hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NÜZUL SIRASINA GÖRE TEBYîNÜ'L -KUR'AN İŞTE KUR'AN ve VİDEOLARI Hakkı Yılmaz > İniş Sırası ile Sureler > 87.Bakara Suresi

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 4. March 2010, 12:51 AM   #31
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Başlangıçta sadece tek bir ümmet olan insanlığın sonradan farklı inançlara, farklı gruplara ayrıldıklarının bildirildiği bu âyetten anlaşıldığına göre; insanların sonradan birtakım ihtilâflara düşerek ayrışması Allah'ın irâdesi ve izniyledir. Yani Yüce Allah, inanma konusunda insanlara herhangi bir zorlama yapmayarak onları özgür bırakmış, böylece de insanlar arasında ihtilâflar oluşmuştur.
İNSANLAR AYRILIĞA DÜŞMEDEN ÖNCE TEK BİR ÜMMET İDİLER
Çoğulu الامم [ümem] olan الامّة [ümmet] sözcüğü, ümm, ümmî, emam, imâm, âmmîn, teyemmüm sözcükleri gibi emm kökünden türemiştir. Emm sözcüğü; “kasdetmek, amaçlamak” demek olduğu için gerek ümmet sözcüğünde, gerekse de sözcüğün diğer türevlerinde –Türkçe'deki kullanımına uymasa da– “kasdetmek” anlamı mevcuttur.[205]

Ümmet sözcüğünün terim anlamı ise, “kendi irâdeleriyle veya bir zorunluluk neticesinde aynı zamanda aynı yerde bulunan; iyi ya da kötü aynı inanca sahip olan; aynı amacı gütme neticesinde bir arada yaşayan insan topluluğu” demektir. Çoğulu olan ümem sözcüğü ile birlikte Kur’ân'da 64 yerde geçmektedir. Ayrıca Kur’ân'da değişik kalıplarda olan ama aynı kökten gelen yüzlerce sözcük mevcuttur. Bu sözcüklerin hepsi de “kasdetmek, amaçlamak” anlamı eksenindedir.

Ümmet kavramı ile ilgili olarak A‘râf sûresi'nde açıklama yapıldığı için ilgili bölümün oradan[206] okunmasını öneriyor, insanların önceleri tek bir ümmet olduğu konusuna geçiyoruz:

İnsanlar tek bir ümmet idi. Allah, peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetsin diye o peygamberle beraber, gerçekleri içinde taşıyan kitap indirdi. Oysa kendilerine kitap verilmiş olanlar, kendilerine açık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlıktan ötürü, o kitap hakkında anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, Kendi izniyle inananları, onların üzerinde ihtilâf ettikleri gerçeğe iletti. Allah, dilediğini doğru yola iletir. (Bakara/213)

Yukarıdaki âyette insanların kendilerine uyarıcı gelmeden önce [küfür yolunda iken] bir tek ümmet oldukları bildirilmektedir. Sözcük küfür yolundaki insanlar için kullanıldığı gibi, mü’minler topluluğu için de kullanılmıştır. Nitekim aşağıdaki âyetlerde ümmet sözcüğü mü’minler için kullanılmıştır:

Ey elçiler! Tayyibâttan [temiz, hoş, yararlı şeylerden] yiyin ve sâlihi işleyin. Şüphesiz Ben sizin yaptıklarınızı çok iyi bilenim. Ve işte bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O hâlde Bana takvâlı davranın. Sonra insanlar kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler. Her grup, kendinde bulunan ile sevinip böbürlendi. (Mü’minûn/51-53)

Şüphesiz bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O hâlde Bana kulluk edin. (Enbiyâ/92)

Buna göre, konumuz olan 19. âyette geçen, insanlar sadece bir tek ümmetti ifadesine şu manalar verilebilir:

* İnsanlar önceleri tevhid ve İslâm ümmeti idiler. Ancak daha sonraları bir kısmının tevhid inancını bırakarak şirke batması sebebiyle aralarında ayrılık baş gösterdi. Böylece birbirlerine karşı hakk-hukuk tanımayan, her türlü zulmü reva gören çeşitli gruplara ve milletlere ayrıldılar.

* İnsanlar önceleri kâfir bir ümmet idiler. Ancak daha sonraları bir kısmı İbrâhîm peygamber gibi hanifleşti ve diğerlerinden ayrılarak tevhid ve İslâm ümmeti oldu.[207]

Bu âyette, elçilerin müjdecilik, uyarıcılık ve hükümdarlık niteliklerine dikkat çekilmiştir.

Elçilerden sonra insanların Allah'a karşı bir delilleri olmasın diye müjdeciler ve uyarıcılar olarak elçiler gönderdik. Ve Allah azîz'dir Ve hakîm'dir. (Nisâ/165)

Bu âyette bahsi geçen insanlar ifadesi, “İsrâîloğulları” olarak da anlaşılabilir, ki bizce bu tercihe daha şayandır.

Burada İsrâîloğulları'nın peygamberlik müessesine yabancı olmadıkları, dolayısıyla Rasûlullah'ın elçiliğini onaylamaları, hatta bunu herkese ilan etmeleri gerektiğine işaret edilmektedir.

214. Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli size gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara yoksulluklar, sıkıntılar dokundu ve sarsıldılar; hatta elçi ve beraberinde iman edenler, “Allah'ın yardımı ne zaman?” derlerdi. –Dikkat edin! Gerçekten Allah'ın yardımı pek yakındır.–

Bu âyette, cennete kolaycacık girilemeyeceği, onun bir bedelinin olduğu beyân edilmektedir:

Yoksa Allah, içinizden çaba harcayanları bildirmeden ve sabredenleri de bildirmeden cennete gireceğinizi mi sandınız. (Âl-i İmrân/142)

İnsanlar, fitnelendirilmeden, “İman ettik” demeleriyle, bırakılıvereceklerini mi sandılar? Ve andolsun ki Biz, onlardan öncekileri de fitnelendirmiştik. Artık elbette Allah, doğru kimseleri bildirecektir ve elbette yalancıları da mutlaka bildirecektir. (Ankebût/2-3)

Bu âyetin iniş sebebi hakkında kaynaklarda şu bilgiler verilmiştir:

Bu âyet-i kerîme yurtlarını ve mallarını müşriklerin ellerinde bırakan, Allah'ın rızasını tercih edip hicret eden, –diğer taraftan Yahûdiler Rasûlullah'a (s.a) düşmanlıklarını açıkça ortaya koyup bazı zenginler de münâfıklığı içten içe gizlemeleri üzerine– Muhâcirlere teselli olmak üzere nâzil olmuştur. İşte Yüce Allah onların kalplerini hoş tutmak üzere, Yoksa siz... sandınız? âyetini inzâl buyurdu. Burada buyruğun anlamı şudur: “Yani, sizler sizden öncekilerin mihnete düştükleri gibi imtihan olunmadan ve onların sabrettikleri gibi siz de sabretmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?”[208]

Bu âyetin, münâfıkların reisi olan Abdullah b. Übeyy'in, Hz. Muhammed'in (s.a) ashâbına, “Ne zamana kadar canlarınızı verecek ve boş şeyleri umacaksınız. Şâyet Muhammed peygamber olsaydı, Allah size esareti ve ölümü musallat etmezdi” dediği zaman, Uhud harbi esnasında nâzil olduğu da söylenmiştir.[209]

Bu âyette zikredilen elçi ve beraberindeki mü’minlerin kimler olduğu hakkında değişik fikirler ortaya atılmışsa da bunun, muayyen bir peygamber ve ümmeti ile tahsis edilmesini doğru bulmuyoruz. Çünkü söz konusu sıkıntıları her peygamber ve ümmeti yaşamıştır. Bu durumu, Rasûlullah ile örnekleyecek olursak:

Ekonomik kuşatmanın en önemli örneklerinden biri Mekke'de Rasûlullah'ın tevhid mücadelesinin engellenmesi amacıyla uygulanmıştır.

Kureyş müşrikleri, Rasûlullah'ın (s.a) kavminin o'nu koruduğunu görünce onlara karşı tavır almaya ve onları Mekke'den Şi’bu Abdilmuttalib olarak da adlandırılan vâdi'ye çıkarmaya karar verdiler ve Hâşimoğulları'yla Muttaliboğulları'na karşı aralarında işbirliği yapacaklarına dair bir yazı [anlaşma metni] yazmaya karar verdiler. Bu anlaşmaya göre onlardan kız almayacak ve onlardan birine kız vermeyeceklerdi. Onlara bir şey satmayacak ve onlardan bir şey satın almayacaklardı. Kendileriyle hiçbir anlaşma kabul etmeyeceklerdi. Rasûlullah'ı (s.a) öldürmeleri için kendilerine teslim etmedikleri sürece onlara hiçbir şekilde acımayacaklardı.

Söz konusu kuşatmaya dair anlaşma metinlerini, kendi açılarından daha çok bağlayıcı olması için Ka‘be'nin duvarına astılar. Böylece onlarla bütün ticarî ilişkilerini kestiler. Onlara hiçbir yiyecek, giyecek bırakmıyor, onlara bir şey satmıyor ve ihtiyaçlarını da başkalarından satın alıyorlardı. Kureyşliler bu uygulamayı başlatınca Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları Ebû Tâlib'in etrafına toplandılar ve mü’min olanları da kâfir olanları da onunla birlikte adı geçen vâdiye çekildiler. Mü’min olan dini, kâfir olan da hamiyyeti dolayısıyla buraya girdi. Sadece Hâşimoğulları'ndan Ebû Leheb Kureyşlilerin tarafına geçti ve onlara destek verdi.

Bu kuşatma tam üç yıl sürdü. Kuşatmaya alınanlar iyice zor duruma düştüler. Kureyş'ten kendilerini ziyaret etmek ve onlara bir şey getirmek isteyen kimse bunu ancak gizlice ve başkalarından saklayarak yapabiliyordu. Daha sonra Kureyşlilerden bazıları bu anlaşmayı bozmaya uğraştı. Anlaşmanın uygulanmasını izleme görevi Hişâm ibn Amr'a verilmişti. Anlaşmanın bozulması konusuyla ilgili olarak İbn Adiy'in yemekhanesine gitti. Kureyş'ten bir topluluk da orada bulunuyordu. Ona bu konuda olumlu cevap verdiler. Rasûlullah (s.a) da kendi kavmine, Yüce Allah'ın o yazı metnine bir kurt gönderdiğini ve o kurdun Allah ibareleri dışındaki bütün yazıları yediğini haber verdi. Gerçekten de öyle olmuştu. Sonra Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları Mekke'ye döndüler ve Ebû Cehl'in itirazına rağmen barış sağlandı.[210]

Müşriklerin ekonomik ambargolarına rağmen mü’minler inançlarından zerre kadar taviz vermediler. Tevhid mücadelelerini kararlılıkla sürdürdüler.

Ayrıca, bu iman âbideleri Mekke'den mallarını-mülklerini, evlerini-barklarını müşriklerin ellerinde bırakarak çıkmışlardı. Medîne döneminde de aynı sıkıntılar sürmüştür. İşte Medîne dönemine ait, Hendek savaşı'nı anlatan bir sahne:

Hani onlar, üst tarafınızdan ve sizden daha aşağıdan size gelmişlerdi. Ve hani gözler kaymıştı, yürekler gırtlaklara ulaşmıştı. Ve siz Allah hakkında zann yaptıkça zann yapıyordunuz. İşte burada mü’minler belâlandırılmış ve çok şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı. Ve o vakit münâfıklar ve kalblerinde bir hastalık bulunanlar, “Allah ve Elçisi bize bir aldanıştan başka bir vaad yapmamış” diyorlardı. (Ahzâb/10-12)

Âyette bahsedilen Allah'ın yardımının nasıl gerçekleştiğinin cevabı da Ahzâb/9'da bulunabilir:

Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da, Biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi. (Ahzâb/9)

Allah yardımı, A) Rüzgar ve fırtına, B) Meleklerden oluşan bir ordu ile tecelli etmişti.

Evet, bir bedel ödemeden cennete gidilemiyor. Cennetin bedeli ise şu âyetlerde bildirilmiştir:

Şüphesiz Allah, inananlardan canlarını ve mallarını Cennet karşılığında satın almıştır: Onlar, Allah yolunda savaşırlar; sonra öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah'ın Tevrât, İncîl ve Kur’ân'daki gerçek bir sözüdür. Ve sözünü, Allah'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alış-verişle sevinin. Ve işte bu büyük başarının ta kendisidir. (Tevbe/111)

Ey inanmış olan kimseler! Size, sizi can yakıcı bir cezadan kurtaracak, kazançlı bir ticaret göstereyim mi? Allah'a ve O'nun Elçisi'ne inanacaksınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla çaba harcayacaksınız. İşte bu, eğer bilirseniz, sizin için daha iyidir: Sizin günahlarınızı bağışlar ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki hoş meskenlere girdirir. İşte bu, büyük kurtuluştur. Ey iman etmiş olan kimseler! Allah'ın yardımcıları olun! Hani Meryem oğlu Îsâ havarilerine, “Allah'a gidişte benim yardımcılarım kimdir?” demişti de, havariler, “Biz Allah'ın yardımcılarıyız” cevabını vermişlerdi. Bunun ardından İsrâîloğulları'ndan bir zümre iman etmiş, bir zümre de küfre sapmıştı. Nihâyet Biz, iman sahiplerini düşmanlarına karşı güçlendirdik de onlar üstün geldiler. (Saff/10-12)

215. Onlar, sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Hayırdan [maldan] verdiğiniz şeyler, ana-baba, en yakınlar, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlar içindir. Ve hayırdan ne işlerseniz, artık şüphesiz Allah, onu en iyi bilendir.

Bu âyet, müstakil bir necm konumundadır. 195. âyette, infak emredilmişti, bu âyette ise infakın kimlere yapılacağı açıklanmıştır.

Kaynaklarda bu âyetin iniş sebebi hakkında şu bilgiler verilmiştir:

Bu âyet-i kerîme Amr b. el-Cemuh hakkında nâzil olmuştur. Oldukça yaşlı bir ihtiyar idi. “Ey Allah'ın Rasûlü! Benim malım pek çoktur. Ben o malın ne kadarını tasadduk edeyim ve kime infak edeyim? diye sordu. Bunun üzerine, Onlar sana neyi infak edeceklerini soruyorlar âyeti nâzil oldu.[211]

Atâ şöyle demiştir: İbn Abbâs'tan (r.a) rivâyet edildiğine göre bu âyet, Hz. Peygamber'e (s.a) gelen ve, “Benim bir dinarım var” diyen, Hz. Peygamber'in kendisine, “Onu kendin için harca” dediği; o kimsenin, “Benim iki dinarım var” demesi üzerine Hz. Peygamber'in, “Onları ailen için harca” buyurduğu; bu sefer de adamın, “Benim üç dinarım var” dediği; Hz. Peygamber'in (s.a) de, “Onu hizmetçin için harca” cevabını verdiği; adamın, “Benim dört dinarım var” demesi üzerine de, Hz. Peygamber'in “Onu ana-baban için harca” dediği; adamın, “Benim beş dinarım var” dediği; Hz. Peygamber'in (s.a), “Onu akrabaların için harca” cevabını verdiği; adamın son olarak, “Benim altı dinarım var” demesi üzerine de, Hz. Peygamber'in (s.a), “Onu Allah yolunda harca; bu harcamaların en güzelidir” dediği bir adam hakkında nâzil olmuştur.

Yine Kelbî, İbn Abbâs'tan (r.a), bu âyetin Amr b. el-Cemûh hakkında nâzil olduğunu rivâyet etmiştir. Bu zat yaşlı ve düşkün birisi idi. Uhud savaşı'nda şehid edilmiştir. Çok zengin idi. Bundan dolayı, “Mallarımızı kimlere infâk edelim ve nereye koyalım?” diye sorduğunda, bu âyet inmişti.[212]

Âyette, görüldüğü üzere soranlar, “neyi infak edeceklerini” sormuşlar, cevap ise “kime infak edecekleri” yönünde gelmiş ve böylece kendilerine sanki, “Bu yersiz bir sorudur. Malın helâl olması ve verilmesi gereken yerlere verilmiş olması şartıyla ne infâk edersen et” denilmiştir. Neyin infak edileceği ise, 219. âyette belirtilmiştir.

Âyette, infak edilecek kimseler, ana-baba, en yakınlar… şeklinde sayılmıştır. Demek oluyor ki akrabalar, kişinin parçası mesabesinde olmakla birlikte, insanın önce kendisini düşünmesi lazımdır.

Mallarını Allah yolunda harcayan kimselerin örneği, yedi başak bitiren ve her başağında yüz adet tane bulunan tane örneği gibidir. Allah dilediğine katlar. Ve Allah vâsi'dir, alîm'dir. (Bakara/261)

Allah'ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için infakta bulunanların/mallarını bağışlayanların durumu da kendisine bol yağmur isâbet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir cennetin/bahçenin durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti… Allah, yapmakta olduklarınızı en iyi görendir. (Bakara/265)

Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz birr değildir. Ama birr [iyi olan kimseler], Allah'a, Âhiret Günü'ne/Son Gün'e, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanan; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve boyunduruktakilere [kölelere], ona [Allah'a/mala/vermeye] sevgisi olmasına rağmen, veren ve salâtı ikâme eden, zekâtı veren kimselerdir. Ve de sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden kimselerdir. İşte onlar, sadık olanlardır. Ve işte onlar, takvâlı olanların ta kendileridir. (Bakara/177)

Sana hamrdan [aklı karıştıran/örten şeylerden] ve şans oyunlarından soruyorlar. De ki: “Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat dünya ve âhirette günahları, menfaatlerinden daha büyüktür.” Yine sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan fazlasını infak edin.” Allah, tefekkür edersiniz diye âyetlerini işte böyle sizin için ortaya koyuyor. Sana yetimlerden de soruyorlar. De ki: Onlar için iyileştirme, en iyisidir. Eğer onlara karışırsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla iyileştiriciyi bilir [birbirinden ayırt eder]. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Şüphesiz Allah azîz'dir, hakîm'dir. (Bakara/219-220)

Mallarını Allah yolunda harcayan kimselerin örneği, yedi başak bitiren ve her başağında yüz adet tane bulunan tane örneği gibidir. Allah dilediğine katlar. Ve Allah vâsi'dir, alîm'dir. Şu, Allah yolunda mallarını bağışlayan, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve incitmeyen kimselerin mükâfâtları Rabb'lerinin yanındadır. Onlar üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar, üzülmeyeceklerdir. Ma‘rûf söz [bir tatlı dil, güzel söz] ve bağışlamak, kendisini eza [incitme, başa kakma] izleyen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, ğanî'dir [zengindir; hiçbir şeye muhtaç değildir], halîm'dir [yumuşak davranandır]. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a ve son güne inanmadığı hâlde malını insanlara gösteriş için bağışlayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmayın. İşte onun durumu, üzerinde biraz toprak bulunup da üzerine bir sağanak isâbet ettiği zaman, sağanağın cascavlak olarak bıraktığı kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Ve Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet etmez. Allah'ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için infakta bulunanların/mallarını bağışlayanların durumu da kendisine bol yağmur isâbet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir cennetin/bahçenin durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti… Allah, yapmakta olduklarınızı en iyi görendir. (Bakara/261-265)

Sevdiğiniz şeylerden bağışlamadıkça asla birr'e eremezsiniz. Siz her neyi bağışlarsanız da kesinlikle Allah onu en iyi bilendir. (Âl-i İmrân/92)

Ve onlara, iki adamı örnek ver: Biz bunlardan birine her türlü üzümlerden iki bağ kıldık ve ikisinin [iki bağın] etrafını hurmalarla donattık. Aralarında da bir ekinlik kıldık. Her iki bahçe de, hiçbir şeyi eksik bırakmaksızın, ürünlerini verdiler. Aralarında da ırmak yardık/akıttık. Bu kişi [iki bağın sahibi] için ayrıca başka gelir de vardı. Bundan dolayı bu adam arkadaşına konuşarak, “Ben, malca senden daha çok, insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm” dedi. Ve bu adam, kendine zulmederek bağına girdi: “Ben, bunun hiç yok olacağını sanmıyorum. Ben Sâ‘at'in kopacağını da zannetmiyorum. Velev ki Rabbime geri götürüldüm, kesinlikle orada bundan daha iyi bir sonuç bulurum” dedi. Arkadaşı konuşarak ona, “Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, daha sonra da seni olgun insan hâline getireni mi inkâr ediyorsun? Fakat ben; O, benim Rabbim Allah'tır. Ve ben Rabbime kimseyi ortak koşmam. Kendi bağına girdiğin zaman, ‘Maşallah, lâ kuvvete illâ billâh’ [Allah ne isterse o olur. Allah'tan başka hiçbir güç yoktur] deseydin ya! Sen her ne kadar beni, malca ve evlatça kendinden az görüyorsan da, belki Rabbim, bana, senin bağından daha hayırlısını verir. Seninkinin üstüne de gökten felaketler gönderir de o [senin bağ], kaygan bir toprak hâline geliverir. Yahut bağının suyu yerin dibine çekilir de bir daha onu aramaya güç yetiremezsin” dedi. Ve o, serveti ile kuşatma altına alındı [bitirildi]. Bunun üzerine onda [bağında] yaptığı harcamalara karşı ellerini ovuşturmaya başladı. O [bahçe], çardakları üzerine yıkılmış kalmıştı, O da “Ah n'olaydım! Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmasaydım” diyordu. O kişi için Allah'ın astlarından yardım edecek bir topluluk olmadı. Ve kendisi de öç alacak biri değildi. (Kehf/32-43)

Andolsun ki, Sebe kavmi için iskan ettikleri yerde bir âyet vardı: Sağdan ve soldan iki bahçe! –“Rabbinizin rızkından yiyin ve O'nun için şükredin [karşılığını ödeyin]! Ne güzel bir belde ve çok bağışlayıcı bir Rabb!”– Fakat onlar yüz çevirdiler [karşılığını vermediler]. Biz de üzerlerine Arim [barajların] selini salıverdik ve iki bahçelerini onlara buruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da sidir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik. Bu, onların küfretmeleri nedeniyle Bizim onları cezalandırmamızdır. Ve Biz sadece çok nankör olanları cezalandırırız. Ve Biz onlarla o bereket verdiğimiz memleketler arasında, sırt sırta şehirler meydana getirmiştik. Ve onlara da muntazam gidiş-geliş düzenledik: –Buralarda gecelerce ve gündüzlerce [sürekli] emniyet içinde gidin gelin!– Sonra da onlar, “Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır!” dediler ve nefislerine zulmettiler. Şimdi de Biz onları ehâdis [efsâneler] kıldık ve tamamen didik didik dağıttık. Şüphesiz ki bunda tüm çok şükreden sabırlı için elbette âyetler vardır. Ve andolsun ki, İblis onlar hakkındaki zannını tasdik etti de mü’minlerden ibaret bir kesimden başkası ona [İblis'e] uydular. Hâlbuki onun [İblis] için onlar üzerinde hiçbir sultân [kudret] yoktu. Fakat Biz âhirete imanı olanı, ondan şekk içinde bulunandan [yeterli bilgisi olmayandan] ayırdedecektik. Ve senin Rabbin her şeyi iyice koruyandır. (Sebe/15-21)

Şüphesiz Kârûn, Mûsâ'nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, şüphesiz onun anahtarları güçlü kuvvetli bir topluluğa ağır gelirdi. Bir zaman kavmi ona demişti ki: “Şımarma! Şüphesiz ki Allah şımarıkları sevmez. Ve Allah'ın sana verdiğinde âhiret yurdunu iste. Dünyadan da nasibini unutma! Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun. Ve yeryüzünde bozgunculuğu isteme. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” O [Kârûn], “O [servet], bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi” dedi. Bilmez miydi ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok topluluğu [taraftarı, birikimi] olan kimseleri kesinlikle helâk etmişti. Ve günahkârlar günahlarından sorulmaz [Allah onların hepsini bilir]. Derken o [Kârûn], ziynet [ihtişam] içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyen kimseler, “Keşke Kârûn'a verilen gibi bizim de olsaydı! Şüphesiz ki o [Kârûn], çok büyük bir nasip sahibidir” dediler. Ve kendilerine ilim verilmiş olan kimseler ise, “Yazıklar olsun size! İman eden ve sâlihi işleyen kimseler için Allah'ın mükâfâtı daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir” dediler. Sonunda Biz onu ve evini yere geçirdik. Artık Allah'ın astlarından kendisine yardım edecek bir taraftar da olmadı ve o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi. Ve daha dün onun yerinde olmayı isteyenler, “Demek ki Allah kullarından dilediğine rızkı genişletiyor ve daraltıyor. Şâyet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Ve demek ki inkârcılar felâh bulmuyorlar” diyerek sabahladılar. İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimseler için kılarız. Ve âkıbet, takvâ sahipleri içindir. Kim bir iyilik getirirse ona ondan daha hayırlısı/ona ondan dolayı bir hayır vardır. Ve kim bir kötülük getirirse; işte o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları şeyler ile karşılıklandırılırlar. (Kasas/76-84)

Ve her kim Rahmân'ın zikrinden körleşirse Biz ona bir şeytân musallat ederiz de artık o, onun için karîndir [yaştaştır, yandaştır]; ve şüphesiz ki onlar [karînler], onları [körleşenleri] yol'dan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. (Zuhruf/36-37)

Kim Benim zikrimden [Benim anılmamdan/Benim öğüdümden] yüz çevirirse hiç şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir geçim/yaşam vardır. Kıyâmet günü de onu kör olarak haşrederiz. O der ki: “Rabbim! Ben gören biri olduğum hâlde beni neden kör olarak haşrettin?” (Allah) der ki: “Bu böyledir, âyetlerimiz sana geldi de sen onları terk etmiştin; bugün de aynı şekilde sen terk ediliyorsun [cezalandırılıyorsun].” (Tâ-Hâ/124-126)

216. Ve savaş sizin için hoş olmayan bir şey olmasına rağmen, size yazıldı [farz kılındı]. Olabilir ki siz, sizin için hayırlı olan bir şeyden hoşlanmazsınız. Yine olabilir ki, siz, sizin için şerrli olan bir şeyi seversiniz. Ve Allah bilir, siz bilmezsiniz.

217. Sana harâm aydan ve onda [o harâm ayda] savaşmaktan soruyorlar. De ki: “Onda savaşmak, büyüktür. Ve Allah yolundan alıkoymak, O'nu ve Mescid-i Harâm'ı inkâr etmek ve onun [Mescid-i Harâm'ın] halkını [hacc ve umre yapanları] oradan çıkarmak, Allah yanında daha büyüktür. Ve fitne, öldürmekten daha büyüktür.” Onlar, eğer güç yetirirlerse, sizi dininizden döndürmek için sizinle savaşmaktan hiçbir zaman geri durmazlar. Sizden de her kim, dininden döner ve kâfir olarak can verirse, artık onların bütün amelleri dünyada ve âhirette boşa gitmiştir. Ve işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar orada sürekli kalanlardır.

218. Şüphesiz ki iman eden kimseler, hicret eden kimseler ve Allah yolunda gayret gösteren kimseler, Allah'ın rahmetini umarlar. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

Bu âyetlerde, savaşa ve kâfir düşmanlara karşı savaşın gerekliliğine işaret edilmiş, fakat harâm ayda savaşmak yasaklanmıştır. Bu konu Enfâl sûresi'nde detaylı olarak gelecektir.

Ve onların, kendileri Mescid-i Harâm'ın velîleri olmadıkları hâlde ondan menedip dururlarken Allah'ın kendilerine azap etmemesi için neleri var? Onun velîleri sadece muttakilerdir. Velâkin onların çoğu bilmiyorlar. Ve onların Beyt'in [Ka‘be'nin] yanındaki salâtları, sadece, ıslık çalmak ve el çırpmaktır. –Öyleyse küfretmiş olduğunuzdan dolayı bu azabı tadınız!– Şüphesiz, mallarını, Allah yolundan alıkoymak için sarfeden o küfretmiş olan kişiler; yine onu sarfedeceklerdir. Sonra o, bir pişmanlık olacak, sonra da Allah'ın, murdarı temizden ayırdetmesi için ve bir de murdar kısmını birbiri üzerine bindirip hepsini bir araya getirmesi, sonra da topunu birden cehenneme koyması için yenileceklerdir. Ve küfretmiş olan kişiler cehenneme toplanacaklar. İşte bunlar, o hüsran içinde kalanların ta kendileridir. (Enfâl/34-37)

Sonra da fitnenin öldürmekten eşed olduğu bildirilmiştir. Aslında Allah nazarında bir insanı öldürmek, tüm insanlığı öldürmek gibidir:

İşte bunun için Biz, İsrâîloğulları'na, “Şüphesiz her kim bir zat veya yeryüzünde bozgunculuk karşılığı olmadan bir zatı öldürürse artık bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir zatın yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur” yazdık [farz kıldık]. Ve kesinlikle onlara elçilerimiz açık deliller ile geldiler. Sonra da şüphesiz onların bir çoğu yeryüzünde kesinlikle aşırı davranan kimselerdir. (Mâide/32)

Durum bu olmasına rağmen Allah savaşı emretmektedir. Bununla birlikte, hangi şartlarda savaşılması gerektiğini de bildirmektedir:

Kendilerine savaş açılan kimselere, kendileri zulme uğramaları; onlar, başka değil, sırf “Rabbimiz Allah'tır” dedikleri için hakksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle izin verildi. Ve şüphesiz ki Allah onları zafere ulaştırmaya gücü yetendir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yerle bir edilirdi. Allah, kendisine yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir. (Hacc/39-40)

Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yerle bir edilirdi (Hacc/40) âyeti ile Eğer Allah, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla savması olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı [bozulur giderdi] (Bakara/251) âyeti, savaşın meşru kılınma nedenlerini açıklamaktadır.

Bu pasajda da zorunlu hâle gelmiş olan savaş ile açıklamalar yapılmaktadır. Âyetteki, Ve savaş… size yazıldı ifadesi, “savaş zorunlu hale getirildi, size farz kılındı” demektir. Sizin için hoş olmayan bir şey olmasına rağmen ifadesi de, “savaş esnasında karşılaşılan sıkıntılar, acılar, musibetler hoş şeyler olmasa da yeryüzünün selâmeti için gereklidir; tıpkı, hasta olan bünyenin sağlığa kavuşması için, acı ilacın içilmesi gibi Gelecekte kazançlı çıkmak için bugün birtakım sıkıntılara göğüs germelisiniz” anlamına gelir.

Bu ifadelerin bir benzeri de Nisâ sûresi'nde yer almaktadır:

Ey iman etmiş kişiler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmaz. Ve onlara verdiğinizin bir kısmını götürmeniz için açık bir fâhişe [çirkin bir hayasızlık; zina] getirmedikleri sürece onları sıkıştırmayınız. Ve onlara iyi davranın. Ve eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa, olabilir ki, siz bir şeyden hoşlanmasanız da Allah onda [sizin hoşlanmadığınız şeyde] birçok hayır kılacak olabilir. (Nisâ/19)

Bu paragrafın iniş sebebine dair klasik kaynaklarda şu bilgiler verilir:

Peygamber (s.a), dokuz-on kişilik bir grup gönderdi, başlarına da Ebû Ubeyde b. el-Hâris'i veya Ubeyde b. el-Hâris'i komutan tayin etti. Hareket zamanı gelince Rasûlullah'tan (s.a) ayrılacağı için ağlamaya başladı. Bunun üzerine Abdullah b. Cahş'ı (komutan olarak) gönderdi. Ona bir mektup yazdı ve, şu şu yere ulaşıncaya kadar mektubu okumamasını emretti ve “Arkadaşlarından seninle gelmek üzere kimseyi zorlama” dedi. Belirttiği yere ulaşınca mektubu okudu ve istircâda bulunarak, “Allah'ın ve Rasûlü'nün buyruğunu dinleyip itaat ediyorum” dedi. Onlardan iki kişi geri döndü, diğerleri kaldılar. Bunlar İbnu'1-Hadramî ile karşılaştılar, onu öldürdüler. O günün Receb'den olduğunu bilmiyorlardı. Müşrikler, “Siz harâm ayda insan öldürdünüz” dediler. Bunun üzerine şanı yüce Allah, Sana harâm aya .... dair soru soruyorlar âyetini indirdi.

Bir diğer rivâyete göre ise bu âyetin nüzûl sebebi şudur: Kilaboğulları'ndan iki adam Amr b. Umeyye ed-Damrî ile karşılaştılar. O bunların Peygamber'in (s.a) yanından geldiklerini bilmiyordu. Amr b. Umeyye bu iki kişiyi öldürünce Kureyşliler şöyle dediler: “O, bunları harâm ayda öldürdü.” Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[213]

Bu âyetin Abdullah b. Cahş seriyyesi hakkında nâzil olduğuna dair görüşler daha çok ve daha yaygındır. Buna göre Peygamber (s.a) onu dokuz veya sekiz kişiyle birlikte Bedir savaşı'ndan iki ay önce Cumadelâhir ayında, bir diğer görüşe göre Receb ayında göndermişti. Ebû Ömer [İbn Abdi'1-Berr] ed-Durer adlı eserinde der ki: “Rasûlullah (s.a) Kürz b. Câbir'i takipten –ki bu birinci Bedir çıkışı diye bilinir– dönünce Cumadelâhire ayının geri kalan günlerinde ve Receb ayı süresince Medîne'de kaldı. Receb ayı süresince Abdullah b. Cahş b. Riâb el-Esedî'yi, beraberinde Muhâcirlerden sekiz kişiyle birlikte gönderdi. Bu kişiler Ebû Huzeyfe b. Utbe, Ukkâşe b. Mihsan, Utbe b. Ğazvan, Fihrli Süheyl b. Beyda, Sa‘d b. Ebî Vakkas, Âmir b. Rabia, Temimli Vâkıd b. Abdullah, Leysli Hâlid b. Bukeyr idiler. Abdullah b. Cahş'a bir mektup yazdı ve ona, iki gün süre ile yol almadıkça o mektubu açıp bakmamasını emretti. İki gün yol aldıktan sonra o mektubu açıp okuyacak ve o mektupta kendisine emredileni yapmak üzere yoluna gidecekti. Beraberindeki arkadaşlarından kimseyi de beraber gelmek üzere zorlamayacaktı. Abdullah onların komutanı idi. Abdullah b. Cahş (r.a) emrolunduğu şeyi yaptı. Mektubu açıp okuyunca onda şu ifadelerin yer aldığını gördü”:

‘Benim bu mektubumu okur okumaz sen hemen Mekke ile Tâif arasında Nahle denilen yerde konaklayıncaya kadar yola koyul. Orada Kureyş'i gözetle ve onların haberlerine dair bize bilgi topla!’

“Abdullah mektubu okuyunca, ‘Dinledim ve itaat ettim’ dedi ve daha sonra arkadaşlarına durumu bildirdi. Onlardan kimseyi zorlamayacağını ve kendisine itaat edenlerle birlikte belirtilen istikâmete gideceğini, hiçbir kimse itaat etmeyecek olursa tek başına yoluna devam edeceğini belirtti; ‘Kim şehâdeti arzuluyor ise haydi benimle gelsin. Kim de ölümden hoşlanmıyor ise geri dönsün’ dedi. Beraberindekiler, ‘Senin sevip arzuladığını hepimiz sever ve arzularız. Aramızdan Rasûlullah'ın (s.a) buyruğuna dinleyip itaat etmeyecek hiçbir kimse yoktur’ deyip onunla birlikte yola koyuldular, o da Hicaz yoluna koyuldu.”

“Sa‘d b. Ebî Vakkas ile Utbe b. Ğazvan'ın sıra ile bindikleri bir develeri kaçmıştı. Onu aramak üzere geri kaldılar. Abdullah b. Cahş ise diğer arkadaşları ile birlikte Nahle denilen yerde konaklayıncaya kadar gösterilen istikâmete doğru yol aldılar. O sırada yanlarından kuru üzüm ve ticaret malları taşıyan Kureyş'e ait bir kervan geçti. Bu kervan ile birlikte Amr b. el-Hadramî –Hadramî'nin adı Abdullah b. Abbad olup Sadeflidir. Sadef ise Hadremevt'lilerden bir koldur– ile Osman b. Abdullah b. el-Muğîre ile onun kardeşi Nevfel b. Abdullah b. el-Muğîre –ikisi de Mahzumludur– ile Muğîreoğulları'nın azadlısı el-Hakem b. Keysan da vardı.”

“Müslümanlar kendi aralarında danışarak şöyle dediler: ‘Bizler Harâm aylardan Receb ayının son günündeyiz. Onlarla savaşacak olursak Harâm ayın saygınlığını çiğnemiş oluruz. Eğer bu gece onları bırakacak, ilişmeyecek olursak bu sefer Harem bölgesine girerler.’”

“Daha sonra onlarla çarpışmak üzere görüş birliğine vardılar. Temimli Vakid b. Abdullah, Amr b. el-Hadramî'ye bir ok attı ve onu öldürdü. Osman b. Abdullah ile el-Hakem b. Keysan'ı da esir aldılar, Nevfel b. Abdullah ise kaçıp kurtuldu. Daha sonra iki esir ve kervan ile birlikte (Medîne'ye) geldiler.”

“Abdullah b. Cahş onlara, ‘Aldığınız ganimetin beşte-birini Rasûlullah'a (s.a) ayırın’ dedi, onlar da bunu yaptılar. Bu, İslâm târihindeki ilk beşte-birdir. Daha sonra Yüce Allah'ın, Bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte-biri şüphesiz Allah'ın ve Rasûlü'nündür (Enfâl/41) buyruğu nâzil oldu. Böylece Allah ve Rasûlü, Abdullah b. Cahş'ın bu uygulamasını benimsedi, onu beğendi, Kıyâmet gününe kadar ümmet tarafından uygulanacak bir hüküm olarak tesbit etti.”

“İslâm târihinde alınan ilk ganimet odur. İlk kumandan da Abdullah b. Cahş'tır. Amr b. el-Hadramî de ilk savaş maktulüdür.”

“Rasûlullah (s.a) harâm ayda İbnu'l-Hadramî'nin öldürülmesini tepkiyle karşılamıştı. Bu durum ise ötekilerini oldukça üzmüş ve etkilemişti. Bunun üzerine şanı yüce Allah, Sana harâm aya, onda savaşmaya dair soru soruyorlar âyetini sonuna kadar indirdi.”

“Rasûlullah (s.a) esir alınan iki kişiyi fidye karşılığında salıvermeyi kabul etti. Osman b. Abdullah Mekke'de kâfir olarak öldü. el-Hakem b. Keysan İslâm'a girdi ve Bi’r-i Maûne'de şehid düşünceye kadar Rasûlullah (s.a) ile birlikte kaldı. (Develeri kaçmış bulunan) Sa‘d ve Utbe ise Medîne'ye salimen geri döndüler.”[214]
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. March 2010, 12:52 AM   #32
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

İbn Abbâs'ın (r.a) şöyle dediğini rivâyet edilmiştir: “Hz. Peygamber (s.a), halası oğlu Abdullah b. Cahş el-Esedî'yi Bedir savaşı'ndan iki ay önce, kendisinin Medîne'ye gelişinden onyedi ay sonra sekiz kişi ile birlikte gazaya gönderdi ve bir mektup ile ahidnâme yazıp ona verdi. İki konak sonra bu mektubu açmasını, arkadaşlarına okumasını ve onda yazılanlara göre hareket etmesini emretti. Abdullah b. Cahş söylenen yere gelip de mektubu açınca şu ifâdelere rastladı: ‘Sana tâbi olanlarla birlikte, Allah'ın bereketi üzere git. Batn-ı Nahl mevkiinde konakla ve orada Kureyş kabilesinin kervanım gözle. Belki sen onlardan bize hayır [ganimet] alır gelirsin.’ Bunun üzerine Abdullah, ‘İşittik ve Peygamber'in emrine boyun eğdik. İçinizden kim şehidliği arzuluyorsa, benimle beraber gelsin. Ben Peygamber'in emrini yerine getireceğim. Kim de benden ayrılmak isterse, ayrılsın’ dedi ve yürüyüp gitti. Mekke ile Tâif arasında bulunan Batn-ı Nahl'e vardı.”

Tam o sırada, beraberinde üç kişi ile birlikte Amr b. el-Hadramî onlara rastlayıverdi. Bunlar, Hz. Peygamber'in (s.a) ashâbını görünce, içlerinden birinin başını tıraş ettiler ve böylece onlara, kendilerinin umre yapan bir topluluk olduğu vehmini vermek istediler. Sonra Abdullah b. Cahş'ın (r.a) yanındakilerden birisi olan Vâkıd b. Abdullah Hanzali (r.a) gelip, Amr b. el-Hadramî'ye bir ok atarak onu öldürdü. Abdullah b. Cahş ve beraberindekiler diğer iki kişiyi esir alarak, bunların kervanını içindekilerle birlikte sürerek Hz. Peygamber'e (s.a) geldiler. Bunun üzerine Kureyş gürültü koparıp şöyle dediler: ‘Muhammed harâm ayları, içinde korkanların bile emin olduğu kutsal ayları helâl sayıyor ve o ayda kan döküyor.’ Müslümanlar da bunu yadırgadılar. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a), ‘Ben size harâm aylarda savaşmanızı emretmedim’ dedi. Abdullah b. Cahş (r.a) da, ‘Yâ Rasûlallah! Biz İbnü'l-Hadramî'yi öldürdük. Sonra akşam olunca Receb ayının hilâlini gözetlemeye başladık. Fakat onu Receb ayı içinde mi Cumade'l-Âhire ayı içinde mi öldürdüğümüzü anlayamadık’ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) bu kervanı ve esirleri bekletip dağıtmadı. Bundan dolayı bu âyet nâzil oldu ve Hz. Peygamber de ganimetleri aldı.[215]

Bu soru kâfirler tarafından sorulmuştur, Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: “Kâfirler Hz. Peygamber'e (s.a), harâm aylarda savaş yapılıp yapılmayacağını sordular. Eğer o, bu ayda savaşmanın helâl olduğunu söylerse, o ayda savaş yapmayı helâl sayacaklardı. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ, Sana o harâm ayı (yani o ayda savaşmayı) soruyorlar. De ki: “O ayda savaşmak büyük günahtır. Fakat Allah yolundan ve Mescid-i Harâm'dan menetmek ve Allah'ı inkâr etmek bu savaştan daha büyüktür. Kâfirler, güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam edeceklerdir... âyetini indirmiş ve kâfirlerin bu sorudan maksadlarının Müslümanlarla savaşmak olduğunu beyân etmiştir. Daha sonra da, Harâm ay, harâm aya bedeldir. Hürmetler karşılıklıdır. Onun için kim sizin üzerinize saldırırsa siz de, tıpkı onların size saldırdıkları gibi, onlara saldırın (Bakara/194) âyetini indirmiş ve müdafaa savaşının bu aylarda caiz olduğunu açıkça bildirmiştir.[216]

207. âyette de, harâm aylarda savaş meselesi zikredilmekte, 190-194. âyetlerde olduğu gibi burada da savunmaya yönelik savaşın gerekliliği bildirilmektedir.

Bununla birlikte, harâm aylarda, hele hele hacc mahallinde savaşmanın, orada İbrâhîmî eğitim-öğretim yapanların engellenmesinin Allah katında çok büyük bir suç olduğu beyân edilmekte; böylece de dünyanın neresinde olursa olsun eğitim kurumlarının önemine dikkat çekilmektedir.

Harâm aylarda savaşla ilgili âyetlerin nüzûl sebebi hakkında kaynaklarda şu bilgiler verilir:

İbn Ebî Hatim der ki: Bana babam... Cündeb ibn Abdullah'tan nakletti ki, Rasûlullah (s.a) başlarında Ebû Ubeyde ibn el-Cerrâh olmak üzere bir grubu savaşa göndermiş. Bunlar savaş için yola çıkmak üzere iken Ebû Ubeyde ağlayarak Rasûlullah'ın yanına gelip oturmuş. Bunun üzerine Allah'ın Rasûlü onun yerine Abdullah ibn Cahş'ı göndermiş ve ona bir mektup yazarak; falanca yere ulaşıncaya kadar bu mektubu okumamasını emretmiş. Sonra da şöyle buyurmuş: “Arkadaşlarından hiç kimseyi birlikte yürümeye zorlama.” Abdullah ibn Cahş mektubu okuyunca, “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn. Allah ve Rasûlü'nün emri başımla gözüm üstüne” demiş. Rasûlullah'ın emrini arkadaşlarına duyurup mektubu okumuş. İki kişi geri dönmüş, ötekiler kalmışlar. İbn el-Hadramî ile karşılaşıp onu öldürmüşler. O günün Receb mi veya Cemâziyelevvel mi olduğunu bilmiyorlarmış. Bu sebeple müşrikler; Müslümanlara, “Harâm aylarda adam öldürdünüz” demişler. Bu vaka üzerine Allah Teâlâ, Sana harâm aydan ve onda savaştan soruyorlar. De ki: “O ayda savaşmak büyük günâhtır” âyetini inzâl buyurmuş.

Süddî, Ebû Mâlik, Ebû Sâlim kanalıyla Abdullah ibn Abbâs'tan, Mürre kanalıyla da Abdullah ibn Mes'ûd'dan nakleder ki; Rasûlullah (s.a) bir seriyye göndermişti. Bu seriyye yedi kişiydi. Başlarında Abdullah ibn Cahş vardı. Bu seriyyede Ammâr ibn Yâsir, Ebû Huzeyfe, Sa‘d ibn Ebî Vakkâs, Utbe ibn Ğazvân, Süheyl ibn Beyzâ, Amir ibn Füheyre ve Ömer ibn Hattâb'ın müttefiki Vâkıf ibn Abdullah el-Yerbûi bulunuyordu. Rasûlullah Abdullah ibn Cahş'a bir mektup yazdı ve ona Melel vâdisine (Medîne'ye 17 mil mesafede, Mekke ile Medîne arasında bir yer) kadar mektubu okumamasını emretti. Melel vâdisine gelince, mektubu açtı. Mektupta, “Nahle vâdisine kadar in, arkadaşlarından ölümü isteyenler devam etsinler. Ve vasiyetlerini yapsınlar” yazıyordu. “Ben vasiyetimi yapıp Rasûlullah'ın (s.a) emri doğrultusunda yürüyorum” dedi. Ve yürüdü. Sa‘d ibn Ebû Vakkâs ve Utbe geri kaldılar. Bineklerini yitirmişlerdi. Buhrân denilen yere gelip bineklerini aramaya koyuldular. Abdullah ibn Cahş Nahle vâdisine doğru yürüdü. Orada Hâkem ibn Keysân ve Muğîre ibn Osman (ve Amr ibn Hadramî, Abdullah ibn Muğîre'yi) gördüler. Muğîre kaçıp kurtuldu. Amr öldürüldü. Onu Vâkid ibn Abdullah öldürmüştü. Bu olay Peygamber'in ashâbının elde ettiği ilk ganimet oldu. Medîne'ye iki esir ve elde ettikleri mallarla döndüklerinde, Mekke halkı iki esirin değiştirilmesini istedi. Rasûlullah (s.a), “Bakalım, diğer iki arkadaşınız ne oldu?” dedi. Sa‘d ibn Ebû Vakkâs ve arkadaşı gelince Rasûlullah iki esiri fidye mukabili salıverdi. Müşrikler buna karşı kötü davranarak dediler ki: “Muhammed Allah'a itaat ettiğini sanıyor. Hâlbuki harâm ayı ilkin helâl kılan o'dur. Ve o Receb ayında bizim arkadaşımızı öldürmüştür.” Müslümanlar, “Hayır biz Cumâde'l-Âhir ayında öldürdük” dediler. Denilir ki, bu Cumâde'l-Âhir'in son gecesi ve Receb'in de ilk gecesiydi. Receb ayı girdiğinde kılıçlarını kınına soktular. Allah Teâlâ bu âyeti kerîme'yi inzâl buyurarak Mekke halkını kınadı ve, Sana harâm aydan ve onda savaştan soruyorlar. De ki: “O ayda savaşmak büyük bir günâhtır...” Helâl değildir, ancak ey müşrikler topluluğu; sizin Allah'a küfretmeniz, Rasûlü'nü ve o'nun ashâbını Allah yolundan alıkoymanız, Mescid-i Harâm halkını oradan çıkarmanız, harâm ayda savaşmaktan çok daha büyük bir suçtur. Onların Hz. Muhammed'i (s.a) yurdundan çıkarmaları Allah katında savaştan daha büyüktür.[217]

Âyetlerdeki diğer ifadelerin açıklaması için, 190-194. âyetlere bakılabilir, zira aynı ifadeler orada da yer almıştı.

219-220. Sana hamrdan [aklı karıştıran/örten şeylerden] ve şans oyunlarından soruyorlar. De ki: “Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat dünya ve âhirette günahları, menfaatlerinden daha büyüktür.” Yine sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan fazlasını infak edin.” Allah, tefekkür edersiniz diye âyetlerini işte böyle sizin için ortaya koyuyor. Sana yetimlerden de soruyorlar. De ki: “Onlar için iyileştirme, en iyisidir. Eğer onlara karışırsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla iyileştiriciyi bilir [birbirinden ayırd eder]. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Şüphesiz Allah azîz'dir, hakîm'dir.”

Bu âyetlerde, uyuşturucu/sarhoş edici içkiler, her türlü kumar, neyin infak edileceği ve yetimler hakkında sorular ve bunlara verilen cevaplar yer almaktadır.

Pasajdaki söz akışından anlaşıldığına göre içki, kumar, infak ve yetimler hakkında soranlar mü’mindir. İlk soru “hamr” ve “meysir” hakkındadır.

HAMR

الخمر [hamr] sözcüğü, “örtmek, karıştırmak” anlamındaki, خمر[h-m-r] kökünden gelmiş olup aklı örten, karıştıran her şeyin ismi olmuştur.[218]

Bu sözcük ilk önce sadece üzümden elde edilen içkiye ad olmuşken sonradan aklı örten, karıştıran her türlü içki ve uyuşturucu maddenin adı olmuştur.

Âyette, Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat dünya ve âhirette günahları, menfaatlerinden daha büyüktür buyurularak aklı karıştıran şeylerin yarar ve Zaralarının varlığı ve zararlarının daha büyük olduğu açıklanmıştır.

HAMRIN YARARLARI

İçki ve uyuşturucunun yararı hakkında; ticarî kazanç sağlaması, yemeği hazmettirmesi, cinsel gücü artırması, sarhoşluğu süresince cimriyi cömert yapması, korkağa cesaret vermesi, geçici olarak dertleri örtüp mutluluk vermesi gibi şeyler düşünülebilir.

HAMRIN ZARARLARI

Hamrın zararı hakkında; çirkin, yalan ve düşmanca söze, sövüp saymaya, sosyal hayattan kopmaya, zikrullah görevini yerine getirememeye, kaza ve cinâyetlere sebebiyet vermeye, çevreye maskara olmaya, ömrü işe yaramaz hâle getirmeye sebep olması gibi şeyler sayılabilir.

Alkollü içkiler insanın psikolojisini ve sağlığını bozduğu ettiği gibi, parasını da heder etmektedir. Hiçbir değer elde etmeden parayı elden çıkartmaya sebep olması bile, harâm kılınması için yeterli bir sebeptir. Ayrıca içki, insanın en kıymetli varlığı olan aklın düşmanıdır. En kıymetli şeye düşman olan ise, en değersiz ve en âdi olan şeydir.

İçki ve kumar kin ve düşmanlıklara; kin ve düşmanlık da ilişkilerin bozulup sosyal hayatın çürümesine sebep olmaktadır. İçkinin en büyük zararı, insanı musallâdan, salâttan uzak tutmasıdır. Rabbimiz sarhoş olan kişinin salâta, musâllaya yanaşmasını yasaklamıştır:

Ey iman etmiş kişiler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüb iken de –yolcu olanlar müstesnâ– yıkandırılıncaya kadar, salâta yaklaşmayın. Eğer hasta iseniz veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz çukurdan [tuvaletten] geldiyse veya kadınlarla dokunuştuysa, su da bulamamışsanız o zaman, hemen tertemiz bir toprağa yönelin. Sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır. (Nisâ/43)

MEYSİR

الميسر [meysir] sözcüğü, “kolaylık”, “deve kesmek” anlamındaki يسر [y-s-r] kökünün türevlerindendir. Esas anlamı, “fal oklarıyla oynamak”tır. Genel olarak, “çocukların cevizle oynaması da dahil olmak üzere para üzerine oynanan her şans oyunu”nu kapsar.[219]

Câhiliyye çağındaki kumar'ın nasıl olduğuna gelince, Keşşâf sahibi şöyle demiştir: “Arapların on tane fal oku bulunuyordu. Bunların isimleri ezlâm, aklâm, fezz, tev’em, rakîb, halisu ve hıls, nâfis, müsbil, mu‘allâ, menîh, sefih ve vağd... Menîh, sefîh ve vağd okları hariç (çünkü bunlar boş idi), bu oklardan her biri, kesilen ve 10 parçaya, yahut da 28 parçaya bölünmüş olan hayvanın, belli bir parçasına işaret etmekteydi. Şairin biri bu manada şu şiiri söylemiştir:” “Dünyada benim, kendilerinde hiçbir kâr olmayan oklarım var. Bunlann ismi vağd, sefih ve menîh'tir.”

Bu fal oklarından fezz için bir pay; tev’en için iki pay, rakîb için üç pay, halisu için dört pay, nâfis için beş pay, müsbil için altı pay, mu‘allâ için yedi pay verilirdi. Bu okların hepsi “rebâte” denilen bir torbaya konur; sonra torba âdil bir kimsenin eline verilirdi. Daha sonra o kimse torbayı sallayıp, elini içine sokar; ondan isim isim herkesin adına bir ok çekerdi. Hisse sahiplerinden adına ok çıkan kimse, bu ok üzerinde yazılı olan payını alırdı. Adına, üzerinde “boş” yazılı ok çıkan kimse de, hiçbir şey alamazdı... Kesilen bu hayvanın bütün parasını da bu kimse öderdi... Kendisine pay çıkan kimseler ise bu paylarını fakirlere dağıtırlar, ondan hiç yemezler ve bu yaptıklarıyla övünür, bu piyangolarına katılmayan kimseleri ayıplar, onlara “el-berem” adını verirlerdi.[220]

Kumarda kullanılan oklar onbir tane idi. Bunlardan yedi tanesinin çizgileri ve çizgi sayısınca da payları vardı. Bu yedi tanenin ilkinin adı “el-fez” idi. Bunda tek bir çizgi vardı. Bu ok bir payı ifade ederdi. Kaybedildiği takdirde de onu kaybeden bir pay öderdi. İkincisinin adı “et-tev’em” idi ve bunun üzerinde iki işaret vardı. Sahibinin leh ve aleyhine olmasına göre iki payı ifade ederdi. Üçüncüsünün adı “er-rakib” idi. Bunda üç çizgi vardı. Bu da belirttiğimiz gibiydi. Dördüncüsünün adı “el-hils” olup bunun da alameti dört çizgi idi. Beşincisinin adı “en-nâfiz” veya “en-nâfis” idi, beş pay ifade ederdi. Altıncısı “el-müsbil” adında idi ve altı pay ifade ederdi. Yedincisi “el-mu‘alla” olup yedi payı ifade ederdi. Bu şekilde toplam 28 pay oluyordu. Deve de bu şekilde 28 paya ayrılırdı. el-Esmaî'nin görüşü böyledir.

Geriye dört tane ok kalırdı. Bunların ise herhangi bir payları yoktu. Bunların da adı; “el-Musaddar, el-mudaaf, el-menih ve es-sefih” idi. Son üçünün adının “es-sefih, el-menih ve el-veğd” şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu üç ok, torbadan okların çekilişini yapan kimsenin torbada okların sayısını artırmak içindir. Böylece herhangi bir kimseye iltimas yapma imkânı olmazdı. Bu şekilde çekilişi yapan kimseye “el-müfid, ed-dârîb” ve “ed-dârib” denilirdi ki çoğulu “ed-durabâ” şeklinde gelir.

Denildiğine göre çekilişi yapan kimsenin arkasında, kimseye iltimas göstermemesi için bir gözetleyici bulunurdu. Daha sonra bu çekilişi yapan [ed-darib] dizleri üstüne çöker, bir elbiseye bürünür, başını çıkartır, elini torbaya sokar ve okları çıkartırdı. Kışın vaktin darlığında ve fakirler aleyhine soğuğun oldukça arttığı zamanlarda bu şekilde deve payları üzerinde çekilişler yapmak, Arapların adeti idi. Bunun için deve satın alınır ve çekilişe katılanlar, devenin parasını üstlenir ve kendilerine çıkan paya razı olurları. Bu işlerle iftihar eder ve aralarından böyle bir çekilişe katılmayanları da yererlerdi. Cimriliği dolayısıyla bu çekilişe katılmayan kimseye “el-beram” adını veriyorlardı. Mütemmim b. Nuveyre der ki: “Ve deriden çadırlar, gürültülü kış soğuğundan dolayı sallandığında/Gerdeğine kadınların geldiği beram [cimri kişi] değildir.”

Bundan sonra develer kesilir ve on paya ayrılırdı. Kimi zaman da kendileri için kumar oynar, sonra da pay çıkmayan kimse parayı öderdi.[221]

ŞANS OYUNLARININ YARARLARI

Kumarın menfaati, çalışıp yorulmaksızın bir şeyin insanın eline geçmesidir. Çünkü kumar, bir insanın elindeki malını yorulmadan ve çaba sarfetmeden, kolayca ve meşakkatsizce almaktır. Muhtaçların ihtiyaçlarının sağlanmasına vesile olması da, kumarın faydalarından biri olarak gösterilmiştir. Çünkü Araplar, üzerine kumar oynadıkları devenin etinden yemez ve onu ihtiyaç sahiplerine dağıtırlardı.

ŞANS OYUNLARININ ZARALARI

Bu oyunlar, insanlar arasında münakaşaya, düşmanlığa, hatta cinâyete ve malların-kazançlarının hakksız yere el değiştirmesine sebep olur. Ayrıca, insanın sinir sistemini alt-üst eder, parayı boş yere elden çıkartır ve zamanı öldürür.

Allah Müslümanları; ferdî, ailevî ve ictimaî hayatı dinamitleyen bu illetlere karşı uyarmış ve bunlardan uzak durulmasını istemiştir:

Ey iman etmiş kişiler! Hamr [içki, uyuşturucu], kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytân işlerinden ricstirler [zarar veren şeylerdir]. Öyleyse felâha ermeniz için bunlardan kaçının. Gerçekten şeytân, içki ve kumarda sizin aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi, Allah'ın zikrinden ve salâttan [eğitim-öğretimden ve sosyal destekten] alıkoymak ister. Öyleyse sona erdirmişler [vazgeçmişler] misiniz? (Mâide/90-91)

Onlar ki, bazı küçük sürçmeler hariç, günahın büyüklerinden ve iğrençliklerden çekinip kaçınırlar. Hiç kuşkusuz, senin Rabbin bağışlaması geniş olandır. Sizi, hem topraktan oluşturduğu zaman, hem de annelerinizin karnında ceninler hâlinde bulunduğunuz zaman, en iyi bilen O'dur. O hâlde nefislerinizi temize çıkarmayın. İttika eden kimseyi O daha iyi bilir. (Necm/32)

Eğer siz, yasaklandığınız şeylerin büyüklerinden sakınırsanız, kötülüklerinizi sizden örteriz. Ve sizi saygın giriş yerine girdiririz. (Nisâ/31)

İNFAK

Âyette, neyi infak edeceklerini soranlara cevaben, ‘afvı, yani ihtiyaçtan fazlasını infak etmeleri emredilmiştir.

‘AFV

العفو [‘afv], “kolay gelen, fazlalık, çokluk, çıkartılıp verilmesi insana ağır gelmeyen, malın nafakadan fazlası/artanı” demektir.[222]

Böylece mü’minler, ihtiyaçlarından fazla olan mal ve paralarını Allah yolunda harcamaya yöneltilmişlerdir.

Bu âyetin iniş sebebi ile ilgili şu bilgiler verilmiştir:

İlim adamları der ki: Onlar sana neyi infak edeceklerini soruyorlar (Bakara/215) buyruğu, nafakanın kimlere harcanacağı ile ilgili bir soru idi. Buna verilen cevap da bunun ne olduğunu göstermişti. Bu âyet-i kerîmede ise infakın miktarı ile ilgili sorulmuştur. Bu, önceden de geçtiği üzere Amr b. el-Cemuh ile ilgilidir. Yüce Allah'ın, De ki: “Hayır türünden neyi infak ederseniz o anne ve babanındır” (Bakara/215) buyruğu nâzil olunca bu sefer, “Ne kadar infak edeyim?” diye sormuş, bunun üzerine de, De ki: “Arta kalanı” buyruğu nâzil olmuştur.[223]

İhtiyaç fazlasını infak etmeyenler ise ateş ile tehdit edilmişlerdir:

Ey iman etmiş kişiler! Kesinlikle, hahamlardan, rahiblerde bir çoğu insanların mallarını hakksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar. Ve kesinlikle altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar; hemen onlara acıklı bir azabı müjdele! O gün, onların [altın ve gümüşlerin] üstü cehennem ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacak: “İşte bu kendi canınız için saklayıp biriktirdiğiniz şeydir. Haydi şimdi tadın şu biriktirdiğiniz şeyleri!” (Tevbe/34-35)
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. March 2010, 12:52 AM   #33
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

YETİMLERİN KONUMU

Âyetlerde, yetim konusuna da değinilerek şöyle buyurulmuştur: Sana yetimlerden de soruyorlar. De ki: “Onlar için iyileştirme, en iyisidir. Eğer onlara karışırsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla iyileştiriciyi bilir [birbirinden ayırd eder]. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Şüphesiz Allah azîz'dir, hakîm'dir.”

Âyetin bu bölümünün sebeb-i nüzûlü hakkında da şu bilgiler verilmiştir:

Ebû Dâvûd ve Nesâî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiş: Şanı yüce Allah, Bir de yetimin malına reşid oluncaya kadar en güzel olandan başka bir sûretle yaklaşmayın (En‘âm/152) buyruğu ile Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler... (Nisâ/10) buyruklarını indirince, yanlarında yetim bulunan kimseler gidip yetimin yediğini yediklerinden, içtiğini içtiklerinden ayırdılar. Bu sefer onun yemeğinden artan onun için saklanır oldu. Sonunda yetim ya o artanı yerdi veya o bozulurdu. Bu onlara ağır gelmeye başladı. Rasûlullah'a (s.a) durumdan söz etmeleri üzerine Yüce Allah, Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: “Onlar lehine bir ıslah hayırlıdır âyeti nâzil oldu. Bu sefer yediklerini ve içtiklerini yetimin yeyip içtikleriyle karıştırdılar. Bu lafız Ebû Dâvûd'a aittir.[224]

Câhiliye Arapları, yetimlerin mallarından istifâde etmeyi alışkanlık hâline getirmişlerdi. Çoğu zaman yetim kızların mallarına tamah ederek onlarla evleniyorlar veya o yetimin malı elinin altından gitmesin diye onu oğullarından biri ile evlendiriyorlardı. Sonra Cenâb-ı Allah, Yetimlerin mallarını hakksızlıkla yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar (Nisâ/10) âyetini indirdi.

Yine Allah Teâlâ yetimler hakkında şu âyetleri indirmiştir: Eğer yetim kızlar hakkında (âdil olamayacağınızdan) korkarsanız sizin için helâl olan kadınlardan nikâh ediniz (Nisâ/3); Senden, kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: “Onlara dair fetvayı size Allah veriyor. Kendileri için yazılmış [farz kılınmış] olan (mirası) onlara vermediğiniz ve nikâhlamayı da istemediğiniz yetim kızlar ile küçük çocuklar hakkındaki, bir de yetimlere karşı âdil olmanız hususundaki. Kitapta okunup duran âyetler... Hangi hayrı yaparsanız Allah onu hakkıyla bilir” (Nisâ/127) ve, Yetimin malına ancak en iyi bir sûretle yaklaşın. (İsrâ/34)

Bu âyetler karşısında insanlar yetimlerle içli-dışlı olmayı, onların mallarına yaklaşmayı ve onların işlerini deruhte etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı yetimlerin menfaatleri zedelenmiş, ve geçimleri bozulmuştur. Yetimlerin bu hâli de Müslümanları üzmüş ve ne yapacaklarını şaşırmışlar; eğer onlara karışıp, işlerini üzerlerine alsalar, çok şiddetli bir va‘îd ile karşı karşıya kalıyorlar. Eğer yetimlerden ayrılıp, işlerine bakmasalar, o zaman da onların geçimi bozuluyor. Bundan dolayı Müslümanlar şaşıp kaldılar.

Sonra, onların bu durumu Hz. Peygamber'e (s.a) bilfiil sormuş olmaları muhtemel olduğu gibi, bu soruyu kafalarından geçirmiş olmaları ve Allah'ın bu konuda ne yapmaları gerektiğini beyân etmesini temenni etmiş olmaları da muhtemeldir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hakk bu âyeti indirmiştir. Rivâyet edildiğine göre yukarıda geçen yetimlerle ilgili âyetler nâzil olunca, Müslümanlar yetimlerin mallarından uzak durmuş ve her bakımdan onlara karışmaktan çekinmişlerdir. Hatta şu hâle gelmiş: Yetim için bir yemek yapılır. Eğer ondan bir kısmı artarsa onu alıp yemezler ve böylece o yemek bozulurdu. Yetimlere bakacak kimseler, yetim için müstakil ayrı bir yer, ayrı bir yiyecek-içecek hazırlıyorlardı. Bu da fakir müslümanlara zor geliyordu. Bundan dolayı Abdullah b. Revâha (r.a), “Yâ Rasûlallah! Hepimizin yetimleri oturtacak evlerimiz ve yetimlere ayrıca verecek yiyecek içeceklerimiz yok” dedi. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.[225]

Âyette geçen, Onlar için iyileştirme en iyisidir ifadesi, eğitim-öğretimleri, terbiye ve fazilet üzere yetişmeleri hususunda gerekenlerin yapılıp yetimlerin işlerinin yoluna koyularak saygın kimseler olmalarının sağlanmasına işarettir.

Hayır, hayır… Doğrusu siz yetimi kerîmleştirmiyorsunuz. Yoksulun yiyeceği üzerine birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Oysa mirası yağmalarcasına öyle bir yiyişle yiyorsunuz ki! Malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına! (Fecr/17-20)

O seni yetim olarak bulup barınağa kavuşturmadı mı? Seni sapıtmış olarak bulup da hidâyet etmedi mi? Seni aile geçindirme zorluğu içinde bulup da zengin etmedi mi? O hâlde yetimi kahretme! (Duhâ/6-9)

Dini yalanlayan şu kimseyi gördün mü? İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse. (Mâûn/1-3)

Ergenlik çağına erinceye kadar yetimin malına da yaklaşmayın. En güzel bir şekilde olması müstesnâ. Ahdi de yerine getirin. Şüphesiz ahitte [verilen sözde] sorumluluk vardır. (İsrâ/34)

Yetimin malına da yaklaşmayın; yalnız erginlik çağına erişinceye kadar (malına) en güzel biçimde hariç [bu şekilde yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz]. Ve ölçüyü, tartıyı hakkaniyetle tastamam yapın. Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız. Söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa âdil olun ve Allah'a verdiğiniz sözü tastamam tutun. İşte bunlar öğüt alıp düşünesiniz diye O'nun [Allah'ın] size vasiyet ettikleridir. (En‘âm/152)

Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz birr değildir. Ama birr [iyi olan kimseler], Allah'a, Âhiret Günü'ne/Son Gün'e, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanan; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve boyunduruktakilere [kölelere], ona [Allah'a/mala/vermeye] sevgisi olmasına rağmen, veren ve salâtı ikâme eden, zekâtı veren kimselerdir. Ve de sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden kimselerdir. İşte onlar, sadık olanlardır. Ve işte onlar, takvâlı olanların ta kendileridir. (Bakara/177)

Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip yayan Rabbinize takvâlı davranın. Ve Kendisiyle birbirinizle dilekleştiğiniz Allah'a ve akrabalığa takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir. Ve yetimlerinize mallarını verin. Temizi pise değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Bunu yapmak kesinlikle büyük bir suçtur. Ve eğer ki yetimleriniz konusunda hakkaniniyetsizlikten korktuysanız; o takdirde sizin için hoş olan, yetimlerin kadınlarından ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder nikâhlayın. Şâyet o takdirde de adaleti gözetemeyeceğinizden korktuysanız, bir tanesini ya da yeminlerinizin sahip olduğunu nikâhlayın. Bu hakksızlığa sapmamanız için en uygunudur. Ve bu kadınlara mehirlerini seve seve veriniz. Artık onlar ondan [alacaklarından] bir kısmını size hoş ederlerse [ikramda bulunurlarsa] de onu afiyetle, çekinmeden yeyiniz. Ve Allah'ın, ayakta kalmanız için size vermiş olduğu mallarınızı bu sefihlere vermeyiniz. Ve onları o mallarda rızıklandırın ve onları giyindirin. Ve onlara ma‘rûf söz söyleyin ve bu yetimlerinizi nikâha ulaşıncaya kadar belâlandırınız [sıkı bir eğitim vererek olgunlaştırınız]. Sonra da eğer kendilerinde rüşd hissederseniz mallarını kendilerine hemen teslim ediniz. Onlar büyüyecekler diye onların mallarını saçıp savurup yemeyin de. Ve kim zengin ise artık o iffetli davransın. Kim de fakir ise artık o da ma‘rûf ile yesin. Sonra da onların [yetimlerin] mallarını kendilerine teslim ettiğiniz zaman onlar üzerine şâhit tutunuz. Hesap sorucu olarak da Allah yeter. Ana-baba ve akrabaların terekesinde erkek yetimlere bir pay vardır. Ana-baba ve akrabaların terekelerinde de az olsa da çok olsa da farz kılınmış bir nasip olarak kadın yetimlere de bir pay vardır. Taksime yakınlar, yetimler ve miskinler hazır bulunduğu zaman da onları ondan rızıklandırın ve onlara ma‘rûf söz söyleyin. Ve arkalarında zayıf zürriyet bıraktıkları takdirde endişe edecek olanlar ürpersinler! Ve de Allah'a takvâlı davransınlar ve hakksızlığı önleyen söz söylesinler. Kesinlikle yetimlerin mallarını hakksız yere yiyen kimseler, muhakkak ki karınlarının içinde ateş yerler. Ve yakında ateşi alevli cehenneme yaslanacaklardır. (Nisâ/1-10)

Bunun üzerine yine gittiler. Nihâyet bir köy halkına varınca onlardan yemek istediler. Bunun üzerine onlar da, kendilerini misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular. O [âlim kul], onu doğrultuverdi. O [Mûsâ], “İsteseydin bunun karşılığında mutlaka bir ücret alırdın” dedi. (…) Duvara da gelince; o, şehirde iki yetim oğlanındı ve onun altında onlar için bir define vardı. Babaları da iyi bir zat idi. İşte onun için –Rabbinden bir rahmet olmak üzere– Rabbin onların erginlik çağına ermelerini, definelerini çıkarmalarını diledi. Ve ben onu [duvar doğrultma işini] kendi görüşümle yapmadım. İşte senin, üzerine sabra takat getiremediğin şeylerin te’vîli!” (Kehf/77, 82)

221. Ve müşrik kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın. İman etmiş bir câriye –o [müşrik kadın], sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri de iman edinceye kadar nikâhlamayın; iman etmiş bir erkek köle –o [müşrik erkek], sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– müşrik bir erkekten daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar, Allah ise Kendi bilgisi ile cennete ve mağfirete çağırır. O, öğüt alıp düşünürler diye insanlara âyetlerini ortaya koyar.

Bu âyette de birtakım sosyal ilkeler ortaya konmaktadır. Şöyle ki:.

* İman etmiş bir erkek müşrik bir kadınla evlenemez.

* İman etmiş bir câriye, evlenmek için müşrik bir kadından hayırlıdır.

* İman etmiş bir kadın, müşrik ber erkekle evlenemez.

* İman etmiş bir köle, evlenmek için müşrik bir erkekten hayırlıdır.

Buradaki أمة[eme/câriye] ve عبد[‘abd/köle] ile, kâfirlerin elindeki köle ve câriyeler kasdedilmiştir. Zira bu süreçte mü’minlerin köle ve câriyelerinin bulunması uygun değildir.

Bu âyetteki, …o [müşrik kadın], sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da, …o [müşrik erkek], sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da ifadeleriyle; iman etmiş bir câriyenin, hür, asil, güzel ve makam-servet sahibi müşrik bir kadından; iman etmiş bir kölenin, hür, asil, yakışıklı ve mal-mülk sahibi müşrik bir erkekten hayırlı olduğu bildirilmektedir.

Mü’min kadının müşrikle evlendirilmeme gerekçesi olarak, Onlar ateşe çağırırlar buyurulmuştur; zira müşrikler eş ve çocuklarını cehenneme götürürler. Buna karşılık, Allah ise Kendi bilgisi ile cennete ve mağfirete çağırır buyurularak, koyduğu ilkelerle Allah'ın cennete ve mağfirete çağırdığı ifade edilmiştir. Demek ki bu ilke, başta aile olmak üzere tüm insanların dünya ve âhiret selâmeti için konulmuştur. Şöyle ki, bir mü’minin bir müşrikle velenmesi, mü’mini şirke sürükleyebilir. Çünkü evlilik, sadece cinsel birliktelik değildir; onun sosyolojik, pisikolojik ve kültürel boyutları vardır. Müslüman eş, müşrik eşi, ailesini ve çocuklarını İslâm'a sokabileceği gibi; müşrik eş de, mü’min eşi, ailesini ve çocuklarını şirke sokabilir. Aklı başında olan bir mü’min kendini böyle bir riske atmaz; müşrikle evlenmektense evlenmemeyi tercih eder.

Âyetin nüzûl sebebi hakkında verilen bilgiler şöyledir:

Mukâtil der ki: Bu âyet-i kerîme Ebû Mersed el-Ğanevî hakkında nâzil olmuştur. Bunun adının Mersed b. Ebî Mersed olduğu da söylenmiştir. Asıl adı ise Kennâz b. Husayn el-Ğanevî'dir. Rasûlullah (s.a) onu Mekke'ye, ashâbından bir adamı çıkartıp getirmek üzere gizlice göndermişti. Mekke'de câhiliyye döneminde iken sevdiği Anak adında bir kadını vardı. Bu kadın ona geldi. Kadına, “İslâm câhiliyye döneminde olanı harâm kılmıştır” deyince, kadın, “O hâlde benimle evlen” dedi. O da, “Rasûlullalı'tan (s.a) izin almadıkça yapamam” dedi. Peygamber'in (s.a) yanına geldi. Ondan izin istedi. Hz. Peygamber onunla evlenmeyi yasakladı. Çünkü kendisi müslüman, o kadın ise müşrik idi.[226]

Bu buyruk, Huzeyfe b. el-Yeman'a ait Hansa adında siyah bir câriye hakkında nâzil olmuştur. Huzeyfe ona, “Ey Hansa! Sen siyahlığın ve çirkinliğin ile birlikte mele-i a‘lâ'da anıldın ve Yüce Allah Kitab-ı Kerîm'inde senden söz etti” dedi ve onu azad ettikten sonra da onunla evlendi.[227]

es-Süddî de dedi ki: Bu buyruk Abdullah b. Revâha hakkında nâzil olmuştur. Onun siyah bir câriyesi vardı. Kızdığı bir sırada ona tokat attı, daha sonra da pişman oldu. Peygamber'in (s.a) yanına geldi ve durumu o'na bildirdi. Hz. Peygamber ona, “Ey Abdullah! Bu câriye nasıl bir şeydir?” diye sorunca, şöyle cevap verdi: “Oruç tutuyor, namaz kılıyor, güzelce abdest alıyor ve iki şehâdeti getiriyor.” Bunun üzerine Rasûlullah, “Bu mü’min bir câriyedir” deyince, İbn Revaha, “Andolsun onu azad edeceğim ve onunla evleneceğim” dedi ve dediğini yaptı. Müslümanlardan bazıları bundan dolayı onu tenkid etmeye koyuldular ve, “Bir câriye ile evlendi” dediler. Hâlbuki onlar müşriklere kız nikâhlamayı uygun görüyorlar ve soylarına rağbet dolayısıyla onlara kız verdikleri oluyordu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[228]

İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a), müslümanları oradan gizlice çıkarsın diye, Hâşimoğulları'nın müttefiki olan Mersed ibn Ebî Mersed'i Mekke'ye yollamıştı. Bu zât Mekke'ye geldiğinde, câhiliyye döneminde sevgilisi olan, müslüman olunca Mersed'den yüz çevirip inzivaya çekilen Anâk adındaki kadın ona geldi. Mersed ona, İslâm'ın buna müsaade etmeyeceğini, ama Allah'ın Rasûlü'nden müsaade isteyeceğini ve onunla evleneceğini vaad etti. Mersed, Hz. Peygamber'in yanına varınca, Anâk ile ilgili meseleyi O'na anlattı ve, Anâk'la evlenmesinin caiz olup olmadığını sordu. Bunun üzerine Allah bu âyeti indirdi.[229]

Ey iman etmiş olan kimseler! Mü’min kadınlar göçmenler olarak size geldiği zaman, hemen onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Artık, eğer siz de onların inanmış kadınlar olduğunu öğrenirseniz, artık onları kâfirlere geri döndürmeyin. Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. Onlara [kocalarına] sarfettiklerini verin. Ücretlerini [mehirlerini] kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın, sarfettiğinizi isteyin. Onlar da sarfettiklerini istesinler. İşte bu, Allah'ın hükmüdür. Ki aranızda O, hükmeder, Allah çok bilendir, çok iyi yasa koyandır. (Mümtehine/10)

Allah Müslüman erkek ve kadınların, müşrik erkek ve kadınlarla evenmesini yasaklamış, fakat Müslüman erkeklerin Ehl-i Kitab kadınlarıyla evlenmesine izin vermiştir.

Bugün size temiz olan şeyler helâl kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin de yemeğiniz onlara helâldir. Mü’minlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden özgür ve iffetli kadınlar da, namuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinmemişler olarak –onlara ücretlerini/mehirlerini ödediğiniz taktirde– size helâl kılındı. Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O, âhirette hüsrana uğrayanlardandır. (Mâide/5)

Ehl-i Kitab [Yahûdi, Hristiyan] kadınlar, mehirlerini ödemek şartıyla, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere Müslümanlara helâldir. Bu âyete göre Yahûdi ve Hristiyanlar müşrik sayılmamış; mü’min erkeklerin, Yahûdi ve Hristiyan kadınlarla evlenmesine izin verilmiş, ama mü’min kadınların, Yahûdi ve Hristiyan erkekleriyle evlenmesine müsaade edilmemiştir.

Bunun nedeni şudur: Müslümanlar bütün peygamberlere inanır ve saygı duyarlar. Diğer dinlerin mensupları ise, sadece kendi peygamberini tanırlar, son peygamber Muhammed'e inanmaz ve saygı duymazlar. Bu durumda müslüman bir erkekle evlenen Yahûdi ve Hristiyan kendi dinini rahatlıkla yaşar, bu hususta herhangi bir müdâheleye maruz kalmaz, dinine ve peygamberine saygısızlık görmez. Ama Yahûdi veya Hristiyan bir erkekle evlenen müslüman kadın, peygamberine saygısızlık, hatta hakaret edildiğini görür, dinî vecibelerini yerine getiremez.

Burada şu hususa dikkat edilmelidir: Kur’ân'a göre her Ehl-i Kitap müşrik değildir:

Kitap Ehlinden, küfretmiş kimseler ve müşrikler, Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Allah ise, rahmetini dilediği kimseye mahsus kılar. Ve Allah, çok büyük lütuf sahibidir. (Bakara/105)

Kitap Ehlinden ve müşriklerden küfretmiş olan şu kimseler, kendilerine açık delil; içinde tertemiz/sapasağlam yazgılar bulunan, tertemiz sayfaları okuyan, Allah tarafından gönderilmiş bir elçi gelinceye kadar inkârlarından ayrılacak değillerdi. (Beyine/1-3)

Ve şüphesiz ki Kitap Ehlinden, Allah'a inananlar, size indirilene ve kendilerine indirilene Allah'a huşû [saygı] duyanlar olarak inananlar vardır. Onlar Allah'ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar, ücretleri Rabb'leri katında olanlardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. (Âl-i İmrân/199)

Hepsi bir değildirler. Kitap Ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir ümmet [önderi olan topluluk] vardır ki onlar, gecenin saatlerinde secde ederek Allah'ın âyetlerini okurlar. Allah'a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle yarışırlar. Ve işte onlar iyi insanlardandırlar. (Âl-i İmrân/113-114)

222. Sana kadınların aybaşı hâlinden de soruyorlar. De ki: “O, bir eziyettir. Onun için aybaşı hâlinde kadınlardan çekilin ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Artık iyice temizlendikleri zaman da Allah'ın emrettiği yerden onlara varın.” Şüphesiz Allah, çok tevbe edenleri sever, çok temizlenenleri de sever.

223. Kadınlarınız, sizin için bir tarladır/kültürdür. Öyleyse tarlanıza dilediğiniz gibi varın. Kendiniz için de önceden gönderin ve Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz O'na kavuşacağınızı da bilin. –Ve mü’minlere müjdele!–

Bu âyetlerde karı-koca ilişkileri hakkında bazı ilkeler ortaya konmuştur. Şöyle ki:

* Aybaşı hâlinde iken kadınlarla cinsel ilişki kurulmamalıdır.

* Kadınlar, erkekler için bir tarladır/kültürdür. Evlilikteki esas amaç, üreme ve onurlu bir hayattır.

Bu âyetlerin iniş seabebiyle ilgili kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır:

Yüce Allah'ın, Sana ay hâlinden sorarlar buyruğu ile ilgili olarak Taberî es-Süddî'den, soranın Sâbit b. ed-Dahdah olduğunu zikretmektedir. Soranın Huseyd b. Hudayf ile Abbâs b. Bişr olduğu da söylenmiştir. Çoğunluğun kabul ettiği görüş de budur. Katâde ve başkalarının belirttiklerine göre bu sorunun sebebi şudur: Medîne ve civarındaki Araplar ay hâli olan kadınla birlikte yemek yemekten, onunla aynı meskende bulunmaktan uzak durmak hususunda İsrâîloğulları'nın yolunu izliyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.

Mücâhid de der ki: “Ay hâlinde kadınlardan uzak duruyor, fakat ay hâli süresinde de kadınlara arka yoldan yaklaşıyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.” Müslim'in Sahîh'inde Enes'ten gelen rivâyete göre Yahûdiler ay hâlindeki kadınlarla birlikte yemek yemez ve evlerde onlarnla bir arada bulunmazlardı. Peygamber'in (s.a) ashâbı Hz. Pey-gamber'e bu durumu sordular. Bunun üzerine Yüce Allah, Sana ay hâlinden sorarlar. De ki: “O bir ezadır, ay hâlinde kadınlardan uzak durun” âyetini sonuna kadar inzâl buyurdu. Rasûlullah (s.a) bunun üzerine, “Nikâh [cima] dışında her şeyi yapabilirsiniz” dedi. Durum Yahûdilere ulaşınca, “Bu adam bize kendisinde muhalefet etmedik hiçbir şey bırakmak istemiyor” dediler. Useyd b. Hudayr ile Abbad b. Bişr gelip şöyle dediler: “Ey Allah'ın Rasûlü! Yahudiler böyle böyle diyor. Biz onlarla cima etmeyelim mi?” Bunun üzerine Rasûlullah'ın (s.a) yüzü değişti. Onlara kızdığını zannettik. Onlar dışarı çıkınca karşılarında Rasûlullah'a (s.a) hediye olarak süt getirildiğini gördüler. Hz. Peygamber arkalarından haberci gönderdi; onlara o sütten içirdi. Biz de o'nun onlara kızmadığını öğrenmiş olduk.[230]

Yüce Allah'ın, Kadınlarınız sizin için bir tarladır buyruğu ile ilgili olarak –lafız Müslim'e ait olmak üzere– hadis imamları tarafından Câbir b. Abdullah'ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Yahûdiler; “Erkek, hanımına arka tarafından önden yaklaşırsa; çocuk şaşı olur” derlerdi. Bunun üzerine, Kadınlarınız sizin için bir tarladır, o hâlde tarlanıza dilediğiniz gibi varın âyet-i kerîmesi nâzil oldu. ez-Zührî'den gelen rivâyette şu fazlalık da vardır: “Dilerse başını önüne eğmiş, [yüzükoyun], dilerse eğmemiş olarak; şu kadar var ki hep aynı yolda olmalıdır.”[231]

Hristiyanlar ise, hayız falan dinlemeden, kadınlarla cima ediyorlardı. Câhiliyye dönemindekiler ise, kadın hayızlı olduğu zaman, onunla aynı sofraya oturmuyorlar, verdiği şeyleri içmiyorlar, onunla aynı yatakta yatmıyorlar, Yahudî ve Mecûsilerin yaptığı gibi, aynı çatı altında barınmıyorlardı. Bu âyet nâzil otunca, Müslümanlar âyetin zâhirine sarılarak, hayız olan kadınları evlerinden çıkarıyorlardı. Bedevilerden bir grup kimse, “Yâ Rasûlallah! Soğuk çok fazla, elbiselerimizse çok az! Elbiseleri, dışarı attığımız kadınlara versek, evde kalanlar bu sefer soğuktan üşürler. Elbiseleri kendimize alıkoysak, hayızlı olan kadınlar soğuktan ölürler!” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), “Ben size hayızlı oldukları zaman kadınlarla cinsî münasebet yapmamanızı emrettim, yoksa acemlerin yaptığı gibi onları evlerinizden çıkarmanızı emretmedim” buyurdu. Yahûdiler bunu duyunca şöyle dediler: “Bu adam bize muhalif davranmadığı hiç bir mesele bırakmıyor.” Sonra, Abbâd ibn Beşir ile Useyd ibn Hudayr, Hz. Peygamber'e gelerek o'na bu durumu haber verdiler ve, “Yâ Rasûlallah! Hayızlı iken onlarla cima etmeyelim mi?” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in (s.a) yüzünün rengi değişti, bu iki zât da o'nun kendilerine kızdığını zannederek kalktılar. Tam o sırada Hz. Peygamber'e bir süt hediye ve ikram edildi. Bunun peşinden Hz. Peygamber o iki kimseye haber salarak, bu sütü onlara ikram etti. Böylece de, kendisinin onlara kızmamış olduğunu bize anlatmış oldu.[232]

1) Rivâyet edildiğine göre Yahûdiler şöyle diyorlardı: “Kim, fercinden olsa da hanımına arka taraftan yaklaşırsa, onun çocuğunun gözleri şaşı ve sakat olur.” Aynca onlar bunun, Tevrât'ta bulunan bir hüküm olduğunu söylüyorlardı. Bu husus Hz. Peygamber'e anlatılınca o, “Yahûdiler yalan söylüyor” dedi ve sonra âyet-i kerîme nâzil oldu.

2) İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre Hz. Ömer, Hz. Peygamber'e gelerek, “Yâ Rasûlallah! Ben mahvoldum!” dedi ve kendisinden, böyle bir şeyin meydana geldiğini söyledi. Bunun üzerine de Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu.

3) Ensâr, fercinden olsa da kadına arka taraftan yaklaşmayı hoş görmüyordu. Bu düşünceyi de, Yahûdilerden almışlardı. Muhâcirler ise, bunu yapıyorlardı. İşte bunun üzerine Ensâr bunu onlara çok gördü. Bu sebebten dolayı da, bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[233]

Âyette geçen eza sözcüğü, “sıkıntı, eziyet, cinsel ilişki anındaki rahatsızlık, enfeksiyon riski, tiksinti” vs. gibi şeyleri kapsar.

Âyette, Onun için aybaşı hâlinde kadınlardan çekilin ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Artık iyice temizlendikleri zaman da Allah'ın emrettiği yerden onlara varın buyurularak, erkeklerin eşlerine karşı duyarlı ve saygılı olmaları istenmiştir.

Burada sadece, aybaşı hâlindeki kadınla cinsel ilişki yasaklanmış olup bunun dışında kısıtlayıcı bir hüküm yoktur. Kadınlar bu dönemlerinde namaz kılar, Kur’ân okur, doktor izin verirse oruç da tutarlar. Doktor izin vermezse, hayız dönemlerinden sonraki günlerde oruçlarını kaza ederler.

Ne varki, Rasûlullah'a isnaden kadınlar bu özel günlerinde namazdan, oruçtan ve Kur’ân'dan uzaklaştırılmışlardır. Hâlbuki Rasûlullah Sünen ve Târih kitaplarına göre kadınları özel günlerinde namazdan, oruçtan ve Kur’ân okumaktan değil, Mâide/6 ve A‘râf/31'deki emirler kapsamında musallâya çıkmaktan menetmiştir. Bu konuya ait yazımızın bir bölümünü burada da sunuyoruz:

KADIN-HAYIZ-NAMAZ: Hayızlı kadının namaz kılamayacağı iddiası, hem Kur’ân'a, hem de Rasûlullah'ın sünnetine aykırıdır. Sünnete aykırılığına gelince:

Bir kadın Rasûlullah'a sordu:

-- Yâ Rasûlallah! Elbisesine hayız kanı bulaşan kadın ne yapmalıdır?

Rasûlullah şöyle cevap verdi:

-- Birinizin elbisesine hayız kanı bulaşırsa, onu parmaklarıyla yahut tırnağıyla kazısın, sonra azar azar üzerine su döküp yıkasın, ondan sonra o elbise içinde namaz kılsın![234]

İşte sünnetteki uygulama böyledir.

İslâm öncesi devirlerde, Yahûdiler, Hırıstiyanlar ve Arap müşrikleri hayızlı kadınları hor görürler; hayızlı oldukları sürede kendilerine kötü ruhların iliştiğine inanırlar, hapsedederlerdi. Onları murdar, necis sayarlar, pişirdiklerini yemezler, onlarla bir arada oturmazlar, dokundukları nesnelere uğursuzluk bulaştırdıklarına inanırlar, yanlarından bile geçmezlerdi. Buna rağmen Hristiyanlar o şartlarda onları cinsel ilişkiye zorlar, taciz ederlerdi, hiç acımazlardı.

Kur’ân değer verip akıl, insaf, vicdan ve din dışı bu uygulama ve inançları ortadan kaldırarak kadını erkekle aynı haklara sahip kılınca, o günün Medîne halkı, hayızlı kadının durumunu Peygamber efendimize sordular. Onların sorusunu Allah cevapladı:

Sana âdet hâlini de sorarlar. De ki: “O, insana tiksinti ve rahatsızlık veren bir hâldir [ezadır]. Hayızlı oldukları sırada kadınlardan uzak durun ve onlar temizleninceye kadar kendilerine yaklaşmayın. İyice temizlendiklerinde, Allah'ın emrettiği yerden onlara gidin.” Şu bir gerçek ki Allah, çok tevbe edenleri sever, iyice temizlenenleri de sever. (Bakar/222)

Âyette görüldüğü üzere, cinsel ilişki dışında hayızlı kadına hiçbir yasak getirilmemiştir.

Kur’ân ve sünnette durum böyle olmasına rağmen, ilmihal ve fıkıh kitaplarında hayızlı kadınlarla ilgili, İslâm öncesindekilere benzer veya onlara yakın yasaklar konmuştur; namaz kılamaz, oruç tutamaz, Kur’ân okuyamaz, camiye giremez, tavaf edemez gibi.

Bunlar, kadını Kur’ân'dan uzaklaştırıp câhil bırakmak, aşağılamak, toplumdan dışlayıp direncini kırmak ve böylece de sömürebilmek için uydurulmuş hükümlerdir.

Hayızlı kadın, namazlarını her vaktin namazı için abdest alarak normal zamanlarda olduğu gibi kılmalıdır. Kur’ân okumak için ise abdestli olma, hayız ve nifastan temizlenme mecburiyeti yoktur; kadın her zaman ve her durumda Kur’ân okuyabilir. Oruca gelince, hayız dönemi tıbben hastalık sayıldığından, Bakara/183-185'in hükmü gereği hayız gören kadın, kanamalı günlerin dışında başka günlerde oruç tutabilir.

Sahih rivâyetlere göre Peygamber Efendimiz, “Hayızlı kadınlar namaz kılmasın” dememiştir. “Hayızlı kadınlar, hayır meclislerine [okul, dernek vs. toplantılarına] katılsınlar, sadece musallâya [Cuma ve bayram namazlarına] gelmesinler” demiştir.

Hafsa bt. Sirin şöyle demiştir: Biz genç kızlarımızı bayramlarda musallâya çıkmaktan men ederdik. Bir kadın gelip Halefoğulları'nın kasrına indi. O kadın kızkardeşinin –ki kocası Peygamber ile birlikte oniki savaşta bulunmuş, kendisi de bizzat altısına iştirak etmişti–, “Biz yaralılara ilaç yapar, hastalara bakardık” dediğini rivâyet ettikten sonra şöyle dedi: “Kızkardeşim Peygamber'e, “Birimizin örtünecek çarşı elbisesi olmazsa, musallâya çıkmamasında bir sakınca var mı?” diye sormuş. Peygamber, “Arkadaşı kendi çarşı elbiselerinden birini ona giydirsin de hayır yerlerinde ve Müslümanların duasında bulunsun” buyurmuştur.

Hafsa bt. Sirin der ki: Ümmü Atıyye buraya geldiği zaman, “Bunu sen Peygamber'den işittin mi?” diye sordum. Ümmü Atıyye, “Babam o'na feda olsun, evet işittim” dedi. Ümmü Atıyye şöyle devam etti: “Babam o'na feda olsun, ben Peygamber'den işittim, o şöyle buyuruyordu: “Tazelerle perde sahibi kadınlar, yahut perde sahibi tazeler ile hayızlı kadınlar çıkıp hayır meclisinde [okul, cemiyet ve her türlü sosyal etkinlik] ve mü’minlerin duasında hazır bulunsunlar. Yalnız hayızlı kadınlar musallâdan [Cuma ve bayram namazlarından] uzakça dursunlar.” Hafsa dedi ki: Ben Ümmü Atıyye'ye, “Hayızlılar da mı?” diye sordum. Ümmü Atıyye cevaben, “Hayızlılar Arafat'ta ve falan falan yerlerde hazır bulunmuyorlar mı?” dedi.[235]

Bu nakilde görülen o ki, Peygamber Efendimiz, hayızlı kadının namaz kılmasını yasaklamamış, sadece “Cuma ve bayram namazlarına gelmesinler” buyurmuştur.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. March 2010, 12:53 AM   #34
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Hadis kitaplarındaki nakiller arasındaki çelişkiler giderilip Kur’ân ile sağlaması yapıldığında durum ortaya çıkmaktadır. İmam Buhârî ve diğer hadis bilginleri, topladıkları rivâyetleri kendi ölçüleri içerisinde değerlendirip sınıflandırmışlar, fakat Kur’ân ile bunların sağlamasını yapmamışlardır. O nedenle, rivâyetler birbiriyle çelişmektedir.

Peki, hayızlı kadınların topluma çıkmaları neden hoş görülmemiştir? Bunu anlamak için o çağa ve o ortama gitmek gerekir. O dönemde, ped, steril pamuk ve bez; çamaşır makinasıı, deterjan, kokulu çamaşır suyu ve yumaşatıcı yoktu. Hatta yeterli su bile yoktu. Yukarıda Peygamber Efendimizin, elbisedeki hayız kanını parmak veya tırnakla temizlenmesini tavsiye ettiğini zikretmiştik. Kadınların muayyen günlerinde giydikleri bir hayız elbisesi vardı. Yıkansa bile leke çıkmazdı.Dolayısıyla bir kadının hayızlı olduğu herkesçe bilinebilirdi. Bu ise kadınların hor görülmesine ya da komplekse neden olabilirdi.

Peygamber Efendimiz temiz, beyaz elbiseli ve koku sürünmüş olarak cemaate gelinmesini, soğan-sarımsak yiyenlerin ise cemaate katılmamalarını tavsiye ederdi. Bundan hareketle kimse, “Soğan-sarımsak yiyenlere namaz harâmdır” hükmü çıkarmamıştır.

İlgili hadisten de açıkça anlaşıldığı üzere, hayız hâli, musallâya gitmeye [cemaate katılmaya] engel olsa da, namaz kılmaya mani değildir. Ayrıca Allah tarafından kader olarak çizilen hayız görme özelliği irâde dışı oluştuğundan asla kusur ve eksiklik sayılamaz.

KADINLAR TARLADIR/KÜLTÜRDÜR

Âyetteki, Kadınlarınız sizin için bir tarladır/kültürdür buyruğu, üzerinde durulması gereken bir ifadedir. حرث[hars] kelimesi, hem “tarla”, hem de “kültür” anlamına gelir. Buna “biyolojik ve sosyolojik kültür” de diyebiliriz. Zira kadın, biyolojik bir tarla gibidir. Tıpkı bir organizmanın, biyo-kimya laboratuarında çeşitli evrelerden geçirilerek amaca uygun hâle getirilmesi gibi, kadında da yumurta ve siperm, önce embriyon, sonra et parçası, sonra kemikler ve onlara et giydirilme, sonra da bebek oluşmaktadır. Bebeğin doğumundan sonra da kadınların sosyolojik kültür/tarla olma fonksiyonu devreye girer; çocuklarına toplumun manevî değerlerini [dinî inanç ve ilkeleri, davranış ve düşünüş biçimlerini, düşünce ve sanat varlıklarını] yavaş yavaş empoze eder ve gelecek kuşaklara aktarır. Kısaca kadın, maddî bakımdan ana olduğu gibi, sosyolojik açıdan da anadır. O nedenle de erkekeler, kadını yoracak ve ona zarar verecek işleri yapmakla yükümlü kılınmışlardır (bkz. Nisâ/34).

Evliliğin amacı, sadece cinsel tatmin olmadığından, eşlerin birbirlerini ve geleceklerini etkileyeceklerinden, herkesin düşüncesine uygun eş seçmesi; toplumu yozlaştıracak ve kültürü mahvedecek eş seçmemesi gerekir.

224. Ve iyilerden olmanıza, takvâlı davranmanıza, insanlar arasını düzeltmenize, Allah'ı, yeminleriniz için engel kılmayın. Ve Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir.

225. Allah, sizleri yeminlerinizdeki boş sözlerden sorumlu tutmaz; ama kalplerinizin kazandıkları [bilinçli yapılmış eylemleriniz] nedeniyle sorumlu tutar. Allah, çok bağışlayıcıdır, çok yumuşak davranandır.

Bu âyetlerde şu toplumsal ilke ortaya konmuştur: Bir mü’min, yemin ettiği gerekçesiyle hayırlı işlerden uzak durmamalı; aksine yemininin kefaretini ödeyerek hayırlı işi yapmalıdır. Kefillik, ödünç, borç vs. gibi durumlardaki kırgınlık, kızgınlık veya hayal kırıklığı nedeniyle bu işlere bulaşmamak üzere yemin edilmemeli, edilse bile keffâreti verilerek iyilikler yapılmalı; yeminler hayırlara engel kılınmamalıdır.

Ve sizden fazlalık ve genişlik sahibi kimseler akrabaya, miskinlere, Allah yolunda göç edenlere vermemekten geri dursunlar; bağışlasınlar, hoş görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah gafûr'dur, rahîm'dir. (Nûr/22)

Allah sizi, yeminlerinizdeki lağv ile [kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerinizden] sorumlu tutmaz. Fakat yeminleri düğümlediğiniz şeylerle [kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden] sizi sorumlu tutar; onun keffâreti, ehlinize yedirdiğinizin evsatından [en hayırlısından; en iyisinden] on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Bu, bozduğunuz zaman yeminlerinizin keffâretidir. Ve yeminlerinizi koruyun. İşte Allah âyetlerini sizin için böyle açığa kor ki, belki şükredersiniz [karşılığını ödersiniz]. (Mâide/89)

Bu âyetin iniş sebebi hakkında kaynaklarda şu nakiller yer almaktadır:

Denildiğine göre bu âyet-i kerîme Ebû Bekr es-Sıddîk hakkında nâzil olmuştur. O, Hz. Âişe hakkında ileri-geri konuşan Mıstah'a herhangi bir infakta bulunmamak üzere yemin etmişti.

Bir görüşe göre bu âyet-i kerîme yine Ebû Bekr es-Sıddîk hakkında misafirlerle birlikte yememek üzere yemin etmesi üzerine nâzil olmuştur. Bir başka görüşe göre bu âyet-i kerîme Abdullah b. Revaha hakkında Beşir b. en-Nu‘man ile konuşmamak üzere yemin etmesi üzerine nâzil olmuştur. Beşir b. en-Nu‘man ise Abdullah'ın eniştesi idi.[236]

Bakara/225'teki, Allah, sizleri yeminlerinizdeki boş sözlerden sorumlu tutmaz; ama kalplerinizin kazandıkları [bilinçli yapılmış eylemleriniz] nedeniyle sorumlu tutar ifadesi, Mâide/89'daki, Fakat yeminleri düğümlediğiniz şeylerle [kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden] sizi sorumlu tutar ifadesine benzemektedir.

Burada, dil alışkanlığı ile yapılan yeminler yasaklanmaktadır. Çünkü bu tür yeminler, yemin sahibinin itibarını ve yeminin kıymetini yok eder.

Burada dikkat çeken diğer bir nokta da, işlenen hatanın keffâretinin, ibâdet ve sosyal yardım olarak belirlenmesidir. İnsanlık, bu ilkeden hareketle suçluları daha çok suç işleymeye iten ceza usûllerinden ziyade, Allah'ın gösterdiği istikâmette yöntemler geliştirerek insanların içsel eğitimlerini ve üretkenliklerini artırmalı ve onları iyi birer insan olarak topluma kazandırmalıdır.

226. Kadınlarından îlâ edenler [onlara yaklaşmamaya yemin edenler] için, dört ay beklemek vardır. Sonra eğer dönerlerse, artık şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

227. Eğer boşamaya karar vermişlerse de, şüphesiz Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.

Bu âyetlerde de aile hukukuna ilişkin bazı ilkelere yer verilmektedir. İyilerden olmanıza, takvâlı davranmanıza, insanlar arasını düzeltmenize, Allah'ı, yeminleriniz için engel kılmayın (Bakara/224) buyruğuna somut bir örnek olarak Arap kültüründeki îlâ’ ele alınıp çözü kavuşturulmakta; böylece Allah'ın adının zulme alet edilmesi engellenmektedir.

إيلاء [ÎLÂ’]

Îlâ’, “kocanın eşiyle cinsel ilişkişi; yemin, adak veya şarta bağlayarak, belirli veya belirsiz bir süre kendisini bundan menetmesi” anlamında bir terim olan îlâ’, evlilik akdinin sona ermesine yol açabilen bir yemin türüdür. Eşlerine kızan erkekler bu yolla kadına eziyet ederlerdi.

İslâm'dan önce Hicaz yöresi Arapları tarafından bir boşama yöntemi olarak da uygulanan îlâ’, genellikle uzun vadeli veya süresiz olması nedeniyle, kadını baskı altına almak, ona sıkıntı ve zarar vermek için kullanılmaktaydı. Çünkü karısına îlâ’ yapan erkek kocalık görevini yapmaz, îlâ süresinin sonuna kadar evlilik akdi devam ettiği için kadın boşanmış da sayılmaz, bunalım içinde günlerini geçirirdi. Kur’ân bu zulme son vererek, îlâ’yı dört ay ile sınırladı. Koca bu süre içinde ya keffâret vererek eşine dönecek, ya da dört aylı süre dolunca evlilik sona erecektir. İslâm dini, aile hukukuyla ilgili bu ve benzeri bir çok hususta yeni ilkeler ve köklü çözümler getirmiş, erkeğin ailedeki mutlak hâkimiyetini ortadan kaldırmıştır.

228. Boşanmış kadınlar da, kendi kendilerine üç adet süresi beklerler. Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri, kendilerine helâl olmaz. Ve onların kocaları, barışmak isterlerse o süre içersinde onları geri almaya daha çok hakk sahibidirler. Onların da aleyhlerindeki gibi, ma‘rûf ile kendileri için de vardır. Erkekler için de, onların üzerinde bir derece vardır. Ve Allah azîz'dir, hakîm'dir.

229. Boşamak iki defadır. Bundan sonrası ya ma‘rûf ile tutmak veya iyileştirmekle salmaktır. Onlara verdiklerinizden bir şey almanız da sizin için helâl olmaz. Ancak ikisinin de Allah'ın sınırlarını ikâme edememekten korkmaları başkadır. Artık eğer siz bunların, Allah'ın sınırlarını ikâme edememelerinden korktuysanız, kadının fidye vermesinde ikisine de vebal yoktur. İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır. Artık bunları aşmayın. Her kim de Allah'ın sınırlarını aşarsa, artık işte onlar, zâlimlerin ta kendisidir.

230. Eğer o, kadını boşarsa, artık bundan sonra o [kadın], ondan başka bir koca ile nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz. Sonra eğer o [ikinci koca] onu boşarsa, Allah'ın sınırlarını ikâme edeceklerini zannettilerse birbirlerine dönmelerinde her ikisine de günah yoktur. Allah'ın, bilip duran bir toplum için ortaya koyduğu sınırlar işte bunlardır.

231. Kadınları boşadığınız zaman iddetlerini de bitirdiklerinde, artık onları ya ma‘rûf ile tutun veya ma‘rûf ile salın, hakklarına tecavüz için zararlarına olarak onları tutmayın. Her kim bunu yaparsa kendi nefsine zulmetmiş olur. Allah'ın âyetlerini oyuncak da edinmeyin, Allah'ın üzerinizdeki nimetini, size kendisiyle öğüt vermek üzere indirdiği kitap ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] hatırlayıp, düşünün. Hem Allah'a takvâlı davranın ve şüphesiz Allah'ın her şeyi en iyi bilen olduğunu bilin.

232. Ve siz kadınları boşayıp da onlar, sürelerinin sonuna geldikleri zaman, eşleriyle aralarında ma‘rûf ile [meşru bir şekilde] rızalaştıkları zaman, kendilerini kocalarıyla nikâhlanacaklar diye sıkıştırıp engellemeyin. İşte bu, sizden Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimselerin kendisi ile öğütleneceğidir. İşte bu, sizin için daha uygun ve daha nezihtir. Ve Allah bilir, siz bilmezsiniz.

Bu âyetlerde de aile hukuku çerçevesinde boşanma ilkeleri ortaya konmaktadır. Buna göre İslâm, boşama mevzuunda kocayı hem taraf, hem de yargıç olmaktan çıkararak ona sadece mahkemeye müracaat hakkı tanımış; eşler arasındaki nikâh bağını çözme yetkisini kocadan alıp hukuka teslim etmiştir. Boşanma davalarında, hakem-bilirkişi tayinini öngörmüş, boşanmalarda tanık gösterme ve yemin etme ilkelerini getirmiştir. Bunlar konular Nisâ, Ahzâb ve Talâk sûrelerinde gelecektir.

Bu pasajda ortaya konan ilkeler şunlardır:

* Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç adet süresi beklemelidir.

* Boşanmış kadınlar, rahimlerinde yaratılmış olanı gizlememelidir.

* Kocaları, barışmak isterlerse o süre içersinde yeniden onlarla evlenmelidirler.

* Boşamak iki defadır. Bundan sonrası ya ma‘rûf ile tutmak veya iyileştirmekle salmaktır.

* Üçüncü boşamadan sonra kadın ondan başka biri ile evlenmedikçe ona helâl olmaz. Sonra eğer o ikinci koca da onu boşarsa, Allah'ın sınırlarını ikâme edeceklerini zannettikleri takdirde birbirlerine dönmelerinde her ikisi için de sakınca yoktur.

* Verilen mehir geri alınmaz.

* Kadın bir bedel ödeyerek boşanmak isteyebilir.

* Boşandıktan sonra tekrar evlenmek isteyenler iddete riâyet etmelidirler.

* Arada hakk tecavüzü olmamalıdır.

* Boşanmış kadınların yakınları, kadının eski kocası ile evlenmesine engel olmamalıdırlar.

Âyetteki, Boşanmış kadınlar da, kendi kendilerine üç adet süresi beklerler ifadesi ile kasdedilenler, kendileriyle gerdeğe girilmiş, hâmile olmayan kadınlardır:

Ey iman etmiş olan kimseler! Mü’min kadınları nikâh edip, sonra onlara dokunmadan boşadığınız zaman, artık sizin için üzerlerinde sayacağınız bir iddet hakkınız yoktur. Derhal onları kazançlandırın ve onları güzel bir şekilde salıverin. (Ahzâb/49)

Ve kadınlarınızdan aybaşından kesilenler ve henüz aybaşı olmayanlar; eğer şüphe ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların da bekleme süresi, yüklerini bırakmalarıdır [doğum yapmaları veya düşük yapmalarıdır]. Kim Allah'a takvâlı davranırsa O [Allah], ona işinde bir kolaylık kılar. (Talâk/4)

Boşanan kadın için iddet öngörülmesi, pasajdaki ifadelerden anlaşıldığına göre kadının hâmile olup olmadığının anlaşılmasına ve kocaya bu süre içinde tekrar karısına dönme fırsatı vermeye yöneliktir.

Âyetteki, Allah'ın rahimlerinde yarattığı… buyruğuyla, “hayız” ve “hâmilelik” kasdedilmiştir.

Âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında nakledilenler şöyledir:

Câhiliyye döneminde çocuklannı yeni kocaya ilhak etmek kasdıyla hâmileliklerini gizlemek kadınların adeti idi. İşte âyet-i kerîme buna dair nâzil olmuştur. Rivâyet edildiğine göre Eşcalılardan bir adam Rasûlullah'ın (s.a) yanına gelerek, “Ey Allah'ın Rasûlü!” demiş, “Ben hâmile olduğu hâlde karımı boşadım. Bununla birlikte onun evlenmeyeceğinden ve böylelikle çocuğumun başkasına gitmeyeceğinden emin değilim. Bunun üzerine Yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu ve böylece o Eşcalının hanımını kocasına geri döndürdü.[237]

Âyetteki, Onların da aleyhlerindeki gibi ma‘rûf ile kendileri için de vardır. Erkekler için de, onların üzerinde bir derece vardır buyruğunda, kadınlarla erkeklerin birbirleri üzerindeki evlilik hakkları konu edilmektedir. Bu, Bakara/187'de geçen, Onlar, sizin için bir giysidir, siz de onlar için bir giysisiniz ifadesiyle bildirilen hukuktur.

Âyetteki, Erkekler için de, onların üzerinde bir derece vardır buyruğundan hareketle; akıl, din, güç, nafaka, miras, ganimet, mehir, kadının erkekten yaratılmış olması, birçok ibâdette kadının kocasının iznine tâbi olması, kadının devlet başkanlığı, hâkimlik yapamaması, erkeğin hanımı üzerine evlenebilmesi, boşama yetkisinin kocada olması gibi sebeplerle erkeğin kadından üstün olduğu iddia edilmiştir.

Hâlbuki buradaki derece farkı; erkeğin mehir vermesi, iddet beklememesi ve kas gücüne sahip olmaları sebebiyle, boşamış olsalar da bir sene süreyle kadınların ev dışındaki işlerini görmek mecburiyetinde olmalarıdır. Bunlar, Bakara/240 ve Nisâ/34'te detaylı olarak gelecektir.

Âyetteki, Boşamak iki defadır. Bundan sonrası ya ma‘rûf ile tutmak veya iyileştirmekle salmaktır buyruğunda ortaya konulan ilke ile Arap örfünde yaygın olan sınırsız boşama yetkisi ortadan kaldırılmaktadır. İslâm'dan önce bir koca istediği zaman ve istediği sayıda boşama ve geri dönme hakkına sahipti. Kadının buna karşı yapabileceği hiçbir şey yoktu. Allah bu ölçüler ile, kocanın karısına boşama yoluyla zulmetmesini ortadan kaldırmıştır.

Âyetin bu hükmü ile ilgili klasik kaynaklarda şu bilgilere rastlıyoruz:

Yüce Allah'ın, Boşama iki defadır buyruğu ile ilgili olarak sabit olduğuna göre câhiliyye dönemi insanlarının boşama için kabul ettikleri belli bir sayı yoktu. Bununla birlikte iddet onlarca belli idi ve süresi tesbit edilmişti. Aynı durum İslâm'ın ilk dömemlerinde de bir süre böyle devam etti. Erkek karısını dilediği kadar boşayabiliyordu. İddetini sonuna yaklaşıp başkasıyla evlenmesi helâl olacağı zaman, kocası ona dönebiliyordu.

Rasûlullah (s.a) döneminde bir erkek karısına, “Seni barındırmam ve senin başkasına helâl olmana da imkân vermem” dedi. Kadın, “Bu nasıl olur?” deyince şu cevabı verdi: “Seni boşarım. İddetinin bitmesi yaklaştı mı sana dönerim.” Kadın bunu Hz. Âişe'ye şikâyet etti. Hz. Âişe de durumu Peygamber'e (s.a) bildirdi. Yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi erkeğin yeni bir mehir ve velîye ihtiyaç olmaksızın ric’at yapabileceği talâk sayılarını beyan etmek üzere indirdi ve onların önceki durumlarını neshetti.[238]

ALLAH'IN SINIRLARI

229. âyette boşanma hükümleri konu edilirken, Ancak ikisinin de Allah'ın sınırlarını ikâme edememekten korkmaları başkadır. Artık eğer siz bunların, Allah'ın sınırlarını ikâme edememelerinden korktuysanız, kadının fidye vermesinde ikisine de vebal yoktur. İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır. Artık bunları aşmayın. Her kim de Allah'ın sınırlarını aşarsa, artık işte onlar, zâlimlerin ta kendisidir buyurularak, taraflar dikkatli olmaya çağırılmıştır. Zikri geçen Allah'ın sınırları ibaresiyle, “birbirlerine karşı dürüst ve samimi olmaları” kasdedilmiştir.

229. âyetteki, Artık eğer siz bunların, Allah'ın sınırlarını ikâme edememelerinden korktuysanız, kadının fidye vermesinde ikisine de vebal yoktur ifadesi, kadının ödemeyi kabul ettiği bedel karşılığında evliliği bitirebileceği; diğer bir ifade ile eşlerin anlaşma yoluyla evliliklerine son verebilecekleri beyân edilmektedir. Hukuk literatüründe buna “hul” adı verilir.

Klasik kaynaklarda bu konu hakkında şu olay nakledilir:

Bu âyetin, Cemile bt. Abdullah ibn Ubey ile kocası Sâbit ibn Kays ibn Şemmâs hakkında nâzil olduğu rivâyet edilmiştir. Kadın, kocasınden nefret ederken, kocası onu çok seviyor... Kadın Allah'ın Rasûlü'ne gelir ve, “Beni ondan ayır. Çünkü ben ona buğzediyor, onu sevmiyorum. Çadırın ucunu kaldırdığım zaman, onu bazı kimselerin arasında gelirken gördüm; o, o insanların en kısa boylusu, en çirkin yüzlüsü ve en esmeri idi. Öte yandan ben, İslâm'a girdikten sonra, küfrü de istemiyorum” der. Bunun üzerine Sâbit, “Ey Allah'ın Rasûlü! Ona emret de, kendisine verdiğim bahçemi bana iade etsin” der. Hz. Peygamber de Cemile'ye dönerek, “Ne diyorsun?” dediğinde Cemile, “Evet, fazlasını da veririm” der. Bu cevap üzerine Hz. Peygamber, “Hayır, sadece bahçesini geri ver” der, sonra da Sâbit'e dönerek, “Ona ne verdinse geri al ve yolunu aç” buyurur. Sâbit de öyle yapar. Bu hâdise, İslâm'daki ilk “hul” hâdisesidir. Ebû Dâvûd'un Sünen'inde bu kadının Hafsa bt. Sehl el-Ensâriyye olduğu zikredilmektedir.[239]

Âyetteki, Allah'ın âyetlerini oyuncak da edinmeyin ifadesiyle, ilâhî kanunların su-i stimal edilmemesi, yani dönüşü mümkün olan iki boşama hakkının keyfî kullanılmaması uyarısı yapılmıştır.

232. âyetteki, Ve siz kadınları boşayıp da onlar sürelerinin sonuna geldikleri zaman, eşleriyle aralarında ma‘rûf ile [meşru bir şekilde] rızalaştıkları zaman, kendilerini kocalarıyla nikâhlanacaklar diye sıkıştırıp engellemeyin buyruğuyla, boşanmış kadınların yakınlarına uyarı yapılmaktadır. Eğer taraflar anlaşmışlarsa nikâhı yenilemelerine engel olunmamalıdır. Âyetin bu kısmı hakkında da klasik kaynaklarda şu bilgiler verilmiştir:

Yüce Allah'ın, kendilerini kocalarıyla nikâhlanacaklar diye sıkıştırıp engellemeyin buyruğu ile ilgili olarak rivâyet edildiğine göre, Ma‘kil b. Ye’sâr'ın kızkardeşi Ebu'l-Beddah'ın nikâhı altında idi. Onu boşadı ve iddeti bitinceye kadar bıraktı. Daha sonra pişman oldu, tekrar ona talib oldu. Hanımı buna razı olmakla birlikte kardeşi Ebu'l-Beddah ile onu evlendirmek istemedi ve, “Şâyet onunla evlenecek olur isen yüzüm yüzünü görmeyecektir” dedi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[240]

Rivâyet edildiğine göre Ma‘kil ibn Ye’sâr, kızkardeşini, Cemil ibn Abdullah ibn Âsım ile evlendirir... Daha sonra, Cemil hanımını boşar. İddeti bitinceye kadar onu terkeder. Daha sonra ise yaptığına pişman olarak, kendisine nikâhlamak üzere hanımına tekrar başvurur. Hanımı da buna razı olur. Bunun üzerine Ma‘kil, “O seni boşadı. Şimdiyse sen ona dönmek istiyorsun.. Eğer ona tekrar dönersen, bir daha yanıma gelme!” der. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirir. Allah'ın Rasûlü de Ma‘kil'i çağırarak kendisine bu âyeti okur. Ma‘kil de, “Rabbimin emrinden dolayı burnun sürtülsün!.. Ey Allahım, razı oldum, emrine teslim oldum ve kızkardeşimi kocasıyla tekrar evlendiriyorum” der.

Mücâhid ve Süddî'den rivâyet edildiğine göre, Câbir ibn Abdillâh'ın amcasının bir kızı vardı. Kocası onu boşamıştı. İddetin bitimini müteakip de tekrar ona dönmeyi istemiş, ama Câbir kabul etmemişti. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi. Câbir, “Bu âyet benim hakkımda nâzil oldu” demiştir.[241]

233. Anneler, çocuklarını, –emzirmenin tamamlanmasını isteyenler için– tam iki yıl emzirirler. Çocuk kendisine ait olan babaya da onların [emzirenlerin] yiyecekleri ve giyecekleri ma‘rûf üzere bir borçtur. Kişi sadece gücüne göre mükellef olur. Ve çocuğu sebebiyle bir anne, çocuğu sebebiyle bir baba da zarara sokulmasın. Vârise de bunun aynı borçtur. Eğer ikisi [ana ve baba] birbirleriyle istişare edip, her ikisinin de rızasıyla çocuğu sütten ayırmak isterlerse kendilerine bir günah yoktur. Eğer çocuklarınızı emzirtmek isterseniz, vereceğinizi ma‘rûf ile teslim ettiğiniz zaman, bunda da size bir günah yoktur. Ve Allah'a takvâlı davranın ve şüphesiz Allah'ın yaptıklarınızı çok iyi gören olduğunu bilin.

Bu âyetle de boşanmış eşlerin bebekleri hakkındaki ilkeler ortaya konmaktadır. Şöyle ki:

* Anneler, çocuklarını, –emzirmenin tamamlanmasını isteyenler için– tam iki yıl emzirirler.

* Çocuk kendisine ait olan babaya da onların [emzirenlerin] yiyecekleri ve giyecekleri ma‘rûf üzere bir borçtur.

* Kişi, sadece gücüne göre mükellef olur.

* Çocuğu sebebiyle ne anne ne de baba zarara sokulmamalıdır.

* Vârise de bunun aynı borçtur.

* Ana ve baba kendi rızalarıyla çocuğu sütten kesmek isterlerse kendilerine bir günah yoktur.

* Vereceklerini ma‘rûf ile vermeleri şartıyla çocuklarını süt anneye emzirtmelerinde bir sakınca yoktur.

Âyette geçen anneler ile, öncelikle “eşinden boşanan anneler” anlaşılmalıdır. Zira, bu paragraf talak âyetlerinin peşi sıra gelmiştir. Bu, öncelikle boşanan kadının, bebeğini bırakıp gitmesini, ona ilgisiz kalmasını engellemeye yönelik olmakla birlikte genel bir kural olup ister boşanmış, ister boşanmamış olsun tüm anneleri kapsar. Ayrıca burada, süt annelik ve süt kardeşlik müessesine işaret edilmiş, süt emme hukukunun hangi şartlarda oluşacağı beyân edilmiştir, zira süt annelik ve süt kardeşlik nikâh konusunda önemlidir (bkz. Nisâ/23). Süt emme hukuku, ancak bu müddet zarfındaki emzirme ile oluşur. Bu süreden sonraki emzirme ile, süt hukuku oluşmaz.

Ayrıca burada, babanın iki yıllık emzirme bedeli ile yükümlü olduğu, iki yıldan sonraki emzirme bedelinden sorumlu olmadığı da bildirilmiştir.

Âyetteki, emzirmenin tamamlanmasını isteyenler için ifadesi, bu sürenin mutlaka tamamlaması gerekmediğini, iki yıl dolmadan da çocuğun sütten kesilebileceğini göstermektedir.

Allah, çocukla ilgilenme görevini anneye, iaşe ve ibate görevini ise babaya yüklemiştir:

Ve Biz insana, ana ve babasına ihsanı [iyilik yapmayı/güzel davranmayı] tavsiye ettik. Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle bıraktı [doğurdu]. Ve onun taşınması ve ayrılması otuz aydır. Nihâyet insan, olgunluk çağına ulaştığı ve kırk seneye geldiğinde, “Rabbim! Bana ve anama-babama ihsan ettiğin nimetlerine şükretmemi ve Senin hoşnut olacağın sâlihi işlememi sağla. Benim için soyumun içinde düzeltmeler yap [sâlih kimseler ver]. Şüphesiz ben Sana yöneldim. Ve ben şüphesiz teslim olanlardanım” dedi. (Ahkâf/15)

234. İçinizden vefat edip ve geride eşler bırakan kimselerin hanımları da, kendiliklerinden dört ay ve on (gün) beklerler. Sonra süreleri sona erdiği zaman, artık kendileri hakkında ma‘rûf ile yaptıklarında sizin için bir günah yoktur. Ve Allah, yaptıklarınıza haberdardır.

235. Ve bu kadınlara evlenme isteğinizi üstü kapalı biçimde çıtlatmanızda veya içinizde tutmanızda size bir günah yoktur. Allah, şüphesiz sizin onları anacağınızı bilir. Fakat ma‘rûf bir söz söylemekten başka bir şekilde kendileriyle gizlice sözleşmeyin. Farz olan süre sona erinceye kadar da nikâh akdine azmetmeyin [kesin karar vermeyin]. Bilin ki şüphesiz Allah, içinizdekini bilir. Öyle ise O'ndan sakının. Yine bilin ki şüphesiz Allah, gafûr'dur, halîm'dir.

236. Eğer kadınları, kendilerine dokunmadan veya onlara bir mehir takdir etmeden boşarsanız size bir günah yoktur. Ve onları kazançlandırın. Geniş olan hâline göre, eli dar olan da hâline göredir. Ma‘rûfa göre kazanç, muhsinler [iyilik-güzellik üretenler] üzerine bir borçtur.

237. Ve eğer onları, kendilerine dokunmadan önce boşar ve mehri de kesmiş bulunursanız, o zaman borç, o kestiğiniz miktarın yarısıdır. Ancak kadınlar veya nikâh akdini elinde bulunduran kimse bağışlarsa başka. Ve bağışlamanız takvâya daha yakındır. Aranızdaki fazlalığı da unutmayın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir.

Bu âyetlerde de aile hukukuna dair ilkeler yer almaktadır. Şöyle ki:

* Kocası ölen kadınlar, dört ay ve on gün beklemelidir. Bundan sonra evlenme hususunda serbesttirler.

* Erkekler, kocası ölmüş kadınlarla evlenmeyi düşünülebilir; onlara açık ve kapalı evlenme teklifinde bulunabilirler.

* İddeti henüz bitmemiş kadınlarla, gizli sözleşme yapılamaz.

* İddet süresi sona erinceye kadar nikâh akdi gerçekleştirilemez.

* Kadınlar, kendilerine dokunulmadan veya bir mehir takdir edilmeden de boşanabilir.

* Boşanan kadına, durumuna göre koca bir tazminat ödemelidir.

* Kendilerine dokunulmadan boşanan ve fakat mehiri belirlenmiş olan kadınlara, o mehirin yarısı verilir. Taraflar birbirine hakklarını bağışlamakta serbesttirler. (Bağışlama, Allah'ın razı olacağı bir uygulamadır.)

Kocası vefat etmiş hâmile kadının ve henüz hayız görmeden kocası ölen kadının iddeti de şöyle hükme bağlanmıştır:

Ve kadınlarınızdan aybaşından kesilenler ve henüz aybaşı olmayanlar; eğer şüphe ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların da bekleme süresi, yüklerini bırakmalarıdır [doğum yapmaları veya düşük yapmalarıdır]. Kim Allah'a takvâlı davranırsa O [Allah], ona işinde bir kolaylık kılar. (Talâk/4)

238-239. Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [elbirlik koruyun]. Ve Allah için sürekli saygıda durarak kalkın [işe koyulun; eğitim-öğretim ve sosyal yardım kurumunu işletin]. Ama, eğer korktuysanız, o zaman yaya veya binekli olarak giderken muhafaza edin. Sonra da güvene erdiğinizde bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah'ı hemen zikredin.

Bu âyetler ayrı bir necm olup aile hukuku pasajı arasında mushafta tertip görmüştür. Burada salâtların önemine, özellikle de “en hayırlı salât”a dikkat çekilmiştir.

“Salât” kavramı ile ilgili detay, Ankebût sûresi'nin sonunda, “Salât ve Namaz” başlığıyla verilmiştir.[242] Burada, es-salâtu'l-vustâ ifadesi üzerinde duracağız.

Bu âyette geçen الصّلوة الوسطى[es-salâtu'l-vustâ/vustâ salât] ifadesi, çok tartışılmasına rağmen açıklığa kavuşturulamamıştır. Bu ifadenin, “orta namaz” olarak anlaşılmasında bir mutabakat olmasına karşılık, “orta namaz” ile hangi namazın kasdedildiği hususunda 40 civarında nakil ve 19 farklı görüş bulunmaktadır.الصّلوة الوسطى [es-salâtu'l-vustâ], kimine göre “sabah namazı”, kimine göre “öğle namazı”, kimine göre de “ikindi namazı”dır.

Derinlemesine bir çalışma yapmadığımız bu konuda, biz de uzun yıllar mevcut görüşlerden en uygun görüneni doğru olarak kabul etmiştik. Ancak, gerek Kur’ân, gerekse dil yönünden yaptığımız araştırmalar, meseleyi daha iyi anlamamıza sebep oldu ve vardığımız sonucu burada paylaşmak istiyoruz.

Hemen belirtelim ki, Peygamberimizin ve ilk Müslümanların “vustâ salât”ın ne olduğunu gâyet iyi bildikleri kanaatindeyiz. Çünkü “vustâ salât” hakkında ilk muhataplar ne Peygamberimize bir soru yöneltilmiş, ne de bir tartışma meydana gelmiştir.

Konunun tahliline başlarken, öncelikle âyetlerdeki ifadelerle ilgili olarak iki hususa dikkat edilmesi gerekir:

1) الصّلوة الوسطى [es-salâtu'l-vustâ/vustâ salât] tamlaması, muarref [belirtili] bir sıfat tamlamasıdır. Bir başka ifadeyle sıfat ve mevsuf, lam-ı tarifli olup nekre [belgisiz] değildir. Yani, muarref bir ifade olan “vustâ salât”, özel isim olup herkesin bildiği bir salâttır.

2) Salâtları ve vustâ salâtı koruyun ifadesi, “vustâ salât”ın, normal salâtlardan ayrı bir salât olduğunu gösterir. Zira bu ifadede, salâtları ve vustâ salâtı olmak üzere iki mef‘ul [tümleç; belirtili nesne] vardır ve bu da kesin olarak “vustâ salât”ın, diğer salâtlardan başka bir salât olduğuna delâlet eder. Bu yüzden, “vustâ salât”ı, günlük salâtlardan biri olarak kabul etmek büyük bir hata olur.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. March 2010, 12:54 AM   #35
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

“VUSTÂ SALÂT” NEDİR?

Bir konuyu doğru anlamak için gerekli ilk şart, konunun dilini iyi bilmektir. Dolayısıyla bu konuda da yapılacak ilk iş, الوسطى [el-vustâ] sözcüğünün Arap dilindeki doğru anlamını bulmak olmalıdır. Ancak, sözcüğün doğru anlamını bulmak, bu konuda meseleyi çözmek için yetmemekte, âyette sözcüğün bu anlamda kullandığını Kur’ân ile de teyit etmek gerekmektedir.

الوسطى [el-vustâ] sözcüğü, وسط[v-s-t] sözcüğünden türediği için, tahlile وسط [v-s-t] sözcüğünden başlamak gerekir. Arap dilinin tartışmasız en muteber iki kaynağı olan Lisânu'l-Arab ve Tâcu'l-Arûs bu konuda aşağıdaki açıklamaları vermiştir:

وسط [v-s-t] kök sözcük, vesat ve vest şekillerinde okunur. Vesat şeklinde okununca isim, vest şeklinde okununca zarf olarak kullanılır.

Bu sözcüğün anlamı, “bir şeyin iki ucu arasındaki kendine ait kısmı” demektir. (Bunu, bir şeyin kendi ortası olarak anlayabiliriz.) “İpi ortasından kavradım”, “Oku ortasından kırdım” şeklinde kullanılır.

Arap örfünde bir şeyin ortası, o şeyin en hayırlı, en yararlı bölümü anlamındadır. At veya devesine binecek bedevi için at veya devesinin en hayırlı yeri at ve devenin boyun ve kıçı olmayıp belinin ortasıdır. Yine, devesi için kuracağı ağıl için en hayırlı yer, otlağın ortasıdır. Gerdanlığın, inci veya elmas takılacak en hayırlı [güzel ve uygun] yeri gerdanlığın ortasıdır. Ayrıca her güzel ve yararlı davranış, kendi cinsinden olan davranışların ortada olanıdır. Meselâ cömertlik, cimrilik ve savurganlığın ortasında bir davranıştır. Cesaret, korkaklık ve saldırganlık arasında bir davranıştır.

İşte bu nedenle وسط[vest] sözcüğü; “hayırlı, yararlı, üstün” anlamına genelleşmiştir. Araplar, “O, kavminin evsatındadır” dediklerinde, “o, kavminin hayırlı, yararlı, şerefli olanıdır” demek isterler. Veya “Şu vesît kişiye bir bakın” dediklerinde “şu hayırlı, şerefli kişiye bir bakın” demek isterler.

Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhitler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şâhit olsun diye sizi vasat bir ümmet kıldık (Bakara/143) âyetindeki, vasat ümmet, “hayırlı, yararlı ve şerefli ümmet” demektir.

Bakara/238'de yer alan, es-salâtü'l-vustâ ile ilgili 40 civarında rivâyet olup bunlar 19 farklı görüşü içermektedir. Bunların en kuvvetlisi, salât-ı vustâ'nın “ikindi namazı”, “sabah namazı” ve “Cuma namazı” olduğu görüşleridir.

Ebu'l-Hasen, “es-Salâtu'l-vustâ, Cuma namazıdır. Namazların en hayırlısı Cuma namazıdır. Kim buna muhalefet ederse hata eder” demiştir.

Ayrca İbn Side, el-Muhkem kitabında yer aldığına göre, “Kim salât-ı vustâyı Cumadan başka bir şey derse hata eder” demiştir.[243]

Bu açıklamalardan anlaşıldığına göre, “orta” demek olan vesat sözcüğü, Araplar arasında; “hayırlı, yararlı” anlamında kullanılmaktadır. O hâlde, وسط [v-s-t] sözcüğünün ism-i tafdili ve müennes [dişil] kalıbı olan الوسطى [el-vustâ] ile müzekker [eril] kalıbı olan evsat sözcükleri de, “en hayırlı, en yararlı” anlamına gelir; aynı, ekber ve kübra, hasen ve hüsna sözcüklerinde olduğu gibi.

الوسطى [el-vustâ] sözcüğünün türevleri, ikisi müzekker (bkz. Kalem/28 ve Mâide/89) olmak üzere Kur’ân'da 5 yerde geçmektedir:

اوسطهم [evsatuhum/en hayırlı, şerefli olanları], “Ben size ‘Tesbih etmiyor musunuz!’ dememiş miydim?” dedi. (Kalem/28)

Allah sizi, yeminlerinizdeki lağv ile [kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerinizden] sorumlu tutmaz. Fakat yeminleri düğümlediğiniz şeylerle [kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden] sizi sorumlu tutar; onun keffâreti, ehlinize yedirdiğinizin من اوسط ما [evsatından/en hayırlısından; en iyisinden] on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Bu, bozduğunuz zaman yeminlerinizin keffâretidir. Ve yeminlerinizi koruyun. İşte Allah âyetlerini sizin için böyle açığa kor ki, belki şükredesiniz [karşılığını ödersiniz]. (Mâide/89)

Sonra bir topluluğun فوسطن [orta yerine/en değerli, en hayırlı yerine] kadar dalanlara… (Âdiyât/5)

Vustâ sözcüğünün, “en değerli, en yararlı” demek olduğu, Kur’ân ile de tescil edildiğine göre, Bakara/238'de geçen, الوسطى [el-vustâ] sözcüğü ile الصلوة [es-salât] sözcüğünün birleşmesinden oluşan الصّلوة الوسطى [es-salâtu'l-vustâ] tamlaması, “en yararlı, en hayırlı salât” olarak anlaşılmalıdır.

KUR’ÂN, “EN HAYIRLI SALÂT”I BİLDİRMİŞTİR

Kur’ân'da belirgin olarak zikredilen bir ifadenin anlamının bilinememesi/anlaşılamaması, Kur’ân için bir nâkısa –ki mübîn ve mufassal olan Kur’ân bundan münezzehtir–, mü’minler için de bir eksiklik teşkil eder. Kanaatimize göre Peygamberimiz ve sahabe tarafından bilinen/anlaşılan bu ifade, zaman içinde rivâyetlerle oluşan kaosta anlaşılamaz hâle gelmiştir. Kur’ân'dan anlaşıldığına göre, salâtu'l-vustâ [en hayırlı salât, toplantı günü salâtı], Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [elbirlik koruyun] (Bakara/238) emriyle farz kılınmıştır. Daha sonra da Cum‘a sûresi'nde buna gönderme yapılmıştır:

Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman, Allah'ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz işte bu, خير لكم [sizin için en hayırlıdır]. (Cum‘a/9)

Bu âyette, Bakara/238'de, الصّلوة الوسطى [es-salâtu'l-vustâ/en hayırlı salât] olarak tanıtılan salâtın, “Toplantı/Cum‘a Günü” yapılan salât olduğu bildirmektedir.

Kur’ân'daki bu delilden sonra “vustâ salât”ın, hangi salât olduğuna dair başka delil aramak beyhudedir.

Bu âyetlerde salâtların muhafazası emredilmiş ve herkesin bunu samimiyetle yerine getirmesi istenmiştir. Ayrıca, korku ve tehlike anlarında bile salâtın terk edilmeyip binit üzerinde veya yaya olarak icra edilmesi istenmiştir.

Burada konu edilen salâtlar, namaz değil, “zihnî destek”tir [kişilerin eğitilmesi, öğretilmesi; ilâhî kanunları tanımalarının sağlanması ve Allah'ın birliğine ikna olmalarının sağlanmasıdır].

Korku hâlinde salâtın icra edilmesi Nisâ sûresi'nde de yer almıştır:

Ve yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfir kimselerin sizi fitnelendirmesinden [size bir kötülük yapacağından] korkarsanız, salâttan kısaltmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin için apaçık düşmandırlar. Ve sen onların içinde bulunup da onlar için salât ikâme ettiğin zaman [eğitim-öğretim verdiğin zaman] içlerinden bir kısmı seninle beraber dikilsinler [eğitime katılsınlar]. Silâhlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar boyun eğdiklerine [ikna olduklarında] arka tarafınıza geçsinler. Sonra salâta katılmamış [eğitim-öğretim almamış] diğer bir kısmı gelsin seninle beraber salât etsinler [eğitim-öğretim yapsınlar] ve tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar. Kâfirler, silâhlarınızdan ve eşyanızdan gâfil olsanız da size ani bir baskın yapsınlar isterler. Eğer size yağmurdan bir eziyet erişir veya hasta olursanız silâhlarınızı bırakmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Tedbirinizi de alın. Şüphesiz Allah, kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır. Sonra (korku hâlindeki) salâtı tamamlayınca, artık Allah'ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/güvene erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz ki salât, mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisâ/101-103)

Salâtın muhafaza edilmeyip zâyi edilmesinin, insanlığın felaketine neden olacağı Meryem sûresi'nde ihtar edilmişti:

Sonra onların ardından half [kötü bir nesil] geldi ki, salâtı [sosyal desteği] kaybettiler [hayatlarından çıkarıp attılar]. Ve şehvetlerine uydular. Bundan dolayı tevbe eden ve iman eden ve sâlihi işleyenler hariç onlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır. İşte bunlar [tevbe eden, iman eden ve sâlihi işleyenler] cennete; Rahmân'ın kullarına görmedikleri hâlde vaad ettiği Adn cennetlerine girecekler ve hiçbir şeyce hakksızlığa uğratılmayacaklardır. Şüphesiz O'nun vaadi mutlaka yerini bulacaktır. (Meryem/59-61)

240. Ve sizden eşler bırakarak vefat edecek olanlar, eşleri için senesine kadar evlerinden çıkarılmaksızın kendilerine yetecek bir malı vasiyet ederler. Artık onlar, çıkarlarsa, ma‘rûf ile kendilerinin yaptıklarında sizin için bir günah yoktur. Ve Allah azîz'dir hakîm'dir.

241. Boşanmış kadınlar için de muttakiler üzerine bir hakk [görev] olmak üzere, ma‘rûf bir şekilde bir yararlanma vardır.

242. İşte Allah, akıllarınız ersin diye âyetlerini size böyle açığa koyar.

Bu âyetlerde de aile hukukuna dair mesajlara devam edilerek, ölüm döşeğindeki kocalara, geride bırakacakları eşlerinin bir yıllık geçimini sağlayacak bir vasiyette bulunmaları ve bu süre içinde evlerinden çıkarılmamalarını vasiyet etmeleri emredilmektedir.

Bu âyetlerde şu ilkeler belirlenmiştir:

* Ölüm döşeğindeki erkekler, geride bırakacakları eşleri için senesine kadar evlerinden çıkarılmaksızın geçimlerinin sağlanmasını vasiyet etmelidirler. Ölenin velîsi ve mirasçılarının o kadını evden çıkarma hakları yoktur.

* Kadınlar, isterlerse bu süreden evvel çıkabilirler. Yani, kocası ölen kadın iddetini bitirdikten sonra, meşru sınırlar dahilinde hareket etmek şartıyla evden çıkıp gidebilir; evlenebilir veya babasının evine dönebilir.

* Boşanmış kadınlar için de böyle bir uygulama çok yararlı olur.

Bu âyetlerde, miras hukuku değil, nafaka ele alınmakta; boşanan kadın ile kocası ölen kadının nafakası belirlenmektedir.

243. Kendileri binlerce kişi iken ölüm korkusuyla yurtlarından çıkan, sonra da Allah'ın kendilerine “Ölün” [canınız çıksın] deyip, sonra da kendilerine bir hayat verdiği kimseleri görmedin mi? Şüphesiz Allah, insanlara karşı bir lütuf sahibidir. Velâkin insanların pek çoğu şükretmiyorlar.

244. Ve Allah yolunda savaşın. Şüphesiz Allah'ın en iyi işiten ve en iyi bilen olduğunu da bilin.

245. Kimdir o kişi ki Allah'a güzel bir ödünç versin de Allah da ona birçok katlarını katlayıversin. Allah darlık da verir, genişlik de verir. Ve yalnız O'na döndürüleceksiniz.

Bakara/190-194, 216-218. âyetlerde, hoşlarına gitmese de mü’minlere savaşın farz kılındığı bildirilmişti. Burada ise, ölüm korkusuyla savaştan kaçanların kaçınılmaz olarak zillete düşecekleri, savaşın neden gerektiği ve savaşta akıllı bir yol izlendiğinde savaştan zarar görülmeyeceği ifade edilmekte ve bu İsrâîloğulları târihinden bir kesitle örneklendirilerek mü’minler uyarılmaktadır. Savaştan kaçmanın âkıbeti, Ahzâb sûresi'nde şöyle beyân edilmiştir:

De ki: “Eğer ölmekten veya öldürmekten kaçıyorsanız, kaçmak hiçbir zaman size yarar sağlamaz. Ve o zaman sadece, çok azı kazandırılırsınız.” (Ahzâb/16)]BLOK]

Burada bahsi geçen toplum ile ilgili görüşlere bir göz atalım:

Âyet-i kerîmede sözü geçenlerin kıssasına gelince, bunlar aralarında vebanın başgösterdiği İsrâîloğulları'ndan bir kavim idiler. “Dâverdân” denilen bir kasabada yaşıyorlardı. Vebadan kaçmak kastıyla kasabalarından çıktılar, bir vadide konakladılar. Yüce Allah da onların canını aldı. İbn Abbâs der ki: Bunlar 4.000 kişi idiler. Taundan kaçmak kastıyla çıkıp şöyle dediler:” Ölümün bulunmadığı bir yere gidelim.” Yüce Allah da onların canını aldı. Bir peygamber onların bulunduğu yerden geçti, Yüce Allah'a dua etti, Allah da onları diriltti.[244]

el-Hasen der ki: “Onlara ceza olmak üzere ecellerinden önce Allah onları öldürdü. Daha sonra ecellerinin geri kalan kısmını yaşamak üzere onları diriltti. Denildiğine göre Allah onları peygamberlerinden birisine mucize olmak üzere diriltmiştir. Bu peygamberin adının Şem’ûn olduğu söylenmektedir.” en-Nekkâş'ın naklettiğine göre bunlar hummadan kaçmak istemişlerdi. Bir diğer görüşe göre ise bunlar cihaddan kaçmışlardı. Allah, peygamber Hazkiel aracılığıyla onlara cihadı emredince cihadda öldürülmekten korktukları için ölümden kaçmak arzusuyla yurtlarından çıktılar. Allah ise, kendilerini ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını onlara göstermek üzere onları öldürdü, daha sonra tekrar diriltti ve Yüce Allah'ın, Allah yolunda savaşınız buyruğu ile cihadı emretti. Bu açıklama da ed-Dalıhâk'a aittir.[245]

Bu âyet-i kerîme hakkında Amr b. Dinar da der ki: “Bulundukları kasabada taun başgösterdi. Bir kısmı kasabadan dışarı çıktı, bir kısmı da orda kaldı. Çıkanlar geriye kalanlardan fazla idiler. Oradan çıkanlar kurtuldular, kalanlar ise öldüler. İkinci bir veba daha başgösterince pek azı müstesnâ toptan çıktılar. Allah da hayvanlarıyla birlikte canlarını aldı, sonra da onları diriltti. Kasabalarına geri döndüklerinde, zürriyetlerinin üreyip çoğaldığını gördüler.” el-Hasen der ki: “Taundan korunmak kastıyla çıktılar, aynı anda Allah onların da hayvanlarının da canlarını aldı, sayıları 40.000 kişi idi.[246]

1) Süddî şöyle demiştir: Bir beldede veba salgını başladı. Belde halkı kaçtı. Kaçmayıp kalanların çoğu öldü. Geri kalanların çoğu da hastalık ve musibetlere dûçâr oldular. Veba salgını ve hastalıklar sona erince, kaçanlar sağ-selâmet geri döndüler. Bunun üzerine hastalıklardan kıvranmış olanlar, “Bu kimseler, bu memlekette kalmayı bizden daha çok istiyorlardı. Eğer biz de onlar gibi yapsaydık, hastalık ve belâlardan kurtulmuş olurduk. Eğer bu memlekete bir daha veba gelirse, biz de çıkıp gideriz” dediler. Yine veba salgını oldu ve böyle söyleyenler de beldeyi bırakıp kaçtılar. Sayıları 30.000 civarında idi. Vâdilerinden çıkınca, vâdinin üstünden ve altından birer melek onlara, “Ölünüz” diye seslendi. Bunun üzerine hepsi öldü ve cesedleri çürüdü. Adı Hazkil olan bir peygamber onların cesedlerine rastladı. Onları görünce durup, onlar hakkında tefekkür etti ve Cenâb-ı Allah ona, “Onları nasıl dirilteceğimi sana göstermemi mi istiyorsun?” diye vahyetti. O da, “Evet” dedi. Ona, “Ey kemikler! Cenâb-ı Allah toplanmanızı emrediyor” diye seslenmesi söylendi. O seslenince kemikler birbirine doğru uçuşmaya başladılar ve (herkesin kemiği) tamamlandı. Daha sonra Allah Teâlâ ona, “Ey kemikler! Allah Teâlâ, et ve kan giymenizi emrediyor” diye seslen” diye vahyetti. O böyle seslenince, kemikler et ve kana büründü. Sonra ona, “Allah Teâlâ canlanıp kalkmanızı emrediyor” diye seslenmesi söylendi. O seslenince, cesetler canlanıp kalktılar ve şöyle diyorlardı: “Ey Rabbimiz! Seni tesbih eder ve Sana hamdederiz. Senden başka ilâh yoktur.” Onlar böyle dirildikten sonra beldelerine geri döndüler. Ölmüş olduklarının işareti yüzlerinde belli idi. Bundan sonra onlar, ecellerine göre geri kalan ömürlerini yaşadılar.

2) İbn Abbâs (r.a) şöyle demiştir: “İsrâîloğulları krallarından biri, askerlerine savaşmalarını emretti. Onlar savaşmaya yanaşmadılar ve krallarına, “Savaşacağımız yerde veba var. Veba ortadan kalkıncaya kadar oraya gitmeyiz” dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, onların hepsinin canını aldı. Onlar cansız olarak sekiz gün kalıp şiştiler. İsrâîloğulları'na bu askerlerin ölüm haberi ulaşınca, onları gömmek için oraya gittiler. Ölenlerin sayısı çok olduğu için, bunu da tam yapamadılar. Hepsini bir araya toplayıp etraflarını duvarla çevirdiler. Allah Teâlâ, sekiz gün geçtikten sonra onları diriltti. Bu koku hem onlar üzerinde kaldı, hem de evlâdları üzerinde bugüne kadar devam etti.” Bu görüşte olanlar, bu âyetin peşi sıra gelen Allah yolunda savaşınız... âyetini delil getirmişlerdir.

3) Hazkil (a.s), kavmini cihada teşvik etti. Fakat onlar, bunu hoş görmeyerek korktular. Bunun üzerine Allah Teâlâ onlara ölümü gönderdi. İçlerinde ölüm çoğalınca, ölümden kurtulmak için memleketlerinden kaçtılar. Hazkil (a.s) bunu görünce, “Ey Ya'kûb'un ve Mûsâ'nın ilâhı Allahım! Kullarının şu isyanını görüyorsun. Onlara, kendileri üzerinde kudretinin nelere yeteceğini ve Senin kudret elinden kurtulamayacaklarını gösteren bir mucize gönder” dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ kaçanlara da ölümü gönderdi. Sonra Peygamber onların ölümlerine dayanamayarak, onlar için dua edince, Allah onları diriltti.[247]

Seleften bazılarının anlattığına göre; bu kavim İsrâîloğulları'ndan bir peygamberin zamamnda bir belde halkı olup yerlerini tehlikeli görmüşlerdi. Orada kendilerine şiddetli bir veba gelmişti. Onlar da ölümden kaçarak memleketlerinden ayrıldılar ve boş çöle kaçtılar. Açık bir vâdiye inip iki tarafını doldurdular. Allah Teâlâ onların üzerine biri vâdinin altından, diğeri yukarısından olmak üzere iki melek gönderdi. Melekler onlara bir bağırış bağırdılar ki son ferdine varıncaya kadar öldüler ve çukurlara sürüklendiler, üzerlerine duvarlar örüldü. Yok oldular, parçalanıp dağıldılar. Aradan bir asır geçtikten sonra İsrâîloğulları'ndan Hazkıyel adındaki bir peygamber onların bulunduğu yere uğradı ve Allah'tan onların diriltmelerini diledi. Allah Teâlâ onun duasını kabul buyurarak, “Ey çürümüş kemikler! Allah toplanmanızı emrediyor” demesini emretti. Her bir cesedin kemikleri bir araya toplandı. Sonra Allah Teâlâ, “Ey kemikler! Allah sizin et, sinir ve deri ile örtülmenizi emrediyor” diye nida etmesini emretti ve öylece oldu. Bunu peygamber görüyordu. Sonra Allah Teâlâ, “Ey ruhlar! Allah Teâlâ daha önce bulunduğunuz cesedlere dönmenizi emrediyor” diye nida etmesini emretti. Onlar etraflarına bakar oldukları hâlde dirilerek kalktılar. Allah Teâlâ onları uzun uykularından sonra diriltmişti ve onlar şöyle diyorlardı: “Seni tesbih ederiz ey Allahımız, Senden başka ilâh yoktur.”[248][BLOK[

Âyette, “onları öldürdük” denmeyip, Allah'ın kendilerine “Ölün” [canınız çıksın] dediği bildirilmektedir. Yani, Kur’ân'a göre onlar bir anda ölmemişler; sürünmüş, sıkıntı ve zillete düşüp perişan olmuşlardır. Bunun bir benzeri de 65. âyette geçmişti:

Ve siz içinizden sebtte [ibâdet gününde] sınırları aşan kimseleri de elbette bilirsiniz. İşte bundan dolayı onlara, “Sefil maymunlar olun!” dedik. (Bakara/65)

Âyetteki, Kendileri binlerce kişi iken ifadesi, çokluktan kinayedir. Bunların, 600.000, 80.000, 70.000, 40.000, 37.000, 30.000, 8.000, 4.000 kişi olduklarına dair rivâyetler asılsızdır.

Medîne'deki Yahudiler, İsrâîloğulları târihlerine ait bu olayı bildiklerinden, Allah ölüm korkusuyla savaşmayanların nasıl bir zillete düşeceklerine bunlardan örnek getirmiştir. Burada bahsi geçen hâdise, Kitab-ı Mukeddes'tekiyle aynıdır:

Rabb Mûsâ'ya, “İsrâîl halkına vereceğim Kenan ülkesini araştırmak için bazı adamlar gönder” dedi, “ataların her oymağından bir önder gönder.” Mûsâ Rabbin buyruğu uyarınca Paran Çölü'nden adamları gönderdi. Hepsi İsrâîl halkının önderlerindendi. (…) Ülkeyi araştırmak üzere Mûsâ'nın gönderdiği adamlar bunlardı. Mûsâ Nun oğlu Hoşea'ya Yeşu adını verdi. Mûsâ, Kenan ülkesini araştırmak üzere onları gönderirken, “Negev'e, dağlık bölgeye gidin” dedi, “nasıl bir ülke olduğunu, orada yaşayan halkın güçlü mü zayıf mı, çok mu az mı olduğunu öğrenin.” (…) Böylece adamlar yola çıkıp ülkeyi Zin Çölü'nden Levo-Hamat'a doğru Rehov'a dek araştırdılar. (…) Kırk gün dolaştıktan sonra adamlar ülkeyi araştırmaktan döndüler. Paran Çölü'ndeki Kadeş'e, Mûsâ'yla Hârûn'un ve İsrâîl topluluğunun yanına geldiler. Onlara ve bütün topluluğa gördüklerini anlatıp ülkenin ürünlerini gösterdiler. Mûsâ'ya, “Bizi gönderdiğin ülkeye gittik” dediler, “gerçekten süt ve bal akıyor orada! İşte ülkenin ürünleri! Ancak orada yaşayan halk güçlü, kentler de surlu ve çok büyük. Orada Anak soyundan gelen insanları bile gördük. Amalekliler Negev'de; Hititler, Yevuslular ve Amorlular dağlık bölgede; Kenanlılar da denizin yanında ve Şeria Irmağı'nın kıyısında yaşıyor.” Kalev, Mûsâ'nın önünde halkı susturup, “Oraya gidip ülkeyi ele geçirelim. Kesinlikle buna yetecek gücümüz var” dedi. Ne var ki, kendisiyle oraya giden adamlar, “Bu halka saldıramayız, onlar bizden daha güçlü” dediler. Araştırdıkları ülke hakkında İsrâîlliler arasında kötü haber yayarak, “Boydan boya araştırdığımız ülke, içinde yaşayanları yiyip bitiren bir ülkedir” dediler, “üstelik orada gördüğümüz herkes uzun boyluydu. Nefiller'i, Nefiller'in soyundan gelen Anaklılar'ı gördük. Onların yanında kendimizi çekirge gibi hissettik, onlara da öyle göründük.”[249]

O gece bütün topluluk yüksek sesle bağrışıp ağladı. Bütün İsrâîl halkı Mûsâ'yla Hârûn'a söylendi. Onlara, “Keşke Mısır'da ya da bu çölde ölseydik!” dediler, “Rabb neden bizi bu ülkeye götürüyor? Kılıçtan geçirilelim diye mi? Karılarımız, çocuklarımız tutsak edilecek. Mısır'a dönmek bizim için daha iyi değil mi?” Sonra birbirlerine, “Kendimize bir önder seçip Mısır'a dönelim” dediler. Bunun üzerine Mûsâ'yla Hârûn İsrâîl topluluğunun önünde yüzüstü yere kapandılar. Ülkeyi araştıranlardan Nûn oğlu Yeşu'yla Yefunne oğlu Kalev giysilerini yırttılar. Sonra bütün İsrâîl topluluğuna şöyle dediler: “İçinden geçip araştırdığımız ülke çok iyi bir ülkedir. Eğer Rabb bizden hoşnut kalırsa, süt ve bal akan o ülkeye bizi götürecek ve orayı bize verecektir. Ancak Rabbe karşı gelmeyin. Orada yaşayan halktan korkmayın. Onları ekmek yer gibi yiyip bitireceğiz. Koruyucuları onları bırakıp gitti. Ama Rabb bizimledir. Onlardan korkmayın!” Topluluk onları taşa tutmayı düşünürken, ansızın Rabbin görkemi Buluşma Çadırı'nda bütün İsrâîl halkına göründü. Rabb Mûsâ'ya şöyle dedi: “Ne zamana dek bu halk Bana saygısızlık edecek? Aralarında yaptığım bunca belirtiye karşın, ne zamana dek Bana iman etmeyecekler? Onları salgın hastalıkla cezalandıracağım, mirastan yoksun bırakacağım. Ama seni onlardan daha büyük, daha güçlü bir ulus kılacağım.” Mûsâ, “Mısırlılar bunu duyacak” diye karşılık verdi, “çünkü bu halkı gücünle onların arasından Sen çıkardın. Kenan topraklarında yaşayan halka bunu anlatacaklar. Yâ Rabb! Bu halkın arasında olduğunu, onlarla yüz yüze görüştüğünü, bulutunun onların üzerinde durduğunu, gündüz bulut sütunu, gece ateş sütunu içinde onlara yol gösterdiğini duymuşlar. Eğer bu halkı bir insanmış gibi yok edersen, Senin ününü duymuş olan bu uluslar, ‘Rabb ant içerek söz verdiği ülkeye bu halkı götüremediği için onları çölde yok etti’ diyecekler. Şimdi gücünü göster, yâ Rabb. Demiştin ki: ‘Rabb tez öfkelenmez, sevgisi engindir, suçu ve başkaldırıyı bağışlar. Ancak suçluyu cezasız bırakmaz; babaların suçunun hesabını üçüncü, dördüncü kuşak çocuklarından sorar.’ Mısır'dan çıkışlarından bugüne dek bu halkı nasıl bağışladıysan, büyük sevgin uyarınca onların suçunu bağışla.” Rabb, “Dileğin üzerine onları bağışladım” diye yanıtladı, “ne var ki, varlığım ve yeryüzünü dolduran yüceliğim adına ant içerim ki, yüceliğimi, Mısır'da ve çölde yaptığım belirtileri görüp de Beni on kez sınayan, sözümü dinlemeyen bu kişilerden hiç biri atalarına ant içerek söz verdiğim ülkeyi görmeyecek. Beni küçümseyenlerden hiç biri orayı görmeyecek. Ama kulum Kalev'de başka bir rûh var, o bütün yüreğiyle ardımca yürüdü. Araştırmak için gittiği ülkeye onu götüreceğim, onun soyu orayı miras alacak. Amaleklilerle Kenanlılar ovada yaşıyorlar. Siz yarın geri dönün, Kızıldeniz yolundan çöle gidin.” Rabb Mûsâ'yla Hârûn'a da, “Bu kötü topluluk ne zamana dek Bana söylenecek?” dedi, “Bana söylenen İsrâîl halkının yakınmalarını duydum. Onlara Rabb şöyle diyor de: ‘Varlığım adına ant içerim ki, söylediklerinizin aynısını size yapacağım: Cesetleriniz bu çöle serilecek. Bana söylenen, yirmi ve daha yukarı yaşta sayılan herkes çölde ölecek. Sizi yerleştireceğime ant içtiğim ülkeye Yefunne oğlu Kalev'le Nûn oğlu Yeşu'dan başkası girmeyecek. Ama tutsak edilecek dediğiniz çocuklarınızı oraya, sizin reddettiğiniz ülkeye götüreceğim; orayı tanıyacaklar. Size gelince, cesetleriniz bu çöle serilecek. Çocuklarınız, hepiniz ölünceye dek kırk yıl çölde çobanlık edecek ve sizin sadakatsizliğiniz yüzünden sıkıntı çekecekler. Ülkeyi araştırdığınız günler kadar –kırk gün, her gün için bir yıldan kırk yıl– suçunuzun cezasını çekeceksiniz. Sizden yüz çevirdiğimi bileceksiniz!’ Ben Rabb söyledim; Bana karşı toplanan bu kötü topluluğa bunları gerçekten yapacağım. Bu çölde yıkıma uğrayacak, burada ölecekler.” Mûsâ'nın ülkeyi araştırmak üzere gönderdiği adamlar geri dönüp ülke hakkında kötü haber yayarak bütün topluluğun Rabbe söylenmesine neden oldular. Ülke hakkında kötü haber yayan bu adamlar Rabbin önünde ölümcül hastalıktan öldüler. Ülkeyi araştırmak üzere gidenlerden yalnız Nûn oğlu Yeşu'yla Yefunne oğlu Kalev sağ kaldı. Mûsâ bu sözleri İsrâîl halkına bildirince, halk yasa büründü. Sabah erkenden kalkıp dağın tepesine çıktılar. “Günah işledik” dediler, “ama Rabbin söz verdiği yere çıkmaya hazırız.” Bunun üzerine Mûsâ, “Neden Rabbin buyruğuna karşı geliyorsunuz?” dedi, “Bunu başaramazsınız. Savaşa gitmeyin, çünkü Rabb sizinle olmayacak. Düşmanlarınızın önünde yenilgiye uğrayacaksınız. Amaleklilerle Kenanlılar sizinle orada karşılaşacak ve sizi kılıçtan geçirecekler. Çünkü Rabbin ardınca gitmekten vazgeçtiniz. Rabb de sizinle olmayacak.” Öyleyken, kendilerine güvenerek dağlık bölgenin tepesine çıktılar. Rabbin Antlaşma Sandığı da Mûsâ da ordugahta kaldı. Dağlık bölgede yaşayan Amaleklilerle Kenanlılar üzerlerine saldırdılar, Horma Kenti'ne dek onları kovalayıp bozguna uğrattılar.[250]

Bu olay, Tesniye, I. bölümde Mûsâ'nın ağzından anlatılır.

Konu edilen bu olaylar, Mâide sûresi'nde çok veciz bir şekilde verilmiştir:

Ve hani Mûsâ kavmine, “Ey kavmim! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani O [Allah], içinizden peygamberler kıldı. Sizi de hükümdarlar kıldı. Ve âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini size verdi” dedi. “Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı mukaddes [temizlenmiş] toprağa girin, geriye dönmeyin, yoksa kayba uğrayanlar olarak dönersiniz.” Onlar, “Ey Mûsâ! Şüphesiz orada zorba bir toplum var. Onlar oradan çıkmadıkça da biz oraya asla girmeyiz. Şâyet onlar, oradan çıkarlarsa, şüphesiz biz de artık girenleriz” dediler. Korkanlardan ve Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki adam dedi ki: “Onların üzerlerine kapıdan girin. İşte, oradan girerseniz şüphesiz siz, gâlip olanlarsınız. Eğer inanıyorsanız da yalnızca Allah'a tevekkül edin.” Onlar [Mûsâ'nın kavmi], “Ey Mûsâ! Onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Artık sen ve Rabbin gidin de savaşın. Şüphesiz biz burada oturanlarız” dediler. O [Mûsâ], “Rabbim! Ben, kendimle kardeşimden başkasına mâlik değilim [söz geçiremiyorum]. Artık bizimle bu fâsıklar toplumunun arasını ayır” dedi. O [Allah] dedi ki: “Artık o [Mukaddes Arz] onlara kırk sene harâm kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. O nedenle sen o fâsık kavim için tasalanma!” (Mâide/20-26)BLOK]

Savaştan kaçmanın kötü sonuçları örneklendikten sonra, Ve Allah yolunda savaşın. Şüphesiz Allah'ın en iyi işiten ve en iyi bilen olduğunu da bilin. Kimdir o kişi ki Allah'a güzel bir ödünç versin de Allah da ona birçok katlarını katlayıversin. Allah darlık da verir, genişlik de verir. Ve yalnız O'na döndürüleceksiniz buyurularak mü’minler, savaşa teşvik edilmekte, Allah'ın birçok kazanç lutfedeceği müjdelenmekte; fakirlere, ihtiyaç sahiplerine sadaka vermeye, infakta bulunmaya ve Allah yolunda savaş hazırlığına destek vermeye davet edilmektedir.

Bu âyetle ilgili şöyle bir anekdot mevcuttur:

Bu âyet-i kerîme nâzil olunca Ebu'd-Dahdâh Rabbinden sevap umarak hemen malını tasadduk etme yoluna gitti. (…) Abdullah b. Mes‘ûd'dan rivâyet edildiğine göre: Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir? buyruğu nâzil olunca Ebu'd-Dahdah dedi ki: “Ey Allah'ın Rasûlü! Yüce Allah bizden ödünç mü istiyor?” Hz. Peygamber, “Evet ey Ebu'd-Dahdah” deyince Ebu'd-Dahdah, “Bana elini göster” dedi. Hz. Peygamber ona elini uzattı. Ebu'd-Dahdah dedi ki: “İçinde altıyüz hurma ağacı bulunan bahçemi şüphesiz ben Allah'a ödünç verdim.” Daha sonra yürüyerek yola koyuldu, nihâyet bahçeye vardı. (Hanımı) Umm ed-Dahdah çocuklarıyla birlikte bahçenin içerisindeydi. Ona, “Ey Umm ed-Dahdah” diye seslendi. Hanımı, “Buyur efendim” deyince; “Oradan çık” dedi, “Ben azîz ve celîl olan Rabbime içinde altıyüz hurma ağacı bulunan bahçeyi borç verdim.”[251]

Kimdir o kişi ki Allah'a güzel bir ödünç versin de Allah da ona birçok katlarını katlayıversin ifadesiyle infak, “Allah'a borç verme” olarak nitelendirilerek infak edenler onurlandırılmıştır. Allah mü’minleri birçok âyette, “Kendisine borç vermeye” davet ederek, kamu hizmetine ve Allah için yapılan işlere destek vermeye teşvik etmiştir:

Allah, İsrâîloğulları'ndan söz almıştı. İçlerinden on iki nakib [müfettiş/başkan] göndermiştik. Ve Allah demişti ki: “Ben, muhakkak sizinle beraberim. Salâtı ikâme eder, zekâtı verir, peygamberlerime iman eder, onları destekler ve Allah'a güzelce ödünç verirseniz, andolsun ki sizin günahlarınızı örteceğim ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de, bundan sonra küfrederse, gerçekten dosdoğru yoldan sapmış olur. (Mâide/12)

Kimdir o, Allah'a güzel bir borç verecek olan kişi ki, Allah da onun için kat kat artırsın. Onun için şerefli bir mükâfât da vardır. (Hadîd/11)

Şüphesiz sadaka veren erkekler, sadaka veren kadınlar ve Allah'a güzel bir ödünç verenler; kendilerine kat kat artırılacaktır. Onlar için çok şerefli bir ödül de vardır. (Hadîd/18)

Eğer Allah'a güzel bir ödünç verirseniz, O, onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. Ve Allah, en iyi karşılık ödeyen, çok yumuşak davranan, görülebileni ve görülmeyeni bilendir, azîz'dir, hakîm'dir. (Teğâbün/17-18)

Hiç kuşkun olmasın, Rabbin senin gecenin üçte-ikisinden daha azını, yarısını, üçte-birini ayakta geçirmekte olduğunu biliyor. Seninle beraber olanlardan bir grup da öyle. Allah, geceyi de gündüzü de ölçüye bağlar. Sizin onu kuşatamayacağınızı bildi de size tevbe nasip etti. O hâlde Kur’ân'dan kolay geleni okuyun! Sizden hastalar olacağını bildi. Bir kısmının yeryüzünde dolaşıp Allah'ın fazlından bir şeyler isteyeceklerini, diğer bir kısmının da Allah yolunda çarpışacaklarını bildi. O hâlde ondan kolay geleni okuyun! Salâtı ikâme edin! Zekâtı verin! Güzel bir ödünçle Allah'a ödünç verin! Öz benlikleriniz için önden gönderdiğiniz iyiliğin, Allah katında hayrını daha çok, ödülünü daha büyük olarak bulacaksınız. Allah'tan af dileyin! Hiç kuşkusuz Allah çok affedici, çok esirgeyicidir. (Müzzemmil/20)

Âyetteki, Allah da ona birçok katlarını katlayıversin ifadesindeki kat kat ihsana nail olmayı şu âyetlerde de görmekteyiz:

Mallarını Allah yolunda harcayan kimselerin örneği, yedi başak bitiren ve her başağında yüz adet tane bulunan tane örneği gibidir. Allah dilediğine katlar. Ve Allah vâsi'dir, alîm'dir. Şu, Allah yolunda mallarını bağışlayan, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve incitmeyen kimselerin mükâfâtları Rabb'lerinin yanındadır. Onlar üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar, üzülmeyeceklerdir. Ma‘rûf söz [bir tatlı dil, güzel söz] ve bağışlamak, kendisini eza [incitme, başa kakma] izleyen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, ğanî'dir [zengindir; hiçbir şeye muhtaç değildir], halîm'dir [yumuşak davranandır]. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a ve son güne inanmadığı hâlde malını insanlara gösteriş için bağışlayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmayın. İşte onun durumu, üzerinde biraz toprak bulunup da üzerine bir sağanak isâbet ettiği zaman, sağanağın cascavlak olarak bıraktığı kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Ve Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet etmez. Allah'ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için infakta bulunanların/mallarını bağışlayanların durumu da kendisine bol yağmur isâbet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir cennetin/bahçenin durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti… Allah, yapmakta olduklarınızı en iyi görendir. (Bakara/261-265)

Kim iyilik getirirse, artık ona onun [getirdiğinin] on misli vardır. Kim de kötülük getirirse, artık o, sadece onun misliyle cezalandırılır ve onlar hakksızlığa uğratılmazlar. (En‘âm/160)

Kim bir iyilik getirirse ona ondan daha hayırlısı/ona ondan dolayı bir hayır vardır. Ve kim bir kötülük getirirse; işte o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları şeyler ile karşılıklandırılırlar. (Kasas/84)

246. İsrâîloğulları'nın Mûsâ'dan sonra ileri gelenlerini görmedin mi? Hani onlar, kendi peygamberlerinden birine, “Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım” demişlerdi. O [peygamber], “Size savaş farz kılınırsa, acaba yapmamazlık eder misiniz?” dedi. Onlar [İsrâîloğulları'nın ileri gelenleri], “Bize ne oldu da yurtlarımızdan ve çocuklarımızdan çıkarılmışken Allah yolunda savaşmayalım?” dediler. Sonra da savaş kendilerine farz kılınınca da onlardan pek azı hariç, yüz çevirdiler. Ve Allah, o zâlimleri en iyi bilendir.

247. Peygamberleri de onlara, “Şüphesiz Allah, size hükümdar olarak Talût'u gönderdi” demişti. Onlar [İsrâîloğulları], “O, bizim üzerimize nasıl hükümdar olur, oysa hükümdar olmaya biz ondan daha çok hakk sahibiyiz, ona maldan bir genişlik, bir bolluk da verilmemiştir” dediler. O [peygamberleri], “Onu sizin başınıza Allah seçmiş ve onu bilgi ve vücut bakımından ziyadeleştirmiştir” dedi. Allah da, mülkünü dilediği kimseye verir. Ve Allah, vâsi'dir, alîm'dir.

248. Peygamberleri de, “Şüphesiz onun hükümdarlığının âyeti [kanıtı], size, güçlü varlıkların taşıdığı, içinde Rabbinizden bir sekine, Mûsâ ve Hârûn ailelerinin bıraktıklarından bir bakiyye [kalıntı] bulunan o tabutun gelmesi olacaktır. Eğer iman etmiş kimseler iseniz, şüphesiz bunda sizin için kesinlikle bir âyet vardır” dedi.

249. Sonra Tâlût, ordu ile ayrılınca dedi ki: “Şüphesiz Allah, sizi mutlaka bir nehirle imtihan edecek. Artık kim ondan içerse, benden değildir. Kim de, –ancak eliyle bir avuç alan başka– onu tatmazsa, işte o bendendir.” Sonra da içlerinden pek azı hariç ondan içtiler. Tâlût ve beraberindeki iman eden kimseler onu [nehri] geçtiklerinde onlar [İsrâîloğulları], “Bizim bugün, Câlût ile ordusuna karşı duracak gücümüz yok” dediler. Allah'a kavuşacaklarına kesinlikle inananlar, “Nice az topluluklar, Allah'ın izniyle nice çok topluluklara gâlip gelmişlerdir. Allah, sabırlılarla beraberdir” dediler.

250. Ve onlar, Câlût ve ordusu için ortaya çıktıkları zaman, “Rabbimiz! Üzerlerimize sabır dök, ayaklarımızı sâbit tut ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!” dediler.

251. Sonra da, Allah'ın izniyle onları [Câlût ve ordusunu] bozguna uğrattılar. Dâvûd da Câlût'u öldürdü ve Allah, kendisine hükümdarlık ve hikmet [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] verdi. Ona dilediği şeylerden de öğretti. Eğer Allah, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla savması olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı [bozulur giderdi]. Fakat Allah, âlemler üzerinde büyük bir lütuf sahibidir.

252. İşte bunlar, Allah'ın âyetleridir. Biz, onları sana hakk ile okuyoruz. Şüphesiz sen de kesinlikle gönderilenlerdensin.

Bu âyetlerde de, târihten bilinen bir örnekle, gerektiğinde savaşılması, savaştan kaçılmaması, savaştan kaçanların düşeceği zillet ve Allah yolunda savaşanların kazanacağı zafer ve nimetler bildirilmekte; iyi askerler ve iyi takdik ile yapılacak savaşın mal ve can kaybına neden olmayacağı açıklanmaktadır.

Burada kısaca, önce savaş isteyip sonra yan çizen bir grup ile sayıları çok az olmasına rağmen Allah'a güvenerek inançla savaşan ve başarya ulaşan bir grup anlatılıyor.

Kanaatimizce konumuz olan âyetlerde anlatılan hâdise, Kitab-ı Mukaddes'te yer alan hâdise ile aynıdır. Bu âyet grubunun anlaşılması için zikri geçen olayın iyi bilinmesi gerekir. O nedenle olayı Kitab-ı Mukaddes'ten iktibas ediyoruz:
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. March 2010, 12:55 AM   #36
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

İSRÂÎL HALKI BİR KRAL İSTİYOR

Samuel yaşlanınca oğullarını İsrâîl'e önder atadı. Beer-Şeva'da görev yapan ilk oğlunun adı Yoel, ikinci oğlunun adıysa Aviya'ydı. Ama oğulları onun yolunda yürümediler. Tersine, hakksız kazanca yönelip rüşvet alır, yargıda yan tutarlardı. Bu yüzden İsrâîl'in bütün ileri gelenleri toplanıp Rama'ya, Samuel'in yanına vardılar. Ona, “Bak, sen yaşlandın” dediler, “oğulların da senin yolunda yürümüyor. Şimdi, öbür uluslarda olduğu gibi, bizi yönetecek bir kral ata.” Ne var ki, “Bizi yönetecek bir kral ata” demeleri Samuel'in hoşuna gitmedi. Samuel Rabbe yakardı. Rabb, Samuel'e şu karşılığı verdi: “Halkın sana bütün söylediklerini dinle. Çünkü reddettikleri sen değilsin; kralları olarak beni reddettiler. Onları Mısır'dan çıkardığım günden bu yana bütün yaptıklarının aynısını sana da yapıyorlar: Beni bırakıp başka ilâhlara kulluk ettiler. Şimdi onları dinle. Ancak onları açıkça uyar ve kendilerine krallık yapacak kişinin nasıl yöneteceğini söyle.” Samuel kendisinden kral isteyen halka Rabbin bütün söylediklerini bildirdi: “Size krallık yapacak kişinin yönetimi şöyle olacak: Oğullarınızı alıp savaş arabalarında ve atlı birliklerinde görevlendirecek. Onun savaş arabalarının önünde koşacaklar. Bazılarını biner, bazılarını ellişer kişilik birliklere komutan atayacak. Kimisini toprağını sürüp ekinini biçmek, kimisini de silâhların ve savaş arabalarının donatımını yapmak için görevlendirecek. Kızlarınızı ıtriyatçı, aşçı, fırıncı olmak üzere alacak. En seçme tarlalarınızı, bağlarınızı, zeytinliklerinizi alıp hizmetkârlarına verecek. Tahıllarınızın, üzümlerinizin ondalığını alıp saray görevlileriyle öbür hizmetkârlarına dağıtacak. Erkek, kadın kölelerinizi, en seçkin boğalarınızı, eşeklerinizi alıp kendi işinde çalıştıracak. Sürülerinizin de ondalığını alacak. Sizler ise onun köleleri olacaksınız. Bunlar gerçekleştiğinde, seçtiğiniz kral yüzünden feryat edeceksiniz. Ama Rabb o gün size karşılık vermeyecek.” Ne var ki, halk Samuel'in sözünü dinlemek istemedi. “Hayır, bizi yönetecek bir kral olsun” dediler, “böylece biz de bütün uluslar gibi olacağız. Kralımız bizi yönetecek, önümüzden gidip savaşlarımızı sürdürecek.” Halkın bütün söylediklerini dinleyen Samuel, bunları Rabbe aktardı. Rabb, Samuel'e, “Onların sözünü dinle ve başlarına bir kral ata” buyurdu. Bunun üzerine Samuel İsrâîlliler'e, “Herkes kendi kentine dönsün” dedi.[252]

SAUL'UN KRAL ATANMASI

Benyamin oymağından Afiyah oğlu Bekorat oğlu Seror oğlu Aviel oğlu Kiş adında bir adam vardı. Benyaminli Kiş sözü geçen biriydi. Saul adında genç, yakışıklı bir oğlu vardı. İsrâîl halkı arasında ondan daha yakışıklısı yoktu. Boyu herkesten bir baş daha uzundu. Bir gün Saul'ün babası Kiş'in eşekleri kayboldu. Kiş, oğlu Saul'a, “Hizmetkârlardan birini yanına al da git, eşekleri ara” dedi. Saul Efrayim dağlık bölgesinden geçip Şalişa topraklarını dolaştı. Ama eşekleri bulamadılar. Şaalim bölgesine geçtiler. Eşekler orada da yoktu. Sonra Benyamin bölgesinden geçtilerse de, hayvanları bulamadılar. Suf bölgesine varınca, Saul yanındaki hizmetkârına, “Haydi dönelim! Yoksa babam eşekleri düşünmekten vazgeçip bizim için kaygılanmaya başlar” dedi. Hizmetkâr, “Bak, bu kentte saygın bir Tanrı adamı vardır” diye karşılık verdi, “bütün söyledikleri bir bir yerine geliyor. Şimdi ona gidelim. Belki gideceğimiz yolu o bize gösterir.” Saul, “Gidersek, adama ne götüreceğiz?” dedi, “Torbalarımızdaki ekmek tükendi. Tanrı adamına götürecek bir armağanımız yok. Neyimiz kaldı ki?” Hizmetkâr, “Bak, bende çeyrek şekel gümüş var” diye karşılık verdi, “gideceğimiz yolu bize göstermesi için bunu Tanrı adamına vereceğim.” (Eskiden İsrâîl'de biri Tanrı'ya bir şey sormak istediğinde, “Haydi, biliciye gidelim” derdi. Çünkü bugün peygamber denilene o zaman bilici denirdi.) Saul, hizmetkârına, “İyi, haydi gidelim” dedi. Böylece Tanrı adamının yaşadığı kente gittiler. Yokuştan kente doğru çıkarlarken, kuyudan su çekmeye giden kızlarla karşılaştılar. Onlara, “Bilici burada mı?” diye sordular. Kızlar, “Evet, ilerde” diye karşılık verdiler, “şimdi çabuk davranın. Kentimize bugün geldi. Çünkü halk bugün tapınma yerinde bir kurban sunacak. Kente girer girmez, yemek için tapınma yerine çıkmadan önce onu bulacaksınız. Kurbanı o kutsayacağı için, kendisi gelmeden halk yemek yemez. Çağrılı olanlar o geldikten sonra yemeye başlar. Şimdi gidin, onu hemen bulursunuz.” Saul'la hizmetkârı kente gittiler. Kente girdiklerinde, tapınma yerine çıkmaya hazırlanan Samuel onlara doğru ilerliyordu. Saul gelmeden bir gün önce Rabb Samuel'e şunu açıklamıştı: “Yarın bu saatlerde sana Benyamin bölgesinden birini göndereceğim. Onu halkım İsrâîl'in önderi olarak meshedeceksin. Halkımı Filistliler'in elinden o kurtaracak. Halkımın durumuna baktım; çünkü haykırışları Bana ulaştı.” Samuel Saul'ü görünce, Rabb, “İşte sana sözünü ettiğim adam!” dedi, “Halkıma o önderlik edecek.” Saul kent kapısında duran Samuel'e yaklaştı. “Bilicinin evi nerede, lütfen söyler misin?” dedi. Samuel, “Bilici benim” diye yanıtladı, “önümden tapınma yerine çıkın. Bugün benimle birlikte yemek yiyeceksiniz. Yarın sabah düşündüğün her şeyi sana bildirip seni geri gönderirim. Üç gün önce kaybolan eşeklerin için kaygılanma. Onlar bulundu. İsrâîl'in özlemi kime yönelik? Sana ve babanın ailesine değil mi?” Saul şu karşılığı verdi: “Ben İsrâîl oymaklarının en küçüğü olan Benyamin oymağından değil miyim? Ait olduğum boy da Benyamin oymağının bütün boylarının en küçüğü değil mi? Bana neden böyle şeyler söylüyorsun?” Samuel Saul ile hizmetkârını alıp yemek odasına götürdü; yaklaşık otuz çağrılı arasında ilk sırayı onlara verdi. Sonra aşçıya, “Sana verdiğim ve bir kenara ayırmanı söylediğim payı getir” dedi. Aşçı but etini getirip Saul'ün önüne koydu. Samuel, “İşte senin için ayrılan parça, buyur ye!” dedi, “Çünkü bunu belirtilen gün çağırdığım halkla birlikte yemen için sakladım.” O gün Saul Samuel'le yemek yedi. Tapınma yerinden kente indikten sonra Samuel evinin damında Saul'la konuştu. Sabah erkenden, şafak sökerken kalktılar. Samuel, damdan Saul'ü çağırıp, “Hazırlan, seni göndereceğim” dedi. Saul kalktı. Samuel'le birlikte dışarı çıktılar. Kentin sınırına yaklaşırken Samuel Saul'a, “Hizmetkâra önümüzden gitmesini söyle” dedi. Hizmetkâr öne geçince, Samuel, “Ama sen dur” diye ekledi, “Sana Tanrı'nın sözünü bildireceğim.”[253]

Sonra Samuel yağ kabını alıp yağı Saul'ün başına döktü. Onu öpüp şöyle dedi: “Rabb seni Kendi halkına önder olarak meshetti. Bugün benden ayrıldıktan sonra Benyamin sınırında, Selsah'taki Rahel'in mezarı yanında iki kişiyle karşılaşacaksın. Sana, ‘Aramaya çıktığın eşekler bulundu’ diyecekler, ‘baban eşekleri düşünmekten vazgeçti, oğlum için ne yapsam diye sizin için kaygılanmaya başladı.’” Oradan daha ilerleyip Tavor'daki meşe ağacına varacaksın. Orada biri üç oğlak, biri üç somun ekmek, öbürü de bir tulum şarapla Tanrı'nın huzuruna, Beytel'e çıkan üç adamla karşılaşacaksın. Seni selâmlayıp iki somun ekmek verecekler. Sen de kabul edeceksin. Sonra Filist ordugahının bulunduğu Giva Elohim'e varacaksın. Kente girince, önlerinde çenk, tef, kaval ve lir çalanlarla birlikte peygamberlik ederek tapınma yerinden inen bir peygamber topluluğuyla karşılaşacaksın. Rabbin Rûhu senin üzerine güçlü bir biçimde inecek. Onlarla birlikte peygamberlikte bulunacak ve başka bir kişiliğe bürüneceksin. Bu belirtiler yerine geldiğinde, duruma göre gerekeni yap. Çünkü Tanrı seninledir. Şimdi benden önce Gilgal'a git. Yakmalık sunuları sunmak ve esenlik kurbanlarını kesmek için ben de yanına geleceğim. Ancak, ben yanına gelip ne yapacağını bildirene dek yedi gün beklemen gerekecek.” Saul, Samuel'in yanından ayrılmak üzere ona sırtını döner dönmez, Tanrı ona başka bir kişilik verdi. O gün bütün bu belirtiler yerine geldi. Giva'ya varınca, Saul'ü bir peygamber topluluğu karşıladı. Tanrı'nın Rûhu güçlü bir biçimde üzerine indi ve Saul onlarla birlikte peygamberlikte bulunmaya başladı. Onu önceden tanıyanların hepsi, peygamberlerle birlikte peygamberlikte bulunduğunu görünce, birbirlerine, “Ne oldu Kiş oğluna? Saul da mı peygamberler arasında?” diye sordular. Orada oturanlardan biri, “Ya onların babası kim?” dedi. İşte, “Saul da mı peygamberler arasında?” sözü buradan gelir. Saul peygamberlikte bulunduktan sonra tapınma yerine çıktı. Amcası, Saul ile hizmetkârına, “Nerede kaldınız?” diye sordu. Saul, “Eşekleri arıyorduk” diye karşılık verdi, “onları bulamayınca, Samuel'e gittik.” Amcası, “Samuel sana neler söyledi, lütfen bana da anlat” dedi. Saul, “Eşeklerin bulunduğunu bize açıkça bildirdi” diye yanıtladı. Ama Samuel'in krallıkla ilgili sözlerini amcasına açıklamadı. Sonra Samuel, İsrâîl halkını Mispa'da Rabb için bir araya getirip şöyle dedi: “İsrâîl'in Tanrısı Rabb diyor ki: ‘Ben İsrâîlliler'i Mısır'dan çıkardım. Mısırlılar'ın ve size baskı yapan bütün krallıkların elinden sizi kurtardım.’ Ama siz bugün bütün zorluk ve sıkıntılarınızdan sizi kurtaran Tanrınız'a sırt çevirdiniz ve, ‘Hayır, bize bir kral ata’ dediniz. Şimdi Rabbin önünde oymak oymak, boy boy dizilin.” Samuel bütün İsrâîl oymaklarını bir bir öne çıkardı. Bunlardan Benyamin oymağı kurayla seçildi. Sonra Benyamin oymağını boy boy öne çağırdı. Matri'nin boyu seçildi. En sonunda da Matri boyundan Kiş oğlu Saul seçildi. Onu aradılarsa da bulamadılar. Yine Rabbe, “O daha buraya gelmedi mi?” diye sordular. Rabb de, “O burada, eşyaların arasında saklanıyor” dedi. Bunun üzerine koşup Saul'ü oradan getirdiler. Saul halkın arasına geldi. Boyu hepsinden bir baş uzundu. Samuel, halka, “Rabbin seçtiği adamı görüyor musunuz?” dedi, “Bütün halkın arasında bir benzeri daha yok.” Bunun üzerine halk, “Yaşasın kral!” diye bağırdı. Samuel krallığın ilkelerini halka açıkladı. Bunları kitap hâline getirip Rabbin önüne koydu. Sonra herkesi evine gönderdi. Saul da Giva'ya, kendi evine döndü. Tanrı'nın isteklendirdiği yiğitler ona eşlik ettiler. Ama bazı kötü kişiler, “O bizi nasıl kurtarabilir?” diyerek Saul'ü küçümsediler ve ona armağan vermediler. Saul ise buna aldırmadı.[254]

SAUL AMMONLULARI BOZGUNA UĞRATIYOR

Ammon Kralı Nahaş Yaveş-Gilat üzerine yürüyüp kenti kuşattı. Bütün Yaveşliler, Nahaş'a, “Bizimle bir antlaşma yap, sana kulluk ederiz” dediler. Ama Ammonlu Nahaş, “Ancak bir koşulla sizinle antlaşma yaparım” diye karşılık verdi, “bütün İsrâîl halkını küçük düşürmek için her birinizin sağ gözünü oyup çıkaracağım.” Yaveş Kenti'nin ileri gelenleri ona, “İsrâîl'in her bölgesine ulaklar göndermemiz için bize yedi günlük bir süre tanı” dediler, “eğer bizi kurtaracak kimse çıkmazsa o zaman sana teslim oluruz.” Ulaklar Saul'ün yaşadığı Giva Kenti'ne gelip olanları halka bildirince, herkes hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Tam o sırada Saul, öküzlerinin ardında, tarladan dönüyordu. “Halka ne oldu? Neden böyle ağlıyorlar?” diye sordu. Yaveşliler'in söylediklerini ona anlattılar. Saul bu sözleri duyunca, Tanrı'nın Rûhu güçlü bir biçimde onun üzerine indi. Saul çok öfkelendi. Bir çift öküz alıp parçaladı. Ulaklar aracılığıyla İsrâîl'in her bölgesine bu parçaları gönderip şöyle dedi: “Saul ile Samuel'in ardınca gelmeyen herkesin öküzlerine de aynı şey yapılacaktır.” Halk Rabb korkusuyla sarsıldı ve tek beden hâlinde yola çıktı. Saul onları Bezek'te topladı. İsrâîl halkı 300.000, Yahudalılar ise 30.000 kişiydi. Oraya gelen Yaveşli ulaklara şöyle dediler: “Yaveş-Gilat halkına, ‘Yarın öğleye doğru kurtarılacaksınız’ deyin.” Ulaklar gidip bu haberi iletince Yaveşliler sevindi. Ammonlular'a, “Yarın size teslim olacağız” dediler, “bize ne dilerseniz yapın.” Ertesi gün Saul adamlarını üç bölüğe ayırdı. Adamlar sabah nöbetinde Ammonlular'ın ordugahına girdi. Kırım, günün en sıcak zamanına dek sürdü. Sağ kalanlar dağıldı; iki kişi bile bir arada kalmadı. Bundan sonra halk, Samuel'e, “‘Saul mu bize krallık yapacak?’ diyenler kimdi? Getirin onları, öldürelim” dedi. Ama Saul, “Bugün hiç kimse öldürülmeyecek” diye yanıtladı, “çünkü Rabb bugün İsrâîl halkına kurtuluş verdi.” Samuel, halka, “Haydi, Gilgal'a gidip orada krallığı yeniden onaylayalım” dedi. Böylece bütün halk Gilgal'a gidip Rabbin önünde Saul'ün kral olduğunu onayladı. Orada, Rabbin önünde esenlik sunuları sundular; Saul de, bütün İsrâîlliler de büyük bir sevinç yaşadılar.[255]

SAMUEL'İN SÖYLEVİ

Bundan sonra Samuel İsrâîl halkına şöyle dedi: “Bana söylediğiniz her şeye kulak verdim: Size bir kral atadım. Şimdi size önderlik yapan bir kralınız var. Bense yaşlandım, saçım ağardı. Oğullarım da sizlerle birlikte. Gençliğimden bugüne dek size önderlik yaptım. İşte karşınızda duruyorum. Hanginizin öküzünü aldım? Kimin eşeğine el koydum? Kimi dolandırdım? Kime baskı yaptım? Göz yummak için kimden rüşvet aldım? Rabbin ve O'nun meshettiğinin önünde bana karşı tanıklık edin de size karşılığını vereyim.” Halk, “Bizi dolandırmadın” diye karşılık verdi, “bize baskı da yapmadın. Kimsenin elinden hiçbir şey almadın.” Samuel, “Bana karşı bir şey bulamadığınıza bugün hem Rabb, hem de O'nun meshettiği kral tanıktır” dedi. “Evet, tanıktır” dediler. Samuel konuşmasını şöyle sürdürdü: “Mûsâ ile Hârûn'u görevlendiren, atalarınızı Mısır'dan çıkaran Rabb'dir. Şimdi burada durun da, Rabbin önünde, O'nun sizin ve atalarınız için yaptığı bütün doğru işlerle ilgili kanıtlar göstereyim size. Ya‘kûb Mısır'a gittikten sonra, atalarınız Rabbe yakardı. O da atalarınızı Mısır'dan çıkarıp burada yerleşmelerini sağlayan Mûsâ ile Hârûn'u gönderdi. Ama atalarınız Tanrıları Rabbi unuttular. Bu yüzden Rabb onları Hasor ordusunun komutanı Sisera'nın, Filistliler'in ve Moav Kralı'nın eline teslim etti. Bunlar atalarınıza karşı savaştılar. Atalarınız Rabbe, ‘Günah işledik; Rabbi bırakıp Baal'ın ve Tanrıça Aştoret'in putlarına kulluk ettik. Ama şimdi bizi düşmanlarımızın elinden kurtar, Sana kulluk edeceğiz’ diye seslendiler. Rabb de Yerubbaal'ı, Bedan'ı, Yiftah'ı ve ben Samuel'i gönderdi. Güvenlik içinde yaşamanız için sizi saran düşmanlarınızın elinden kurtardı. Ama siz Ammon Kralı Nahaş'ın üzerinize yürüdüğünü görünce, Tanrınız Rabb kralınız olduğu hâlde bana, ‘Hayır, bize bir kral önderlik yapacak’ dediniz. İşte seçtiğiniz, dilediğiniz kral! Evet, Rabb size bir kral verdi. Eğer Rabb'den korkar, O'na kulluk ederseniz, O'nun sözünü dinleyip buyruklarına karşı gelmezseniz, hem siz hem de önderiniz olacak kral Tanrınız Rabbin ardınca giderseniz, ne âlâ! Ama Rabbin sözünü dinlemez, buyruklarına karşı gelirseniz, Rabb atalarınızı cezalandırdığı gibi sizi de cezalandıracaktır. Şimdi olduğunuz yerde durun ve Rabbin gözlerinizin önünde yapacağı şu olağanüstü olayı görün. Bugün buğday biçme zamanı değil mi? Göğü gürletsin, yağmur yağdırsın diye Rabbe yalvaracağım. Böylece bir kral istemekle yaptığınız kötülüğün Rabbin gözünde ne denli büyük olduğunu iyice anlayacaksınız.” Samuel Rabbe yalvardı ve Rabb o gün göğü gürletti, yağmur yağdırdı. Halk Rabb'den de, Samuel'den de çok korktu. Bunun üzerine Samuel'e, “Yok olmayalım diye biz kulların için Tanrın Rabbe yakar” dediler, “çünkü bütün günahlarımıza, kendimize bir kral istemek kötülüğünü de ekledik.” Samuel, halka, “Korkmayın” dedi, “siz bu büyük kötülüğü yaptınız, ama yine de Rabbin ardınca gitmekten vazgeçmeyin; tersine, bütün yüreğinizle Rabbe kulluk edin. Kimseyi kurtaramayan yararsız putların ardınca gitmeyin; çünkü onlar değersizdir. Rabb görkemli adının hatırına halkını bırakmayacak. Çünkü sizi Kendi halkı kılmaktan hoşnut kaldı. Bana gelince: Sizin için Rabbe yalvarmaktan vazgeçip O'na karşı günah işlemek benden uzak olsun! Ancak size iyi ve doğru yolu öğreteceğim. Yalnız Rabb'den korkun, O'na bağlılıkla ve bütün yüreğinizle kulluk edin. O'nun sizler için ne görkemli işler yaptığını bir düşünün! Ama kötülük yapmayı sürdürürseniz, hem siz yok olacaksınız, hem de kralınız.”[256]

Otuz yaşında kral olan Saul, İsrâîl'de iki yıl krallık yaptıktan sonra halktan 3.000 kişi seçti. Bunlardan iki binini Mikmas ve Beyt-El'in dağlık bölgesinde yanına aldı. Binini de Benyamin oymağına ait Giva Kenti'nde Yonatan'ın yanına bıraktı. Halktan geri kalanları evlerine gönderdi. Yonatan Giva'daki Filist birliğini yendi. Filistliler bunu duydular. Saul, bütün ülkede boru çaldırarak, “İbraniler bu haberi duysun” dedi. Böylece İsrâîlliler'in hepsi Saul'ün Filist birliğini yendiğini ve Filistliler'in İsrâîlliler'den iğrendiğini duydu. Bunun üzerine halk Gilgal'da Saul'ün çevresinde toplandı. Filistliler İsrâîlliler'le savaşmak üzere toplandılar. 30.000 savaş arabası, 6.000 atlı asker ve kıyılardaki kum kadar kalabalık bir orduya sahiptiler. Gidip Beyt-Aven'in doğusundaki Mikmas'ta ordugah kurdular. Durumlarının tehlikeli olduğunu ve askerlerinin sıkıştırıldığını gören İsrâîlliler, mağaralarda, çalılıklarda, kayalıklarda, çukurlarda, sarnıçlarda gizlendiler. Bazı İbraniler de Şeria Irmağı'ndan Gad ve Gilat bölgesine geçti. Ama Saul daha Gilgal'daydı. Bütün askerler onu titreyerek izliyordu. Saul, Samuel tarafından belirlenen süreye uyarak, yedi gün bekledi. Ama Samuel Gilgal'a gelmeyince, halk Saul'ün yanından dağılmaya başladı. Saul, “Yakmalık ve esenlik sunularını bana getirin” dedi. Sonra yakmalık sunuyu sundu. Saul yakmalık sununun sunulmasını bitirir bitirmez Samuel geldi. Saul selâmlamak için onu karşılamaya çıktı. Samuel, “Ne yaptın?” diye sordu. Saul, “Halk yanımdan dağılıyordu” diye karşılık verdi, “sen de belirlenen gün gelmedin. Üstelik Filistliler Mikmas'ta toplandılar. Bunları görünce, ‘Şimdi Filistliler Gilgal'da üzerime yürüyecek; oysa ben Rabbin yardımını dilememiştim’ diye düşündüm. Bu nedenle, yakmalık sunuyu sunma gerekliliğini duydum.” Samuel, “Akılsızca davrandın” dedi, “Tanrın Rabbin sana verdiği buyruğa uymadın; yoksa, Rabb İsrâîl üzerinde senin krallığının sonsuza dek sürmesini sağlayacaktı. Ama artık krallığın sürmeyecek. Rabb Kendi isteklerine uygun birini arayıp onu Kendi halkına önder olarak atamaya kararlı. Çünkü sen Rabbin buyruğunu tutmadın.” Bundan sonra Samuel Gilgal'dan ayrılarak Benyaminoğulları'nın Giva Kenti'ne gitti. Saul yanında kalan halkı saydı; yaklaşık 600 kişiydi. Saul, oğlu Yonatan ve yanlarındaki halk Benyaminliler'in bölgesindeki Giva'da kalıyorlardı. Filistliler ise Mikmas'ta ordugah kurmuşlardı. Akıncılar üç koldan Filistliler'in ordugahından çıktılar. Kollardan biri Şual bölgesindeki Ofra'ya, biri Beyt-Horon'a, öbürü ise çöle, Sevoyim Vâdisi'ne bakan sınıra doğru ilerledi. Bütün İsrâîl ülkesinde bir tek demirci yoktu. Filistliler, “İbraniler kılıç, mızrak yapmasın” demişlerdi. Bu nedenle bütün İsrâîlliler saban demirlerini, kazma, balta ve oraklarını biletmek için Filistliler'e gitmek zorundaydılar. Saban demiriyle kazmanın bileme fiyatı, şekelin üçte-ikisi kadardı. Beller, baltalar, üvendireler için istenilen fiyat ise şekelin üçte-biriydi. İşte bu yüzden, savaş sırasında Saul ile Yonatan dışında, yanlarındaki hiç kimsenin elinde kılıç, mızrak yoktu.[257]

Bir gün Saul oğlu Yonatan, silâhını taşıyan genç hizmetkârına, “Gel, karşı taraftaki Filist ordugahına geçelim” dedi. Ama bunu babasına haber vermedi. Saul, Giva Kenti yakınındaki Migron'da bir nar ağacının altında oturmaktaydı. Yanında 600 kadar asker vardı. Efod giymiş olan Ahiya da aralarındaydı. Ahiya Şilo'da Rabbin kâhini olan Eli oğlu, Pinehas oğlu İkavot'un erkek kardeşi Ahituv'un oğluydu. Halk Yonatan'ın gittiğini fark etmemişti. Yonatan'ın Filist ordugahına ulaşmak için geçmeyi tasarladığı geçidin her iki yanında iki sivri kaya vardı; birine Boses, öbürüne Sene denirdi. Kayalardan biri kuzeyde Mikmas'a, öbürü güneyde Giva'ya bakardı. Yonatan, silâhını taşıyan genç hizmetkârına, “Gel, şu sünnetsizlerin ordugahına gidelim” dedi, “belki Rabb bizim için bir şeyler yapar. Çünkü gerek çoklukta, gerekse azlıkta Rabbin zafere ulaştırmasına engel yoktur.” Silâhını taşıyan genç, “Ne düşünüyorsan öyle yap” diye yanıtladı, “haydi yürü! Düşündüğün her şeyde seninleyim.” Yonatan, “Bu adamlara gidelim, bizi görsünler” dedi, “eğer bize, ‘Yanınıza gelene dek bekleyin’ derlerse, olduğumuz yerde kalırız, gitmeyiz. Ama, ‘Yanımıza gelin’ derlerse, gideriz. Çünkü bu, Rabbin Filistliler'i elimize teslim ettiğine ilişkin bir belirti olacak bizim için.” Böylece ikisi de Filistliler'in askerlerine göründüler. Filistliler, “Bakın! İbraniler gizlendikleri çukurlardan çıkmaya başlıyor!” dediler. Sonra Yonatan'la silâhını taşıyan gence, “Buraya, yanımıza gelin, size bir şey söyleyeceğiz” diye seslendiler. Bunun üzerine Yonatan, silâhını taşıyana, “Ardımdan gel” dedi, “Rabb onları İsrâîlliler'in eline teslim etti.” Yonatan elleriyle ayaklarını kullanarak yukarıya tırmandı; silâhını taşıyan genç de onu izledi. Yonatan Filistliler'i yenilgiye uğrattı. Silâhını taşıyan genç de onu izliyor ve Filistliler'i öldürüyordu. Yonatan'la silâhını taşıyan genç bu ilk saldırıda iki dönümlük bir alanda yirmi kadar asker öldürdüler. Ordugahta ve kırsal alanda bütün Filist halkı arasında dehşet hüküm sürüyordu. Askerlerle akıncılar bile titriyordu. Derken yer sarsıldı; sanki Tanrı'dan gelen bir titremeydi bu. Benyamin topraklarındaki Giva Kenti'nde Saul'ün nöbetçileri büyük bir kalabalığın oraya buraya dağıldığını gördüler. Bunun üzerine Saul, yanındaki adamlara, “Yoklama yapın da aramızdan kimin ayrıldığını görün” dedi. Yoklama yapılınca Yonatan'la silâhını taşıyan gencin orada olmadığını anladılar. Saul, Ahiya'ya, “Tanrı'nın Sandığı'nı getir” dedi. O sırada Tanrı'nın Sandığı İsrâîl halkındaydı. Saul kâhinle konuşurken, Filistliler'in ordugahındaki kargaşa da giderek artmaktaydı. Bunun üzerine Saul kâhine, “Elini çek” dedi. Saul'le yanındaki askerlerin tümü toplanıp savaş alanına gittiler. Orada büyük bir kargaşa vardı. Herkes birbirine kılıç çekiyordu. Daha önce Filistliler'in yanında yer alıp onların ordugahına katılan İbraniler bile saf değiştirerek Saul'le Yonatan'ın yanındaki İsrâîl birliklerine katıldılar. Efrayim dağlık bölgesinde gizlenen İsrâîlliler de Filistliler'in kaçtığını duyunca onları savaş alanında kovalamaya başladılar. Böylece Rabb İsrâîl'i o gün zafere ulaştırdı. Savaş Beyt-Aven'in ötesine dek yayıldı. O gün İsrâîlliler bitkindi. Çünkü Saul, “Ben düşmanlarımdan öç alıncaya kadar, akşama dek kim yemek yerse lânetli olsun!” diye halka ant içirmişti. Bu yüzden de kimse bir şey yememişti. Derken, her yanı bal dolu bir ormana vardılar. Askerler ormana girince, toprakta akan balları gördüler. Ne var ki, içtikleri anttan korktukları için hiç biri bala dokunmadı. Yonatan babasının halka ant içirdiğini duymamıştı. Elindeki değneği uzatıp ucunu bal gümecine batırdı. Biraz bal tadar tatmaz gözleri parladı. Bunun üzerine oradakilerden biri, Yonatan'a, “Baban askerlere, ‘Bugün kim yemek yerse lânetli olsun’ diye ant içirdi” dedi, “askerlerin bitkin düşmesi de bundan.” Yonatan, “Babam halka sıkıntı verdi” diye yanıtladı, “bakın, bu baldan biraz tadınca gözlerim nasıl da parladı! Bugün halk düşmanlarından yağmaladığı yiyeceklerden özgürce yeseydi, çok daha iyi olurdu! O zaman Filistliler'in yenilgisi de daha ağır olmaz mıydı?” O gün İsrâîlliler, Filistliler'i Mikmas'tan Ayalon'a kadar yenilgiye uğrattılar. Ama İsrâîl askerleri o kadar bitkindi ki, yağmaladıkları mallara saldırdılar; koyunları, sığırları, buzağıları yakaladıkları gibi hemen oracıkta kesip kanını akıtmadan yediler. Durumu Saul'e bildirerek, “Bak, askerlerin kanlı eti yemekle Rabbe karşı günah işliyor!” dediler. Bunun üzerine Saul, “Hâinlik ettiniz!” dedi, “Hemen büyük bir taş yuvarlayın bana.” Sonra ekledi: “Halkın arasına varıp herkesin öküzünü, koyununu bana getirmesini söyleyin. Onları burada kesip yesinler. Eti kanıyla birlikte yiyerek Rabbe karşı günah işlemeyin.” O gece herkes öküzünü getirip orada kesti. O sırada Saul Rabbe bir sunak yaptı. Rabbe yaptığı ilk sunaktı bu. Saul adamlarına, “Haydi, bu gece Filistliler'e saldıralım” dedi, “tan ağarıncaya dek mallarını yağmalayalım, onlardan bir tekini bile sağ bırakmayalım.” Adamlar, “Sence uygun olan neyse onu yap” diye karşılık verdiler. Ama kâhin, “Burada Tanrı'ya danışalım” dedi. Bunun üzerine Saul, Tanrı'ya, “Filistliler'e saldırmaya gideyim mi? Onları İsrâîlliler'in eline teslim edecek misin?” diye sordu. Ama Tanrı o gün yanıt vermedi. Bunun için Saul, “Ey halkın önderleri! Buraya yaklaşın da bugün işlenen bu günahın nasıl işlendiğini ortaya çıkaralım” dedi, “İsrâîl'i kurtaran yaşayan Rabbin adıyla derim ki, bu günaha yol açan oğlum Yonatan bile olsa kesinlikle öldürülecektir.” Ama kimse bir şey söylemedi. Bunun üzerine Saul halka, “Siz bir yanda durun, oğlum Yonatan'la ben öbür yanda duracağız” dedi. Halk, “Sence uygun olan neyse onu yap” diye karşılık verdi. Saul, İsrâîl'in Tanrısı Rabbe, “Bana doğru yanıtı ver” dedi. Kur’a Yonatan'la Saul'e düştü, halk aklandı. Saul bu kez, “Benimle oğlum Yonatan arasında kur’a çekin” dedi. Kur’a Yonatan'a düştü. Bunun üzerine Saul Yonatan'a, “Söyle bana, ne yaptın?” diye sordu. Yonatan, “Ben yalnızca elimdeki değneğin ucuyla biraz bal alıp tattım. Şimdi ölmem mi gerek?” diye karşılık verdi. Saul, “Yonatan, eğer seni öldürtmezsem, Tanrı bana aynısını, hatta daha kötüsünü yapsın!” dedi. Ama halk, Saul'e, “İsrâîl'i bu büyük zafere ulaştıran Yonatan'ı mı öldürteceksin?” dedi, “Asla! Yaşayan Rabbin adıyla deriz ki, saçının bir teline bile zarar gelmeyecektir. Çünkü bugün o ne yaptıysa Tanrı'nın yardımıyla yapmıştır.” Böylece halk Yonatan'ı öldürülmekten kurtardı. Bundan sonra Saul Filistliler'i kovalamaktan vazgeçti. Filistliler de yerlerine döndüler. Saul İsrâîl'e kral atandıktan sonra, her yandaki düşmanlarına –Moav, Ammon, Edom halkları, Sova kralları ve Filistliler'e– karşı savaştı. Gittiği her yerde zafer kazandı. Yiğitçe savaşarak Amalekliler'i yenilgiye uğrattı, İsrâîlliler'i düşmanın yağmasından kurtardı. Saul'ün oğulları Yonatan, Yişvi ve Malkişua idi. İki kızından büyüğünün adı Merav, küçüğünün adı Mîkâl'di. Karısı, Ahimaas'ın kızı Ahinoam'dı. Ordusunun başkomutanı amcası Ner oğlu Avner'di. Saul'ün babası Kiş'le Avner'in babası Ner, Aviel'in oğullarıydı. Saul yaşamı boyunca Filistliler'le kıyasıya savaştı. Nerede yiğit, güçlü birini görse kendi ordusuna kattı.[258]

SAUL'ÜN KRAL OLARAK REDDEDİLMESİ

Samuel Saul'a şöyle dedi: “Rabb seni kendi halkı İsrâîl'in kralı olarak meshetmek için beni gönderdi. Şimdi Rabbin sözlerine kulak ver. Her Şeye Egemen Rabb diyor ki: ‘İsrâîlliler'e yaptıkları kötülükten ötürü Amalekliler'i cezalandıracağım. Çünkü Mısır'dan çıkan İsrâîlliler'e karşı koydular. Şimdi git, Amalekliler'e saldır. Onlara ait her şeyi tamamen yok et, hiçbir şeyi esirgeme. Erkek, kadın, çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür.’” Bunun üzerine Saul askerlerini toplayıp Telaim Kenti'nde saydı. 200.000 yaya askerin yanısıra Yahudalılar'dan da 10.000 kişi vardı. Saul Amalek Kenti'ne varıp vâdide pusu kurdu. Sonra Kenliler'e şu uyarıyı gönderdi: “Haydi gidin, Amalekliler'i bırakın; öyle ki, sizi de onlarla birlikte yok etmeyeyim. Çünkü siz Mısır'dan çıkan İsrâîl halkına iyilik ettiniz.” Bunun üzerine Kenliler Amalekliler'den ayrıldılar. Saul Havila'dan Mısır'ın doğusundaki Şur'a dek Amalekliler'i yenilgiye uğrattı. Amalek Kralı Agag'ı sağ olarak yakaladı. Halkının tümünü de kılıçtan geçirdi. Ne var ki, Saul ile adamları Agag'ı ve en iyi koyunları, sığırları, besili buzağıları, kuzuları –iyi olan ne varsa hepsini– esirgediler. Bunları tümüyle yok etmek istemediler. Ancak değersiz ve zayıf ne varsa hepsini yok ettiler. Rabb Samuel'e şöyle seslendi: “Saul'ü kral yaptığıma pişmanım. Beni izlemekten vazgeçti. Buyruklarımı yerine getirmedi.” Samuel öfkelendi ve bütün geceyi Rabbe yakarmakla geçirdi. Ertesi sabah Samuel Saul'le görüşmek için erkenden kalktı. Saul'ün Karmel Kenti'ne gittiğini, orada kendisine bir anıt diktikten sonra aşağı inip Gilgal'a döndüğünü öğrendi. Saul kendisine gelen Samuel'e, “Rabb seni kutsasın! Ben Rabbin buyruğunu yerine getirdim” dedi. Samuel, “Öyleyse nedir kulağıma gelen bu koyun melemesi? Nedir bu duyduğum sığır böğürmesi?” diye sordu. Saul şöyle yanıtladı: “Halk bunları Amalekliler'den getirdi. Tanrın Rabbe kurban sunmak üzere koyunların, sığırların en iyilerini esirgediler. Ama geri kalanları tümüyle yok ettik.” Samuel, “Dur da bu gece Rabbin bana neler söylediğini sana bildireyim” dedi. Saul, “Söyle” diye karşılık verdi. Samuel konuşmasını şöyle sürdürdü: “Kendini önemsiz saydığın hâlde, sen İsrâîl oymaklarının önderi olmadın mı? Rabb seni İsrâîl'e kral meshetti. Rabb seni bir göreve gönderip, ‘Git, o günahlı Amalekliler'i tümüyle yok et; hepsini ortadan kaldırıncaya dek onlarla savaş’ dedi. Öyleyse neden Rabbin sözüne kulak asmadın? Neden yağmalanan mallara saldırarak Rabbin gözünde kötü olanı yaptın?” Saul, “Ama ben Rabbin sözüne kulak verdim!” diye yanıtladı, “Rabbin beni gönderdiği yere gittim. Amalekliler'i tümüyle yok ettim, Amalek Kralı Agag'ı da buraya getirdim. Ne var ki askerler, Gilgal'da Tanrın Rabbe kurban sunmak üzere yağmalanmış bazı malları, yok edilmeye adanmış en iyi koyunlarla sığırları aldılar.” Samuel şöyle karşılık verdi: “Rabb Kendi sözünün dinlenmesinden hoşlandığı kadar yakmalık sunulardan, kurbanlardan hoşlanır mı? İşte söz dinlemek kurbandan, sözü önemsemek de koçların yağlarından daha iyidir. Çünkü başkaldırma, falcılık kadar günahtır ve büyüklenme, putatapıcılık kadar kötüdür. Sen Rabbin buyruğunu reddettiğin için, Rabb de senin kral olmanı reddetti.” Bunun üzerine Saul, “Günah işledim! Evet, Rabbin buyruğunu da, senin sözlerini de çiğnedim” dedi, “halktan korktuğum için onların sözünü dinledim. Ama şimdi yalvarırım, günahımı bağışla ve benimle birlikte dön ki, Rabbe tapınayım.” Samuel, “Seninle dönmem” dedi, “çünkü sen Rabbin buyruğunu reddettin, Rabb de İsrâîl Kralı olmanı reddetti!” Samuel dönüp gitmeye davranınca, Saul onun cüppesinin eteğini tuttu. Cüppe yırtıldı. Samuel, “Bugün Rabb İsrâîl Krallığı'nı elinden aldı ve senden daha iyi birine verdi” dedi, “İsrâîl'in Yüceliği olan Tanrı yalan söylemez, düşüncesini de değiştirmez. Çünkü O insan değil ki, düşüncesini değiştirsin.” Saul, “Günah işledim!” dedi, “ama ne olur halkımın ileri gelenleri ve İsrâîlliler karşısında beni onurlandır. Tanrın Rabbe tapınmam için benimle dön.” Böylece Samuel Saul'le birlikte geri döndü ve Saul Rabbe tapındı. Samuel, “Amalek Kralı Agag'ı bana getirin” diye buyurdu. Agag güvenle geldi. Çünkü, “Ölüm tehlikesi kesinlikle geçti” diye düşünüyordu. Ama Samuel, “Kılıcın kadınları nasıl çocuksuz bıraktıysa senin annen de kadınlar arasında çocuksuz bırakılacak” diyerek Agag'ı Gilgal'da Rabbin önünde kılıçla parçaladı. Samuel Rama'ya, Saul de Giva'daki evine gitti. Samuel ölümüne dek Saul'ü bir daha görmediyse de, onun için üzüldü. Rabb de Saul'ü İsrâîl Kralı yaptığına pişmandı.[259]

DÂVÛD'UN KRAL OLARAK KUTSANMASI

Rabb, Samuel'e, “Ben Saul'ün İsrâîl Kralı olmasını reddettim diye sen daha ne zamana dek onun için üzüleceksin?” dedi, “Yağ boynuzunu yağla doldurup yola çık. Seni Beytlehemli Yişay'ın evine gönderiyorum. Çünkü onun oğullarından birini kral seçtim.” Samuel, “Nasıl gidebilirim? Saul bunu duyarsa beni öldürür!” dedi. Rabb şöyle yanıtladı: “Yanına bir düve al ve, ‘Rabbe kurban sunmak için geldim’ de. Yişay'ı kurban törenine çağır. O zaman ne yapman gerektiğini Ben sana bildireceğim. Sana belirteceğim kişiyi Benim adıma kral olarak meshedeceksin.” Samuel Rabbin sözüne uyarak Beytlehem Kenti'ne gitti. Kentin ileri gelenleri onu titreyerek karşıladılar ve, “Barış için mi geldin?” diye sordular. Samuel, “Evet, barış için” diye yanıtladı, “Rabbe kurban sunmaya geldim. Kendinizi kutsayıp benimle birlikte kurban törenine gelin.” Sonra Yişay ile oğullarını kutsayıp kurban törenine çağırdı. Yişay ile oğulları gelince Samuel Eliav'ı gördü ve, “Gerçekten Rabbin önünde duran bu adam kuşkusuz O'nun meshettiği kişidir” diye düşündü. Ama Rabb, Samuel'e, “Onun yakışıklı ve uzun boylu olduğuna bakma” dedi, “Ben onu reddettim. Çünkü Rabb insanın gördüğü gibi görmez; insan dış görünüşe, Rabb ise yüreğe bakar.” Yişay, oğlu Avinadav'ı çağırıp Samuel'in önünden geçirdi. Ama Samuel, “Rabb bunu da seçmedi” dedi. Bunun üzerine Yişay Şamma'yı da geçirdi. Samuel yine, “Rabb bunu da seçmedi” dedi. Böylece Yişay yedi oğlunu da Samuel'in önünden geçirdi. Ama Samuel, “Rabb bunlardan hiç birini seçmedi” dedi. Sonra Yişay'a, “Oğullarının hepsi bunlar mı?” diye sordu. Yişay, “Bir de en küçüğü var” dedi, “sürüyü güdüyor.” Samuel, “Birini gönder de onu getirsin” dedi, “o buraya gelmeden yemeğe oturmayacağız.” Yişay birini gönderip oğlunu getirtti. Çocuk kızıl saçlı, yakışıklı, gözleri pırıl pırıl bir delikanlıydı. Rabb, Samuel'e, “Kalk, onu meshet. Seçtiğim kişi odur” dedi. Samuel yağ boynuzunu alıp kardeşlerinin önünde çocuğu meshetti. O günden başlayarak Rabbin rûhu Dâvûd'un üzerine güçlü bir biçimde indi. Bundan sonra Samuel kalkıp Rama'ya döndü.[260]

DÂVÛD SAUL'E LİR ÇALIYOR

Bu sıralarda Rabbin Rûhu Saul'den ayrılmıştı. Rabbin gönderdiği kötü bir rûh ona sıkıntı çektiriyordu. Hizmetkârları, Saul'e, “Bak, Tanrı'nın gönderdiği kötü bir rûh sana sıkıntı çektiriyor” dediler, “efendimiz, biz hizmetkârlarına buyruk ver, iyi lir çalan birini bulalım. Öyle ki, Tanrı'nın gönderdiği kötü rûh üzerine gelince, o lir çalar, sen de rahatlarsın.” Saul, hizmetkârlarına, “İyi lir çalan birini bulup bana getirin” diye buyurdu. Hizmetkârlardan biri, “Beytlehemli Yişay'ın oğullarından birini gördüm” dedi, “iyi lir çalar. Üstelik yürekli, güçlü bir savaşçıdır; akıllıca konuşur, yakışıklıdır. Rabb de onunladır.” Bunun üzerine Saul, Yişay'a ulaklar göndererek, “Koyunları güden oğlun Dâvûd'u bana gönder” dedi. Yişay ekmek yüklü bir eşek, bir tulum şarap, bir de oğlak alıp oğlu Dâvûd'la birlikte Saul'e gönderdi. Dâvûd Saul'ün yanına varıp onun hizmetine girdi. Saul Dâvûd'u çok sevdi ve ona silâhlarını taşıma görevini verdi. Saul Yişay'a şu haberi gönderdi: “İzin ver de Dâvûd hizmetimde kalsın; ondan hoşnudum.” O günden sonra, Tanrı'nın gönderdiği kötü rûh ne zaman Saul'ün üzerine gelse, Dâvûd liri alıp çalar, Saul rahatlayıp kendine gelirdi. Kötü rûh da ondan uzaklaşırdı.[261]

Buradan, Kur’ân'da bahsedilen peygamberin Samuel, Tâlût olarak zikredilen hükümdarın Saul, Câlût'un da Golyat olduğu anlaşılıyor.

Âyetteki, O, bizim üzerimize nasıl hükümdar olur, oysa hükümdar olmaya biz ondan daha çok hakk sahibiyiz, ona maldan bir genişlik, bir bolluk da verilmemiştir ifadesinden anlaşılıyor ki, İsrâîloğulları Tâlût'un hükümdarlığına itiraz edip Allah'ın emirleri hususunda yan çizmek istiyorlar.

Onların itirazlarına verilen, Onu sizin başınıza Allah seçmiş ve onu bilgi ve vücut bakımından ziyadeleştirmiştir cevabı da, Tâlût'un hükümdar seçilmesinin nedenini bildiriyor ki buna göre, hükümdar seçilecek kişide bulunması gereken nitelik, soy-sop değil, bilgi ve bedensel güçtür.

TABUT

Âyetteki, Şüphesiz onun hükümdarlığının âyeti [kanıtı], size, güçlü varlıkların taşıdığı, içinde Rabbinizden bir sekine, Mûsâ ve Hârûn ailelerinin bıraktıklarından bir bakiyye [kalıntı] bulunan o tabutun gelmesi olacaktır ifadesinde geçen tabut ile ilgili kaynaklardaki nakiller şöyledir:

Nakledildiğine göre tabutu Yüce Allah, Âdem'e (a.s) indirmişti. Bu tabut, Hz. Âdem'in yanında idi. Nihâyet Hz. Ya‘kûb'a ulaşmıştı. Ordan da İsrâîloğulları'na geçmişti. Kendileriyle savaşan kimselere karşı onunla gâlip geliyorlardı. Bu durum isyana başladıkları vakte kadar böylece sürüp gitti. Sonunda yenilgiye uğratılıp tabut ellerinden alındı. Onu ellerinden alanlar es-Süddî'nin dediğine göre Amalikalılardan olan Câlût ve beraberindekiler idiler.

Denildiğine göre; bu tabutu putlarının bulunduğu bir mabede koydular. Sabah olunca putlarının yüz üstü yıkılmış olduklarını görüyorlardı. Bir diğer görüşe göre; onu putlarının bulunduğu yerde büyük putun altına koydular. Sabah olduğunda tabutun putun üzerinde olduğunu gördüler. Tabutu alıp putun ayaklarına bağladılar. Sabah olduğunda putun el ve ayaklarının kesilmiş olduğunu ve tabutun altına atılmış olduğunu gördüler. Bu sefer tabutu alıp bir kavmin yaşadığı kasabaya bıraktılar. O kavmin boyunlarına birtakım ağrılar isâbet etti. Kimisine göre de tabutu basur hastalığına yakalanan bir kavmin büyük abdest bozdukları bir yere bıraktılar. Her nasıl ise bu konudaki musibet ve belaları büyüyünce musibetlerinin tek sebebinin bu tabut olduğunu söylediler. “Haydi bunu İsrâîloğulları'na geri verelim” dediler. Tabutu iki öküz tarafından sürüklenen bir araba üzerine bıraktılar ve öküzleri İsrâîloğulları'nın yaşadıkları bölgeye doğru bir yerde serbest bıraktılar. Allah'ın gönderdiği iki melek bu inekleri (asıl nüshada da böyle, Taberî'de, öküzleri şeklindedir) sürüyorlardı. Sonunda İsrâîloğulları'nın topraklarına girdiler. O sırada da Tâlût meselesi üzerinde duruyorlardı. Bunu da görünce zafer kazanacaklarından emin oldular. İşte bu rivâyete göre meleklerin tabutu taşımaları böyledir.[262]
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. March 2010, 12:56 AM   #37
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Kitab-ı Mukaddes'te de tabut şöyle tanıtılır:

Akasya ağacından bir sandık yapsınlar. Boyu 2.5, eni ve yüksekliği 1.5 arşın olsun. İçini de dışını da saf altınla kapla. Çevresine altın pervaz yap. Dört altın halka döküp dört ayağına tak. İkisi bir yanda, ikisi öbür yanda olacak. Akasya ağacından sırıklar yapıp altınla kapla. Sandığın taşınması için sırıkları yanlardaki halkalara geçir. Sırıklar sandığın halkalarında kalacak, çıkarılmayacak. Antlaşmanın koşullarını belirten taş levhaları sana vereceğim. Onları sandığın içine koy. “Saf altından bir Bağışlanma Kapağı yap. Boyu 2.5, eni 1.5 arşın olacak. Kapağın iki kenarına dövme altından birer Keruv yap. Keruvlar'dan birini bir kenara, öbürünü öteki kenara, kapakla tek parça hâlinde yap. Keruvlar yukarı doğru açık kanatlarıyla kapağı örtecek. Yüzleri birbirine dönük olacak ve kapağa bakacak. Kapağı sandığın üzerine, sana vereceğim taş levhaları ise sandığın içine koy. Seninle orada, Levha Sandığı'nın üstündeki Keruvlar arasında, kapağın üzerinde görüşeceğim ve İsrâîlliler için sana buyruklar vereceğim.[263]

Besalel, Antlaşma Sandığı'nı akasya ağacından yaptı. Boyu 2.5, eni ve yüksekliği 1.5 arşındı. İçini de dışını de saf altınla kapladı. Çevresine altın pervaz yaptı. İkisi bir yanda, ikisi öbür yanda olmak üzere sandığın dört köşesindeki ayaklara takmak için birer altın halka döktü. Akasya ağacından sırıklar yapıp altınla kapladı. Sandığın taşınması için sırıkları yanlardaki halkalara geçirdi. Bağışlanma Kapağı'nı saf altından yaptı. Boyu 2.5, eni 1.5 arşındı. Kapağın iki kenarına dövme altından birer Keruv yaptı. Keruvlar'dan birini bir kenara, öbürünü öteki kenara koyarak kapağı tek parça hâlinde yaptı. Keruvlar yukarı doğru açık kanatlarıyla kapağı örtüyor, yüzleri birbirine dönük kapağa bakıyorlardı.[264]

Âyetteki, içinde Rabbinizden bir sekine, Mûsâ ve Hârûn ailelerinin bıraktıklarından bir bakiyye [kalıntı] ifadesinden de, bu sandukanın içinde Tevrât metinleri –ki bunlar, taşlara, tabletlere, yassı kemiklere yazılıyor ve büyük hacim tutuyordu– ile Mûsâ-Hârûn ailesine ait birtakım özel eşyaların bulunduğu anlaşılıyor. Allah'tan gelen sekine ise, “vahiyler”dir.

TABUTU MELEKLERİN TAŞIMASI

Melek sözcüğünün, “haberci” veya “güç, güçlü varlık” manasına geldiğini daha önce ifade etmiştik. İçinde, yassı taş levhalara yazılmış bir hayli hacim ve ağırlıkta olan Tevrât metinlerinin bulunduğu tabut da, ancak öküz, manda gibi güçlü hayvanların taşıyabileceği bir arabada taşınabilirdi.

NİCELİK DEĞİL NİTELİK ÖNEMLİ

Âyetteki, Allah'a kavuşacaklarına kesinlikle inananlar, “Nice az topluluklar, Allah'ın izniyle nice çok topluluklara gâlip gelmişlerdir. Allah, sabırlılarla beraberdir” dediler ifadesinden anlaşılıyor ki, samimi bir avuç mü’min, düşmanın çokluğundan korkup yılmamış, Allah'a tevekkül ederek gerekeni yapmışlardır. Bizden istenen de böyle olmaktır. Zira Allah, birçok âyette yardımıyla inananları muzaffer kılacağını bildirmiştir:

Kendilerine savaş açılan kimselere kendileri zulme uğramaları; onlar, başka değil, sırf “Rabbimiz Allah'tır” dedikleri için hakksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle izin verildi. Ve şüphesiz ki Allah onları zafere ulaştırmaya gücü yetendir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yerle bir edilirdi. Allah, kendisine yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir. (Hacc/39-40)

Allah, “Elbette Ben ve elçilerim gâlip geleceğiz” yazmıştır. Şüphesiz Allah kavî'dir, azîz'dir. (Mücâdele/21)

Ve andolsun ki gönderilen kullarımız [elçilerimiz] hakkında bizim sözümüz geçmiştir: “Şüphesiz onlar, kesinlikle gâlip olanların ta kendisidir. Şüphesiz Bizim ordularımız kesinlikle gâlip gelenlerin ta kendisidir.” (Sâffât/171-173)

Ey iman etmiş kimseler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz O'da size yardım eder ve ayaklarınızı sâbit tutar. (Muhammed/7)

O, kendi imanları ile birlikte, imanca fazlalaşsınlar diye mü’minlerin kalplerine sekine [güven-moral-mutluluk] indirendir. Göklerin ve yerin orduları da yalnızca Allah'ındır. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır. (Fetih/4)

Ve gevşemeyin, üzülmeyin! Ve eğer inananlar iseniz, en üstün olan sizsiniz. (Âl-i İmrân/139)

Ey iman etmiş kimseler! Başarmanız için, bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çokça anın. (Enfâl/45)

De ki: “Ey mülkün mâliki Allahım! Sen mülkü dilediğin kimseye verirsin, dilediğin kimseden de mülkü çeker alırsın, dilediğin kimseyi güçlü kılarsın, dilediğin kimseyi de zelîl edersin. Hayır Senin elindedir. Şüphesiz Sen, her şeye güç yetirensin! (Âl-i İmrân/26)

Nice peygamberler de vardı ki, kendileriyle beraber birçok Allah erleri savaştılar; Allah yolunda kendilerine isâbet eden şeylerden gevşemediler, zaafa düşmediler ve boyun eğmediler. Ve Allah, sabredenleri sever. Onların sözleri de sadece, “Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki aşırılıklarımızı bağışla ve ayaklarımızı sâbitle, kâfirler toplumun karşı bize yardım et!” idi. (Âl-i İmrân/146-147)

Bu pasajdaki, Sonra da, Allah'ın izniyle onları [Câlût ve ordusunu] bozguna uğrattılar. Dâvûd da Câlût'u öldürdü ifadesi üzerinde dikkatlice durulması gerekir:

DÂVÛD'UN GOLYAT'I ÖLDÜRMESİ

Savaşmak üzere ordularını bir araya getiren Filistliler, Yahuda'nın Soko Kenti'nde toplandılar. Soko ile Azeka Kenti arasındaki Efes-Dammim'de ordugah kurdular. Saul ile İsrâîlliler de toplandılar. Ela Vâdisi'nde ordugah kurup Filistliler'e karşı savaş düzeni aldılar. Filistliler tepenin bir yanında, İsrâîlliler de karşı tepede yerlerini aldı. Aralarında vâdi vardı. Filist ordugahından Gatlı Golyat adında usta bir dövüşçü ortaya çıktı. Boyu 6 arşın 1 karıştı. Başına tunç miğfer takmış, pullu bir zırh kuşanmıştı. Tunç zırhın ağırlığı 5.000 şekeldi. Baldırları zırhlarla korunmuştu. Omuzları arasında tunç bir pala asılıydı. Mızrağının sapı dokumacı tezgahının sırığı gibiydi. Mızrağın demir başının ağırlığı 600 şekeldi. Golyat'ın önüsıra kocaman kalkanını taşıyan bir adam yürüyordu. Golyat durup İsrâîl ordusuna, “Neden savaş düzeni aldınız?” diye haykırdı, “Ben Filistli'yim, sizse Saul'ün kölelerisiniz. Aranızdan karşıma çıkacak birini seçin. Dövüşte beni yenip öldürebilirse, biz sizin köleniz oluruz. Ama ben üstün gelip onu yok edebilirsem, siz bizim kölemiz olur, bize kulluk edersiniz.” Filistli Golyat konuşmasını şöyle sürdürdü: “Bugün İsrâîl ordusuna meydan okuyorum! Benimle dövüşecek birini çıkarın karşıma!” Filistli'nin bu sözlerini duyunca, Saul de İsrâîlliler de çok korkup dehşet içinde kaldılar. Dâvûd Yahuda'nın Beytlehem Kenti'nden Efratlı Yişay adında bir adamın oğluydu. Yişay'ın sekiz oğlu vardı. Saul'ün krallığı döneminde Yişay'ın yaşı oldukça ilerlemişti. Yişay'ın üç büyük oğlu Saul'le birlikte savaşa katılmıştı. Savaşa giden en büyük oğlunun adı Eliav, ikincisinin adı Avinadav, üçüncüsünün adıysa Şamma'ydı. Dâvûd en küçükleriydi. Üç büyük oğul Saul'ün yanındaydı. Dâvûd ise babasının sürüsüne bakmak için Saul'ün yanından ayrılıp Beytlehem'e gider gelirdi. Filistli Golyat kırk gün boyunca sabah-akşam ortaya çıkıp meydan okudu. Bir gün Yişay, oğlu Dâvûd'a şöyle dedi: “Kardeşlerin için şu kavrulmuş bir efa buğdayla on somun ekmeği al, çabucak ordugaha, kardeşlerinin yanına git. Şu on parça peyniri de birlik komutanına götür. Kardeşlerinin ne durumda olduğunu öğren ve iyi olduklarına ilişkin bir belirti getir. Kardeşlerin Saul ve öbür İsrâîlliler'le birlikte Ela Vâdisi'nde Filistliler'e karşı savaşıyorlar.” Ertesi sabah Dâvûd erkenden kalktı. Sürüyü bir çobana bıraktı. Yişay'ın buyurduğu gibi erzağı alıp yola koyuldu. Ordugaha vardığı sırada askerler savaş naraları atarak savaş düzenine giriyorlardı. İsrâîlliler'le Filistliler karşı karşıya savaş düzeni almışlardı. Dâvûd getirdiklerini levazım görevlisine bırakıp cepheye koştu; kardeşlerinin yanına varıp onları selâmladı. Dâvûd onlarla konuşurken, Gatlı Filistli, Golyat adındaki dövüşçü Filist cephesinden ileri çıkarak daha önce yaptığı gibi meydan okudu. Dâvûd bunu duydu. İsrâîlliler Golyat'ı görünce büyük korkuyla önünden kaçıştılar. Birbirlerine, “İsrâîl'e meydan okumak için ortaya çıkan şu adamı görüyorsunuz ya!” diyorlardı, “Kral onu öldürene büyük bir armağanın yanısıra kızını da verecek. Babasının ailesini de İsrâîl'e vergi ödemekten muaf tutacak.” Dâvûd, yanındakilere, “Bu Filistli'yi öldürüp İsrâîl'den bu utancı kaldıracak kişiye ne verilecek?” diye sordu, “Bu sünnetsiz Filistli kim oluyor da yaşayan Tanrı'nın ordusuna meydan okuyor?” Adamlar daha önce verilmiş olan söze göre Golyat'ı öldürecek kişiye neler verileceğini anlattılar. Ağabeyi Eliav Dâvûd'un adamlarla konuştuğunu duyunca öfkelendi, “Ne işin var burada?” dedi, “Çöldeki üç-beş koyunu kime bıraktın? Ne kadar kendini beğenmiş ve ne kadar kötü yürekli olduğunu biliyorum. Sadece savaşı görmeye geldin.” Dâvûd, “Ne yaptım ki?” dedi, “Bir soru sordum, o kadar.” Sonra başka birine dönüp aynı soruyu sordu. Adamlar öncekine benzer bir yanıt verdiler. Dâvûd'un söylediklerini duyanlar Saul'e ilettiler. Saul onu çağırttı. Dâvûd, Saul'e, “Bu Filistli yüzünden kimse yılmasın! Ben kulun gidip onunla dövüşeceğim!” dedi. Saul, “Sen bu Filistli'yle dövüşemezsin” dedi, “çünkü daha gençsin, o ise gençliğinden beri savaşçıdır.” Ama Dâvûd, “Kulun babasının sürüsünü güder” diye karşılık verdi, “bir aslan ya da ayı gelip sürüden bir kuzu kaçırınca, peşinden gidip ona saldırır, kuzuyu ağzından kurtarırım. Eğer aslan ya da ayı üzerime gelirse, boğazından tuttuğum gibi vurur öldürürüm. Kulun aslan da, ayı da öldürmüştür. Bu sünnetsiz Filistli de onlar gibi olacak. Çünkü yaşayan Tanrı'nın ordusuna meydan okudu. Beni aslanın, ayının pençesinden kurtaran Rabb, bu Filistli'nin elinden de kurtaracaktır.” Saul, “Öyleyse git, Rabb seninle birlikte olsun” dedi. Sonra kendi giysilerini Dâvûd'a verdi; başına tunç miğfer taktı, ona bir zırh giydirdi. Dâvûd giysilerinin üzerine kılıcını kuşanıp yürümeye çalıştı. Çünkü bu giysilere alışık değildi. Saul'e, “Bunlarla yürüyemiyorum” dedi, “çünkü alışık değilim.” Sonra giysileri üzerinden çıkardı. Değneğini alıp dereden beş çakıl taşı seçti. Bunları çoban dağarcığının cebine koyduktan sonra sapanını alıp Filistli Golyat'a doğru ilerledi. Filistli de, önünde kalkan taşıyıcısı, Dâvûd'a doğru ilerliyordu. Dâvûd'u tepeden tırnağa süzdü. Kızıl saçlı, yakışıklı bir genç olduğu için onu küçümsedi. “Ben köpek miyim ki, üzerime değnekle geliyorsun?” diyerek kendi ilâhlarının adıyla Dâvûd'u lânetledi. “Bana gelsene! Bedenini gökteki kuşlara ve kırdaki hayvanlara yem edeceğim!” dedi. Dâvûd, “Sen kılıçla, mızrakla, palayla üzerime geliyorsun” diye karşılık verdi, “bense meydan okuduğun İsrâîl ordusunun Tanrısı, Her Şeye Egemen Rabbin adıyla senin üzerine geliyorum. Bugün Rabb seni elime teslim edecek. Seni vurup başını gövdenden ayıracağım. Bugün Filistli askerlerin leşlerini gökteki kuşlarla yerdeki hayvanlara yem edeceğim. Böylece bütün dünya İsrâîl'de Tanrı'nın var olduğunu anlayacak. Bütün bu topluluk Rabbin kılıçla, mızrakla kurtarmadığını anlayacak. Çünkü savaş zaten Rabbindir! O sizi elimize teslim edecek.” Golyat saldırmak amacıyla Dâvûd'a doğru ilerledi. Dâvûd da onunla dövüşmek üzere hemen Filist cephesine doğru koştu. Elini dağarcığına sokup bir taş çıkardı, sapanla fırlattı. Taş Filistli'nin alnına çarpıp saplandı. Filistli yüzükoyun yere düştü. Böylece Dâvûd Filistli Golyat'ı sapan ve taşla yendi. Elinde kılıç olmaksızın onu yere serdi. Sonra koşup üzerine çıktı. Golyat'ın kılıcını tutup kınından çektiği gibi onu öldürdü ve başını kesti. Kahraman Golyat'ın öldüğünü gören Filistliler kaçtılar. İsrâîlliler'le Yahudalılar kalkıp Gat'ın girişine ve Ekron kapılarına kadar nara atarak onları kovaladılar. Filistliler'in ölüleri Gat'a, Ekron'a kadar Şaarayim yolunda yerlere serildi. Filistliler'i kovaladıktan sonra geri dönen İsrâîlliler Filist ordugahını yağmaladılar. Dâvûd Filistli Golyat'ın başını alıp Yeruşalim'e götürdü, silâhlarını da kendi çadırına koydu. Saul, Dâvûd'un Golyat'la dövüşmeye çıktığını görünce, ordu komutanı Avner'e, “Ey Avner, kimin oğlu bu genç?” diye sormuştu. Avner de, “Yaşamın hakkı için, ey kral, bilmiyorum” diye yanıtlamıştı. Kral Saul, “Bu gencin kimin oğlu olduğunu öğren” diye buyurmuştu. Dâvûd Golyat'ı öldürüp ordugaha döner dönmez, Avner onu alıp Saul'e götürdü. Golyat'ın kesik başı Dâvûd'un elindeydi. Saul, “Kimin oğlusun, delikanlı?” diye sordu. Dâvûd, “Kulun Beytlehemli Yişay'ın oğluyum” diye karşılık verdi.[265]

Buradan da anlaşılacağı üzere savaş, akıl ve eğitim ile kazanılıyor. Akıllı ve eğitimli tek kişi savaşın kaderini değiştirebiliyor. Allah'ın bu pasajda mü’minlere vermek istediği mesaj da budur. Kalabalık ve kaba güce güvenmeyip harp taktikleri geliştirilmeli ve Dâvûd örnek alınmalıdır. Bugün savaşı binlerce kilometreden kontrol eden ve bir tuşa basarak can ve mal zayiatı vermeden zafer elde edenler, kâfirler değil Müslümanlar olmalıydı! Bir başka uyarı:

Ve siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin ve savaş atları hazırlayın ki, onlarla hem Allah'ın düşmanlarını, hem de kendi düşmanlarınızı, ayrıca Allah'ın bilip de sizin bilmediğiniz daha başkalarını korkutasınız. Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz hakksızlığa uğratılmayacaksınız. (Enfâl/60)BLOK]

SAVAŞIN GEREKLİLİĞİ

Âyetteki, Eğer Allah, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla savması olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı [bozulur giderdi]. Fakat Allah, âlemler üzerinde büyük bir lütuf sahibidir ifadesiyle, savaşın yararları ve mü’minlere savaş emrinin Allah'ın lütfu olduğu bildirilmektedir. Bu ifade Hacc sûresi'nde de geçmektedir:

Kendilerine savaş açılan kimselere kendileri zulme uğramaları; onlar, başka değil, sırf “Rabbimiz Allah'tır” dedikleri için hakksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle izin verildi. Ve şüphesiz ki Allah onları zafere ulaştırmaya gücü yetendir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yerle bir edilirdi. Allah, Kendisine yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir. (Hacc/39-40)

253. İşte elçiler; Biz onların bazısını bazısı üzerine fazlalıklı kıldık. Onlardan bir kısmı Allah'ın konuştuğu ve bazısının derecelerini fazlalıklı kıldığı kimselerdir. Ve Meryem oğlu Îsâ'ya açık kanıtlar verdik ve o'nu Rûhu'l-Kudüs ile destekledik. Ve eğer Allah dileseydi onların ardından gelenler, açık mesajlar kendilerine ulaştıktan sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Velâkin ayrılığa düştüler de onlardan bazısı iman etti, bazısı inkâr etti. Ve eğer Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Velâkin, Allah dilediğini yapar.

Bu âyette, inananların elçilere nasıl bakması gerektiği bildirilmektedir. Âyetten anlaşıldığına göre her elçinin kendine has bir özelliği olup birbirlerinden farklılıkları söz konusudur. Bu gerçeği ifade eden başka âyetler de vardır:

Ve Rabbin göklerde ve yerde olan kimseleri en iyi bilendir. Ve andolsun ki Biz, peygamberlerin kimini kiminin üzerine fazlalıklı kıldık. Biz, Dâvûd'a da Zebur'u verdik. (İsrâ/55)

Âyette geçen ve üzerinde hassasiyetle durulması gereken faddalnâ sözcüğü, manevî üstünlüğü değil, nesnel çokluğu ifade eder. Sözkonusu fazlalıklı kılınma; bilgi, bedensel güç, cesaret, hitap yeteneği, meslekî maharet, sanatkârlık, hem peygamber hem hükümdar olmak gibi şeylerdir.

Elbette elçiler Allah katında eşit değildir. Ama Allah kimin kimden daha mükerrem olduğunu bildirmemiştir. Bu nedenle mü’minler, peygamberleri üstünlük yarışına sokmamalı, tutumları şu âyetlerdeki gibi olmalıdır:

Elçi, kendi Rabbi'nden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine iman ettiler: “Biz Allah'ın elçileri arasında ayırım yapmayız.” Ve “Biz duyduk ve itaat ettik. Rabbimiz, bağışlamanı dileriz, dönüş ancak Sanadır” dediler. (Bakara/285)

De ki: “Biz Allah'a, bize indirilene [Kur’ân'a], İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya‘kûb'a ve torunlarına indirilene, Mûsâ'ya, Îsâ'ya ve peygamberlere Rabb'lerinden verilenlere inandık. Onlardan hiç biri arasında ayırım yapmayız. Ve biz yalnız O'na teslim olanlarız”. (Âl-i İmrân/84)

Kimisi, bazı âyetleri yanlış te’vîl ederek ve uydurma mucizelere dayanarak, Muhammed'in; kimisi, meleklerin secde etmesi ve ilk peygamber olması hasebiyle Âdem'in; kimisi, Kur’ân'da en çok Mûsâ'dan bahsedilmesi ve Allah'ın o'nunla aracısız konuşması nedeniyle Mûsâ'nın; kimisi beşikte iken peygamber olması ve ölüleri diriltmesi sebebiyle Îsâ'nın; kimisi, yüce bir mekana ref edildiği için İdris'in; kimisi de Allah'ın dost edinmesi ve Rasûlullah'a da o'nun dinine uymayı emretmesi dolayısıyla İbrâhîm'in; kimisi, demiri ezmiş olmasından hareketle Dâvûd'un; kimisi de rüzgâra, cinlere, kuşlara, şeytânlara hükmetmiş olması nedeniyle Süleymân'ın en üstün olduğunu iddia etmiştir ki bütün bunlar, gaybı taşlamaktan başka bir şey değildir. Mü’mine düşen, haddini bilmek ve peygamberler arasında ayırım yapmamaktır.

254. Ey iman etmiş kimseler! Kendisinde hiçbir alış-verişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan infak edin. Ve kâfirler, zâlimlerin ta kendileridir.

Burada konu yine infaka getirilmiş, özetle kullara, “âhiretle ilgili faydaları dünyada elde etmeye çalışın. Çünkü bu faydaları âhirette elde etmeniz mümkün olmaz” mesajı verilmiştir. Zira insan âhirette yapayalnız olup kimseden yardım görmeyecek, yakın bildikleri de kendisinden uzaklaşıp kaçacaklardır. İnsana sadece dünyadaki inancı ve amelleri eşlik edecektir. Bu gerçek, onlarca âyette dile getirilmiş ve kullar uyarılmıştı:

O gün muttakiler hariç tüm izdaşlar [birbirinin izinden gidenler], birbirlerine düşmandırlar. (Zuhruf/67)

İnsanlardan kimi de Allah'ın astlarından birtakım eşler tutan kimselerdir. Onları, Allah'ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman etmiş kimseler, Allah'a sevgi yönünden daha kuvvetlidir. Ve o zulmeden kimseler, azabı görecekleri zaman; kendilerine uyulan kimseler, azabı görerek kendilerine uyanlardan kaçıp uzaklaştıkları ve azabı gördükleri ve kendileriyle bağlar kesildiği zaman, bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke görselerdi. (Bakara/165-166)

Ve o [İbrâhîm] dedi ki: “Siz, sırf aranızdaki dünya hayatında sevgi için Allah'ın astlarından birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyâmet günü, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz kiminizi lânetleyecektir. Varacağınız yer de cehennemdir. Ve sizin için yardımcılardan da yoktur.” (Ankebût/25)

Onlar, onun içinde birbirleriyle çekişirlerken dediler ki: “Vallahi biz, gerçekten apaçık bir sapıklık içinde idik. Çünkü biz sizi, âlemlerin Rabbi ile bir seviyede tutuyorduk. Ve bizi yalnızca o günahkârlar saptırdı. Artık bizim için şefaatçilerden hiçbir kimse ve candan bir velî yoktur. Ah keşke bizim için bir geri dönüş olsaydı da biz de mü’minlerden olsaydık!” (Şu‘arâ/96-102)

Nafaka cinsinden neyi infak ettiyseniz veya adak türünden ne adadıysanız şüphesiz Allah, onu bilir. Ve zâlimler için herhangi bir yardımcı yoktur. (Bakara/270)

Sonra, şiddetle çarpanın çıkardığı korkunç ses geldiği zaman; bir gün ki o, kişi kaçar kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden, oğullarından. O gün onlardan her kişi için kendisini boş bırakmayacak bir uğraş vardır. (Abese/33-37)

Ey insanlar! Rabbinizden sakının; şüphesiz o Sâ‘at'in sarsıntısı çok büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden vazgeçer. Ve her hâmile kadın taşıdığını düşürür. Ve sen insanları sarhoş olmadıkları hâlde hep sarhoş görürsün. Ama Allah'ın azabı çok şiddetlidir. (Hacc/1-2)

Bugün artık sizden fidye alınmaz, kâfirlerden de. Sizin varacağınız yer ateştir. O, size yaraşandır. O, ne kötü bir dönüş yeridir! (Hadîd/15)

Ve andolsun ki, siz, sizi ilk defa yarattığımız zamanki gibi yapayalnız/teker teker Bize geldiniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. Ve içinizde kendilerinin ortaklar olduğuna inandığınız şefaatçilerinizi sizinle beraber görmüyoruz. Andolsun aranızda kesilme olmuş ve yanlış inandığınız şeyler kaybolmuştur. (En‘âm/94)

O [inkârcı kişi], gayba muttali oldu ya da Rahmân katında bir söz mü aldı? Hayır, hayır... [Onun zannettiği gibi değil…] Biz onun söylediği şeyleri yazarız ve onun için azaptan uzattıkça uzatırız. Ve o söylediği şeylere Biz mirasçı olacağız ve o, Bize tek başına gelecektir. (Meryem/78-80)

Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden adl [fidye] kabul edilmeyeceği, şefaatin hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve onların yardım olunmadığı güne takvâlı davranın. (Bakara/123)

Ve dinlerini oyun ve eğlence edinmiş/oyun ve eğlenceyi kendilerine din edinmiş, dünya hayatı kendilerini aldatmış olan kimseleri bırak ve onunla [Kur’ân ile] hatırlat/öğüt ver: Bir kişi, kendi elinin üretip kazandığıyla helake düşerse, onun için Allah'ın astlarından bir velî [yakın kimse] ve şefaatçi söz konusu olmaz. Her türlü dengi denkleştirse de [suçuna karşı her türlü bedeli ödemeyi istese de] ondan alınmaz. İşte bunlar, kazandıkları ile helake düşen kimselerdir. Nankörlük ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır. (En‘âm/70)

Ve iş bitince şeytân onlara, “Şüphesiz ki Allah size gerçek vaadi vaad etti, ben de size vaad ettim, hemen de caydım. Zaten benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi çağırdım siz de bana icabet ettiniz. O nedenle beni kınamayın, nefsinizi [kendinizi] kınayın! Ben sizi kurtaramam, siz de benim kurtarıcım değilsiniz! Şüphesiz ben, önceden beni Allah'a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim” dedi. –Şüphesiz zâlimler, kendileri için acı bir azap olanlardır!– (İbrâhîm/22)

Konumuz olan âyet ile zikrettiğimiz âyetlerin mesajı şu âyette özet olarak verilmiştir:

Sizden birinize ölüm gelip de, ‘Rabbim! Beni yakın bir süreye [ecele] kadar geciktirsen ben de böylece sadaka versem ve sâlihlerden olsam’ demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin. (Münâfikûn/10)

255. Allah, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayandır, hayy'dır, kayyûm'dur. Kendisini uyuklama ve uyku yakalamaz. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca O'nun içindir. Kendisinin izni olmadan yanında şefaat edecek olan kimmiş? O, onların önlerinde ve arkalarında olan şeyleri bilir. Onlar ise, O'nun dilediğinden başka ilminden hiç bir şeyi kavrayamazlar. O'nun kürsüsü, gökleri ve yeryüzünü kucaklamıştır. Onların ikisinin de korunması O'na zor gelmez. Ve O, alî'dir, azîm'dir.

Müstakil bir necm olan bu âyet, evvelki âyetlere de sonraki âyetlere de bağlanabilir. Ama müstakil olup Allah'ın sıfatları ve varlıklarla ilişkisi ciheti ön planda tutulmalıdır. Âyetin açık olan ifadesinde Allah'ın şu vasıfları vurgulanmıştır:

* Allah, Kendisinden başka ilâh olmayandır.

* Hayy'dır [her zaman diridir], kayyûm'dur [her şeyi ayakta tutan, koruyan ve kâinatın idaresini yürüten, Kendisine hiçbir şeyin gizli kalmadığı zattır].

* Kendisini uyuklama ve uyku tutmaz.

* Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca O'nun mülküdür.

* O'nun izni olmadan yanında kimse şefaat edemez.

* Allah, varlıkların önlerinde ve arkalarında olan şeyleri bilir.

* Varlıklar, dilediğinden başka O'nun ilminden hiç bir şeyi kavrayamazlar.

* Allah'ın kürsüsü, gökleri ve yeryüzünü kucaklamıştır.

* Göklerin ve yeryüzünün korunması Allah'a zor gelmez.

* O, alî'dir, azîm'dir.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. March 2010, 01:02 AM   #38
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Allah Kendisini şu âyetlerde de toplu olarak tanıtmaktadır:

De ki: “O, bir tek olan Allah'tır, Samed olan Allah'tır, doğurmamış ve doğurulmamıştır. Ve hiçbir şey O'na; sadece O'na denk olmamıştır.” (İhlâs/1-4)

O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, rahmân'dır, rahîm'dir. O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. O, melik, kuddûs, selâm, mü’min, müheymin, azîz, cebbâr, mütekkebbir'dir. Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. O, hâlık, bâri, musavvir Allah'tır. En güzel isimler O'nun içindir. Göklerde ve yerde olanlar O'nun için tesbih ederler. Ve O, azîz'dir hakîm'dir. (Haşr/22-24)

Allah'ın kayyûm sıfatı şu âyetlerde detaylandırılmıştır:

Peki, kazandığı şeyler ile birlikte her bir nefsin [kişinin] üzerinde ayakta duran o kişi kimdir? Onlar ise Allah'a ortaklar kıldılar. De ki: “Onları isimlendirin! Yoksa siz O'na yeryüzünde bilmediği bir şey mi haber vereceksiniz? Yoksa sözden açık olanı mı? Aslında şu, küfre sapmış olan kişilere planları güzel gösterildi de yoldan saptırıldılar. Allah kimi saptırırsa, artık onun için yol gösteren kimse yoktur. (Ra‘d/33)

Hiç şüphesiz gökleri ve yeryüzünü yok oluvermekten, Allah tutuyor. Andolsun ki eğer onlar [gökler ve yeryüzü] yok oluverirlerse, onları O'ndan sonra kimse tutamaz. Gerçekten O, çok yumuşak davranan, çok bağışlayandır. (Fâtır/41)

Âyetteki, O, onların önlerinde ve arkalarında olan şeyleri bilir ifadesi, “onların dünya ve âhiretteki konumlarını, geçmiş ve geleceklerini bilir” demektir. Onlar ise, O'nun dilediğinden başka ilminden hiç bir şeyi kavrayamazlar ifadesi ise, insanların Allah katındaki bilgiyi, ancak O'nun dilemesiyle alabileceğini ifade eder.

EL-KÜRSÎ

Âyetteki, O'nun kürsüsü, gökleri ve yeryüzünü kucaklamıştır ifadesindeki الكرسىّ [kürsî] kelimesi, “bir şeyin üst üste binmesi” anlamındaki كرس [k-r-s] kökünün türevlerinden olup “üzerine oturulan ve dayanılan şey” demektir[266] ki bunu, “iktidar koltuğu” olarak niteleyebiliriz. Nitekim bu sözcük, “bilgi ve kudret” anlamında da kullanılmaktadır. Çünkü ilim ve kudret, iktidarda olanın olmazsa olmaz vasfıdır. Buradan hareketle âyetteki ifadenin, “O'nun bilgisi ve iktidar gücü gökleri ve yeryüzünü kaplamıştır, O'nun bilgi ve kudreti dahilinde olmayan hiçbir şey yoktur” şeklinde anlaşılması gerekir.

Allah'ın bu sıfatı, “arşa istiva” şeklinde de geçmişti:

O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratandır. Sonra da O, semayı istiva etti [egemenlik kurdu]; onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi en iyi bilendir. (Bakara/29)

Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş üzerine istiva eden, gündüzü, durmadan kovalayan gece ile bürüyen ve güneş, ay ve yıldızları emrine boyun eğmiş olarak yaratan Allah'tır. İyi biliniz ki yaratma ve emir sadece O'na özgüdür. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne cömerttir! (A‘râf/54)

Rahmân, Arş üzerine istiva etmiştir [egemenlik kurmuştur]. Göklerde olan şeyler, yeryüzünde olan şeyler, bu ikisinin arasında olan şeyler ve nemli toprağın altında bulunan şeyler yalnızca O'nundur [Rahmân'ındır]. Sen sesini yükseltirsen, O [Rahmân] şüphesiz gizliyi ve gizlinin gizlisini bilir. Allah, Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. En güzel isimler sadece O'nundur. (Tâ-Hâ/5-8)

Âyetteki, Onların ikisinin de korunması O'na zor gelmez ifadesiyle, Ehl-i Kitabın Allah hakkındaki görüşleri reddedilmektedir. Bu konu Kaf/38'de de geçmişti. Oradaki açıklamaları aynen aktarıyoruz:

Ve kesinlikle Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattık. Ve Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı. (Kâf/38)

ALTI GÜN/ALTI DEVRE

اليوم [yevm] sözcüğü, Türkçe'ye “gün” olarak çevrilebildiği gibi, “devir” olarak da çevrilebilir. Çünkü Arapça'da yevm sözcüğü, hem “gündüz ve geceden oluşan 24 saatlik bir devir [gün]” anlamına, hem de genel olarak “devir [hangi müddet olursa olsun, zamandan bir müddet]” anlamına gelir. Nitekim Secde/5'de, 1.000 senelik bir yevm'den, Me‘âric/4'de ise 50.000 senelik bir yevm'den bahsedilmek sûretiyle, yevm sözcüğünün belirli bir ölçüdeki “devir”i değil de genel anlamda bir “devir”i ifade ettiği Kur’ân tarafından da teyit edilmiştir.

Eğer yevm sözcüğü, Kur’ân'a aykırı olarak “24 saatlik gün” anlamında kabul edilirse, evrenin ve yeryüzünün “altı yevm”de yaratıldığını söyleyen Kur’ân âyetleri de [A‘râf/54, Hûd/7, Yûnus/3, Furkân/59, Secde/4, Hadîd/4] yanlış anlaşılmış olur. Çünkü bu takdirde söz konusu âyetlerden, evrenin ve yeryüzünün her biri 24 saat olan 6 günde yaratılmış olduğu anlaşılır ki, daha güneşin ve dünyanın varlık âleminde olmadığı, yani gece ve gündüzden oluşan 24 saatlik bir gün'ün evrende mevcut olmadığı bir dönemdeki yaratılışa ait sürenin, güneş, dünya ve insanlar var olduktan sonraki döneme ait bir ölçü ile ifade edilmiş olması mantıklı bir ihtimal gibi gözükmemektedir. Zaten bilim de, evrenin ve yeryüzünün oluşumuna dair elde ettiği bulgular sonucunda kabul ettiği kuramlarla bu süreyi “milyarlarca yıl” ile ifade etmektedir. Dolayısıyla âyetteki altı gün'ün, “altı devir” olarak anlaşılması gerekir.

Yevm sözcüğünün buradaki anlamının “devir” olarak kabulü, bize Kur’ân'ın bir mucizesini daha görme imkânı vermektedir. Bilindiği gibi günümüzde elde edilmiş kozmolojik bulgular, evrenin (dolayısıyla dünyanın) birtakım evrelerden geçerek bugünkü durumuna geldiğini göstermektedir:

Genişleyen evren modellerinin hemen hepsi, evrenin yaşam öyküsü üzerinde uyuşmaktadır. ... Başlangıçta evren, sıcaklığı K gibi olağanüstü yüksek proton, nötron, elektron, pozitron ve nötrino gibi temel parçacıklardan oluşmuş, sonsuz yoğun bir ortamdı. Bu ortama enerji egemendi. … Patlamadan 100 saniye kadar sonra sıcaklık K'e düşmüş ve temel parçacıklar daha ağır çekirdekleri oluşturmak üzere birleşmeye başlamıştır. ... Bundan sonraki 1.000.000 yıl boyunca evren, fotonların kurtulup uzaya yayılamadığı yıldız çekirdeği gibi sıcak ve mat bir yapıda kalmıştır. Bu zaman süresinde sıcaklık yavaş yavaş 3.000 K'e düşmüş, yoğunluk da 1.000 olmuştur. Bu noktadan sonra ışınım uzaya kaçmaya başlamıştır. ... Uzayda yayılan madde, kütle çekimi kuvvetinin etkisiyle kümeler biçiminde toplanmaya başlamıştır. Böylece ışınım çağı sona ermiş ve yıldız çağı olarak adlandırılan yeni bir süreç başlamış, gökadaların ve yıldızların oluşumu gelişmiştir. ... Bu modellerin kanıtlanmasına yönelik araştırmalar, evrenin en uzak geçmişine karşılık gelen en uzak bölgelerinin incelenmesiyle sürdürülmektedir.

Keza dünya da bugünkü durumuna bir gaz bulutuyla başlayan ve çeşitli evrelerden oluşan bir süreç ile gelmiştir. İşte Kur’ân, evrenin ve dünyanın “altı yevm”de [devirde] yaratıldığını bildirerek bugünkü bilimsel bulgularla varılan sonucu, yani oluşumun evreler, devirler hâlinde gerçekleştiğini 14 asır önceden ilân etmiş ve bir mucizesini daha gözler önüne sermiştir.

Sonra duman hâlinde bulunan göğe yerleşti/egemenlik kurdu da ona ve yeryüzüne, “İsteyerek veya istemeyerek gelin!” dedi. İkisi de, “Biz isteyerek geldik” dediler. (Fussilet/11)

YAHUDİ İNANIŞININ REDDEDİLMESİ

Yahûdi inanışına göre âlemi yaratmaya Pazar günü başlayan Allah, yaratma işini altı günde tamamlayarak Cuma günü bitirmiş ve Cumartesi günü de arşının üzerine sırt üstü yatarak dinlenmiştir. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 2:2'de yer alan bu efsanedeki, Allah'ın yedinci gün istirahat ettiğine dair olan ifade, Hristiyan papazları rahatsız etmiş olmalı ki, Kitab-ı Mukaddes'in Türkçe ve Arapça yeni tercümelerinde “istirahat etti” ifadesi, “serbest kaldı” şeklinde değiştirilmiştir. Ama, King James'in meşhur İncîl'inde, “Ve O yedinci günde dinlendi” ifadesi, And he rested on the seventh day kelimeleri ile mevcuttur. Bu ifade, İncîl'in Arapça tercümelerinde yer aldığı gibi, Yahûdilerce 1954 senesinde Philadelphia'da yayınlanan İngilizce tercümede de aynen yer almaktadır.

Bu yanlış inanış, yukarıda da söylediğimiz gibi, bilim tarafından milyarlarca yıl ile ifade edilen bir sürecin, ancak Sümerler veya Bâbillilere dayanan bir zaman ölçüsü [hafta] ile ifade edilmesi şeklinde ortaya konmuş bir mantıksızlık ve bilime aykırılık içermekte olduğundan, akıl ve bilim tarafından dışlanmış durumdadır. Rabbimiz de bu yanlış inancı 38. âyetteki, Ve Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı ifadesiyle daha 14 asır önceden reddetmiştir. Yüce Allah tarafından reddedilmesine, akıl ve bilim tarafından dışlanmasına rağmen bu yanlış inancın hâlâ devam ediyor olması, bizce Tevrât'taki âyetin iyi anlaşılmamasından veya tahrif edilmiş olmasındandır.

38. âyetteki ifade, Yahûdilerin yanlış inançlarını reddettiği kadar, müşriklerin ölümden sonra dirilmenin mümkün olmadığı yolundaki inançlarını da reddetmektedir. 15. âyette, Peki Biz ilk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, ama onlar yeni bir yaratılıştan kuşku içindedirler ifadesiyle kınanan müşriklere, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin yaratılması kanıt gösterilerek âdeta şöyle denmiştir: “Biz ilk yaratmadan dolayı yorulmadık ki, ikinci kez iadeye, yeniden yaratmaya kadir olmayalım...”

Gerçekten de, gözlerimizin önündeki muhteşem evren ve hayret verici yaratıklar düşünüldüğünde, bütün bunları yoktan var ederken hiç yorulmayan bir Güc'ün ölüleri de diriltebilecek olması hiç de mantıksız bir kıyas değildir. Üstelik insanın yaratılışı, göklerin ve yeryüzünün yaratılışına göre çok daha basit ve önemsiz bir şeydir.

Bu açıklamalardan sonra âyetin takdiri şöyle yapılabilir: “Yani, gerçek şu ki, bütün kâinatı Biz altı günde yarattık. Onu yarattığımızdan dolayı da yorulmadık. Böyle olunca onu yeniden yaratmaya gücümüzün yetmeyeceğini kim iddia edebilir? Bu zavallı câhiller, öldükten sonra dirilme haberini senden duyunca seninle alay etmeye ve sana deli demeye başlarlarsa buna sabret, sükûnetle onların manasız sözlerini dinle ve açıklamakla görevli olduğun hakikati onlara açıklamaya devam et.”[267]

“Âyete'l-Kürsi” olarak bilinen bu âyet hakkında, maalesef Rasûlullah'ın adı kullanılarak birçok safsata uydurulmuştur. Bunların zikrini gereksiz buluyoruz.

256. Dinde zorlama/tiksindirme yoktur; rüşd ğayden [iman küfürden, iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan] kesinlikle iyice ayrılmıştır. O hâlde kim tâğûtu tanımayıp Allah'a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.

Bu âyette, dinde zorlamanın/tiksindirmenin olmadığı ve olmaması gerektiği gerekçeleriyle açıklanmaktadır.

Allah, insanlara irâde ve seçme hakkı tanımıştır. İnanç bir gönül işi olduğundan insanların kalplerine nüfuz etmek ve beyinlerini kontrol etmek mümkün değildir. İnanç konusunda insanları zorlamanın, ikiyüzlü kimseler üretmekten başka bir işe yaramadığı tecrübeyle sâbittir. Ayrıca cebr/zorlama ve baskı, imtihan esprisine de aykırıdır. O nedenle Yüce Allah insanları bu konuda özgür bırakmıştır. Bu konudaki onlarca âyetten bir kaçını nakletmekle yetiniyoruz.

Ve de ki: “O hakk [gerçek], Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” Şüphesiz Biz zâlimler için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O ne kötü bir içecektir! Dayanma/sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür! (Kehf/29)

Şüphesiz âyetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapan kimseler Bize gizli kalmazlar. O hâlde ateşe atılacak olan kişi mi daha hayırlıdır, yoksa kıyâmet günü güven içinde gelecek kişi mi? İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki O [Allah], yaptığınız şeyleri en iyi görendir.

(Fussilet/40)

Doğrusu biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan edeceğiz bu nedenle onu işitici, görücü yaptık. Kuşkusuz biz ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör. (İnsan/2-3)

Benzer âyetler: En‘âm/35, 104-107, 149; Ra‘d/31; Şu‘arâ/3-4; Hûd/15, 28; Kâfirûn/6; Yûnus/99, 108; Teğâbün/2; Zümer/7, 15; Nahl/9, 36, 93, 99; Secde/13; Mâide/48; İsrâ/15, 18; Şûrâ/20, 48; Ğâşiye/21-22; Nisâ/80; Beled/10.

Kaynaklarda bu âyetin iniş sebebi ile ilgili şu bilgiler verilmiştir:

Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme Ensâr hakkında nâzil olmuştur. Çocuğu yaşamayan kadın, çocuğu yaşarsa onu Yahûdi yapacağına dair söz verirdi. Medîne'den sürülen Nadîroğulları arasında birçok Ensâr çocuğu vardı. “Çocuklarımızı bırakmayız!” demeleri üzerine Yüce Allah, Dinde zorlama yoktur, doğruluk ile sapıklık gerçekten apaçık meydana çıkmıştır buyruğunu indirdi.

Bir rivâyette de şöyle denilmektedir: “Biz bir işi yaparken onların dinlerinin bizim üzerinde bulunduğumuz dinden daha üstün olduğu görüşünde idik. Allah bize İslâm'ı gönderince, onları [çocuklarımızı] İslâm'a girmek üzere zorlamayı düşündük. Bunun üzerine, Dinde zorlama yoktur âyeti nâzil oldu. Artık (o çocuklardan) isteyen onlara [Yahûdilere] katılır, isteyen de İslâm'a girerdi.[268]

es-Süddî der ki: Bu âyet-i kerîme iki tane oğlu bulunan Ensârdan Ebû Husayn hakkında nâzil olmuştur. Şam'dan Medîne'ye zeytinyağı getiren tacirler geldi. Bunlar çıkıp gitmek isteyince el-Husayn'ın iki oğlu onlara gittiklerinde bu tacirler oğullarını Hristiyanlığa davet ettiler. Bunlar da Hristiyanlığı kabul edip beraberlerinde Şam'a gittiler. Babaları Rasûlullah'ın (s.a) yanına gelerek durumlarından şikâyetçi oldu. Rasûlullah'ın (s.a) onları geri getirecek kimseler göndermesi arzusunu belirtti. Bunun üzerine, Dinde zorlama yoktur âyeti nâzil oldu. O güne kadar henüz Kitap Ehli ile savaşma emri verilmemiş ve şöyle buyurmuştu: “Allah onları uzaklaştırsın. Onlar ilk küfre girenlerdir.” Ebû Husayn onları geri getirmek üzere kimseyi göndermedi diye Peygamber'e (s.a) karşı içinde bir şeyler duydu. Bunun üzerine şanı yüce Allah, Hayır, Rabbine yemin olsun ki onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kılıp… iman etmiş olmazlar (Nisâ/65) âyetini indirdi. Daha sonra da, Dinde zorlama yoktur âyetini Tevbe sûresi'nde Kitap Ehli ile savaşma emri [Tevbe/29] ile neshetti.[269]

Bu çocuklar Şam'dan kuru üzüm getiren tacirler tarafından Hristiyanlaştırılmışlardı. Onlarla birlikte gitmeye kalkışınca babaları onları zorlamak istedi ve Rasûlullah'tan (s.a), onların peşinden birisini gönderme talebinde bulundu. Bunun üzerine bu âyeti kerîme nâzil oldu.[270]

Bu âyetlerde açıkça ifade edildiğine göre Allah, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini, hakk ile bâtılı açıkça beyân etmiş, ayrıca da herkese akıl ve seçme hürriyeti vermiştir. Bundan sonrası kişiye kalmıştır. Kimse baskı, işkence ve ölüm tehdidi ile dine girmeye zorlanamaz.

Âyetin son bölümündeki, O hâlde kim tâğûtu tanımayıp Allah'a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır ifadesiyle de, kimsenin yanlış tercihte bulunmaması gerektiği uyarısı yapılmaktadır. Zira, aklını kullanmayıp çevresindeki bunca kanıtı dikkate almayarak yanlış tercih yapanlar cezalarını bulacaklardır.

TÂĞÛT: Tâğût ile ilgili Alak sûresi'nde yaptığımız açıklamayı sunuyoruz:

Tâğût, “azgın, sapık, kötülük ve sapıklık önderi, zorba, şeytân, put, puthâne, kâhin, sihirbaz, Allah'ın hükümlerine sırt çeviren kişi ve kuruluş” anlamlarına gelir. Arapça tağa kökünden türetilmiştir. Tağâ fiilinin mastarı olan tuğyan ise, “Yüce Allah'a isyan etmek” demektir.

Tuğyan ile aynı kökten gelen tâğût kelimesi; “azgın, insanlara zorla hükmeden, kâfir, zorba kişi”yi ifade eder.

Kur’ân'da Allah mü’minlerin dostu ve yardımcısı; tâğût ise kâfirlerin dostu ve yardımcısı olarak gösterilmiş, mü’minlerin “Allah yolunda savaştıkları”, kâfirlerin ise “tâğût yolunda savaştıkları” ifade edilmiştir:

Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır, inkâr edenlerin ise dostları tâğûttur [azgın putlardır]. Onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. İşte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada temelli kalacaklardır. (Bakara/257)

İnananlar Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler ise tâğût [şeytân] yolunda savaşırlar. Şeytânın dostlarıyla savaşın. Esasen şeytânın hilesi zayıftır. (Nisâ/76)

Allah'ın indirdiği hükümlere muhalif olan ve onların yerine geçmek üzere hükümler icat eden her kişi ve kurum, tâğûttur.

Tâğût, Allah'a karşı isyan etmesinin yanısıra, O'nun kullarını kendisine kul edinmek gayretinde olandır. Bu işleviyle o, şeytân, papaz, dînî veya siyasî bir lider olabilir.

Yüce Allah, Andolsun ki, Biz her kavme “Allah'a ibâdet edin, tâğûta kulluk etmekten kaçının!” diye (tebliğ yapması için) bir peygamber göndermişizdir (Nahl/36); İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğût yolunda savaşırlar (Nisâ/76) âyetleriyle mü’minlere tâğût hakkında bilgi vermekte ve tâğûta karşı takınmaları gereken tavrı açıklamaktadır.

Her ne şekilde olursa olsun, insanlar tarafından Allah'ın hükümlerine muhalefet edecek şekilde konulan hükümler, “tâğûtî hükümler” olarak isimlendirilirler. Yüce Allah buyuruyor ki:

“Sana indirilen Kur’ân'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik” diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tâğûtun huzurunda muhakeme olmak [hükümlerine boyun eğmek] istiyorlar. Hâlbuki tâğûtu inkâr etmekle [kâfir saymakla, lânetlemekle] emrolunmuşlardı. Şeytân onları uzak bir sapıklığa saptırmak ister. (Nisâ/60)

Kendisinde böyle yetkiler görüp, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyip hevâ ve hevesleri doğrultusunda hükümler koyanlar, aynı zamanda “ilâhlık” iddiasındadırlar. Dolayısıyla Allah'ın hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere tâbi olanlar, tevhîd akidesinin dışına çıkıp kâfir, zâlim ve fâsık olurlar. Allah Teâlâ, Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenleri kâfir, zâlim ve fâsık olarak nitelemiştir (Mâide/44-47).

Konumuz olan âyetten de anlaşıldığı üzere Yüce Allah, Nûh'tan (a.s) Muhammed'e (as) kadar bütün peygamberleri, insanlığı tevhide, yani Allah'ın birliğine, ortağı olmadığına inanmaya; O'nun koyduğu hükümleri kabullenmeyip hevâ ve heveslerine göre hüküm koyan tâğûta karşı savaşmaya ve tâğût kapsamına giren şeylere kulluk etmekten kaçınmaya çağırmaları için göndermiştir.

Bu tâğûtlar, İbrâhîm (a.s) döneminde Nemrut, Mûsâ (a.s) döneminde Firavun, Muhammed (a.s) döneminde de Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi toplumun ileri gelenleri ve puta tapan şahsiyetleridir; diğer peygamberler döneminde de, kendilerine gönderilen tevhîd akidesini inkâr edip, atalarından kalan inançlar üzerinde ısrar eden putperest kavimlerdir.

Tâğûtların devri kapanmış değildir. Peygamber bulunsun veya bulunmasın, her dönemde tâğûtlar var olmaya devam etmiştir. Onlar sadece eski kavimlerde ortaya çıkıp yaşama imkânı bulan güçler değil; bugün de Müslümanlara en azim düşmanlığı ve en yıkıcı propagandaları reva gören kişi, odak veya organizasyonlardır. Tâğût, ekonomik, sosyal ve kültürel güç kaynaklarını ele geçirmiş, ahlâkî değerleri [dini] toplumların gözünde itibarsız ve taraftarı olmaktan çekinilen bir duruma düşürmeyi göze alacak kadar düşmanlığını ilerletmiştir. Ayrıca doğrudan yaptıklarının dışında, insanlığın ortak değerleri adı altında pek çok kavramı da Müslümanlara zarar verecek bir içeriğe dönüştürmüştür. Kısaca tâğût, Müslümanları dört-bir yanından kuşatmış bulunmakta ve Müslümanlara hayat hakkı tanımamaktadır.

Anlıyoruz ki, Peygamberimizin görevi sokaktaki şımarıklarla değil, tâğûtî düzenin kurucularıyla mücadele etmekti. İlk işi, toplumun hidâyet yolu üzerinde oturup haydutça engellemeler yapan bu azgın güruhu uyarmaktı.

Gerek âyetin orijinalindeki inne ve lam gibi edatlardan ve gerekse cümlenin isim cümlesi olması gibi tekitlerden anlaşılmaktadır ki, Peygamberimizin karşısındaki düşman çok çetindir. Mûsâ'nın düşmanı Firavun ile Peygamberimizin düşmanları mukayese edilecek olursa, âyetteki üç tekitten hareketle, Peygamberimizin düşmanlarının azgınlığının Firavun'unkinden daha fazla olduğu söylenebilir.

İnsanın tuğyânına, diğer bir ifadeyle tâğûtlaşmasına iki sebep gösterilmiştir. A) Âhireti inkâr, B) İstiğnâ. İstiğnâ; “insanın, (ister gerçek olsun, ister öyle olduğunu zannetsin) zengin/kendi kendine yeterli olduğuna inanması” demektir. Sözcük, istif‘al babındandır. Bu bab, Arapça dilbilgisi kuralları gereği, kendisine sokulan üç kök harfli herhangi bir fiile “talep”, “sual”, “tahavvül”, “itikat”, “vicdan”, “inkılab”, “isâbet”, “ziyâde”, “nazar” ve “teslim” anlamları kazandırır. Bu kelimeye “itikat/inanç” anlamı kazandırmıştır.

Kendisini zengin, yeterli görenlerin şımarıklıkları, azgınlıkları Hümeze sûresi'nde de vurgulanmıştır.[271]

257. Allah, inananların velîsidir [yakın kimsesidir]; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Küfretmiş kimseler de; onların velîleri tâğûttur ki, kendilerini nûrdan karanlıklara çıkarır. Bunlar, cehennem ashâbıdır. Onlar orada sürekli kalıcıdırlar.

Tâğût şeytân tanıtıldıktan sonra ilk önce Allah'ın inananların velîleri olduğu daha sonra da inkârcıların velîsinin Tâğût olduğu bildirilmektedir.

Âyetin iyi anlaması için “velî-evliyâ” sözcüğü hakkında yaptığımız bir açıklamayı naklediyoruz:

الاولياء [evliyâ] sözcüğü, الولىّ [velî] sözcüğünün çoğuludur. Velî ise, ولاء [velâ] kökünden türemiş sıfat-ı müşebbehe kipinde bir sözcük olup anlamı “yakın olan, yakın duran” demektir. Ancak bu yakınlık nicel değil, nitel bir yakınlıktır.

Hem velî, hem de evliyâ sözcüğü Kur’ân'da hep bu anlamda kullanılmıştır. Bu sözcükler İslâm'ın ortaya çıkışından yüzyıllar sonra, yabancı kültürlerin etkisiyle sözcük anlamları dışında birer kavram hâline gelmiş ve Müslümanların dinî hayatlarını istila etmiştir. Açıklıkla belirtmek gerekir ki, velî ve evliyâ sözcükleri Kur’ân'da tamamen kendi doğal anlamlarıyla kullanılan iki sözcüktür. Tasavvuf literatürünün bu doğal anlamları bozarak halk kültürüne özel mistik anlamlar ve hiyerarşik bir derecelendirmeyi ifade etmek üzere soktuğu velî ve evliyâ kavramlarının Kur’ân'daki velî ve evliyâ sözcükleriyle bir ilgisi yoktur.

Esma-i Hüsnâ'dan biri olan ve Kur’ân'da hem Allah hem de kullar için kullanılmış olan velî sözcüğü âyetlerde hep نصير [nasîr/yardımcı], مرشد [mürşid/aydınlatan, yol gösteren], شفيع [şefî‘/şefaat eden], واق [vâq/koruyucu], حميد [hamîd/öven, yücelten] sıfatları ve “karanlıklardan aydınlığa çıkarır”, “bağışlayıp merhamet eder”, “zarardan alıkoyup yarara yaklaştırır” nitelemeleri ile birlikte yer almıştır. Bu da demektir ki, velîliğin [yakınlığın] bu nitelikler ve bu sıfatlar ile yakın ilişkisi vardır. Yani, bu nitelik ve sıfatlar, velî'nin [yakın olanın] belirgin özellikleridir. Buna göre her nerede bir kimse için velî [yakın] sıfatı kullanılmışsa, o kimsenin, “yardım eden, yol gösteren, şefaat eden, aydınlatan ve koruyan” olduğu anlaşılmalıdır.

Âyetteki karanlıklar ile, küfür ve bilgisizliğin getirdiği olumsuzlukların tümü kasdedilmiştir. Bunlar çok oldukları için karanlıklar şeklinde çoğul gelmiştir. İman ise ışık olup vahye dayandığından tektir. Bu âyetin bir benzeri de En‘âm sûresi'nde geçmişti:

Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı kılan [var eden] Allah'a mahsustur. Sonra da şu küfretmiş kişiler Rabb'lerine eşit/denk tutuyorlar. (En‘âm/1)

Allah mü’minlerin velîsi olduğundan onları küfür ve cehâletin karanlıklarından; insanı cehenneme götüren yollardan çıkarıp cennet yoluna sevkeder:

Ve şüphesiz ki, bu, dosdoğru olarak Benim yolumdur. Hemen ona uyun. Ve yollara uymayın da sizi O'nun yolundan ayırmasın. İşte bunlar, takvâlı davranırsınız diye O'nun [Allah'ın] size vasiyet ettikleridir. (En‘âm/153)

Yukarıda Allah, rüşd ve ğayyı açıkça beyân edip insanların önüne koyduğunu; bu âyette ise, inananların velîsi olduğundan bunu yaptığını ifade etmiştir:

İşte bu, şüphesiz Allah'ın iman eden kimselerin mevlâsı olmasından, inkâr edenler için mevlâ olmamasındandır. (Muhammed/11)

258. Allah, kendisine mülk [hükümdarlık] verdi diye, Rabbi hakkında İbrâhîm'le tartışan kimseyi görmedin mi? Hani İbrâhîm, “Benim Rabbim dirilten ve öldürendir” demişti. O, “Ben diriltir ve öldürürüm” demişti. İbrâhîm, “Öyleyse, şüphesiz Allah, güneşi doğudan getiriyor, haydi sen onu batıdan getir!” deyince o inkâr eden kişi şaşırıp kaldı. –Ve Allah zâlimler kavmine doğru yolu göstermez.–

Yukarıda 256-257. âyetlerde tâğûta dikkat çekilmiş ve tâğût hakkında, Küfretmiş kimseler de; onların velîleri tâğûttur ki, kendilerini nûrdan karanlıklara çıkarır. Bunlar, cehennem ashâbıdır. Onlar orada sürekli kalıcıdırlar buyurulmuştu. Bu âyette ise, yönetim gücüne güvenerek hakk yola yanaşmayan İbrâhîm peygamber ile tartışan biri –ki bir tâğûttur– konu edilmektedir. Âyetten anlaşıldığına göre bu kişi, İbrâhîm peygamber dönemindeki yöneticilerden biridir. Bu âyet ile ilgili klasik kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır:

Hz. İbrâhîm ile tartışan kimse Numruz b. Kûş b. Ken’an b. Sâm b. Nûh'tur. Zamanının hükümdarı, Hz. İbrâhîm'i atmak üzere ateş yakan ve sivrisinek ile ölümü gerçekleşen kimsedir. Bu, İbn Abbâs, Katâde, Mücâhid, er-Rabi, es-Süddî, İbn İshâk, Zeyd b. Eslem ve başkalarının da görüşüdür.

Yüce Allah'a karşı savaşmayı kararlaştırması sebebiyle onun ölümü şöyle olmuştu: Allah (kavminin) üzerine bir bölük sivrisinek göndermiş, bu sivrisinekler güneşi kapatmış, Nemrud'un beraberindeki askerleri yiyip bitirmiş ve geriye kemiklerinden başkasını bırakmamıştı. Bu sineklerden bir tanesi de Nemrud'un beynine girmiş, beynini yeyip durmuş, sonunda bu sinek bir fare kadar büyümüştü. Artık bundan sonra Nemrud'un nezdinde en değerli kimse kafasına bu iş için hazırlanmış bir tokmak ile vuran kişi olmuştu. Bu musibeti kırk gün devam etti.

Denildiğine göre Nemrud, bütün dünyayı eline geçirmişti. Ve o (yeryüzüne egemen olan) iki kâfirden biridir. Diğeri ise Buhtanassar'dır. Yine denildiğine göre Hz. İbrâhîm ile tartışan kimse Numruz b. Falih b. Âbir b. Şâlih b. Erfehşed b. Şam'dır. Bütün bunları İbn Atiyye nakletmiştir.

es-Süheylî'nin naklettiğine göre ise Hz. İbrâhîm ile tartışan; Numrûz b. Kûş b. Ken’an b. Hâm b. Nûh'dur. Bu kişi Sevad'ın [Sevad-ı Irak'ın] hükümdarı idi. Buranın başına onu “el-İzdihak” ile tanınan ed-Dahhâk getirmişti. Bunun da adı Beyûrâseb b. Endrâset idi. Bütün bölgelerin hükümdarı idi. Efridûn b. Esfiya'nın öldürdüğü de odur:

Hz. İbrâhîm, yiyecek almak üzere gelince o'na, “Rabbin ve ilâhın kimdir?” diye sordu. Hz. İbrâhîm, “Rabbim dirilten ve öldürendir” dedi. Numruz bunu işitince, “Ben de diriltir ve öldürürüm” dedi. Hz. İbrâhîm de güneş ile ilgili isteğini söyleyerek ona cevap verince o kâfir şaşırıp kaldı ve “Buna yiyecek vermeyin” dedi. Hz. İbrâhîm, bir şey almaksızın ailesine geri döndü. Unu andıran kumdan bir tepeciğin yanından geçince kendi kendisine şöyle dedi: “Ben bundan heybeme doldursam, içeri girdiğim vakit çocuklar sevinir, ben de onları seyrederim.” Kumu alıp gidince evine vardığında çocuklar sevindiler. İki heybe üzerinde oynamaya başladılar. Kendisi de yorgunluktan dolayı uyudu. Hanımı da, “Uyandığı vakit hazır bulacağı şekilde o'na yiyecek bir şey yapsam” diye düşündü. İki heybeden birisini açınca en güzelinden has un ile karşılaştı. Hz. İbrâhîm uyanınca hanımı (pişirdiğini) önüne koydu. “Bu nereden geldi?” deyince, hanımı, “Getirdiğin undan yaptım” dedi. Böylelikle Hz. İbrâhîm, Yüce Allah'ın kendilerine bir kolaylık ihsan ettiğini anladı.[272]

Âyette, söz konusu hükümdarın kimliği ile ilgili ayrıntı verilmese de bunun, Bâbil kralı Nemrut olduğu varsayılır. İbrâhîm putperestliği reddettiği, tek ve ortaksız Allah'a iman ettiği için aralarında böyle bir tartışma olmuş olmalıdır. Kur’ân'dan öğrendiğimize göre Nûh peygamberden Rasûlullah'a kadar tevhid akidesine karşı çıkanlar, hep toplumun ileri gelenleri olmuştur. Çünkü bu inanç, onların düzen ve dümenlerini bozmaktadır.

Buradaki tartışma, Mûsâ ile Firavun arasındaki tartışmaya benzemektedir:

O [Allah], “Hayır, hayır… Haydi, ikiniz âyetlerimizle gidin. Şüphesiz ki, Biz sizinle beraberiz, işitenleriz. Haydi ikiniz Firavun'a gidin de ‘Biz kesinlikle, İsrâîloğulları'nı bizimle beraber gönderesin diye’ âlemlerin Rabbinin elçisiyiz deyin” dedi. O [Firavun], “Biz seni çocukken içimizde terbiye etmedik mi? Hayatından birçok yıllar içimizde kalmadın mı? Sonunda o yaptığın işi de yaptın. Sen inkârcılardan/nankörlerden birisin de” dedi. O [Mûsâ], “Ben, o işi şaşkınlardan olduğum zaman yaptım. Sizden korkunca da hemen sizden kaçtım. Sonra Rabbim bana hüküm bahşetti ve beni gönderilmişlerden [elçilerden] kıldı. O başıma kaktığın nimet de İsrâîloğulları'nı kendine köle edinmiş olmandır” dedi. Firavun, “Âlemlerin Rabbi dediğin de nedir ki?” dedi. O [Mûsâ], “Eğer yakînen bilmiş olsanız, O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir.” O [Firavun], yanı başında bulunanlara, “İşitmiyor musunuz?” dedi. O [Mûsâ], “O, sizin Rabbiniz ve daha önceki atalarınızın da Rabbidir” dedi. O [Firavun], “Size gönderilen bu elçiniz kesinlikle mecnûndur” dedi. O [Mûsâ], “Şâyet aklınızı kullansanız, O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir” dedi. O [Firavun], “Benden başka ilâh edinirsen, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan kılarım” dedi. O [Mûsâ], “Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?” dedi. O [Firavun], “Haydi hemen getir onu, eğer doğrulardan isen” dedi. (Şu‘arâ/15-31)
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. March 2010, 01:03 AM   #39
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

TARTIŞMANIN ÖZÜ

Bu tartışma ile ilgili yukarıda görüldüğü gibi birçok senaryo üretilmiştir. Nakillere göre, İbrâhîm, Benim Rabbim dirilten ve öldürendir deyince, o kâfir kral, iki kişiyi çağırtarak, birisini öldürür, diğerini serbest bırakır ve, “Ben de diriltip öldürüyorum” der. Bunun kabul edilmesi mümkün değildir. Adamın böyle dediği farzedilse bile bundan dolayı kimse, kralın da dirilttiğini ve öldürdüğünü kabul etmez. Burada geçen tartışmayı iyi anlamak için İbrâhîm peygamberin durumunu hatırlamakta yarar vardır:

Ve Biz (kanıt elde etmesi) ve kesin inananlardan olması için İbrâhîm'e göklerin ve yerin melekûtunu [mülkiyeti ve yönetimini] böylece gösteriyorduk. Bu nedenle o [İbrâhîm], üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü, “Bu, benim rabbimdir” dedi. Sonra yıldız batınca, “Ben batanları sevmem” dedi. Sonra ay'ı doğarken görünce de, “Bu, benim rabbimdir” dedi. O da batınca, “Andolsun ki Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar kavminden olurum” dedi. Sonra güneşi doğarken görünce de, “Bu benim rabbimdir, bu daha büyük!” dedi. Sonra o da batınca, “Ey kavmim! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene/yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim” dedi. Ve kavmi o'nunla tartıştı. O [İbrâhîm], “Bana doğru yolu göstermişken Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O'na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum. –Ancak Rabbimin dilediği şey hariç.– Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünmez misiniz? Ve Allah, hakklarında hiçbir güç kuvvet indirmediği hâlde, siz O'na ortak koşmaktan korkmuyorken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Bu durumda eğer biliyorsanız, bu iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha layıktır?” dedi. Şu iman edenler ve imanlarına zulüm giydirmeyenler [şirk karıştırmayanlar]... İşte onlar; güven kendilerinin olanlardır. Doğru yolu bulanlar da onlardır. (En‘âm/75-82)

Bu paragraftan anlaşıldığına göre, İbrâhîm peygamber yer ve gök bilimleri [fizik, kimya, biyoloji ve astronomi] konusunda bir hayli birikime sahiptir. Ve bu bilgisi sayesinde şirkten uzak durmuştur. Zaten Allah da, akıllı insanları yer ve gök bilimlerini incelemeye ve bu sistemi kuran gücü itirafa davet etmektedir:

Ve onlar göklerin ve yerin melekûtuna [mülkiyeti ve yönetimine], Allah'ın yaratmış olduğu herhangi bir şeye ve ecellerinin gerçekten yaklaşmış olması ihtimaline hiç bakmadılar mı? Artık bundan sonra başka hangi söze inanacaklar? (A‘râf/185)

De ki: “Eğer biliyorsanız, her şeyin melekûtu [mülkiyeti ve yönetimi] Kendisinin elinde olan ve Kendisi her şeyi koruyup kollayan; fakat Kendisi korunmayan kimdir?” (Mü’minûn/88)

O hâlde her şeyin melekûtu [mülkiyet ve yönetimi] Kendi elinde olan [Allah] her türlü noksanlıklardan arınıktır. Siz de yalnız O'na döndürüleceksiniz. (Yâ-Sîn/83)

İbrâhîm peygamber ile hükümdarın tartışması, yer ve gök bilimleri çerçevesinde olmuştur. Makam koltuğunun verdiği şımarıklıkla, “Ben de öldürürüm, diriltirim” diyen kimse, olayı determinizm kurallarına göre açıklamıştır. Yani, hayat bulmayı, cinsel birleşmeye bağlayarak, cinsel ilişki ile kendisinin de çocuk sahibi [bir çocuğu diriltmiş] olacağını; bir kimseyi yaralayarak, zehirleyerek ölüme götürebileceğini ifade ediyor. Kısacası bu kişi hayat ve ölümün birtakım sebepler aracılığı ile olduğunu ileri sürüyor. Buna karşılık İbrâhîm peygamber, Öyleyse, şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen onu batıdan getir! diyerek, yer ve gökteki sebepler zincirini, tüm evrenin yasalarını koyanın Allah olduğunu, gücü varsa yer ve göklerdeki sistem ve kanunları değiştirmesini istiyor. Ve Allah'ın, onun gibi dünyanın ücra bir köşesine değil, tüm evrene hükmettiğini ifade ediyor. Bunun üzerine kâfir kral verecek cevap bulamayarak mağlup ve rezil oluyor.

259. …

259. âyet, 171. âyetin devamı olduğundan tahlili orada yapılmıştır.

260. Bir zamanlar İbrâhîm de, “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. O [Allah], “İnanmadın mı ki?” dedi. O [İbrâhîm], “İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye” dedi. O [Allah], “Hemen kuşlardan dördünü tut da onları kendine alıştır. Sonra her dağın üzerine onlardan bir parça kıl [bırak]. Sonra da onları [kuşları] çağır, koşa koşa sana gelecekler. Ve bil ki, Allah, azîz'dir, hakîm'dir” dedi.

Bu âyette insanlara, yeniden dirilmenin kanıtlarından biri, İbrâhîm peygamber aracılığıyla gösterilmektedir. Şöyle ki: ‘Kuşların İbrâhîm'e alışması ve çağırdığında gelmesi’ ile ‘ölünün dirilmesi’ arasında bir benzerlik kurulmuştur.

Âyetten anlaşıldığına göre İbrâhîm peygamber ölülerin diriltileceğine inanıyor, fakat kalbinin mutmain olmasını istiyordu. Bu âyetle insanlığa, tam bir imana sahip olabilmeleri için eksik bilgilerini tamamlamaları, sorgulamadan çekinmemeleri gerektiği mesajı verilmektedir. Özellikle de toplumun önüne çıkan kimselerin bilgili, becerili ve toplumu ikna edecek ölçüde zihinsel donanıma sahip olmaları gerekir. Aynı hususa Hûd sûresi'nde de dikkat çekilmişti:

Artık onlar [dünyayı isteyenler], hiç Rabbinden açık bir belge üzere olan ve kendisini O'ndan [Rabbinden] bir şâhidin takip ettiği ve de kendinden önce [önünde] bir önder ve rahmet olarak Mûsâ'nın kitabı bulunan kimse gibi midir? İşte onlar [böyle olanlar], ona [Kur’ân'a] inanırlar. Hangi hizibden olursa olsun kim onu inkâr ederse, ona vaad edilen yer ateştir. İşte bütün bunlardan dolayı sen de bundan [Kur’ân'dan] şüphe içinde olma. Kesinlikle o, Rabbinden bir hakktır/gerçektir. Fakat insanların çoğu iman etmiyorlar. (Hûd/17)

Bu hâdiseyle ilgili hayal mahsulü birçok hikaye icat edilmiştir ki bunlardan bir kısmını aktarıyoruz:

Hz. İbrâhîm'i böyle bir talepte bulunmaya itenin ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Denildi ki: “Yüce Allah o'na kendisini halil edineceğine dair vaadde bulunmuştu. O da buna dair bir alamet istedi.” Bu açıklama es-Saib b. Yezid'e aittir. Bir diğer görüşe göre de Numruz'un, “Ben diriltir ve öldürürüm” demesi üzerine Allah'tan böyle bir istekte bulunmuştur. el-Hasen der ki: O bir leş görmüştü. Bunun yarısı karada yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanıyordu. Diğer yarısı ise denizde idi. Deniz hayvanları tarafından darmadağın ediliyordu. Hz. İbrâhîm bu leşin darmadağın olduğunu görünce bunun bir araya gelişini görmek istedi. Ne şekilde darmadağın olduğunu gördüğü gibi, ne şekilde bir araya getirildiğini görmekle kalbinin mutmain olması istediğinde bulundu. Bunun üzerine o'na, “Dört kuş al” buyurdu. Bu dört kuşun horoz, tavus, güvercin ve karga olduğu söylenmiştir. Bunu İbn İshâk ilim ehli birisinden nakletmektedir. Mücâhid, İbn Cüreyc, Atâ b. Yesar ve İbn Zeyd de böyle demiştir.

İbn Abbâs ise, karga yerine turna kuşunu zikreder. Yine İbn Abbâs'tan güvercin yerine kartal dediği de nakledilmiştir.

Hz. İbrâhîm emrolunduğu şekilde bu kuşları aldı. Bunların kafalarını kesti, sonra küçük parçalara böldü. Daha bir hayret verici olsun diye kanlarını ve tüylerini de katarak hepsinin etlerini birbirine karıştırdı. Daha sonra bu toplu karışımdan her bir dağın tepesine bir parça koydu, o da bu parçaları göreceği bir yerde durdu. Kestiği kuşların kafasını da elinde tuttu, sonra da, “Yüce Allah'ın izniyle geliniz!” dedi. Bu parçalar, kanlar, tüyler her birisi kendi bedenine doğru uçuştu, sonunda önceki hâli gibi bir araya geldi ve başsız kaldılar. Hz. İbrâhîm bir daha seslenince ayakları üzerine koşarak ona geldiler.[273]

İbrâhîm (a.s) kuşları kesip, onları parçalayarak, her dağın tepesine onların karışımından birer parça koyup da, sonra da onları çağırdığında, karışım içerisindeki her bir cüz kendi parçasına doğru uçmaya başladı. Bunun üzerine Hz. İbrâhîm'e, “Her parça kendi parçasına doğru koştuğu gibi, kıyâmet gününde de, her parça kendi parçasına doğru uçar. Böylece de bedenler teşekkül eder ve rûhlar onlarla birleşir” denildi.

Bu dört kuş, canlıların ve bitkilerin bedenlerinin kendisinden meydana geldiği dört esas rükne, asla işarettir. Bu işaret ise şöyledir: Sen, bu dört kuşu birbirinden ayırdedemediğin sürece senin rûhun rubûbiyyet göklerine ve kudsiyyet âleminin safalarına uçamaz, yükselemez.

İbrâhîm (a.s), özellikle bu dört kuşu seçip aldı. Çünkü tavus kuşu insanın kalbindeki zînet, makam ve yükselme sevgisine işarettir. Nitekim Hakk Teâlâ, Nefsin isteklerini sevme insanlara süstü gösterildi (Âl-i İmrân/14) buyurmuştur. Kerkenez kuşu da, yemeye çok düşkün olmaya işarettir; horoz, şehvetperestliğe işarettir; karga da, derleyip toplamaya olan ihtiras ve tutkuya işarettir. Çünkü karganın, gece-gündüz uçup, çok soğuk günlerde bile bir şeyler toplama arzusu içinde olması, onun bu hırsından ileri gelmektedir. Burada şuna işaret edilmektedir: İnsan, nefsinin ve tercihinin şehvetini kırma; hırsını alt edip onu yenme ve başkaları için süslenmeyi terketme hususunda çaba sarfetmediği müddetçe, kalbinde Allah'ın celâlinin nûrlarından feyezan eden bir rahatlık duyamaz.[274]

Nakillerde görüldüğü üzere, İbrâhîm peygamber dört kuş alıp keserek tüylerini yolar ve onları parçalar, parçaları da birbirine karıştırır ve o karışımdan da bir kavle göre dört, diğer kavle göre yedi dağın başına birer parça koyar. Sonra çağırır, o kuşlar birleşmiş ve canlanmış olarak koşa koşa İbrâhîm peygambere gelirler. Oysa âyette böyle bir şeyden bahsedilmez. Eğer böyle olsaydı, 159. âyetin tahlilinde açıkladığımız gibi hâdise iman meselesi olmaktan çıkar, deneysel bilgi meselesi olurdu.

Burada kuşlar ile İbrâhîm arasında oluşan bağa dikkat çekilerek, Allah ile yarattıkları arasında da öyle bir bağın bulunduğu, bunun da ölümden sonra dirilmeye kanıt olduğu beyân ediliyor. Dirilmeye kanıt olarak birçok örnek verilmiştir:

Yoksa o insan başıboş bırakılacağını mı sanır? O, ayarlanmış meniden bir nutfe değil miydi? Sonra bir alak [embriyon] idi de sonra onu yaratmış, sonra da düzene koymuştur; ki ondan da iki eşi; erkek ve dişiyi var etmiştir. Peki, bu [bütün bunları yapan] ölüleri diriltmeye kadir [güç yetiren] değil midir? (Kıyâmet/36-40)

Onlar, şüphesiz gökleri ve yeryüzünü yaratan ve onları yaratmakla yorulmamış olan Allah'ın ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmediler mi? Evet şüphesiz ki, O, her şeye gücü yetendir. (Ahkâf/33)

Gerçekten Biz, evet Biz, hayat veririz ve öldürürüz. Dönüş de yalnız Bizedir. (Kaf/43)

Öyleyse Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak; yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, mutlaka ölüleri diriltir ve O, her şeye gücü yetendir. (Rûm/50)

Ve Allah rüzgârları gönderendir. Sonra onlar da bir bulutu harekete geçirip yukarılara kaldırır. Derken Biz onu ölmüş bir beldeye sevk etmişizdir. Böylece yeryüzüne ölümünden sonra onunla hayat veririz. İşte böyledir (ölmüş çürümüş insanlara) hayat vermek. (Fâtır/9)

261. Mallarını Allah yolunda harcayan kimselerin örneği, yedi başak bitiren ve her başağında yüz adet tane bulunan tane örneği gibidir. Allah dilediğine katlar. Ve Allah vâsi'dir, alîm'dir.

262. Şu, Allah yolunda mallarını bağışlayan, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve incitmeyen kimselerin mükâfâtları Rabb'lerinin yanındadır. Onlar üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar, üzülmeyeceklerdir.

263. Ma’ruf söz [bir tatlı dil, güzel söz] ve bağışlamak, kendisini eza [incitme, başa kakma] izleyen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, ğanî'dir [zengindir; hiçbir şeye muhtaç değildir], halîm'dir [yumuşak davranandır].

264. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a ve son güne inanmadığı hâlde malını insanlara gösteriş için bağışlayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmayın. İşte onun durumu, üzerinde biraz toprak bulunup da üzerine bir sağanak isâbet ettiği zaman, sağanağın cascavlak olarak bıraktığı kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Ve Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet etmez.

265. Allah'ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için infakta bulunanların/mallarını bağışlayanların durumu da kendisine bol yağmur isâbet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir cennetin/bahçenin durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti… Allah, yapmakta olduklarınızı en iyi görendir.

266. Hiç biriniz ister mi ki, kendisinin hurmalık ve üzümlüklerden bir bahçesi olsun, altında ırmaklar aksın, içinde her türlü ürünü bulunsun da, kendi üzerine de ihtiyarlık çökmüş ve zayıf zürriyeti olsun. Derken ona ateşli bir bora isâbet ediversin de o bahçe yanıversin. İşte Allah, tefekkür edersiniz diye âyetlerini size böylece açığa koyuyor.

267. Ey iman etmiş kimseler! Kazandıklarınızdan, gerek sizin için yerden çıkardıklarımızın temizlerinden infak edin. Kendinizin göz yummadan alıcısı olamayacağınız pis şeyleri vermeye yeltenmeyin. Ve şüphesiz Allah'ın ğanî ve hamîd olduğunu bilin.

268. Şeytân, sizi fakirlikle korkutur ve size aşırılığı [çirkinliği-hayasızlığı] emreder. Allah ise, size Kendisinden bağışlama ve bol ihsan vaad eder. Ve Allah vâsi'dir [ilmi ve rahmeti sonsuz geniş olandır], en iyi bilendir.

245. âyette infak, “Allah'a ödünç verme” olarak nitelenmiş; birçok âyette de Allah'a verilen ödüncün kat kat ilavesiyle iade edileceği vaad edilmişti. Burada ise Allah'a ödünç verme, “infak” olarak nitelenmiştir. Daha evvelki âyetlerde üzerinde zikredilen infak, burada detaylı olarak açıklanmıştır. Yüce Allah açıklamaya güzel bir örnekleme ile başlamıştır:

* Mallarını Allah yolunda harcayan kimselerin örneği, yedi başak bitiren ve her başağında yüz adet tane bulunan tane örneği gibidir. Allah dilediğine katlar. Ve Allah vâsi'dir, alîm'dir.

* Allah yolunda mallarını bağışlayan, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve incitmeyen kimseler mükâfâtlarını Rabb'lerinden alacaklar. Onlara hiçbir korku olmayacak ve onlar üzülmeyecekler.

* Ma‘rûf söz [bir tatlı dil, güzel söz] ve bağışlamak, kendisini eza [incitme, başa kakma] izleyen bir sadakadan daha hayırlıdır.

* İnanmış kimseler, Allah'a ve son güne inanmadığı hâlde malını insanlara gösteriş için bağışlayan kimse gibi, sadakalarını başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmamalıdır.

* Böylesi kimselerin infakının durumu, üzerinde biraz toprak bulunup da üzerine bir sağanak isâbet ettiği zaman cascavlak kalan kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler.

* Allah'ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için infakta bulunanların durumu, kendisine bol yağmur isâbet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir cennetin/bahçenin durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti ile bol bol ürün alırlar.

* Hiç kimse, ihtiyarladığı ve zayıf zürriyetinin bulunduğu bir esnada, hurmalık ve üzümlüklerden olan, altında ırmaklar akan, içinde her türlü ürün bulunan bahçesine ateşli bir bora isâbet etmesini ve bahçesinin yanmasını istemez.

* Mü’minler, kazandıklarının ve Allah'ın kendileri için yerden çıkardıklarının temizlerinden infak etmelidir.

* Kendilerinin beğenmedikleri pis şeyleri vermemelidir.

* Şeytân, infak edecek kimseleri fakirlikle korkutur ve onlara aşırılığı [çirkinliği-hayasızlığı] emreder. Onun için şeytânın oyununa gelinmemelidir.

* Allah ise, Kendisinden bağışlama ve bol ihsan vaad eder. Ve Allah vâsi'dir [ilmi ve rahmeti sonsuz geniş olandır], en iyi bilendir. Onun için inananlar Allah'a kulak vermelidir.

Bu âyetlerin iniş sebebine ilişkin şu bilgiler verilmektedir:

Rivâyet edildiğine göre bu âyet-i kerîme Osman b. Affan ve Abdurrahman b. Avf (r. anhuma) hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Rasûlullah (s.a) Tebük gazvesine çıkmak üzere ashâb-ı kiramı sadaka vermeye teşvik edince Abdurrahman b. Avf 4.000 (dirhem) getirip o'na dedi ki: “Ey Allah'ın Rasûlü! Benim 8.000 dirhemim vardı, kendim ve aile halkım için 4.000'ini alıkoydum, diğer 4.000'ini de Rabbime ödünç verdim.” Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: “Alıkoyduğunda da verdiğinde de Allah bereket ihsan buyursun.” Hz. Osman da şöyle dedi: “Ey Allah'ın Rasûlü! Cihad için hazırlık yapamayanın hazırlığını ben üstleniyorum.” İşte bu âyet-i kerîme bu ikisi hakkında nâzil olmuştur.[275]

Yüce Allah'ın, Allah yolunda mallarını infak edip de... buyruğunun Osman b. Affan hakkında nâzil olduğu söylenmiştir. Abdurrahman b. Semura dedi ki: Osman (r.a) Zorluk Ordusunun teçhizi için 1.000 dinar getirdi ve bunları Rasûlullah'ın (s.a) kucağına koydu. Elini o dinarlar arasına sokup evirip çevirdiğini ve şöyle dediğini gördüm: “Bugünden sonra İbn Affan'a ne yapacağının zararı olmaz. Allahım! Osman'ın bu gününü unutma.”

Ebû Sa‘îd el-Hudrî de dedi ki: Peygamber'in (s.a), ellerini kaldırıp Hz. Osman'a şöyle dua ettiğini gördüm: “Rabbim! Şüphe yok ki ben Osman'dan razı oldum, Sen de ondan razı ol.” Rasûlullah (s.a) tan yeri ağarıncaya kadar bu şekilde dua edip durdu ve nihâyet, Allah yolunda mallarını infak edip de sonra o harcadıklarının arkasından başa kakmayan ve bir eziyet katmayanların Rabb'leri katında mükâfatları vardır... âyeti nâzil oldu.[276]

Bu âyet, Hz. Osman ve Abdurrahman b. Avf (r.ahmuma) hakkında nâzil olmuştur. Hz. Osman Tebük Gazvesi “usre” [zorluk ve meşakkat] ordusunu, takımları ile beraber 1.000 deve ve 1.000 dinar vererek teçhiz etmiş, bunun üzerine Rasûlullah (s.a) ellerini göğe kaldırarak, “Ey Osman'ın Rabbi, ben Osman'dan razı oldum, Sen de ol” demiştir. Abdurrahman b. Avf ise, malının yarısı olan 4.000 dinarı tasadduk etmişti, Bunun üzerine, bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[277]

Âyetlere göre, Allah'a ödünç verirken veya infak ederken dikkat edilmesi gereken hususlar şöyle sıralanabilir:

* İnfakta bulunulan kişiye başa kakmak yoluyla veya başka bir yolla eziyet edilmemelidir.

* İnfakta bulunulan kimseye iyi sözler söylenmelidir.

* İnfakta bulunulan kimsenin sıkıntıda olduğu –infakta bulunacak olanlar hariç– kimseye söylenmemelidir.

Âyetteki, İşte onun durumu, üzerinde biraz toprak bulunup da üzerine bir sağanak isâbet ettiği zaman, sağanağın cascavlak olarak bıraktığı kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Ve Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet etmez ifadesiyle, yaptığı infakı başa kakan kimse bir örnekle kınanmış ve onun eline bir şey geçmeyeceği bildirilmiştir.

Âyetteki, Kendinizin göz yummadan alıcısı olamayacağınız pis şeyleri vermeye yeltenmeyin ifadeyle de, kendisinin beğenmediği bir şeyi infak olarak vermemesi istenmektedir. Âyetin bu bölümü ile ilgili kaynaklarda şu bilgi verilir:

Bu âyeti kerîme Ensâr hakkında nâzil oldu. Ensâr, hurma kesme günleri gelince bahçelerinden taze hurmaları alır ve bunları Rasûlullah'ın (s.a) mescidinde iki direk arasına gerilmiş bir ipe asarlardı. Muhâcirlerin fakirleri de onlardan yerdi. Ensârdan birisi kötü, âdi hurmaları aldı ve taze hurma salkımlarının arasına koydu. Bunun caiz olduğunu sanıyordu. Böyle yapanlar hakkında Allah Teâlâ, Bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyin âyetini indirdi.[278]

Pasajın başında “bire yediyüz”, sonunda da Allah ise, size Kendisinden bağışlama ve bol ihsan vaad eder buyurularak infak yapanların ahrette bire yediyüz sevap kazanacakları, dünyada da bire yediyüz bolluğa kavuşacakları beyân edilmektedir.

Paragraftaki, Şeytân, sizi fakirlikle korkutur ve size aşırılığı [çirkinliği-hayasızlığı] emreder ifadesiyle, şeytânın fakirlikle korkutmak sûretiyle infakı engellemeye çalışacağı (ilerideki âyetlerden anlaşılacağı üzere, infak yerine faizi yerleştirmeye çalışacağı) beyân edilmektedir.

269. O [Allah], dilediğine hikmet [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler] verir. Ve kime hikmet verilirse gerçekten ona pek çok hayır verilmiştir. Kavrama yetenekleri olanlardan başkası da iyice düşünmez.

Bundan önceki âyette, Allah ise, size Kendisinden bağışlama ve bol ihsan vaad eder buyurulmuştu. Bu âyette ise, söz konusu bol ihsan zikredilmektedir. Kanaatimizce burada isim verilmeden Rasûlullah'a işaret edilmekte; kendisinin ve ailesinin sahip olduğu serveti Allah yolunda harcamasının sonucu olarak Allah'ın kendisine “hikmet” verdiğine, yani o'nu devlet başkanlığına yükselttiğine işaret edilmektedir.

Hikmet hakkında daha evvel açıklama yapmıştık.[279]

Buradaki hikmetin, Rasûlullah'a özgü olan bir hikmet olduğu şu âyetlerden anlaşılmaktadır:

Kadınları boşadığınız zaman iddetlerini de bitirdiklerinde, artık onları ya ma‘rûf ile tutun veya ma‘rûf ile salın, hakklarına tecavüz için zararlarına olarak onları tutmayın. Her kim bunu yaparsa kendi nefsine zulmetmiş olur. Allah'ın âyetlerini oyuncak da edinmeyin, Allah'ın üzerinizdeki nimetini, size kendisiyle öğüt vermek üzere indirdiği kitap ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] hatırlayıp, düşünün. Hem Allah'a takvâlı davranın ve şüphesiz Allah'ın her şeyi en iyi bilen olduğunu bilin. (Bakara/231)

Eğer senin üzerinde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir güruh seni sapıtmaya çalışırdı. Hâlbuki onlar, kendilerinden başkasını saptırmazlar ve sana hiçbir zarar veremezler. Allah, sana kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın senin üzerindeki lütfu büyüktür. (Nisâ/113)

Andolsun ki Allah, mü’minlere kendilerinden, onlara kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir iyilikte bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler. (Âl-i İmrân/164)

Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir. Ve siz, her nerede olsanız, insanlardan, –onlardan zulmeden kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermemiz gibi, size olan nimetimi tamamlamam için ve doğru yolu bulabilmeniz için hemen yüzünüzü onun tarafına çevirin. Artık onlara haşyet duymayın, Bana haşyet duyun. (Bakara/150-151)

270. Nafaka cinsinden neyi infak ettiyseniz veya adak türünden ne adadıysanız şüphesiz Allah, onu bilir. Ve zâlimler için herhangi bir yardımcı yoktur.

271. Sadakaları açıkça verirseniz, artık o, ne iyi olur; ve eğer onları gizlerseniz, fakirlere verirseniz artık bu, sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmını kapattırır. Ve Allah, işlemiş olduğunuz şeylere haberdardır.

272. Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediği kimseyi doğru yola getirir. Ve hayırdan infak ettiğiniz şeyler sırf kendiniz içindir. Ve siz yalnızca Allah rızasını gözetmenin dışında infak etmezsiniz. Ve hayırdan ne infak ederseniz o size tastamam ödenecektir. Ve siz, zulmedilmeyeceksiniz.

273. (İnfakınız,) yeryüzünde gezip dolaşmaya güç yetiremeyen kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirler için (olsun)… Utangaçlıktan, bilmeyenler, onları zengin sanırlar. –Sen onları işaretlerinden tanırsın.– Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler. Ve siz, hayırdan neyi harcarsanız, biliniz ki, şüphesiz Allah, onu çok iyi bilendir.

274. Mallarını gece ve gündüz [her zaman], gizlice ve açıkça infak eden kimseler; işte onların, Rabb'leri nezdinde mükâfâtları vardır. Ve onlara herhangi bir korku yoktur, onlar, üzülmezler de.

Bu âyetlerde de infakla ilgili bazı ilkelere dikkat çekilmektedir:

* Allah, infak edileni ve adananı bilir.

* Zâlimler için herhangi bir yardımcı yoktur.

* Sadakaları açıkça vermek iyidir, fakat gizli olarak vermek daha iyidir.

* Allah, infakla kusurları kapatır.

* Ve hayırdan infak edilen şeyler infak eden içindir.

* Allah rızasını gözetmenin dışında başka bir amaçla infak edilmemelidir.

* Hayırdan ne infak edilirse karşılığı Allah tarafından tastamam ödenecektir. Kimsenin hakkı yenmeyecektir.

* İnfak, yeryüzünde gezip dolaşmaya güç yetiremeyen, kendilerini Allah yoluna adamış olan, utangaçlıktan kendilerini bildirmeyen, yakından tanımayanların zengin sandığı, yüzsüzlük edip de dilenmeyen fakirlere yapılmalıdır.

* Mallarını gece ve gündüz [her zaman], gizlice ve açıkça infak eden kimseler, Rabb'leri tarafından ödüllendirilecekler, onlar için korku ve üzüntü olmayacaktır.

Âyetteki, Nafaka cinsinden neyi infak ettiyseniz veya adak türünden ne adadıysanız şüphesiz Allah onu bilir. Ve zâlimler için herhangi bir yardımcı yoktur ifadesi, hem teşvik hem de tehdit içeriklidir. Burada, Allah rızasının dışında bir amaçla infak edenler zâlimler olarak nitelenmekte; bunun onlara bir hayrının dokunmayacağı, onları Allah'ın cezalandırmasından kimse kurtaramayacağı ifade buyurulmakta; mü’minler de bu tiplere karşı tedbirli olmaya davet edilmektedir.

Âyette bahsi geçen adak ise, “mecbur olmadığı hâlde, ibâdet cinsinden bir şeyi kişinin kendine zorunlu kılması” demektir.

Bu âyetlerin iniş sebebine ilişkin kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır:

Ashâb müşrik olan akrabalarına az da olsa sadaka vermekten hoşlanmıyorlardı. Bu konuyu sorduklarında kendilerine müsâde edildi ve, Onları hidâyete erdirmek sana düşmez. Allah dilediğini hidâyete erdirir. Hayır namına ne infâk ederseniz kendinizedir. Zaten yalnız Allah rızâsını kazanmak için infâk edersiniz. Verdiğiniz her hayır tâm olarak size ödenir ve siz, hakksızlığa uğratılmazsınız âyet-i kerîmesi nâzil oldu.[280]

Sa‘îd b. Cübeyr mürsel olarak Peygamber'den (s.a) bu âyet-i kerîmenin nüzûl sebebine dair şunu rivâyet etmiştir: Müslümanlar zimmet ehli olan fakirlere sadaka veriyorlardı. Ancak müslümanlar arasındaki fakirler çoğalınca Rasûlullah (s.a), “Dinimize mensup olanlardan başkasına sadaka vermeyin” buyurdu. Bu âyet-i kerîme nâzil olarak İslâm dininden olmayanlara sadaka vermeyi de mübah kıldı. en-Nakkaş'ın zikrettiğine göre Peygamber'e (s.a) birtakım sadakalar getirilmişti. Yahûdinin biri gelerek, “Bana da bir şeyler ver” deyince, Peygamber, “Müslümanların sadakasından senin hakk ettiğin bir şey yoktur” buyurdu. Yahûdi fazla uzağa gitmeden, Onların hidâyete ermesi üzerine borç değildir âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Rasûlullah (s.a) onu geri çağırdı ve ona bir şeyler verdi. Daha sonra Yüce Allah bunu sadakalara ait âyet-i kerîmeleri ile (zekâtın harcama yerlerini belirten Tevbe/60 âyetiyle) neshetti.[281]

Âyet-i kerîme, Muhâcirlerin fakirleri hakkında nâzil olmuştur. Onlar kırk kişi kadar olan ve Medîne'de ne yurtları, ne de akrabaları bulunan Ashâb-ı Suffe idiler. Onlar Mescid-i Nebî'den ayrılmıyorlar, Kur’ân-ı Kerîm öğreniyorlar, oruç tutuyorlar ve her gazveye de iştirak ediyorlardı. İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) bir gün Ashâb-ı Suffe'nin yanında durur; onların fakirliğini ve buna rağmen şevklerini görünce onların gönüllerini hoş tutarak şöyle der: “Ey Ashâb-ı Suffe! Sevinin ve birbirinize müjdeleyin ki, benim ümmetimden her kim razı olarak sizin bulunduğunuz sıfat üzerinde olduğu hâlde benimle karşılaşırsa, muhakkak ki o, benim kendisiyle dirsek dirseğe olacağım arkadaşlarımdan olacaktır.”[282]

a) Hakk Teâlâ'nın, (Sadakalar) kendilerini Allah yoluna vakfetmiş fakirler içindir âyeti nâzil olunca, Abdurrahmân ibn Avf, Suffe Ashâbına birkaç dinar; Hz. Ali (r.a) de geceleyin bir “vesk” hurma gönderir. Böylece Allah Teâlâ nezdinde, bu iki sadakanın en sevgilisi Hz. Ali'nin (r.a) sadakası olmuş olur. Bunun üzerine de bu âyet-i kerîme nâzil olur. Böylece de geceleyin verilen sadaka daha mükemmel olmuş olur.

b) İbn Abbâs (r.a) şöyle der: “Hz. Ali'nin (r.a) sadece dört dirhemi vardı. Böylece o, bunların birini geceleyin, birini gündüzün, birini gizlice ve diğer birini de aşikâre olarak tasadduk etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), “Seni, bu şekilde hareket etmeye sevkeden nedir?” dedi. Hz. Ali, “Rabbimin bana vaad ettiğini hakk etmek istemem” dedi. Hz. Peygamber de, “Rabbinin sana vaad ettiğini hakk ettin” dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, bu âyet-i kerîmeyi indirdi.[283]

Bu âyet-i kerîme [274. âyet] Hz. Ebû Bekr hakkında nâzil olmuştur. Çünkü o, 40.000 dinarın 10.000'ini gece; 10.000'ini gündüz, 10.000'ini gizli, 10.000'ini de açıktan tasadduk etmişti.[284]

Bu âyetlerde mü’minlerin infak hususunda mü’min-kâfir ayırımı yapmamaları gerektiği ifade edilmektedir. Sadakalarda din-iman ayırımı yapılmamalı, yakınlardan başlanıp halka genişletilmelidir.

Âyetteki, Yeryüzünde gezip dolaşmaya güç yetiremeyen, kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirler için olsun ifadesiyle de, öncelikle “eğitim-öğretim kurumlarındaki öğretmen ve öğrenciler ile ülke ve dini savunan askerler” kasdedilmektedir.

271. âyetteki, ve eğer onları gizlerseniz, fakirlere verirseniz artık bu, sizin için daha hayırlıdır ifadesi, sadakanın gizli verilmemenin, açıktan verilmesinden daha faziletli olduğuna delalet eder. Çünkü bu, riyadan uzak olup, Allah'ın rızasını kazanma hususunda daha uygundur. Ayrıca bu uygulama, fakirin rencide olmasını da engeller.

Örnek olmak, başkalarını teşvik etmek için sadakanın açıktan verilmesi de makbuldür. Âyetteki iki ifade birleştirildiğinde, açıktan verilen sadakanın, fertlere doğrudan değil, bir kurum aracılığı ile verilmesi gerektiği anlaşılır ki böylece riya, minnet ve eziyet ortadan kalkar. Öyleyse sadaka, ferde gizli, kurumlara aşikâr verilmelidir.

275. O ribayı yiyen şu kişiler, şeytânın bir dokunuşuyla çarptığı kişinin kalkışından başka türlü kalkamazlar. Bu, şüphesiz onların, “Alış-veriş, riba gibidir” demeleriyledir. Oysa ki, Allah, alış-verişi helâl, bu ribayı harâm kılmıştır. Kendisine Rabbinden bir öğüt gelip de yaptığından vazgeçenin geçmişi kendisine, işi Allah'adır. Ve kim ki yeniden dönerse, işte onlar ateşin dostlarıdır. Onlar orada sürekli kalacaklardır.

276. Allah, ribayı yok eder, sadakaları da artırır. Allah, tüm aşırı nankör ve günahkâr kimseleri sevmez.

277. Şüphesiz iman eden ve sâlihatı işleyen, salâtı ikâme eden ve zekâtı veren kişilerin Rabb'leri katında mükâfâtları vardır. Ve onlar üzerine hiçbir korku yoktur, onlar üzülmezler de.

278. Ey iman etmiş kimseler! Eğer mü’minler iseniz, Allah'a takvâlı davranın ve ribadan kalanı bırakın.

279. Artık böyle yapmazsanız, o zaman Allah ve Elçisi'nden size savaşı bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermayeleriniz sizindir. Hakksızlık etmezsiniz, hakksızlığa da uğramazsınız.

280. Eğer o [borçlu], darlık içindeyse, kolaylığına kadar mühlet! Eğer biliyorsanız, sadaka olarak vermeniz, sizin için, daha hayırlıdır.

281. Ve kendisinde Allah'a döndürüleceğiniz güne takvâlı davranın. Sonra da herkes kazancını tastamam alır. Ve onlar zulmedilmezler.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 4. March 2010, 01:03 AM   #40
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Kaynaklarda, bu âyetlerin iniş sebebi hakkında aşağıdaki rivâyetler mevcuttur:

(Âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi ile ilgili olarak) şöyle denilmiştir: Âyet-i kerîme Sakifliler dolayısıyla nâzil olmuştur. Bunlar Peygamber (s.a) ile, faiz alacaklarının onlara bağışlanacağı, faiz borçlarının da kendilerinden kaldırılacağı şeklinde ahidleşmiş idiler. Alacakları faizlerin vadeleri gelince, bunları tahsil etmek üzere Mekke'ye haber gönderdiler. Alacaklılar, Sakiflilerden olan Amr b. Umeyroğulları olan Abdeoğulları idi. Borçlular ise Mahzumlu Muğîreoğulları idiler. Muğîreoğulları, “Biz bir şey ödemeyiz, çünkü faiz kaldırılmıştır” dediler. Bu konudaki davalarını da Attab b. Esid'e (o zamanın Mekke valisine) götürdüler. O da durumu Rasûlullah'a (s.a) yazılı olarak bildirdi. Bunun üzerine âyet nâzil oldu. Rasûlullah (s.a) bu âyeti Attab'a yazılı olarak gönderince Sakif de bu âyeti öğrenmiş oldu ve bundan vazgeçti.[285]

Yüce Allah, faizli alacaklıların ödeme imkânı bulanlardan mallarını alabilecekleri hükmünü verdikten sonra ödemede zorluk çeken kimseler hakkında da, Eğer o darlık içinde ise... buyruğu ile kolaylıkla ödeyebilecekleri duruma kadar mühlet tanınmasını hükme bağlamaktadır. Çünkü Sakifliler Muğîreoğulları'ndaki alacaklarını isteyince Muğîreoğulları sıkıntı içinde olduklarından söz ettiler ve, “Hiçbir şeyimiz yok” dediler. Mahsullerinin alınacağı zamana kadar süre tanınmasını istediler. İşte bunun üzerine, Eğer o darlık içinde ise... âyeti kerîmesi nâzil oldu.[286]

Bu, ribâ ile alış-veriş yapan Mekkelilere hitaptır. Mekke'nin fethi sırasında müslüman olduklarında, Allah Teâlâ onlara faizi değil de, sermayelerini geri almayı emretmiştir.

Mukâtil, bu âyetin Sakîf kabîlesi'nden dört kardeş; Mes‘ûd, Abdi Yâleyl, Hubeyb ve Rebîa hakkında nâzil olduğunu söylemiştir. Amr ibn Umeyr es-Sakâfî'nin oğulları olan bu kişiler, Muğîreoğulları'ndan borç alıp, onlara borç veriyorlardı. Hz. Peygamber (s.a) Taîf'i hükmü altına alınca bu kardeşlerin hepsi müslüman oldu. Sonra da Muğîreoğulları'ndaki faizlerini istediler. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi.

Âyet-i kerîme, Abbâs ile Osman ibn Affân (r.a) hakkında nâzil olmuştur. Onlar, daha sonra almak üzere parasını peşin vererek hurma alıyorlardı. Toplama zamanı geldiğinde, hurmanın bir kısmını alıyor, geriye kalan kısmını da bilâhere olmak üzere fazlasıyla alıyorlardı.

Bu âyet-i kerîme Abbâs ile Hâlid ibn Velîd hakkında nâzil olmuştu. Onlar daha sonra fazlasıyla almak üzere, peşin parayla ribâ yapıyorlardı.[287]

Müfessirler bu âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında şunu zikretmişlerdir: Allah Teâlâ'nın, Allah'a ve Peygamberi'ne karşı harbe (girmiş olduğunuzu) bilin âyeti inince Sakîfli o dört kardeş, “Biz Allah'a döner, O'na tevbe ederiz. Çünkü biz, Allah ve Rasûlü'yle harbedemeyiz” dediler ve Muğîreoğulları'ndan sadece ana paralarını istediler. Bunun üzerine Muğîreoğulları, ellerinin darlığından şikâyet ederek, “Ücretleri alıncaya kadar bize mühlet tanıyın” dediler. Onlar, mühlet tanımayı kabul etmeyince, Cenâb-ı Hakk, Eğer (borçlu) darlık içinde bulunuyorsa, ona eli genişleyinceye kadar mühlet verin âyetini indirdi.[288]

Âyetlerin doğru anlaşıbilmesi için doğrudan Kur’ân'a yönelmek gerekir. Bu nedenle tahlilimize, yukarıdaki âyetlerdeki ilkelerin tesbitiyle başlıyoruz:

* Riba yiyen kişiler, şeytânın çarptığı kişinin kalkışı gibi kalkarlar.

* Onların bu duruma düşmelerinin sebebi, “Alış-veriş, riba gibidir” demeleridir.

* Oysa Allah, alış-verişi helâl, ribayı harâm kılmıştır.

* Kendisine Rabbinden bir öğüt gelip de ribadan vazgeçenin geçmişi kendisine, işi Allah'a aittir.

* Bundan sonra riba yemeye devam edenler, ateşin dostlarıdır, orada sürekli kalacaklardır.

* Allah, ribayı yok eder, sadakaları artırır.

* Allah, aşırı nankör ve günahkârların hiç birini sevmez.

* İman eden ve sâlihatı işleyen, salâtı ikâme eden ve zekâtı verenlerin Rabb'leri katında mükâfatları vardır. Ve onlar üzerine hiçbir korku yoktur, onlar üzülmezler de.

* Gerçekten iman eden kimseler, Allah'a takvâlı davranmalı ve ribadan vazgeçmelidirler.

* Ribadan vazgeçmeyenlere, Allah ve Elçisi savaş ilan etmiştir.

* Ribadan vazgeçenler, sermayelerini alabilirler, böylece de zarara uğramamış olurlar.

* Borçlu darlık içindeyse, ana para için de mühlet verilmelidir. Ama ana paranın da sadaka olarak verilmesi daha iyidir.

* Bu hükümlere uyanlar, kazançlı çıkarlar, âhirette hakk ettiklerini tastamam alırlar, kesinlikle zarara sokulmazlar.

“Artma, çoğalma, şişme” demek olan riba,[289] Türkçe'deki “faiz” anlamına geldiği gibi, bir hukuk terimi olarak, değiş-tokuşlarda taraflardan birinin hakkı kabul edilen ve sözleşme esnasında şart koşulan “karşılıksız fazlalık” anlamında da kullanılır. Yani riba, sadece parasal işlemlerdeki artışları değil, mal takasıındaki artışları da kapsar.

Nitekim klasik kaynaklarda Kur’ân'ın indiği dönemde Araplar arasında, biri “nesi’e ribası”, diğeri de “fazlalık ribası” olmak üzere iki tür riba uygulaması olduğu bildirilmektedir:

A) Nesi’e ribası [vade faizi]; câhiliye devrinde daha yaygın olarak uygulanan riba türü olup, belirli bir vade ile verilen ödünç para veya mal karşılığında, vade boyunca her ay alınana ya da vade sonunda alınan fazlaları [faizi] ifade eder.

B) Fazlalık ribası; aynı cinsten olan malların peşin olarak birbiriyle değiştirilmesi sırasında gram, litre, aded gibi miktar cinsinden ortaya çıkan fazlalık kısmı ifade eder.

Bu iki riba arasında, “nesi’e ribası”nın vadeli işlemlerden, “fazlalık ribası”nın ise peşin işlemlerden kaynaklanıyor olması sebebiyle bir fark vardır. Ama her iki riba da, taraflardan birinin “karşılıksız fazla” bir şey elde etmesi esasına dayanır.

Kelime anlamının tesbitinden sonra, yukarıdaki pasajın ana konusu olan “riba”nın doğru anlaşılması yolunda atılması gereken ikinci adım, 275. âyette yer alan “riba yemek” ve “şeytânın çarpması” ifadelerinin tahliline yönelik olmalıdır:

RİBA YEMEK

275. âyetteki, O ribayı yiyen şu kişiler... ifadesi, riba doğuran işlemlerle mallarını arttıran kimselere işaret etmektedir. Riba yemek de, alınan fazlalıkların bizatihi yenilmesi değil, onlardan faydalanılması anlamındadır.

ŞEYTÂNIN ÇARPMASI

Sâd sûresi'nin sonunda “Kur’ân'da/İslâm'da Şeytân” başlıklı yazımızda bu deyimle alamalı yaptığımız tahlilin ilgili bölümünü burada da aktarıyoruz:

De ki: “Allah'ın astlarından bize yarar sağlamayan ve zarar vermeyen şeylere mi yakaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, kendisinin ‘Bize gel’ diye doğruya ve güzele çağıran arkadaşları varken şeytânların kendisini ayartıp yeryüzünde şaşkın dolaşır hâle getirdiği kimseler gibi gerisin geri mi döndürülelim?” De ki: “Şüphesiz Allah'ın doğru yolu, gerçek doğru yolun ta kendisidir. Ve biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla ve ‘salâtı ikâme ediniz ve O'na takvâlı olunuz’ diye emrolunduk. Ve O [Allah], sadece Kendisine toplanacağımız kimsedir.” (En‘âm/71-72)

Görmedin mi? Şüphesiz Biz şeytânları o kâfirler üzerine gönderdik. Onları kışkırttıkça kışkırtıyorlar. (Meryem/83)

O ribayı yiyen şu kişiler, şeytânın bir dokunuşuyla çarptığı kişinin kalkışından başka türlü kalkamazlar. Bu, şüphesiz onların, “Alış-veriş, riba gibidir” demeleriyledir. Oysa ki, Allah, alış-verişi helâl, bu ribayı harâm kılmıştır. Kendisine Rabbinden bir öğüt gelip de yaptığından vazgeçenin geçmişi kendisine, işi Allah'adır. Ve kim ki yeniden dönerse, işte onlar ateşin dostlarıdır. Onlar orada sürekli kalacaklardır. (Bakara/275)

Âyetin orijinalindeki, لايقومون الا كما يقوم الّذى يتخبّطه الشّيطان من المسّ [lâ yeqûmûne illâ kemâ yeqûmullezî yetehabbetühü'ş-şeytânü mine'l-messi] ifadesi, “şeytânın dokunuşuyla düşürdüğü, aklını azalttığı, normal durumunu bozduğu kimse gibi” demek olduğu hâlde müfessirler tarafından “şeytânın çarptığı kimse” olarak meallendirilip geçilmiştir. Hâlbuki insanların, “Şeytânın aklı azaltması, düşürmesi, normal durumu bozması nedir?” diye düşünmelerini sağlamak için orijinal anlamın aynen verilmesi çok daha iyi olacaktır.

Halk dilinde, kişinin ağzının, yüzünün eğilmesi durumuna, “şeytân çarpması” denmektedir. Meselâ, yüz felci geçiren kişi de bu anlamda, “şeytân çarpmış” olarak nitelenmektedir. Halk arasında yaygınlaşmış olan bu anlamdaki bir çarpılmanın, Kur’ân'da bahsedilen “şeytân çarpması” ile bir alâkası yoktur. Halk arasında “şeytân” sözcüğünün yanlış anlaşılması, doğal olarak “şeytân çarpması”nın da yanlış anlaşılmasına yol açmaktadır.

Kur’ân'ın bildirdiği şeytân çarpması, yukarıdaki âyetlerde tanıtılmış olan şeytânî karakterdeki insanların bu olumsuzlukları bir kişiye telkin edip onu kontrol altına almasıdır. Yani, şeytânî özellikte olan şeylerin bir kişiyi ele geçirmesidir ki bu durumda o kişiyi şeytân çarpmış demektir. Şeytânın çarptığı bir kişi ise;

* Allah'a karşı gelir.

* Hayâsızdır, edepsizdir, kötüleşmiştir.

* Hakksız kazanç peşinde koşar.

* Bilmediği şeyleri konuşur.

* Fakirlikten, fakir düşmekten korkar.

* Savurgandır.

* Kuruntuludur, şımarıktır, kışkırtılmıştır.

* Aldanmıştır.

* Azmıştır, çevresiyle arası bozulmuştur.

* Dönektir.

* Bilgilenmeye, aydınlanmaya kapalıdır.

Herhangi bir insanın yukarıdaki özellikleri taşıyor olması, onun bu hâle şeytân tarafından getirildiğini gösteren temel ölçüttür. Bu özellikleri taşıyan kişiler ise, “Onu şeytân çarpmış”, “Onu şeytân oyununa getirmiş, aklını azaltmış, düşürmüş” şeklinde tasvir edilirler.

Geçimlerini faiz yiyerek/tefecilik yaparak kazanan kimseler, aslında varlıklarını şeytânın kontrolüne girerek sürdüren ve bu şekilde ayakta kalan kimselerdir. Bu kişiler, Bakara/279'daki ifade ile, “Allah ve Elçisi'ne savaş açmış” kimselerdir. Bu konuyu iyi anlamak için, 279. âyetin bulunduğu tüm pasajın [261-281. âyetler] bir bütünlük içerisinde okunup düşünülmesi gerekir. Bu pasajda konu, muhtaçlara karşılıksız yardım [sadaka, infak] ile muhtaçları sömürü [ribâ/faiz] arasındaki karşıtlık ilişkisi içinde açıklanmaktadır.

Tefsircilerin pek çoğu 279. âyetin ihtarını kıyâmet gününe hamledip, “Faiz yiyenler kıyâmet günü, saralılar gibi dengeleri bozulmuş/şeytân çarpmış gibi kalkarlar ve bu hâlleriyle faiz yiyenlerden oldukları belli olur” şeklinde açıklamışlardır. Hâlbuki âyetin zâhirî [sözel] manası, böyle değildir. Olay tamamen dünya ile ilgilidir. Bize göre bu hatalı yorumlar, şeytân ve şeytân çarpması ifadelerinin, Kur’ân dışı kabullerinden kaynaklanmaktadır.[290]

275. âyetten; şeytân çarpmış/şeytânın oyununa gelmiş kimselerin bu duruma, “Alış-veriş riba gibidir” demeleri yüzünden düştükleri anlaşılmakta, bir başka ifadeyle, onlar kendilerini bu şekilde kandırdıkları için “şeytân çarpmış” diye nitelenmektedirler. Bu kişilerin “alış-veriş” ile “riba”yı aynı görmelerinin, kendilerine göre mantıklı bir gerekçesi olmalıdır ki bu da, alış-verişte de, riba doğuran işlemlerde olduğu gibi kazanç sağlama amacının güdülmesi ve alış-verişle sağlanan kazancın da, varlıklarda bir artış meydana getiriyor olmasıdır.

Allah ise buna karşılık önce, “alış-veriş”i helâl kılmak sûretiyle “alış-veriş”in tüm sonuçlarıyla meşru olduğunu ilân etmiş; sonra da, “er-riba”yı harâm kılarak ribanın, ödünç verme ve mal takası işlemlerinde taraflardan birinin elde ettiği “karşılıksız fazlalık” olduğunu belirtmiştir.

YASAKLANAN ER-RİBA

Riba, daha önceki ümmetlere de harâm kılınmıştır. Kitab-ı Mukaddes'te ifade şöyledir:

Kardeşinize para, yiyecek ya da faiz getiren başka bir şey ödünç verdiğinizde, ondan faiz almayacaksınız. Yabancıdan faiz alabilirsiniz ama kardeşinizden almayacaksınız. Böyle yapın ki, mülk edinmek için gideceğiniz ülkede el attığınız her işte Tanrınız Rabb sizi kutsasın.[291]

Kardeşlerim, adamlarım ve ben ödünç olarak halka para ve buğday veriyoruz. Lütfen faiz almaktan vazgeçelim![292]

Halkıma, aranızda yaşayan bir yoksula ödünç para verirseniz, ona tefeci gibi davranmayacaksınız. Üzerine faiz eklemeyeceksiniz.[293]

Ama altını kıble edinen Yahûdiler, yasaklanmış olmalarına rağmen riba konusunda da her yolu mübah saymışlardır:

Sonra da Yahûdileşen kimselerden olan zulüm, onların birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları hâlde riba [faiz] almaları ve insanların mallarını hakksız yere yemeleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış temiz şeyleri harâm kıldık. Ve onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık. (Nisâ/160-161)

“Yahûdileşen kimseler” olarak isimlendirilen kimseler, sağladıkları bu tür kazançlardan mahrum olmak istemedikleri için konulan yasağa direnmişler ve ribanın, alış-verişten sağlanan kazançtan bir farkı olmadığını ileri sürmüşlerdir.

Oysa, alış-veriş ile riba doğuran işlemler arasındaki farkları görmek için, iki işlemin hangi aşamalardan geçtiğini kaba hatlarıyla gözden geçirmek yeterlidir:

A) Alış-veriş yaparak kazanç sağlamak isteyen kişi, önce bir malı satın alarak o malın sahibi olur. Riba doğuran işlemlerden kazanç sağlamayı planlayan kişi ise, sahibi bulunduğu para veya malı ödünç vermek için, bu para veya mala ihtiyaç duyan birini arar veya ihtiyaç sahibinin kendisini bulmasını bekler.

B) Alış-veriş yaparak kazanç sağlamayı isteyen kişi, sahibi olduğu malın alış fiyatı üzerine, elde etmeyi düşündüğü kârı ilâve ederek bir satış fiyatı belirler. Bu kârın içinde, malın alışından itibaren yapılan masraflar ile kişinin yaptığı bu hizmete karşılık biçtiği ücret vardır. Riba doğuran işlemlerden kazanç sağlamayı planlayan kişinin ise, belirlediği riba miktarına kaynak olacak ne bir masrafı ne de değer biçeceği bir hizmeti vardır.

C) Alış-veriş yaparak kazanç sağlamak isteyen kişi malını, kendi belirlediği fiyata göre değil, piyasada oluşan fiyata göre satar. Riba doğuran işlemlerden kazanç sağlamayı planlayan kişi ise sözleşmesini, kendi belirlediği riba miktarı üzerinden yapar.

Görüldüğü gibi, alış-verişle kazanç sağlamak isteyen kişi ile riba yoluyla kazanç sağlamayı planlayan kişi, yukarıdaki aşamaları farklı davranışlarda bulunarak geçirirler ve farklı sonuçlar elde ederler:

* Alış-verişle kazanç sağlamak isteyen kişi, eylemli olarak gerçekleştirdiği iki hukukî işlemle, söz konusu malı üreticiden alarak tüketiciye ulaştırır. Bu kişinin belirlediği kâr, verdiği hizmete karşılıktır, ama bunun da garantisı yoktur, risk her zaman mevcuttur.

* Riba yoluyla kazanç sağlamayı planlayan kişi ise, sözleşme imzalamak sûretiyle eylemsiz yaptığı bir hukukî işlemle, herhangi bir masraf ve hizmet karşılığı olmadan belirlediği fazlayı, vade süresince almayı sürdürür. Riski, ödünç alanın ödeyemez duruma gelmesidir ki bu ahval de muhtemelen önceden düşünülmüş ve risk, rehin veya kefil yoluyla bertaraf edilmiştir.

Alış-veriş ile riba doğuran işlemler arasındaki bu önemli farklar, sadece ticarî alanda değil, sanayi ve tarım sektörlerinde emek harcanarak yapılan üretim faaliyetleri için de söz konusudur. Yani, kol gücü ve beyin gücü ile meydana getirilmiş bir üretimin satışından elde edilen kâr ile, borç para vererek borçlunun serveti, emeği üzerinden sağlanan fazlalık bir tutulamaz.

Yukarıda sayılan farklar, bir cümle ile şöyle ifade edilebilir: Alış-verişteki, sanayideki, tarımdaki emek, “yapıcıdır” ve bu emek karşılığı elde edilen kâr helâldir, riba doğuran işlemler sonucu elde edilen fazlalık ise “yıkıcıdır” ve bu yolla sağlanan kâr harâmdır.

Bu mukayeseden hareketle, yasaklanan ribanın özellikleri hakkında şunları söylemek mümkündür: Yasaklanan “er-riba”, herhangi bir masraf veya hizmet karşılığı olmadan alınan [ödeyenin kazancına risksiz bir şekilde ortak olmak anlamına gelen] ribadır. Başka bir deyişle, “karşılıksız” ve “risksiz” olan “fazlalık” yasaklamıştır.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
bakara, bakara suresi, hakkı yılmaz, suresi


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 06:23 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam