Tekil Mesaj gösterimi
Alt 2. October 2008, 02:36 PM   #1
adalet70
Yeni Üye
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 9
Tesekkür: 2
4 Mesajina 7 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 0
adalet70 is on a distinguished road
Standart Arkadaş Muhammed


Recep İhsan Eliaçık
Kur’an’da peygamber isimlerinin “İbrahim”, “Musa”, “Nuh” “Muhammed” şeklinde “mahalleden arkadaşıymış gibi” alabildiğine tek ve yalın kullanılması öteden beri çok dikkatimi çekmiştir. Bu konuda nicedir bir şey yazmak istiyordum…
Acaba bu tür isimler Kur’an’da neden yalın geçiyor?
Ben bunun bilinçli bir kullanım ve mesaj olduğunu düşünmekteyim.
Oysa dini kültürümüzde bunun tam tersi bir durum var. “Mazhar-i mevcudât, seyyid-i kâinât, server-i fahr-i âlem” vb. bir dizi ünvan ve lakaplar sıralanmadan ve özellikle de “sallallahu aleyhi ve sellem” (s.a.v) demeden peygamber ismini anmak saygısızlık sayılıyor.

Halbuki bu türden abartılı ifadeler Bizans ve Sasani imparatorluk geleneğinin modasıydı. Emevi, Abbasi ve Osmanlı imparatorluklarına da olduğu gibi geçti. Padişahların ve sultanların adı “Halife-i rûy-i zemin, devletlû, haşmetlû, azametlû padişahımız efendimiz hazretleri…” vs. denilmeden telaffuz edilemezdi.

Keza Yahudi dini kültüründe de örneğin “Davut” diyemezsiniz; “Davut ameleh” demek zorundasınızdır. Aksi halde hakaret damgası yersiniz.
Şii kültüründe de masum imamların adı anılınca üstelik ayağa kalkarak salavât getirmek zorundasınız. Aksi halde imamlara hakaretten dava açılabilir.Tasavvufta da velilerin ismi anılınca “kaddasellahu sırruhu” diyeceksiniz. Aksi halde çarpılabilirsiniz.

Bir arkadaşım şöyle espiri yapmıştı: Senin ismin sıradan duruyor. Şöyle dini karizma sağlayacak bir isim bulmamız lazım: Hoca Muhyiddin İbn Muammer el-İhsani el-Kayserî gibi… Aman kalsın, meraklısına ver onlardan demiştim. (Dedemin adı Hoca Muhyiddin, babamın adı Muammer)
Dikkat ederseniz büyüklüğü ve erdemi böyle cafcaflı ve tumturaklı isim, ünvan ve imajlarda arayanlar, kendilerine doğrudan isimleriyle hitap edilmesine bozulurlar.

Oysa Kur’an, kendi peygamberlerinin isimlerini anarken çarpıcı bir yalınlıkla “İbrahim, Musa, Süleyman, Davut, Nuh, Muhammed” vb. şeklinde anarak, işbu cafcaflı ve tumturaklı unvan ve imaj edebiyatını dümdüz ediyor!
Kur’an’da “Muhammed” ismi dört yerde geçiyor. Dördünde de onun elçi (resül) olduğu vurgulanıyor. Daha bir çok yerde haber getiren (nebi), elçi (resul), arkadaşınız (sahibikum), o (huve), onunla birlikte olanlar (meahu), sen (ente), kulunu (abdihi) diye bahsediliyor. Diğer peygamberlerden de kardeşleri (ehakum) şeklinde bahsedildiğini görüyoruz. Hepsini birden anmak gerektiği yerde de elçilere selam olsun (selâmun ale’l-mürselîn) deniyor.

Kur’an’ın hiçbir yerinde “Muhammed” ismi geçtiğinde özel bir hitap, unvan ve lakap zikredilmediğini görüyoruz. Sadece Resulullah (Allah’ın elçisi) şeklinde hatırlatma yapılıyor. Peygamberimizin tabiri caizse “resmi” adı ve ünvanı kelime-i şehadette geçtiği gibi “Âllah’ın kulu ve elçisi”dir. Bu bile mesajla yüklüdür.
***
Peki dini kültürümüzde çok yaygın olan “salavât getirmek” nereden geliyor? Yani peygamberimizin ismi anıldığında “sallallahu aleyhi ve’ssellem” demek zorunda olmak…
Bunun Kur’an’da emredildiğini söylüyorlar.
Madem öyle biz de “Dur hele” diyelim ve buraya bir mim koyalım. Çünkü bunun Müslüman milletlerce üretilmiş tarihsel bir “örf” olduğunu söylemek başka, “Kur’an’da Allah böyle emrediyor” demek başkadır…
Kanımca “salavât ayeti” diye bilinen ayetin doğru çevirisi şöyledir:

“Hiç kuşkusuz Allah ve melekleri peygamberi destekliyor. Ey iman edenler! Siz de onu içtenlikle destekleyin.” (Ahzap; 33/56).
Bu ayeti şöyle anlıyorlar: Allah ve melekleri peygambere salavât getiriyor, ey iman edenler siz de salavât getirin…
Bu anlayışa göre sanki Allah melekleriyle halka oluşturmuş, tarikat meclislerindeki “hatm-i hacegân” veya teravih namazlarındaki salavâtlar gibi “Allahümme salli ala..” diye salavât getiriyor! Ve bizim de öyle yapmamızı istiyor, öyle mi?

Burada “salavât getirmek” veya “salâtu selâm okumak” şeklinde bir dizi seremonik (törensel, önceden belirlenmiş) ifadelerin anlaşıldığını, ayette geçen “salât” kelimesinin esaslı bir anlam kaymasına uğradığını görüyoruz.
Bakın nasıl.

***
“Salât” kelimesi insan için kullanıldığında “ateşe odun atmak” fiilinden gelir. Bu ise bir destekleme eylemidir. Ateş sönmesin, ocak tütsün diye ateşe odun veya kömür atarsınız, böylece ateşi desteklemiş olursunuz. “Salât”ı kime yapıyorsanız onu destekliyor veya desteğini istiyorsunuz demektir. Allah’a salât etmek yani dua edip namaz kılmak onun desteğini ve yardımını talep etmek demektir. Nitekim “Allah’tan sabır ve salât ile yardım isteyin” (2/152) ayeti bunu gösterir. Keza “Kıpkızıl bir ateşe salât edilecek (atılacak)” -seyeslâ naren zate lehebin- (111/3) ayetinde de bu manadadır.

Bu kökten türeyen kelimelerde de bu mananın olduğunu görüyoruz: Ateşte yanmak, ateşe maruz kalmak (sallâ), bir şeyi yakmak için ateşte bırakmak (tasliyeh), ateşte ısınmak (ıstılâ), ateşte yanma, ateşte kalma (es-sıllî), destek isteme yeri, namaz yeri, seccade (musallî), atın yarışta kazananı desteklercesine ardınca gitmesi (tasliyete’l-feres), destek talebi, yardım isteği, dua etmek (tasliye) kelimeleri bu köktendir…

Görüldüğü gibi salavât birine destek veya birinden destek ve yardım isteme manasında kullanılmaktadır. Zamanla Allah’ın sevdiği kullarını desteklemesinden mülhem olarak Müslümanların İbrahim ve Muhammed gibi peygamberleri desteklediklerini, yollarında yürüdüklerini ifade için kullanılır olmuştur.

Kelime kökünden hareketle Allah’ın ve meleklerin nebiye salât etmesi ve bizim de öyle yapmamızın istenmesi şu demek oluyor: Ey iman edenler! Peygamberin tutuşturduğu iyilik, güzellik, doğruluk, hak ve adalet ateşinin sönmemesi için onu destekleyin. Destekleyin ki daha bir gür yansın. Alev alev yükselsin. Bunun için onun getirdiği dini yaşayın ve yaşatın. Kendi çağınıza, mekanınıza ve zamanınıza taşıyın ki onu desteklemiş (ona salât etmiş) olasınız. Aksi halde bu ocak söner. Allah ve melekleri bunun sönmemesini istiyor ve onu destekliyor; siz de öyle yapın…

Kanımca ayette bizden istenen de budur.
“Muhammed” ismi her geçtiğinde “salavât getirmek” diye tabir ettiğimiz, önceden belirlenmiş bir takım Arapça ezberleri otomatikman tekrar edip durmakla alakası olmadığı kanaatindeyim.

Ayeti “otomatik salavât” emri olarak anlayanların çoğu bile (Şafiî hariç) namazda teşehhüd oturuşundaki salavâtı okumanın müstahap olduğunu, okumayanın namazını iade etmesinin gerekmeyeceğini söylerler. Yine ayeti böyle anlayanlar arasında bile, “Muhammed” isminin geçtiği her yerde otomatik salavâtın vacip olduğunu söyleyenler olduğu gibi, defalarca geçse bile bir defanın yeterli olacağını, hatta ömürde bir defanın bile yeterli olacağını söyleyenler vardır. (Kurtubi, Razi).

Fakat ben salât etmeyi böyle anlamamaktayım. Anlasaydım bile ömürde bir defa salavât getirmenin veya yazıyla (s.a.v) yazmanın yeterli olacağı görüşünü tercih ederdim.

Demek ki “salavât getirmek” dini bir vecibe değil; Müslümanların ürettiği bir kültür... Hem edebiyat, hem musiki değeri var, doğru… Söylenişi gayet güzel, doğru… Itri’nin camilerde söylenen salavât bestesi dini müzik açısından da son derece orijinal, tamam…

Camilerde kitle halinde söylenmesi çocukluğumdan beridir çok hoşuma gider. İran’da buna benzer salavât bestesi dinlemiştim. Onlar da kitle halinde söylüyorlardı ve sonunda özellikle “Al-i Muhammed” vurgusu yapıyorlardı. Hatta bizdekinden güfte ve beste olarak daha etkileyiciydi ve kulağa hoş geliyordu.

Ama bunlar sonuçta üretilmiş kültür ve örftürler. Hatta Müslüman duyarlılığın edebiyat ve musiki yaratıcılığıdır, yeniliktir. Kanımca Mevlid de öyledir. Hatta yenileri bestelenmeli ve yapılmalıdır. Ben bunlara karşı değilim…
Benim itirazım “otomatik salavâtın” Kur’an’ın bir emri olduğu iddiasıdır. Hadi kimileri de öyle anlıyor diyelim -ki farklı anlayışlar zenginliktir- ona da saygılıyım. Fakat böyle anlamayanların sanki Kur’an’ın bir emri inkar ediliyormuş, peygambere saygısızlık ve küstahlık yapılıyormuş gibi yaftalanmasına, hele de “salavât terörüne” varan üste çıkmalarla “O senin mahalle arkadaşın mı? Hadi çabuk salavat getir bakim, görecem!” pozlarına girilmesine dur diyorum.

Allah’ın resulünün saygınlığını koruma hassasiyetine bütün kalbimle katılırım. Hatta bu hassasiyetin kaybolmamasını içtenlikle dilerim. Fakat bu biraz hassasiyet değil; hassasiyet gösterisi oluyor. Böyle yapmakla Allah’ın resulünü yakınımıza getirmiyoruz, iyi düşünürseniz uzaklaştırıyoruz…

Demek ki toplumun yaygın, makul ve genel kıyafetinden ayrıca ve özel bir din adamı kıyafeti olamayacağı gibi, ayrıca ve özel bir din adamı dili de olamaz. Çünkü din dili diye bir meslek dili yoktur. Çünkü din bir meslek değildir. Bu nedenle de din dilinin yaşayan dille bütünleşmesi; araziye çıkması, sokağa inmesi, saray ve molla dili olmaktan kurtulması, eski çağlar söylemi olmaktan çıkması, ağdalı ifadelerden arınması, alabildiğine sadeleşmesi, ulaşılamaz ve yakınımıza gelemez halden kurtulması gerekmektedir.

***
Yukarıdaki ayette geçen salât etmekten ayrı olarak “selâm” etmek, söz konusu desteği (salâtı) içtenlikle yapmak veya Türkçe’de kullandığımız o bildiğimiz selam etmektir. Örneğin sevdiğimiz ve saydığımız birinden bahsederken cümle arasında “Ki kendisini burada saygıyla anıyorum ve selamlarımı gönderiyorum.” vs. deriz. Ve bunu otomatik olarak her defasında yapmayız, yeri gelir söyleriz. Söylenmediği zamanda kimse “Niye söylemiyor saygısıza bak” demez. Peygamberin ismi geçtiğinde de olması gereken budur. Kur’an’daki kullanım da böyledir, yeri gelir peygamberine selam gönderir. Fakat bu otomatiğe bağlanmış değildir. Doğal olan bu değil mi?

Bahis konusu ayet hicri altıncı yılda nazil olan Ahzap suresinde geçer. Ahzap suresi bu açıdan ilginçtir. Peygamberin evlatlığı, eşleri, ehl-i beytinin kim olduğu, onlara nasıl bakılması gerektiği konuları işlenir. Bu cümleden olarak söz peygambere getirilir ve “Allah ve melekleri onu destekliyor, siz de destekleyin” yani onun yanında olun, onunla beraber hareket edin, şanını şerefini koruyun, evlatlığı, eşleri vs. ile ilişkileri hakkında kötü şeyler aklınıza gelmesin, o üzerinize titreyen, çok müşfik, sevgi ve merhametle dopdolu can yoldaşınız, arkadaşınız denmek istenir…
Peki, peygamberimizin arkadaşları (sahabeler) ona nasıl “salât” etmişlerdir? Yani onu nasıl desteklemişlerdir?

İsmi anıldığında salavât çekerek mi?
Yoksa onu malıyla ve canıyla destekleyerek, onun yanında yer alarak, getirdiklerini uygulayarak, savaş meydanlarında omuz omuza savaşarak, vuruşarak mı?

Peygambere “salât” etmenin ne demek olduğunu, en iyi, savaş meydanında etrafında etten duvar örerek koruyan genç sahabeler veya süikast yapılacağını bile bile yatağına yatan “Ali” veya Taif’den taşlanarak kovulduğu sırada önüne atlayarak taşlar ona değmesin diye kafası gözü yarılan “Zeyd” açıklar.

Çünkü onlar peygamberle birlikte vuruşanlardır. Hepsi yan yana, omuz omuza ona “arkadaş” (sahebe) olmuşlardır. Yani onlar sırtlarını peygambere, peygamber de onlara dayamıştır. Aralarında sarsılmaz bir güven, dostluk ve kardeşlik oluşmuştur.
Kur’an bu durumu şöyle açıklar: Sevgi ve merhamet yumağı haline gelenler (ve tavasav bi’r-rahme). Bu tabir bir de asr suresinde “hakk” ve “sabr” eklenerek kullanılır: Hak ve adalet için omuz omuza verenler (ve tavasav bi’l-hakk), dertleri ve acıları paylaşanlar (ve tavasav bi’s-sabr)…

Bütün bunlarda ortak olan arka çıkmak, omuz vermek, elbirlik olmak yani desteklemek, yanında yer almaktır
Ayette Cenab-ı Hakk’ın bizden istediği budur. Çünkü kendisi de melekleriyle birlikte peygamberine öyle yapmaktadır. Yoksa Allah melekleriyle birlikte oturmuş da bizim yaptığımız gibi salavât çekiyor değildir.
*****

Konu adalet70 tarafından (2. October 2008 Saat 02:40 PM ) değiştirilmiştir.
adalet70 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
adalet70 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
yeşil (7. November 2011)