hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > EĞİTİM - ÖĞRETİM > Edebiyat

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 10. December 2012, 12:11 PM   #1
pramid
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Sep 2010
Mesajlar: 764
Tesekkür: 191
507 Mesajina 1.128 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
pramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud of
Standart Egemen islam kültüründeki estetik yoksunluğu üzerine

Mehmet Yaşar SOYALAN

KUTSALIN EGEMENLİĞİNDEN ADALETİN EGEMENLİĞİNE KİTABINDAN

Makalenin başlığına bakarak, İslam ile İslam kültürünü birbirinin aynısı ifadeler olarak tanımladığımızı veya birbirinin yerine kullandığımızı sanmayın. İslam, yüce Rabbimizin Kur’an ayetlerinde ortaya koyduğu, Resulullah’ın bunların ne olduğunun uygulamasını yaptığı şeylerin adıdır. İslam kültürü ise, Kur’andan alınan ilham uygulamalarıyla bir bağıntısı olsa da, bir süreç içerisinde Müslümanların sahip olduğu değer yargılarını, kültür ve geleneklerini, alışkanlıklarını, yönetim anlayışlarını, çevre ile olan ilişkilerini, kısacası, yapıp ettiklerini ifade eder. Müslümanlar bir süreç içerisinde kültürlerini inşa ederlerken İslam olmayan çevre kültürlerden yoğun bir şekilde etkilendiler. Bu etkilenmeler, bazen doğrudan bazen dolaylı oldu ve bunların acı tatlı meyveleri mevcut İslam kültürü içerisinde yer aldı. Dolayısıyla bizim eleştirimiz, İslam’ın safiyetini ve duruluğunu, doğal çevre ile uyumunu bozan anlayışlara yöneliktir. Maalesef, mevcut kültürümüz içerisinde buna benzer çarpıklıkların azımsanmayacak kadar çok olduğu ilgili herkesin malumudur. Oysa İslam’ın kendisi bu tür nitelemelerden beridir. O, uyum, düzen ve estetiği içinde barındırdığı gibi bunların da yayıcısıdır. Örneğin, Kur’an ayetlerinin hem edebi sanat ve estetik hem iç bütünlük ve düzen, hem de içerik açısından bir şaheser olduğu, inanan, inanmayan, vicdan sahibi her insanın üzerinde ittifak ettiği bir konudur. Sorun Müslümanların böyle bir şahesere sahip oldukları halde, nasıl oluyor da sahip oldukları toprakları çöle çevirdikleridir. Bunun adı estetik yoksunluğudur.

Eğer bir şeyde estetikten, güzellikten, zerafetten söz etmek gerekiyorsa, bunların en muhteşemini Allah’ın yarattıklarında görmemiz mümkündür. Bir bütün olarak evrene, bütünün parçaları olan gökyüzüne, yeryüzüne veya bunların daha küçük parçaları olan, dağlara , denizlere, ovalara, vadilere baktığımızda, bu zerafetin, uyumun, hatta kusursuzluğun bütün boyutlarını açıkça görebiliriz(1) .

Aynı şey, ağaçlar, çiçekler, diğer bitkiler, kuşlar ve diğer canlılar için de söz konusudur. Özellikle de evrenin küçük bir prototipi olan insanoğlu için bu kusursuzluk neredeyse bir mükemmelliğe dönüşmektedir. Yaratılmışların zerafetlerindeki bu uyumun ve kusursuzluğun nedeni, Yaratan’ın mutlak anlamda bir mükemmelliğe sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Sadece kendisi mutlak anlamda mükemmel olan Yüce Yaratıcı, yaratıklarına da bu mükemmellikten bir nebze de olsa yansıtmıştır. Kendi içindeki bütünlüğü, uyumu, genel görüntüsü ile bu mükemmelliğin izdüşümlerini bütün yaratılmışlarda görmek mümkün ise de, bu mükemmelliğin ve zerafetin insanoğlundaki yansıması daha bir başka olmuştur. Çünkü, bu yaratıklar içerisinde sadece kendisi “ehsani takvim” olarak yaratılan insanoğluna bu zerafeti ve mükemmelliği algılama ve duyumsama yeteneği vermiştir(2).

Belki de insanı, insan kılan en temel özelliklerinden birisi de, görüp algıladıklarına bir değer atfetme yeteneğidir. Yani, bu “bu güzeldir”, “bu çirkindir”, bu iyidir”, “bu kötüdür” diye bir nitelemede bulunmasıdır(3).

Yeryüzünün sorumluluğunu insanoğluna emanet eden yüce Rabbimiz, ona verilenlerle en azından yeryüzünde bozguncular değil islah ediciler olmalarını istemişti(4).

Ona, yeryüzünün nizam ve düzenini, doğal görüntüsünü bozmayarak, doğal ortamı olduğu gibi koruması görevini vermişti ama, o, bu görevini unutarak, sorumluluğunun kendisine verildiği yeryüzünü ifsat etmekten bir türlü vaz geçmeyerek, onu hergün biraz daha bozup tahrip etmeye devam etmiştir. Yüce Rabbimiz insanoğlunun bu vefasızlığının ve ifsat ediciliğinin önüne geçmek, bir yerde yeryüzünün tahrip edilmesini, ekinin ve neslin helakını önlemek için, rahmetinin bir yansıması olarak, zaman zaman yeryüzünde seçtiği akıl sahibi kullarından birine, akıl sahibi diğer kullarına (insanoğluna) duyurması ve bir örneklik ortaya koyması için vahyini gönderme lütfunda bulunmuştur. En son olarak da bu vahyi kulu Muhammed’e göndermişti. Bu vahiy ile ifsat içerisinde olan insanoğlunun hidayet üzere olması hedefleniyordu. Kendisi yaratılmışların en mükemmeli olan insanoğluna, en azından bedenindeki ve çevresindeki ayetlere bakarak ibret alması ve o evrensel uyuma tabi olması isteniyordu. Bunun sembolik bir göstergesi olarak, hac mevsiminde, en basit, en sıradan bir bitkinin, bir canlının bile koparılıp çiğnenmesi yasaklanıyordu(5).

Bununla evrendeki uyum, düzen ve estetiğe dikkat çekiliyor, insanoğlu evrenle bütünleşmeye çağırılıyordu. Ancak mesajın üzerinden çok zaman geçmeden, mesajın muhatapları, mesajın özünden uzaklaşarak, anlam ve amacını gözden kaçırdılar. Onu gereği gibi içselleştirmediler ve evrendeki ayetlerle uyumunu sağlamadılar. Daha önce meseja sırtını dönmüş toplumların yaptığı gibi salt fethetme ve ganimet elde etme güdüsüyle topraklarına toprak kattılar. Ortaya koydukları ürünler de bu anlayışlarının bir uzantısı olarak tezahür etti. Öyle ki, vahyin muhataplarıyla buluşmasının üzerinden yüz yıl bile geçmeden muhataplar ilahi metni doğasından ayırarak, yeni bir yaklaşımla yorumlamaya başladılar. Bu yaklaşım, dilde; mecaz ve sembolü, günlük hayatta da çeşitliliği ve estetiği dışlayarak, dili; kuru donuk, sığ, somut/zahiri anlamlardan ibaret yapay bir dile, yaşanılan hayatı da; çöl bedevisinin hayat algılamasının, kültür ve geleneğinin bir yansıması olarak, tek düze, tek tip, durağan, içine kapalı ve sadece günü tüketmeye, günü kurtarmaya dönüştürdü. Yani var olanı tüketmeye çalıştılar. Bu var olanı tüketme çevreyi kurutup, kirletmeyi de beraberinde getirdi. Üstelik tükettiklerinin yerine yeni bir şey koyamadıkları için, hem doğanın dengesi bozuldu, hem de gelecek nesillere sadece tüketip, bozup kirletmekten ibaret bir geleneği miras bıraktılar. Böylece bu nesillerin hakları da gasp edilmiş. Bu durum elbette yeni oluşmamıştı. Neredeyse dünyanın genelinde tüketme ve kirletme kültürü egemendi. Bunlar da önceden beri var olan bu bozulmayı sürdürdüler. Var olan bu durum; kendilerine hiç vahiy gelmemiş veya bu vahiy, çevre ile uyum, üretme, kirletme, israf, dengeli yaşama konularında hiçbir şey söylememiş gibi cahili geleneği/yaşantıyı sürdürmeye devam ettiler. Göçebe/bedevi toplum psikolojisiyle sadece tükettiler, tükettiklerinin yerine bir şey koymadılar, öyle ki, bir çöp, bir dal ot bile dikmediler. Hakim İslam kültürünün egemen olduğu coğrafyaya bakıldığında bu durumu açıkça görmek mümkündür. Bu durum hem hayatı algılama noktasında, hem de günlük yaşantıda, sıradanlık, tek düzelik, yüzeysellik, biraz da çatışma olarak kendini gösterdi.
İslam’ın ilk yarım yüzyıllık sürecini göz önünde bulundurduğumuzda, Müslümanların devraldıkları ortamı, olumlu anlamda geliştirip değiştirdiklerini, en azından daha da bozmadan olduğu gibi muhafaza ettiklerini söyleyebiliriz. İlk nesil Müslümanların yerleşik kültürlerin çevre ile olan ilişkilerine mudahale etmediler. Örneğin insanlar tarım konusundaki alışkanlıklarını İslam sonrasında da aynen devam ettirdiler. Bu toplumların, tarım, ticaret, üretim, şehirleşme alışkanlıklarını saygı ile karşıladılar. Toplumsal sıkıntılara neden olan bazı alanlarda (faiz gibi) yeni düzenlemeler getirdiler. Bu düzenlemeler, ilgili alanları kösteklemeyip destekledi ve daha da gelişmelerini sağladı. Yerleşik toplumlar, çevre ile ilişkilerini eskiden olduğu gibi düzenlemeye devam ettiler. Örneğin sulama sisteminde herhangi bir değişikliğe gidilmedi.Var olan gelenekler ve mevcut uygulamalar devam ettirildi. Öyle ki, Peygamberimiz Medine’ye geldiğinde, hurma ağaçlarının aşılanması konusunda, “ bunu siz benden daha iyi bilirsiniz” diyerek toplumun yılların tecrübe ile ulaştıkları sonuçlara, dolayısıyla yerleşik kültüre saygısını ortaya koydu. Ayrıca yerleşik kültürü pekiştirici, çevreyi koruyucu bazı önlemler de aldı. Ağaç dikerek, hamile hayvanların kesilmesini hoş karşılamayarak, hac mevsiminde avlanmayı yasaklayarak, doğanın içinde bütün canlılarla birlikte devam etmesi gereğine vurgu yaptı. Çünkü sağlıklı, temiz, bozulmamış, verimli, güzel bir çevre sağlıklı, huzurlu, rahat bir hayatın ilk koşuludur. Bunlar aynı zamanda sağlıklı düşünmenin, özgün eserler ortaya çıkarmanın da en temel koşuludur. Çevresinde uyum ve düzeni, sukuneti, bolluğu, bereketi, canlılığı, farklılığı, hareketi, çeşitliliği göremeyen bir insan ister istemez çevresi gibi tek düze, durağan bir hayat yaşamak zorunda kalır. Düşüncesi de bu şekilde şekillenir. Tek düze, sığ, şekilsiz, renksiz, katılımdan ve paylaşımdan yoksun bir anlayışa ve hayat algılamasına sahip olur. Ve hep başkaları adına yaşamak durumunda kaldığı için elbette kimliği kişiliği ön plana çıkmaz ve özgür bireylerin ortaya çıkmasının ortamı da oluşmaz. Çünkü özgün düşünceler ancak özgür ortamlarda oluşurlar.
Asabiyenin, kabile bağlarının egemen olduğu bir yerde özgür bireyler yetişmez. Tarih göstermiştir ki, göçebe toplumlar hiçbir şey üretmemiş, hiçbir şey inşa etmemiş, bir tek ağaç bile dikmemiş, sadece tüketmişler, yakıp yıkmışlar, yok etmişlerdir. Bu maddi anlamda böyle olduğu gibi zihinsel anlamda da böyledir. Çünkü bir şey üretmek yerleşik olmayı gerektirir. Yerleşik olmayan göçebe toplumların, başka bölgelere giderken götürebilecekleri bir kültürleri olmadığı için yıkımı kültür edinmişlerdir ve yeryüzüne taşıdıkları şey de yıkım olmuştur.
İşte İslam, bu yıkımı önlemek ve insanların sağlıklı, verimli ve huzurlu ortamlarda, Allah’ı gereği gibi tanıyan bireyler ortaya çıkmasını sağlamak için gelmiştir. Bu nedenle, Kur’an’ın ilke ve kurallarına bakıldığında yerleşik bir hayat önerdiği, ilke ve kurallarını bu çerçevede vaaz ettiği görülür.
Kur’an’ın, yerleşik bir düzene geçmiş, kendine özgü bir düzeni ve bir kültürü olan bir toplumu esas alarak nazil olmaya başlaması da bu durumu destekler. Ayrıca, hem indiği coğrafyanın (Mekke ve Medine) göçebelikten yerleşik düzene geçmiş bir toplum olması, hem de kendisine muhatap olarak herhangi bir kabileye, dine, kültüre, coğrafyaya bağlı insanı değil, mutlak anlamda insanı seçmesi, aynı zamanda, yerleşik, renkli, farklı kültürleri içinde barındıran, çeşitliliği, çok sesliliği esas alan bir toplum hedeflemesi de bu özelliğini ortaya koyar. Kur’an’ın, Bedevilere, bedevi kültürüne ve geleneklerine eleştirel yaklaşması da durağanlığa, sığlığa, tekdüzeliğe karşı olduğunu ifade eder. Kur’an da dile getirilen kıssalara bir göz atıldığında da, inşa etmek istediği hayat algılamasının çöl kültüründen ve bedevi/göçebe algılamasından farklı özellikler arzettiğine şahit olunur. Kur’an’ın bu kıssalarda öne çıkardığı, sahiplendiği, tenkit ettiği, karşı çıktığı konuları alt alta sıraladığımızda, çeşitliliğe, farklılığa, uyuma, düzene, yerleşik kültüre, üretkenliğe, özgür iradeye vurgu yaptığı görülür. Hayata bu gözlükle bakan bir toplum, üretkenliği, uyumu ve düzenin yanında toplumsal bir hoşgörüye sahip olduğunu da ortaya koyar. Bu niteliklere sahip olan bir toplumda hayat daha bir anlamlı, uyumlu ve zevkli geçer. Etkilemeye ve etkilenmeye açık olduğu için çevresinde var olanı kendi algılaması çerçevesinde yeniden inşa eder. Böylece toplumların kaynaşmasına da yardımcı olur.
Böyle bir toplumun elbette sanat ve estetik yanı da gelişir. Evrenin olağanüstülüğü karşısında duyduğu hayranlığını kendi yaptıklarına yansıtarak yeryüzünün daha yaşanılır bir hale gelmesine katkı sağlar. Bunun için ille de büyük şeyler yapmasına gerek yoktur. Evinin önüne, altında gölgeleneceği bir ağaç, hem gölgelenip hem üzümünü yiyeceği bir asma, hem çevresine renk katacağı hem de güzel kukularıyla içini açacağı birkaç kök çiçek dikebilir. Bunların çok okumakla, zengin olmakla, istisnai yeteneklerle donatılmakla bir ilişkisi yoktur. Bunun için sadece yerleşik kültüre sahip olması, bir de evrenin harikuladeliğine bakması yeterlidir. İşte bunun için Kur’an, sürekli olarak, “dağlara bakmaz mısınız, göklere bakmaz mısınız, otlara kuşlara bakmaz mısınız” diyerek muhataplarına bir perspektif sunmaktadır. Ancak Kur’an’ın böyle bir dünyayı vurgulaması, ortaya koyduğu öncelikler ve eşyayı algılama ve yorumlama biçimi sonraki kuşaklar tarafından göz ardı edildi. Kur’an’ın yerleşik kültüre vurgusu hiç olmamış sayıldı, mecaz ve sembol ağırlıklı dil yapısı ve anlam örgüsü tepkisel bir yaklaşım sonucu devre dışı bırakılarak, onun yerine Arap bedevisinin dil algılaması ikame edildi. İkinci, üçüncü kuşak Müslümanlar, yaşadıkları travmaların etkisi ve karşı karşıya kaldıkları asimilasyonun bir karşı yansıması olarak çöl kültürüne sığındılar. Bedevi çöl kültürüne sığınarak, İran, Bizans, Yahudi ve Hıristiyan kültürü ve geleneği karşısında kaybettikleri kimliklerini çölde bulacaklarını sandılar. Çölde asimile olmamış bir kimlik buldular, ancak o kimlik, onları bulundukları noktadan çok daha uzaklara, Kur’an öncesi cahili kültürün çöl versiyonuna taşıdı. Kur’an’ın tenkit ettiği bu kültürü kutsayarak ve kendileri için bir ölçü kabul ederek, dini konular dahil, tüm dünyaya çöl göçebesinin gözüyle bakmaya başladılar. Dili de, dini de bu gözlüğü takarak okudular.
Peki göçebe çöl bedevisinin dil ve dünya algılamasının diğer kültürlerden, en azından yerleşik kültürlerden ne farkı vardı? Bu algılama biçiminin temel özellikleri neydi? Çölde Bedevinin hayatı oldukça durağan ve tek düzeydi, ancak bazen yağmurun aniden bastırması, ani bir fırtınanın çıkması gibi ani taşkınlıklar sergileyebilirlerdi, yaşantıları bir düzen ve istikrardan uzaktı. Her şey görünenden ibaretti. Çevrelerinde sürüleri, çadırları, kabilesi, bir de sonsuza kadar uzayıp giden çöl vardı. Her şey somut ve elle tutulabilirdi ve hayat bu birkaç şey etrafında dönerdi. Sahip oldukları kelimeler, yaşayıp gördükleriyle sınırlıydı. Bu kelimeler de neredeyse tamamiyle somut anlamlardan ibaretti. Çöl ile Bedevi algılaması arasında önemli paralellikler söz konusuydu. Çölde fırtına olmadığı sürece her şey durağandı ve tek düzeydi. Ne zaman kopacağı belli olmayan fırtına patladığında her şey altüst olurdu. Bu nedenle çölde uzun süreli bir düzen kurmak mümkün değildi. Bedevi çöl ile bütünleşerek ona uyum sağlamış, zihinsel dünyasını da bu çerçevede inşa etmişti. Bu nedenle, çöl gibi, bedevilerin ne zaman, ne yapacağı belli olmaz durduk yerde hemen parlayabilirlerdi.
Aynı zamanda çöl, vahalar hariç herhangi bir yerleşimin olmadığı yerlerdi. Bu nedenle çevre kültürlere, dolayısıyla etkilenmelere tamamiyle kapalıydı. Dünyada savaşlar çıkar, yer yerinden oynar, kervanlar çalışmaz olur, ticaret durur, malların değeri düşer, bu durum bedeviyi hiç ilgilendirmezdi, zaten bu tür olaylardan genellikle haberi de olmazdı. O sürüsünün peşinden otlak otlak dolaşır onu kaybetmemek, hırsızlardan ve kum fırtınalarından korumak için gözünü dört açmak durumundaydı. Bu nedenle, çöllerde ayrı bir dünya söz konusuydu. Böyle olduğu içindir ki, fetihler sonrasında Müslümanların, şehirlerde baskın kültürler karşısında asimile olmaya başlamaları, bu bağlamda yeni alışkanlıklar kazanmaları, ayrıca bu değişimden Arapça’nın da etkilenmesi bir çok kişiyi telaşlandırdı.
Bu değişim karşısında “köklere geri dönmek” fikri ön plana çıkmaya başladı. Ancak bütün yerleşim merkezleri bu etkilenmeden ve değişimden nasibini almıştı. Geriye sadece çöller kalmıştı. Dili, baskın kültürlerin şerrinden korumak ve bozulmamış bir ortamda yeniden inşa etmek isteyenler için çöller yegane sığınak oldu. İşte mevcut Arapça, bütün dil kuralları, kelimeler, deyimler ve mevcut yapısıyla çölde yeniden doğdu. Ancak çöldeki dil somut/zahiri bir dildi. Arapça da böyle bir dil oldu.
İbni Manzur’un Lisanu’l Arab, adlı sözlüğü, Arapça’nın en temel ve en önemli sözlüğüdür. Üstelik en eski birkaç sözlükten biridir. Bilindiği üzere İbni Manzur hicri 7. Asır (ö. 630-711h.) alimlerindendir. Bu sözlüğünde tedvin asrının başından –hicri ikinci asrın ortasında– itibaren tespit ve tedvin edildiği şekliyle Arap dilindeki materyali toplamış ve kendisinden önceki sözlük alimlerinin yaptığı gibi bu toplama ve tedvin işleminde yalnızca Arap dilinin orijinal materyaliyle sınırlı kalmaya özel gayret göstermiş, bunun dışına çıkmamıştır. Yani özel olarak yarımada Araplarının lafız ve anlamlarının, fetihler sırasında ve sonrasında İslam’a giren diğer halkların dilleriyle karışmadan önceki kullandığı dilsel materyal ile sınırlı kalmıştır. Bu şekilde Arap-İslam Medeniyetinin gelişmesi ile birlikte Arap diline giren yeni kelime ve anlamların “fasih” görmediği veya ilmi yada teknik bir terim olduğunu düşündüğü için ilgisi dışında bırakarak sözlüğüne almamıştır. Öyleyse biz Arapça’daki bir kelimenin sözlük anlamına baş vururken Lisanu’l Arab gibi kapsamlı ve hacimli eski sözcüklerden birini esas aldığımızda, aslında o kelimenin orijinal kullanım alanına yani fasih Arap dilinin asırlar boyu içinde barındırdığı özel bilgi sahasına, en azından bu sözlükler içindeki şekline başvurmuş oluyoruz(6).

” Bu fasih Arap dili, şehir hayatını ve kültürünü dışlayan, sadece çölde vahalarda yaşayan Bedevi Arabın dilidir. Cabiri, Arap Aklının Oluşum adlı kitabında mevcut Arap dilinin karakterini, bu karakterin oluşmasının nedenlerini ortaya koyarken, Arapça’nın bu özel durumunun, yani bu duyusal yapının, Arapça’nın asıl gerçeğini değil, Tedvin sürecinde Bedevi kültürü esas alınarak oluşturulan dilin karakteristiğini yansıttığını, bunun da büyük bir sorun olduğunu, ancak bu sıkıntının ortadan kaldırılmasının imkansız derecesinde zor olduğunu ifade eder.

“Arapça’nın doğduğu, en azından derlendiği ortam, tarihsel değil duyusal bir ortamdır. Bu ortam çöller gibi uzayıp giden bir zaman sürecini yaşayan bedevi Arapların ortamıdır. Bu zamanın en önemli özelliği tekrar ve durağanlıktır. Onların yaşadıkları mekan ise (tabiat, medeniyet ve akıl bakımından boş ve sakin bir mekandır. Oradaki her şey duyusal bir görünüme sahiptir; Ya görülür veya duyulur.

İşte Arap dilinin geçmişte olduğu gibi günümüzde de sahiplerine sunduğu ortam budur. Tedvin asrının kıstas ve kayıtlarından kurtarılmadıkça böyle olmaya devam edecektir. Dil derleyicilerinin ve nahiv kurallarını koyanların neden Kur’an’i naslara dayanmaktan vaz geçip izole ve kapalı toplumlar olarak yaşayan Bedevilere yöneldiklerini anlatmıştık. Onları bu yola sevk eden faktörler ne olursa olsun, varılan sonuç şudur. Onların Bedevilerden derledikleri Arapça, Kur’an ile kıyaslandığında gerçekten de yoksul bir dildir. Çünkü Kur’an Arapça olmayan kelimelere yer vermiş ve onları Arapçalaştırmıştır. Fasih sözlük dili ise bu kelimeleri “yabancı” kelimeler olarak kabul etmiş ve onlarla bunu gözeterek ilişki kurmuştur.

Dil derleyicilerinin “Bedevilerin sertliğine” bir ölçüt olarak dayanmaları Arapça’nın Kur’an ve Hadiste geçen bir çok yeni Kavram ve kelimeden mahrum kalmasına yol açmıştır. Oysa bunlar Mekke ve Medine toplumunda revaç bulmuş kelime ve kavramlardır. Sonuç itibariyle sözlüklerin ve nahivcilerin ortaya koydukları Arapça, Kur’an dilinden daha dar kapsamlı, daha az esnek dolayısıyla uygarlık bakımından ondan daha gerideydi. Kur’an ise daima daha geniş ve daha verimliydi, Tedvin Asrı’nda teşekkül eden Arapça’yı da onu tam olarak anlamaktan aciz kılan durum işte budur.

Bu durum tabii ki bizzat Arapların Kur’an’ı anlama gayretlerine yansıyacaktı. Nitekim Kur’an’da yer alan bir çok kelimenin anlamını bedevilerden derlenen dilde bulma imkanı olmadığı için bunlar sürekli ihtilaf konusu olmaya devam etmiştir. Bu durum böyle sürüp gitmeye mahkumdur. Çünkü Bedevilerden derlenen bu dil, söz konusu ihtilafları çözümleyecek güce sahip değildir. Dil bilimcilerin ve nahivcilerin Kur’ani metinlerden feragat etmeleri ile Arapça’ya damgasını vuran medeni yoksulluk, dönemin medeniyet merkezleri olan şehirlerden özellikle de Kureyş’den bir tür medeniyet almaktan da uzaklaşılması sebebiyle giderek daha da artmıştır. 1"Mevcut Arapça’nın Allah Resulü ve dört halife döneminin Mekke ve Medine toplumlarında var olan araçların ve ilişki türlerinin isimlerini bize aktarmadığını görmesi insanı ancak dehşete düşürecek bir durumdur. Aynı şekilde, Şam, Bağdat, ve Kahire gibi yüksek medeniyet seviyesine sahip yerleşim merkezlerinde tedavülde olan sayısız araç gereç ismi, Tedvin Asrının Arapça’sında zikredilmemektedir. Söz konusu medeni İslam toplumlarını sözlüklerimizle korunan Arapça ile tanımak isteyen kişi, bu toplumların donuk ve suskun bir şekilde yaşadıklarına hükmetmekten başka bir şey yapmayacaktır. Oysa bu toplumlar dönemlerinin en konuşkan ve en dinamik toplumlarıydı. Kişiyi böyle bir yargıya iten söz konusu Arapça’dakı kısırlıktır(7).

Cabiri, dil bilimci ve nahivcilerin, bedevi kültürünü esas kabul edip bu kültürden kalkarak oluşturdukları yöntemin, Arap Aklı’nı da yönlendirdiğini, ayrıca Arap dilinin gelişmesini de imkansız kıldığını ifade ederek şöyle demektedir: “Fasih Arapça’nın sahiplerine sunduğu dünyanın sınırlarını bedeviden dinleme işlemi (sima’) çizdiği için dil bilimci ve nahivcilerin kalıba soktuğu bu akıl, bu dil içinde etkinliğini sürdüren ve onun vasıtasıyla hareket eden bir akıldır. Arap kültürünün mensuplarına enjekte ettiği Arap Aklı, onların kalıpladığı akıl işte budur. Dil bilimci ve nahivcilerin işi Arapça’nın kurallarını bedevilerin sözlerinden çıkarmakla sınırlı kalmamış, aksine mutlak ve nihai kabul ettikleri kalıplar vasıtasıyla bu sözleri kanunlaştırmışlardır. Söz konusu kalıpları mutlak ve nihai kılabilmeleri için bunların mantıki olmaları gerekiyordu. Bu bağlamda dile yerleştirdikleri mantık şablonlarıyla onun iç dinamiğini kontrol altına almışlar ve gelişme imkanlarını öldürmüşlerdir(8).”

Dilin bu hale nasıl ve kimler tarafından getirildiği konusunda tartışmalar olsa da durum apaçık ortadaydı. Mevcut Arap dili, Arap kültürün ancak bir bölümünü, bir damarını oluşturmaktaydı, bu nedenle tümü hakkında bir bilgi veremezdi. Ama olan olmuştu artık. Geri dönülmesi de neredeyse imkansızdı. “Araplar, dil bilimcilerin de ifade ettikleri gibi fıtri/tabii bir şekilde konuşmaktaydılar. Dolayısıyla onların genel anlam gurupları için “özel kalıplar” koymuş olmaları söz konusu değildir. Bunu yapan veya en azından bunun üzerinde yoğunlaşıp onu genel bir kural, yani dilin mantığı haline sokan nahivcilerdir. Bunun en açık delili, Arapça ifadelerde sık sık karşılaşılan ve bu mantık kurallarını ihlal eden kullanımlardır. Örneğin fiili yapan (fail)e fiilden etkilenen (Mef’ul) anlamı veya fiilden etkilenen anlamında olan faile fiil yapın anlamı yüklenebilmektedir. Arap dilindeki şaz (kuraldışı) kelimelerin çoğunu açıklayan en önemli husus, nahivcilere, dile mantıki kalıplar dayatmasında kendisini göstermektedir. Şaz kelimeler ise zaman içinde gözardı edilmek suretiyle unuttturulmaktadırlar. Nahivcilerin tezlerindeki yapaysallık boyutuna gelince bunu çok açık bir şekilde göstermek için bir bedevinin kendisi ile konuşan nahivcilere şu sözü hatırlatmamız yetecektir: “Siz bizim dilimizde, bizim dilimizden olmayan bir dille konuşuyorsunuz” Buradan çıkartılacak gerçek şudur ki, nahivcilerin konuştukları dil, Bedeviye göre “o dili konuşanların kabul edip benimsedikleri bir dil içinde, sonradan ihdas edilmiş bir dildir(9).”

Kur'an üzerinde yoğunlaşan bir çok kişi dilin bu yapısının onun anlaşılmasını zorlaştırdığını ifade etmiştir, örneğin Cabiri, zahiri görüşleri herkesin malumu olan İbni Hazm’ın bu konudaki görüşlerini şu cümlelerle özetler: “İbni Hazm Kur’an’ın kendi kullanım alanı içinde okunmasında ısrarla durmuştur. Ona göre bu alan, Arapça ve ifade tarzlarıyla kavramsal içerikleri tarafından belirlenmekteydi. Tabii buradaki Arapça ve ifade tarzlarıyla kastolunan, Allah’ın Resulü döneminde tedavülde olan Arapça’ydı”(10).

Ancak o Arapça’ya bu günkü sözlükler kanalıyla ve bu dil yapısıyla ulaşmak mümkün değildi. Çünkü onlar daha önceki bir dönemi, başka bir deyişle Mekke ve Medine toplumunun geride bıraktığı yerleşik kültür öncesi bedevi kültürü esas alınarak oluşturulmuşlardı. Sözlüklerin bu durumu Emin el Huli tarafından şöyle tasvir edilir. “Bu sahada sahip olduğumuz en büyük lugatlardan ibn Manzur el-Mısrı’nin Lisan’ul Arabi bile çağdaş lügatçilerin dediği gibi, zaman itibareyle birbirine arzetmeyen bilgilerin bir araya getirilmesiyle yazılmış bir eserdir. Bu sebeple eserde birbirilerinden birkaç asır farklı devirlerde yaşamış kişilerin metinleri yan yana zikredilmiştir. Mesela; dördüncü hicri asrın başlarında yaşamış olan ibni Dürey (ö.h.321) ile hicri yedinci asrın başlarında yaşamış olan ibnü’l Esir (ö.h.606) yan yana zikredilerek, birincinin dil ile ilgili sözleri ile ikincinin dini sözleri meczedilmeye çalışılmıştır. (...) Ragip el-İsfehani yaklaşık bin yıl önce Kur’an kelimelerinin manalarını hazırladığı özel bir lügatte vermeye çalışmış ve bu eserinde yukarıda bizim anlatmaya çalıştığımıza benzer veya esas itibariyle ona biraz bir itina göstermiştir. Buna rağmen yine de lugavi takibi tam yapmamış Kur’an ile ilgili araştırmanın tam hakkını vermemiştir. Bütün bunlarla birlikte o, çeşitli diller ve bu diller arasındaki karşılıklı ilişkiler hakkında kendi döneminden bu güne kadar yapılmış araştırmalardan da tabiatıyla mahrumdur. Ancak onun bu eseri sonradan gelenleri utandıracak bir ilk çekirdek çalışmadır. Özellikle bu asrın şu iddialı bilim adamlarını utandırmalı ve üzmeli ki, halen ellerinde bu eksik, hatta iptidai Kur'an lügatından başka lügatları yoktur.”(11)

Toplumun tümünün ortak bir uzlaşması olarak ortaya çıkan dil kurallarının sadece yaşanıyor olması, bu kuralları anlatan, tasnif eden, sözlü veya yazılı bir geleneğin bulunmaması, bazı kuralların bölgeden bölgeye bazı değişiklikler göstermesi de söz konusu olabilir. Bazı lehçe ve okuma farkları günümdeki araştırıcının da yabancısı değildir. Kur'an metni yazıya geçirilirken, yani resmedilirken Kureyş lehçesinin esas alınması da zaten bu gerçeği ortaya koymaktadır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi mevcut Arap dil yapısı Kur'an’dan bağımsız bir şekilde, biraz da tepkisel güdülerin yönlendirmesiyle sadece çöl kültürü ve çöl adamının dil algılaması esas alınarak oluşturulduğundan, “Ümmü’l Kura”ya inen Kur'an’ın anlam dünyasını tam olarak kapsamadığı gibi, bu zahiri yapısıyla, Kur’an’ın muhtevasını da tam olarak yansıtma imkanı sahip değildi. Bu da özellikle dil kurallarının oluşup, sözlüklerin ortaya çıkmasından sonraki dönemlerde Kur'an’ın anlaşılması noktasında önemli sorunlara neden olmuştu. En önemli sorun da, Kur’an’ın bu sınırlı zahiri dil ile anlaşılmak zorunda kalınmış olmasıydı. Kur’an ayetlerinin bu çerçevede yorumlanması zaman içerisinde zahiri/somut bir din algılamasının ortaya çıkmasına neden oldu. Bu da bireylerin doğasında mevcut bulunan sanatçı yanın bastırılmasına yol açtı. Mevcut gramer yapısını, kurallarını, bunların Kur'an’daki karşılıklarını önemsemekle birlikte, bu mevcut yapının sorunları çözmede ve Kur’an’ın ilk dönemdeki anlamına ulaşmaya tam olarak yardımcı olmadığı da ortadadır. Çünkü dilin dinamik bir yapıya sahip olması, ve zamanla evrimleşerek, hem kurallar açısından, hem kelime sayısı açısından, hem de kelimelerin kazandıkları yeni anlamlar açısından bazı gelişmeleri ve değişiklikleri içinde barındırdığı konu ile ilgisi olanların malumudur. Şehir hayatının/kültürünün, çöl/köy hayatından/kültüründen daha zengin olduğu da herkesin bildiği bir gerçektir. Ayrıca Cahiliyenin büyük şairleri denilen kişilerin (örneğin, İmru’l Kays) de, genellikle şehirlerde, hatta bir kısmının kralların saraylarında yaşadıkları bilinmektedir. Bu açıdan bakıldığında edebi zenginlik açısından da şehirlerin, çölden daha ileri bir noktada olduğu söylenebilir. Ancak mevcut Arapça dil yapısı/kültürü çöl kültürüyle/dil algılaması ile sınırlandığından, Kur'an’ın indiği dönemdeki, yani Mekke ve Medine’deki kültürü dolayısıyla dil algılamasını yansıtmamaktadır. Bu durum, sadece dilin zahirileşip (somut anlamlarla sınırlı olması), yerleşik toplumun hayat algılamasını örtmekle kalmamış, Kur’an metninin zahiri/somut bir metin olarak algılanmasına da neden olmuştur. Bu yaklaşımın sonucu olarak, Kur’an’ın mecez ve sembol ifadeleri zahiri bir yaklaşımla okunarak, bir ölçüde Kur’an ayetlerinin mealen tahrif olmasına neden olunmuştur. Böylece Kur’an’ın inşa etmek istediği yapı sadece somut ifadelerle sınırlandırılmış, Kur’an tasavvuru bedevi algılamasına mahkum edilmiştir. İşte bunun sonucu olarak İslam toplumunda estetik anlayışı gelişmemiş, hayat, görünenden ibaret addedilerek, bir an önce o görünen tüketilmeye çalışılmış, göçebe kültürünün bir yansıması olarak da yerine yenisi konmamıştır. Göçebe kültürü ve somut dil algılamasının bir sonucu olarak toplumlar zerafet, incelik, kibarlık ve estetikten uzak olmuşlardır. Özellikle İslam dünyasının merkezi bölgelerini gezdiğimizde bunu açıkça görmemiz mümkündür. Özellikle, bu zahiri anlayışın etkisiyle şekillenen Şafii ve Eş’ari anlayışın egemen olduğu bölgelerde bu yoksunluk kendisini daha net bir şekilde göstermektedir. Gençliği büyük ölçüde çölde geçen, çölün doğmatik ve somut dil algılamasına bağlı kalan, hatta bu dile ilahi bir hüviyet atfeden İmam Şafii’nin dil algılaması, bu iddiamızı destekler niteliktedir(12).

Kur’an’ın yaratılmamış ve O’nun Allah’ın bir sıfatı olduğu düşüncesine sahip olan Eş’ari, Şafii ve onunla ayın düşüncede olan alimler, Süphi es-Salih’in ifadesine göre; “Kur’an lafzı, ne başka bir kelimeden türetilmiştir ve ne de hemzelidir. Aksine bu lafız Peygamber’e (sav) indirilen kelam için alemdir. O halde Şafiiye göre Kur’an lafzı “karae”den türememiştir. Eğer bu kelimeden türetilmiş olsaydı her okunana Kur’an denilmesi gerekirdi. Tevrat ve İncil’e, Tevrat ve İncil isimleri verildiği gibi, Kur’an-ı Kerim’de Kur’an ismi verilmiştir.” Bu anlayışın bir sonucu olarak özelde Kur’an’a ve diline genelde Arapça’ya da bir ezelilik atfetmişlerdir. Bu nedenle, “meleklerin ve Cennetteki toplulukların dili de Arapçadır” denilmiştir. Bu anlayış da ister istemez, Kur’an’ı, anlaşılamaz, kavranılmaz (veya en azından Allah ile özel iletişime girmemiş kimseler dışında kimsenin kavrayamayacağı) bir metin haline dönüştürmüş ve toplumun gündeminden düşmesine neden olmuştur. İmam Şafii bu doğmatikliği sadece Kur’an ayetleriyle sınırlamamış, Arap dilinin Kur’an gibi ilahi bir yapıya sahip olduğunu da ifade etmiştir. “Bazı alimler: ‘Kur’an-ı Kerim’de hem Arapça hem Arapça olmayan lafızlar (sözler –kelimeler) bulunuyor diye söylemektedirler. Halbuki Kur’an’ı Kerim’de başka kelimelerin kullanıldığını söyleyen kimse kötü bir mukallittir. Sözlerini muhaliflerine karşı asla delillendiremez ve bu meselede hiçbir kat’i bir huccet getiremez…”(13)

“Arapça; lafız ve ekol bakımından en geniş ve en fazla kelimeli bir lisandır. Resul-i Ekrem (sav)’dan başka Arapça’yı her yönüyle ihata eden bir kimse bilmiyoruz. Bununla beraber bu husus; genellikle Arapça’nın söz konusu özelliğine tesir etmez.”(14)

Madem ki, insanların konuştuğu lisanlar, birbirleriyle anlaşamayacak derecede muhteliftir. Öyle ise, bazı lisanlar diğer lisanlara tabi olmak zorundadır. Elbette tabi olunan lisan diğer lisanlardan üstün olmalıdır. İnsanların konuştuğu lisanların en üstünü ise şüphesiz Resul-i Ekrem(sav)’in lisanıdır. Aksi caiz değildir. Resul-i Ekrem(sav) lisanını konuşanların; bir terk harfte bile olsa başka lisanları konuşanlara tabi olmaları caiz değildir. Demek ki, her lisan Resul-i Ekrem’in lisanına tabidir. Önceki dinlerin tabileri de İslam’a tabi olmakla mükelleftirler.”(15)

İmam Şafii’nin bu doğmatik dil anlayışı, din anlayışına da sirayet etmiş, Kur’an ayetlerini genellikle zahiri bir algılama ile yorumlamıştır. Bunu, hem Kur’an ayetlerine yaptığı yorumlarda hem de fıkıh ile ilgili ifadelerinde çok net olarak görüyoruz. Bu durum kendisinden sonra öğrencileri kanalıyla daha da sistematik bir hale sokulmuş, takipçisi, Zahiri mezhebinin kurucusu Davud b. Ali, tartışmayı Kur’an’da mecazın bulunmadığı noktasına kadar götürmüştür(16).

Bu zahiri anlayışın Mutezile hareketinin bertaraf edilmesinden sonra, yöneticilerin de desteğiyle, Müslüman toplumun genelinin din algılaması haline dönüşmüştür. Geçmişte göçebe olarak yaşamış, bunu bir yaşam biçimi olarak kabul etmiş topluluklar, bulundukları bölgeyi imar etme noktasında hiçbir gayret göstermemişler, hayatı daha yaşanılır, anlamlı, güzel ve çekici kılmak için de herhangi bir şey yapmamışlardır. Özellikle Şafii ve Eş’ari eksenli anlayışların egemen oldukları topluluklara baktığımızda ne mimari anlamında, ne resim anlamında, ne müzik anlamında ne de diğer sanat dallarında dişe dokunur bir ürün ortaya koymadıklarını görüyoruz.. Bu toplulukların köyleri, ovaları, vadileri, dağları gibi şehirleri de bozkır görünümündedir. Öyle ki, bu göçerler, eski yerleşik kültürlere ait şehirlere egemen olduklarında o kültüre ait estetik dokuya bile tahammül etmeyerek, çok zaman o kültürel dokuyu yok etmişlerdir. Günümüzdeki örneklerinden yola çıkarak bir çok kişi bu değerlendirmelerimizin doğru olmadığını, özellikle, İslam coğrafyasının mimari alanda şaheserler ile dolu olduğunu söyleyecektir. Bu iddialara bir çok açıdan cevap vermek mümkündür. Yukarıda ifade ettiğimiz, Şafii, Eş’ari eksenli anlayışların hakim olduğu bölgelerde bugün bile şahaser diyebileceğimiz kaç tane yapı bulunmaktadır? Başka bir şekilde ifade edersek, bu anlayışa sahip kişiler mimari bir özellik taşıyan hangi yapıları inşa etmişlerdir? Oysa bu merkezi coğrafyalara zaman zaman farklı anlayışlara sahip Müslüman toplumların egemen olduğu bilinmektedir. Bu toplulukların bu coğrafyada sanat ve estetik değeri yüksek eserler bıraktığı herkesin malumudur. Örneğin, Mısır’daki, Irak’taki, Suriye’deki, yapılar değişik dönemlerde o bölgeye egemen olmuş, farklı Müslüman toplulukların veya diğer kültürlerin eserleridir. Konuyu eserler bazında ve bunların inşa edildiği dönemleri göz önünde bulundurarak ele aldığımızda, bu eserlerin, farklı kültürlerin iç içe yaşadığı, birbirini etkileyip etkilendikleri, kültürlerin bir yarış ve kendini ispatlama sürecinde olduğu bir dönemde inşa edildiği görülür. Şam’daki Emeviye camisi buna örnektir. Bu camı Bizans İmparatorunun teknik ve mali desteğiyle yapılmıştır. Rumeli, Anadolu, İran, Hindistan ve Orta Asya’daki mimari şaheserlerin öyküsü ise daha farklıdır. Bu eserlerin oluşmasında farklı kültürel ortamlar bulunmasının yanı sıra bir rekabet ve kendini ispatlama durumu da söz konusudur. Siyasi egemenlik, ancak kültürel egemenliğin de gerçekleştirilmesi ile mümkün olmaktadır. Örneğin, Osmanlı, İstanbul’da Ayasofya ile boy ölçüşecek şaheserler ortaya koyduğunda gerçek anlamda egemenliğini pekiştirmiştir. Süleymaniye ve Selimiye Camileri bu rekabetin güzel iki örneğidir. Bu yapıları, kültürel ve sanatsal ağırlıklı yapılar olmasının ötesinde siyasi bir rekabetin veya işbirliğinin ürünü olan yapılar olarak tanımlayabiliriz. Böyle olmasına rağmen, o eserler, o toplumların ulaştığı kültürel ve estetik seviye hakkında da bir fikir verir. Üstelik bu coğrafyada, Şafii-Eşari anlayışının etkisi, diğer bölgelere oranla fazla etkin değildir. Mesela müzik konusunda da çok tutucu olan ve neredeyse “tef”en başka çalgı kabul etmeyen doğmaik anlayışa rağmen bu bölgelerde, eski yerleşik kültürlerin etkisiyle müzik oldukça gelişmiştir. Örneğin Türk sanat musikisi dediğimiz müziğin alt yapısı Bizans müziğine kadar dayanmaktadır. Buna rağmen baskın doğmatik anlayışın yansımaları, bu bölgelerde de kendisini hissettirmiş, bir çok alan (resim gibi) yasaklı bölge olarak kabul görmüştür.
Zahiri algılamanın etkisinin çok az görüldüğü ve daha yerleşik bir kültürün egemen olduğu İran ve Hindistan, hatta Anadolu gibi coğrafyalarda estetik anlayış daha bir yaygınlık kazanmış, bu ruh hali bireylerin kendi küçük dünyalarında bile yansımasını bulmuştur. Kilimlerini, halılarını dokurken, kazaklarını çoraplarını örerken, özellikle gelinlik kızlar çeyizlerini hazırlarken estetiğini en göz alıcı örneklerini ortaya koymuşlardır. Göçebe kültürle, özellikle de Şafii-Eşari merkezli kültürle kıyaslandığında aradaki fark açık bir şekilde görülür. Örneğin bir kuşun desenini kanaviçeye işlemeyi bile haram sayan bir mantığın egemen olduğu bir coğrafyada hangi estetik gelişecektir veya hangi genç kızın aklından kilimlerine, kanaviçelerine bir canlı figürü desen desen işlemek geçecektir. Mekke ve Medine’yi merkez kabul ederek konuşursak, merkeze yaklaştıkça yasakçı, tek düze, sığ, estetikten yoksun bir yaşantının egemen olduğunu, merkezden uzaklaştıkça bu yoksunluğun, yoksulluktan zenginliğe doğru geliştiğini görürüz. Bunun nedeni de, bu bölgelerde, eleştirdiğimiz zahiri anlayışın etkisinin, merkezi bölgelere oranla daha az olmasıdır. Bugün İslam dünyasının merkezi sayılan, Hicaz ve çevre bölgelere bir göz atıldığında, buralarda yüzyıllardır en uz zahiri anlayışların egemen olduğu görülür. Bu düşüncelerin bu bölgelerde kök salması bir günde olup bitmediği gibi tesadüfi bir şekilde de ortay çıkmamıştır. Buraların çevre kültürlere uzaklığı, biraz da çöl kültürünün izlerini taşıması nedeniyle, bedevi kültürünün bir bütün tonlarının görüldüğü Harici anlayış dahil, zahiri anlayışların hemen hemen tamamı bu bölgeden çevreye yayılmıştır. Örneğin, bu anlayışı en katı bir şekilde uygulayan Hanbeli anlayışın bir temsilcisi olarak görebileceğimiz, İbni Teymiyye ve öğrencileri, çok açık bir şekilde Kur’an’da mecazın olmadığını savunmuşlar, Kur’an’ı, sünneti ve bütün dini argümanları bu çerçevede yorumlayıp uygulamışlardır(17).

Bu anlayışın bir devamı ve uç bir yansıması olarak 19yy sonlarında Vehhabilik ortaya çıkmış, bu bölgede başta mezarlar olmak üzere, neredeyse yıkmadık hiçbir tarihi eser (Kabe ve Nebevi Mescidi dışında) bırakmamışlardır. Aslında her insanın bir sanatçı yanı ve kendine göre bir estetik anlayışı vardır. Allah insanları inanan inanmayan ayırımı yapmadan, bu yeteneği her bireyin yapısına yerleştirmiştir. Bunu istisnasız göçebeler dahil bütün toplumlarda görüyoruz. Bu sanatçı yanı annelerin çoçuklarına diktikleri elbiselerde, genç kızların çeyizlerinde, yapılan ev dekarasyonlarında, kişinin bineğine yaptığı süslemelerde, giyim-kuşam şekillerinde görürüz. Bizim tartıştığımız, bu sanatçı ruhu. Allah’ın insanın yapısına koyduğu ve ilahi metinlerde bu konuda yeteri kadar yönlendirmeler de bulunduğu halde, özellikle de evrenin her metrekaresinin başlı başına bir sanat eseri olduğu ortadayken, merkezi Müslüman dünyanın estetikten yoksun bulunmasının nedenleri üzerinde düşünülmesi gerektiğidir. Artık her yönüyle apaşikar olan ve yüzyıllardır süregelen ve nesilden nesile devralınan bu estetik fakirliğinin iki temel nedeni olduğunu düşünüyoruz. Buraya kadar çeşitli örneklerle ifade ettiğimiz gibi, bu nedenler birbirini beslemekte ve yönlendirmektedir. Bunlar; göçebe/bedevi kültürü ve hayat algılaması ile bu kültürden etkilenerek inşa edilen Zahiri İslam algılamasıdır. Bu İslam algılaması hem Müslüman zihni şekillendirip yönlendirmiş, hem de Müslüman’ın günlük hayatını ve dünya algılamasını şekillendirip yönlendirmiştir. Sonuç ortadadır. Hattatların hatlarına, nakkaşların nakışlarına/minyatürlerine bakarak Müslümanların dünyasının estetik şaheserleriyle dolu olduklarını düşünmeyelim. Ki adını saydığımız bu sanat dalları da merkezi coğrafyanın uç bölgelerinde veya dışında kalan bölgelerde gelişmiştir. Ayrıca bu sanatlarla uğraşan insanların, özellikle, nakkaşların/minyatür ustalarının, hatta mimarların, camilerin ve diğer binaların iç dekarasyonu ile uğraşanların zahiri din algılaması ile çok barışık olmadıkları da bilinmektedir. Sonuç olarak, Müslümanların bu günkü kısır, yoz, şekilsiz, sığ, zevksiz hali, bir çoklarının iddia ettiği gibi, İslam dininin bir eseri değil, İslam dininin, göçebe/bedevi dil ve kültürünün etkisi ile oluşturulan zahiri din algılamasının zoraki yorumunun inşa ettiği zihnin bir eseridir. Mevcut görüntü, bu zihnin inşa ettiği bir dünyaya aittir. Bu görüntüden rahatsızlık duyan bir zihin de öncelikle sahip olduğu algılama biçiminin kritiğini yapmalıdır. Bu kritiği yapıp, konumunu belirledikten sonra ancak, yeni bir zihin ve daha estetik bir dünya inşa etmek için kolları sıvayabilir. Sorgulamak, başlamaktır.

NOT: Bu makale, Bilge Adam dergisinin Eylül 2006 sayısında yayınlanmıştır.

(1) “Mutlak hükümranlık elinde bulunan Allah, yüceler yücesidir ve O'nun her şeye gücü yeter. O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır. O, yedi göğü, birbiri üzerine yarattı. Rahmân'ın yaratmasında bir aykırılık, uygunsuzluk görmezsin. Gözünü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar döndür (bak). Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde sana dönecektir”(67/1-4).

(2)İncire, zeytine, Sina dağına ve şu emîn beldeye yemin ederim ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. Ancak iman edip iyi işler yapanlar başka; onlar için kesintisiz bir ecir vardır. Öyleyken, sana dini yalan saydırtan nedir? Allah, hakimlerin hakimi değil mi?” (95/1-8).

(3) Doğrusu biz insanı, imtihan etmek için karışık bir nutfeden yarattık da onu işitici, görücü yaptık. Kuşkusuz biz ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör” (76/2-3).

(4)Bir zamanlar Rabb'in meleklere: «Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım» demişti. (Melekler): «A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz» dediler. (Rabb'in): «Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.» dedi Ve Adem'e bütün isimleri öğretti. sonra onları meleklere sunarak: «Haydi davanızda haklı iseniz bana onları isimleriyle haber verin.» dedi” (2/30-31)

(5) “Biz o emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar, onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. O gerçekten çok zalim ve çok cahildir” (33/72) “İnsanlardan kimi de vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözleri senin hoşuna gider ve o kalbindekine Allah'ı şahit tutar. Halbuki O, İslâm düşmanlarının en yamanıdır “İş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için koşar. Allah ise bozgunculuğu sevmez” (2-205). Ayrıca 2/30 (5) 5/94-97, 2/196-200

(6) M. A Cabiri,Arap-İslam Kültürünün Akıl Yapısı s:19

(7) Muhammed Abid el- Cabiri, Arap Aklının Oluşumu, s:120-121)

(8)Cabiri,a.g.e.s;123

(9)Cabiri,a.g.e.s:125-126

(10)Cabiri,a.g.e,s;441

(11)Emin el Huli, Kur'an Tefsirinde Yeni bir Metod. (çev:M.Güngör), S:85-88.

(12) Süphi es-Salih, Kur’an İlimleri,s:16

(13)İmam Şafii. Er-Risale, s:39

(14)İmam Şafii. Er-Risale, s:39-40

(15)İmam Şafii. Er-Risale, s:42

(16)Zerkeşi, el-Burhan, C:II, s:255

(17)İbni Teymiyye, Kitabu’l İman, s:80-107
pramid isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
pramid Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
dost1 (10. December 2012)
Alt 11. December 2012, 11:43 AM   #2
seckin
Katılımcı Üye
 
Üyelik tarihi: Nov 2012
Mesajlar: 74
Tesekkür: 11
12 Mesajina 17 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 22
seckin has much to be proud ofseckin has much to be proud ofseckin has much to be proud ofseckin has much to be proud ofseckin has much to be proud ofseckin has much to be proud ofseckin has much to be proud ofseckin has much to be proud of
Standart

Köylü aklı ile şehirli aklı gibi. Bizlerin düzenli şehirleşemememizin nedenlerinden biri de göçebe kültürümüz diyebilirmiyiz. Bedevi tüketir, şehirli üretir. Trafik kurallarını hiçe sayan insan, bedevi aklına sahip diyebiliriz o zaman. Avrupa o zaman şehirli mantığında veyapı diyebilirmiyiz.
seckin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
egemen, estetik, islam, kültüründeki, yoksunluğu, üzerine


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 09:57 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam