6. January 2011, 02:20 AM | #1 | |||||||||||||||||||||||||||||||||||||
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Dec 2010
Mesajlar: 176
Tesekkür: 627
164 Mesajina 386 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24 |
İblis'in Tasavvuf Tuzağı [Şirk Kapısı]
Selam arkadaşlar;
Yazı uzun olmasına rağmen tek seferde merakla okudum. Katılmadığım bazı noktalar olsa dahi katılmadıklarım asıl konu ile alakasız olduğundan ve bu yazı ana konu açısından bana göre yeterince doyurucu olduğundan sizlerle de paylaşmak istedim. Tasavvufun Kurani olmayan şeytani kaynakları hakkında oldukça bilgilendiricidir. Allah hepimizi doğru yoluna iletsin. __________________________________________________ _____________ İBLİS'İN İSLAM'A TUZAĞI: "TASAVVUF FELSEFESİ" 'Tasavvuf'' kavramı ve istilahi anlamının İslam'da yeri yoktur. Ne Kur'an'da ne Sünnet'te yeri; dayanağı olmayan; sonradan İslam'a sokulmuş ''bidat'' bir kavramdır. ''Tasavvuf''tan, H. 200 senesinden sonra bahsedilmeye başlanmıştır. Kısacası ''Tasavvuf'', İslamiyet'in doğuşundan yüzlerce sene sonra İslami ve İslami olmayan kaynakların etkisiyle ortaya çıkmış ve sürekli ''felsefi etkiler''le gelişip bir ''marka sistem''e dönüşmüştür. H. 300'de ise ''Tasavvuf'', ''vahdeti vücut'' şeytani aşısıyla yeni bir boyut kazanmıştır. Sahabe zamanında ne tasavvuf ne de mutasavvıf diye tanımlanan bir düşünce-topluluk yoktu. İbadet bakımından Tabiin ve atba at-Tabi'in arasında bir farklılık da söz konusu değildi. Bazı müsteşriklerin sandığı gibi bir ''zühd hareketi'' de mevcut değildi. Hatta ''zühd'' kavramı da Kur'an'da yer almamıştır. Ancak YUSUF(12/20)'de; Yusuf'u kuyudan çıkarıp satın alanların "isteksizliği"ni belirtmek için sadece bir yerde ''zahidin'' kelimesi geçmektedir. Kur'an'da oldukça sık tekrarlanan kavram, ''takva''(Allah'tan sakınma) kavramıdır. ''Vekaa''(sakınma-korunma) kökü, türevleriyle birlikte Kur'an'da 258 kere geçmektedir. Elbette ''takva''; Allah'tan ''korkup-sakınmak'' ve ''Allah'ı zikretmek'', her müminin temel görevi ve vasfıdır. Bu anlamda, Müslümanlar arasında; Allah indinde bir derecelenme olması da tabiidir. Ancak Peygamberimiz (s.a.v.), kendi zamanında; "takva" gayretinde az da olsa aşırıya kaçanları uyarmıştır. Ebu Zerr, Ebu Derda ve Huzeyfe bunlardan birkaçıdır. Ancak elbette; ''sahabe'', ''tabiin'' ve ''atba at-tabi'in''den, "takva yolu"nu tutan birçok mümin toplulukların bulunması gayet tabii bir durumdur. H. 200 yılına kadar, bu ''takva-zühd'' gayretleri içinde olanlar, hiçbir zaman "tasavvuf"la bağlantılı "mutasavvıf" kavramını kullanmamışlardır. Bu nitelendirme ve İslam'ın dışına kayma; H. 200'den sonra ortaya çıkmıştır. Bu yüzyıldan itibaren mutasavvıfların sayısı artmış ve "tasavvuf" giderek "İslam dışı bir öğreti" haline gelmeye başlamıştır. Sufi kelimesinin kökeni, tartışma konusu olmuştur. Sufilerin çoğunluğu, bu kelimenin "safa"dan türediği ve "sufi"nin dünyevi kirlerden temizlenen "seçkin kişi" anlamına geldiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bazıları ise sufi kavramının, "saf"dan geldiğini iddia etmiş ve Resulullah (s.a.v.) zamanında Mescid-i Nebevi'nin yanında barınan fakir müslümanlara verilmiş bir isim olan "ehl-i suffe"yi referans göstermişlerdir. Kuşeyri ve diğer sufilerin görüşüne göre bu açıklamalardan hiçbirisi etimolojik olarak doğru değildir. Tasavvuf ile ilgili mevcut en eski risalenin yazarı Ebu Nasr Serrac'a göre ise; "sufi" ismi, "suf(yün elbise)"den türemiştir. Her ne kadar "sufi" kavramının orijini karanlık ise de, sufi kelimesinin yaklaşık H. 2. asrın sonlarında; "zühd"ün "tasavvuf"a dönüşmesi esnasında yaygınlık kazandığı anlaşılmaktadır. Bu "kavram"ın, Peygamberimiz (s.a.v.) zamanında var olduğuna işaret eden zayıf rivayetlerin hiçbir değeri yoktur. Kendilerini, Peygamber'in gerçek ruhi varisleri olarak gösteren 3. ve 4. asır sufileri, iddialarını desteklemek için bir takım dayanaksız deliller ileri sürmüşlerdir. Ancak şu da bir gerçektir ki; ilk "sufizm"de, "tasavvufi unsurlar" daha azdı ve zühd eğilimleri güçlüydü. Peygamber'e yaklaştıkça, mistik anlam taşımayan ibadet ve zühd gayretleri ön plana çıkmaktaydı. H. 2. asra gelmeden önce sufi diye nitelendirilenler; genellikle Kur'an'a uygun hareket etmekteydiler. Onlar, Allah'ı seviyorlardı ve ondan sakınmayı esas alıyorlardı. Bu arada "sufi" kelimesinin, Fars ve Türk şiirinde, bazen "münafık dindar" veya "ahlaksız özgür düşünür" anlamında kullanıldığı görülmektedir. H. 3. asırda sufilik, "tasavvufi" bir boyut kazanmıştır ve o zamana kadar arka planda kalan "felsefi-vahdeti vücut"cu eğilimler, belirleyici olmuştur. Ancak sufiliğin, zühd-takva aşamasından, "vahdeti vücut felsefesi"ne kayışta "dış tesirler"in önemi ortadadır. Bu "felsefi tesirler"in kaynaklarından en önemli birkaçı; Hıristiyanlık, Yeni-Platonculuk ve Budizm'dir. Tasavvufun esaslarını vazeden Zu'n-Nun el-Mısri(H. 245), bu asırda faaliyet göstermiştir. Böylece müritleri olan şeyhler zuhur etmiş, birtakım tasavvufi kaideler ve adetler türemiştir. Şeyhlerine kayıtsız şartsız bağlanan müritler, bu usulleri, onlardan öğrenmeye başlamışlardır. Böylece İslam'a, "İblis öğretisi"nin sokulması için adeta "kanal" açılmıştır. Ebu Yezid al-Bestami(H. 261), "üstadı olmayanın üstadı şeytandır" derken; Zu'n-Nun el Mısri, "şeyhe itaat, Allah'a itaatten daha iyidir" diyebilecek kadar İblis'in kucağına oturmuştur. Biz bu çalışmamızda, tasavvufun ortaya çıkışı ve tarihsel değişim-dönüşüm sürecini ele alacak değiliz. Bu konuyla ilgili çok sayıda çalışmalar yapılmıştır. Özellikle müsteşriklerin bu konuya çok hevesli olduğunu biliyoruz. Biz burada; İslam'ı, "İslam'dan sapma"yı ve "İblis öğretisi"nin, "İslam'a sızmak için açtığı kanalları" incelemeye; gün ışığına çıkarmaya çalışacağız. Özetle "tasavvuf felsefesi" yoluyla, İslam'ın yedeğe alınarak; çağdaş "New Age felsefesi"yle nasıl uyumlu hale getirildiğini; ''İblis'in Kadim Planı'' içinde ''Deccal Dünyası"na hizmet ettirilmek istendiğini ortaya koyacağız. Tasavvuf felsefesinin temel yanılgısı; İblis'in ve adamlarının şeytanca etkileriyle oluşan yanılgı; "Allah'ın zati varlığı, sıfatları ve yarattığı alemlerle olan ilişkisi" noktasında toplanmaktadır. Bu "yaratma ve varlık meselesi", dinin en temel meselesidir. Burada üç önemli yanıltıcı-saptırıcı "tesir kaynağı" söz konusudur. Yazımızın ilerleyen bölümlerinde bunlar üzerinde durulacaktır. Ancak çok kısa bir şekilde bu tesirleri, üç kategoride toplayabiliriz: Birincisi ve en masumu; "bilgi eksikliği"dir. "Gerçek bilim", "Akıl"dan sonra Allah'ın yüceliğini ve kim olduğunu kavramanın en temel vasıtasıdır. Bugünün "evren-madde bilimi"ne, mutasavvıflar sahip olsalardı, bu derece azim hatalar yapmazlardı herhalde. İkincisi, İslam öncesi bozulmuş "din felsefeleri"; Sümer-Babil, Mısır, Eski Yunan, Hint, Yahudi-kabala, Mecusi-İrani, Hıristiyan felsefelerinin doğrudan, yahut dolaylı etkileri. Bu kültürlerin ortak temel karakteristikleri; "cin-şeytanlar"ın, azami derecede saptırıcı etkilerine maruz kalmalarıdır. Üçüncüsü, İblis'in ve şeytanlarının, mutasavvıfların saklı kibirlerine ve duygusal zaaflarına; rüyada yahut hayal aleminde hitap ederek etkilemeleridir. Elbette bugün şeytanlar, insanları nasıl "ruh, melek, uzaylı" diye kontrol altına alıp-yönlendiriyorlarsa; geçmişte de "melek, peygamberler veya Peygamberimizin sahabelerinin ruhları" olarak kendilerini takdim ederek, mutasavvıflara vahyetmişlerdir. Allah'ın koruduğu "Kur'an Kaynağı"nı bozamayacakları için; her türlü batini anlamları; zırva yorumları ve tefsirleri, özellikle hastalıklı zihinlere bu yolla enjekte etmişlerdir. "Tasavvuf felsefesi" yoluyla İslam'a açılan "şirk kanalları"nı ve bu kanallardan ''İslam Denizi''ne akıtılan "şeytani-hastalıklı pis suları", gün ışığına çıkarmadan önce "Alemler'in Rabb'i olan Sonsuz Yüce Allah'ın varlığı ve alemleri yaratması" temel meselesine bir göz atalım. ALEMLERİN RABB'İ OLAN ''ALLAH'' VE ''ALEMLER'' Din nedir, sorusunun cevabını doğru olarak ortaya koymak çok önemlidir. Din nedir sorusu; şu temel sorulara dönüştürülebilir: Allah; Yaratıcı kimdir-nedir? Yaratılanlar(varlıklar); alemler-evrenler nedir ve nasıl var olmuştur? Allah'la, varlık alemi arasındaki ilişki ve özellikle Allah'ın bu alemleri yaratmadaki amacı nedir? Özelde Allah-insan ilişkisi ve bu ilişkinin, "temel çerçevesi" nedir? İşte bu sorulara verilecek doğru cevaplar, "Doğru-Hak Din"i; bunlara verilecek yanlış ve şeytani cevaplar da, "Batıl Dinleri" meydana getirir. İnsanlık tarihinin peygamberleri, bu temel soruların cevaplarını insanlara sunmuşlardır. Yaklaşansaat'in şafağında tüm insanlığa Rahmet Elçisi olarak gönderilmiş olan Muhammed (s.a.v.) ve onun getirdiği Kur'an, bu sorular çerçevesindeki "sorular sistemi"ne cevap vermektedir. "Fiili Kıyamet"e kadar geçerli olan, Sonsuz Yüce'nin bu son mesajları; gerçeği arayan temiz kalp sahiplerinin tüm "sorularına ve sorunlarına" cevap olacak "ilahi mesajlar"dır. Bu "sorular sistemi"ne Kur'an'ın nasıl cevap verdiğine bakalım. ALLAH KİMDİR? Allah, kitabı Kur'an'da Kendisi'nin kim olduğunu; alemleri nasıl yarattığını, insanın, kim olduğunu ve Kendisi'ne nasıl köle olması gerektiğini muhkem bir şekilde ortaya koymaktadır. ''Kur'an nasıl bir kitaptır?'' sorusunun cevabı da, bu ana muhkem ayetlerden anlaşılmaktadır. Allah; yarattığı alemlere(varlıklara-enerjilere) benzemeyen; bizatihi var ve tam olan; Kur'an'da kendisini tanımlayan en güzel isimleri sonsuz yücelikte olan; evrenleri-zamanı ve tüm boyutları yaratan; sonsuz boyutlu; sonsuz hıza sahip; her an her yerde olan; sonuçları, sebeplerden önce bilen; her şeye Latif sıfatıyla nüfuz eden ve her şeyi, bir şey gibi kuşatan; varlığını ve gücünü hiçbir şeye-kimseye muhtaç olmayan; ezeli ve ebedi; sonsuz akıl ve güç sahibi; ruhları-melekleri, maddenin en temel bilinçli yapıtaşı "melekut"u; maddeyi, galaksileri, evrenleri, canlıları ve evrimlerini, mikro-makro her şeyi, en güzel ve en mükemmel şekilde yaratan-yaşatan-öldüren; sorumlu varlıkları tekrar kaldırıp sorguluyacak ve cennet-cehennemle karşılıklarını verecek olan Allah. Allah'ın sonsuz yüceliğini anlatmaya ne kelimeler yeter ne de sahifeler. Bugün var olarak bildiğimiz ve bilemediğimiz ğaybi(gizli) olan her şey; yukarıda saydığımız, sayamadığımız her şey; yoktu, yaratılmamıştı; sadece ezeli ve ebedi olan Allah vardı. Hiçbir şey yoktu, sadece ve sadece bizatihi var olan Sonsuz Akıl Sahibi Allah vardı ve Allah'ın Nuru sonsuzluğu kaplamıştı. ALLAH: ALEMLER-EVRENLER VE İNSANLARI YARATTI Alemlerin Rabb'i olan Sonsuz Yüce Allah; alemleri-evrenleri, yaratmayı düşündü ve yarattı. Sonsuzluğu kaplayan ve yaratılmış hiçbir enerjiye benzemeyen sonsuz "Latif Nuru"nun "sonsuz ince bir nur noktası"ndan bir "ol" emriyle; "büyük patlama"yla; "alemler"i yarattı. Allah, bu sonsuzluğu kaplayan, sonsuz ince "Nur Noktası"ndan, sayısız evrenler yaratmaya ve yok etmeye kadirdir. Allah'ın Işığı, elbette O'nun yarattığı-yaratılmış hiçbir ışığa benzemez. "O'nun Işığı"nın yansıması olan "Nuru" da, yaratılmış hiçbir "ışık yansıması"na benzemez. Allah'ın Nuru, bizzat var olan Işığı değil; ışığının bir yansımasıdır. Tasavvuf felsefecilerinin en önemli yanılgılarından birisi de; "O'nun Işığı" ile "Nuru" arasındaki farkı kavrayamamak; yaratılmış her şeyi, "O'nun Işığı"nın yahut Kendisi'nin bir yansıması-parçası olarak görmektir. Gerçekte yaratılmış her şey; O'nun bizatihi Kendisi'nin yahut Işığı'nın değil, "Işığı"nın "yansıması" olan "Nuru"nun türevleridir. Allah, "Işığı"yla, "Nuru"nun farkını kavramamız için bize Güneş'i ve Ay'ı misal vermektedir: Alıntı:
Başlangıçta sadece ve sadece Sonsuz Yüce Allah vardı. Allah, sonsuzluğu kaplamış bulunan Nuru'ndan, önce melekleri-ruhları yarattı, daha sonra maddenin ruhu olan "melekut"u yarattı. Daha sonra da bu, Rabb'ine bağlı "bilinçli melekut"tan, "büyük patlama"yla, evrenleri-alemleri yarattı. Arkasından Güneş sisteminde, "kendisine köle olsunlar" diye cinleri ve insanları yarattı. Tüm bu yaratmalar; "Nuru'nun türevleri" olarak yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir sıraya ve boyuta sahiptirler. Tüm yaratılmışlar, sonlu boyutludurlar. En üst boyutta yer alan Başmelekler'den, aşağıya doğru "hiyerarşik boyut sıralaması" vardır. Hiçbir varlık, bir "alt boyut"tan, "üst boyut"a çıkma yeteneğine sahip değildir. İnsanlar da; Allah'ın yükseltmesi hariç, bir "alt boyut"tan "üst boyut"a yükselemezler. Cin olamazlar, melek olamazlar, haşa Tanrı hiç olamazlar. Böyle olacağı yalanının kaynağı İblis'tir. Önce Adem'i kandırarak, cennetten kaydırdı. Şimdi de insanlığı, bu yaldızlı yalanla kandırarak, cehenneme sürüklemektedir. İblis, insanoğlunun atasına bakın nasıl "melek boyutu"nu vadediyor ve aldatıyor: Alıntı:
Diğer taraftan Allah, "sonsuz boyutlu"dur, istediği her sonlu boyut formuna girebilir. Hatta sonlu boyutlu olan yaratılmışlar da, üstten aşağıya doğru istediği alt forma girebilme yeteneğine sahiptirler. Bir Başmelek, "melek hiyerarşisi"nin herhangi bir alt boyutuna girebildiği gibi; cin, insan ve hatta hayvan, yahut bitki-madde formuna da girebilir. Bu nedenledir ki; cinler de alt boyutlara; insan ve hayvan formlarına girebilirler. Sonsuz Yüce Rabb'imiz Allah, yaratılmış hiçbir şeye-varlığa benzemez. İnsana da benzemez. "Allah, insanı kendi suretinde yarattı" sözü, Yahudi-Tevrat kaynaklı olsa da; bir zayıf hadisle desteklense de, şeytani bir saptırmadır. Kabala ve tasavvuf felsefesinin zehirli bir şırıngasıdır. Aynı şekilde Allah'ın kelimesi olan İsa'yı, Allah'ın oğlu yapan hastalıklı zihinde böyledir. Kur'an, muhkem bir şekilde Allah'ın yaratılmış hiçbir şeye benzemediğini; "Muhalefetül lil Havadis"(yaratılmışlara benzemeyen) olduğunu beyan etmektedir. Buradaki İblis hilesi şudur: Allah, insanı "en güzel biçim"de yarattığını söylüyor. İnsanın bu güzelliği, yaratılmışların güzelliği ile kıyaslanabilir bir "en güzellik"tir. Allah'a bir form-şekil izafe edemeyiz. Elbette Allah, "mutlak bir güzellik" sahibidir ve bu güzellik yaratılmışlarla kıyaslanamaz. Yani Allah'ın bu "mutlak güzelliği", yaratılmışların en güzeliyle bir kıyas kabul etmez. Biz, Sonsuz Yüce Allah'ı takdir etmekten aciziz ve ancak Kendisi'ni, Kendisi'nin takdir ettiği gibi takdir edebiliriz. İnsanoğlu, Allah'ı takdir etmekten acizdir. Bu sebepledir ki Peygamberimiz (s.a.v.); "Ey Allah'ım, ben Seni, Sen'in kendini takdir ettiğin gibi takdir ediyorum" der. Asıl şeytani saptırma şuradan gelmektedir: Allah, tüm yaratılmışların formuna girebilir, insan formuna da girer. Ancak insanı ve formunu en güzel biçimde yarattığına göre; cennette bu formda "müminler"e görünmesi muhtemel bir durumdur. En iyisini Allah bilir. Böylece İblis; Yahudi felsefesi, Hıristiyan teslis felsefesi ve tasavvuf felsefesini kullanarak, "insan-Tanrı benzerliği" aldatıcı "şirk kanalı"nı, İslam'ın içine sokmuştur. Burada tasavvuf felsefesinin, insanı, Sonsuz Yüce Allah'a yaklaştırmak ve O'nun bir parçasıymış gibi göstermek için kullandığı bir diğer argüman ise Allah'ın, Kur'an'da iki surede aynen tekrarladığı şu ayettir: Alıntı:
Kaldı ki Allah'ın Ruhu'ndan söz edilebilir mi? Allah, yaratılmış bir varlık mıdır ki, Ruhu'ndan bahsedelim. Kim yaratılmışsa; insan, cin, hayvan, bitki ve madde, bunların ruhlarından söz edebiliriz. Allah, bir kısım hahamların- kabalacıların, Hıristiyanlar'ın, tasavvuf felsefecilerinin, Doğu dinlerinin, putperestlerin ve New Age şeytani dinlerinin iddia ettiği gibi ne ruhtur, ne de ruhu olan bir varlıktır. Kim böyle bir iddiada bulunursa, bilsin ki yüce Kur'an'a göre; Sonsuz Yüce Allah'a iftira etmiştir. O halde "insanda Allah'ın ruhundan bir parça vardır" tezi, İblis'in İslam'ı bozmak; "insanları tanrılaştırmak" için açtığı bir "tuzak kanal"dan ibarettir. Bu nedenledir ki İslam dışı tasavvuf felsefesinde; Tanrı'ya yaklaşmak(!); Tanrılaşmak(!) için bir çok yol ve yöntemler ihdas edilmiş; İblis'in tuzağına düşülmüş; müridler maddi varlıklarını minimize ederek; riyazat yaparak, sözde Tanrı'ya ait ruh boyutlarını geliştirmeye çalışmışlardır. Bu yol ve yöntemler; İblis'in kucağına açılan kapılarla doludur. Sonsuz Yüce Olan Allah ile yaratılmışlar; özellikle de insan arasında bir "yakınlık, benzeşim, dönüşüm" ön gören tüm felsefeler, insanı tanrılaştırmaya yönelik, şeytani sapkın yaklaşımlardır. Sonsuz Yüce ve Alemler'in Rabb'i olan Allah ile insan arasında hiçbir "bütün-parça ilişkisi", "yakınlık-benzerlik", "baba-çocuk", "yansıma", "ortaklık", "hisse ve yetki paylaşımı", "boyut atlayarak tanrılaşma" vb. gibi bir ilişki yoktur. Tıpkı insanla, onun yarattığı(ürettiği) "makinalar-teknolojik araçlar" arasında nasıl yukarıdaki anlamlarda bir ilişki yoksa; aynı şekilde Yaratıcı Allah ile yaratılmışlar, özellikle yaratılmış insan arasında böyle bir ilişki söz konusu olamaz. Yaratıcı-yaratılmışlar arasında bu tarz ilişki kurma çabaları; sadece gerçeği ters yüz etmek değil; aynı zamanda hakkı bulandırmak; "gerçek tevhid"i bozmak; İslam'a "şirk kanalı" açmaktır. Burada "İslam olmayan"ı kavramak için, İslam'ın ne olduğunu kısaca hatırlatmak gerekmektedir. İSLAM NEDİR? O halde "Allah-insan ilişkisi"nin doğru tanımı yapılmalıdır. Ki bu doğru tanımı ancak Allah yapabilir. Sonsuz Yüce Olan Allah, insanlığa son evrensel mesajı olan Kur'an'da bu tanımı; tekrarlı, tafsilatlı, tüm yönleriyle, muhkem ve şiddetli bir şekilde yapmaktadır. Ve her akıl sahibinin anlayacağı şekilde; en az beş "temel kavram"la, İslam'ı bize anlatmaktadır: 1) "Allah'a 'teslim' olmak", 2) "Allah'a 'köle' olmak", 3) "Allah'a 'mülk' olmak", 4) "Allah'a, hiçbir şeyi-kimseyi (kendi nefsi de dahil) 'şirk' (ortak) koşmamak", 5) "Allah'ın dışında varsayılan Gök'te ve Yer'deki 'ilahlar'ı, insanlık tarihindeki ilahları, bu ilahlara ait hükümleri reddetmek. Reddetmeyen müşrikleri reddetmek." İşte Kur'an'ın bize muhkem ve tekrarlı bir şekilde anlattığı İslam budur. Biz burada, İslam'ın temel çerçevesini bir kere daha çizeceğiz: Allah, cinleri ve insanları, "Kendisi'ne köle olsunlar" diye yarattı. Yaratılmış her şeyi bunların emrine verdi. Dileyen iman etsin, dileyen küfretsin. Allah insanı, Rabb'ini tanıyacak ve ona "köle" olması gerektiğini anlayacak potansiyellerle yarattı ve onu "özgür" bıraktı. Ona, ayrıca Rahmeti'nin gereği olarak elçiler gönderdi. Gök'te- Yer'de ne varsa onun hizmetine sundu. İblis ve ordusunu, düşmanı olarak tanıttı. Kim aklını işletir, şeytanlara düşman olur, düşmanını tanır, vahye kulak verir, kalbini kibir-hırs ve dünyevi arzularla, şeytani telkinlerle doldurmaz, Sonsuz Yüce olan "Rabb'ine teslim olursa", kendi kurtuluşunu hazırlamış olur. Kim de bunun tersini yaparsa, Allah, dünyada ipini uzatır, ahiretini(geleceğini) mahveder. Özetle, Kur'an'da; kendisinin kim olduğunu, insanın kim olduğunu; Allah'tan başka ilah olmadığını, kendisinin alemlerin- her şeyin yaratıcısı, noksan sıfatlardan münezzeh, ortağı olmayan bir Melik, Malik, Hüküm ve Hikmet Sahibi Rab olduğunu ortaya koyan Allah'a; insanlar ve cinler; kendi özgür iradeleriyle "mutlak anlamda boyun eğer; köle olup, teslim olurlarsa" elbette Müslüman olmuşlardır ve böylece İslam boyasıyla boyanmışlardır. İşte Allah ile insanlar-cinler arasındaki meşru ilişkinin "temel çerçevesi" budur. "TASAVVUF FELSEFESİ": KAYNAKLARI Yukarıda "tasavvuf felsefesi"nin kaynaklarını üç kategoride toplamıştık. Bunlar: 1) "Madde-canlılar ve evren" konusundaki bilgi eksikliği; yani o günün mutasavvıflarının "bugünkü bilgi"den mahrum olması. 2) Antik ve Yahudi toplumlarının "fizik ve meta fizik felsefeleri"nin, mutasavvıflar üzerindeki etkileri. Haktan sapmış bu antik toplumlar, hem "bugünün pozitif bilimler"den mahrumdu, hem de "İblis hizbi"nin saptırıcı etkileriyle beslenmişti. 3) "İblis ve hizbi"nin, mutasavvıfları, "rüya" ve "vizyonlar"la doğrudan etkileyerek; onların kibirlerini, ya da sahte alçak gönüllülüklerini besleyerek; yücelik hayallerini ajite etmesi ve yönlendirmesidir. Bu üç tesir kaynağından birincisi, üzerinde durulmayacak kadar aşikardır. Bu husus, yazının tamamında; "gerçeğin-doğrunun" ve "batılın-yalanın" ne olduğunun ortaya konmasıyla daha iyi anlaşılacaktır. İkinci ve üçüncü tesir kaynağı birbirleriyle ilişkilidir. Zira antik toplumları saptıran ve onlara "şeytani felsefe"yi yutturan İblis, aynı oyunu İslam üzerinde de kurarak; İslam'ın içine "şirk kanalları" açmıştır. Dolayısıyla bu iki madde birlikte de müteala edilebilir. Şimdilik biz, bu "üçüncü tesir kaynağı"yla da bağlantılı olan "ikinci tesir kaynağı"nı; yani "antik toplumların-felsefelerin", "tasavvuf felsefesi" üzerindeki belirleyici etkilerini gözden geçireceğiz ve başından beri ifade etmeye çalıştığımız "üçüncü tesir kaynağı"na ise daha sonraki bölümlerde ışık tutacağız: Von Kremer'e göre; tasavvuf, iki kaynaktan etkilenmiştir. Bunlar, "Hıristiyan ruhbanlığı" ve "Hint Budizmi"dir. Hint etkisinin, Haris Muhasibi, Zunnun el-Misri, Bayezid el-Bestami ve Cüneyd'de açık olduğunu söyler. Böylece Von Kremer, tasavvufdaki "vahdeti vücut felsefesi"nin doğuşunu, Hint felsefesine dayandırmaktadır. Von Kremer'e göre, vahdeti vücut, H. 3. asrın sonlarında Hüseyin b. Mansur el-Hallac'ın etkisi altında ortaya çıkmış bir düşüncedir. Ona göre tasavvufun, İran'dan gelmiş olması en doğru görüştür. Çünkü tasavvuf, İslam'dan önce İran'da mevcuttu ve buraya da Hint'ten gelmişti. Modern çağdaki yazarların çoğunluğunun görüşüne göre ise, "vahdeti vücut doktrini", Mansur el-Hallac'dan daha sonraki asırlarda; İbni Arabi döneminde zuhur etmiş ve tasavvuftaki yerini almıştır. Goldziher'e göre; gerçek anlamıyla tasavvuf ve tasavvufla ilgili marifet, hal, vecd ve zevkle ilgili düşünceler, bir yandan "Yeni Platonculuk"tan, öte yandan "Hint Budizmi"nden etkilenmiştir. Max Horten ise; Hallac'ın, Bestami'nin ve Cüneyd'in tasavvuf anlayışlarını tahlil eder ve üçüncü asırda "tasavvuf"un "Hint düşüncesi"nden beslendiğini ortaya koyar. İranlı sufilerin kullandıkları ıstılahı kavramları inceleyerek; "tasavvuf"un, tamamen "Hint Vedanta doktrini"ne dayandığını söyler. Hartmann, 1916 senesinde "Der İslam" dergisinde; "tasavvufun kaynağı" konusunda yazdığı makalede; "tasavvuf"un, "Hint felsefesi"nden, "Yahudi kabalası"ndan, "Hıristiyan ruhbanlığı"ndan, "Gnostisizm"den ve "Yeni Eflatunculuk"tan kaynaklandığını savunmuştur. Hartmann'a göre; bütün bu unsurları toplayan ve tasavvuf içerisinde birleştiren kişi, Ebu'l-Kasım Cüneyd El-Bağdadi'dir. A. Merx, felsefi yönü itibariyle tasavvufun "Yeni Eflatunculuk"tan alındığını; "Yunan düşüncesi"nin ve "Doğu dinleri"nin bir ürünü olduğunu savunmuştur: Nicholson'a göre ise; pratik yönü itibarıyla tasavvuf, Hint ve İran felsefesinden etkilenmiştir. Buna delili ise, Bayezid el-Bestami'dir. Nicholson, bu tesir kaynaklarını şöyle özetler: "Tasavvuf felsefesi"nde hakim Yunan şahsiyeti Platon(Eflatun) değil, Aristo'dur. Ancak Araplar, Aristo'nun felsefesiyle ilgili ilk bilgilerini, "Yeni-Eflatuncu şarihler"den aldılar. Bundan dolayı, onların ilham aldığı sistem; Plotinus, Porphyry ve Proclus'un görüşleridir. Özellikle bu durum, Suriye ve Mısır'da böyleydi. Bu iki bölge, Yeni-Platoncular'ın, gnostiklerin ve Hıristiyan hareketlerin merkezi olduğu gibi, asırlar boyu "mistisizm ve panteizm"in de iki büyük merkezi olagelmiştir. Müslümanlar'ın, Yunan medeniyeti ile temasa geçtiği her yerde "Yeni-Eflatunculuk" ile karşılaştıklarını söylememiz isabetli bir görüştür. Nicholson, tasavvufun çekirdek oluşumuyla ilgili şu tespitleri yapar: Kıpti veya Nevbi asıllı olan Zunnün, "Grek hikmeti"nin öğrencisi, hakim ve kimyacı olarak tanıtılır. Hayatında birçok kimse tarafından sapık olarak nitelendirilmiştir. "Tasavvuf"u, Zunnün el-Mısri ve onun öncüsü olan sufilere dayandırmak mümkündür. Şüphesiz "cezbe" ve "fenafillah" düşüncesi bu ilk sufilere hastı; ancak tasavvufun daha sonraki dönemlerinde hayati bir öneme sahip olan "fenafillah" görüşü, bu sufiler tarafından hiçbir yerde açıkça ifade edilmemiştir. Farisi sufi Bayezid el-Bestami, "kendinden geçme" anlamındaki "fenafillah" kelimesini kullanan ilk kişidir ve bu doktrinin kurucusu kabul edilebilir. "Fenafillah", en doğru olarak "kendinden geçme" şeklinde tercüme edilebilir. Buna göre "fenafillah", kötü niteliklerin ortadan kaldırılması ve "vahdeti vücut"cu anlamda, "Tanrı ile bir olmak" için tamamen kişisel varlığını yok etme ve kendinden geçme şeklinde açıklanabilir. "Fenafillah", şüphe götürmeyecek tarzda "Nirvana"nın; yani "Budizm"in etkisini göstermektedir. "Vahdeti vücut"daki "fena", "Vedanta" gibi Hint düşüncesine benzemektedir. Bayezid, Sasaniler zamanında, İran'da hızlı bir şekilde yayılan "vahdeti vücut düşüncesi"ni, "tasavvuf"un içine sokmuştur. Eski hikmet (teosofi) eğilimleri, Yunan düşüncesinin bir özelliği olduğu gibi Hint ve İran kaynaklı olan "vahdeti vücut" da, "Doğu düşüncesi"nin bir eğilimidir. Bayezid, Horosanlı'ydı ve dedesi Zerdüşt dinine mensup birisiydi. O, tasavvufi "fenafillah" doktrinini, Ebu Ali es-Sindi'den öğrenmiştir. Bayezid, Hint uygulaması olan nefesleri, kontrol etmeyi bilmekte ve bunu arifin, Allah'a ibadeti şeklinde tanımlamaktaydı. Tasavvuf konusundaki araştırmalarıyla tanınan Prof. Dr. Ebu'l-Ala Afifi, özellikle İbni Arabi ve "vahdeti vücut felsefesi" konusunda otoritedir. İşte Afifi'nin tarafsız bir bilim adamı olarak tespitleri: "Fusûsu'l-hikem", İbni Arabi'nin en önemli, en derin ve kendi asrında ve sonraki devirlerde tasavvuf anlayışının oluşmasında en müessir eseridir. İbni Arabi, bu eserinde "vahdeti vücut sistemi"ni en son şekliyle ortaya koymuş ve bu sisteme dair "tasavvufi ıstılahlar" geliştirmiştir. İbni Arabi, Bâtıni İsmaililer, Karmatiler, İhvan-ı safa ve kendisinden önceki sufilerden yararlandığı gibi; Meşşai felsefesi, Hıristiyan gnostisizmi, Yeni Eflatunculuk, Stoacılar ve Yahudi düşünür Philon'dan da istifade etmiştir. Arabi, çeşitli kaynaklardan aldığı pek çok kavramı, bazen asıl anlamlarını değiştirerek, bazen de mecazi anlamda kullanmıştır. Mesela Eflatun'un "iyi"(hayır), Plotinus'un "bir", Eş'ariler'in "külli cevher" ve İslam'ın "Allah" kelimelerini aynı şeye karşılık olarak kullanmağa çalışır. Yine Plotinus'un "ilk akıl" kavramı için, Kur'an'ın Kalem, Eflatun'un "idelerin idesi" kavramlarını kullanmıştır. Arabi, kelam konusunda söylediklerinin bir çoğunu Stoacılar'a borçludur. Hem Eflatuncular hem de Stoacılar, "insan nefsinde ilahi bir unsur" bulunduğunu ileri sürerler. Bu fikir, öyle görünüyor ki, Hıristiyan ve aynı zamanda Müslüman sufiler tarafından farklı bir yönde geliştirilmiştir. Mesela, St. Paul diyor ki: "Ben yaşıyorum, ama bende yaşayan ben değil, İsa'dır." İbni Arabi'nin "kamil insan" öğretisinin temeli, bunun üzerine bina edilmiştir. Philo'nun "kelâm felsefesi", İbni Arabi felsefesi üzerinde oldukça etkilidir. İbni Arabi, aslında Kur'an'ı anlamada, "tevil"den çok daha "kötü bir metod" kullanmaktadır. Dilini ve gramerini bozma pahasına da olsa, Kur'an'ı kendi "vahdeti vücut" görüşüne uyacak şekilde zorlamaktadır. Bazen Kur'an'ı, Yeni-Eflatuncu bir sisteme, bazen de başka felsefelere dönüştürür. Dolayısıyla genellikle anladığımız şekliyle Kur'an, Arabi'nin yaklaşımıyla tanınmaz olur. Afifi'nin bu analizleri, şeytan artığı "eski felsefeler"in ve İblis kafalı filozofların tetikçisi olanların, "tasavvuf" adı altında ne cinayetler işlediğini açıkça göstermektedir. "Tasavvuf" ve özellikle de "vahdeti vücut felsefesi"nde ileri sürülen düşünce sistemlerinin tamamı, İblis'in tezgahında dokunmuş "abalar"dır. Bu "abalar"ı giyenlerin ve pazarlayanların, İslam'la hiçbir ilgisi yoktur. Bunlar, koyun postuna bürünmüş "kurt sufiler"dir, "şeytanın velileri"dir. Sonuç olarak "tasavvuf felsefesi", İslam etiketine rağmen, "antik felsefeler"den; Eski Mısır, Eski Yunan, Hint-Budizm, İran-Mecusi, Yahudi-Kabala, Hıristiyan felsefelerinden beslenen ve İslam mahallesinde pazarlanan "İslam dışı bir felsefe"dir. Beslendiği kaynaklar; "İslam Denizi"ne açtığı "şirk kanalları"yla İblis'in amacına hizmet eden ve "Dinin Merkezi"ni, "Allah"dan "insan"a kaydıran "küfri bir sistem"dir. Aşağıda, "İslam Nur Denizi"ne açılan bu "pis suların şirk kanalları"nı ortaya koyacağız. "TASAVVUF FELSEFESİ": "ŞİRK KANALLARI" Gerçek bilimden mahrum cahillikle, şeytani felsefelerle zehirlenmiş "antik felsefeler"in etkisiyle, İblis'in, "aldatıcı-hayali" rüya ve vizyonlarıyla, İslam'ın içine nasıl "şirk kanalları" açıldığını; "Allah'a yaklaşmak" maskesi altında ne şeytanca iftiralar atıldığını; akla-ilme aykırı, Kur'an'ın reddettiği sayfalarca ne hezeyanlar kusulduğunu ifade etmek, Sonsuz Yüce Allah'ın bir kölesi olarak üzerimize farzdır. İslam'a açılan "şirk kanalları"yla ihdas edilen bir "felsefe"nin, "gerçek İslam" diye geniş topluluklara yutturulması; bu yolla İslam'ın, "kabalacı-küreselci çağdaş New Age'ci felsefe"yle uzlaştırılması ve kurulacak "yeni dünya düzeni"nin çimentosu yapılması, kimin planıdır dersiniz? "Tasavvuf felsefesi"nin geldiği noktaya bakarsanız, asırlardır yürütülen bu "mistik-felsefi propaganda"nın amacına ulaşmış olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz. İşte "tasavvuf felsefesi"nden akla ziyan zırvalar: Aslen Farisi olan Ma'ruf el-Kerhi, Harun er-Reşid devrinde ve kendisine nisbet edilen Bağdat'ın Kerh mahallesinde yaşayan ilk mutasavvıflardandır. Onun öğrencisi süfi Seri es-Sakati, hocası Maruf'u, bakın şeytani bir rüyayla nasıl göklere çıkarır: Alıntı:
Alıntı:
Alıntı:
Alıntı:
Alıntı:
Alıntı:
Alıntı:
Bestam'lı Bayezid el-Bestami, gerçekte Farisi kökenli olup İran tasavvufunun en önde gelen mutasavvıflarından birisidir. İşte şeytanla yatıp kalkanların bozulmuş ruh halleri.. Aşağıdaki zırvaların sahiplerinin İslam'la, Kur'an'la ne ilişkisi olabilir? Alıntı:
Alıntı:
Alıntı:
Bunların bütün hayali düşüncelerinin kaynağı, "şeytani rüyalar" ve "vizyonlar"dır. Oradan beslenir ve nemalanırlar. Aslında bugün de tüm kibirli-tekil hasta liderler, benzer vizyonlardan beslenirler. Bu rüyaların-vizyonların arkasında kimler vardır dersiniz? Hiç şüpheniz olmasın İblis'in adamları.. İşte mutasavvıf Bestami efendinin çocukluğunda gördüğü bir vizyon: Alıntı:
Abdulkerim el-Cili'de, aynı "şeytani vahdeti vücut felsefesi"ni fütursuzca savunuyor, tüm süfli putperestliği Hak olarak görüyor. Ve putperestleri, ateşperestleri, hakkı örtenleri, Teslis'i takdis ediyor ve tüm sapkınlıkları-akılsızlıkları nasılda temize çıkarıyor: Alıntı:
Alıntı:
Alıntı:
"Bütün ruhlar, İlahi Ruh'la birlikte sadece ve sadece bir bütün oluşturur. Tanrı aynı anda birçok ve tektir, o büründüğü sayısız şekle rağmen emsalsiz bir varlıktır, parça bütünün yerine geçebilir. Yaratıcı, aynı anda hem bilgi hem bilen ve bilinendir, onunla birleşmemiş ve onun kendi özünde bulmadığı hiçbir şey var olmaz, var olan her şey O'dur ve her şey O'nda en saf ve kusursuz biçimlerinde bulunmaktadır. İsmin üstatları diye adlandırılan seviyeye ulaşmış mistikler, bu noktaya geldiklerinde Tanrı'dan farklı değillerdir(!): Tanrı ve Gerçeklik, soyut düşünceler değildir. Tanrı, kendini sonsuz sayıda parça halinde gösteren Bütünlüktür(!) İnsanın, Tanrı'nın görüntüsünde yaratılmış olması bu demektir." Arabi'nin "vahdeti vücut" felsefesiyle, "kabala felsefesi" arasında hiç bir fark olmadığını yukarıdaki ifadeler açıkça göstermektedir. İbni Arabi, kökleri İblis'e dayanan "antik felsefeler" ve "kabala"dan esinlenerek "vahdeti vücut" felsefesini bir "şirk kanalı" olarak geliştirmiştir. Bu "şeytani felsefe"nin amacı; bizzat var olan, her şeyi yoktan var eden ve yarattığı hiçbir şeye benzemeyen Sonsuz Yüce Allah'la, yarattığı her şey arasında bir "bütün-parça" ilişkisi kurmaktır. Bu şeytani mantalite ile "vücut birliği" sağlanmış; ve böylece de "tevhid"(!) gerçekleşmiş olacakmış!..Bizce de Arabi, bu yolla "İblis felsefesiyle birlik" sağlamış ve "en büyük şirk"i işlemiş olmaktadır. İbni Arabi konusunda otorite olan Afifi, tüm nezaketine rağmen, onun, "ilkesiz-zırva tevil yöntemi"yle nasıl kendini kandırdığını ve Kur'an'a ihanet ettiğini şöyle açıklıyor: Alıntı:
Alıntı:
Üst tarafta hezeyanlarına yer verdiğimiz zevat ve daha niceleri Arabi'yle aynı "vahdeti vücut şeytani felsefesi"ni savunmaktadırlar. Bu adamlar, gerçekte İslam'ın ortadan kaldırdığı; insanı aşağıların aşağısına sürükleyen putperestliğe meşruiyet sağlayarak onu sevimli hale getiren İblis'in dostlarıdır. Hak'la, halkı(yaratılmışları) aynileştirmek, halkı(yaratılmışları), Hak gibi göstermek, küfrün ta kendisidir. "İnsan"la, onun ürettiği "araba"yı; insanın parçası, yansıması gibi göstermek, aynileştirmek neyse; Allah'la, "mahlukat"ı benzeştirmek, aynileştirmek öyledir. "Araba", "insan"ın bir suretidir, sıfatıdır demek, nasıl süfli bir yalansa; "varlık alemi"ni de Allah'a izafe etmek, ancak ruh hastalarının yapacağı bir iştir. Aslında İbni Arabi'nin ve İslam'ın içine açtığı "şirk kanalı vücut birliği" şeytani felsefesinin temel yanılgısı şuradan gelmektedir: Allah'ı, "ruh"u olan bir varlık, yahut "ruh" olarak görmek. Bu "ruh"un, en başta insanlar olmak üzere, tüm "canlı ve cansız varlıklar"a nüfuz etmesi; dolayısıyla tüm alemleri, "özde bir varlıklar" ve (haşa) Tanrı'nın değişik suret(şekil) kazanmış halleri olarak algılamak... Özetle Arabi felsefesi, kabaca budur. Allah'la, alemler ve özelde insan arasında böyle bir ilişki kurduktan sonra, arkasından "vahdeti vücut" zırvaları gelir...Bu "şeytani hipotez"den sonra; alemleri de ezeli-ebedi görebilirsiniz. Artık bundan sonra, Allah'tan "ruh parçası" taşıyan "insan"ı; hatta "madde"yi bile Tanrı'nın bir cüzi olarak görebilirsiniz... İşte bu azim şirk felsefesinin "İblis tohumları", bu temel noktada ekilmiştir. Bundan sonra bunları geliştirmek ve hasadını yapmak; meyvelerini toplamak için; geriye "şeytani rüyalar ve vizyonlar"ı bilgi kaynağı haline getirmek kalıyor. Allah'ın, ne yaratılmışlar gibi "ruhu olan bir varlık", ne de bir "ruh" olduğu kesinlikle söylenemez. Böyle bir kabul; "Kur'an'daki Allah"a ve başta peygamberimiz olmak üzere tüm peygamberler öğretisine aykırıdır ve azim bir iftiradır. Bu iftiranın hiçbir dayanağının olmadığı, yukarıda; "ALLAH: ALEMLER-EVRENLER VE İNSANLARI YARATTI" başlığı altında ortaya konmuştur. Bütün bu akla ziyan zırvalar, Kur'an'ı yok saymadan ileri sürülemez. Bu azim şirk olan görüşlerin, Kur'an'ın tamamını örtmeden ileri sürülmesi mümkün değildir. Arabi'nin, şeytani hayallerine ve "vahdeti vücutcu felsefesi"ne dayanan iddialarının bir kısmı, aşağıda özet olarak verilmiştir: 1) İbni Arabi'nin felsefesinde, ahiretin ve "ahiret azabı"nın yeri yoktur. Çünkü Allah'ın sürekli tecellisi olan "alemler", ebedi ve ezelidir. İbni Arabi, bunu bütün açıklığıyla "El-Fütuhatü'l-Mekkiyye" isimli eserinde ortaya koyar. Bu Newton'un da beslendiği "şeytani kabala felsefesi"nin ürünü bir görüştür. Her şey ezeli ve ebediyse, her şey, Tanrı olmak zorundadır. Halbuki ezeli ve ebedi olan sadece Allah'tır. Alemlerin(evrenlerin) sonlu olduğu bilimsel olarak bir gerçektir. Newton ve Arabi, bugünün astrofiziği tarafından yalanlanıyor. 2) İbni Arabi, bu sebepledir ki "cehennemi" yok sayar. Cehennemliklerin de nimetleneceğini iddia eder. 3) Hıristiyanlar'ı, neden sadece İsa için Allah'tır diyorlar diye kafir sayar. Sadece İsa'yı değil de herkesi, hatta herşeyi Allah veya onun bir sureti saysalardı kafir olmazlardı der. Bugün İblis ve hizbi, aynı hikayeleri, "New Age'ci karanlık işçileri"ne ve ahmaklara her gün tekrarlıyor. 4) Arabi, Firavun'un imanını geçerli sayar, onun ahiret'te azaba uğramıyacağını söyler ve şöyle der: "Firavun, Musa'ya sadece surette isyan etmiştir, hatta onun isyanı, itaatin ta kendisidir." Kur'an ise Firavun'u, cehennem azabıyla tehdit eder ve dünyada da sabah-akşam ateşe arzedildiğini bildirir: Alıntı:
6) Sufilerin çoğunluğu, istedikleri zaman rüya görebileceklerini söylerler. İbni Arabi de kendisinin, dilediği herhangi bir zamanda rüyada veya uyanıkken, "pirler"ini görebildiğini iddia etmektedir. İbni Arabi'nin iradesine göre bu "pirler", onun önünde ortaya çıkarak, kendisiyle dilediği şeyleri konuşurlarmış. Arabi'nin "pirler" iddiasına tamamen katılıyoruz, aksi olsaydı şaşardık. Evet bu zevatın tamamı, şeytanlar tarafından acayip kandırılmıştır. Bütün işleri, şeytani rüya ve vizyonlar yoluyla şeytanlarla muhabbet etmektir. Bunlar ne Kur'an okurlar, ne de "Peygamber sünneti"ni takip ederler. Şayet okurlarsa da, şeytani felsefelerine dayanak bulmak için okurlar... Arabi efendi kimleri çağırıp görüşüyormuş acaba? Arabi'nin, "pirler"i kimlerdir sanıyorsunuz: Alıntı:
Alıntı:
Alıntı:
Alıntı:
Alıntı:
Özetle ifade edebiliriz ki; "tasavvuf felsefesi"nin, İslam'a dayandırılması; İslam'ın "derin bir algılama"sı olarak takdim edilmesi, tam anlamıyla bir aldanma ve aldatmadan ibaretttir. Taşıdığı etiket, İslam olsa da; İslam'ı, temellerinden çökertmek için İblis'in hain planlarıyla dokunmuş; yücelik peşinde olan hastalıklı kalplere-zihinlere enjekte edilmiş bir "şeytani felsefe"dir. Asırlardan beridir yapılan tüm hazırlık ve çalışmalar; bu çağın "şeytani new Age Dini"ni oluşturmak; "Deccal Dünyası"nı inşa etmek için İblis'in yaptığı "kadim plan"ın bir parçasıdır. SONUÇ 1) "Tasavvuf felsefecileri"nin Kur'an'ı anlamak için başvurdukları bir metodolojileri yoktur. Aklın yerine "his ve hayalleri" ön plana çıkarmışlardır. Müteşabih ayetleri ve hatta muhkem ayetleri bile istedikeri gibi tevil etmekte; tevil denemeyecek derecede, arzu ve isteklerine uydurmakta; gerçekte İblis'in arzularına uydurmakta ve zırvalamaktadırlar. Halbuki "zırva tevil götürmez". Kalplerinde hastalık olanlar, Kur'an'ın "müteşabih"ini de, "muhkem"ini de istedikleri gibi tevil ederler. Nitekim Sonsuz Yüce Allah, Ali İmran suresi 7. ayetinde böyle olanları; "Kalpleri kaymış, fitne çıkaran ve keyfi yorumlar yaparak müteşabih ayetleri tevil edenler" olarak nitelendirir. 2) Tasavvuf felsefecileri, bugünkü pozitif ilmin cahilleridir ve kuşatamadıkları halde, "Allah'ın Zatı"nı ve "Sıfatları"nı istedikleri gibi yorumlamaktadırlar. "Madde"yle ve "şeyler"le ilgili tüm "kavramlar"ı, bugünkü anlamda gerçek bilimden mahrum olan ve şeytani fısıltılardan feyz alan bir felsefe anlayışından kaynaklanmaktadır. Bu felsefeciler, Eski Yunan filozoflarının skolastik ve şeytani görüşlerini aldılar. Yahudi-kabalası ve şeytani Hint-Doğu felsefesinden etkilendiler. Unutulmamalıdır ki bu felsefeler de, daha önceki Mısır, Sümer-Babil, Atlantis ve şeytani Lemurya "antik toplumları"nın bir mirasıdır. 3) "Tasavvuf felsefecileri"nin İslam'ın temel meseleleriyle ilgili görüşleri, tamamen Kur'an ve Sahih sünnet dışıdır, yanlıştır ve yalandır. Yukarıda Allah'ın kim olduğu, İslam'ın ne olduğu özet olarak ortaya konmuş; arkasından da bu felsefecilerin azim sapkın iddialarına yer verilmiştir. Gerçeği arayan salim her akıl sahibinin, bu sapkın görüşlerin ne anlama geldiğini kavraması hiç de zor değildir. 4) Allah'la, "Nuru"ndan yarattığı alemler arasında bu felsefecilerin kurduğu ilişki, külliyen yalandır ve şeytanidir. "Vücut birliği"; "vahdeti vücut" felsefesi; bugün de İblis'in askerlerinin medyumlar aracılığıyla dünyaya yaydığı en büyük iftiralardan birisidir. "Gerçek tevhid"i, böyle bir "Birliğe" dönüştüren şeytan dostları, yanıldıklarını anladıklarında iş işten geçmiş olacaktır. 5) "Vahdeti vücutcu tasavvuf"un, Allah'la-insan arasında kurduğu "bütün-parça", "zat-suret", "ben, o; o, ben" ilişkisi en büyük şeytanca yalandır. İblis, dün nasıl tasavvuf yoluyla İslam toplumlarını ifsad ettiyse; bugün de Başmelek Mikail postuna bürünerek Batı toplumlarını, aynen Adem'i kandırdığı gibi kandırmaya çalışıyor ve başarılı da oluyor. Ne diyor? "Sizde Tanrılık saklı, bize itaat eder, meditasyon yapar ve sizin rehberleriniz olmamıza izin verirseniz, size boyut atlatır, Tanrılık boyutuna çıkarırız." Bu şeytan sözleri, tasavvuftaki "fenafillah"ın kestirme yolu.. Bugün dünyada; özellikle ABD'de milyonlarca insan, bu "melek olma, Tanrı olma yalanı" peşinde koşmaktadır. Vah zavallı kibirli aldanmışlar vah!...Taktik aynı taktik... İblis, Adem'e kurduğu tuzağı, onun çocuklarına da aynen kuruyor ve işletiyor. Heyhat nerde ders, nerde ibret! İşte Kur'an'ın uyarısı: Alıntı:
Alıntı:
Ancak tasavvuf felsefecileri; özellikle Arabi, "evrenin sonsuzluğu" tezini savunuyor. Bunun sonucu olarak İblis ve yandaşları gibi "cehennem"i yok sayıyor. Böylece Kur'an'ın, bu konuyla ilgili muhkem ayetlerini açıkça örtüyor. Bu nedenledir ki bu adamlar; İblis, Firavun vb. azgın kafirleri bile ahiret azabından; cehennemden muaf tutuyorlar. Ve tabiki tüm "putperestler"i de benzer şekilde "cehennem"den kurtarıyor ve tevhidci(!) yapıyorlar. 7) Bu "tasavvufcular"ın tamamının işleri "rüyalar"ladır. Şeytanlarla dostlukta mertebeleri arttıkça, "vizyonlar" da görürler. İslam'a göre "vahiy" kesilmiştir, "rüya" hiçbir şekilde "delil" olamaz. "Vizyon", cin işi, şeytan işi ve Kur'an dışı bir "hayal"dir. O halde, kim, kimden vahiy alıyor, kim rüyaları; özellikle şeytani rüyaları delil sayıyor? Kim kime "vizyon" gösteriyor? Bunların İslam'da bir yeri, değeri yoktur. Bunlar gerçeğe ulaşmak için hiçbir zaman bir "yol-yöntem" olamaz. Kim olabilir diyorsa; kusura bakmasın, o ya cahildir, ya da kötü niyetli şeytan dostudur. İblis ve adamları, dün de, bugün de dostlarını "rüya ve vizyonlar"la yönetmektedirler ve yönetmeye de devam edeceklerdir. Sonsuz Yüce Allah, Kur'an'a şaşı bakan, gerçek vahiy yerine; kendi heva, kibir ve rüyalarıyla hareket edenlere "şeytanları dost ederiz ve şeytanlar dostlarına vahyederler" diye bize bildirmektedir: Alıntı:
Alıntı:
Kur'an'da kimin mümin, kimin ''Allah'ın velisi'', kimin ''şeytanların velisi'' olduğu açıktır. Kendilerini Allah'ın velileri olarak gösterip, Sonsuz Yüce Allah'a iftiralar edenlerin, şeytani felsefelerle beslenenlerin, evreni-alemleri Allah'a ortak koşanların, velayet mertebeleri oluşturarak; Sonsuz Yüce Allah'ın hükümranlığında kendilerine pay ayıranların; evrende-dünyada düzeni sağladıklarını ve rızık dağıttıklarını iddia edenlerin, İslam'da bir yeri olabilir mi? Hayır, asla! Ne yazık ki bu yollarla kendilerini Allah'a ortak koşanların durumu, İblis'ten daha kötüdür ve daha hazindir. İşte Sonsuz Yüce Allah'ın ayetleri.. İşte şeytanın dostları ve Allah'ın dostları: Alıntı:
Alıntı:
Evet bunlar, kelimenin tam anlamıyla şeytanlıktır, hatta onun da ötesindedir. Çünkü İblis, Rabb'inin "tek İlah olduğunu, ondan başka ilah olmadığını bilir." Rabb'inden it gibi korkar, ancak ipi ne kadar uzatılmışsa o kadar havlar. Onun derdi ademoğlunu saptırmak; böyle rezilliklere düşürmek ve cehenneme mahkum etmektir. Ve amacı, her şeyi en iyi şekilde bildiği halde, intikam almaktır. İnsanoğlunun, kendisini nasıl süfli boyuta indireceğini kanıtlamaktır. İşte İblis'in itirafları: Alıntı:
Alıntı:
Alıntı:
Alıntı:
Alıntı:
Alıntı:
Dr. Halil Bayraktar Kaynak: 1) Kur'an-ı Kerim 2) Kütübü Sitte 3) Muhiddin-i Arabi, Fütuhat-ı Mekkiye, Çev. Selahhaddin Alpay, H. Mustafa Varlı, Esma Yy. İstanbul, 2005. 4) Reynold Nicholson, Tasavvufun Menşei Problemi, Çev. Dr. Abdullah Kartal, İz Yy, İstanbul 2004. 5) A. E. Afifi, Muhyiddin İbnu'l-Arabi'nin Tasavvuf Felsefesi, Çev. Dr. Mehmet Dağ, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Yy. Ankara, 1975. 6) Abdülkerim el-Cîlî, İnsân-ı Kâmil, Mütercim Abdülaziz Mecdi Tolun, İz Yayıncılık, İstanbul, 1998. 7) Prof. Dr. Fazlur Rahman, İslam, Çev. Doç. Dr. Mehmet Dağ, Doç. Dr. Mehmet Aydın, Selçuk Yy. İstanbul, 1981. 8) Prof. Dr. Cavit Sunar, Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fak. Yy. Ankara, 1974. 9) Prof. Dr. W. Barthold, Prof. Dr. Fuad Köprülü, İslam Medeniyeti Tarihi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yy. Ankara, 1977. 10) Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi(Fıkıh Usulü), Çev. Prof. Dr. Abdulkadir Şener, Fecr Yy. Ankara, 1986. 11) İbni Teymiyye, "Allah'ın Dostları ile Şeytanın Dostları Arasındaki Fark", Çev. İ . E. Dal, Pınar Yy. 2003. 12) Dr. Ali Arslan Aydın, İslam İnançları ve Felsefesi, İrfan Yy. İstanbul. 13) Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadiscilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yy. Ankara, 1989. 14) Kürşat Demirci, Hinduizmin Kutsal Metinleri, İşaret Yy. İstanbul, 1991. 15) Ananda Coomaraswamy, Hinduizm ve Budizm, Çev. İsmail Taşpınar, Kaknüs Yy. İstanbul, 2000. 16) Gershom G. Sholem, Zohar "Kabala'dan Temel Öğretiler", Çev. Ebru Yetiş, Dharma Yy. İstanbul, 2008. 17) Perle Epstein, Kabala Musevi Mistiklerinin Yolu, Çev. Nusret Karayazgan, Şiyma Barkın, Dharma Yy. İstanbul, 2000. 18) Afşar Timuçin, Aristoteles Felsefesi, Kavram Yy. İstanbul, 1976. 19) Josef Horovitz, İslami Tarihçiliğin Doğuşu, Çev. Ramazan Altınay, Ramazan Özmen, Ankara Okulu Yy. Ankara, 2002. 20) Fahreddin Razi, Kelama Giriş, Çev. Prof. Dr. Hüseyin Atay, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Yy. Ankara, 1978. 21) Dr. Süleyman Ateş, Cüneyd-i Bağdadi Hayatı, Eserleri ve Mektupları, Sönmez Neşriyat Yy. İstanbul, 1970. 22) Dr. Otto Dreher ve Dr. Ernst Ganz, Mazdaznan Nedir? Zerdüşt Felsefesi, Çev. Gülben Ananias, Renkiş Yy. İstanbul, 1979. 23) Henry Corbin, İslam Felsefesi Tarihi I, Çev Hüseyin Hatemi, İletişim Yy. İstanbul, 1994. 24) Henry Corbin, İslam Felsefesi Tarihi II, Çev. Ahmet Arslan, İletişim Yy. İstanbul, 2000. 25) İslam'da Mezhepler ve İnanç Yolları Ansiklopedisi, Güneş Gazetesi Yy. 26) Texe Marrs, İlluminati Entrika Çemberi, Çev. Ali Çimen, Timaş Yy. İstanbul 2002. 27) H. J. Störig, İlkçağ Felsefesi Hint Çin Yunan, Çev. Ö. C. Güngören, Yol Yy. İstanbul, 2000. Konu Anonymous tarafından (6. January 2011 Saat 03:01 AM ) değiştirilmiştir. |
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||
Bookmarks |
Etiketler |
kapısı, tasavvuf, tuzağı, ıblisin, şirk |
|
|