hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > MAKALELER(DİNİ ve SİYASİ) > Başlıklara Uymayan Konular

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 20. May 2009, 04:41 PM   #1
Barış
Uzman Üye
 
Barış - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 785
Tesekkür: 1.340
366 Mesajina 989 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
Barış is on a distinguished road
Standart Atatürk Ey Türk Gençliği! hitabını kime yöneltti?

Atatürk Ey Türk Gençliği! Hitabını Kime Yöneltti?


Türkiye Cumhuriyeti'nin birer vatandaşı olarak hepimiz biliyoruz ki, Atatürk ileri görüşlü bir insandı. İleri görüşlülüğünün getirisiyle, kuruluşunda baş rol oynadığı Türkiye Cumhuriyeti'nin sonsuza dek yaşayabileceğini de çok iyi biliyordu. Yöneldiğimiz vicdanlarımız ve delilleriyle okuduğumuz tarih göstermektedir ki kurtuluş mücadelesini, bu kadar kısıtlı imkanlar altında veren, az sayıda millet yeryüzünde var olmuştur. Tarihte, Türk milleti gibi kurtuluş mücadelesini karanlıktan kurtulup, aydınlığa ulaşmak için veren millet sayısı daha da azdır. Bu aydınlık mücadelesinin tarih köklerimizdeki ilk bilineni , selam üzerine olsun Muhammed peygamber önderliğindeki ilk Müslümanlar tarafından verilmiştir. Bir diğeriyse sis dolu bin üç yüz yıl süre sonra, Çanakkale ve Kurtuluş savaşında Atatürk'ün önderliğinde ilk Türk vatandaşlarınca verilmiştir.


Getirdiği barış ve huzur dinine girenlerin, kendisinin ölümünün ardından üzerinde olacakları yolu, hem aklını ve vicdanını hür bırakışıyla, hem de vahiy bilgisiyle şaşmaz bir biçimde insanlara bildiren peygamber, nuruyla yani aydınlığıyla bin yıllara ulaştırmıştır. Bu nurun kıyamete dek, yani Hakk'ın takdiriyle hakikatin tüm açıklığıyla ortaya çıkacağı ve yaşanacağı güne kadar da var olacağı malumdur.


Bu durumda aydınlık ve nur denildiğinde ne anlaşılması gerekir bunun tespit edilmesi gerekmektedir. Terimsel anlamda ayın güneşin ışığını yansıtması ve etrafı aydınlatması olarak tanımlayabileceğimiz nur kavramı; kurumsal temellerde işlerini hakikatlere göre değil de batıla göre yürütenlerin bir nebze de olsa bilinçlendirilebilmesi anlamına gelir. Yani insanlığın gerçekler konusunda uyarılması ve öğüt almalarının amaçlanmasıdır. Apaçık gerçeklerin ortaya çıkması ise terimsel manada güneşin doğuşuyla, ışıma ve ısıtmanın, karanlığı ve soğukluğu uzaklaştırması ile örneklendirilmiştir. Bu da kurumsal temellerde insanların başına yapıp ettiklerinin sonucu olarak musibetlerin felaketlerin gelmesi demektir. İşte bunlar toplumlar için birer küçük kıyamettirler. Bireysel olarak her insan zaten bu süreci ömrü içinde kavrayacak kadar yaşatılmaktadır. Nur her karanlık dönemde ayın ortaya çıkışı gibi çıkmakta ve kalplerdeki karanlıkları ve soğukluğu ortaya çıkarmaktadır. Toplumlar da bir bireydirler. Toplumların da doğuşları ve ölümleri vardır. Bir bireyin ömrü sürecinde yaşadıklarından ders alması gibi toplumlar da yaşananlardan ders alırlar ve yaptıkları yanlışlardan öğüt alırlar, yenilenirler ya da yenilenmemekte direnirler. Direnenler her zaman yok olup gitmişlerdir.


İşte bu son bakış açısı üzerinden, toplumun aydınlık yolunda yürüyebilmesinin çaresi konusunda, insanlığın elinde, çeşitli bilgi ve ilim kaynakları bulunmaktadır. Bunlardan en başı çekenler ilahi kılavuzlardır. Her insan yaşamı irdeleyip, amacı ve içeriği konusunda bilgilenmesi için okumak üzere 3 tür kitap ve bu kitapların doğruluğunu denetleme / doğrulama görevi verilen 1 kitapla muhatap kılınmıştır.


İlahi metinlerin yer aldığı kitaplar (Tevrat, İncil, Zebur ve diğer kutsal metinler)

Duyularımızla algıladığımız dış dünyamız (Yanımızdaki kitap)

Hislerimizle algıladığımız iç dünyamız (İçimizdeki kitap)

Tam kılavuzluk ve denetleme kitabı (Kuran-ı Kerim)


Bu üç kaynak insanoğlunun okuması ve doğru yola kılavuzlanması için yeterlidir. Öyleyse, diğerlerinin üzerinde denetleyici rolü verilmiş olan Kuran'ın, indirilişte ilk ayetinde belirtildiği gibi "-Oku!" emrine muhataplığımızın gereğini yerine getirelim ve okuyalım. Üçü arasında hiç bir çelişki olmadığını kavrayana kadar da okumamızı, sorgulamamızı asla sonlandırmayalım. Çelişkisizliğe erişmenin ise aklı hür ve vicdanı hür bir sorgulamayla mümkün olduğunu bilelim.


Bu çerçeve içinde başlığını atmış olduğumuz "Atatürk -Ey Türk Gençliği!- Hitabını Kime Yöneltti?" sorusunun yanıtını bulmak üzere yukarıda belirttiğimiz okuma işlemiyle çözüme ulaşalım.


Bir yaşam formunun varlığını devam ettirebilmesinin çaresi, gerekli olan rızka erişebilmesiyle mümkündür. Bir insanın da ölçüyle belirlenmiş süreçteki varlığını devam ettirebilmesinin çaresi de aynı şekilde ihtiyacı olan rızka erişebilmesiyle mümkündür. İnsanın yaşamını devam ettirebilmesini sağlayan en temel gereksinimlerinin de besin, sevgi ve ilim olduğunu biliyoruz. Biz bu unsurlardan besini, hatta besinin özü olan kanı, özün özü olan enerjiyi, rızkın toplumsal açıdan ne anlam taşıdığını ve yaratıcının(halk edenin) insan toplumlarının vücudunun yani toplumsal yapılanmasının nasıl olması gerektiği konusundaki, örnek sunuşunu okuyacağız. Bilinmelidir ki, konu başlığındaki sorunun çözümüne erişmek için, bize gerekli olan kavramların ortaya çıkarılmasıyla ilgileneceğiz ve aşırı ayrıntılarda kaybolmadan ana fikir üretmeye çalışacağız.


İnsan besini ağız yoluyla dış dünyadan alır. Alınan besin bir çok sistemde işlenerek kana dönüşür ve damarlarla vücudun yaşamsal birimleri olan hücrelere iletilir. Hücrelerde ikinci bir işleme tabi tutularak enerjiye dönüşür. İşte en basit anlatımıyla bir vücudun varlığının sürdürülmesi bu sürecin emniyet ve barış ortamında işlemesine bağlıdır. Buna da sağlık diyoruz. Sağlıklı bir vücut tüm hücreleri, dokuları ve organlarıyla bir bütündür. Bir nevi bedenler hücrelerden oluşmuş halktır. Hiç bir hücrenin diğer hücreden bir üstünlüğü bulunmamaktadır. Her hücre kendisine verilmiş olan görevi mükemmel bir biçimde yerine getirmek üzere tasarlanmıştır. Sağlıklı bir vücutta rızk en kıyıda köşedeki hücreye kadar ulaştırılmakta ve her hücre kan akarsuyundan ihtiyacı kadar olanı almaktadır. Bununla birlikte hiç bir hücre ya da doku kan akışına müdahale etmemektedir. Böylece vücut sürekli bir dinçlik / aydınlık içinde yaşayabilmektedir. Ne zaman ki vücutta doğal ya da suni bir tehlike baş gösterdi, o vakit vücudun savunma mekanizmaları devreye girmekte ve uyarı sistemleri çeşitli tehlike seviyelerinde alarma geçirilmektedir. Ağrı, sızı, acı, kızarma, bozarma v.b rahatsızlıklar baş göstermektedir. İşte bunlar insanın hastalığının erken teşhisi konusunda bilgi ve bozukluğun giderilmesi için müdahale şansı vermektedir. Örneğin beslenme düzenindeki istikrarsızlığa bağlı olarak ortaya çıkan, ufak baş ağrılarıyla sinyal veren, müdahale edilmediğinde kansere neden olan bir rahatsızlık, hiç bilinçli olunmazsa ölüme yol açabilmektedir. Hatta son müdahalelerle insanlar hayata döndürülebilmektedir. Bu müdahale yöntemlerinden biri de acil durumlarda kişiye temiz kan verilmesidir. Bununla birlikte bir diğer örnekse kan akışının durması ve tıkanıklık, damar daralmasının yarattığı kriz v.b sayılabilir. Anlaşılıyor ki sistemin düzgünce işleyebilmesi için kan dağılım sisteminin akar durumda bırakılması mecburiyettir. Ayrıca kana vücut ihtiyacı dışında zararlı maddelerin girmesi de sistemi bozmaktadır.


Şimdi basitçe, bir vücudun besin dağılımındaki istikrarsızlık sonucu ortaya çıkan bozukluğun, insanların oluşturduğu toplumlar bazında nasıl bir sosyo-ekonomi politik istikrar modelinin uygulanmasına örneklik teşkil ettiğini, Kuran'ın denetimi eşliğinde kavrayacak kadar bilgiye sahip olduk. Şimdi de yine dış dünyamıza ait duyularımızla şahit olduğumuz, ikinci bir fıtrata dayalı model hakkında bilgilenelim. Bu da Dünya rızk-besin zinciridir.


Dünya tek başına bir vücut gibidir. Sistem toprak, bitki, hayvan v.b unsurlardan oluşmaktadır. Dünya rızk dolaşım sisteminin temel maddesi ise tabi ki sudur. Suyla yaşam devam etmektedir. Yeryüzündeki su döngüsü sorunsuz olduğu sürece sağlıklı bir model yaşamını sürdürmektedir. Tabi ki bu sistemde görevini mükemmel bir biçimde yerine getiren birimlerle birlikte, aynı vücut sisteminde rahatsızlıklara neden olan unsurlar gibi bozukluk yaratıcı unsurlar bulunmaktadır. Bu unsurların kontrol altında tutulması yine sistemin kendi oto-kontrol mekanizması sayesinde barışı ve huzuru sağlayabilmektedir. Sistemde kontrol altında tutulamayan tek faktör insan unsurudur. Doğa, insanı bilinçliliğinin bir seviyesine kadar kontrol edebilmektedir. Azgınlığının sonuçları belirli bir seviyeye kadar telafi edilebilmektedir. Yani bir nevi insan affedilmektedir. Tarih sürecinde insan nüfusunun düşük seviyede olması nedeniyle insanın Dünya su dağılım sisteminde ortaya çıkardığı aksaklıkların oto-kontrol sistemiyle giderilmesi mümkün olmuştur. Zaten bu aksaklıklar konusunda çok ileri gidenler yani affedilme çizgisinin üstüne çıkanlar, ilahi kitaplarda -helak oldular- ibaresi geçen ayetlerde apaçık görülmektedir. Bu çoğunlukla baraj v.b yapılarla suyun doğada akar halde bırakılması yerine, depolanmasının getirdiği sorunlarla yansımıştır. Ya baraj yıkılıp insanların ölümüne neden olarak dünya-ahiret helaka yol açmakta ya da baraj yıkılmasa bile doğru ölçünün korunması için oluşturulmuş ilahi çizgiler yok edilerek, insanların azgınlık yolu açılmakta, bir uçurumdan uçana kadar engeller önlerinden kaldırıldığından ahiretleri yok olmaktadır. Yani yine anlamaktayız ki doğadaki su döngüsünün akar halde bırakılması barışı, döngünün engellenmesi ise bozukluğu getirmektedir. Zaten Kuran'ın çoğunlukla örnek verdiği modellemeler de yeryüzü su döngüsüyle ilgili olmaktadır. Sebilullah kavramı zaten suyun geniş dağılım kanalları içinde akar halde olmasını belirten anlama da sahiptir. Bununla birlikte suyun kirlenmesi de çok büyük bir sorun yaratmaktadır.


Şimdi yukarıda verdiğimiz basit fıtrata dayalı sağlıklı modellerin, sağlıklı bir toplum sosyo-ekonomi politiği açısından ne anlam taşıdıklarını bilimsel bakış açısıyla sorgulayalım ve en sağlıklı toplum yapısının nasıl olması gerektiği konusunda delillere ulaşalım.

Toplumlar/camide yaşayanlar/cem olanlar insanların onur sahibi olarak oluşturdukları kitlelerdir. İşin içine tüm mahlukat girdiğinde aldığı isim halktır. İnsan rızka erişim açısından en ayrıcalıklı mahluktur. Aklını kullanarak kendisi için gerekli olan rızka kolayca erişme yeteneğine sahiptir. Hayvanlara ve bitkilere göre bu bakımdan üstünlüğü bulunmaktadır. Ancak bu durum insanın tek başına ihtiyaçsızlığını doğurmaz çünkü insan Dünya'daki diğer yaşam formlarının varlığıyla varlığını devam ettirebilmektedir. Yani hayvanlar ve bitkiler olmadan yaşaması mümkün değildir. Ancak insanlar böyle bir ihtiyaçsızlıkları olmamasına rağmen ihtiyaçsızlarmış gibi hareket etmektedirler. Azgınlıklarını da katlayarak artırmaktadırlar. Şimdi buna neden olan şeyin ne olduğunu kolayca kavramak için, yukarıda verdiğimiz örnek modellerle, insan toplumlarının sorununun ne olduğu konusunda doğrudan bir yargıya ulaşalım. Yukarıdaki modellerde gördük ki sistemin sağlıklı bir biçimde işleyebilmesi için her yapı taşı (hücreler v.s) kendi ihtiyacı kadar olan rızkı almaktadır. Hatta üretici durumundaki yapıtaşları dahi kendi ihtiyacı kadarını almakta, geri kalanını akara geri iade etmektedirler ki bu orijinal yapılanma modelidir. İhtiyacın üzerindeki bir biriktirme, depolama, akara bırakılmayan her artık/bakiye miktar, diğer yapıtaşlarının rızk konusunda mahrumiyetlerine neden olmaktadır (1). Öyleyse anlamaktayız ki bozukluğun en temel nedeni yapıtaşlarının ferdiyetçi bir yapıya doğru değişim göstermeleridir. Biliyoruz ki hayvanlar ve bitkilerin(vuhşat) böyle bir sorunu yoktur, olsa bile oto-kontrol sistemi sayesinde dar bir çerçevede kalmaktadır. Öyleyse insanların ferdiyetçiliği asıl bozukluğun nedenidir. Ferdiyetçiliğe neden olan şeyse bencilliktir. Şimdi halkların sosyo-ekonomi politiğini oluşturan en küçük yapıtaşlarının/hücrelerinin insanlar, hayvanlar ve bitkiler olduğunu ortaya koyalım ve birbirlerine muhtaçlıklarının nasıl bir sosyo-ekonomi-politik model uygulamasını zorunlu kıldığını kavrayalım.


Dünya'yı tek başına bir vücut olarak gördükten sonra boyutumuzu değiştirelim ve bu kez bir ülkeyi kendi ulusal sınırları içerisinde bir toplumsal sistem yani bir birey olarak ele alalım. Bu durumda Dünya'yı bir mahalle, köy kabul edeceğiz ve o mahallenin huzuru için bu ülkeye/mahallenin bu ferdine/evine düşen tutumu sorgulayacağız. Topraklarının, suyunun, havasının sahip olduğu zenginlikler o toplumun üretim kaynaklarıdır. Ülkenin sahip olduğu tarım, hayvancılık, madencilik v.b sektörleri o ülkenin elleri ve kollarıdır. O ülkenin ulaşım sistemi, taşımacılık endüstrisi v.s de ayakları ve bazen kullandığı bineği, aleti edevatıdır. O ülkenin sanayisi o ülkenin ağzı, sindirim sistemi ve doğadan alınanı kana çeviren sektörüdür. Eğer insan vücudunu örnek alacaksak rızk dağılımı açısından bu ülkenin bir kalbi olmalıdır. Tüm sistemin sağlıklı olarak yaşamasını sağlayacak bir beyni olmalıdır. Örneğin ülkenin kalbi rızkın dağıtıldığı hazinesidir, maliyesidir. Öyle ki hazine de bile kan durmaz sürekli bütün toplumdan buraya gelir ve gider. Bunun anlamı insanın tek bir kaynaktan beslenmesi demektir. Bu da kamucu bir bakış açısı demektir. O ülkenin aksaklıklar durumunda kullanacağı polisi, dış düşman tehlikeleri durumunda devreye girecek askeriyesi ve iç düşman tehlikeleri durumunda devreye girecek polisi, jandarması ve sağlık sistemi vücudun bağışıklık ve savunma mekanizmasını modellemektedir. O ülkenin boşaltım sistemi dahi çok önemlidir ki bu toplumun rızkın özüne erişmesi nedeniyle işe yaramayanlarının ayıklanması ve doğaya geri iadesidir. Çünkü ülkenin kendi kendine yeten bir ülke olmasının yolu bundan geçer. Her ülke bu fıtri bakış açısında kendi kendine yeten bir sisteme sahip olabilmektedir. Dünya mahallesinde bir fert çok zor durumda kalmadıkça, yani yok oluş sürecine girmedikçe, diğer ülkelerle girilecek bir borç ilişkisine de gerek kalmamaktadır. Bu da acildeki bir hastaya, diğer bir kardeşini kanla beslemek üzere kanını vermesi gibi bir şeydir. Yani bir nevi geri almaksızın borç vermedir. Örnek toplumumuzun yapı taşlarının etten kemikten insanlar ve diğer mahlukat olduğunu biliyoruz. Toplumda her insana da belirli bir görev düştüğünü biliyoruz. Kimilerinin görevinin ağır kimilerinin hafif olduğunu da biliyoruz. Sağlıklı insan vücudundaki hücreler bazında insanlara bakarsak, hücrelerden hiç birinin ihtiyacından fazla besini tutmadığını, hiç bir hücrenin de diğerinden bu temelde bir farklılığının olmadığını biliyoruz. Hücreler üstlendikleri görev ne olursa olsun sağlığı sekteye uğratacak bir bencilliğe de düşmüyorlar. Yani sistemde makam mevki sistemi yerine görev bilinci bulunuyor ve zor göreve sahip olanlar hiç bir ayrıcalıklı karşılık beklemeksizin görevlerini yerine getiriyorlar. İşte insanlar da kendilerine verilen görevde geçimlik miktarı rızkla yetinmeliler. Onlara verilecek değer halkın gözünde yükselmektir. Gönüllere girmektir. Bütün yapıtaşları aynı safta eşit bireyler olmayı kabul etmişlerdir.


Bu sosyo-ekonomi politiğe müşterek yaşam denilmektedir. Herkesin kendi geçimliğine razı olarak yaşamını sürdürme bilincine ermesidir. Düşünürseniz bu sistemde, kimsenin mal depolamasına, rızk akarına set kurmasına, dağılım kanallarını daraltmasına izin verilmez. Geniş dağılım kanallarında rekabetsiz, yarışsız kol kola aceleciliğin olmadığı bir akış vardır. Kanalda acelecilik olduğunda tansiyon yükselmektedir. Tembellik baş gösterdiğinde ise tansiyon düşmektedir. Tıp biliminden bu tansiyon sorununun vücutta nelere yol açtığını çok iyi biliyorsunuz. Damar tıkanıklıklarının ve daralmalarının hele hele kalp bölgesinde bir tıkanıklığın ya da daralmanın da nelere neden olduğunu biliyorsunuz. Ülkenin kalbi o ülkenin devletiyse bu bölgede ortaya çıkacak bir bozukluğun da nelere neden olabileceğini kolayca idrak edebilirsiniz. Toplumun tek bir kaynaktan rızklaşmasının gerekliliği, ihtiyacı olan geçimliği yani maaşını da bu kalpten akan akardan temin etmesinin gerekliliği açıktır. Birden fazla kan dağılım kanalı olan yani bir kaç kalbi olan vücut ucubedir. Öyleyse bir toplumda rızk hazine dışında, özelleştirmelerle kontrolün devletten çıktığı firmaların, holdinglerin eline geçerse ne olur iyi düşünmeliyiz. Bununla birlikte rızk akarından geçimliğin üzerinde alınacak her fazlalığın infak edilmesi gerekliliği de reddedilemez bir biçimde delillendirilmiş olmaktadır. Sistemde ortaya çıkan aksaklık durumlarında, ellerde biriken fazlalıkların infakının devlet ve ilgili hazinesine yapılması gerektiği halde vakıf, dernek adı altında kurulmuş ve denetimi sorun olan ayrı toplama kanallarına infakların teslimi durumunda neler olabileceğini iyi düşünmeliyiz. Bir de bu sisteme dıştan müdahale ederek rızkı dış ülkelere kaçıranların halini iyi düşünün. Bu dışarıdan müdahale edenlerin ülkenin kontrol mekanizmasından, hazinesine kadar her yana müdahale edebildiklerini düşünün. Hemen aklınıza IMF v.b geliyor biliyorum ama biliniz ki biz müşterek bir toplum yapısından çıkalı uzun yıllar oldu. Herkes şimdi milli misakını iyi düşünsün ve Atatürk'e ihanetin ne demek olduğunu kavrasın. Ben sizlere sağlıklı bir toplum yapısı konusunda belirli bakış açıları, okuyuş yöntemleri sundum. Sizler fıtrata dayalı sistemler(alemler) ile kendi toplumunuzun sosyo-ekonomik sistemini karşılaştırmada daha da detaylandırabilirsiniz. Örneğin bir ülke ihtiyacını çalışıp üreterek kazanmak yerine diğer ülkelerin rızkını sömürüyorsa bunun adı kan yemektir. Yamyamlığı yok ediyoruz diye yamyamlık yapmaktır.


Şimdi de biz Kurandaki ve diğer ilahi metinlerdeki sosyo-ekonomi politik nasılmış onu irdeleyelim. Kuran'ın denetimi altında kafalardaki çelişkileri giderelim. Gerekirse sonraki yazılarımızda diğer kutsal metinlerden de deliller sunalım.


Yaratılmış her varlığın kendisi için ölçülendirilmiş süreçte, sahip olduğu kimliğin gereğince yaşamaya hakkı vardır. Allah tüm varlığın yaşamı için verdiği örnek öze/bilgiye en genel anlamda adem ismini vermiştir. İnsanlar da insan kimliğinin gerektirdiği ölçülerde yaşama hakkına sahiptir. İnsan kimliğine sahip olanların kurtuluşu için gerekli olan ölçü de bu anlamda ademleşmek yani kamil/olgun insan olmaktır. Olgunluk/kamillik insanın tüm diğer yaratılmışların üzerinde bulunduğu yol ve ölçü üzerinde bulunmasıyla kavramlaşmıştır. Tüm yaratılmışlar, kendisine Allah'tan ölçüyle indirilen rızkla, israfsızlık ölçüsünde yaşamaya razı olarak var olurlar, mutludurlar ve huzur bulurlar. Bu duruma uymayan kimliklerden biri insandır. Dosdoğru hak ölçü üzerinde yürümek konusunda zaafları bulunmaktadır. Zaafları nedeniyle, yoldan çıkarıcı-haddi aştırıcı etkilerle ölçülü olmayı tutturamayan insan, sürekli bir huzursuzluk, mutsuzluk içinde ve isyan halinde yaşamaktadır. Yani insan azmakta, sınırları aşmaktadır. Bu sınırı aşma bazen uluhiyette, bazense rızk(mülk, ilim, sevgi v.b) dağılımı konusunda olmaktadır. Kemale erecek bir insanı bu mertebeye eriştirecek bir yaşam biçimi kemale erdirilmiş bir dinle mümkündür. İşte bu kamil insan ölçüsünün, Allah katından apaçık/kanıtlı bir biçimde belirlenmesi ve azgınlıktan, aşırılıktan kurtuluşun dosdoğru yolu kemale erdirilmiş İslam dini (Maide 3) ile ortaya çıkmıştır. İslam dini mensuplarının ölçü bilgisini aldıkları kılavuzlarıysa Kuran'dır.


Öncelikle vahiysel metinler insanların rızka erişimleri konusunda müsavi/eşit olduklarını, bunu kabul etmeyenlerin ise nimete nankörlük yaptıklarını belirtirler.

Nahl 71 - “Allah kiminize kiminizden daha bol rızk verdi. Bol rızk verilenler, rızklarını ellerinin altındakilere verip de, bu hususta kendilerini onlara eşit/müsavi kılmazlar. Durum böyle iken Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?”


Nimete nankör durumuna düşenlerin hak ölçüyle uyumlu olmaları için ne yapmaları gerektiği konusundaki sorularına karşılık Bakara 219 ayetiyle tokat gibi bir yanıt verilmektedir. Bunu merhum Elmalılı mealinden verelim ki kavramların kaynağındaki hallerine yer vermiş olalım.

Sana hamr-ü meysirden soruyorlar, de ki bu ikisinde büyük bir günah, bir de nasa bazı menfaatler var fakat günahları menfaatlerinden daha büyüktür, yine sana soruyorlar: Neyi infak edecekler? De ki sıkmayanını, böyle beyan ediyor Allah size âyetlerini ki düşünesiniz


Hamr ve meysir kavramı benim görüşüme göre insan bedeninin huzuru bakış açısıyla düşünüldüğünde içki/uyuşturucu ve kumar anlamlarına gelmektedir. Ancak üzerinde durduğumuz konu bu kavramların toplumsal huzurun sağlanması bakış açısında ne anlama geldiğidir. İnsanların oluşturduğu toplumsal yapılanmanın da insan bedeni temel örneği alınarak yapılması gerektiğini müteşabih / benzer temsil kavramından biliyoruz. Yani insanları bu toplumsal vücudun hücreleri gibi düşünebiliriz. Nasıl ki bir bedende rızk, kan dolaşım sistemiyle tüm vücuda sağlıklı bir biçimde, müsavat / eşitlik üzere ve her hücrenin geçimliği / ihtiyacı kadarıyla dağıtılmaktaysa, toplumsal vücudun rızk dağılım sisteminin de bu türden bir yapılanmaya sahip olması gerektiği bellidir. Aksi yapılanmalar nasıl bir ucube yaratığın ortaya çıkmasına neden oluyorsa toplumsal anlamda aksi bir yapılanma da yoldan çıkmış bir kavmin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.


Bu bakış açısıyla, nasıl bedeni ve bilinci uyuşturan alkol, kanın dolaştığı damarlarla vücuda yayılmaktaysa, toplumsal rızk dağılım kanallarına giren benzer bir oluşum da toplumsal bilinci uyuşturmaktadır. Eğer akıl edersek bunun şatafatlı bir yaşam hayaliyle insanların aldatılması olduğunu anlarız. Yani günümüzde lüks ve ışıltı içinde yaşayan ve rızkın aslan payını kendilerine alanların durumuna eriştirilecekleri yani zenginleştirilecekleri vaatleriyle kandırılma politikaları toplumsal temelde bilinci örtücü bir rol taşımaktadır. Aynı şekilde meysir kavramı da bireysel anlamda kolay kazancı anlatan kumar terimiyle kavramlaşmıştır ki toplumsal temeldeki anlamı toplumu oluşturan bireylerin bütüncül üst bilinç seviyesinde olamamaları nedeniyle farkına varamadıkları kolay yoldan kazanç sağlamak yani rant elde etmek ve fırsatçılık yapmaktır. Bunlar toplumsal anlamda her ne kadar büyüme açısından şevki artırıcılık etkisi sunsalar da ölçünün korunması, zaaf sahibi biri için mümkün olmadığından, sonu hep hüsran olmaktadır. Zaten günümüz Dünya'sı için de böyle bir rolü de kalmamıştır, çünkü bilim ve teknoloji insan yaşamını kolaylaştıracak nimetlerini sunmakta ve sürekli bir ilerleme göstermektedir. İşte zaaf sahibi insan, zaafları dolayısıyla gafil avlanmakta, mal yığma, yönetme ve şan şöhret sahibi olma sevdasıyla kendini mülk şehvetine kaptırmaktadır. Bu da kibrin ve hasedin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.


Her insan toplumsal temelde rızkını elde etmek için kendisine biçilen görevi / vazifeyi yerine getirmek ve elinin emeği, alnının teriyle hak etmek durumundadır. Hatta toplum, ortada verilecek bir vazife kalmadığında, işsiz olanların rızk ihtiyacını da geçimliğince karşılamak mecburiyetindedir. Topluma sunulan rızk miktarı bellidir. Ancak zaaflı bireyler bu rızkı endişeleri ya da şehvetleri nedeniyle yığmayı istemektedirler. Bu nedenle de üretim olanaklarının kendilerine ait olduğu zannıyla kibirlenerek, sınırları aşmakta ve azmaktadırlar. İnsanlar üretim olanaklarına yani rızk elde etme vesilelerine erişemedikleri için de yoksun ve neticede yoksul duruma düşmektedirler. İşte yozlaşmış bir sosyo-ekonomi politiğin yerine gerçek anlamda - kamil din üzere - bir sosyo-ekonomi politiğin yerleşmesi için insanların, geçimliklerinin üstündeki her bir değeri, rızka erişim olanaklarından mahrum bırakılmış kesime aktarmalarının gerektiği hakikattir. İnfak, sadaka ve zekat kavramları da bu gerçeğin ışığında hükümler içermektedir. Şimdi bu kavramların hangi yolu işaret ettiklerini sebilullah (Allah Sebili, Tek Kaynak) kavramı ışığında çözümleyelim.


Sebilullah kavramı rızkın akar halde katılım yoluyla paylaşıldığı bir sosyo-ekonomi politiği anlatmaktadır. Allah sebili yani Allah rızası için rızkın akar durumda bırakılışının gereği olarak ortaya konulan sistem beyt sistemidir. Bu beytin temsili işaretleri de Mekke'de Mescid-i Haram ve Kabe beytiyle insanlara betimlenmektedir. Bu beytin sadece ziyaret haccı ölçüsünde bırakılması ve hatta ziyaretlikten çıkarılıp, o bölgeye sadece terimsel bir kutsiyet bırakılması büyük bir zulümdür. Mescid-i Haram, erdemli insanların nasıl bir yaşam sürmeleri gerektiğini anlatan işaretlerle donatılmış prototip / temel örnek özelliği taşıması gereken bir oluşumdur. İslamiyet'in ilk zamanlarında taşıdığı görev de buydu. Ancak Allah'ın lanetine uğramak pahasına işaretler maksatlarından uzaklaştırılmış ve terimsel bir kutsiyetten başka hiç bir anlam ifade etmez hale getirilmiştir. Hatta ziyaretler sadece kutsal topraklara gitmekle günahlardan arınılacak, sevap kazanılacak, farz, bir kulluk görevi haline sokulmuştur. Halbuki hacc kavramı gerçek İslam sosyo-ekonomi politiğinin nasıl olması gerektiğinin delillere dayalı olarak ve tam yerinde yaşanırken görülmesine dayalı bir kulluk görevidir. Öyle ki hacc sözcüğünün sözlük anlamı da delillendirme ile ilgilidir.


Bu konular üzerinde ilim sahibi olmayan bir vatandaş bile akıl edebilir ki Mekke'de bulunan işaretlerin illa ki bir anlamı olsun. En basitinden Kabe'nin neden küp olduğunu, namazda neden Kabe'nin kıble yapıldığını, namazda neden saf sıraları bozulmadan durulduğunu merak edecektir. Kıble kavramı kişinin bulunduğu yerden bir yere yönelmesini işaret edeceği gibi içinde bulunduğu yaşam biçiminden olması gereken başka bir yaşam biçiminde yaşama amaçlı yönelişini de anlatır. Bu amaçla da Allah Bakara 177. ayette "Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz birr değildir." diyerek bu gerçeğe değinmiştir. Asıl birrin / iyiliğin sebilullah üzere bir yaşam biçimine rıza gösterip tüm mahlukatın yaşam haklarına saygılı olmaktan geçtiğini anlatan çerçeveleri anlatmıştır. Mescid-i Haram erdemli insanların samimi bir dayanışma içinde yaşadıkları, sözün en güzeline uyma amaçlı bir beyt yapılanmasıdır. Firavni düzenlerdeki gibi bina tipi bir yapılanma değildir. Bina tipi yapılanmada ferdiyetçilik hakimdir. Kimse kimsenin derdine muhatap değildir. Kimse kendisinin ve ailesinin dışındakilerin halini düşünecek durumda değildir. Zaten bu yapılanma da piramit simgesi ile evrenselleşmiştir ve bu düzen zulüm düzenidir. Gökten gelen yağmurun piramit yapısı üzerinde dağılımında sadece en tepedekine ve yakınlarına, yardakçılarına erişmesi, gerçek emek sahiplerine ise bir şeyin düşmemesi akıl edenlerce çok iyi görülebilecektir. Küp şeklinin ise normalde üstü açık şekilde olması gerektiği akıl edilebilir, neden kapatıldığı ise bellidir. Üstü açık küp şekli gökten inen rahmetin küpün her bir köşesine eşit bir biçimde düşmesini sağlayacak bir yapılanmayı işaret eder. Bu konu üzerinde derin tefekkürlerde bulunmuş alim insanların yardımıyla bu gerçekleri gören bizler, konuları daha da ileri seviye de toplumun gözleri önüne sermeyi amaçlıyoruz.


Kabe'yi kıble edinen kişi giderek daha fazla dünyevi zincirlerden kurtulmakta ve hürleşmektedir. Kıblesi kabe olanlar hak ölçüyle kendilerini tartmakta ve hakikatle uyumlu duruma gelmeye çalışmaktadırlar. Bu uğraşının terimsel temsili namaz yani salat-ı ikame etmektir. İnsanlar salat-ı ikame ederek hak ölçüyle uyumlu hale gelebilirler. Toplu kılınan namazlarda görürüz ki insanlar tek bir cemaat olarak Kabe'ye dönmekte ve safları bozmadan namazlarını yerine getirmektedirler. Bu işaret bile kıblesi Kabe/Küp olanların eşitler halinde yaşamaları gerektiği gerçeğinin apaçık delilidir. Kabe insan vücudu için kalple eşdeğerdir.


Mescid-i Haram sistemi içinde yaşayanlar mülkte iştirak halinde yaşarlar. Bu sistem yapısı gereği insanların üzerindeki pisliği temizlemekte ve borçları ortadan kaldırmaktadır. Hem madden hem de manen bir arınmışlığa doğru gidilmektedir. Öyle ki kibir, haset, ezilmişlik, gıpta gibi kavramlar da ortadan kalkmaktadır. Çünkü insanlar bilinçlenmekte ve sisteme razı olarak misak vermektedirler. Misakları da sınırları belirlenmiş bir mekanda, iştirak halinde yaşamı rızayla kabullenmek üzerinedir. Sebil sözcüğünün bir diğer manası ise geniş caddedir. Geniş cadde insanların saf saf, kol kola yürümelerine müsait bir yapılanma şeklidir. Bu yapılanmanın tam tersi yapılanma türü ise tarikat sözcüğüyle kavramlaşan dar, patika tarzı yapılanmadır ki bu yol üzerinde kol kola yürümenin imkanı yoktur. Allah Kuran'da asla tarikat sözcüğüyle betimlenmiş bir yapılanmanın hak olduğundan bahsetmez. Çünkü tarikat tarzı yapılanmalarda, rızkı elde etmek için mecburen birilerinin hız yapması (icl ittihazı-buzağı ittihazı) gerekmektedir ki öne geçsin ve rızkını alsın. Sistemin bu durumu, yapısı gereği, mülk tutkusu denen kavramı ortaya çıkarmaktadır. Bu tutku bütün kötülüklerin anasıdır. İnsanı sarhoş etmekte, kibir ve hasedi ortaya çıkarmaktadır. Çünkü mülkün tadını almış ve geride kalırsa edindiklerine bir daha ulaşamayacağını bilmektedir. Bu onun nimete nankörlüğünü artırmakta, mülkü daha da yığmayı kıble edinmekte, geriden gelenlerin öne geçip üretim olanaklarına ulaşmamaları için yönetim tutkusu edinmekte ve bunu başarabilmek için de şan şeref sahipliği, asilzadelik gibi bir yalancı ilah/rab/efendi/bey/ağa düzenini getirmektedir. Yani "prolog" adlı yapıtın dizelerinde de okuduğumuz gibi önde giden devenin çanı benim ağam zengindir, benim ağam zengindir diye, ortada giden devenin çanı neden neden neden diye, arkadan gelen devenin çanı da ondan bundan, ondan bundan diyerek inlemektedir.


İnanıyoruz ki teknolojinin bu derece ilerlediği günümüzde, sözün en güzeline uymayı isteyen toplumlar, rızka erişim yolları üzerindeki işveren, banka, borsa gibi aracıları kaldırmakla kalmayacaklar, para adı verilen değer taşıyıcıyı bile kullanma ihtiyacı hissetmeyeceklerdir. Çünkü iştirak halinde rızkın paylaşıldığı bir sistemde geçimlik miktarınca/ölçüsünde rızka doğrudan erişim sağlanmaktadır. Bu güzelliği idrak edip razı olanlar böyle bir düzeni canı gönülden isterler.


Eğer Mekke'deki işaretlerin kavramsal ve sözlük anlamları üzerinde fikri hür, vicdanı hür olarak düşünürseniz çok daha şaşkınlığa uğrayacağınız, şimdiye kadar kendi kendimize zulüm ediyormuşuz diyeceğiniz hakikatlere ulaşacaksınız. Özellikle Safa, Merve, Arafat, Müzdelife, Mesih, Leyli kalmak(yatılılık) gibi kavramların sözlük anlamları üzerinde de düşünün. O vakit kendi sosyo-ekonomi politiğiniz üzerindeki izdüşümlerinin neler olduğunu kavrayacaksınız. O vakit İbrahim makamından musalla (fikri hür, vicdanı hür hak ölçüyle uyumlu hale gelme arınmışlığı) yeri edinmenin ne demek olduğunu idrak edebilir, kendi kimliğinizi tanıyabilir, Kabe sosyo-ekonomi politiğinden tüm aklınız ve vicdanınızla razı olursunuz ve gerçek mutluluğa doğru bir adım atarak, ahiretinizden umut sahibi olursunuz.


İslam'ın doğuşunun ilk yıllarından itibaren, Mescid-i Haram'ın sınırlarının belli oluşu nedeniyle, Müslümanlara hacc görevlerini yerine getirdikten ve gerçeklerden haberdar olduktan sonra gittikleri yerlerde bu sosyo-ekonomi politik üzere yaşamaları tavsiye edilmiştir. Bu tarz bir yaşam türünün tarihteki adı manastır, havra, tekke türü yaşamdır. Bir beyt içinde ailelere ait odaların kapıları ortadaki bir avluya açılmaktadır. Giderek artan nüfus nedeniyle tam iştirak halinde yaşanılabilecek beyt sınırlarının genişletilmesini gerektirmiştir. Bu da daha geniş kapsamlı bir sosyo ekonomi politiğe ulaşmak için yeniden yapılanmayı gerektirmiştir. Kuran buna da komşuluk üzere bir yaşam biçiminin kurulması demiştir. Bu bizim köy sistemlerimizdeki ortadan yeme ve samimi komşuluk sistemidir. Ancak batılın yozlaştırıcılığı her devirde devam etmiş ve köy tarzı samimi komşuluk ilişkileri yerine, metropol tarzı ferdiyetçiliğe dayalı, bina/apartman tipi bir yapılanma ortaya çıkmıştır. Bu yapılanma türü Kuran'da Mısır tarzı yapılanma olarak anlatılmaktadır. Mısır tipi yapılanma tek bir kaynaktan(kamu) rızıklanmak yerine farklı farklı kaynaklardan rızıklanma yoludur ve bu çürük bir sistemdir. Musa Kavmi'nin durumuyla ilgili şu ayetler bize bu gerçeği apaçık göstermektedir.


Bakara 61 - Siz şöyle demiştiniz: "Ey Mûsa, biz bir tek yemeğe / tek bir kaynaktan rızıklanmaya asla dayanamayız, bizim için Rabb'ine dua et de bize yerin bitirdiklerinden, baklasından, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden, soğanından çıkarıversin." Mûsa şöyle demişti: "Siz daha aşağı bir nimete daha üstün bir nimeti mi değişmek istiyorsunuz? İnin mısıra; istediğiniz sizin olacaktır." Ve üzerlerine zillet, eziklik ve yoksulluk damgası vuruldu, Allah'tan bir gazaba çarpıldılar. Bu böyle oldu, çünkü onlar Allah'ın ayetlerini inkâr ediyor ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. İsyan ettikleri için böyle oldu. Sınır tanımıyor, azgınlık yapıyorlardı.


Bu zulüm sistemi yerine öğütlenmiş olan yapılanmaysa köy samimi komşuluk düzenine dayalıdır.

Bir önceki ayette ( Bakara 61) bahsi edilen beyt düzeninin ne olduğunu da evelindeki ayetleri (Bakara 58, 59 60) düşünerek görebilirsiniz.

Bakara 58 - Ve bir vakit «şu karyeye girin de ni'metlerinden dilediğiniz veçhile bol bol yeyin ve secdeler ederek kapıya girin ve «hıtta» deyin ki size hatı'elerinizi mağfiret ediverelim, muhsinlere ise daha artıracağız» dedik

Bakara 59 - Derken o zulmedenler sözü değiştirdiler, kendilerine söylenildiğinden başka bir şekle koydular, biz de o zalimlere fısk işledikleri için gökten bir murdar azap indirdik

Bakara 60 - Ve bir vakit Musa, kavmi için su dilemişti, biz de asan ile taşa vur demiştik, onun üzerine ondan on iki pınar fışkırdı, her kısım insanlar kendi su alacağı menbaı bildi, Allahın rızkından yeyin, için de müfsitlik ederek yer yüzünü fesada vermeyin

Girilen karye, köy manastır tipi tek bir kaynaktan(kamu) rızıklanmanın olduğu bir beldedir: Bu sisteme razı olun ki kurtuluşunuz yolunda sizleri affedelim denilmektedir. Aşağıdaki ayette beyt yapılanmasının içeriği hakkında bilgi vermektedir.

Yunus 87 - Biz ise Musâ'ya ve kardeşine şu vahyi verdik: kavminiz için mısırda bir takım beytler/evler hazırlayın, ve beytlerinizi - evlerinizi kıble edinin / beytlerinizi karşılıklı-komşu yapın ve namaz kılın, hem de müminleri tebşir eyle / müjdele

Görüldüğü üzere Allah insan toplumlarını kendi yarattığı fıtrat üzere bir toplumsal yapılanma içinde yaşamaları konusunda uyarmakta ve kurtuluşun ancak böyle mütevazi bir yaşam biçiminde olduğunu bildirmektedir. Toplumun ucube, ezik bir yaratık haline dönmemesi için tek kaynaktan rızklanma özellikle istenmektedir. Üç kalbi olan bir yaratık insan değil canavardır.

Günümüzde yeryüzünde milyarlarca insan yaşamakta ve ulus devletler bulunmaktadır. Gerçekten bu ulus devletler sosyo-ekonomi politik yapılanmaları açısından beyt ya da bina niteliği kazanmaktadırlar. Kimi ülkeler kamuculuğu/devletçiliği yani tek bir rızk kaynağından beslenmeyi kıble edinirken kimi ülkelerse kamu, özel, vakıf, kolonileşme v.b tiplerde çok başlı yapılanmaları seçmektedirler. Kamucu tarzı seçen ülkeler sosyalist ülkelerdir. Çok başlı rızıklanmayı seçenlerse kapitalist, liberalist, emperyalist ülkelerdir. Özelleştirmelerin arttığı ülkemizin halini de iyi düşünün. Özelleştirme ve vakıflaşma tek güçlü olanın halk olması yerine zengin kişi ve zümrelerin rızk verici olarak şirk edinilmesidir. Aslolansa mülkün tüm unsurlarının Allah'a ait olduğu bilincine erişmek ve O'nun halifem dediği insanoğlunun tamamına bu unsurlardan eşit olarak yararlanma hakkı verdiğini kavramaktır.(malik O, melik O, övgü de O'nadır) İŞte ancak bu durumda denetim hakkı bulunan devlet/kabe tarzı bir yapılanmanın ne demek olduğu anlaşılacaktır. Halkın özelleşmiş ve vakıflaşmış mülk tepeleri üzerinde denetim hakkı bulunmamaktadır.

Tek kaynaktan beslenen bir yapılanma kendi kendine yeten bir sistemin ortaya çıkmasını sağlar ki Allah bu gerçeği şu ayetlerle sabitlemiştir.

Sebe 18 - Biz onlarla içini bereketlendirdiğimiz memleketler arasında sırt sırta karyeler meydana getirmiştik ve onlarda muntazam seyr-ü sefer takdir eylemiştik, gezin oralarda gecelerce ve gündüzlerce emniyet içinde demiştik

Al-i İmran 96 - Doğrusu insanlar için göz önüne konulan ilk beyt, elbette Bekke'deki kendisi bereket kaynağı ve bütün sistemlere/alemlere doğru olanı gösterendir.

Görüldüğü üzere Bekke tarzı bir sosyo-ekonomi politiğin kendi kendine yeten bir yapılanma olduğu açıktır. Bekke diye Kuran'da geçen kavram bir şehir ismi olmaktan öte Mekke karyesinin nasıl bir sosyo ekonomi politiğe sahip olması gerektiğini anlatan orijinal bir kavramdır ve anlamı bakiye/artık sözcüğü ile aynı kaynaktan gelmektedir. Artık değerlere el konulmayan, ihtiyaç fazlasının ihtiyacı olanlara doğrudan aktarımının sağlandığı bir yapılanmayı ifade etmektedir. Zaten bu durumu makalenin ilk başlarındaki örnek yapılanma modellerinde orijinal yapılanma olduğu bilincine erişmiştik. Bütün mahlukata bu yapılanma tarzı kurulan ilk beyt türüdür(1). Mülkleşme tutkusunu içinden atamamış kodamanların bilinçlenememiş toplumun ürettiği artık değerlerine el koyarak, semirmelerinin önüne geçerek, ürettiğiyle yetinebilen bir Mekke karyesi oluşturma amacı taşır ki Bekke kavramıyla Mekke karyesi özdeşleşmiştir. Bununla birlikte çevresinden topladığını ihtiyacı olan yere aktarma düzeni olan Mescid-i Aksa düzeninin eksiklikleri de İsra suresiyle ortaya konulmuştur.

İsra 1 - Bütün varlıkların tespihi o kudretdir ki, ayetlerimizden bazılarını kendisine gösterelim / kendisini ayetlerimizden bir parça olarak gösterelim diye kulunu, gecenin birinde Mescit-i Haram'dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya yürütmüştür. Hiç kuşkusuz, O'dur Semî' ve Basîr.

Derin derin düşünülürse uzak mescid diye adlandırılan sistemin doğru olmadığı en güzel sistemin haram üzere secde olduğu anlaşılacaktır. Mescid-i Aksa çevresi bereketlendirildiği için bir nevi zenginlerden toplananlar ihtiyaç sahiplerine aktarılmaktadır. Bu ise yozlaşması çok olası bir düzeni ortaya çıkarmaktadır. Zenginler sahip olduklarının yüzdelikçi bir oranda infakını ayırıp aktarmaktadırlar. Zekatın yüzde iki buçuk gibi çok düşük bir oranda tutuluşunun hakikat olmadığı açıktır. Beni İsrail'de dahi bu oran yüzde onun üzerindedir. Öyle ki İsrail oğulları bu sistemi o kadar yozlaştırmışlardır ki Sebt (zenginlerin dinlendirildiği gün) kavramını dahi kendileri uydurmuştur. Sebt günü diye literatüre geçen olay, üretim olanaklarının haftada bir günlüğüne yani 1/7 oranında zenginlere değil de fakirlere verilmesine dayandırılmış çürük bir sistemdir. Allah bu çürük düzeni uyduranlar bu düzenlerinde bile devam etmediklerini şu ayetlerle sabitlemiştir.

Araf 163 - Sor onlara, o denizin hadâret, bir iskelesi olan o şehrin başına geleni, o vakit Sebtte tecavüz ediyorlardı: o vakit ki Sebt yaptıkları gün balıkları yanlarına akın akın geliyorlardı, Sebt yapmıyacakları gün ise gelmiyorlardı, işte biz onları fasıklıkları sebebiyle böyle imhitana çekiyorduk

Anlaşılmakta ki denizde avlanmasına izin verilmeyen yoksun ve yoksul kesime haftada bir gün avlanma olanağı verilmektedir. Allah hikmetiyle sebt günü ürünü bollaştırmakta ve yoksunun daha fazla fayda elde etmesine yardımcı olarak zenginleri imtihan etmektedir ki zenginler bu duruma tahammül edemeyerek sebt sistemini bile bozmaktadırlar. Bu bozukluğun günümüze kırkta bir oranında nasıl ulaştığını da anlamak zor değildir.


Hak din sosyo ekonomi politiğinin günümüzde nasıl olması gerektiği konusunda sanırım kalplerimizde bir biçim ortaya çıkmıştır. Ulusal sınırlar içerisinde kurulacak devlet yapılanmasını kıble edinmiş ve mülk konusunun üç unsuru olan mal, iktidar ve şerefte katılımcı olunan, halklarının samimice, kardeşce, barış içinde yaşadığı bir sistemdir arzu edilen. Günümüz toplumlarında görülen sistem ise bunun tam tersine çok başlı bir yapıya doğru sürekli kaymaktadır. Firavni, yeni bir feodalite düzeni yeryüzüne hakim olmaktadır. Artık değerlerin zenginlerin daha da semirmeleri için sermaye yapıldığı, kapitalist bir düzen ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte farklı ülkelerin de rızk kaynaklarına zorla el konulmakta ve sömürü en had safhada yapılmaktadır. Bu ise kolonileşmenin getirdiği emperyalizmin sonucu oluşan bir tablodur. Semirmiş devletler (CFR, Nato, ABD, AB kavramlarını iyi incele) resmen kan yemekte ve ezilenleri de domuz etiyle kandırmaktadırlar. Üstüne üstünü yeryüzü yaşam döngüsünü de bozguna uğratmaktadırlar, bu toprağın hakkı olan ölü, leş etini yemek kadar gaddarca bir yoldur. Şimdi de kısaca müslümanlara haram edilen ölü, leş, kan, domuz eti kavramları üzerinde akledelim.


Önce domuz etiyle başlayalım ki neden necis yani pis olduğu ortaya çıksın ve yıllardır polemik yaratan bir tartışmanın sonlanması için bir nebze daha ilerlensin. Bilimsel verilerden elde ettiğimiz bir sonuç bulunmaktadır ki domuz eti adi/sağlıksız bir ettir. Domuz çok kısa zaman içinde et verimi veren bir hayvandır. Domuzun evcilleştirilişinin M.Ö 7000 yıllarına kadar uzandığı düşünülmektedir. Yer olarak da Harran denilmektedir. O dönemde yeryüzünde hakim olan yapılanma kabilecik tarzıdır. Yani kabilenin başında bir kabile reisi ve onun yanında yardakçısı konumundaki büyücü v.b takımı yer almaktadır. Avcılığın yoğun olduğu bir dönemdir. Piramitsel bir sosyo-ekonomik yapılanma vardır. Tepedekiler etin en kalitesine erişmektedirler. İşçi avcılar geyik, kuş, balık eti v.b avlamakta ve bu avlarını en tepedeki sınıfa sunmaktadırlar. Ancak bu durumdan rahatsız olan işçi grubu isyan etmekte ve kendilerinin sadece tahılla beslenmesini adaletsizlik olarak görmektedirler. Bu isyan durumunun ortadan kaldırılmasının çaresini kısa sürede et veren domuzda bulan semirmiş reisler ve yardakçıları, madem istediğiniz ettir alın size de et diyerek toplumların bilinçlenmelerinin önüne geçerek temizi pisle örtmektedirler. Bu durumun günümüzdeki sosyo-ekonomi politikte nasıl bir yansımaya sahip olduğunu az biraz akleden herkes fark edecektir. Köşe başlarında açılan ucuzlukçu kalitesiz mal marketleri, hormonla kalite düşmesi pahasına hasılatı artıran tarım ürünleri hep bu zihniyetin bir sonucudur kanaatindeyiz. Bu duruma neden olan sadece zenginlerin tutkuları değil, yoksunların ve yoksulların semirme hayalleridir de. Çünkü onlar da ferdiyetçiliği seçmişler ve ortadan yemek yerine özel mülk sahibi olmayı hak sanmaktadırlar. Böyle bir düzende, kıt olan yeryüzü kaynaklarının nereye kadar dayanabileceği ve diğer mahlukatın hakkının dahi insanın menfaatine uhdeye alınması ve israfla harcanması inanılmaz bir zulümdür. Tabiatın hakkı olan leş ve ölünün yenilmesi gibi bir tablo ortaya çıkmaktadır.


Bununla birlikte çok zor durumda kalınmadıkça kullanılmasının hakka tecavüz olduğu aşikar olan bir diğer kavram da kan yemedir. İnsan kanı yapısı itibariyle zaten yiyemez. Öyleyse bu insanın bedeninin kanla beslenmesi gibi bir şeydir. Bu da zaten acil hastaların sıkça başvurduğu bir rızıklanma türüdür. Bir insandan diğerine kan aktarımı yapılmasıdır. Peki bu olayın toplumsal temelde karşılığı sömürgecilik olmasın. Zayıf ve korumasız ülkelerin kanının emilmesi olmasın? Emperyalist ülkeler yayılımcı bir politika güderek ganimet ele geçirme peşinde gitmektedirler. Afrika'daki açlığın nedeni de budur ki zayıfın ürettiğinden elde edilen rızk emperyalist ülkelerin zaten zenginleşmiş olan sistemlerine dahil edilmektedir. İşte kan emicileri kan yiyenleri bu zalim kapitalist, liberalist, emperyalist ülkelerdir. Umarız ki bu kadar çözümleme bile polemikleri gidermeye yetecektir. Meallerde süsülmüş, uçurumdan düşmüş yani doğanın malum yollarıyla artığa çıkmış kaynaklarının da doğada kalması gerektiği kolayca kavranabilir. Müslümanlar için hak olan ise doğanın sunduğunun Allah adına yani tüm ihtiyaç sahibi mahlukat adına kullanılmasıdır.


Şimdi bu kadar detaylı bir hak din sosyo-ekonomi politiği çözümlemesinden sonra fityan tanımına geçebiliriz. Bilinçlenmiş, dirilmiş, kıyam etmiş her insan kabeyi kıble edinmeye gönülden razı olduğunda genç yani fityan ismini alır. Batıl sistemi yıkıp yerine hak sistemi getirme yolunda canını feda edecek ölçüde mücahede eder. Tarih boyunca bina sistemini yıkıp beyt düzenini getirmek isteyen peygemberlere ve önderlere ilk yardım edenler işte bu fityandır. Selam üzerine olsun İbrahim peygamber bu sistemi kurmadan önce fityan olarak adlandırılmaktadır. Yine Mısır'da firavni düzene karşı mücahede eden Musa yandaşları da Kuran'da fityan olarak yer almaktadır. Yine sistemlerin kimliği hakkında ibret almak ve bilgi edindirilmek üzere nimetlendirilen Mağara Ashab'ı hakkında da fityan diye bahsedilmektedir. Yine son peygamber selam üzerine olsun Muhammed (SAV) e yardım edenler de selam O'na Ali(R.A) gibi yiğit,bahadır ve hakka aşıklar da fityandırlar. Şimdi fityan kavramının üzerinde biraz duralım.


"Fityan" kavramı, meallerde ve sözlüklerde hep "gençlik grubu" olarak anlamlandırılır. Fityana sadece genç insanlar olarak bakmak büyük bir kayıptır. Fityan, tarih boyunca elçilere, peygamberlere ve onlarla aynı yolun yolcusu olan önderlere ilk destek çıkanlar grubudur. Bu kavramı sadece gençlik diyerek geçiştirmek yanlıştır. Fityan ehli fitneden uzak duranları, ihtiyaç oranında rızkla yaşamaya rıza gösterip, yakınındakilerin de aynı ölçüyle rızklanmasını isteyenleri, rızk kaynaklarıyla üretim olanaklarının belirli kişi, grup ya da toplulukların elinde şehvet unsuru olmasını bencillik bilenleri, rekabeti ve yarışı(buzağıya tapma) sefihlik(ahmaklık) görenleri anlatır. Fityan ehli şehvetin unsurları olan mülk, iktidar ve yönetim ile şan şöhret sahipliğinin ancak Allah'a ait olduğunu, Allah'ın da bu unsurları insanlığın tamamına eşit olarak kullanılmak üzere sunduğunu bilenlerdir. Fityan ehli gençler, bahadırlar, yiğitler, mertler, delikanlılar bu sınırlarla yaşamanın mütevaziliğini kabul edenlerdir. Onlar toplumun böyle mütevazi bir yaşam sürmesi için mücadele eden, itidal seviyesindeki geçimliğini alnının teri, bileğinin hakkıyla söke söke almayı isteyenlerdir. Onlar semirtecek ücret yerine farz olanı yani geçimliği anlatan maaşla memur olarak çalışmayı isteyenlerdir. Fityanlığı, delikanlılığı, yiğitliği; mafyalık yaparak başkasının ihtiyaç seviyesindeki geçimliğine göz koyan kolaycılarda, tembellerde, emeği çalıp rant peşinde koşanlarda, sokaklarda, meydanlarda bangır bangır oy diye yalvarıp, sihirli sözlerle halkı kandıranların, işçinin-memurun emeğini tırtıklayan domuz mizaçlıların ve onlara yalakalık yapan maymun mizaçlıların içinde aramayın. Fityanlığı müşterek bir yaşama gönülden razı olmuş, nefsine hakim, tek kaynaktan rızıklanmayı benimsemiş, irade ve kudret sahiplerinde arayın.

Bu konu için en ibretlik toplumun halini Allah, Yunus suresi 74-99 arasında anlatmaktadır.

Firavun ve kodamanlarına Musa ile Harun gönderilmiştir. Mülk unsurları konusunda büyüklenip, kibirlenen ve günaha sapan firavun ve kodamanlarına Musa ile Harun uyarıcılar olarak gönderilmişlerdir.

Gerçeği yani kurtuluşun toplumun müşterek yaşamasında, suyla temsil edilen rızkın depolanmadan akar halde bırakılmasında olduğunu, atalarının sosyo-ekonomi politiği olan, her dönem farklı isimlerle pisliğini örtmeye çalışan firavnizmin, piramitsel yapılanmanın, kodamanlığın, tarikatlaşmanın, masonluğun, feodalitenin, burjuvazinin, kapitalizmin, liberalizmin ve emperyalizmin en batıl yol olduğunu bildirmek üzere gitmişlerdir.

Ancak ellerindeki mülkün halka adilce, ihtiyaçları seviyesinde paylaştırılacağını anlayan nankörler uyarıcıları ve dostlarını büyücülükle, sihirli laflar konuşmakla suçlamışlar, mülkü paylaşacağız peki karıları da paylaşacakmıyız türünden iftiralarla susturmaya çalışmışlardır. Amaçlarının devlet ve ululuğu ele geçirmek olduğu yalanıyla halk kitlelerini onlara düşman etmişlerdir. Onların gerçekleri gösteren ispatlı delilli ilimleri(mucize)ne karşılık sihirli sözlerle halkları etkilemekte ustalaşmış adamlarını çıkarmışlardır. Bu adamların kurdukları tuzakları, Allah'a güvenip dayandıkları için akla dayalı ispat ve delillerle herzaman alaşağı etmişlerdir. Halk ise bu kodamanların, firavnların kötülüklerinden korktukları için Musa'yı tasdik etmemişlerdir. Musa'ya ancak çok küçük bir yiğit gençler grubu (fityan ehli) inanmış ve destek olmuştur. Çünkü emperyalizm(firavnlık-piramitsel-tarikatsal yapılanma) o yerlerde büyük güç sahibidir.

Firavnlar azdıkça azmaktadırlar. Buna karşılık fityan ehli ve uyarıcılar Allah'ın rahmetiyle bu azgın grubun zulümlerine karşılık bir çözüm önerisi istemektedirler.Allah'ta rahmetini göstermekte ve şunu öğütlemektedir. Ferdiyetçilik sistemi olan bu sistemden uzaklaşmak için Mısır'da yani metropol düzeninde, liberalizm ve kapitalizmin, firavnlığın yani ferdiyetçi düzenin hakim olduğu yerlerde, iştirak halinde yaşamın olduğu karşılıklı evler, devlet düzenleri, sistemler kurun ve kıblenizi bu sistemler olarak bilin ve ferdiyetçilikten uzaklaşın demektedir. Bu sistemler içinde namazınızı yani salatınızı dosdoğru yerine getirin yani rızkın adil ve hak ölçüye dayalı dağılımını yerine getirin denilmektedir. Bu yozlaştırılmamış manastırların, havraların, tekkelerin düzenidir.

Fityan ehlinin emperyalist düzendeki mülk yoğunluğuna şaşırarak neden Allah'ın onları böyle rızıklandırdığına şaşırmaktadırlar. Mülklerinin ellerinden alınıp felaketi görecekleri o son musibetin başlarına gelmesi için Allah'a dua etmektedirler. Allah dualarını kabul etmiş ve firavunun denizde boğulması olarak temsil edilen süreç başlatılmıştır. Firavun son ana kadar eşitliğin ve adaletin hakikat olduğu bilincine erememiştir. Erdiğinde ise çok geç olmuştur.

Bununla birlikte Musa'ya inananlar yani helal rızıklanmayla yaşama fırsatı verilenler kendilerine ilim ve getirileri sunulunca ayrılığa düşmüşlerdir.


Ülkemiz için de Atatürk'ün kafa yorarak, aklını ve vicdanını hür bırakarak ortaya koyduğu ve halkın desteğiyle kurduğu Cumhuriyet rejimiyle sebilullah (Allah yolu) üzere bir düzen kurulması yönünde büyük bir adım atılmıştır. Bencil yorumlarla çivisi çıkan yozlaşmış din ve şeriat, devrimlerle -özellikle laiklik ilkesi ile- kontrol altına alınmıştır. Aklı hür, vicdanı hür nesiller yetişmesi için uygun koşullar sağlanmıştır. Sosyo-ekonomi politik kıblesi devlete dönük, halkçı bir yapıya kavuşturulmuş ve tek bir kaynaktan rızklanmaya doğru büyük bir adım atılmıştır. Devlete maişetle çalışılması farz kavramının da özüdür. Ancak yıllar geçtikçe serbest ekonomiyle icl ittihaz edilmiş ve acele gelen istenilmiştir. Bu da semirmişlerin özel holdinglerinin ve vakıfların da rızk kaynağı olarak gündeme alınmasını ve onların gedik edinmesini sağlamıştır. Halklar kula kul edilmiş, kendilerine maişet yani geçimlik seviyesinde rızk yerine yararlılık seviyesine orantılı ücret verilmiştir. Şu yıllarda ise vatanın mülkünden halka ait, özelleştirilmemiş neredeyse hiç bir şey kalmamıştır.


Denilmektedir ki devlet o ülkenin başıdır, beynidir. Bu tamamen yanıltmadır. Akıl mülke dayalı bir oluşum değildir. Akıl da tüm halka aittir. Devletin içinde olsun ya da olmasın. Halkın bu anlamda bir başa ihtiyacı yoktur. O ülkenin başı ilim ve bilimle donatılmış kendi halkıdır. Şura ile işleri halleden temsilciler meclisi ise bu ortak aklın adı üstünde temsilidir. Başı değildir. Kontrol altından tutulması mecburdur. Dokunulmazlık gibi ayrıcalıklar tanınamaz. O meclise temsilciler gönüllü olarak tüm halkın sorumluluğunu üstlenmek ve Allah rızasıyla halkın gönlünde yer edinmek için gelirler. Medeniyette temsilciler meclisine aday olan gönüllüler halka vaat veremez. Halk kendi içinden bilinçliliğinin eseri temsilcisini kendisi gönderir. Sözün en güzelini kendi bilinçlilik seviyesinde edindiği görüşleri çerçevesinde tespit etmeye çalışır ve meclise bu kıblelere yönelmiş adayını gönderir. Seçim öncesi oy toplamak kancaya takılacak keriz aramaktır. Bu sıkıntıdan kurtulmanın yolu tüm halkın eğitimi konusunda inanılmaz bir çaba göstermektir. Teknolojinin ve bilimin sürekli ilerleyişi temsilliğin sürekli daha da en ideal olan, sözün en güzeline uyacak şekilde yapılanmasına da katkı sağlamaktadır. Hatta bu ilerlemelerin ileride para gibi dolaşım araçlarını da ortadan kaldıracağını, insanların doğrudan ihtiyaçları olan şeyle muhatap kılınacağı bir düzenin geleceğini ümit ediyoruz.

Şimdi uluhiyette tevhid inancı sahibi olanların, sosyo-ekonomi politikte çok başlı bir rızıklanmayı seçmeleri sizce hakmıdır? Bu resmen halkı Allah'la aldatmak, Allah'a tuzak kurmak ve çok yüzlülük yani münafıklıktır. İşte azabın en kötüsünü hak edenler de onlardır.

Devrimlerle sebilin(yolun) güvence altına alınmasına tahammül edemeyen karanlık kalpler, başta fityanlara olmak üzere tüm erdemli insanlara eziyet edeceklerdir ve etmektedirler. İftiralarla karalanacaklar, kafirlik, müşriklik ve münafıklıkla mürted ilan edilecekler. Ancak ilan edenler kendilerinin mürtedliklerini asla göremeyeceklerdir. Deccal dine bağlı görünecek ancak mürted olacak, toplumları Allah'la aldatacaktır. Bunca pisliğe rağmen Bedirde, Çanakkale'de aydınlık için savaşıp şehit olanların kanları için fityan yine korkusuzca ölüme gidecektir.


Şimdi ileri görüşlülüğüyle bugünleri o günden gören Atatürk'ün gençliğe hitabesini okuyalım ve onun bahsini ettiği gençlerin içine girip girmediğinize karar verin.

Gençliğe Hitabe


Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen millî felâketlerin doğurduğu uyanıklığın ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların karşılığıdır. Bu sonucu, Türk gençliğine emanet ediyorum.

Ey Türk gençliği! Birinci görevin, Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyeti'ni, sonsuza dek korumak ve savunmaktır. Varlığının ve geleceğinin biricik temeli budur. Bu temel, senin en değerli hazinendir. Gelecekte de, seni, bu hazineden mahrum etmek isteyecek, iç ve dış, düşmanların olacaktır. Bir gün, bağımsızlık ve cumhuriyeti savunma zorunluğuna düşersen, göreve atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şartlarını düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şartlar, çok elverişsiz bir nitelikte belirebilir. Bağımsızlık ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada benzeri görülmemiş bir galibiyetin temsilcisi olabilirler. Zorla ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şartlardan daha acıklı ve daha korkunç olmak üzere, memleketin içinde, iktidara sahip olanlar dalgınlık ve doğru yoldan ayrılma ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri kişisel çıkarlarını, memleketi ele geçirenlerin siyasî emelleriyle birleştirebilirler. Millet, fakirlik ve yoksulluk içinde harap ve bitkin düşmüş olabilir.

Ey Türk geleceğinin evlâdı! İşte, bu durum ve şartlar içinde de görevin; Türk bağımsızlık ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki soylu kanda, mevcuttur!

1927 (Nutuk II, s.897-898)


Eğer kendinizi fityan grubunda görüyorsanız ne yapmanız gerektiğiyle ilgili Bursa nutkundan ilham alın...


Bursa nutku

Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir.

Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır. Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir diye düşünecek; ama hiçbir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haklı ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.


Benim anladığım gençlik, bu devrimin fikirlerini ve ideolojisini benimseyip gelecek kuşaklara götürecek kimselerdir. Benim gözümde yirmi yaşında bir yobaz ihtiyardır, yetmiş yaşında bir idealist(gayba, ülküye iman eden, sözün en güzelini arayıp bulan) de güçlü bir gençtir.

(Niyazi Ahmet Banoğlu, Atatürk'ün İdeolojisi, Bayram gazetesi, 14. 11. 1978)


Ve yazımızı bin yılları görebilen sevgili peygamberimizin bir hadisi ile bitirelim...

"O gün insanlar tutulan yolda yoldaşlar, arzda komşular ve emvalde iştirak halinde malikler olurlar


FİTYAN
__________________
Kimse kimsenin yargıcı değil, olmamalı da zaten..Herkes kendi üzerinde gözetmen ve yargıç olsun..Kendimizi rahatsız edelim, dünyamız değişsin...Belki o zaman huzuru bulmuş benliğimiz başkalarına kendiliğinden ışık saçar../Elif.
Barış isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
atatürk, gençliği, hitabını, kime, türk, yöneltti


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 01:30 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam