gerçektir. Diğer taraftan anako-nuların hemen pekçoğunda tasavvuf ile gulat şiilik arasında bir aynilik ol*duğu görülmektedir.

Şii bir araştırmacı olan Dr. Kamil Mustafa eş-Şeybî'nin "es-Sılatu Hey-ne't-Tasavvuf ve't-Teşeyyu" adlı çalışmasında İslam tarihinde sûfî adıyla vasfedilen ilk kişilerin Cabir ibn Hayyan, Ebu Haşim el-Kûfî ve Abduk es-Sûfî olduğunu belirterek şöyle demektedir;

"Cabir ibn Hay}'an, Cafer-i Sadık'm öğrencisi veya kölesidir. [97]Şia, Cabir ibn Hayyan'm şianm büyüklerinden ve imam adına konuşan anlamında Bab olduğunu kabul eder. Şiilikle ilgili kitaplar yazdığı ve zühdde özel bir ekolü olduğunu söylerler. "İhbaru'l-Ulema bi Ahbari'l-Ulema" kitabının yazarı el-Kıftî, Cabir ibn Hayyan'm birçok felsefi bilgilere sahip bulunduğunu, Haris el-Muhasibi, Sehl ibn Abdullah et-Tusterî gibi tasavvufçuların yolu olan ba*tın ilmi yolundan gittiğini söyler. Bu adam kimya ilminde çok mahirdi. [98]

İkinci adam olan Ebu Haşim el-Kûfî ise, Remle'de tasavvuftular için ilk defa tekke inşa eden kişidir. Rahipler gibi yünden uzun elbise giyer, Hıristi*yanlar gibi hulul ve ittihadı savunurdu. Ne var ki Hıristiyanlar hulul ve ittihadı sadece Hz. İsa için kabul ederken, Ebu Haşim el-Kufî bunu kendisi için iddia etmiştir.

Ebu Haşim'le ilgili söylenenlerden anlaşılıyor ki, hakkındaki haberler azdır. Bununla beraber bu haberler Cabir ibn Hayyan'a dair haberler kadar yekun oluşturmaktadır. Ebu Haşim, Cafer es-Sadık'm ve Cabir ibn Hay yanın çağdaşıdır. Şia onu tasavvufun mucidi (babası) olarak adlandırır. Ca*fer es-Sadık'ın onun hakkında şöyle dediğini naklederler:

"Gerçekten akidesi bozuktur. Tasavvuf adında bir mezhep uydurmuş ve çirkin aki*desi için yol yapmıştır.

Üçüncü adam olan Abduk es-Suü ise, Kufe'de kurulmuş yarı şüyarı tasavvufi bir fırkanın kurucusu olarak bilinmektedir. Surîyye kelimesi, Muha*sibi ve Hafız'ın eserlerinde bu fırkanın adı olarak kullanılmıştır. Abduk es-Sufı, zahid ve münzevi bir kişi olup hicrî 210 yılında Bağdad'da ölmüştür. Sofu adı verilen ilk kişi olarak da bilinir. O tarihlerde bu isim Kufe'de bazı şiiler ve İskenderiyye'de bazı isyancılar için kullanılırdı. Abduk, Bişr ibn el-Haris el-Hafî ve es-Serî es-Sakatî'den Önce büyük şeyhlerdendi. Adaletli imamların gittikleri yoldan gitmek gerektiğini ve adaletli imam olmadığı za*man azık miktarı dışında dünyadan birşey almanın caiz olmadığı düşüncesi*ni savunan bir fırkanın reisi olduğu da belirtilmektedir.

Abduk isminin aslında Abdulkerim olduğu ve torunu Muhammed İbn Abduk'un da şianın önde gelen kişilerinden bulunduğu, böylece Abduk'un Kufe'de yayılan ve zühdle karışık aşırı şiilikten kaynaklanan değişik yönleri şahsında toplayan bir kişi olduğu anlaşılmaktadır.[99]

Netice olarak yeni araştırmacıların "süf kelimesinden geldiğine kesin gözüyle baktıkları sufî kelimesinin ilk olarak Kufe'de kullanıldığı anlaşıl*maktadır. Çünkü Kufe'de bütün zahidler yün giymişlerdir. Tasavvuf da sûf kelimesinden türemiştir. Yün giymenin de Hz. Ali soyundan gelen imamlara haksızlık yapanlara karşı muhalefeti ile meşhur Küfe ortamında ortaya çık*tığı anlaşılmıştır. [100]


d- Tasavvuf ve Fıkıh-Kelam Mezhepleri


Asrı saadet ve Raşid halifeler devrinde bugün bildiğimiz manada mez*heplerin bulunmadığı bir gerçektir. Bununla beraber tefsir ve fıkıh konula*rında ashab arasında kimi insanların bir nevi uzmanlaşmış olduğu ve tema*yüz ettiği bilinmektedir. Ama sonradan ortaya çıkan ve her dereden birşey-ler alarak büyüyen tasavvuf denilen akımın Asrı Saadet veya ashab devrin*de bulunduğunu söylememiz mümkün değildir. [101] Nitekim tasavvuf denilen alanda ashab arasında birilerin meşhur olduğu veya başkalarından farklı bir konumda olduğu kaydedilmemiştir. Bilhassa İslam'dan iktibas edilen İs-lami motiflerin dışında kalan tasavvuf meselelerinin o dönem İslam toplu*munda mevcut olduğunu iddia etmek kadar yanlışlık olamaz.

Bu durum da gösteriyor ki ashabın, fıkıh, tefsir ve hadisle uğraştığı, bu alanlarda daha fazla bilgiye sahip olmak için çabaladığı devirde, tasavvufun ne adı mevcut olmuş, ne de bugünkü meseleleri sözkonusu edilmiştir. Bu bakımdan tasavvufu fıkhı ve itikadi mezheplere benzetmek mümkün delil*dir.

Tasavvuf ile fıkıh-kelam mezhepleri arasındaki farkları maddeler ha*linde kısaca şöyle belirtebiliriz:

1- Şunu hemen belirtmek gerekir ki, fıkıh ve kelam mezhepleri dediğimiz ameli ve itikadi mezhepler, hiçbir zaman İslam'ın bir kısım unsurlarını alıp onları İslamdışı başka unsurlara karıştırarak bu karışımın İslam'ın özü ve ruhu olduğunu söylememiştir. İslamdışı birtakım düşünce ve inançları alan*lar veya bunların İslam olduğunu iddia edenlerin yaptıkları merdut olup İs*lam düşünce tarihinde bunlar sapık fırkalar olarak anılmaktadırlar. Zaten Kur'an ve sahih sünnete bağlı müslümanlar bunlarla mücadele etmiş ve sa*pık fırkalar olduklarını belirtmişlerdir.

2- Kur'an-i Kerim ve sahih sünnet çerçevesinde olan itikadi veya fıkhi hiçbir mezhep kendini İslam'ın Özü ve ruhu olarak nitelememiş, başkalarını da kabuk olarak takdim etmemiştir. Fıkhi veya itikadı hiçbir mezhep men*subu kendini mutlak hak ehli, başkalarını da hak ve hakikattan nasipsiz olarak nitelememiştir. Böyle yapanlar varsa, hem İslam hem de İslam'a bağlı bütün müslümanlar tarafından reddedilmiştir.

3- Fıkıh-kelam mezhepleri Kur'an ve Sünneti esas alarak içtihada dayan*maktadır. Tasavvuf ise sezgi, keşf, ilham ve gizliliğe dayanmaktadır. Nite*kim gerek Hz. Ali, gerekse Hz. Ebu Bekir yolu ile tasavvufun geldiğini savu*nanlar bu gizli yolu savunmaktadırlar. Tasavvufun kullandığı pek çok asıl*sız hadisin gizli yolla sahih olduğunun tesbit edildiği, felsefî tasavvufta bu*lunan pek çok teorinin keşf, rüya ve ilham ile tesbit edildiği, İbn Arabi'nin Fütuhatı Mekkiyye ve Fususu'l-Hikem gibi kitapların keşf ve ilham ile yaz-dırıldığı düşünceleri bilinmektedir. İlhamın şekli ve değeri konusunda İbn Arabi ve taraftarlarıyla ile Gazali arasındaki düşünce farklılığı meşhurdur.

4- Fıkıh-kelam mezheplerinin sufiler gibi ayin ve törenleri, örgüt ve teşki*latları, âdâb ve pratikleri yoktur. Bu mezhepler salt teorik içtihadlar ve gö*rüşlerden ibarettir.

5- Kur'an ve sahih sünnet çerçevesinde kalan fıkhi ve itikadi mezheplerin hiçbiri İslam'ı öz ve kabuk yahut şeriat-tarikat-hakikat-marifet olarak nite*lememiştir. Hiçbiri İslam'ın hükümleri için bu şeriattır, şu hakikattir, şu marifettir, dememiş ve İslam'ı parsellememiştir. Hiçbiri kendini İslam'ın ye*rine koymamış ve "Beni izlemediğiniz taktirde hakikatten ve marifetten yoksun kalırsınız" dememiştir. Aksine hepsi de kendilerinde İslamın nasla-rma aykırı bir şey bulunduğu taktirde terkedilmesi gerektiğini ve yaptıkla*rının sadece bir içtihad olduğunu belirtmişierdip.

Tekrar belirtmek gerekirse, İslam'ın nassları çerçevesinde kalan fıkhi ve tikadi hiçbir mezhep kendini İslam'ın yerine koymamış, alınması farz ve terkedilmesi haram olan Allah'ın dini gibi kendini takdim etmemiştir. Du*rum böyle iken, İslam'dan aldığı unsurlardan çok, yapısında yabancı felsefi e ameli unsurlar barındıran tasavvuf akımı müslümanlar tarafından nasıl temel bir İslam disiplini olarak kabul edilebilir?

Bilindiği gibi tasavvuf; en genelde kendine özgü ibadet biçimleriyle dün*ya kirlerinden arınma ve yaratıcının bilgisine veya varlığına ulaşma çabası olarak değerlendirilmektedir. Tasavvuf yahut tarikat ile fıkhî-itikadi mez*hepler arasında hiçbir benzerlik yoktur. Kaynak olarak, metod ve ölçü ola*rak, karakter ve sonuç olarak birbirlerinden tamamen ayrıdır. Onun için ta*rikatın yahut tasavvufun bu mezheplere benzetilmesi asla mümkün değil*dir.

Tasavvufun İslam'la ilgisi şöyle bir şema üzerinde gösterilirse, durum herhalde daha iyi anlaşılacaktır.

Fıkıh ve kelam mezheplerinin dinde esas ve ölçüleri bellidir. Doğru ve yanlışları Kur'an-ı Kerim'in nasiarı ve Rasulullah'm sahih sünneti ile tesbit edilir. Bunlara uygun olan kısımları tasvip görürken, aykırı düşen tarafları terkedilir ve yanlışlığı insanlara anlatılır. Fıkhi veya kelamı her hangi bir içtihadın İslam'a uygun olup olmadığı tartışılabilir. Zaten içtihad, kabul ve*ya red edilebilen, sahih ve sarih naslann belirlediği alanlar dışında kalan meselelerde olmaktadır. Yoksa, sahih ve sarih nasların belirlediği konular*da içtihadın olması sözkonusu değildir. Dolayısıyla fıkhi ve kelami içtihadla-rın dinin esaslarında ve kesin hükümlerinde herhangi bir değişiklik meyda*na getirmeleri mümkün değildir. Çünkü dinin esasları ve hükümleri kesim ve açıktır. Bütün alimler tarafından bilinir ve bunlara aykırı bir düşünce ol*ması halinde hemen red edilir. Yani fıkhi ve kelami mezheplerin temelleri açık, ölçüleri kesin ve herkes tarafından görülüp kullanılan temellerdir.

Acaba ihsan, irfan ve kişinin iç dünyasının ilmi olarak kendini takdim e-den tasavvuf böyle midir? Herşeyden önce tasavvufçular da tasavvufun "hâl" (söz) ilmi değil, "hâl" (yaşayış, durum) ilmi olduğunu söylemiyorlar mı? Yani haksız olarak ilim diye adlandırdıkları bu şeyin ilme ve nassa da*yalı sarih ve kesin bir temeli yoktur. Çünkü hallerin ölçüye vurulması, dere*cesinin, miktarının tesbit edilebilmesi mümkün değildir. Mesela ihsan diye takdim ettikleri şeyin kimde ne oranda bulunduğu, bulunduğu iddia edilen insanlarda gerçekten mevcut olup olmadığı, iddia sahibinin doğru veya ya*lan söyleyip söylemediği nasıl ve ne ile tesbit edilebilir? Bunun kişinin helal ve haramları gözetmemesi, şeriatın hükümlerine riayet etmemesiyle bilindi*ği söylenirse, hemen belirtelim ki bunun hal ilmi, ihsan ve ihlas dedikleri tasavvufla hiçbir ilgisi yoktur ve bu ölçü şeriatın kendisidir. Böyle bir kimse için şeriata uyup uymadığı ancak söylenebilir. Yoksa böyle bir kişide ihsan ve İhlasın bulunup bulunmadığı söylenemez. Onun için İslam'da hak batıl*dan ayrılmış ve neyin hak, neyin batıl olduğu açıkça belirtilmiştir."Doğru*luk, eğrilikten ayrılmıştır.[102] Tasavvufta durum böyle midir? Hangi insanın kalbi yarılıp içinde takva, ihsan ve İhlasın bulup bulunmadığı araştırılabi*lir? Sarfedilen sözler ve işlenen amellerden başka kişinin iman ve'küfrünü yahut ihlas ve samimiyetsizliğini gösterecek başka bir ölçü mü vardır?

İnsanların iddialarında ve sözlerinde doğru olup olmadıklarını göster*mek için kalplerini açıp bakabilecek ve inanç yahut ihlas derecelerim ölçebi*lecek elimizde bir ölçü aleti yoktur. Bunu bildikleri için tasavvufçular "Tat-mıyan bilmez, yaşamayan bilmez" gibi savunma mekanizmaları geliştirme*mişler miydi? Hamdım, piştim, yandım, keşf ve jjjaybe muttali olacak derece vükseldim, kalpleri okuyacak ve melekut alemini seyredecek, hatta levh-i lıfuzu karıştırıp yıllar ve asırlar öncesini yahut sonrasını okuyacak ma*rnlara ve hallere eriştim, şu kadar defa miraca çıktım, Cennet ve Cehen-mde insanların yerlerini ve makamlarım gördüm,[103] diye iddia eden insan-1 rın kalplerindeki iman, ihlas ve ihsan derecesini ne ile Ölçelim ki doğru lup olmadıklarını anlayabilelim? Yoksa mürid ve dervişlerin evliya ilan Hip uçurdukları ve kutup deyip hem yaşarken, hem öldükten sonra hayatta tasarruf ettirdikleri insanların böyle olduklarını bütün insanların körü kö*rüne kabul etmeleri gerektiğini mi söyleyeceğiz?

Tekrar ediyoruz, böylelerinin şeriatın hükümlerine uyup uymamasıyla Ölçüleceği söylenirse, hemen belirtelim ki tasavvufta böyle birşey yoktur ve bu, şeriat, kısır (kabuk) ve zahir dedikleri İslam'ın ölçüsüdür. Bunlar tasav*vufun ne konusudur, ne de ölçüsüdür. Bu durum, yukarıda belirttiğimiz gibi fıkhi ve kelami mezheplerin özelliği olup tasavvufun Özelliği değildir. Hem tasavvuf "kal" (söz) değil, "hâl" değil miydi? "İlim" yerine "irfan" değil miydi? İki şema karşılaştırıldığında tasavvufun, İslam'dan aldığı unsurlar ka*dar İslamdışı unsurlar da ihtiva ettiği görülmektedir. Bu karışıma da tasav*vuf adı verilmektedir. Yabancı unsurları kabul etmiyoruz ve İslam saymıyo*ruz, denilecek olursa, hemen belirtelim ki geriye sadece İslam kalmakta ve tasavvuftan eser kalmamaktadır. Kısaca, mesele, İslam'da tasavvuf değil, tasavvufta İslam meselesidir. Yani tasavvufun temelde İslam olmadığı, bel*ki İslam'dan birtakım unsurları almış bulunmasıdır. Zaten tasavvufun, de*ğişik sebepler altında, Kur'an ve sünnet yolundan meydana gelen bir sapma olarak ortaya çıktığı zühd şeklinde kendini gösterdiğini belirtmiştik. Bu sapma, yapısında İslam'dan birtakım motifler taşımıştır. Bu bakımdan me*selenin İslam'da tasavvuf değil, tasavvufta İslam meselesi olarak algılanma*sı gerekir.

Tasavvufun İslam'dan aldığı unsurlar gösterilerek hak ve İslam'ın kendi*si olduğu söylenemez. Zira dünya üzerinde hiçbir inanç ve ideoloji yoktur ki, yapısında yararlı ve doğru unsurlar bulunmasın. Hatta tahrif edilmiş bulu*nan Hristiyanlık ve Yahudiliğin hak ve doğru birçok unsurlar taşımadığını kim söyleyebilir? Bu hak ve doğru unsurlarından dolayı, bütün yanlışlık ve sapıklıklarıyla bugünkü hristiyanlık ve yahudiliği İslam saymamış ve in*sanları onlara davet etmemiz mümkün müdür? Bu dinler ve inançlar her türlü sapıklıklarını ayıklayıp İslam çerçevesi içine girmedikçe İslam olamaz. Bunları tasfiye ettiği zaman da tasavvuf denilen şeyden eser kalmaz ve Al*lah'ın dini olarak İslam kalır. Bu İslam'ı da bölmeye, ona yabancı unsurlar karıştırmaya ve tahrif etmeye kimsenin hakkı yoktur. Daha açık bir ifade ile, hiçbir kimse ve hiçbir düşünce Allah'ın dini üstünde ve ondan kutsal de*ğildir.[104]

Asrı Saadet ve Raşid halifeler devrinde insanlar İslam'ın hükümlerine ellerinden geldiği kadar bağlı olmaya çalışmışlardır. Yeri geldiğinde malla*rının tümünü Allah yolunda infak etmişlerdir. Hatta yeri geldiğinde günlük ihtiyaç dışında elde mal tutmanın kötülüğünü bile savunanlar olmuştur. A-ma bu devirde insanlar arasında zahidler, veracılar, takvacılar, ihlasçıiar, abidler gibi ismi taşıyan kişi veya cemaatlerin bulunduğu söylenemez. Aksi*ne müslümanlar ellerinden geldiği kadar İslam'ın bütün emir ve yasaklarını gözetmek ve hükümlerine bağlı kalmak için yarış halinde bulunmuşlardır. İslam'ı bir bütün olarak görmüş ve bütün unsurlarıyla yerine getirmeye ça*lışmışlardır. Ebu Zer Gıfarî gibi günlük ihtiyaç dışında elde mal bulundur*manın yasaklığını düşünen insanlar kendilerine zahid adını vermedikleri gibi, çokça ibadet eden, Allah'ı çokça zikreden, dünya malına fazla iltifat et*meyen insanlar da kendilerine abid, zakir ve zahid ismini vermemişlerdir. Rasulullah zamanında nisbet iman ve İslam'a olmuştur. İnsanlar mü'min ve müslim olarak anılmışlardır. [105]

Kaldı ki sözlük anlamıyla da olsa, bu nevi bir yaşayışı ifade eden bir kelinin tasavvufun temeli olacağım söylemek ve bu yaşayışı sürdüren insan-sofu olarak bakmak mümkün değildir. Mesela, elde ihtiyaç fazlası mal lundurmanın iyi olmadığını söyleyen Ebu Zer Gıfari'yi Arap aleminde sos-Hst olan çağdaş bazı insanların sosyalist saymaları ve bu yaşayış ve düncesinin de sosyalizm olduğunu iddia etmeleri ne kadar gülünç ise, İs-1 mı bütün olarak yaşamaya çalışan insanların yaşayışlarından bazı unsur*lara bakarak onları zahid veya tasavvufçu saymak da gerçeklerle bağdaş*mamaktadır. Zaten zühd kelimesi Kur'an-ı Kerim'de sadece bir defa ve tas*vip edilmeyen bir anlamda kullanılmıştır.[106]Yoksa o insanların yaşadıkları hayata tasavvufçularm zühdü olarak bakmak veya böyle adlandırmak mümkün değildir.[107]


e- Nefis Tezkiyesi


Arapça'da nefis, kişinin kendisi demektir. Yani nefis ile kişi özdeştir. Kur'an ayetlerine bakıldığında nefsin hep kişi anlamında kullanıldığı görü*lür.

Felsefe ile tasavvufun kullanımında ise nefis, insanın içinde şahsından ayrı manevi bir varlıktır. Tasavvufa göre nefis, insanın amansız düşmanı*dır. Ömür boyu onu dize getirmek ve dizginlemek için kişinin onunla müca*dele etmesi gerekir. Azgın bir düşman olduğundan Ötürü insanın ölünceye kadar onunla savaş halinde olması lazımdır. Vücut kalesinde saklı olduğun*dan zaptetmek için vücut kalesini sürekli dövmek ve yıpratmak gerekir. Ne*fis dışarıdaki en azgın ve güçlü düşmandan daha korkunçtur. Onun için "Küçük cihadtan büyük cihada döndük" uydurma hadisinde nefse karşı ya*pılan mücadele düşmanla yapılan meydan savaşından daha büyük gösteril*miştir. Halbuki Kur'an ayetlerinde ve Rasulullahm sahih sünnetinde durum bunun tam aksidir.

Düşmana karşı yapılan cihadın en büyük cihad olduğu ve başka ibadetle*rin ona denk sayılamıyacağım gösteren ayet ve hadisler çoktur. Mesela Yüce

Allah şöyle buyurmaktadır:

"İnananlardan özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile mal ve canlarıyla Allah yolun*da cihad edenler birbirine eşit değildir. Allah, mat ve canlarıyla cihad edenleri dere*ce olarak oturanlardan üstün kılmıştır. Allah hepsine de cenneti vadetmistir. Ama Allah, cihad edenleri oturanlara, büyük ecirler, dereceler, mağfiret ve rahmetle üs*tün kılmıştır. Allah bağışlar ve merhamet eder. [108]

Bu konudaki hadislerden sadece bir tanesini belirtmekle yetineceğiz: "Bir adam Rasulullah'a sordu; Ey Allah'ın Rasulu! Bana Allah yolunda ciha*da denk bir amel söyle. Rasulullah, ona gücün yetmez, buyurdu. Adam, yine de söyleyin, dedi. Rasulullah şöyle buyurdu: Cihada çaktığın andan itibaren aralıksız namaz kılmaya ve iftar etmeden oruç tutmaya gücün yeter mi?"[109]

İslam anlayışında kişinin kendini ıslah etmesi, Allah'ın emir ve yasakla*rına bağlı olarak yaşamaya alışması, şeytanın fitnesinden korunmaya çalış*ması, her türlü iyiliğe yönelmesi, her türlü sıkıntıya katlanarak sabretmesi, emredilen bir şeydir. Müslüman olmak için zaten İslam, kişilerden bunu is*temektedir. Kurtuluşa ermek için İslam imanın yanında mutlaka salih ame*li şart koşmaktadır. Onun için Kur'an-ı Kerim'de iman kelimeleri hep salih amel ile birlikte kullanılmıştır. İman ile kişi müslüman olur ama salih amel olmadan cennete gitmek mümkün değildir. Kişinin kendini İslamın öngör*düğü terbiye ile terbiye etmesi ve bütün çirkinliklerden uzak duracak şekil*de tezkiye etmesi İslamın genel öğretişidir.

Amellerin birbirine üstünlüğünü hepimiz biliyoruz. Nitekim birçok defa müslümanlar Rasulullah'a amellerin hangisinin daha üstün olduğunu sor*duklarını görüyoruz. Kişinin kendini tezkiye ve terbiye ile uğraşması zorun*lu bir amel olmakla beraber, hiçbir zaman Allah'ın sözünü üstün kılacak ci-had ibadetinden daha üstün olduğu söylenemez. Zaten İslam da böyle bir şey söylememiştir. Büyük cihad-küçük cihadla ilgili anlatılan şeyler hadis olmayıp uydurma bir sözdür.

Kur'an-ı Kerim'de nefis bazı sıfatlarla anılmaktadır. Bunlar insanın için*de bulunduğu veya bulunacağı psikolojik durumlar yahut değişik hallerdir. "Ey huzur içinde olan mutmain kişi! O senden, sen de O'ndan hoşnut olarak Rabbine dön. Kullarımın arasına gir, Cennetime gir! [110] ayetinde olduğu gi*bi. Burada kişinin hoşnutluk durumu yahut hali belirtilmektedir. Buna razı olan nefis adı verilmiştir.

"Ben kendimi suçsuz saymıyorum. Şüphesiz kişi kötülük işlemeye çok düşkündür. Ancak Rabbimin rahmet ettiği kişiler bundan kurtulur[111] aye*tinde de kişinin heves ve şehvetlere düşkün yanı, yani cazip gelen şeylere insanın aşırı eğilimi, bu tür şeylere karşı zaafının fazlalığı ifade edilmekte*dir. Yoksa, insanın içinde sürekli kötülüğü emreden ikinci bir varlığı belirtmemektedir. Bilindiği gibi insanda hem iyilik, hem de kötülük işleme eğilimi doğuştandır ve imtihanın dayanağ] da bu iki şık arasındaki serbest ter-cihdir. İnsan iyilik işleme eğiliminin etkisi altında hareket ettiği taktirde mutlu, kötülük işleme eğiliminin etkisi altında hareket ettiği taktirde ise bedbaht olmaktadır. Felsefe ve tasavvuf insanın bu kötülük işleme eğilimi*ne "nefsi emmare" adını vermiş ve tasavvufun ana konusu kabul etmiştir.

Fakat kötülükleri emreden bu nefisle ilgili olarak şöyle bir soru akla gel*mektedir: Acaba bu emmare olan nefis neden iyilikleri değil de, hep kötü*lükleri emretmektedir? Halbuki emretme Özelliğine sahip olan bu nefsin bi*raz iyilikleri de emretmesi gerekmez miydi? Terbiye ve tezkiye ile insanın kötülük işleme eğilimi sıfıra indirilebileceğine göre, insanda kalıcı ve bağım*sız özel bir birim olarak sadece kötülükleri emreden bir nefis yoktur. Onun yerine, kötülük işleme eğiliminin insanda zaman zaman galip gelmesi ve ağır basması vardır. Bu da insanın kötülük işleme ve şehvetlere düşkünlük gösterme eğilimidir. Yoksa, değişmeyen ayrı bir nefis olayı değildir.

"Kınayan nefse yemin ederim.[112] Bu ayette de kişinin pişmanlık ve suç*lama özelliği belirtilmektedir. İnsan bir kötülük yahut haksızlık işledikten sonra işlediğine pişmanlık duyar ve böyle bir şeyi yaptığından dolayı kendi kendini sorgulamaya ve kınamaya başlar. Bu da insanın sorgulayıcı ve kınayıcı yanı yahut halidir. Tasavvuf buna "levvame nefis" adını vermektedir, îslamm anlayışında insan ruh ve beden olarak bir bütündür. Ruhu ne kadar saygın ve değerli ise vücudu da o şekilde saygın ve değerlidir. İslam, insana bölünmüş bir varlık olarak değil, bütün olarak bakmaktadır. Ahiret-te de kişiler ruh ve beden birlikteliği içinde haşrolacak ve azaba yahut mü*kafata muhatap olacaklardır.

İslam dışı felsefelerden etkilenen tasavvufun iddia ettiği gibi vüctıt, ruh için sürekli kurtulmağa çalıştığı bir zindan veya kafes değildir. Çünkü Yüce Allah ruhu yarattığı gibi vücudu da yaratmış ve ikisinin birlikteliğiyle kişi insan olmuştur.

Tasavvufa göre vücut ruhun zindanı veya kafesidir. Ruh bu zindandan kurtulmak ister. Çünkü ruh Allah'ın parçasıdır ve asli yurduna dönme özle*mi ile yaşamaktadır. Bu anlamı desteklemek için de "Sonra onu şekillendi*rip ruhundan ona üfleyen Allah'tır[113]"Mahrem yerini koruyan Meryem'e ruhumuzdan üflemiş, onu ve oğlunu alemler için bir mucize kılmıştık, [114]"Meryem oğlu İsa Mesih, Allah'ın peygamberi, Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve ondan bir ruhtur,[115] "Ona Ruhumuzu gönderdik de kendisine tam bir insan olarak göründü[116]"Kendilerine bir musibet geldiği zaman 'Biz Allah içiniz ve O'na döneceğiz' derler[117] gibi ayetlerde geçen "onun ruhu, ondan bir ruh, Allah'a ait olmak, ona dönmek" anlamındaki lafızlar delil gösteril*mekte ve insanların Allah'tan ayrılan parçalar yahut şeyler olarak onunla bütünleşmek için O'na döneceği söylenmektedir.

Halbuki ayetlerin bu anlamla hiçbir ilgisi yoktur. Evrendeki bütün var*lıklar gibi insanlar da Allah'ın malı ve mülküdür. Ayetlerde bulunan tamla*nan kelimeler tamlayanın kendisi ve parçası değildir. Bu gibi ayetlerde tam-lama mülkiyeti belirtmektedir. Yani insanlar da, ruh da, bütün yaratıklar da Allah'ın malı ve mülküdür. Mesela, "Evimi tavaf edenler, itikaf edenler, rüku ve sucud yapanlar için temizleyiniz[118] "Allah'ın devesine ve suyunn dokunmayın[119]"Allah'ın yarattığı işte budur. Onun dışındakilerin ne yarattı*ğını bana gösterin[120] ayetlerindeki tamlayan olan ev, deve, yarattığı isimleri nasıl Allah'ın parçası olmayıp sahibi ve maliki olduğu varlıklar ise, yine şe-hadet kelimesinde kullandığımız "Abduhu ve Rasuluhu" tamlamalarmdaki "Abdu" ve "Rasulü" isimleri nasıl Allah'ın parçası olmayıp sahip bulunduğu varlıklar anlamında ise, delil getirilen sözkonusu ayetlerde de tamlayan ola*rak gelmiş isimler için de durum aynıdır. Mülkü olan o ruhtan Adem'e, Mer*yem'e, İsa'ya üflemiş ve can kazandırmıştır. [121]Hz. Adem'e sahip bulunduğu ruhtan üfleyip can kazandırdığı halde, sapık felsefi tasavvuftan başka, kim*se Adem'in Allah'ın parçası veya kendisi olduğunu nasıl söylemiyorsa, Hz. İsa, Hz. Meryem ve diğer bütün insanlar için de söyleyemez.

"Sen iznimle, çamurdan kuş gibi bir şey yapmış, ona üflemiştin de iznim*le kuş olmuştu. [122] ayetinde belirtildiği gibi Hz. İsa çamurdan yaptığı kuşa benzer şeylere üfleyince o şeyler canlanmış ve kuş olmuştur. Bu kuşların Hz. İsa'nın bir parçası olduğunu ve onunla bütünleşme Özlemi ile yaşadığını söylemek mümkün olmadığı gibi, Allah'ın yarattığı bütün varlıklar için de durum aynıdır.

Ayetlerde anlatılan şudur: Varlıklar onun emretmesi yahut can verme*siyle vücut bulmuştur. Dünyada işlediklerinin karşılığını görmek üzere in*sanlar ahirette Onun huzuruna döneceklerdir. Nitekim Allah'tan geldiği ve onun bir parçası olduğu söylenen ruhların kimi sahipleri kafir ve günahkar olarak Allah'ın huzuruna çıkacak ve cehennemde azap göreceklerdir. Kafir ve günahkarların cehennemde ruh ve beden olarak azap görecekleri de ke*sin bir şeydir. Allah'tan koptuğu veya bir parça olduğu iddia edilen ruhun cehennemde azap görmesi demek, Allah'ın azap görmesi demektir. Bu ba*kımdan böyle bir anlayıştan Yüce Allah'ı tenzih ederiz.

Yeri gelmişken, Kur'an-ı Kerim'de "ruh" kelimesinin kullanıldığı anlam*lara değinmekte yarar vardır. Kur'anda ruh kelimesi şu anlamlarda kulla*nılmaktadır:

a-Hayat ve hareketi sağlayan şey anlamında kullanılmıştır: "Sana ruhu sorarlar. Deki, ruh Rabbimin ermindendir, size ancak az bilgi verilmiştir[123] ayetinde belirtilen ruh.

b-Bazı meleklere ve özellikle Cebrail'e ad olarak kullanılmıştır: "Uyarıcı*lardan olman için Ruhulemin onu kalbine indirdi. [124] "Ona Ruhumuzu gön*derdik de kendisine tam bir insan olarak göründü[125] ayetlerinde belirtilen ruh.

Görüldüğü gibi Cebrail için isim olarak kullanılan ruh adını Yüce Allah kendisine izafe etmekte ve "Ruhumuz" demektedir. Cebrail'in Allah'ın ken*disi veya bir parçası olduğunu hiçbir kimse söylemeyez.

c-Kur'anm adı olarak kullanılmıştır: "Bu şekilde sana emrimizden bir ruh vahyettik[126] ayetindeki gibi.

Yüce Allah ile yaratıklar ve bunlardan biri olarak insan arasındaki ilişki yaratan ile yaratılan, kulluk yapan ile kendisine kulluk yapılan ilişkisidir. Allah bütün varlıkları yaratmıştır. Onlar da her şeylerini Allah'a borçludur*lar. Allah ile yaratıklar arasında bütün veya parça olarak organik hiçbir bağ yoktur ve olması da mümkün değildir. Nitekim Hz. Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu söyleyen yahudiler, Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu söyleyen hıristiyanlar ve melekleri Allah'ın kızları olarak gören, cinleri ortak koşan, oğul ve kızlar isnad eden müşrikler Kur'an'm hükmüyle kafir olmuşlardır. Aynı şekilde yapısında Allah'tan bir parça veya organ yahut özellik olduğu*nu söyleyenler de kafirlerin konumuna düşerler. Onun için insanların Al*lah'ın bir parçası veya ruhu olduğunu, yer yüzünde Allah'ın şeklini temsil ettiğini söyleyen anlayışların İslam ve tevhidle hiçbir ilişkisi yoktur. Bu an*layış Hıristiyanlık, mecusi Mani dini ve başka inanç mensuplarının ürünü*dür. Bu inanç ve felsefelerin etkisiyle tasavvufa sızmış ve felsefi tasavvufta değişik şekillerde terennüm edilmiştir.

Mesela, Celaleddin Rumi ruhun vücut kafesinden kurtuluşunu düğün ve bayram görmektedir. Ruh adına Ney"i konuşturarak kamışlıktan koparıl*mayı ruhun Allah'tan ayrılması olarak ifade etmekte ve inlemesinin de ru*hun bu ayrılıktan duyduğu izdırap olduğunu söylemektedir. Ruhun güya Al*lah'a kavuşması olan ölümü de iki sevgilinin kavuştuğu zifaf gecesi olarak nitelemektedir. Mesnevi'nin başında anlatılan bu anlayış, bir ana tema ola*rak Mesnevide işlenmektedir Mesnevi'yi tercüme ve şerh eden Abdulbaki Gölpmarlı bunu şöyle dile getirmektedir:

"Eski sarihlere göre buradaki ney, "İnsan-ı kamil"dir. O, birlik kamışlığından kesil*miştir. Kendi varlığından geçmiş gerçek varlıkta var olmuştur. Ondan çıkan her s-es, tanrı iradesini bildirir; Onun İhtiyarı, tanrı ihtiyarıdır. Fakat görünüşte sıfatlarla, fiillerle kayıtlıdır; Bu bakımdan ıtlak alemini özler. Daha doğrusu da, onun bu özle*yişi bir cilvedir, kendi kendisine bir nazdır.. .[127]

"Mevlana, "Dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor; ayrılıkları nasıl anlatıyor" derken, hem kamışlıktan kesilen ney'i, hem de mutlak varlıktan mukayyed varlığa düşen kendisini kastetmektedir... [128]

"Canı beden ayıbından kurtulunca, sevine sevine aslına gitti. Can, Doğan kuşuna benzer, ten ona tuzaktır. O, beden tuzağına ayağı bağlı, kana*dı kırık bir halde düşüp kalmıştır.

Fakat, aklı fikri gidince ayağı açıldı, artık o doğan kuşu, Keykubad'a uçar gider. [129] Mesnevi sarihlerinden Tahir Mevlevi de bu konuda şöyle demektedir: "insan-ı kamil de böyledir. Neyistan-ı ezelden, yani (ayan-ı sabite) aleminden, da*ha açığı, alemi ilahideki mekisinden kader şevkiyle şu dünyaya getirilmiş, beşeriyet kaydına ve anasırı tabiat bendine vurulmuş, ayrılık ateşiyle bağrt şerha şerha ol*muş, makamı kadimindeki feyizden mahrum kalmış, kalbini nefsin heveslerinden, zihnini (hesti mevhum), yani şu vehimden ibaret varlıktan tahliye etmiş, kendisini Allah'ın kudret ve düzenine terkeîmiş, müessiri hakikinin iradesine vasıta olmaktan başka bir vazifesi kalmamış, nefha-u ilahiye hangi perdeden zuhur eylerse o nağ*meyi icra ediyor.

Mahlukattan her birinin vatanı aslisine karşı muhabbeti olması ve onun hasretiyle ağlayıp inlemesi ve şikayette bulunması tabiidir.

Neyden maksat, bildiğimiz ney olsa da, mecazen insanı kamil bulunsa da, her iki*sinde de bu vatan hasreti bulunduğundan, hikayelerinin dinlenilmesi faydalıdır. [130] "İnsanı kamil de menşe-i feyzi olan ayanı sabite aleminden ayrılıp şu beşeriyet sahasına geldiği ve firkatin acıklı ızdırabını çektiği için, yüreğinden fışkıran tesirli söz-ipr kim olursa olsun dinleyenleri kabiliyetleri derecesine göre müteessir eder.[131] Ranlayışı Cüneyrî Bağdadi ise şöyle dile getirmektedir:

Rabbin, Adem oğullarının bellerinden zürriyetierini almış ve onları nefisleri üzerine şahadet ettirmişti; Ben sizin Rabbınız değil miyim? Evet, demişlerdi. Allah, insanlar yok iken kendisinin yaratmasıyla var oldukların! ve ondan sonra on*lara hitabettiğîni haber vermiştir. Bu varlık, yaratıklara mahsus varlık cinsinden de*ğildir. Bu, o manada bir varlıktır ki Allah'tan başkası[132] bilmez, işte bu varlık o rabbani varlıktır ve o ilahi idraktir ki ancak Allah'a mahsustur.

Onları çağırdığı zaman onlardan kendisine cevap veren yine kendisi idi. Onlar, onun huzurunda sadece düşünce halinde bulunuyorlardı. Sonra tanrı, o tasavvur halindeki yaratıklarını tohumlar gibi yapıp kendi iradesiyle insan tohumu haline naklederek Adem aleyhisselamın beline koydu. Ve yine Allah, onu şu sözü ile ifade etti: Rabbın adem oğullarının betlerinden zürriyetierini aldı ve onları kendi nefisleri üzerine şahadet ettirdi;Rabbınız değil miyim?

Böylece şam yüce Allah onlara, mevcut değillerken ve sadece bir tasavvur halinde bulunurlarken hitabettiğini haber verdi. Onlar da Hakkı biidiler ama kendi varlıkla*rıyla değil. Kendi varlıklarından hiç haberleri yoktu. Orada Hak, Hak ile var idi. Bu varlığı ondan başka kimse bilemez ve kendisinden başkası bulamaz".

Demek ki Cuneyd'e göre insanın iki çeşit varlığı vardır. Biri tanrısal var*lığı ki Allah'ta düşünce halinde var olmaktadır. Zamansızdır. Bizler dünya*ya gelmezden önce böyle bir varlığa sahiptik. Diğeri de yaratılmış olan şek*li varlıktır.

Birinci varlığın mahiyetini Allah'tan başkası bilmez. Bu varlık en tam ve en mükemmel varlıktır. Cuneyd'in tasavvur halindeki varlık dediği, Al*lah'ın bilgisinden başkası değildir. Allah bizim var olacağımızı biliyordu ve onun bilgisinde vardık. İşte allah, o bilgisindeki varlıklara hitabederek 'Ben sizin Rabbınız değil miyim?" demiştir.

O zaman var olan kimdi? Var olmazdan önce nasıl var olabilir? Saf, hoş ve kutsal ruhlardan başkası mı tanrının sorusuna cevap vermiştir? Bunlar Allah'ın geçerli gücü ve tam dilemesiyle cevap vermiş değiller miydi?

Tanrı, bu ide halindeki zamansız, soyut ruhtan ibaret varlıkları kesif zamanlı kalıplara koymuştur. İnsan bu kalıba girmekle o tanrısal ve tam varlıktan ayrılmanın hasretini çeker. Tekrar öyle bir varlığa sahip olmak ister. İnsanın bütün üzüntüsü ondandır. Hele güzel manzaralar gördüğü zaman üzüntüye benzer bir his duyması, o tanrısal varlığı hatırlamasından ileri gelir. Zira her güzel, o tanrısal güzelliği hatırlatır.

Madem ki insan vaktiyle böyle bir üzüntüsüz, tasasız, mükemmel bir varlığa sahipti. O halde bu tasasız varlığa dönmek için çalışmalıdır. Peki a-ma bu varlığına nasıl dönecek insan? İşte Cuneyd bunu fena fillah görüşüy*le açıklamaktadır.

Tanrısal varlığına kavuşmak isteyen muvahhid, beşeri varlığını kaybet*mek, unutmak zorundadır. İşte bu kaybediş haline "Fena" denir. Cuneyd, fe*nayı üç mertebeye ayırır:

a-Ame!lerini yaparak, cehd ve gayret sarfederek, nefsine aykırı giderek onu istedi*ği amellere koşarak , nefsani sıfatlardan, huylardan ve tabii özelliklerden fani ol*maktır.

b-Hakkın senden istediği şeye uymak ve seninle onun arasında hiçbir vasıta kal*mamak, her şeyden vazgeçip sırf ona yönelmek, ibadet ve taatlardaki zevk alma düşüncelerinden fani olmaktır.

c-Vecdin son mertebesinde Hak şahidi galebe edince artık Allah'ı müşahedeye er*menin farkına varmaktan da fani olmaktır. İşte o zaman sen fani bakisin. Res-min(görünüşün) kalır ama, ismin (benliğin) kalkar. Artık sen başkasıyla olursun.[133]

İnsanın Allah'tan ayrıldığı düşüncesini Yaşar Nuri Öztürk de şöyle dile getirmektedir:

"Bu sürekli yolculuk, tasavvuf düşüncesindeki "Asli Vatan" kavramıyla da ilişki ar-zeder. Asli vatan, insanın ruhlar alemindeki yeridir. Mevtana bunu Mesnevi'sinde, "Kamışlık", İkbal ise Cavidname'sinde "Can Yoldaşın Yanı" olarak nitelendirmiştir. Bu aslî vatan-ki insanın ayrıldığı bütün olan Allah'tan başkası değildir-tanımlana-maz, ele geçmez, yakalanmaz bir hedef ve sevgili olduğundan, ona varma zevki o-nun yolunda olma zevkinden başka türlü düşünülemez. Onu istemek ve yine iste*mek. . . İşte aşkın esası da, mükafatı da budur. "Allah kullarından bir topluluğa: "Güneşin altında sizi böyle kıvranarak durmaya iten nedir?" diye soruldu da, onlar şu cevabı verdiler: "Gölgeyi arayıp istemek zevki. " İstemek ve aramak, aşık için Allah dışında her şeyi yabancı, her yeri gurbet haline getirmiştir. Kuşadaiı bunu şu güzel sözü ile ifadeye koymuştur: "Vatan-ı aslimiz, bezm-i elest (Allah'tan ayrıldığı*mız an ve alemjdîr. Her yerde misafir gibiyiz. [134]

Bu anlayış Tasavvuf! Türk Edebiyatı veya Divan Edebiyatına da boyası*nı vurmuş ve temel felsefesi olmuştur. Ahmet Kabaklı bunu şöyle ifade et*mektedir:

"Tecelli dolayısıyla evrendeki her şeyde tanrı sıfatlarının belirdiğini (yani İlahi sıfat*ların canlı ve cansızlar şeklinde tezahür ettiğini) görmüştük. Allah, gerçi her şeyde bir veya birkaç sıfatı ile görünmüştür ama bütün sıfatlarıyla tecelli ettiği biricik nes*ne insandır. Bu yüzden insan, hem yokluk, hem varlık, çirkinlik ve güzellik unsurla*rını kendinde toplamıştır.

Tanrının bütün sıfatları, evrende dağınık ama insanda toplu olarak vardır. Aynaya baktığında nasıl kendini görürse, Allah da bütün vasıflarını toplu olarak insanda görmüştür.

İnsan biri ölümlü (fani), öteki ölümsüz (ebedi) olan iki unsurdan teşekkül eder. Ölümlü oian (fani), gövde (ten) unsurudur ki kainatta ateş, hava, su vetopraktan ibaret (dört unsurjdan meydana geien bütün diğer nesnelerden farksızdır. Bu göv*denin ruh denilen ilahi manevi varlığı barındırıp misafir etmekten başka bir görevi, bir değeri yoktur. Maddi olan bütün nesneler gibi o da çürüyüp dağılacaktır. Ölümsüz unsur ise; insana asıl şerefini ve değerini bağışlayan ilahi tarafımızdır. Ruh (can) adı verilen bu unsur, Tanrının bütün sıfatlarına mazhardır. insanda (var olan), ebedi olan ve bırgün tanrıya ulaşacak olan bu ruh varlığımızdır.

Allah'tan kopmuş olan uyanık ve hasretli ruhu Mevlana Celaleddin Mesnevi'sinde neyi ile anlatmaktadır. İnsan ruhu, kamışlıktan koparılmış olduğu için durmadan in*leyen, herkesi dertlendiren bir neydir. Nitekim Mesnevi "Dinle neyden ki anlatıyor-Ayrılıklardan şikayet ediyor" mısralarıyla başlamaktadır.

Allah'tan bir parça olan ilahi ruh, nereden geldiğini, ne yüce olduğunu hatırlatmak*ta, bundan dolayı kafeste tutulan bir kuş gibi gövde içinde çırpınmaktadır, inanışla*rı duyar da ten unsurunu eritirse, hürriyetine kavuşarak evvelceden tanıdığı ilahi vatanına tekrar yükselecektir.[135]

Bu temel bilgilerden sonra İslamm ve tasavvufun nefsi eğitme (tezki-ye)sine gelince; İslam'ın, nefsi eğitmesi (nefis tezkiyesi) Kur'an'ın öğretileri ve Rasulullah(s)'m Örnekliği ile gerçekleşirken; tasavvufta nefis tezkiyesi, tasavvuf şeyhlerinin icad ettikleri çoğu dindışı uygulamalarla gerçekleş*mektedir. İslam, nefsi getirdiği emir ve yasaklarla (hükümlerle) gerçekleş*tirdiği eğitim ve teşviklerle en mükemmel şekilde eğitmektedir. Kişinin ha*ramın bütün şekillerinden uzak durması ve hayatını helallerle şekillendir*mesi yanında, her yerde ve her zaman Allah'ın kendisini görüp murakabe ettiğini, kuvvet ve kudretiyle kendisini ihata ettiğini ve O'nun külli iradesi altında çalıştığını unutmaması, O'ndan korkması, rahmetini umması, O'nu anması, insanları küfür ve kötülük şekillerinin tümünden uzaklaştırmaya Çalışması, muhtaçları gözetmesi, acıma duygusuyla varlıklara şefkat göstermesi, büyük-küçük insanların haklarını gözetmesi, akrabalık, komşuluk ve üzerinde hakkı bulunan kişilerin haklarını gözetmesi, toplumsal görevleri*nin bilincinde olması, dayanışma ve yardımlaşma duygusu taşıması, feda*karlık ve diğergamlık ruhuna sahip olması, eli ve diliyle bütün kötülükleri önlemeye, gücü yetmediği zaman kalbi ile onlara buğzetmeye çalışması, Al*lah'a, Rasulullah'a, ulu'l-emirlere ve bütün mü'minlere karşı samimi olması, onları her zaman doğruya yöneltmesi ve yanlışlardan sakındırması, malı ve canıyla, dili ve kalemiyle cihad etmesi, malından açık ve gizli infak yapma*sı, ilim okuması ve okutması, en azından ilim tahsilinde dinleyici olması, in*sanlara Allah'ın dinini tebliğ etmesi, kişisel ve toplumsal bütün hayat kesit*lerinde Allah'ın hükümlerini gözetmesi, cennet va'dini ve cehennem azabım gözönünde tutması, geçmiş milletlerin tutum ve akıbetlerinden ibret alması, kendisini kuşatan şu alemde yüce Allah'ın ayetlerini düşünüp taşınması, onun rahmetini, büyüklüğünü, yüceliğini ve sonsuz lütfünu düşünmesi, gece ile gündüzün, renklerin ve dillerin, mevsimlerin, ilahi kudretin eseri olan tabiat ve toplum yasalarının Allah'ın yüceliğini nasıl gösterdiğini ve n;ısıl birer ayeti olduğunu anlamaya çalışması, insanlarla hatta diğer yaratıklar*la ilişkilerinde tevazu ve şefkat sahibi olması, iyiliksever, hoşgörülü, yönlen*dirici, eğitici, nasihat edici olması, Allah'a çokça tevbe ve istiğfarda bulun*ması, kafirlere karşı yeri geldiğinde metin ve çetin olması, itaat, şükür, he*lal yemek ve helal kazanmak, kanaat, tevekkül, şeytana düşmanlık, Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, doğruluk, iyi niyet, haya, istikamet, ya-kin sahibi olmak; zina, içki, kumar, yalan, iftira, hile, rüşvet, ana babaya itaatsizlik, sihir, yetim malı yemek, faiz, evli kadına iftira, ilhad, öfke, ölçü ve tartıda hile yapmak, Allah'ın rahmetinden ümid kesmek, Allah'ın azabın*dan emin olmak, deyyusluk, yol kesmek, sövmek, israf, başkasını alaya al*mak, başkasına lakap yakıştırmak ve kötü isimle anmak, gıybet, ihanet, bid'at, harama şehvetle bakmak, lanet etmek, müslümanla konuşmamak, avret yerini açmak, tekelcilik ve karaborsacılık, meşru bir ibadeti iptal et'-. mek, kötü zan, kibirlenmek, gösteriş ve dalkavukluk, yağcılık ve jurnalcilik, nimete, nankörlük, cehalet, sabırsızlık, inatçılık, taklid, kin ve nefret, gad*darlık, uzun emel, aldatmak, münafıklık, fitnecilik, heva ve hevesine uy*mak, günaha izin vermek, emanete hıyanet, zulmü ve haksızlığı Önlemeye çalışmamak, misafire iyi davranmamak, komşuya eziyet etmek, borcunu mümkün olduğu halde ödememek veya geciktirmek, müslümanları zarara sokmak, haram elbise giymek, yalan şahitlik yapmak, yalan yere yemin et*mek, Rasulullah'a ve Kur'an-ı Kerim'e karşı saygısızlık göstermek, Rasulullah'a iftira etmek, haksız yere insan öldürmek, küçük günah işlemeye de*vam etmek, söz ve fiille müstehcenlik yapmak ve kötülüğü teşvik etmek, verdiği bir şeyi başa kakmak, kahin, müneccim, sihirbaz ve benzerlerini tas*dik etmek, haksız yere mücadele etmek, riyakarca davranmak, köleyi ha*dımlaştırmak, kişinin hem kendisinin hem de aile fertlerinin haklarına riavet etmemek, tecessüs, adaletten uzaklaşmak gibi İslam'ın yasakladığı fiil*lerden mümkün olduğu kadar kaçınması konularında insanı Kur'an-ı Kerim'in eğittiği ve bu konularda Hz. Peygamberin örneklik yaptığını biliyo*ruz.

Bunun dışında kalan ve İslam'ın tasvip etmediği şeylerle yahut yollarla nefis tezkiyesini savunmak, hele bunun İslam'ın ruhu ve özü olduğunu söy*lemek şüphesiz İslam değildir.

Hürriyet, bağımsızlık, sadece Allah'a kulluk, şeref ve haysiyet, izzet ve kahramanlık dini olan İslam'ın insana bakış ile insanı miskinleştiren, ezen, bağımsız kimliğini ve iradesini yok sayan, şeyh ve mürşid ilişkisini kurum-laştıran tasavvuf anlayışının insana bakışı arasında çok temel farklılıklar vardır. Vahyin rehberliği ve risaletin önderliği neticesinde daha önce tam anlamıyla barbar bir cahiliyye hayatı yaşayan insanlar, saadet asrının birer sahabisi durumuna gelirken, Kur'an'da övülen bu neslin tasavvufun şu veya bu yolunu, şeyhini, tarikatını izleyerek bu seviyeye geldiklerini hangi akıllı söyleyebilir?

Hayatını Kur'an-ı Kerim'in canlı bir örneği haline getiren ve ona aykırı bütün şeyleri reddeden ashab neslinin sonu gelmeyen uzun teşbihleri çeke*rek, kudüm ve def çalarak, ney ve kaval üfleyerek, raks ve sema ayinleri dü*zenleyerek, kendinden geçip ayakta ve dizüstü çöküp zikir dedikleıi danslar yaparak, gazel ve kasideler okuyarak, rabıta ve silsile ezberleyerek, posta oturup el öptürerek, fakirhane açıp çile doldurarak, kadın erkek karışıp ışıkları söndürüp gözleri yumarak ve başları Örtüp binlerce virdler çekerek, Allah'ın dinini yayıyor ve keramet gösterisi yapıyor deyip insanların vücut*larına şişler batırarak veya bıçaklarla vücutlarını yararak, sihirbaz ve cam*bazların yaptıkları gibi avuçta ateşler ve kızgın demirler tutarak ve bütün bunların üstünde pîr denilen kişiler edinip putlaştırarak bu seviyeye geldi*ğini kim iddia edebilir? Bütün bu yapılanların İslam'dan olduğunu ve ona uygun bulunduğunu nasıl söyleyebiliriz?

Felsefesi, yöntemleri ve pratiği ile tasavvufun İslam'ın nefis tezkiyesi metodundan ayrı ve uzak olduğu açıktır. Yukarıda ancak bazı yönlerini sı*ralayabildiğimiz İslam'ın nefis tezkiyesi metodu ile tasavvufun nefis tezkiyesi metodu ve anlayışı birbirinden tamamen farklıdır. Bu tezkiye sonunda ikisinin sonuçları da çok ayrı olmaktadır. Tasavvufun nefislerini güya tezki*ye ettiği insanların kimi uluhiyet ve rububiyet iddialarında bulunmakta, ki*mi Allah'ın zatını müşahede ettiği ve arşının üstüne çıktığını söylemekte kimi İslam'la hiçbir ilişkisi bulunmayan ve tamamen esrarengiz muamma*lar olan makam, rütbe, sıfat ve unvanlar iddia etmekte, kimi öldükten sonra da hayatta tasarruf ettiğini söylerken, kimi levh-i mahfuzda olanları görüp okuduğunu, değiştirdiğini, melekut alemini kolaçan ettiğini söylemektedir. İslam'dan ayrı bir vadide gelişen tasavvufun kavram ve isimlerine bir göz atıldığında bu gerçek açıkça görülü.[136]

Tasavvufla nefislerini tezkiye ettiklerini söyleyenlerin kimi eşyanın ha*kikatlerini inkar ederek ne varsa hepsinin Allah olduğunu söylemekte, kimi gözün gördüğü, kulağın duyduğu ve kalbin hatırladığı herşeyin bir tarafa bı*rakılarak bu organlarla sadece Allah'ın görülüp, duyulup hatırlanacağım ifade etmekte, kimi velilerin peygamberlerden üstünlüğünü savunurken, ki*mi Firavn ve cahiliyye müşrikleri gibi kafirlerin gerçekte arif billah olduğu*nu iddia etmekte, kimi keramet göstereyim derken hayvan, cin ve yabani varlıkların suretine girdiğini söylemekte, kimi oturduğu yerden kainatı par*mağıyla oynattığını ve dünyanın öbür ucundaki işleri idare ettiğini belirt*mekte, kimi pîr ve şeyhinin kalbleri okuduğu, gaybı bildiği ve melekut ale*miyle irtibat halinde olduğunu anlatmakta, kimi kendini kafirlerden müş*riklerden, hatta hayvanlardan daha aşağı saymaktadır. [137]

Aslında nefis tezkiyesi yaptıklarını iddia ederek nefsi insanın içinde iflah lah olmaz bir düşman olarak gören tasavvufçular, ömür boyu kendi bilerine içlerinde bir düşman belirleyerek kendi kendileriyle mücadele leri, kendileriyle barışık değil kavgalı olmaları, hayatı nefis mücadelesi nine oturtmaları ruh ve nefislerinin ne kadar hasta olduğunu göster ktedirler. Bir insanın Ömür boyu kendi kendisiyle kavgalı olması, hep ndi varlığıyla mücadele etmesi, kendi kendisiyle mücadele etmesini savaş nieydanlarında kafir düşmanla yapılan savaştan daha büyük görmesi sağlık lameti değildir. Bir bütün olarak insanın fıtri istek ve ihtiyaçlarını şeriatın belirlediği şekilde karşılamamak için mücadele etmek, vücudu nimetlerden mahrum bırakmak, meşru yeme, içme, evlenme, uyuma, neşelenme, çalış*ma kazanma ve harcama, çocuk sahibi olma ve diğer bütün nimetlerden ya*rarlanmayı red etme elbette sağlık alameti olamaz. Tasavvufçular bu metodla nefislerini tezkiye ettiklerini söylerken, aslında Allah'ın yarattığı fıt*ratı değiştirmekte ve kendilerini tezkiye değil, belki çarpık bir eğitime kur*ban etmektedirler. Yüce Allah'ın "Rabbimiz, bize dünyada iyilik, ahirette de iyilik ver, ateşin azabından koru[138] "Allah'ın sana verdiği şeylerle ahiret yurdunu ara ve dünyadan da nasibini unutma[139] ayetlerinde belirtilen dün*yanın iyi ve güzel nimetlerinden mahrum bırakmakla Allah'ın koyduğu fıtrî yasaya da aykırı davranmaktadırlar. Halbuki yüce Allah verdiği nimetleri kullarının üstünde görmek ister. Zaten o nimetlerle imtihan etmekte, ne ka*dar meşru olarak kullanacaklarını, ne kadar şer'i ölçüler dışına çıkacakları*nı ölçmektedir. Böylece islamın madde ve mana dengesini koruyan İslam eğitimi gerçekleşmiş ve insanlar dengeli bir yapıya sahip olmaları sağlan*mış olur.

Şüphe yok ki, toplumda insanlar,. Kur'an-ı Kerim'in eğitiminden uzak kaldıkları ve Rasulullah'm sünnetine yabancı oldukları için tezkiyeyi onlar*dan başka alanlarda aramış ve İslam'a yabancı, batıl yollara düşmüşlerdir. Böylece İslam'a yabancı yollar toplumda revaç bulmuş ve Kur'an ile sünnet eğitimi artık çok garip karşılanmıştır. Bunun neticesi olarak insanlarla Kur'an'ın arası açılmış, mesafeler meydana gelmiştir. Bu boşluğu birtakım insanlar bulanık ve İslam'a yabancı kültürleriyle doldurmaya çalışmıştır. Gündemlerinde Kur'an-ı Kerim ve Rasulullah'm örnek yaşayışı olacağı yer*de, başka insanların menkıbeleri, bid'atları, keramet iddiaları, din anlayış*ları, kimi yerde İslam'la uyuşan kimi yerlerde de onunla çelişen yaşayışları °lmuş, bunlar Örnek alınmış ve gittikçe kutsallaştırılarak dinin yerine geçi*rilmiştir.

Bu insanlar toplantılarında, sohbetlerinde, görüşmelerinde ve tezkiye amacıyla bîr araya geldiklerinde Kur'an-ı Kerim'i okuyup anlama, öğrenip anlatma ve uygulama yerine, birtakım, kişilerin adab ve menkıbe kitaplarını okumakta veya anlatmaktadırlar. Kur'an-ı Kerim'de hidayetlerine uymamız emredilen peygamberlerin tevhid mücadeleleri ve dine davetleri araştırılıp anlaşılacağı yerde, silsile olarak onların ezberlenip okunacağı ve ahlakları örnek alınacağı yerde, tarikat şeyhlerinden oluşan silsile ezberlenerek okunmakta, onlarla teberruk edilmekte, onların çoğu yerde İslam'a yabancı yaşayış ve tezkiye yolları örnek alınmaktadır.

"Bunların yerini Kur'an'm ve sünnetin alması gerekir, insanlara öncelik*le Kur'an eğitiminin verilmesi gerekir" deyip öğüt veren ve yol gösterenler olursa, bunlar yadırganmakta, yanlış anlaşılıp anlatılmakta, hatta hiyanet ve bozgunculuğa kadar varan birtakım suçlamalarla suçlanmaktadır. Böyle çevrelerde sürekli gündemde tutulan ve aktüalitesini kaybetmeyen birtakım yaftalar ve şablonlarla lekelenmekte, insanlar üzerinde olabilecek yönlen*dirmelerinin önüne bu şekilde setler çekilmektedir.

Kur'an hidayetinden uzak eğitim sistemleri ve yollan zamanla bu sonucu doğurmuş ve eğriyi doğru görecek kadar görüşü çarpık nesillerin yetişmesi*ne yol açmıştır. Bütün bunlar müslümanların tekrar Kur'an-ı Kerim'e yö*nelmeleri, inanç, düşünce, anlayış ve örneğini ondan almaları, ondan besle*nip duygu ve düşünce dünyalarını onunla şekillendirmeleri, hayatlarını onunla düzenlemeleri, onunla oturup kalkmaları, gündemlerinde onu tut*maları, bütün işlerinde onu Ölçü ve hakem yapmaları, önünde çekilen perde*leri ve dikilen setleri bertaraf etmelerinin ne kadar gerekli olduğunu açıkça göstermektedir.

Hz. Peygamber ve ashabı zamanında tarikat, şeyh, mürid, jadab, hücre*lerde çile doldurma ve nefsi öldürme gibi şeylere rastlamadığımız gibi tasav*vuf kültürü ve felsefesinin oluşturduğu terminolojiye de rastlamıyoruz. Vah-det-i vücud, vahdet-i şuhud, fakr, sekr, sahv, mahv, aşk, fena, tevessül, istiğase, rabıta, hakikat-ı muhammeddiyye, hatemu'l-evliya, aktab, evtad, ğavs, keşf, feyiz, ehadiyet, vahidiyyet, tekke, derviş, şeyh, mürid, kuddise sirruh, kuddise nuruhu, kuddise ruhuhu gibi izahı ciltlere varan tasavvuf kavram ve uygulamalarının hiçbirine rastlamıyoruz. İslam'ın bütününden koparılan ve tasavvufa monte edilen ahlak, tevazu, edeb, itaat, teslimiyet, istiğfar, teşbih ve zikir, haramlardan sakınma ve şeytana uymama gibi bir*takım terimlerin ancak İslam'ın bütünlüğü içinde gerçek anlamlarını taşı*yabileceği ve bu anlamların tasavvufa giydirilen anlamlarla ilgisinin bulun*madığı bir gerçektir. Bunlara İslami terimler veya anlamlar yerine tasavvu veya anlamlar olarak bakmak da hem İslam'a haksızlık, hem de büvük bir yanlışlık olur olunca ne oldu? Fetihlerle beraber ve daha sonra İslam'a giren birilletler beraberlerinde eski dinsel ve kültürel hayatlarının bazı un getirdiler ve yaşattılar. Türklerin Şamanizm, İranlıların Mani ve üst inançları, Hintlilerin Budizm ve Brahmanizm dinleri,

Hristiyan ve Yahudi unsurların dinleri, Kuzey Afrika'nın yöresel dini an-i vıs ve yaşayışları, Eski Yunan inaç ve felsefeleri İslam'a giren insanlarla h raber değişik şekil ve oranlarda İslami hayata sızarak sindi. Cahiliyye devrinde Arap müşriklerinin sahip olduğu ve uçan kuştan deve yavrusuna kadar pekçok şeyde kutsallık gören çok sayıda cahili inanç unsurlarının za*manla toplumda hortlaması da buna dahildir. Mesela birtakım gün ve gece*lerin uğursuzluğu, ocak anlayışı, nazar boncuğu, kapıya, tarla ve bahçeye birtakım fetişlerin asılması ve dikilmesi, şu gün ve saatte birtakım işlerin yapılmasının uğur veya uğursuzluğu, gibi inançların eski dini inançların de*vamı olduğu bilinmektedir. Hatta şeyhliğini veya seyyidliğini ilan eden bir*takım ailelerin kendilerine "Ocak" adını vermeleri de bu inanca dayanmak*tadır.

Kabirlerle tevessül, kabirler üzerine bina yapma, kabirleri ziyaret edin*me, onlar için mevlidler düzenleme, ruhlarının hayatta tasarruf ettiğine inanma gibi inançların da İslam Öncesi dinlerden ve ehli-i kitap inançların*dan geldiği bir vakıadır. Türbelere mum yakma, ağaçlara bez parçası bağla*ma inançları da bu eski inançların kalmtilarmdandır. [140]Batın fıkhı ve zahir fıkhı yahut dinin batını ve zahiri olduğu inancı da bu anlayışın bir devamı*dır. Aynı şekilde tasavvuftaki fena, makam, vahdet-i vücud, vahdet-i şuhud, tecelli, ehadiyyet-vahidiyyet, gavs, kutub, ruhların tasarrufu ve ruhlardan istimdat, felekler ve benzeri inançlar da Hint ve eski Yunan kültür ve felse*fesinden gelmektedir. Nitekim vahdet-i vücudun panteizm olup olmadığı tartışmalarının bugüne kadar devam etmesi de bunun bir ifadesidir. [141]

Bütün bunlar ve burada sayamayacağımız daha pekçok şeyin İslam top*lumunda temelsiz kalması düşünülemezdi. En başta tarikat sisteminin Isla-nıi bir temele oturtulması gerekiyordu. Onun için hadis rivayetindeki senet sistemine benzer bir tarikat senedi sistemi düzenlendi. Kimi tarikatlar, falan filandan aldı sistemiyle Hz. Ebubekir'e ve oradan Rasulullah'a dayandı-rilırken, kimileri de Hz. Ali ve oradan Rasulullah'a dayandırıldı. Kimisi bu geçişin Hira Mağarasında gizlilik içinde olduğunu söylerken, kimisi de evde yahut vadide yine gizlilik içinde Hz. Peygamber ile Hz. Ali arasında olduğu*nu söyledi. [142]Böylece bütün insanlığa gelen dinin özü, ruhu, zübdesi, ihsanı, ihlası ve takvası, kısaca tasavvufun deyimiyle, işe yarayanı Hz. Peygambe*rin hayatında bütün ashab arasında sadece bir kişiye tebliğ edilip diğer bü*tün ashab neslinin bundan mahrum bırakıldığı da iftira edilmiş oldu. Hem de Yüce Allah'ın "Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, onun elçiliğini yapmamış olursun. [143] buyurmasına rağmen! Ve*da Haccı'nda yüzbini aşan ashabın huzurunda Allah'ın dinini bütünüyle tebliğ ettiğini Rasulullah'm ilan etmesi ve orada bulunanları buna şahit göstermesi, dini tebliğ ettiğine Allah'ı da şahit tutmasına rağmen!

Mamafih geçmişte işlenen bir yanlışı devam ettirmek ve üzerinde ısrar etmenin hiçbir yararı yoktur. Kişinin hatasını bilip ondan dönmesi ve hakkı benimsemesi kadar büyük fazilet olmaz. Bugün tarikat çevrelerinin bizce yapması gereken şey, bunu insanlara duyurmak ve hatadan dönerek duru*mu tashih etmektir. Hak ile batılın karıştığı tasavvuf felsefesini ve bid'atlarını bırakıp Kur'an-ı Kerim'e ve Rasulullah'm sünnetine yönelmektir. İslam'ın tabiatına uymayan kurumsallaşmayı bırakıp insanları Allah'ın dini*ne yöneltmektir. Bu da, İslam'a girerken insanların sahip oldukları birçok şeyleri bırakmaları onlara nasıl zor gelmiyorsa, tarikat çevrelerine de zor gelmemelidir. Amaç Allah'ın rızasını kazanmak ve Rasulünün yolunu izle*mek ise, hatadan dönmek ve bid'atları terketmek insanlara zor gelmemeli*dir.[144]


f- Bilginin Yolları (Keşf, İlham, İşrak)


Bilginin sebepleri yahut yolları üçtür. Bunlar duyular, akıl ve doğru ha*berdir. Duyalar: İnsan, kendi dışındaki şeyler hakkında bilgiyi duyu organ*larıyla elde eder. Duyu organlarıyla hissedilen şeyler hakkında bilgi elde edilir. Bu duyu organları kendilerine tahsis edilen alanda işlevlerini yerine getirirler. Bunlarla istidlale ihtiyaç olmayacak şekilde bilgi elde edilir.

Akıl: Duyu organlarının sahası dışında kalan soyut varlıklar hakkında bilgileri akıl sağlar. Akıl, nazari ve istidlale bağlı bilgilerin sebebidir. Akıl ile elde edilen bilgiler zorunlu bilgiler ve istidlale dayanan nazari bilgilerdir. Aklın da duyular gibi bir çalışma alanı vardır ve bu alan içinde bilgi kayna*ğı ve sebebi olabilir. Akıl, alanının dışında bilgi kaynağı olma gücüne sahip değildir. Yani, akıl idrak sınırlarının Ötesinde kalan alanlardan bilgi edinme gücüne sahip değildir. Bu da gayb alanı denilen ve ne duyularla, ne de akıl*la idrak edilemeyen alandır.

Doğru haber: Bilindiği gibi, haber doğru veya yalan olabilir. Doğru ha*ber, gerçeğe uygun olan haberdir. Haberin doğru olabilmesi için gerçeğe uy*gun olması gerekir.

Dini bilgiler doğru haber yolu ile gelmiştir. Vahyi Yüce Allah'tan alan peygamber, aldıklarını eksiksiz insanlara bildirir. Onlar da kendilerinden sonra gelenlere naklederler.

Peygamberin verdiği haber kesin ve gerçeğin kendisidir. Yüce Allah tara*fından vahiy yolu ile kendisine bildirilir. Allah'ın bildirdiği dışında bir pey*gamberin meçhul gayb aleminden haber vermesi veya bilgiler aktarması mümkün değildir. Zira gayb alemi duyular veya akılla idrak edilen veya ma*hiyeti bilinebilen birşey değildir. Onun için gayb ile ilgili yegane bilgi kay*nağı veya aracı vahiydir. Bunun dışında gayble ilgili bilgi verecek başka bir araç veya sebep yoktur. İslam Ölçülerine göre bilginin yolları veya sebepleri bunlardır.

Keşf, perdenin kalkması ve arkasındaki gizli manalara muttali olmaktır. Müşahede somut varlıklarla ilgili, keşf ise mana ve gizliliklerle ilgilidir.

Keşf, maddi varlıklar için kullanıldığında, o şeylerin üzerindeki örtünün kalkması anlamındadır. Psikolojik durumlar için kullanıldığında da kişinin içinde bulunduğu ruhsal durumu deşifre etmek, sıkıntı ve kederini gider*mek anlamlarında olur. Tasavvufta ise, kişinin önündeki karanlık perdenin kalkması ve hakikatleri görmesidir. Bu da görme organı olan maddi gözle değil, basiret yahut kalp gözüyle görmektir. Başka bir ifade ile, akim idrak sınırlarının Ötesinde kalan ve duyu organlarıyla bilinmesi imkansız olan gizli, kapalı ve gaybi şeyleri bilmek, onlara muttali olmaktır.

Tasavvufun Kuran metodundan ayrıldığı en açık yönlerden biri keşf ve Üham meselesidir. Vahyin bildirdiği, aklın kavradığı ve duyu organlarının nıüşahade ettiği gerçeklerin ötesinde, insanların birtakım riyazat ve makamlarda yükselme ile hakikat dedikleri birtakım gaybî şeylere muttali ol*duklarını ileri sürmektedir.

Biliyoruz ki, Kuran mübin bir kitaptır. İnsanlar için gerekli inanç ve amel bilgilerini kesin olarak bildirmiş ve izlenmesini istemiştir. Hz. Pey*gamber de bu bilgileri insanlara eksiksiz olarak bildirmiş ve açıklamıştır. Rabbinden aldığı ve Ö'nun insanlara bildirmesini istediği bütün bilgileri in*sanlara bildirmiştir. Kısaca, görevini eksiksiz yerine getirmiştir. Bu bildiri*lenlerin ötesinde insanların gayb ve melekut alemiyle yahut ahiret alemiyle, vahiy yolu dışında birtakım bilgileri elde etmeleri mümkün değildir.

Kur'an-ı Kerim, Yüce Allah'ın bildirdiği şu yol dışında insanlarla konuş*masının olmadığını bildirmektedir:

"Allah bir insanla ancak vahiy sureliyle veya perde arkasından konuşur yahut bir elçi göndererek izniyle dilediğini vahyeder. Doğrusu o, yücedir, hakimdir.[145] Bu açık nasstan anlaşıldığı gibi, yüce Allah bir insanla ancak vahiy yolu ile yahut bir perde arkasından veya bir melek aracılığıyla konuşur. Perde*nin kalkıp insanlarla doğrudan konuşması, yani onlarla diyalog kurması sözkonusu değildir.

Yine Yüce Allah vahiy yolu dışında bir yolla insanları gaybına muttali kılmayacağını da bildirmektedir:

"Allah size, gaybı bildirecek (muttali kılacak) değildir. Fakat Allah, peygamberlerin*den dilediğini seçip ona gaybı bildirir. Artık Allah'a ve peygamberlerine inanın. [146] "Gaybı (görülmeyeni) bilen Allah, gayba (görülmeyene) kimseyi muttali kılmaz. An*cak peygamberlerden bildirmek istediği bunun dışındadır. [147] Hz. Peygamber de "Hiçbir kimse yarın ne olacağını bilmez[148] buyurmak*tadır. Hz. Peygamber, İslam'ı insanlara eksiksiz tebliğ etmiş ve din de ta*mamlanmıştır. Onun bildirdikleri dışında bir şeyin gelmesi veya gayb ale*mine dair bilgilerin inmesi artık sözkonusu değildir. Bütün müslümaniar, bu kesin hükmü kabul etmek zorundadır. Hz. Peygamber'in dinin belidi şeylerini veya hükümlerini gizleyip onları yalnızca belirli kişilere bildirdiği*ni yahut insanlardan bu bilgileri gizlediğini düşünmek ona büyük bir iftira olup insanı dinin dışına çıkarır. Çünkü onun görevi Allah'ın risaletini insan*lara tebliğ etmek ve açıklamaktır. Yüce Allah bunu "Ey Peygamber! Rabbin*den sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, Onun elçiliğini yapma*mış olursun"[149]ayetiyle açıkça belirtmektedir.

Belirttiğimiz gibi, Hz. Peygamber Allah'ın dinini insanlara eksiksiz teb*liğ etmiş ve din tamamlanmıştır. "Bugün size dininizi bütünledim, nimetimi size tamamladım ve islam'ı size din olarak seçtim[150]Bu gerçeği Veda Hutbesi'nde bütün ashab karşısında ilan etmiştir. Bunun aksini iddia etmek veya Kuranın bildirdikleri ve Rasulullah'ın tebliğ ettikleriyle çeüş-ute ve sahibini dinin dışına çıkarmaktadır.

İslam'a göre durum bu şekilde iken, tasavvufçular keşf ve ilham diye ka bir ilim elde etme yolunu uydurmuş ve şeriatın bildirmediği yahut mükün olu dışında bir yolla bilinmesinin mümkün olmadığını söylediği birta-şeyleri bu yolla bildiklerini iddia etmişlerdir. Vahyin artık bittiği ve Hz. Muhammed'den sonra başka bir peygamberin gelmeyeceği kesin olarak bi*lindiği halde, onun bildirmediği, Kuranın da vahiy yolu dışında bir yolla bilinmesinin mümkün olmadığını söylediği birtakım bilgileri keşf ve ilham yo*lu ile bildiklerini söylemişlerdir.

Kişinin riyazat ve nefsini tasfiye ile insanüstü bir takım yeteneklere sa*hip olabileceğini, ruh ve kalbinin saflaşıp berraklaşması sonucu insanlara kapalı bulunan ve normal bilgi yollarıyla idrak edilmesi imkansız olan bir*takım gaybi bilgileri bilebildiğini, ruh ve nefislerinin ayna gibi gayb alemin*deki gerçekleri yansıttığını söyleyerek meçhuller aleminden haber vermiş, akıl ve duyu organlarının ötesinde kalan kişilerle temas kurmuş, hatta ölüp ahirete göçmüş kişilerle diyalog kurduklarını iddia etmişlerdir. Tasfiye ve makamlarda yükselerek melekut alemini seyredebildiklerini, Allah'la ko*nuştuklarını, levlı-i mahfuz'u okuduklarını, "cennet ve cehennemi seyrettik*lerini, kaza ve kaderle oynadıklarını söylemişlerdir. OndÖrt asır Önce vefat etmiş olan Hz. Peygamberle keşf yolu ile görüşüp ondan birtakım bilgiler ve talimatlar aldıklarım, hadislerinin sahih olup olmadığını kendisinden sor*duklarını ve sahih bir senedi olmamasına rağmen keşf yolu ile birtakım ha*dislerin sahih olduklarını belirlediklerini iddia etmişlerdir.[151]

Mesela Muhyiddin Arabi, İslam'ın kesin hükümlerine aykırı pekçok şey*leri içeren "Fuausu'l-Hikem" kitabını bile Hz. Peygamberle görüşmesi ve o-nun direktif vermesi üzerine kaleme aldığını iddia etmekte89 ve İslam'a ay*kırı düşüncelerini bir kutsallık halesiyle kuşatmaktadır. Yine "Futuhat-ı Mekkiyye" kitabını Hz. Peygamberin talimatı ve semavi ilhamın delaletiyle tasnif ve tertip ettiğini söylemektedir.

Gazali gibi bir insan, melek aracılığıyla olmaksızın evliyanın peygamber*ler gibi gaybten ilham aldığını söylemekte, bu konuda İbni Arabi ve eş-Şara-ni ile meleğin evliyaya görünüp görünmediği konusunda ihtilaf etmektedir.

Onlar meleğin bu bilgileri peygamberlere getirdiği gibi evliyaya getirdiğini söylerken, Gazali, meleğin sözkonusu olmadığını, peygamberlere gökten bil*giler geldiği gibi, evliyaya da gökten bilgiler geldiğini savunmaktadır.[152]

Gazali bunu şu şekilde açıklamaktadır:

"Evliya ve enbiyaya bu işin inkişaf etmesi ve kalbierine nurun akması, okuma, öğ*renme ve kitaplar yazmakla değil, dünyaya değer vermeme, ondan ilişkileri kesme dünya uğraşılarından kalbi boş tutma ve himmet künhüyle Allah'a yönelme ile ol*muştur. [153] Gazali, evliya diye adlandırdığı tasavvufçulara birçok ilhamların geldiği

ve keşf yolu ile hem levhi muhfuzdaki bilgilerin, hem de gizli şeylerin onlara açık olduğunu iddia ederek şöyle demektedir:

"Şüphesiz kalb, bütün eşyanın hakikatinin yansımasına elverişlidir. Bu yansımayı engelleyen şey, yukarıda belirttiğimiz beş duyudur. Beş duyu, kalb aynası ile Yüce Allah'ın kıyamet gününe kadar olacak şeyleri yazdığı levhi mahfuz arasında yansı*mayı engelleyen engeldir. Levhi mahfuz aynasından bilgilerin kaib aynasına yansı*ması, aynadan karşı aynaya görüntünün yansıması gibidir, iki ayna arasındaki per*de bazan elle kaldırılır, bazan rüzgar kaldırır. Aynı şekilde lütuf rüzgarları esebilir ve kalblerin gözünden de perdeler kalkabilir ve levhi mahfuzdaki bilgiler o kalblere yansıyabilir.

Bu bazan uykuda olur. Bu keşifle gelecekte olacak şeyler anlaşılır. Perdenin tama*men kalkması ölümle gerçekleşir. Uyanık iken de bazan Allah'tan gizli bir iütufla perde kalkar. Gayb perdelerinin ötesinden kalpte gizli bir şimşek gibi çakar, bazan da bir süre devam eder. Devamlı olması son derece nadirdir. Bilginin kendisi, bilgilerin yeri ve onları edinmenin sebebi açısından duyularla ve il*hamla bilgi edinme arasında bir fark yoktur. Fark sadece perdenin kalkması açısın*dandır. Çünkü bu, kulun isteğiyle olan bir şey değildir.

Bu konuda vahiy ile iiham arasında da fark yoktur. Fark, sadece bilgi getiren mele*ğin görülmesindedir. Kalblerimizde bilgi melekler vasıtasıyla meydana gelmektedir. Yüce Allah "Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi göndererek izniyle dilediğini vahyeder" ayetiyle buna işaret etmekte*dir.

Bunu öğrendikten sonra, şunu bil ki tasavvuf ehlinin meyii, öğrenimle elde edilen bilgilere değil, ilhamla gelen bilgileredir. Onun İçin ilim öğrenmeye, müelliflerin yaz*dıklarını okumağa, görüşleri ve delillerini araştırmaya heves etmemişlerdir. Onun verine, bilgi edinmenin yolunun mücahede, kötü sıfatları yok etme, Allah'tan başka varlıklardan bütün ilişkileri kesme ve himmet künhü ile Yüce Allah'a yönelme oldu-öunu söylemişlerdir. Bu gerçekleşince, artık kulun kalbini Allah'ın kendisi yönlendi*rir ilim nurlarıyla O nurlandırır. Allah kulun kalbini yönlendirirse ona rahmet taşar, içinde nur parlar, gönül ferahlar, melekutun sırrı ona açılır, rahmet lutfu ile kalpten aurur perdesi kalkar ve içinde ilahi işlerin hakikati parlar.

Kulun yapacağı şey, sadece mücerred tasfiye ile hazırlıklı olmak, sadık irade ile himmeti toplamak, bağrı yanık olmak ve Allah'ın vereceği rahmeti devamlı bekle*mekten ibarettir.

peygamberlere ve velilere durum açık olmuş, öğrenme, okuma ve yazma ile değil, belki dünyaya karşı zühdle, dünyadan ilişkileri kesmekle, dünyanın işlerinden kalbi boşaltmakla ve himmet künhü ile Allah'a yönelmekle kalbierine nur dolmuştur. Kim Allah için olursa, Allah da onun için olur.

Bunun da Önce dünyadan bütün ilişkileri kesmek, ondan kalbi boşaltmak, aile, mal, çocuklar, vatan, ilim, makam ve mevkiden himmeti tamamen kesmekle olacağını ileri sürmüşlerdir. Kalbi öyle bir seviyeye gelmelidir ki orada her şeyin varlığı İle yokluğu eşi olacaktır. Kişi sonra kendi başına bir köşeye çekilir, sadece farzlar ve sünnet namazlarıyla yetinir. Kalbini tamamen boşaltmış ve bütün himmetini topla*mış olarak oturur. Kur'an okuma, tefsire bakma, hadis yazma veya başka bir şeyle düşüncesini dağıtmaz. Kalbine Allah'tan başka bir şeyin gelmemesi için çalışır. Halvette otururken kalbini toplamış olarak "Allah, Allah" demeye devam eder. Öyle bir duruma gelir ki dilinin hareket ettiği gibi hareket eder ve kelimenin dilinde kendi*liğinden tekrar ettiğini görür. Dilde etkisi silininceye ve zikrin kalbinde devam ettiği*ni görünceye kadar bu durum üzerinde sabreder. Kalbinden de lafzın sureti, harfle*ri ve kelimenin yapısı silinip onun ayrılmaz bir parçası olarak sadece soyut anlamı kalıncaya kadar zikre devam eder. Bu dereceye kadar devam etmekte serbest ol*duğu gibi, vesveseleri gidererek bu durumu daha da ileri götürebilir. Ama Allah'ın rahmetini celbetmeme serbestisine sahip değildir. Zira bu yaptıklarıyla Allah'ın rah*metinin esintilerine maruz kalmış bulunmaktadır. Artık bütün yapacağı, bu yolla en*biya ve evliyaya açtığı gibi, Allah'ın kendisine açacağı rahmeti beklemekten ibaret*tir

İşte o zaman, niyeti sadık, himmeti saf ve uygulaması güzel olmuşsa, şehvetleri onu rahatsız etmemiş ve nefsi kendisini dünyevi şeylerle meşgul etmemişse, kal*binde hak parıltıları parlar. Başlangıçta ani şimşek gibi olur ama tekrar gelir, geci*kebilir de. Tekrar gelince devamlı olabilir veya kesik olabilir. Devamlı olursa, bu de*vamlılık uzayabilir, uzamayabilir de. Böyle kişiler bunun artması için çalışabilir ya*hut bir türle yetinebilirler. Bu konuda Allah'ın velilerinin menzilleri sayılamayacak kadar çoktur. Tıpkı yaratılış nitelikleri ve ahlaklarının çeşitliliği sayılamadtğı gibi. Bu yol kendi tarafından mahza temizliğe, tasfiye ve tecellilere, sonra, istidat ve beklemeye bakar![154]

Keşfe ulaşmak isteyen tasavvuf çula r a Gazali'nin gösterdiği yol da şudur; "Kİşİ sonra kendi başına bir köşeye çekilir. Sadece farzlar ve sünnet namazlarıyla yetinir. Kalbini tamamen boşaltmış ve bütün himmetini toplamış olarak oturur. Kur'an okuma, tefsire bakma, hadis yazma veya başka bir şeyle himmetini dağıt*maz. Kalbine Allah'tan başka bir şeyin gelmemesi için çalışır. [155]

Acaba Gazali'nin öğütlediği bu halvet ve meditasyon hangi yoganın kop*yasıdır? Kur'an ve sünnette böyle birşey var mıdır? Acaba bununla tasav-vufçu Allah'ı veya Allah'ın nurlarını yahut melekleri veya Rasulü mü gör*mekte, yoksa şeytanın kendisine süslediği bu amel ile hayal ve kuruntular dünyasında mı yüzmektedir? Yıllarını ilahiyat ilimleriyle geçiren Gazali, böyle bir uygulamayı acaba Rasulullah'ın sünnetinde ini gördü ?

Tasavvufçulara bu gibi hurafelerde akıl hocalığı yapan, onların bid'at ve hurafelerinin yayılmasına hizmet eden Gazali, bütün bunlara rağmen ta*savvufçulara meleklerin nazil olduğunu söylememektedir. Herhalde, pey*gamberden sonra kendisine vahyin indiğini iddia eden kimsenin kafir olaca*ğını bildiği için peygamberlere indiği gibi meleklerin tasavvufçulara da ine*ceğini söylememiştir. Ama bunu söylememekle Gazali, İbn Arabi gibi tasav-vufçuları kızdırmış olacak ki, meşhur İbn Arabi, bundan dolayı kendisini eleştirmiş ve yanıldığım söyleyerek meleklerin peygamberlere indiği gibi ta*savvufçulara da indiğini, sadece getirdikleri şeylerden birinin vahiy, diğeri*nin ilham olduğunu söylemiştir. [156]

Bu derece keşf ve ilham teorisi tasavvufa boyasını vurmuş ve başlı başı*na bir ilim yolu yahut sebebi kabul edilmiştir. Bununla da İslam literatü*ründe ilmin yolları yahut sebepleri anlayışından tasavvufun nasıl farklı bir yol izlediği açıkça anlaşılmaktadır.

İbn Arabi'nin de beş duyu ve aklın bilgi için yeterli olmadığı, hatta bize yanlış bilgiler verdikleri ve yanılttıkları, külli meseleler hakkında doğru bil*giyi ancak keşf veya mükaşefe ile elde etmenin mümkün olduğuna dair gö*rüşü yaygındır.[157]

Arabi'nin, beş duyu ve aklın sınırlı olduğu ve bazen bizi yanıltabiler: doğru olmakla beraber gayb veya külli meseleler hakkında bize

tam bilgileri vahyin bildirdiğini söylemekten kaçınması, onun yeri vufçuların iddiası olan keşf veya mükaşefeyi ileri sürmesi vahiy yo ve muhteva olarak tasavvufun kelam ve fıkıh mezheplerinden bundan da rahatlıkla anlaşılmaktadır, fark»

Tasavvufçular, keşf ve ilham nazariyesine dayanarak Kur'an'ın ayetleri ve Rasulullah'ın hadislerini batini ve ilhadi bir yolla tevil etmiş, şer'î ve .vi bir karineye dayanmadan zahir manalarından saptırmışlardır. Bil*hassa İbn Arabi'nin ve onun yolundan gidenlerin eserleri bu nevi batmî il-hadî tevillerle doludur.

Belirttiğimiz gibi, tasavvufçular keşf ve ilhamı bilgilerinin kaynağı ve yolu kabul ederek vahiy yolundan ayrılmışlardır. Keşf ve ilhamın felsefesini de yapmış, derece ve özelliklerini belirtmişlerdir. Mesela îbn Arabi'nin eser*lerinde keşf ve ilhamın şu çeşit ve derecelerini görüyoruz:

"el-Keşful-İ'tisamî, el-Mükaşefetu bilvecd, keşfu ilm, keşfu ayn, keşfu hak, el-Keşf: Cevelan bilhissi bi'l-Melekût, el-Keşf ve'ş-Şuhud, lezzetu'l-Keşf, el-Keşfu'i-İrfanî, el-Keşfu'l-Melekî, el-Keşfu'l-Vehbî, el-Keşfu'l-Kalemi, el-Keşfu'n-Nûnî, el-Keşfu'l-Haki-ki, el-Keşfu'l-İradi, el-Keşfu'l-İlmî, el-Keşfu'z-Zatî, el-Keşfu's-Sûrî, el-Keşf ve'l-Estâr, ef-Keşfu'l-Aklî, el-Keşfu'n-Nefsanî, el-Keşfu'r-Ruhanî. el-Keşfu'r-Rabbani, el-Keşf ve'l-Hicab, Sahibu Keşf, el-Keşf ve'l-İİm, Ehlu'l-Keşf ve Ehlu'l-İlm, Ehlul-Keşf ve'l-Vucud, El-Mükaşefetu'l-Maneviyye, e!-Keşf li'l-Esrar.

ibn Arabi ve onun izleyicileri keşf ve ilham konusunda, peygamberlere vahiy getiren meleğin tasavvufçulara da aynı şekilde vahiy ve ilham getirdi*ğini söyleyecek kadar ileri gitmiş ve bunun savunmasını yapmışlardır. Bu akımın başını, belirttiğimiz gibi, İbn Arabi ve onun hararetli savunucusu es-Şa'ranî çekmektedir.

on Arabî, Hz. Muhammed'in son peygamber olduğu gibi kendisinin de Son ve er» büyük veli olduğunu, böylece "Hatemu'l-Evliya" bidatini or*ya atan ve haksız olarak el-Hakîm diye adlandırılan Muhammed ibni Ali yolunu izlediğini görüyoruz. Kur'an ve sünnet bilgisinin tümünü ihata ettiğini, bütün kitaplarının hatadan korunmuş olduğunu ve yazdığı her şeyin kendisine vahyedilen vahiyden başka birşey olmadığı "Futuhat-ı Mekkiyye" kitabının bölümlerinin bile kendi tertibi değil, kendisi. ne gelen vahiyle yapılıp tevkifi olduğunu iddia etmiştir. Bu ve başka sözleri*ni "Futuhat-ı Mekkiyye" kitabından derleyip "el-Yevakît vel-Cevahir fî, Beyani Akaidi'l-Kebair" kitabında sıralayan eş-Şa'ranî'yi dinleyelim:[158]


"Futuhat-ı Mekkiye, bölüm 1:


Arifler yazıp bablara ayırdıkları şeylerde sadece kelama bağlı değildirler. Çünkü kalpleri Allah'ın kapısında durmakta ve oradan çıkacak şeyleri beklemektedir. Ora*dan bir söz çıkınca onu kendilerine tarif edildiği gibi kaydederler. Rabbterinin emri*ne uyarak kendilerine verilen bir şeyi cinsinden olmayanın yanına yerleştirmiş ola*bilirler. Bunun hikmetini Allah bilir.

Futuhat-ı Mekkiyye, bölüm 10: Bütün söylediklerimiz, lafızların ifade ettiği şeylere değil, Allah'ın kalplerimize verdiği bilgilere dayanıyor.

Futuhat-ı Mekkiye, bölüm 47: Bizim ve ashabımızın ilimleri düşünce yolu ile değil, ilahi feyz yolu iledir.

Futuhat-ı Mekkiyye, bölüm 246: Bütün ilimlerimiz zevksiz ilimlerden değil, zevk ilimlerindendir. Çünkü zevk ilimleri ancak ilahi bir tecelli Üe olur. Futuhat-ı Mekkiyye, bölüm 348 ve 389: Fütuhat kitabının tertibinin kendisinin değil, ilham meleği yolu ile Allah'ın kendisine yazdırması yolu iie olduğu, sözlerinin ara*sında bazan irtibatsız şeyler olabileceği, tıpkı talak, nikah ve vefat iddeti ayetleri arasında namaza ve ikindi namazına titizlik gösterilmesinin zikrediidiği gibi, sözleri*nin arasında bazen İrtibatsızlık bulunduğu ve bunun bize İmla ettirilmesi sonucu meydana geldiğini söyle rnektedir.

Futuhat-ı Mekkiyye, bölüm 367: Rasulullah'tan başka kimseyi taklid etmediği ve bütün bilgilerinin hatadan korunmuş olduğunu söylemektedir. Futuhat-ı Mekkiyye, bölüm 373: Yazdığım ve yazmakta olduğum bütün şeyler ilahi bir yazdırma, rabbani bir ilham veya ruhuma yaplan bir üflemedir. Bütün bunlar is*tiklal hükmü ile değil, miras hükmü iledir.

Bütün bunlar kamil insanların söylediklerinin hata kabul etmediğini göstermekte*dir. [159]

ibn Arabi ve Şa'ranî'ye göre evliyaya gelen vahiy ile peygamberlere gelen vahiy aynıdır. Ancak peygamberlere gelen vahiy teşri, evliyaya gelen vahiy işe ittiba vahyidir. Evliyanın kalbine vahyetmek istediği zaman Allah, vah' yedeceği şey suretinde tecelli eder ve veli salt bunu görmekle Allah'ın kendi'

hyedeceği şeyi anlamış olur. Bazan bu vahiy sadık rüya yahut vahye-. seylere evliyayı muttali kılmakla olur. Levh-i Mahfuzda yazılmış pulların yazılarını birbirinden ayırdedebildiğini de söylemektedir. ilhamın, gökten yazılı bir levha halinde indiğini belirtmektedir

sinci bölümde "Bu levhanın gökten indiğinin alametinin başkalarına rilmemesi ve ne taraftan okunursa doğru okunacağıdır. Levh-i Mahfuzun yazısı ile kulların yazıları arasındaki farkı kendisi*ne öğrettiğini de kaydeder.

Tasavvufçulara meleklerin indiği, Allah'ı gözleriyle gördükleri, gaybm eslerini işittikleri, vahyin kendilerine yazılı geldiğini belirtmekle yetinme*mekte, belki evliyanın kalblerinden perdelerin kalkıp cenneti ve cehennemi a-özleriyle seyrettiklerini de ilave etmektedir. Kalplerinin parlaması ve ne*fislerinin yücelmesi sonucu gökler alemini seyrettiklerini ve orada olup bi*tenleri bildiklerini de kaydetmektedir. Bütün bunlarda peygamberimizi izle*diklerini ve ona bu şeylerin vaki olduğunu söylemektedir.

Tasavvufçular, bilgiye ve hakikate ulaşmanın yolu olarak bir de işrak yo*lunu uydurmuşlardır. İşrak'ı insanın kalbinde hakikat nurunun parlaması ve meçhul olan şeylerin bilinmesi şeklinde tanımlarlar. Bu düşünce temelde Nuru'l-Envar anlayışına dayanmaktadır. İşrak bilgisi, sadece sezgiye daya*nan bir bilgidir. Akıl ve duyular aleminin ötesinde bir alanın mevcut olduğu ve bu alana ancak işrak yolu ile ulaşılabileceğini söylemektedir. Kesin bilgi*nin ancak bu yolla elde edilebileceğini ifade eder. Bu yola zevk, keşf, ilham ve vicdan yolu da denir. Sezgi yolu ile elde edilen bilgi, tasavvufçunun kalbi*ne damlar, o da bunu alır, ama tavsif etmesi ve tarifini yapması mümkün değildir.

"işrak felsefesi"ne göre, insan bir an gelir beşeriyyetinden sıyrılıp melek gibi olma yeteneğine sahip olur. Bu yetenek yüceye doğru yönelmekte ve fıt*rat yolu ile yüce aleme ulaşmaktadır. Bundan sonra nefis ilahi ilham ve mükaşefe yolu ile bilgiyi alır. Bu ledünni bilgi de ancak kalb üe yüce alem [160]

Tasavvufçulara göre işrakî bilgi, kesinlik ifade eder. [161]Yukarıda da be-lirtildiği gibi bu bilgiye Iedünni bilgi adını verirler. Bu bilgiye şek ve şüphe*nin ulaşması mümkün değildir. Nitekim İbn Arabi bu konuda şöyle diyor-"İmanını delil ve istidlal üzerine kuran kişinin imanına güvenilmez. Çünkü bunu düşünme ve nazar ile elde etmiştir." Fahreddin Razi'ye hitaben söyle*diği "kamil ilim, raviler ve hocalar yolu ile değil, doğrudan doğruya Al*lah'tan aracısız gelen ilimdir" sözü meşhurdur.

Yine Beyazıd Bistami'nin çağdaşı alimlere "Alim, bir kitaptan ezberleyen ve ezberlediğini unuttuğu zaman cahil kalan değil, okuma ve ezberleme ol*madan istediği zaman ilmini Allah'tan alan kişidir[162] sözü, işrak yolunun tipik bir ifadesidir.

İşrak yolu sezgi ve zevke dayalı bir yol olduğu için tasavvufçuların ilah anlayışları da zevk ve sezgi niteliklerine paralel olarak değişmektedir. Bu*nun açık ifadesini ileride tasavvuf meşhurlarının Allah anlayışlarında göre*ceğiz. Onların ilahı akıl veya nakille yahut yerin ve göklerin yaratılışını düsünerek bilinebilen bir ilah olmaktan çok, tecelliler yolu ile tasavvufçuların kalbinde parlayan yahut doğan bir ilahtır. Bu bakımdan kimilerine göre iş-raki tasavvufçuların ilahı, Hindulann mutlaklığı, Eflatun'un Birliği, Hallaç ve İbn Arabi'nin Vahdeti ve sezgici Paskal'm şuurudur.

Tasavvufçular bu ilahın bilinen delil şekilleriyle delillendirilmesiııin mümkün olmadığını söylüyorlar. İnsanın dışında olan vahiy bilgisiyle de bu*nu delillendirmek mümkün değildir, diyorlar. Çünkü içten bir ilham ile oluşmakta ve ilhamlar da kişilere göre farklı olmaktadır. Bu ilhamı alabil*mek için de nefsin zelil olması, şehvet ve arzularından sıyrılması, mele-i alaya ve akdes nura bağlanması gerekir ki, kişinin önünde gerilmiş olan kalın perdeleri bu nur dağıtacak, engelleri kaldıracak ve yücelerden inen nur ile vücutların içini aydınlatacaktır. Bu gerçekleştiği taktirde nefis yüce Hak ile muhatap olacak ve içinde nur gibi parlayacaktır. Zaten "ve nefisleri*nizde, görmüyor musunuz" demiyor mu yüce Hak?!

Bilindiği gibi, işrak mezhebinin tasavvufta lideri, öldürülen Şihabuddin Suhreverdi'dir. Kendisi zaten felsefesinde başka din ve felsefelerden alınmış ifade ve tabirleri kullanmaktadır. Bunları da en başta Eflatun felsefesinden almakta ve sudur ve feyz nazariyelerinden etkilenmektedir.

Bütün bunlar metod ve felsefe olarak, kavram ve anlayış olarak, temel ve sonuç olarak tasavvufun İslam çerçevesinde kalan fıkıh ve kelam mez*heplerinden ne kadar farklı oduğunu ve nasıl vahyin denetimi dışına çıktığı*nı göstermektedir.[163]


g. Tasavvuf ve Hızır Kıssası


Tasavvuf, önceleri zühd hayatı şeklinde algılanırken, sonraları, çevreden aldığı kollarla gittikçe büyüyen bir nehir gibi, alabildiğine yabancı kültürle beslenmiştir. İslami temellere dayandığını göstermek için de kendine Kur'an, Sünnet ve salih selefin hayatından birtakım İslami temeller aramış veya iddia etmiştir. Bunlardan biri Kehf suresinde geçen Hz. Musa ile "Sa*lih Kul" kıssasıdır.

Tasavvufçular suredeki salih kulu "Hızır" adında ermiş bir kişi olarak itelemiş ve anlatılan kıssanın manalarını, hedeflerini ve mesajını tahrif ederek tasavvuf inancının temellerinden biri yapmışlardır. Bu kıssaya daya*narak zahir bir şeriat ve ona muhalif batın bir hakikat bulunduğunu, şeriat alimlerinin hakikat alimlerinin bir takım şeylerini yadırgaması veya eleştir*mesinin yanlış olduğunu söylemiş, peygamber değil, bir veli kabul ettikleri Salih Kul"a (Hızır) Hz. Musa'nın itirazının nasıl anlamsız ve tuhaf bir şey ise, şeriat alimlerinin de hakikat alimlerini eleştirmesi veya onlara itiraz et*mesinin yersiz ve anlamsız olduğunu iddia etmişlerdir. Yanlış olarak, veli olduğunu söyledikleri Hızır'ın vahiy ve ilham aldığını, akaid ve şeriat sahibi olduğunu söylemiş, peygamber olduğu kesin olan Hz. Musa'yı da onun emri*ne vermiş, bunu tasavvuf anlayışı için temel kabul etmişlerdir.

Hızır'ın peygamber değil veli olduğunu, kıyamete kadar yaşayacağını peygamberlere gelen vahiy yolundan ayrı bir yolla kendisine Ledunni ilim dedikleri batini bir ilim geldiğini, bu ilmin Hz. Peygamberin peygamberli*ğinden önce ve sonra her zaman bütün velilere indiğini, bu ilimlerin pey*gamberlere gelen ilimden daha üstün ve daha büyük olduğunu iddia etmiş*lerdir. Nitekim, veli olan Hızır'ın işlediği bazı fiillerin anlamını ve izahını Hz. Musa peygamber olduğu halde bilememiş ve veli olan Hz. Hızır'a uymak zorunda kalmıştır. Üstelik Hızır'dan birtakım bilgiler öğrenmek için onun yanına gitmiştir, diye iddia etmişlerdir.

Yine veli olduğu halde Hızır nasıl peygamber olan Hz. Musa'dan daha büyük ve daha bilgili ise, ümmetin velilerinin de şeriatın zahirini bilen pey*gamberden daha büyük ve daha bilgili olduğunu, aynı şekilde hakikat alim*leri olan evliya yahut tasavvufçularm şeriat (zahir) alimi olan alimlerden daha büyük olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Yine, Hızır'ın evliya ile buluştuğu, bu hakikatleri onlara öğrettiği, kendi*lerinden tasavvufi ahidler aldığını söylemiş, tasavvuf! hakikatlerin şeriat hakikatinden farklı olduğu ve bundan dolayı her velinin müstakil şeriatı bu*lunduğu, mesela şeriattaki içki içmek, zina ve benzeri kötülüklerin batını ilimde tasavvufi bir hakikat ve Allah'a yakınlık kazandıran fiiller olabilece*ğini belirtmişlerdir.

Tasavvufçular, Salih Kul kıssasından öyle hurafeler ve akıldışı şeyler çı*karmışlardır ki, onlardan kimileri Salih Kuî'un (Hızır'ın) ayrı bir şeriata sa*hip olduğu için namaz kılmadığını, kimileri de namaz kıldığını ve hanefi mezhebine göre kıldığını, bazıları da şafii mezhebine göre kıldığını söylemiş*tir. Kimileri de birtakım zikirleri doğrudan Hızır'dan aldığını iddia etmiştir.

Tasavvufçular, bununla da yetinmeyerek İslam aleminin değişik yerleri*ni Hızır'ın makamı saymış, Hızır'ın orada ya oturduğunu veya bir tasavvuf-çu ile orada buluştuğunu iddia etmişlerdir. Onun için birçok yerde ona bir makam veya bir kabir uydurmuşlardır. Orada kurbanlar kesilmiş, taşlar öpülmüş ve eşyası ile teberrük edilmiştir. Ziyaretin kapısına da haraçları toplayan bir bekçi dikmiş ve geçim vasıtası yapmışlardır.

Öyle görülüyor ki Hızır olayını tasavvufa dayanak yapmaya ve tasavvufa

nlıSJ,n ilk kişi, Hatemu'l-Evliya nazariyesini ilk defa ortaya balarn deaikleri sufı et-Tirmizi'dir. Bilindiği gibi, bu adam hicri üçüncü larında ölmüştür. Hatmu'l-Velaye adlı kitabında evliyanın alamet-tcrı konusunda şöyle demektedir: nakkında Hızır aleyhisseiam'ın ilginç bir kıssası bulunmaktadır. Ta başlan-kaderlerin belirlendiği andan, onların durumunu görmüş ve onların yaşadığı manda yaşamak İstemiştir. Onun için kendisine hayat verilmiştir. Öyle ki artık bu metle haşrolma ve Muhammed'e tabi olma özelliğine sahip olmuştur. İbrahim i-Halil ve Zülkarneyn zamanından kalma bir adamdır. Zülkarneyn'in ordu kuman*danıydı. Zülkarneyn Aynu'l-Hayat'ı istemiş, ama elde edememiş, Hızır elde etmiş*tir Bunun hikayesi uzundur. İşte evliyanın alametleri bunlardır. En belirgin alamet*leri, kaynağından dile getirdikleri ilimdir. "Nedir bu ilim?" diye sorulduğunda da şöy*le cevap vermiştir: Bidayet (alemin veya varlıkların) ilmi, misak (sözalma) İlmi. kaderler ilmi ve harfler ilmi.

Hikmetin kaynakları (veya temelleri) bunlardır. En üstün hikmet budur. Bu ilim an*cak büyük velilerden ortaya çıkar. Onlardan da velayetten nasibi olanlar alır.[164] Hızır hakkında örülen hurafelerden Şafii mezhebine göre namaz kıldığı uydurmasını da isterseniz Mektuba?m sahibinden dinleyelim. Ondan sonra Kuran ve Hadis kaynaklarından bu kıssaya bakalım. Mektubat'm 282. mektubunda olay şöyle anlatılmaktadır:

"Hızır ve İlyas'ın görüşmeleri ve hallerinden bir nebze bilgi verilmesine dair Molla Bedi'a yazılmış mektuptur: Allah'a hamd ve seçtiği kullarına selam olsun. Hızır aleyhisselam hakkında arkadaşların soruşu üzerinden epey zaman geçti. Bu faki*rin gerektiği kadar onun ahvali hakkında bilgisi olmadığı için cevap vermemiştim. Bugün sabah toplantısında Hızır ve İlyas'ın ruhaniler suretinde hazır olduğunu gör*düm. Hızır ruhani bir kelam ile şöyle dedi: Biz ruhlar alemindeniz. Allah ruhlarımıza tam bir kudret vermiştir ki, bu kudretle vücutlar suretinde teşekkül ve temessül ed*er, vücutlardan sadır olan cismani duruş ve hareketler, bedeni itaat ve İbadetler ondan sadır olur.

O anda kendisine "Siz Şafii mezhebine göre namaz kılıyorsunuz" dedim. Şöyle de*di: Biz şeriatlarla mükellef değiliz ama ev Kutbu'nun (sahibinin) görevlerinin yerine gelmesi bize bağlı olup kendisi de şafii mezhebinde olduğundan biz de arkasında İmam şafiinin mezhebine göre namaz kılıyoruz.

O anda anlaşılmıştır ki, taatlanna mükafaat terettüp etmemekte, belki onlardan İbadet ve taat, taat ehline muvafakat ve ibadet suretine (şekline) riayet için sadır olmaktadır. (Yani ibadet edip sevap kazanmak için değil, sadece ibadet edenler gibi oturup kalkmaktadırlar). Yine anlaşılmıştır ki, velayetin kemalatı Şafii fıkhına vafık, nübüvvetin kemalatı da Hanefi fıkhına muvafıktır. (Yani veliler şafii, berlerde hanefidir).

O zaman altı fasılda naklen zikreden Hoca Muhammed Parsa'nın sözlerinin hak' katı da anlaşılmış oldu ki, şöyle diyordu: Hz. İsa indikten sonra Ebu Hanıfe'nin mezhebine göre amel edecektir.

O anda İkisinden medet istemek ve dualarını almayı talep etmek aklımıza geiü. Bunun üzerine şöyle dedi: Allah'ın inayeti kişinin haiini İhata etmişse, bizim orada bir rolümüz olmaz. Sanki aradan sıyrılıp gittiler. İfyas(a) o zaman hiç konuşma*dı.[165]

Hızır'ın Şafii mezhebine göre namaz kıldığını söyleyen tasavvufçular ol*duğu gibi, Hanefi mezhebine göre kıldığını söyleyenler de vardır. [166]

Kendisine Hızır adı takılan Salih Kul'un veli veya nebi oluşu meselesine gelelim; Hemen belirtelim ki veli olduğunu söyleyen kimi alimler olmakla beraber cumhur nebi olduğunu söylemektedir. Nebi olduğunu söyleyenlerin delilleri daha açık ve kesin gibidir. Bu konuda bazı görüşleri nakledelim:

Cumhur (alimlerin çoğunluğu), Salih Kulun nebi olduğunu söylemekte*dir. Bazıları ise Rasul olduğunu söylemiştir. Tasavvuf eğilimli olan birtakım kişiler ise veli olduğunu söylemiş ve keramet gibi tasavvuf! bazı meselelere bu kıssayı dayanak yapmıştır.

Fakih er-Remli "Doğrusu, cumhurun dediği gibi nebi olmasıdır. Çünkü ayette "onu kendiliğimden yapmadım[167] ve "Yanımızdan ona bir rahmet verdik[168] buyurmaktadır ki, bu rahmet, vahiy ve nübüvvettir. [169]demekte*dir.

İbnu Salah da "O nebidir, ama rasul olup olmadığında ihtilaf etmişler*dir. [170] demiştir. Futuhat-ı Mekkiyye'nin sahibi İbn Arabi bile peygamberle*rin hayatından sözederken Hızır'ın onlardan ve rasul olduğunu belirtmiştir. ak müfessir Alu si bunun mercuh bir görüş olduğunu ve doğrusunun nebi olduğunu belirtmiştir.[171]
__________________
De ki: “Ey kâfirler!
Ben sizin taptıklarınıza tapmam/ Ben sizin yaptığınız ibâdeti yapmam.
Siz de benim taptığıma tapıcı değilsiniz/ Siz de benim yaptığım ibâdeti yapmazsınız.
Ve ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim/ Ben asla sizin yapmış olduğunuz ibâdeti yapıcı değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz/ Siz de benim yapmakta olduğum ibâdeti yapıcı değilsiniz.
Sizin dininiz sadece sizin için, benim dinim de sadece benim içindir.”
Kâfirûn Sûresi
sevginur isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. June 2014, 12:49 PM   #2
ebumaruf
Katılımcı Üye
 
Üyelik tarihi: May 2014
Mesajlar: 38
Tesekkür: 0
2 Mesajina 2 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 0
ebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud of
Standart

es-Selamun Aleykum ey ehli iman
Yukarıdaki yazıyı inceledim. Bana göre doğrular olduğu kadar yanlışlarda var tek tek yanlışları cevaplandırmak yerine eski bir Yaşar Nuri taraftarı ve sonradan ehli tasavvuf olmuş birisi olarak mensubu olduğum yol hakkında bilgi vermek istiyorum. Tasavvuf alimlerininde tasavvufi görüşleri arasında fark olduğu malumdur. Genel kabul ise ehli sünnet inancının dışında değildir. Gerek Muhiddin Arabi hz. lerinin yada diğer alimlerin görüşleride bu temel inancın farklı yorumlarıdır. Bazıları bazı meselede isabet etmiş bazılarıda hata etmiştir. Bütün bunlara rağmen bir alimin görüşü tüm ehli tasavvuf görüşünü bağlamaz. Bu açıdan bu başlık yanlışdır. Tasavvuf şöyledir yerine falanca alimin tasavvuf anlayışı şudur demek daha isabetlidir. Gelelim benim ve mensubu olduğum yolun anlatımlarından benim çıkardığım bilgi şudur. Nakşibendi yolunda bize anlatılanlardan bizim anladığımız şudur ki. Tasavvuf;
Fecr süresi 27 ayetindeki ALLAH c.c hitap edip cennetle mücdelediği Mutmain olmuş nefs e ulaşmak için sarf edilen yoldaki nefs i terbiye etme usulleridir. Bu usuller her tarikatta farklı olup her birindede doğal olarak farklı algılar oluşturur. Bunların en doğrusunun hangisi
olduğunu ise ancak Rabbim bilir. Ben şahsım adına Kuran ve sünnet ışığında en doğru yolun bu yol olduğunu düşündüğüm için bu yolu tercih ettim. Bu yoldan bize telkin edilen her şeyin ve yöntemin bire bir Kuran-ı Kerim ile uyuştuğunu gördüm. Sadece bu telkin ve yöntemlerden elde edilen bilgilerin bazı tarikat mensupları tarafından farklı olarak algılanıp anlaşılamayacak şekilde izah edildiğine şahit oldum. Bu tip kişiler ise bu yollarda ilerlemeye çalışan kişiler olduğu için bağlayıcı değildir.
Şirk olduğu iddia edilen Rabıtanın aslen Kuran ile bire bir nasıl uyuştuğunu gördüm. Yine hinduizm kaynaklı olduğu iddia edilen tasavvuf uslünün İslamın aslı olduğunu gördüm.
Yine ALLAH ile Kulun arasına aracı giremez ifadesinin tasavvufla hiç bir alakası olmadığını gördüm. Yani kısacası gerek islami forumlarda tasavvuf hakkındaki iddiaların istinasız tamamının ya aslı olmadığını ya yanlış anlaşıldığı yada Kuran ve sünnetin farklı yorumlanmasından kaynaklandığını gördüm. Kalbimin mutmain olmadığı hiç bir ama hiç bir mesele kalmadı. Hepsinin ama hepsinin Kuran ile ve sünnet ile kesin bir bağı olduğuna şahit oldum. Daha önceki Kuran yorumlarımın eksik olduğunun farkına vardım.
Bunlara kısaca bazı örnekler vereyim İlk Kuranla tanıştığım dönem Yani Yaşar Nuri Öztürk ü
takip ettiğim dönemlerde
Nahl (77) Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. Cin
(26) O gaybı bilendir. Hiç kimseye gaybını bildirmez. yada Enam
(59) gaybın anahtarları yalnızca O'nun katındadır. gibi birkaç ayet yorumlanarak Gaybı ALLAH dan başkasının bilmediği anlatılıyor bundan dolayıda Hadislerin önemsiz olduğu iddia ediliyordu. Bizde Tabiki ALLAH c.c öyle diyorsa öyledir diyorduk. Zamanla Kelamullahı yani Kuranı okumaya başladıkça bunun böyle olmadığını anlamaya başladım. Zira ALLAH c.c bir ayette hiç kimseye bildirmez başka yerdede dilediğine bildirir gibi ifade ediyor. demekki bizim Gayb la alakalı inancımız doğru olsaydı ALLAH c.c çelişkiye düşmesi gerekirdi. Halbuki Rabbim Kuddusdür, Subhandır. Yani O c.c kusursuzdur. O halde bizim anlayışımızda kusur vardı. Bunun ortasını bulmam gerekiyordu. Sonra hadis ve akılla. İfade edilen gaybın ne olduğunu ve kime bildirip bildirmediğini anlamaya başladım. Benim anlayışımla Kuranın tüm ayetleri örtüşünce sorunum kalmadı. Bu ayetlerin tamamından anladığım ise şudur. Gaybın tamamı ALLAH c.c katındadır. Bunların tamamını peygamberlerde dahil hiç kimseye vermemiştir. Gaybdan bazılarını kendi arzu ettiği bazı kullara vermiştir. Bunlar kimlerdir diye sorarsanız. Bunu Gaybın sahibi bilir. Ancak ALLAH Rasulunun s.a bunlardan biri olduğu malumdur. Zira kendisinde yıllar sonra olacak olaylrın bazılarını misalen istanbulun fethi, kerbela olayı v.s birçok olay ileri çağlarda ve zamanlarda olacağını haber veren hadis rivayetleri ALLAH Rasulune s.a bir kısmının bildirildiğini gösteriyor. Yine zaman zaman yaşadığım bazı şeyler bazı insanlarada bazı bilgilerin verildiğine şahit oldum. Tabiki gaybın bir kısmının bazılarına verilmiş olması onu kutsallaştırmaz. Ayrıca aynı kişinin söyleyeceği şeylerde bağlayıcı değildir. Üstün kişi oldukları manasınada gelmez. en basiti Edison a elektrik gaybını bildiren Rabbim Müslümana bildirmeyende Rabbimdir. Edisonun bunu Rabbimin bildirmesiyle mübarek bir insan durumuna getirmez. İnsanın ALLAH a c.c yakınlığı imanı ve ve niyetleriyle yaptıklarıyla orantılıdır. Bildikleri ve söyledikleriyle orantılı değildir.
Kısacası tasavvuf bir çok insan tarafından yanlış algılanmaktadır.
Tasavvufla alakalı aklınıza takılan sorular olursa Kuran ışığında cevap vermeye çalışırım inşaALLAH.
Saygılarımla.
ebumaruf isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. June 2014, 10:22 PM   #3
huzeyfe
Yeni Üye
 
Üyelik tarihi: Apr 2013
Mesajlar: 6
Tesekkür: 1
1 Mesajina 2 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 0
huzeyfe has much to be proud ofhuzeyfe has much to be proud ofhuzeyfe has much to be proud ofhuzeyfe has much to be proud ofhuzeyfe has much to be proud ofhuzeyfe has much to be proud ofhuzeyfe has much to be proud ofhuzeyfe has much to be proud of
Standart

Alıntı:
ebumaruf Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
Tasavvufla alakalı aklınıza takılan sorular olursa Kuran ışığında cevap vermeye çalışırım inşaALLAH.
Saygılarımla.
Burda geçen videolara Kur'an ışığında cevap vermekle başlayabilirsiniz.





Hristiyanlardan farkın kaldımı http://www.youtube.com/watch?v=CsR8ReiOmrY

Tasavvufcular Her Şeyin Allâh Olduğunu İddia Ederler * http://www.youtube.com/watch?v=XkVI7hmxYbE

Tasavvufcular Kiyametin Tarihini Bildiklerini İddia Ederler *http://www.youtube.com/watch?v=v4FbSbiAJBU

Tasavvufcular Şeyhlere Boyun Eğmeye Davet Eder * http://www.youtube.com/watch?v=JhZpGyvAgjE

Tasavvufcular Allah'a Iftira Atar * * * http://www.youtube.com/watch?v=Jf0vAc2I0zc

Tasavvufcular Allâh'a Ortak Koşmaya Davet Eder *http://www.youtube.com/watch?v=GoK0HEZ-pPI

Tasavvufcular Başkalarının Gunahının Yüklenilebileceğini İddia Eder * http://www.youtube.com/watch?v=LU0PlK6Whmw

Tasavvufcular Her Seyin Rasulullah Icin Yaratildigini Iddia Eder *http://www.youtube.com/watch?v=bYJlyLHrWzA

Tasavvufcular Qur'ânın Rasûlullâh Tarafından Uydurulduğunu İddia Eder *http://www.youtube.com/watch?v=HGBaAhituow

Tasavvufcular Şeyhlerin Şifa Verdiğini İddia Eder * http://www.youtube.com/watch?v=QdBGi96st4o

Tasavvufcular Şeyhlere Secde Eder *http://www.youtube.com/watch?v=TWYVblGORBQ

Tasavvufcular Şeyhlerinin Cehennemden Kurtarabileceğini İddia Eder *http://www.youtube.com/watch?v=oik5qYCUxxQ

Tasavvufcuların Şeyhe Tapma Ayini *http://www.youtube.com/watch?v=wGhRln7dXWI

Tasavvufcular İnsanları Köleleştirir * http://www.youtube.com/watch?v=9pMesMCWdfU

Tasavvufcular Liderlerini İlah Edinirler * *http://www.youtube.com/watch?v=D50x25KBq3c

Tasavvufcular Olulerden Yardim Isterler * *http://www.youtube.com/watch?v=Gplzf25o4Ug

Tasavvufcular Ğaybı Bildiğini İddia Eder *http://www.youtube.com/watch?v=IWRTO57uAvQ

Kadiriler Şanlıurfa * http://www.youtube.com/watch?v=TD2RDXgbLpw

Ölü Defninde Zikir *http://www.youtube.com/watch?v=OrZdgjK44gE

yanlış saymakla bitermi ..

Konu huzeyfe tarafından (4. June 2014 Saat 10:26 PM ) değiştirilmiştir.
huzeyfe isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
huzeyfe Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
Araştıran (5. June 2014), dost1 (4. June 2014)
Alt 5. June 2014, 02:47 AM   #4
ebumaruf
Katılımcı Üye
 
Üyelik tarihi: May 2014
Mesajlar: 38
Tesekkür: 0
2 Mesajina 2 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 0
ebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud of
Standart

Öncelikle ön yargılı olduğun için cevap yazmayı düşünmüyordum fakat üstümüze borç olduğu için gerekli oldu.
1. Video.
Ahzab
(56) Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selam edin.
Sad
(45) (Ey Muhammed!) Güçlü ve basiretli kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u da an.
Ben ALLAH Rasuluna s.a salavat getirerek hristiyan oluyorsam.
Sende ALLAH ın bu ayetini inkar ederek kafir oluyorsun.
2. Video
Nisa
(171) Ey Kitab ehli! Dininizde sınırları aşmayın ve Allah hakkında ancak hakkı söyleyin. Meryemoğlu İsa Mesih, ancak Allah'ın peygamberi, Meryem'e ulaştırdığı (emriyle onda var ettiği) kelimesi ve kendisinden bir ruhtur. Öyleyse Allah'a ve peygamberlerine iman edin, "(Allah) üçtür" demeyin.Kendi iyiliğiniz için buna son verin. Allah ancak bir tek ilahtır. O çocuk sahibi olmaktan uzaktır. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey onundur. Vekil olarak Allah yeter.
Hicr
(29) Hani Rabbin meleklere, "Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin" demişti.
Enbiya
(91) Irzını korumuş olan kadını da (Meryem'i de) hatırla. Ona ruhumuzdan üflemiştik. Kendisini de, oğlunu da âlemlere (kudretimizi gösteren) birer delil yapmıştık.
Secde
(9) Sonra onu şekillendirip ona ruhundan üfledi. Sizin için işitme, görme ve idrak duygularını yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz!
Bu hoca her kimdir bilmiyorum ama söylediğinin içinde her şey ALLAh dır diye bir ifade yok. Bu senin iftirandır.
Ahzab
(58) Mümin erkekleri ve mümin kadınları işlemedikleri şeyler yüzünden incitenler, bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.
3. vİdeo
Hocayı bağlar Tasavvufun temel inancı değildir.
O da zannediyorum bir hadis rivayetinin yorumunundan kaynaklanan bir görüştür.

4. video
Nahl
(43) Senden önce de ancak, kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkekleri peygamber olarak gönderdik. Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.
Enbiya
(7) Senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz bir takım erkekleri peygamber gönderdik. Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.
Asıl sen ALLAH a ve burdaki konuşan insana iftira atıyorsun.
5. video,
Anlatan hoca yada her neyse onu bağlar.Tasavvuf inancı böyle değildir.
Her türlü hüner ancak ALLAH a aittir. Bilincsiz birinin söylevidir.
6. video
Hoca ALLAH a ortak koşmuyor.
Senin gibilere yani aracı yoktur diyenlerin şeytana bağlandığını bildiriyor.
Bakara
(129) "Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları her kötülükten arındırsın. Şüphesiz, sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin."
Bakara
(151) Nitekim kendi aranızdan, size âyetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.
Bakara
(78) Bunların bir de ümmî takımı vardır; Kitab'ı (Tevrat'ı) bilmezler. Onların bütün bildikleri bir sürü kuruntulardır. Onlar sadece zanda bulunurlar.
Sen ALLAH ın Kitabını en iyi ben açıklarım benden başkası açıklayamaz diye asıl ALLAH a ortak koşmaya davet ediyorsun. ALLAH a ortak olarakda kendini gösteriyorsun.
7.video
Araf
(150) Mûsâ, kavmine kızgın ve üzgün olarak döndüğünde, "Benden sonra arkamdan ne kötü işler yaptınız! Rabbinizin emrini beklemeyip acele mi ettiniz?" dedi. (Öfkesinden) levhaları attı ve kardeşinin saçından tuttu, onu kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi) "Ey anamoğlu" dedi, "Kavim beni güçsüz buldu. Az kalsın beni öldürüyorlardı. Sen de bana böyle davranarak düşmanları sevindirme. Beni o zalimler topluluğu ile bir tutma."
Araf
(151) (Mûsâ), "Ey Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla. Bizi kendi rahmetine sok. Sen merhametlilerin en merhametlisisin" dedi.
8. video
ENBİYÂ
107
Seni Biz, sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik.
Ayetinin bir yorumudur.
Sen farklı yorumlayabilirsin. Fakat ALLAH ın ayetleri senin tapulu malın değildir.

9. video
Bu tasavvuf inancı değildir.
10. video
Burda tamamen iftira edilmiş şifa verdiği iddiası yoktur.
Kaldıkı ALLAH insanların eliyle şifa dağıtır.
Doktorların eliyle yada başkalarının eliyle. Bunun manası Şeyh yada doktor yada Peygamberler şifa verir manasında değildir.
Al-i İmran
(49) Allah onu İsrailoğullarına bir Peygamber olarak gönderecek (ve o da onlara şöyle diyecek): "Şüphesiz ben size Rabbinizden bir mucize getirdim. Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üflerim. O da Allah'ın izniyle hemen kuş oluverir. Körü ve alacalıyı iyileştiririm ve Allah'ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer mü'minler iseniz bunda sizin için elbette bir ibret vardır."
Burda yine senin burdaki hocaya ve ALLAH a iftiran vardır. Doktorlara ALLAH gözüyle bakman senin ALLAH a iftirandır.
11. video
Bunun tasavvufla hiç bir alakası yoktur. Kesinlikle kabul edilemez.
12.video
http://www.hanifler.com/showthread.p...8908#post18908
13.video
Bu tamamen iftiradır. Oradaki iplerin manasını anlamayan zavallıların iftirasıdır.
Bakara
(78) Bunların bir de ümmî takımı vardır; Kitab'ı (Tevrat'ı) bilmezler. Onların bütün bildikleri bir sürü kuruntulardır. Onlar sadece zanda bulunurlar.
14. video
Buradaki kasıt vefa borcudur.
15. Video
Hocayı bağlayan bir sözdür tasavvufun temel inanç değerlerinden değildir.
Kast ettiğini senin anlaman mümkün değildir.
16. Video
Al-i İmran
(170) Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler,Rableri katında Allah'ın, lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar. Arkalarından kendilerine ulaşamayan (henüz şehit olmamış) kimselere de hiçbir korku olmayacağına ve onların üzülmeyeceklerine sevinirler.
17. video
Yazımı adam gibi okusaydın bu videoyu zaten koymazdın. Gaybla alakalı oraya yazı yazmıştım. Buna rağmen Gaybı ALLAH başkasına bildirmez diyorsan.
New ton yer çekimi gaybını biliyordu. O halde newtonu ilahmı ediniyorsun. Yoksa edisonumu ilah ediniyorsun, yoksa Alexander Graham Bell imi ilah ediniyorsun.
Kaç tane taptığın ilahın var senin.
Hud
Al-i İmran
(179) Allah, pisi temizden ayırıncaya kadar mü'minleri içinde bulunduğunuz şu durumda bırakacak değildir. Allah size gaybı bildirecek de değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer (gaybı ona bildirir). O halde Allah'a ve peygamberlerine iman edin. Eğer iman eder ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsanız sizin için büyük bir mükafat vardır.
18. video
Al-i İmran
(191) Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. "Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru" derler.
ALLAH ın nasıl zikredileceğinedemi tabu koydun. O damı senin tapundaydı.
Biz böyle yapmasakta kimseye tapu koymayız. Zira Tapu Hüküm ancak ALLAH ındır. Biz haddimizi biliriz kul olduğumuzu anlarız. Senin gibi Tabu koyamayız ALLAH dan korkarız.
19. video
Meselenin tasavvufla alakası yoktur.

Sonuç olarak şunu bildireyimki. Yukarıdaki hiç bir video nun benim tarikatımla alakası yoktur.
Buna rağmen kısa kısa ayet yazarak cevaplamaya çalıştım.
Tek tek ele alınacak olursa daha detaylı anlatılabilir.
Fakat toplu şekilde saçma iddialar atılarak maksat soru sormak değilde küçük düşürmeye yönelik olduğu için kısa kısa geçtim.
Anlamak isteyenler için her bir video ile alakalı detaylı bilgi verebilirim.


Rabbim bizi ayetlerine tabu koyanlardan olmaktan korusun.

Bakara
(174) Allah'ın indirdiği Kitaptan bir kısmını gizleyip onu az bir bedel ile değişenler (var ya); işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Kıyamet günü Allah onlarla ne konuşacak, ne de onları arıtacaktır. Onlar için elem dolu bir azap vardır.
ebumaruf isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 5. June 2014, 08:31 AM   #5
galipyetkin
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Sep 2011
Mesajlar: 1.458
Tesekkür: 105
574 Mesajina 958 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
galipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud of
Standart

Konuda taraf olmayacağım.

Fakat bir cümle dikkatimi çekti; o da 4. videoda geçtiği açıklanan Nahl-43 ve Embiya-7 deki ".... Eğer bilmiyorsanız İLİM SAHİPLERİne sorun" cümlesi.

Halbuki ayeti okuduğumuzda geçen ifadenin " ez ZİKR" dolayısı ile "zikr ehli" olduğu görülüyor.

Burada geçen "ez zikr", Kur'an'dan önceki kitap "Tevrat"tır. Dolayısı ile de ilahi bilgileri bilmeyenlerin ve de Peygambere klarşı olanların "zikir ehline", yani kitap ehline sormaları isteniyor.

Nedeni de ayetlertin birinci cümlelerinde yatıyor. Çünkü insandan elçi olabileceğini akılları kesmiyor ve Allah'ın elçisinin ancak bir "melek" olabileceğini iddia ediyorlardı.

İşte Muhammad Peygamberden önce gönderilmiş elçilerin melek değil de insan olduğunu eski kitaplar sebebiyle kitap ehli dedikleri dini bilgilere sahip, okur yazar Yahudi ve Hristiyanlar'ın bilgi sahibi olduğu bildiriliyor. Yani bilgi yönünden Allame-i cihanlar değil.

Saygılartımla.
Galip Yetkin.
galipyetkin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 5. June 2014, 06:02 PM   #6
Araştıran
Uzman Üye
 
Araştıran - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Mar 2013
Mesajlar: 192
Tesekkür: 83
41 Mesajina 74 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 22
Araştıran has much to be proud ofAraştıran has much to be proud ofAraştıran has much to be proud ofAraştıran has much to be proud ofAraştıran has much to be proud ofAraştıran has much to be proud ofAraştıran has much to be proud ofAraştıran has much to be proud of
Standart

Alıntı:
ebumaruf Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
Öncelikle ön yargılı olduğun için cevap yazmayı düşünmüyordum fakat üstümüze borç olduğu için gerekli oldu.
1. Video.
Ahzab
(56) Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selam edin.
Sad
(45) (Ey Muhammed!) Güçlü ve basiretli kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u da an.
Ben ALLAH Rasuluna s.a salavat getirerek hristiyan oluyorsam.
Sende ALLAH ın bu ayetini inkar ederek kafir oluyorsun.
Şu kadarını söyleyeyim 1. video yu savunmak akla zarar.1. videoda dikkatini çektimi bilmem ama sonunda ALLAH eşittir Muhammed diyor birde şeytanıda geçen adam ekliyor tek farkı ete kemiğe bürünmüş diyor.
__________________
Karşılarında okunup duran Kitab'ı sana indirmemiz yetmedi mi onlara? Şüphesiz bunda iman edecek bir kavim için elbette bir rahmet ve ilahi bir ihtar vardır..ANKEBÛT - 51
Araştıran isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 5. June 2014, 09:26 PM   #7
ebumaruf
Katılımcı Üye
 
Üyelik tarihi: May 2014
Mesajlar: 38
Tesekkür: 0
2 Mesajina 2 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 0
ebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud of
Standart

Alıntı:
galipyetkin Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
Konuda taraf olmayacağım.

Fakat bir cümle dikkatimi çekti; o da 4. videoda geçtiği açıklanan Nahl-43 ve Embiya-7 deki ".... Eğer bilmiyorsanız İLİM SAHİPLERİne sorun" cümlesi.

Halbuki ayeti okuduğumuzda geçen ifadenin " ez ZİKR" dolayısı ile "zikr ehli" olduğu görülüyor.

Burada geçen "ez zikr", Kur'an'dan önceki kitap "Tevrat"tır. Dolayısı ile de ilahi bilgileri bilmeyenlerin ve de Peygambere klarşı olanların "zikir ehline", yani kitap ehline sormaları isteniyor.

Nedeni de ayetlertin birinci cümlelerinde yatıyor. Çünkü insandan elçi olabileceğini akılları kesmiyor ve Allah'ın elçisinin ancak bir "melek" olabileceğini iddia ediyorlardı.

İşte Muhammad Peygamberden önce gönderilmiş elçilerin melek değil de insan olduğunu eski kitaplar sebebiyle kitap ehli dedikleri dini bilgilere sahip, okur yazar Yahudi ve Hristiyanlar'ın bilgi sahibi olduğu bildiriliyor. Yani bilgi yönünden Allame-i cihanlar değil.

Saygılartımla.
Galip Yetkin.
Tabiki mealler arası fark olabilir. Zikr ehlini ehli tasavvuf olarakta alabilirsiniz.
Fakat İlim sahibleri ile alakalı daha bir çok ayet vardır.
Yusuf
(76) Bunun üzerine Yûsuf, kardeşinin yükünden önce onların yüklerini aramaya başladı. Sonra su kabını kardeşinin yükünden çıkardı. İşte biz Yûsuf'a böyle bir plan öğrettik. Yoksa kralın kanunlarına göre kardeşini alıkoyamazdı. Ancak Allah'ın dilemesi başka. Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.
Nahl
(27) Sonra kıyamet günü Allah onları rezil edecek ve diyecek ki: "Uğrunda mücadele ettiğiniz ortaklarım nerede?!" kendilerine ilim verilenler ise şöyle derler: "Şüphesiz bugün rezillik, aşağılık ve kötülük kafirlerin üzerinedir."
Meryem
(43) "Babacığım! Doğrusu, sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Bana uy ki seni doğru yola ileteyim."
v.s daha bir çok ayet var bununla alakalı ben uzamasın diye bir iki örnek verdim zira yaklaşık 18 video için kısa kısa geçmem gerekliydi. O yüzden zaten tek tek daha detaylı açıklama yapılabileceğini bildirdim.
Yani Aklen baktığımızdada herkesin ilmi bir değildir.
Gerek fenni ilimlerde gerekse dini ilimlerde onun için öğretmenler vardır, hocalar vardır, dr. doc, prof lar v.s
Zaten öyle olmasa kitaplarında öğrenmeninde burada bir şeyler yazılmasınında bir manası olmaz. Mesela sen bahsi geçen ayetteki ifadenin zikir olduğunu yazdın. Bunu bilmeyenler öğrenmiş oldu. Yani bilmeyenlerin yanında bir bilen olmuş oldun.
Bu dindede böyledir. İlahiyat fakultesinin olması yada medreselerin olması, onlar içinde bile bölümler değişiktir. Peygamberlerin kendileri aracılığı ile indirilen dini yada kitapları diğer insanlardan daha iyi bilmeleri en doğal olanıdır.
Anlamadığı bir dini yada kitabı insanlara nasıl açıklaması beklenebilir.
Eğer denilirseki herkes Kuranı aynı derecede biliyor. O halde
Bakara
(129) "Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları her kötülükten arındırsın. Şüphesiz, sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin."

Bakara
(151) Nitekim kendi aranızdan, size âyetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.
gibi bir çok ayet boşuna olur. Halbuki ALLAH ın kitabı eksik ve boş değildir. Bu durumda bu tür ayetlerin izah edilmesi gereklidir. Bana görede en mantıklısı bu şekildedir.
Şu halde Peygamberin daha iyi bilmesi etrafınada en iyi şekilde anlatması Onun etrafındakilerinde diğer müminlerden daha iyi anlamış olması manasına gelir.
Zaten aksinin düşünülebilmesi mümkünmü bilemiyorum.
saygılarımla.
ebumaruf isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 5. June 2014, 09:49 PM   #8
ebumaruf
Katılımcı Üye
 
Üyelik tarihi: May 2014
Mesajlar: 38
Tesekkür: 0
2 Mesajina 2 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 0
ebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud ofebumaruf has much to be proud of
Standart

Alıntı:
Araştıran Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
Şu kadarını söyleyeyim 1. video yu savunmak akla zarar.1. videoda dikkatini çektimi bilmem ama sonunda ALLAH eşittir Muhammed diyor birde şeytanıda geçen adam ekliyor tek farkı ete kemiğe bürünmüş diyor.
Evet dostum haklısın onu kaçırmışım.
Bu kesinlikle savunulabilecek bir şey değildir.
Uyardığın içinde teşekkürler.
Zaten Tasavvuftada böyle bir şey yoktur.
İmamı rabbanin kitaplarını okudum böyle bir şeyle karşılaşmadım.
Belki videonun devamında bir izahat vardır kısa kesilmiş.
Benim müntesibim olan bir cemaat değildir.
Lakin ben onlarında öyle bir inanca sahip olduğunu sanmıyorum.
O açıdan biraz baktım youtube de şu linki buldum izahat yapılmış
http://www.youtube.com/watch?v=LYIELZ6PvjU
Takiye yapmıştır yada hakikatte öyle düşünüyordur bilemem. Lakin bu ehli tasavvuf inancı kesinlikle değildir. Men edilir.
Tasavvufta ALLAH Rasulu s.a ölçüsü şudur.
O yaratılmışlar içinde ALLAH a c.c en yakın olanıdır. O na ilim ve hikmet verilmiştir. O ALLAH c.c ın kulu ve Rasuludur. O nu anlamak Kuranı daha iyi anlamak içindir. Onu sevmek Rabbimizi c.c daha çok sevebilmek içindir. Yani bir araçtır amaç değil. Amaç ALLAH c.c ı anlamak ve sevmektir.
Fena fis sofi, fena fiş şeyh, fena fir Rasul, fena fiLLAH sıralamasıda bu yüzdendir.
Haşa sümme kella haşa Onun hadis rivayetlerinde bile üzerine basa basa bildirdiği ALLAH dan c.c başka ilah yoktur ifadesiyle çelişmenin Onu sevmekle hiç bir alakası olamaz. Bu şekilde düşünüp O nu sevdiğini iddia eden kişiler yalan söylemişlerdir.
Ben bu şekilde hiç bir öğretiye şahit olmadım.
Dediğim gibi Tasavvuf inancıyla hiç bir şekilde alakası yoktur.
Tasavvuf inancı ehli sünnet itikadı üzere olup.
Amacı nefsi terbiye yöntemlerinin uygulanarak her yapılan ameli ALLAH c.c için yapmaya çalışmakdır.
Bundan farklı bir durumu yoktur.
Zaten dikkat ettiyseniz bu videolardakiler genellikle hocalardır.
Şeyhlerin bu tarz bir ifadeleri yoktur.
Bu hocalarda bu yolda ilerlemek için bu yollara girmiş kemalata ulaşmamış kişilerdir. Bu yüzdendir ki bunların sözleri sadece kendilerini bağlar.
Şeyh lerin sözleride kendi tarikatlarını bağlar.
saygılarımla.
ebumaruf isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 5. June 2014, 11:44 PM   #9
huzeyfe
Yeni Üye
 
Üyelik tarihi: Apr 2013
Mesajlar: 6
Tesekkür: 1
1 Mesajina 2 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 0
huzeyfe has much to be proud ofhuzeyfe has much to be proud ofhuzeyfe has much to be proud ofhuzeyfe has much to be proud ofhuzeyfe has much to be proud ofhuzeyfe has much to be proud ofhuzeyfe has much to be proud ofhuzeyfe has much to be proud of
Standart

Ebumaruf

1. Videoda kastedilen bütün tarikatların belkemiği olan "Vahdet-i Vücud" inancıdır
oda nedir ? Diyeceğinizi varsayarsak açıklama ekliyorum. Bu konuda hemfikir olursak diğer videolara gerek bile duymayacağız .batıl inançlar bulaşıcı hastalıklar gibidir müdahale yapılmassa yayılır,


Vahdet-i Vücûd

Vahdet-i Vücûd (varlık birliği); tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunan görüştür.

Vahdeti vucudculara göre varlık tektir.
Yani Yaratan ve Yaratılmış ayrımı yoktur.İkisi de biridir.
Bunlarda ikiye ayrılır.
1-Her şey O dur.(Vahdet-i vucud)İbni Arabi
2-Her şey Ondandır.(Vahdeti mevcud.)İmam-ı Rabbani

Halbuki her ikiside batıldır.İslama göre varlık bir değildir.2 türlü varlık vardır.
1.Yaratıcı yani Allah.
2-Yaratılmış yani bütün kainat.

Vahdet-i vücûd inancında tek varlık olarak Allah kabul edilmekte, bunun dışındaki varlıklar ise Allah’ın tezahür ve tecellisi sayılmaktadır. Oysa Allah Teala yarattığı her şeyi ayrı ve gerçek varlıklar olarak yarattığını bildirmiştir. Nitekim birçok ayette “…Göklerde ve yerde ne varsa hepsi onundur…” (Bakara, 2/255, 284; Nisâ, 4/131; Yunus, 10/155; Lokman, 31/26) buyurarak bunların gerçek ve ayrı birer varlık olduğunu söylemiştir. Bizim varlığımız da gerçek bir varlıktır.

“Allah’ın gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları, gerçek olarak ve belirli bir süre için yarattığını kendi kendilerine düşünmezler mi? Doğrusu insanların çoğu, Rablerine kavuşacaklarını inkâr ederler.” (Rûm, 30/8)


[b]“Allah, gökleri ve yeri bir gerçek olarak yaratmıştır. Böylece herkes kazancına göre karşılık görür. Onlara haksızlık edilmez.” (Câsiye 45/22)

"O gökleri ve yeri yoktan yaratandır... O'nun benzeri hiçbirşey yoktur" 42/11

diyerek, kendisinin yaratan ve kendi dışındaki herşeyin yaratılmış olduğunu, üstelik bunların hiçbirinin kendisine benzer olmadığını belirtir. Esasen Kur'an'ın temel mesajı Hâlîk ile mahlukun vasıf ve ilişkilerini, duyurmak ve belirlemek değil midir?

Vahdet-i Vücud denilen kavram ne kadar İslami ?


Tasavvuf denildiği zaman bunun temelinde “ vahdeti vücut “ yani yaratanla yaradılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunan görüştür.bu inanca sahip olanlar,geçici ve fani olanla kalıcı ve ebedi olanı birleştirmektedirler

HULUL: Bir şeyin mevcudiye tinin diğerinin mevcudiye ti ile aynı olması manasındadır. İlahi zat’ın veya sıfatların, yaratıklardan birine, bir kısmına, yahut tamamına intikal edip, onlarla birleşmesi, Allah’ın insan veya başka bir maddi varlık görünümünde ortaya çıkması diye tanımlanmıştır. (İslam Ansiklopedisi hulül-340)

İslam’ın bütün sapık ve hurafe dolu inançları silerek yerleştirdiği tevhid inancı içerisine İslam’dan önceki sapıklıkların tekrar sokulmak istenmesi nin en büyük nedeni saf ve temiz tevhid inancı içerisine batıl inançların sokularak İslam’a zarar verilmek istenmesi dir. Ayrıca bu noktada dosdoğru yol üzerine oturacağını söyleyen şeytanın müdahalesiyle hak zannedilip dalalete düşülen meseleler insanların her geçen gün sapıtmalarına neden olmuştur.

Gelenekse l dinlerden tek tanrılı dinlere kadar geniş bir inanç kuşağında ortaya çıkan hulül kavramı insan üstü ilahi bir kudretin belli bir amaç doğrultusunda, çoğunlukla insan, bazen de hayvan suretinde tamamen veya kısmen yeryüzünde görünmesini (bedenlenme) ifade eder.

Bu tanımıyla Hulül basit bir şekil değiştirmenin ötesinde ilahi iradenin bilinçli olarak kendini göstermek üzere her hangi bir varlığın bedenini seçmesiyle ilgilidir . İlk şekli animistik dinlerde ortaya çıkmış olmakla birlikte, Hulül inancı gerçek önemine özellikle Hinduizm ve Hıristiyanlıkta kavuşmuştur. Bununla birlikte eski Mısır’dan Grek’lere kadar pek çok dinde görülmektedir.Eski Mısır’da firavun genellikl e Tanrı Horos’un bedenlenm iş hali olarak düşünülürdü.


Hulül inancının köklerini esli İran ve Hint dinlerine Zerdüştilik ve Budizm’e dayandıranlar bulunduğu gibi Sâbiler ve firavunlar tarafından ortaya atıldığını kabul edenlerde vardır.

Kaynaklar da Müslümanlar arsında Hulül inancını benimseyen ilk kişinin ilâhi bir cüzün Hz. Ali’ye ve onun soyundan gelen imamlara intikal ettiğini iddia eden Abdullah ibn Sebe’nin olduğu belirtilir.

Bu inanca göre Allah’ın nurdan oluştuğunu ve bu nurun bir birini takip eden imamlara geçtiğini savunan Ebu’l Hattab El-Esedi tarafından geliştirilmiş ve İslam âleminde yayılmıştır. Daha sonra teşekkül eden aşırı Şii fırkalarda Hulül ilkesi ortak bir inanç haline gelmiştir. İbn Haldun Hulül inancının bu aşırı fırkalar aracılıyla bazı sufilere taşındığını ve bu çevrelerde taraftar bulduğunu kaydetmek tedir.(Mukaddime II/809)


Vahdeti Vücud anlayışı, Anadoluda gelişen ilk çağ felsefesinin temel ilkelerinden birisidir. Tanrı ile kainat arasında birlik olduğunu ilk ileri sürenler Herakleites ile Parmenides'tir. Bu görüşü daha sonraki çağlarda Yunan filozofu Eflatun yeniden ele alarak geliştirdi; ondan sonra gelen ve Eflatun'un izinden yürüyen Platines de ayrı bir açıdan yorumladı. İslam dininin doğuşundan sonra özellikle ilk çağ felsefesine bağlı kalan filozoflar ve mutasavvıflar bu görüşün etkisi altında kalarak onu İslam dini ilkeleriyle bağdaştırmaya çalıştılar. Bu bağdaştırmayı yaparken eski İran ve Hint kültüründen, özellikle dini inançlarından yararlandılar. Mansür, Senai, Zunnün-u Mısrı, Şeyh Attar, Şebüsteri, Celaleddini Rumi, Muhyiddini Arabı, Nesimi gibi filozof ve şairler başta gelir. Özellikle Muhyiddini Arabi bütün düşüncelerini Varlık Birliği (Vahdeti Vücud) j üzerinde toplayarak bu görüşlere bir düzenlilik kazandırdı.

Vahdeti Vücud anlayışının en çok tutunduğu ve yayıldığı yer İran'dır. Gerek nitelikleri, gerekse ihtiva ettiği düşünceler bakımından Vahdeti Vücud anlayışı İslam’ın şeriat ilkelerine karşıttır, onlarla bağdaşamaz. Çünkü İslam dininin temel ilkesi kainatın yoktan, Allah tarafından yaratıldığı inancına dayanır. Kainat ile Allah (Yaratılanla, Yaratan) arasında öz (zat) değil, görünüş bakımından bile en küçük bir benzerlik, yakınlık yoktur. Kur'an, Allah insanın düşüncesinin, aklının sınırlarını aşan bir yüce varlıktır; O, insanın düşünebildiklerinin hiçbirine benzemez, eşi ve benzeri yoktur. Bu bakımdan Allah ile Kainatı, bir sayan Vahdeti Vücud anlayışını reddeder.

Bugün hemen bütün müslümanlar arasında derece derece var olan Vahdeti Vücud anlayışı tasavvufun vaktiyle İran'da tutunmakla kalmadığını, bugün müslümanların ezici çoğunluğunu oluşturan İslam’a sonradan giren ve ana dili arabça olmayan müslüman topluluklar arasında yayıldığını göstermektedir.

Tasavvufun oluşumda önemli bir değişiklik (bozulma) Fena inancında görülür. Bu değişiklik zamanla artarak ve genişleyerek, sonuçta Allah-Kul, Yaratan-Yaratılmış ayrımının kaybedildiği bir noktaya ulaşır, işte Mekke müşriklerinde dahi bulunmayan yanlışlık buradadır. Ve bu yanlışlığın mensup ve taraftarları "Müslüman" sıfatına sahip bazı insanlar olmuştur.

Fenafillah
Allah'ta yok olma anlamında tasavvûfi bir tabir. Fenâ; yok olma, varlığın sona ermesi manalarına gelir. Tasavvufta fenâ, Allah'ın zatı hariç onun bütün sıfatları ile muttasıf olmak anlamına gelir. Kul, kulların sıfat ve fiillerini terkettikçe Allah'ın sıfatlarıyla yani Allah'ın görme, işitme vs. gibi sıfatlarıyla muttasıf olur. Fena fillah, ALLAH' *Kulun beşerî vasıflardan ve aşağı arzulardan sıyrılıp ilahî vasıflarla donanmasıdır (Haşa)

Fena gerçekleştiği zaman, bunun tamamıyla Allah'ın rıza ve takdirine uygun yaşamak, davranmak anlamına mı geldiği, yoksa Allah-Kul ayrımını kaldırıp "Bir" olmak anlamına mı geldiği konusu

Bu cevabın açığa çıkmasında ve bunun oluşumunda o günün müslümanların ilgi odaklarından birisini teşkil eden Felsefe'nin önemli etkileri olur. Ancak felsefenin oynadığı bu önemli rol çoğu zaman saklanmaya çalışılır.Hint mistisizminin bazı inançları ise Beka billah inancının oluşumunda diğer önemli esin kaynağı olur.
Şöyleki;

Plotinus, Yeni Platonculuk ;
Plotinus'a (M.270) göre, Tanrıyı bilmek, onunla "Bir" olmak anlamına gelir. Bu bir olmak ise, bilen/bilinen ayrımım tamamen ortadan kaldırır. Hint mistisizmin kaynağı olan Upanişadlar ve Vedantalar'a göre ise varoluşun gereği ve şartı Evrensel Varlık'la (Tanrı'yla) "Bir" olmaktır. Bu ise çoğu zaman Evrensel Varlık'ın insana hulul etmesi şeklinde gerçekleşir. Bu durumun gerçekleşme nedeni ise, insanın arınması, ve yüceleş-mesidir.

Başta İbn Arabî olmak üzere en açık biçimiyle Sadreddin Konevî (673/1274) Celâleddin Rumî (672/1273), Abdulkadîr el-İcî (756/1355), İbn Seb'în (669/1270), İbnu'l Farız (632/1235), Tilimsanî ( ) gibi ünlü sufilerin söz ve yazılarında kolaylıkla bulunabilecek Vahdet-i Vücûd inancı, günümüz araştırıcıları*nın çoğunun zihnin de Batı kökenli Panteizm kavramını çağrıştırır bir şekilde yer etmiştir.

Panteizm (Monizm)

Panteizm ya da Tümtanrıcılık, (Doğatanrıcılık ya da Kamutanrıcılık) her şeyi kapsayan içkin bir Tanrı veya evrenin ya da doğanın Tanrı ile aynı olduğu görüşüdür.Panteistler kişisel ya da antropomorfik bir Tanrıya inanmazlar.
Panteizm genellikle monizm ile ilişkili bir kavramdır. Panteizmde, her şey Tanrı'nın bir parçası olarak kabul edilir, Tanrı her şeydir ve her şey Tanrı'dır. Tanrı doğada, nesnelerde, insan dünyasında vardır.

Monizm, her şeyin bir tek zorunluluğun, ilkenin, madde veya enerjiden olduğunu iddia eden görüştür.

Genellikle monizmin panteizm, panenteizm ve içkin bir Tanrı inanışı ile ilişkili olduğu düşünülür. Ayrıca, saltçılık (absolutizm) ve monad da monizmle yakından ilgilidir. İlk temsilcisinin Parmenides olduğu bilinmektedir. Pisagor'da monist olarak bilinmektedir. "Bir" sayısı Pisagor'a göre mutlak ve kutsaldır. Aynı zamanda Çok'u da içinde barındırmaktadır.

Hinduizm ( Upanişad )

Upanişad, Hinduizm'in felsefi ve daha çok mistik yapıdaki kutsal kitaplarıdır, Şruti kategorisinde yer alırlar. Anlamı "yanıbaşına oturmak"tır. Bu metinler geçmişte Hindu rişilerinin ("peygamberlerin") öğrencilerine öğrettiği gizli bilgilerdi, Vedalar'ın sonu (Vedanta) ve tamamlayıcısı olarak görülürler.

Bütün upanişadlarda üzerine basılarak öğretilen temel öğreti, bütün evrenin Tanrı olduğu, insan ruhunun da (Atman) aslında Tanrı'nın bir parçası olduğu ve öldükten sonra su damlasının okyanusla birleşmesi gibi insanın da Tanrı ile birleşeceği, onda özümlenip Tanrı'da yok olacağı onunla bir olacağı doktrinidir:

advaita vedanta ekolüne göre nihai kurtuluş, ferdî ruhun (atman) evrensel ruhla (brahman) özdeşliğini idrak etmesidir

"Bu Atman benim kalbinin derinliklerindedir ve bir pirinç veya arpa tanesi ya da hardal çekirdeği kadar küçüktür... Kalbimin derinliklerindeki bu Atman dünyadan, gökyüzünden, göklerden ve bütün dünyalardan daha büyüktür. Bütün hareketler, istekler, korkular, tatlar ondadır, kendi içini kapsayan her şeyi tutan odur; o konuşmaz, hiçbir şeyi dert etmez; bu kalbimin derinliklerindeki Atman, Brahman’dır. Bu yaşamdan ayrıldığım zaman onunla birleşeceğim." Çandogya Upanişad

Upanişadlara göre her şeyin özünde Atman vardır. Bir Hindu Rişisi bu konuyu öğrencisine etkili bir örnekle anlatır:

"Hiçbir şey yok ki O özden gelmemiş olsun. Her şeyin içinde bu öz varlıktan vardır, o gerçektir. O, her şeyin özüdür. Sen de O’sun Svetekatu. Atman bir ağaç dalını bırakacak olursa o dal ölür, tüm ağacı bırakırsa tüm ağaç ölür. Atman bedeni terkettiğinde beden ölür, ama o öz Atman ölmez."

Yahudilikde Kabala Ögretileri;

Yahudilik’te de bâtıni geleneğin (Kabala) büyük önemi vardır. Yahudi mistisizminin en erken biçimi olan Merkava mistisizminde, Tanrı’nın görünümünü ya da ihtişamını tecrübe etmeyi ve ruhun bu tecrübe için semavi alana yaptığı yolculuk ve yükselme tekniklerini konu edinen iki mistik tecrübe söz konusudur. Gayr-i Bâtıni olan ılımlı anlayışta esas olan, Kutsal Metin’den hareketle ilahlık (kutsal taht) üzerine tefekkür ve ilahi tezahürün dünyası tutulması esas alınır

Hıristiyanlık Öğretileri
Hristiyanlıkda ise mistisizmin önemini vurgulayan en önemli ifade “Ruhun Karanlık Gecesi” tabiridir. Bu ifade ilk kez 16. yüzyılda İspanyol şair ve Roma Katolik Kilisesi mistiği Aziz John tarafından yazılan ve ruhun Tanrı ile birleşmek üzere yola çıktığı bir gece yolculuğunu konu alan bir şiirde kullanılmıştır. Aziz John çok meşhur olan bu şiirinde ruhani olgunluğa erişip Tanrı ile bütünleşene dek ruhun çektiği ızdırap dolu deneyimden bahsetmektedir. Zaten Hıristiyanlıkta kurtuluş teolojisi “Mesih’e iman etme” ve “Mesih’te olma” (Mesih sırrına vakıf olma) üzerine kuruludur. Aslında kutsal kabul edilen sakramentlerin, örneğin şarap ve ekmek ayininin, temelinde bu “Rab Mesih’te olma” ve onunla bir olma, birleşme arzusu yatar. Teslis öğretisi de akılla kavranabilecek bir öğreti olmaktan ziyade, hissedilebilecek, sezgilere güvenmek suretiyle iman edilecek bir gizemdir. Aslî amaç bu sırra erişebilmektir. Bu bağlamda, Hıristiyanlığın, temel inanç esasları doğrultusunda, başlı başına mistik bir din olduğu söylenebilir. Ayrıca şunu da eklemekte yarar vardır: Hıristiyanlar kendi dinlerini monoteist olarak nitelendirirler, kesinlikle panteist yahut henoteist olduklarını kabul etmezler. Oysa panteist/politeist olarak nitelendirdikleri bir Hindu 1=1=1=1=1=1=1=1…… derken bir Hıristiyan 1=1=1 der

Hıristiyanlığa göre Tanrı insanlığı kurtarmak amacıyla Nasıra’lı İsa’nın kişiliğinde bedene bürünmüştür.

İsa'ya "ALLAH" veya "ALLAH'ın oğlu" denmesi de Mısır'dan, Hind'den, Yunan'dan, Roma'dan gelen bu birleşme teorisinin bir koludur.


Alevi ve Bektaşi şiirlerindeki *Vahdet-i Vücud Yansımaları
Pir Sultan Abdal ve Yunus Emre

Bir ismin Ali’dir bir ismin ALLAH
Şükür birliğine elhamdulillah
Dinimiz kavidir vallah ve billah
Ben Ali’den gayri ala (yüce) görmedim.
....
Anlar birdir, bir oluptur
Hak içinde sır oluptur
Tecellide nur oluptur
Allah bir Muhammed Ali *

Ben kimseden korkımazam, ya bir zerre kayurmazam
Ben imdi kimden korkayım, korktuğum ile bir oldum.

(Pir Sultan Aptal, Bütün şiirleri, Haz: Ayşegül İNCE, Eflatun yayınları, Tarihsiz, sh: 397-398 -sh: 315)

Küntü Kenz ve Sudur Öğretisi

Künt'ü, Kenz inancı Gizli bir Hazine idim bilinmeyi istedim yani dünyadaki bütün varlıkların ve tüm evrenin Tanrı'nın yansımaları olduğu anlamını taşır,

Sudur öğretisine göre, Allah, önce kâinatın tüm bilgi ve sırlarını içerisinde saklayan bir çekirdek idi. O, görünmez alandan, görünür alana çıkmayı diledi de çekirdek çatladı, nur halinde bir ışık oldu. Bu ışık, aynı atom gibi bölünerek, zerre zerre sonsuzluğa yayıldı ve bu zerreler, Tanrı’nın öz cevherinden meydana gelen ruhlar oldu. Sonsuzluğa yayılan bu zerreler, kalp gibi çarpan, ışıl ışıl parlayan evreni meydana getirdiler. Bu zerreler, Tanrı’nın öz nefsinden hasıl olan ruhlar oldu.Bu defa o yüce yaratan, kendi güzelliğine, yüceliğine, sonsuzluğuna ve büyüklüğüne, yani O’nun tüm vasıflarına hayran olsunlar diye bu ruhlara, kendi öz cevherinden emanet olarak sıfatlar vererek, onları farka getirdi. Yani görünmez alandan, görünür alana çıkardı ve böylece insanoğlu ve tüm varlıklar yaratılmış oldu. Dolayısıyla kendisi de farka gelmiş oldu, yani görünmez alandan, görünür alana çıktı.

Tao'dan İbn Arabi'ye Vahdet-i Vücud

Taocu gelenekte Tao’yu anlayabilmek için öncelikli olarak tabiat bilgisini öğrenme aşamasından geçmiş olmak ve ancak ondan sonra varlığa, Hakk’a dair düşünmek gerek. Bu aşkınlık halini yakalamak için “zorunlu koşul” Tao’nun kendisine yani “mutlak bir”e yönelmek gerek. Tao evrenin, nesne ötesinin, ibadetler dahil her şeyin oluş biçimini kapsar. Spiritüel bir sistem olarak ise Tao, zihnin ve gerçekliğin varoluşçu niteliğini idrak etmek, doğanın değişimleriyle uyum içinde yaşamayı öğrenmenin yoludur. Bu yüzden Tao, bir ve bütün olarak, hem amaç, hem yol, hem de yolculuktur.(Taocu Uygulamanın Temelleri) Alevilik de bir “yol” dur. Hem de seçilimli bir yoldur: “Yol bir sürek binbir” koşulunu ve özgürlüğünü güder. Bu kural Taocu ve Yogacı gelenekte de mevcuttur. Herkesin Tao’ya ulaşmak için kişisel yol ve düşünce geliştirme hakkı vardır.

İbn Arabi’de Yetkinleşen Kavramlar

“Vahdet-i Vücud” kavramının geliştirdiği felsefi alanda biçim bulan İnsan-ı Kamil tasarımı bir bütün olarak bilgelik öğretilerinin devamıdır. Bu anlayışın ne ve nasıl olduğu düşüncesini İslam coğrafyasında belirgin olarak tartışan ve dikkat çeken ilk temsilcilerden biri de İbn Arabi’dir. Varlığın ne olduğu düşüncesinden başlayarak Vahdet-i Vücud’u geliştirmiştir. Birliğin ulaşması gereken nokta “Bir” olmaktır. Yani gelişmiş olarak ele alırsak Hak ile birlik olmaktır. Taoculuğa göre ise bu Tao ile birlik olmaktır. Yine İbn Arabi’de “nefsi yok etmek”; olarak ele alınan “fena” Taoculukta “nefsini unutmak” olarak karşılık buluyor. Yine Nefs-i Külli Taoculukta, Tao ile bir olmak olarak ele alınırken, İbn Arabi’de bu kavram Mutlak (Hak) ile vahdet halinde olmak olarak önerilmiştir.

Genel olarak İslam coğrafyasında yapılanan Batınîlik ile Taocu gelenek çizgisindeki öğretilerin coğrafik ve zamanlama olarak doğrudan birbirlerini etkilemeleri mümkün görünmemektedir. Buna rağmen kavramların bazı farklılıklar dışında bu kadar birbirine yaklaşmış bir özgünlük içinde olması olağanüstü bir kavramlaştırma, düşünce kurgusu, akıl ile doğayı ve insanı anlamlandırmayı göstermektedir. Batınîlikteki kavramları yorumlayan düşünür İbn Arabi ile Taocu geleneğin üstatlarından olan Lao-Tzû [Yaşlı (ölümsüz anlamında kullanılmaktadır) Üstat] arasında Hak-Tao’nun yapı ve anlamlar açısından benzer biçimde anlamlandırılmış olması çarpıcıdır

Arapçaya kazandırılan felsefe kitapları ve bilhassa Hallac-ı Mansûr (309/922) gibi bazı sûfilerin Hint'i sık sık ziyaret etmeleri, Bekâbillah inancının oluşmasında etkili olan malzemeyi sağlamış görünüyor. Bu inancın oluşup, kabul görmesi fena inancının aslından oldukça farklı boyutlarda anlamlandırılmasına da zemin hazırlar. Bütün bunlar sonucunda da kendisinden geçilenin ne olduğuna yönelik soruya cevap verilmiş olur;

Sen beni görüyorsan, O'nu da görürsün,
Şayet O'nu görüyorsan her ikimizi de görürsün" (Kitabu'l Tavasin)

Daha çok hulul inancını ifade eden bu ve benzeri ifadelerle de anlaşılmış olur ki, terkedilen, kendisinden geçilen yoktur. Aksine Mutlak Varlık oluşun bilincine varmak vardır. Hallac-ı Mansûr'un (309/922) diğer bir çok şiirinde ifade edilen bu inancın özeti ise "Enel Hakk" sözü olur. O, Hint seyahatleri sırasında öğrendiği Hulul inancını Fena inancının çarpıtılmış biçimi içerisinde ifade ederek bu inancın yaygınlık kazanmasına zemin hazırlar.

lbetteki Mansûr, değiştirilip, çarpıtılan ve bu nedenle Tevhid muhalifi bir özellik kazanan Fena konusunun tek örneği değildir. Daha bir çok sûfi, değişik vesilelerle Mansûr'unkine benzer inançlarını açığa vurmaktan geri kalmazlar. Zamanında zındıklıkla suçlanan
Zü'n Nün el-Mısrî (246/861)

"Harmaniyemin içinde Allah'tan başka birşey mevcut değil." (255,257 Prof.Dr.Erol Güngör,Islam Tasavvufunun Meseleleri, ötüken yy. Ist. 1982)

gibi sözleriyle, söz konusu inancı dile getirirken, bu inancı sistemleştirip, başlıbaşına bir inanç sistemi haline getiren İbn Arabî (638/1240) ise

"O'nun peygamberi O'dur, göndermesi O'dur ve kelimesi O'dur. O kendisini kendisiyle Kendi'ne göndermiş'tir."( Üç Bilge, 120, Çev.Ali Ünal,Insan yy. Ist. 1985)

sözleri ve benzerleriyle aynı inancı bazı ufak farklılıklarla tekrarlar. Daha bir çok örneği bulunabilecek bu şahsiyetlerin bir diğer temsilcisi ise Yunus Emre (20/1320-21) olur.

O, genel kabul görmüş olan şiirlerinin arasına serpiştirdiği ve hulul ile Vahdet-i Vûcud arasında gidip/gelen inancı ile Allah-Kul, Yaratan-Yaratılan ayrımını kaldırmaya yönelik tavırlar sergiler. Örneğin şu şiirinde olduğu gibi;

"Dost yüzin göricek şirk yağmalandı Anunçün kapuda kaldı serî'at"
"Dost yüzin göricek şirk yağmalandı Anunçün kapuda kaldı serî'at"....

Ünlü mutasavvıf-şair Kaygusuz Abdal'ın (848/1444 ifadeleri de aynı inancın bir başka örneğidir;

"Bu cümle eşyaya mevcûd olan sen
Bu mevcûd olana vücûd olan sen
Dohsın yirde gökde her mekânda ...

İbni Fariz'in “Nazmi's-Suluk” adlı kasidesi bunlardan biridir.

“Hiçbir zaman, bana, benden başkası namaz kılmamıştır.
Benim namazım da kendimden gayriye olmamıştır.
Devamlı olarak ben ona, o bana ibadet etmekte, ...

Bütün bu örneklerde anlam bulan ve bazı ufak farklılıklarla ifade edilen inancın en somut tezahürü Şebüsterî'de (725/1324-25) karşımıza çıkar;

"Enelhak, mutlak olarak sırları açığa vurmaktır, Hak'tan başka kim Enelhak diyebilir?
Alemin bütün zerreleri Mansur gibi Enelhak demektedir... Sen, onları ister sarhoş say, ister Mansur!
....Hak'tan başka bir varlık yok...ister o Hak'tır de, ister ben Hak'kım de (Gülşen-i Râz, 37-40 Şebusteri, Gülşeni Raz, Çev. Prof. Abdulbaki Gölpınarlı, MEB Yy. 2. Baskı, Ist. 1968)

Tehânevî, "Mecmaus-Sulûk" adlı tasavvufi eserden yaptığı nakle göre fenâ; Allah'tan başka hiçbir şeyi görmemek, kendini ve bütün eşyayı unutmak, o zamanda her şeyi ona rabb olarak görünür. Artık ondan başka hiçbir şey bilmez ve hiçbir şey görmez olur. Böylelikle ondan başka hiçbir şeyin olmadığına inanır, kendini de "o" sanır ve "Hak benim" der. Varlık aleminde de Allah'tan başka hiçbir şeyin olmadığına inanır (Tehânevî, a.g.e., II 1158).
Böyle bir durum mutasavvıflar, sofistlerin eşyanın hakikatını inkâr ettikleri gibi Cenâb-ı Allah'ın her eşyada teccelli ettiğini zannederler ki bu da Allah'ın eşya ile ittihadı demek olup Allah'ın vahdaniyet ve muhalefetun li'l-havadis sıfatlarına aykırıdır. (Şamil İslam Ansiklopedisi)

“Hakla hak (Allah’la, Allah ) olmak makamına eresin ki, buna mahfiyat ve fena hâli derler, büyük bir mertebedir. Allah hepimize nasip etsin...”
“Sen artık eşsiz bir cevher hâline gelmişsin..
Tekle tek, birle bir olmuşsun... Gizlinin gizlisi, sırrın sırrı oldun; yetmez mi ?..” (Abdülkadir Geylâni’den Fütûh’ül - Gayb. Bahar Yayınları 1983, Yedinci Baskı, çeviren, Abdulkadir Akçiçek, sayfa 17 - 37den alıntılar.)


Onun hiçbir dengi yoktur.(“Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.” [i](ihlas 4)

Bu konuda Tarikat ehlinin kendi güvenilen kaynaklarında konuyla alakalı sapmalar

“ Yaratan,yaratılan,halık,mahluk,hep O’dur.O’nun dışında,O’nun varlığı haricinde hiçbir varlık tassavur edilemez.Çünkü Vücut birdir. “ FİSUS UL- HİKEM : 13.S M.E.B YAYINLARI İST-1992 *İBNİ ARABİ

"Umarım ki ulu Tanrı duamı işitince nidamı kabul ede. Çünkü ben ancak indirilmiş hakikatleri dile getirdim. Halbuki ben Nebi değilim, Resul hiç değilim. Lakin Nebi'nin mirasçısı ve âhiretin koruyucusuyum
Çünkü bu kitap nefis arzularından münezzeh ve içine fesad karışmamış olan en kudsi makamdan indirilmiştir. "FUSÛS ÜL-HİKEM *İBNİ ARABİ *( İstanbul Kitabevi Yayınları, 1981, İst, s. 1-2.).Vay, Kitabı elleriyle yazıp, sonra da onu az bir değere satmak için, “Bu Allah katındandır” diyenlere! Vay ellerinin yazdıklarına! Vay kazandıklarına *(Bakara-79)

“Ey müridim aramızda ahdi koruyucu ol! *Olayların meydana döküleceği gün ben de terazi başında hazır olayım!..Eğer terazi cimrilik yapacak olsa, Allah’a and olsun ki o, İnayetimin ta kendisiyle, hakikat lütfuyla (cömertliğe) nail olacak! *(Füyûzât-ı Rabbaniye, Bedir Yayınevi 1995 baskısı, sayfa 74 - 75 , Abdulkadir Geylani )

Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz. (Enbiya47)

“Benim emrim, Allah’ın emridir; eğer ol! dersem oluverir.”“Hepsi de Allah’ın emriyledir, ama sen benim kudretime hükmet!” “Benim kabrim Beytullah’dır, gelen onu ziyaret eder.”“Ona seğirtir de izzet ve Rıfat ile yüce makama erişir.”
“Benim ocağımı tavaf et yedi defa, emânıma sığın! Her yıl beni ziyâret için meşguliyetten sıyrıl!” “Bana doğru haccedip gelin, evim kurulu bir kâbe.Beytin sâhibi yanımdadır, koruluğu haremimdir.”
“Her KUTUB tavaf eder Beytullah’ı yedi defa.Ben ise Beyt’in kendisiyim çadırımı tavaf ediciyim.”(Alıntılar, Füyûzât-ı Rabbâniyye, Şeyh Abdülkadir Geylâni, Çeviren Celâl Yıldırım, sayfalar, 57-67-68-69. Bedir Yayınevi 1.

“(Veli diye tanımladığı kimseler konusunda) Yer onların hürmetine durur.. Sema onların duasıyla açılır... Ölüm, onların kararıyla olur... Bu salahiyeti onlara Mevlâ vermiştir.” Fütûh’ül - Gayb, Bahar Yayınları, Abdülkadir Geylani S.46). Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır (Münafıkun 11)


“Bana dediler ki: “Ey filan! Namazı terk ettin.” Bilmezler ki ben Mekke’de namaz kılarım...” ( Füyûzât-ı Rabbâniyye, sayfa 73. )

Mûsa Rabbine münacaat ederken beraberinde idim, *Mûsâ’nın ASA’sı benim asamdan medet gördü.” “Yakub’un gözü kapanıp kör olduğunda onunla beraberdim,
Yakub’un gözleri ancak benim nefesimle iyileşip şifa buldu.” ( Füyûzât-ı Rabbâniyye, sayfa 74. )

Nakşibendilerin kendisinden saygı ve övgü ile söz ettikleri, Abdülkerim el-Ciyli, El-insan’ul - Kâmil adlı kitabında
“Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah’a kulluk etmişlerdir. Çünkü, Cenab-ı Hak bütün varlıkların gerçeği (yani özü ve ta kendisi) olduğuna göre-ki kâfirler de varlıkların bir bölümüdürler - öyleyse Cenâb-ı Hak onların da gerçeğidir. (Yani onların da ta kendisidir.) Tabiatıyla O’nun ayrıca bir tanrısı yoktur. Mutlak rab (yani kesin genel anlamdaki ) ilâh O’dur. Dolayısıyla kâfirler, Allah’ın bizzat kendisi oldukları için varlıklarının kaçınılmaz gereği olarak O’na tapmış oldular.”

Sofulara göre kafirler bile (Haşa!) bizzat Allah’ın kendisidirler. Ve bu sözleri bir dil sürçmesi veya eleştirilere karşı kendilerini savunma ihtiyacı hissettiklerinde söyledikleri gibi sarhoşlukla ortaya atılmış iddialar olmayıp, kabul etmiş oldukları Vahdet-i Vücûd inancının gereğidir
“ Ey nefsinde varlıkları yaratan,sen yarattığın şeylerin hepsisin. Varlığı nihayetsiz olan şeyi sen vücudunda yaratırsın. Şu halde sen hem dar hem de genişsin “ FİSUS UL-HİKEM : 55.S – İST- KİTABEVİ 1981 İBNİ ARABİ

“ Bir vakit olurki kul şüphesiz rabb olur.Başka bir vakitte de iftirasız kulluk derecesine iner …. “FİSUSU’L- HİKEM : 57.S – İST- KİTABEVİ 1981

“ Allah beni över, ben de Onu. O bana kulluk eder, ben de Ona,Bir halde ben Onu ikrar eder ve eşyadaki çokluk ve değişikliği görünce de inkâr ederim…. “ FİSUS UL HİKEM : 48.S İST. KİTABEVİ 1981 - FİSUS UL-HİKEM : 13.S M.E.B YAYINLARI İST-1992 İBNİ ARABİ

"Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm. ,"Ol kadiri kün feye kün,lutfedici sübhan benem. Kesmeden rızkı veren cümlelere sultan benem.
“ Evvel benem ahir benem, canlara can olan benem “.... devam ediyor
YUNUS EMRE : KÜLTÜR BAKANLIĞI 1275 KÜLTÜR ESERLERİ 161 SAYFA.361-365

“Senin ruhum benim ruhuma şarabın saf su ile katışması gibi karışmıştır. Sana herhangi birşey dokunduğunda bana da dokunur,
Ey ALLAH'ım, her durumda sen, benimsin. Ben sevdiğim O'yum ve sevdiğim O benim, Biz bir vücudda sakin iki ruhuz Eğer sen beni görürsen O'nu görmüş olursun,,
Ve eğer sen O'nu görürsen ikimizi birliktegörmüş olursun. O yücelikte "Ben, "Biz", veya "Sen" yoktur, " Ben", "Biz", "Sen" ve "O" hep biziz. ”Vahiyden Kültüre - Celaleddin Vatandaş, Pınar yayınları, İst-1991 - Hallacı Mansur'un küfür ve şirk sözleri (S.160-161)


Kendi kitabını vahiy ürünü gibi olduğu iddiasıyla Kur'an'la özdeştirip, Kur'an'ın özellik ve sıfatlarını kitabı içinde kullanan Celâleddin Rûmî şunları yazar:

"Mevlana Şemsin yanına girdi. Şems şahane bir çadırda oturmuş Kimya Hatun ile oynaşıyordu. Mevlana dışarı çıktı. Bu karı koca oynaşmalarına mani olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı.
Sonra Şems (Mevlâna'ya) içeri gel diye seslendi. Mevlana içeri girdiğinde Şems'ten başkasını görmedi. Kimya nereye gitti? dedi.
Şems 'Yüce Tanrı beni o kadar severki, istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya Hatun şeklinde geldi' buyurdu.MENAKIB’ÜL ARİFİN I (Arifler’in Menkıbeleri)Ahmed Eflaki

Şems: "Yüce Tanrı beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya şeklinde geldi" buyurdu, işte Bayezid'in hali de böyle idi. Tanrı ona daha sakalı bitmemiş bir genç şeklinde göründü.Vahiyden Kültüre - Celaleddin Vatandaş, Pınar yayınları, İst-1991 - s.236,237 (Eflaki’den/2/67,70))

Mevlana’dan: “ şarap helal mıdır veya haram mı?” diye sordular.
Onların maksadı Şemseddin’in şerefine dokunmaktı. Mevlana kinaye yolu ile “İçse ne çıkar: Çünkü bir tulum şarabı denize dökseler deniz değişmez ve denizi bulandırmaz. Bu denizin suyu ile abdest almak ve onu içmek caizdir. fakat küçücük havuzu şüphesiz bir damla şarap pisletir. böylece tuzlu denize düşen herşey tuz hükmüne girer. Açık cevap şudur ki, eğer Mevlana Şemseddin şarap içiyorsa, herşey ona mübahtır. Çünkü o deniz gibidir. eğer bunu senin gibi bir kızkardeşi fahişe yaparsa, ona arpa ekmeği bile haramdır.” buyurdu.
MENAKIB’UL ARİFİN II (Arifler’in Menkıbeleri)Ahmed Eflaki - (cilt 2, sf. 72)

Hakkın yüksek sıfatları Ali'nın vasfıdır. hakkın sıfatları zaten ondan ayrı değildir. O Tanrı'nın zatine yapışmış O olmuştur. Hani duyduğun "Lahutun o gizli hazinesi" yok mu; işte O, odur Çünkü , O, Haktan Hakka görünmüştür. O hazinenin nakdi, tükenmez ilimdi. İşte o ilimden maksut, Yüce Ali'dir.Hakkın hikmetini ondan başka kimse bilmez. Zira O hakimdir, her şeyin bilginidir.Cihan var oldukça, Ali var olur
Cihan var, olurken de Ali vardı Cihanın temeli suret buluncaya kadar var olan Ali idi. Yer resmedilinceye, zaman husule gelinceye kadar, var olan Ali idi. Veli, vasiy olan Şah Ali, cömertliğin, keremin, bağışın sultanı idi.
Ali'den ötürü melekler Adem'e secde ettiler. Adem bir kıble idi, secde olunan Ali idi. Adem de, Şit de Eyyub da, İdris de, Yusuf da, Yunus da, Hud da, Musa da, İlyas da Salih Peygamberlerde, Davut da Ali idi.
Mevlana'nın, Hz. Ali Hakkındaki "Divan-ı Kebir" İsimli Kitabındaki Sözleri *Divan-ı Kebir'den secme şiirler, MEB yayınları no: 1148, 1. Cilt,s: 3-4-5, Kültür Bak. Yay., Ankara 1989 (2.baskı), istanbul

Beyazıd Miracı. (S.155-157)
1- Ruhumla miraç yaptım, melekûtu delip geç-tim. Cenneti ve cehennemi gösterdiler ama bunlarla hiç ilgilenmedim. Hz. Peygamber (a.s.) müstesna, uğradığım (ve semada gördüğüm) her Peygambere selâm verdim. Hz. Peygamberin ruhuna ulaşamayışımın sebebi ruhunun çevresinde nurdan bin perdenin bulunması, bundan gelen ışıltının bile neredeyse ilk bakışta her şeyi yakması idi. (Sehlegî, 111, Attar206)
Bâyezîd bu ifadesinde ruhu ile miraç yaptığını açıkça ifade etmiştir:
2- Ceberût'da gâib oldum.melekût deryalarına dâldım, Lâhut'un perdelerini aştım, Arş'a ulaştım.. "Burasını bomboş görünce kendimi onun üzerine attım ve:
"Ey benim Efendim! Seni nerede arayayım? Bunun üzerine perde açıldı ve gördüm ki: Ben benim, ben yine benim, aradığım hususa yöneltiliyo-
rum, yürüyen de başkası değil, ben oluyorum. (Sehlegî, 164)
"Ben benim, O'nun benliğini dile getirişim vahdet halinde hüviyetini dile getirişim gibi.Böylece de sıfatlarım Râblık sıfatlarına dönüştü. Dilim de tevhid dili oldu. "O dur, ondan başka Tanrı yoktur" sıfatlarım oldu. Ne olduysa O'nun varlığıyla ve olan dan oldu. O'nun varlığıyla olan da "olan olur. Artık sıfatlarım Rablık sıfatları, işaretlerim ezeliyet işaretleri, dilim tevhid dilidir." (Sehlegî, 175-178)
«Kendimi tenzih ederim, kendimi tenzih ederim; ben en yüce olan Rabbimin kendisiyim!.»(s62)
Bayezid-i Bistami - Prof.Dr. Süleyman Uludağ, Diyanet Vakfı Yay., Ankara-1994


Allah-u Tealâ Hazretleri füyuzatını evliyâullahından kullarına gönderir. Evliyâullahını, ibâdının mürebbisi kıldığından rüyada nasîhatiarı mürşidi suretinde yapar. Yapan eden hep Allah'tır. Ama mürşidi suretinde olur. Bunun için mürşidinize irtibatı güzel yapın.(S.20-21) (Tasavvufa Giriş, M.Esad Coşan, Gümüş Yayınevi, Konya 1990)

Söylediğim her şeyi, bana Tanrı haber verdi… O, bana imlâ ediyor ve ben (bunları) kendi elimle yazıyordum… Benim lisânım, Hakk’ın lisanıdır, sözüm O’nun
sözüdür (El Futûhât El-Mekkiyye. Muhyiddin-i İbn Arabî. Kültür Bakanlığı/1184 Çev: Prof.Dr.Nihat Keklik divandan nakille s.45
Biz, bütün söylediklerimizde ancak ALLAH’ın bize ilka ettiği (ulaştırdığı) şeye dayanırız (El Futûhât El-Mekkiyye.S.19)

Sufiler delil ikame etmekten münezzehtir. (El Futûhât El-Mekkiyye. S.25)

Ben beni sevenim, beni seven de benim. Bir tek bedende bulunan iki ruhuz biz. Beni gördüğünde O'nu, O'nu gördüğünde de her 'ikimizi görürsün?" ( Muhyiddin İbnu'l Arabi'de Tasavvuf Felsefesi - Ebu'l Ala El Afifi, Kırkambar Yayınları ) (S.165-166)
İNSAN-I KÂMİL'in büyüklüğünü, üstünlüğünü şöyle tasavvur edebilirsin: On sekiz bin âlem; bir havan içinde döğülse, hamur haline gelse, ter* kibi İNSAİN-İ KAMiL olur. Bu insan; on sekiz bin âlemi. on sekiz bin gözle seyreder. Her âleme, o âle*me has olan gözle bakar. Duygular âlemini, duygu gözüyle; akıllara sezilenleri akıl gözüyle, mânalan da kalb gözüyle seyreder. Öbürlerini de buna kıyas et. Duygu "madde" gözüyle, manaları seyredeceklerini sanan gafiller, sadece bir ümit içinde erir; bu, ehline malumdur. (Özün Özü - Muhiddin-i Arabi, Kamer Neşriyat, 3.Baskı, Ter.İsmail Hakkı Bursevi, Sadeleştiren Abdülkadir Akçiçek, İst-1984)(S.50-60)

(Benim şu iğreti kalıbımın içinde Allah'tan başka kimse yoktur) diyen Cüneyd-i Bağdadî[Ömer Ziyauddin Dağıstani, Fetvalar - Sh. 79]
"Bir adam Beyazıd'ın müridlerinden birine: Şeyhin mi büyük Ebu Hanife mi diye sordu. Mürid: şeyhim, dedi. Sonra Ebu Bekir mi büyük senin şeyhin mi? diye sordu, yine Şeyhim dedi. O birer birer bütün sahabeyi saydıktan sonra Muhammed mi büyük şeyhin mi? dedi. Yine Şeyhim büyüktür dedi. *En sonunda Tanrı mı büyük senin şeyhin mi? diye sordu. Ben tanrıyı şeyhimde gördüm, şeyhimden başka birşey tanımam.' dedi. *Başka bir müride de Tanrı mı büyük şeyhin mi? diye sordular. O da 'bu iki büyük arasında hiçbir fark yoktur' dedi. Yine müridlerden bir diğeri de: 'Bu iki büyükten daha büyük biri lazım ki bu farkı ortaya koysun' demiştir" (Ahmed Eflaki, Menakibu'l-Arifin, 1/310-311. Hürriyet Yayınları, İstanbul 1973)

Ben Hazne'de hizmet ederken Şeyh Muhammed Arbavî (K.S.) gelip beraber Hacc'a gidelim dedi. Ben "param yoktur, gelemem" dedim. Dedi ki: «Sen rüyasında Peygamber (A.S.)'i görüp, uyandığı zaman ben sahabe oldum, diyen kişiye benziyorsun.» Ben bu söze üstada hürmeten bir şey demedim. Ama Allah'a yemin ederim ki, ben mürşidimin bir nazarını onun Hacc'ı gibi bin Hacc'a değişmem. Ben çok defa şahit oldum ki, Hacc'a giden bazı kişiler Hazne'ye gelip Şah'ı gördükleri zaman , variyetlerini tekkeye bağışlayıp, Hac farizasından vazgeçip, tövbe-tarikat alarak geri dönerlerdi. * Benim kanaatimce Şah-ı Hazne (K. S.)'nin ekmeğini yiyen cehenneme girmeyecektir. Eğer benim yetmiş senelik amelim olsa Şah-ı Hazne (K.S.)'nin ekmeğini amelinden üstün tutarım. *Seyyid Abdülhakim El Hüseyni ve Nakşibendi Tarikatı , Menzil Kitabevi ((S.32)

Marifet, Allah-u Teala'yı (cc) bilmek ve O'nun ahlakıyla ahlâklanarak sıfatlarının tam olarak hissedilmesidir. Böylece Hakk'ın sıfat ları müride yansır [i]s17-18 Adab-ı Fethullah - Şeyh Fethullahi Verkanisi - Menzil Yayınevi,

Konu huzeyfe tarafından (6. June 2014 Saat 12:07 AM ) değiştirilmiştir.
huzeyfe isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 6. June 2014, 01:05 AM   #10
khaos
Uzman Üye
 
khaos - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Apr 2012
Bulunduğu yer: earth
Mesajlar: 433
Tesekkür: 229
167 Mesajina 302 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 22
khaos has much to be proud ofkhaos has much to be proud ofkhaos has much to be proud ofkhaos has much to be proud ofkhaos has much to be proud ofkhaos has much to be proud ofkhaos has much to be proud ofkhaos has much to be proud of
Standart

Vikipedi den alıntı;

spinoza da insan!

Spinoza'daki insan anlayışının felsefi sistemiyle, kurduğu geometrik metafizik bütünlükle doğrudan bağlantılı zorunlu bağlamları vardır. Töz anlayışı, evreni bir zorunlu bağlantılar sistemi olarak tekci anlayışla açıklamak üzere kurulur ve bütün varlıklar Tanrı'dan başka bir şey olmayan bu tözün zorunlu görünümleri olarak açıklanır. Tanrı, sonsuzluk boyutunda (sub specia aeternitatis) her şeyin özüdür; insan ise zaman ya da süre boyutunda (sub specia durationis) Kendinin kendinde nedeni ve bu temelde her şeyin varoluşunun nedeni olan Tanrı, Spinoza'nın beden-ruh ikilemini çözmesine de yardım eder.

Bu çözümü şu şekilde ifade etmek mümkündür: Beden (corpus) ve ruh, Tanrı'nın sonsuz özünden gelen görünümlerdirler ve dolayısıyla gerçek dünyanın düzeniyle ruhun düzeni birlik oluşturur. Böylece geleneksel anlamda bilinen birey-özne ve dolayısıyla insan Spinozacı sistemde ortadan kaldırılmıştır. Bu sistemde bireysel anlamda akıl ve irade sahibi, kendi kararlarını veren ve verdiği kararlarda özgür olan bir insan anlayışına yer kalmaz.
__________________
(FOR RAVEN)
khaos isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
sarmış, tasavvuf, İbrahim, İslam


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 11:14 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam