Tekil Mesaj gösterimi
Alt 25. April 2009, 09:27 PM   #6
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Konumuz olan ayetin iniş sebebi hakkında “Esbab-ı Nüzul” kayıtları şöyle bir olay zikretmektedir:

Abdullah İbn Mesûd`un şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kureyş`ten bir topluluk Resûlullah (s.a.s)`a uğramışlardı. O sırada Hz. Peygamber`in yanında, müslümanların zayıf ve fakirlerinden olan Süheyb, Habbâb, Bilâl, Ammar ve başkaları bulunuyordu. Bunun üzerine onlar "Sen, kavminden vazgeçerek bunları mı tercih ettin? Biz bunlara mı tâbi olacağız? Onları yanından kov! Onları kovarsan belki o zaman sana uyarız" deyince Hz. Peygamber (s.a.s): "Ben, mü`minleri kovan bir kimse değilim" dedi. Kureyş: "O hâlde biz geldiğimizde onları yanından kaldır; biz kalkıp gittiğimizde ise, istersen onları yanında oturt!" deyince de, Hz. Peygamber onların iman etmelerini ümid ederek: "Olur" dedi. Rivayet olunduğuna göre Hz. Ömer, Hz. Peygamber`e: "Bir yapsan da, böylece baksak nasıl olacaklar!" dedi. Sonra bu Kureyşliler bu hususta ısrar edip, Hz. Peygamber`e: "Bu konuda bizim için bir yazı yazsan!" dediklerinde, Hz. Peygamber, bunu yazması için, bir kâğıt ile beraber Hz. Ali`yi çağırtır. İşte bunun üzerine bu âyet nazil olur. Bunun üzerine Hz. Peygamber o kâğıdı fırlatıp atar. Hz. Ömer de bu sözünden dolayı özür beyân eder. İşte bu sebeple, Selmân ve Habbâb: "Bu âyet bizim hakkımızda nazil oldu. Hz. Peygamber bizimle beraber oturuyor ve biz O`na, diz kapağımız diz kapağına temas edecek kadar yakın bulunuyorduk. O, yanımızdan ayrılmak istediğinde, kalkıp gidiyordu. (Mukatil; Razi, el-Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

53 - Ve Biz, “Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu!” desinler diye, onlardan bazısını bazısı ile böyle fitnelendirdik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir?

Ayetteki “Onlardan bazısını bazısı ile böyle fitnelendirdik” ifadesinden anlaşıldığına göre, Rabbimiz insanları birbiriyle sınamakta, olgunlaştırmaktadır. Demek ki, toplum yaşamının bir gerçeği ve gereği olan sosyal farklılıklar aslında Allah’ın bir fitnesidir. Ne var ki, mal ve mevkice fazlalıklı olup da bu durumlarının kendi başarılarından kaynaklandığını zannedenler, kendilerine göre daha az malı olanı veya düşük mevkide bulunanı genellikle küçümserler, ezerler. Bunun tersi olarak mal ve mevkice alt düzeyde olanlar ise fazlalıklı olanları kıskanırlar. Hâlbuki bu fazlalıklar, insanları olgunlaştırıp değerli hâle getirmek için onlara verilmiş birer sınama aracıdır. Kur’an ayetlerine ve gerçek hayata bakıldığında, insanların denendiği bu fazlalıkların mal, makam, asalet, zekâ gibi hususlarda olduğu görülmektedir.
Dünya hayatındaki fazlalıkların insanların kendi başarıları olmayıp Allah tarafından verildiği başka ayetlerde de bildirilmiştir:

Ve Allah rızk konusunda kiminizi kiminize fazlalıklı kılmıştır. Kendilerine fazlalık verilenler, kendi rızklarını sağ ellerinin malik olduklarına, hepsi onda eşit olmak üzere vermezler. O hâlde bunlar Allah’ın nimetini bilerek inkâr mı ediyorlar? (Nahl/71)

Allah size kendinizden bir örnek veriyor: Hiç size rızk olarak verdiğimiz şeylerde yeminlerinizin malik olduklarından [yasa ile size teslim edilen kişilerden] ortaklarınız bulunur da onlarla siz eşit olur ve kendinize çekindiğiniz gibi onlarla da karşılıklı çekinir misiniz? İşte Biz, aklını kullanan bir toplum için ayetleri böyle açıklarız. (Rum/28)

Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık, Biz... Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. (Zühruf/32)

Fazlalıklı olanların büyüklenerek fazlalıklı olmayanları aşağılayıp alay etmesi, fazlalıklı olmayanların da fazlalıklı olanları kıskanıp haset etmesi halinde her iki kesimin de sınavı kaybetmesi söz konusu olmaktadır:

Hayır, hayır! Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan, kendi*ni yeterli gördüğünde [zengin olduğuna inandığında] kesinlikle azar [tuğyan eder]. (Alak/6-8)

“Zikir / öğüt, aramızdan ona mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır.” (Kamer/25)


“Onlardan bazısını bazısı ile böyle fitnelendirdik” ifadesini ayetin içinde bulunduğu pasaj kapsamında özel bir anlama çekmek ve ayetteki mesajın takdirini şu şekilde yapmak da mümkündür: “İslâm nimetini yoksullara, kimsesizlere ve toplumda aşağı mevkileri işgal edenlere vermekle zengin ve kibirli sınıfı imtihana çekmekteyiz.”

54 – Ve ayetlerimize inanan kimseler sana geldikleri zaman hemen, “Selam olsun size! Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı. Şüphesiz sizden her kim bilmeyerek [düşüncesizce] bir kötülük işleyip de sonra arkasından tövbe eder ve düzeltirse; şüphesiz ki O [Allah], Gafur’dur, Rahîm’dir” de.

Bu ayette, peygamberimize, inanmış kimselere nasıl davranması gerektiği bildirilmektedir. Peygamberimiz onlara esenlik dileyecek, Allah’ın rahmeti kendi üzerine borç yazdığını ve kendisine müracaat edenlere rahmetiyle, hoş görüsüyle davrandığını söyleyecektir. Böylece günahkârların umutsuzlukları, kötümserlikleri önlenmiş olacaktır.
Rahmet kapılarının sonuna kadar açık tutulduğu bu ayette, Allah’ın bağışlayacağı suçlular “bilmeden kötülük işleyip arkasından tövbe edenler” olarak nitelenmiştir. Ancak buradaki “bilmeden” sözcüğü, taammüden olmayan, yani tasarlanarak değil, düşüncesizce yapılan bir cehaleti ifade etmektedir. Çünkü imanlı olup da günah işleyen birinin, bir takım tutkularla işlediği fiil sonucunda ahiret hayatında neleri kaybettiğini, hangi ödülleri kaçırdığını bilmesi mümkün değildir. Bilemediği için de dünyevî lezzetleri ahiretin birçok hayrına tercih etmektedir. Bu, azı çoğa tercih etmek demektir. Azı çoğa tercih etmek ise örfte daima “cehalet” olarak nitelendirilmiştir.
Kısaca, Rabbimiz, kârı ve zararı hesap edilmeden işlenen suçlar için tövbe edildiğinde, bu suçları affedeceğini bildirmektedir.

Allah`ın [kabulünü] üzerine aldığı tövbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tövbe edenlerinkidir. İşte Allah, böylelerinin tövbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm / hikmet sahibidir. (Nisa/17)

Esbab-ı Nüzul kayıtlarında bu ayetin Ömer b. Hattap hakkında nazil olduğu ileri sürülmüştür. (Mukatil)

55 – Ve Biz ayetleri işte böyle detaylandırıyoruz. Ve suçluların yolu ortaya konsun / sana belli olsun diye.

Bu ayette Rabbimiz, Kur’an’da ayetleri hep detaylı olarak verdiğini bildirmektedir. Ancak ayetin ikinci bölümündeki “ve suçluların yolu ortaya konsun / sana belli olsun diye” şeklindeki ifade, Allah’ın ayetleri detaylandırmasının gerekçesi değildir. Çünkü ayetin bu son bölümü teknik olarak 53. ayetteki “Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu desinler diye” cümlesine bağlıdır. Çevirilerde ise ayet genellikle “Ve suçluların yolu ortaya konsun / sana belli olsun diye Biz ayetleri işte böyle detaylandırıyoruz” şeklinde manalandırılmaktadır. Hâlbuki ayetin bu bölümü “ ولتستبينve litestebiyne” şeklindedir ve buradaki “ وvav”ın fazladan olduğu şeklindeki teviller abestir. Bu nedenle “ وvav” bağlacının ihmali söz konusu edilemez.
53 ve 55. ayetlerin aşağıdaki şekilde birleştirilmesi hâlinde, konu daha iyi anlaşılmaktadır:

Ve Biz, “Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu” desinler ve suçluların yolu ortaya konsun / sana belli olsun diye, onlardan bazısını bazısı ile böyle fitnelendirdik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir? Ve Biz ayetleri işte böyle detaylandırıyoruz.”

Görüldüğü gibi, suçluların yolunun ortaya konması veya peygamberimize belli olması ayetlerin detaylandırılmasının değil, Allah’ın fitnelendirmesinin gerekçesi durumundadır. Bu gerekçenin tezahürü de suçluların Allah’ın Kur’an’da gösterdiği yoldan başka bir yolda yürümeleri şeklinde olmaktadır. Rabbimiz hakk ile batılı birbirinden çok detaylı biçimde ayırdığı ve dinde zorlamayı yasaklayarak insanları özgür bıraktığı için insanın bu özgürlük içinde Kur’an’daki hakk yoldan çıktığı hemen belli olmaktadır.

Dinde zorlama yoktur; rüşd ğayden [iman küfürden, iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan] iyice ayrılmıştır. O hâlde kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. (Bakara/256)

Ayette geçen “ تستبينtestebiyne” ifadesi bazı kıraatlerde “ يستبينyestebiyne” şeklinde okunduğu için, biz her iki kıraatin anlamını da mealimizde vermiş bulunuyoruz.

56 - De ki: “Şüphesiz ki ben; sizin, Allah’ın astlarından yalvardıklarınıza ibadet etmekten yasaklandım.” De ki: “Ben sizin hevalarınıza uymam. O zaman [eğer uyarsam] sapıtmış olurum ve ben, doğru yola erenlerden olmamış olurum.”
57 - De ki: “Ben Rabbimden apaçık bir delil üzerindeyim. Siz ise onu yalanladınız. O çabuk gelmesini istediğiniz şey benim yanımda değildir, hüküm ancak Allah’a aittir, gerçeği O anlatır / gerçekleştirir ve O, ayırt edenlerin en hayırlısıdır.”

Rabbimiz, 56. ayetten başlamak üzere 67. ayete kadar peygamberimize bir takım gerçekleri açıklattırmaktadır.
Konumuz olan ayetlerin ilkinde peygamberimizin, ikincisinde ise müşriklerin durumları ortaya konularak müşriklerin gerçeği görmeleri istenmiştir.
57. ayetin ifadesinden, müşriklerin “Biz seni açıkça inkâr ve reddedip dururken neden bize bir azap gelmez? Eğer sen gerçekten Allah tarafından gönderilmiş olsaydın, o zaman seni inkâr edeni, sana hakaret edeni yer yutmalı ve yıldırım çarpmalıydı. Nasıl olur da Allah`ın elçisi ve onun peşinden gidenler akla gelmedik işkenceler görürken, onlara işkence edenler neşeyle hayat sürüp duruyorlar?” demek istedikleri anlaşılmaktadır. Bu yanlış değerlendirmeye güvenerek tehdit edildikleri azabın kendilerine hemen verilmesini istemeleri ise aslında böyle bir azaba uğratılacaklarına inanmadıklarını göstermektedir.

Bir vakit de, “Ey Allah’ım, eğer bu Senin katından gelmiş bir hakk / gerçek ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver.” demişlerdi. (Enfal/32)

Ad’ın kardeşini de hatırla. Hani o, Ahkâf’ta kavmini uyarmıştı. —Kesinlikle onun önünde ve ardında, "Allah`tan başkasına kulluk etmeyin. Şüphesiz ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum." diyen uyarıcılar geçmişti.-
Onlar; “Sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, hadi o bizi tehdit edip durduğun azabı hemen getir." dediler.
O [Hud]; “Şüphesiz Bilgi [o azabın ne zaman geleceğine dair bilgi] Allah katındadır. Ben ise size benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Velâkin ben sizi cahillik edip duran bir kavim olarak görüyorum” dedi. (Ahkaf/21-23)

Ve senden azabı çarçabuk istiyorlar. Eğer belirlenmiş / adı konmuş bir ecel [vade] olmasaydı, azap onlara elbette gelmişti. Ve o, hiç farkında olmadıkları bir sırada kendilerine ansızın elbette gelecektir. (Ankebut/53)

58 - De ki: “Sizin çabuk gelmesini istediğiniz şey benim yanımda olsaydı, benimle sizin aranızdaki iş kesinlikle gerçekleşmiş gitmişti. Ve Allah, zulmedenleri en iyi bilendir.
59 - Gaybın anahtarları da yalnızca onun katındadır. Ondan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın.
60 – Ve O, sizi geceleyin vefat ettiren, gündüzün elde ettiğiniz şeyleri bilen, sonra adı konmuş ecelin [vadenin] gerçekleşmesi için sizi kaldırandır. Sonra dönüşünüz yalnızca O’nadır. Sonra O, yaptıklarınızı size haber verecektir.
61 – Ve O [Allah], kulları üzerinde Kahir’dir [hükümranlığı sürdürür] ve O, sizin üzerinize koruyucular gönderir. Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz, hiç eksik-fazla yapmadan, onu vefat ettirirler.
62 - Sonra kendi gerçek Mevlâları Allah’a döndürülürler. Dikkatli olun, hüküm ancak O`nundur ve O, hesap görenlerin en süratlisidir.

Rabbimizin peygamberimiz vasıtasıyla bu pasajda vermeye devam ettiği mesajlar aşağıdaki gibi takdir edilebilir:
“Müşriklerin isteyip durdukları azap peygamberin elinde olsa idi, iş çoktan bitmiş olurdu. Ne var ki, peygamber sadece bir tebliğci, uyarıcı ve müjdecidir. Azabı getirmek, azap etmek peygamberin elinde değildir. Cezalandırmak için elinden bir şey gelmez. Ona kalsa, beşer olması sebebiyle hiç beklemez, derhal cezalandırırdı.”
“Peygamber gaybı da bilmemektedir. Gaybın anahtarları Allah’ın yanında olup gaybı sadece O bilir. Öyle ki, karada, denizde ne varsa Allah hepsini bilir. Onun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıklarında bir tane, yaş-kuru [tüm ne varsa] hepsi O’nun bilgisi dahilindedir.”
“İnsanları uyutup uyandıran da Allah’tır. Ömrü olanları uyandırır. Gün olur, onları da Kendisine döndürüp hesap soracaktır. Allah kulları üzerinde Kahir’dir. O, kulları üzerine koruyucular yollar, onlar ölürken kişiyi vefat ettirirler [takdim ve tehir ettiğini eksiksiz haber verirler, bir bakıma ona ömrünün ‘z’ raporunu gösterirler]. Ve artık gerçek Mevla’ya dönülür. Artık hüküm O’nundur. O, hesap görenlerin en hızlısıdır.”

Her kişi için, önünden ve arkasından Allah`ın emriyle onu gözetip koruyan izleyiciler vardır. Gerçekte, bir halk kendi nefislerinde [özlerinde] olanı değiştirmedikçe, Allah hiçbir şeyi değiştirmez. Ve Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onun geri çevrilmesi söz konusu değildir. Onlar için O’nun astlarından bir veliy [yardım eden, yol gösteren] de yoktur.” (Ra`d/11)

O [insan] hiçbir söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın. (Kaf/18)

Hayır… Hayır… Aslında siz, şüphesiz üzerinizde yaptığınız şeyleri bilen saygın yazıcılar olmasına rağmen Din’i yalanlıyordunuz. (İnfitar/9-12)

“Kayıtçılar” ve “tanık” olgusu, Rabbimizin tarafsız delil kullandığını ve kimseye zulmetmediğini gösterme iradesine dayanmaktadır.

Ve Kitap [amel defteri] konulmuştur. Suçluların ondan korktuğunu göreceksin. Ve “Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış ki, büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış.” derler. Ve onlar, yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez. (Kehf/49)

Ve her insanın kendi kuşunu ayrılmayacak şekilde boynuna doladık. Ve Biz kıyamet günü açılmış bulacağı kitabı onun için çıkarırız. -“Oku kendi kitabını! Bugün nefsin [kendi zatın], kendine karşı hesap sorucu olarak sana o yeter!”- (İsra/13, 14)

61. ayetteki “Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit, elçilerimiz hiç eksik veya fazla yapmadan onu vefat ettirirler” ifadesinden, vefat ettirmekle görevli olanların birden fazla sayıda oldukları anlaşılmaktadır.
Bu ifadeden anlaşılan bir başka şey de “ölüm” ile “ وفاةvefat”ın aynı şey olmadığıdır. Çünkü ayete göre “vefat” işlemini elçiler kişiye “ölüm” geldiği vakit, yani ölümden hemen önce yapmaktadırlar. Kısacası “vefat”, ölümden hemen önce, insanın takdim ve tehir ettiklerine eksiksiz, fazlasız haberdar edilmesi” demektir. Bu konudaki ayrıntılar, surenin sonuna koyduğumuz “Vefat” adlı yazımızda verilmiştir.

MEVLA, GERÇEK MEVLA

62. ayette geçen “gerçek Mevlâları Allah’a döndürülürler” ifadesindeki “gerçek Mevlâ”; “yaratan, rızk veren, dirilten ve mutlak malik” demektir. Gerçek Mevlâ olan Allah, hesap sormak üzere herkesi öldükten sonra diriltmek suretiyle kendisine geri döndürecektir.
Hem fail hem de mef‘ul anlamında kullanılan mevlâ sözcüğü, fail anlamında kullanıldığında “yakın olan, yardım eden, koruyan, yol gösteren”; mef‘ul anlamında kullanıldığında ise “yakın olunan, yardım olunan, korunan, yol gösterilen” demek olur. Nitekim İslâm Hukuku`nda köle azat eden köle sahibine fail anlamıyla mevlâ denildiği gibi, azat edilen köleye de mef‘ul anlamıyla yine mevlâ denilir. Ancak İslâm âleminin birçok yerinde saygı için bazı kimselere مولانا [mevlânâ=mevlâmız] denmektedir. Oysa bize göre, Kur’ân`daki açıklamalar dikkate alındığında bu sıfatın dinî anlamda Allah`tan başkası için kullanılması kesinlikle uygun değildir. (Teybinü’l Kur’an; c. 2, s. 510)

63 - De ki: “Siz, ‘Bizi bundan kurtarırsa kesinlikle şükredenlerden olacağız’ diye gizli ve yakararak O’na yalvarıp dururken, karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?”
64 - De ki: “Sizi ondan ve her sıkıntıdan Allah kurtarır. Sonra da siz ortak koşarsınız.”
65 - De ki: “O, üstünüzden ve ayaklarınızın altından azap göndermeye yahut sizi fırkalara ayırıp kiminizin kiminize hıncını tattırmaya gücü yetendir.” Bak, onlar iyice anlasınlar diye ayetlerimizi nasıl evirip çeviriyoruz [inceden inceye açıklıyoruz].

Bu ayet grubunda, içlerindeki duygularını bastırmak çabasında olan müşriklere kendileriyle yüzleşme fırsatı vermek üzere, itiraf edemedikleri gerçek yine peygamberimiz aracılığı ile ortaya konmakta ve kendilerine azap gelmedi diye küstahlaşanlar sanki şu sözlerle uyarılmakta, hatta tehdit edilmektedir: “Siz, sıkıntılı anlarınızda, Allah’tan başka kimsenin sizi kurtarmayacağını, kurtaramayacağını biliyor ve sadece O’na yalvarıyorsunuz. Peki, şimdi niye ortaklar koşuyorsunuz? Allah, çevrenizdeki tabiat olayları ile veya sizi kendi aranızda birbirinize düşürerek perişan ediverir.”
63. ayette geçen “karanın ve denizin karanlıkları” ifadesinden seller, depremler, kuraklıklar, bereketsizlikler, doğa kirlenmeleri, denizlerin yükselip karaları basması, insanların besini olan hayvanların yok ol*ması gibi maddi felaketler anlaşılmalıdır. Âdem’in A’raf/189-192’de anlatılan davranışında olduğu gibi, insanların böyle sıkıntılı durumlarda tüm benlikleriyle Allah’a dönüp şükür sözü vermeleri, sıkıntıdan kurtulduklarında ise bu sözlerini unutarak nankörce davranmaları Kur’an’da pek çok ayette dile getirilmiş ve insanlar bu kötü huydan vazgeçmeleri için uyarılmıştır:

O [Allah], size karada ve denizde yolculuk ettirendir. Gemilerde bulunduğunuzda gemiler içindekileri tatlı bir rüzgârla götürür. Onlar [yolcular] neşelendiklerinde, şiddetli bir fırtına gelip çatar, dalgalar her mekândan gelir. Ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca, dini Allah için arındıranlar olarak O’na yalvarırlar: “Bizi bundan kurtarırsan, hiç kuşkusuz, şükredenlerden [karşılığını ödeyenlerden] oluruz.” (Yunus/22)

Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, o yalvardığınız kişiler kaybolup giderler. O, müstesna [kaybolmaz]. Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, yüz dönersiniz. Ve insan, çok nankördür! (İsra/67)


[Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?] Ya da, karanın ve denizin karanlıkları içinde size kılavuz olan, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? Allah ile beraber bir ilâh mı var? Allah onların koştukları ortaklardan çok yücedir. (Neml/63)


“Yarattığı şeylerin şerrinden ve çöktüğü zaman karanlığın şerrinden ve düğümlere tükürüp üfleyenlerin şerrinden ve kıskandığı zaman kıskananın şerrinden Felâkın Rabbi`ne sığınırım” de! (Felâk/1-5)

Ve insana sıkıntı dokunduğu zaman, yan yatarken, otururken, dikilirken Bize yalvardı. Kendisinden sıkıntısını gideriverdik mi de sanki kendisine dokunan o sıkıntı için Bize hiç yalvarmamış gibi aldırmadan geçip gitti. Haddi aşanlara yaptıkları şeyler işte böyle süslenmiştir. (Yunus/12)

O, sizi bir candan yaratan ve ondan da, kendisine ısınsın diye, eşini yapandır. Ne zaman ki o, onu örtüp bürüdü, o zaman o hafif bir yük yüklendi. Ve bununla gidip geldi. Ne zamanki zevce ağırlaştı o zaman onlar [o ikisi] Rabblerine dua ettiler: “Eğer bize salih [bir çocuk] verirsen, ant olsun ki [kesinlikle] şükredenlerden olacağız.”
Ne zaman ki onlara [o ikisine] salih [bir çocuk] verdi, o ikisine verdiği şey hakkında onun için ortaklar kıldılar. Onların ortak koştuğu şeylerden Allah münezzehtir, yücedir.
Hiçbir şey yaratmayan ve kendileri yaratılmış olan şeyleri mi eş koşuyorlar?
Hâlbuki bunlar, onlar [tapınanlar] için yardıma güç yetiremezler. Kendi nefislerine de yardım edemezler. (A’raf/189-192)

Rabbimizin peygamberimize söylettiği 65. ayetteki ifade ile de, nankör insanlara anlama yeteneklerini faaliyete geçirmeleri, akıllarını başlarına toplamaları için birçok fırsatlar verildiği bildirilmektedir.

Ve eğer hakk, onların tutkularına uysaydı, kesinlikle gökler, yer ve bunlarda bulunan kimseler bozulup giderdi. Aslında, Biz onların şanını / öğütlerini getirdik; sonra da onlar, kendi şanlarından / öğütlerinden yüz çevirenlerdir. (Müminun/71)

66, 67 – Senin kavmin ise, o [azap / Kur’an / ayetlerin iyice açıklanması], hakk olmasına rağmen onu yalanladı. De ki: “Ben sizin üzerinize vekil değilim. Her önemli haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır, siz de yakında bileceksiniz.”

Bu ayetlerde Rabbimiz, peygamberimize, ilahî açıklamalarının gerçek olmasına rağmen kendisini yalanlayan toplumuna sanki şöyle dedirtmiştir: “Ben sizi kontrol altında tutan, size her istediğimi yaptırtabilen biri değilim. Bana verilen görev tebliğ ve tebyindir. Ben görevimi yaptığıma, siz de Hakk`ı reddettiğinize göre, uyarıda bulunduklarımın kötü sonuçları gelmesi gerektiği zaman mutlaka gelecektir. O önemli haberlerin meydana geleceği belli bir saat vardır. Her bir amelin mutlaka karşılığı vardır. Siz de bunu yakında bileceksiniz.”
Bu ayetler, yalanlayıcılara yönelik bir tehdit niteliğindedir. Ayetin ifadesinden, yapılacak cezalandırmanın ahirette olacağı anlaşılacağı gibi, dünyada olacağı da anlaşılabilir.
Rabbimizin yoldan çıkmışlara yönelik tehditleri başka ayetlerde de yer almaktadır:

Ve de ki: “O hakk [gerçek], Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” Şüphesiz Biz zalimler için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O ne kötü bir içecektir. Dayanma / sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür! (Kehf/ 29)

Medyen’e de kardeşleri Şuayb’i [gönderdik]. O [Şuayb]; “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Ölçeği ve teraziyi eksik tutmayın. Şüphesiz ben sizi hayır ile görüyorum. Ve ben kuşatacak bir günün azabından sizin için korkuyorum. Ve ey kavmim! Ölçerken ve tartarken adaleti yerine getirin. İnsanların eşyalarını eksiltmeyin ve yeryüzünde fesatçılar olarak fenalık etmeyin. Eğer mümin iseniz, Allah’ın bıraktığı [helâlinden size ihsan ettiği kâr] sizin için daha hayırlıdır. Ve ben sizin üzerinize bir koruyucu değilim” dedi. (Hud/84-86)

Ve onun müthiş haberini bir zaman sonra mutlaka bileceksiniz. (Sad/88)

Ve Biz böylece onu [Kur’an’ı] Arapça bir hüküm [mükemmel bir yasa] olarak indirdik. Ve eğer sana gelen ilimden sonra onların hevalarına uyarsan, Allah’tan sana bir Yakın Kimse ve bir koruyucu yoktur. (Ra`d/37)

66. ayette geçen “o” zamirinin pasajdaki söz akışına göre “azap”, “Kur’an” veya “ayetlerin açıklanması” olarak anlaşılması mümkündür. Biz, Kur’an’ın diğer iki anlamı da içermesi sebebiyle, söz konusu zamirin “Kur’an” olarak anlaşılmasının en uygun olacağı görüşündeyiz. Ayrıca bu görüşümüzün aşağıdaki ayet tarafından da desteklendiği kanaatindeyiz:

Artık bundan [Kur’an`dan] sonra hangi söze inanacaklar? (Mürselât/50)

68 – Ve ayetlerimiz hakkında boş uğraşanları gördüğün zaman, onlar ondan başka söze dalıncaya kadar hemen onlardan yüz çevir. Ve eğer şeytan bunu sana terk ettirse de hatırladıktan sonra o zalimler topluluğu ile beraber oturma.
69 – Takva sahibi olan kişilere de o zalimlerin hesabından bir şey yoktur. Fakat takva sahibi olmaları için bir hatırlatma!

Peygamberimize hitap edilirken aynı zamanda bütün Müslümanları da eğiten bu ayetlerde, Allah’ın ayetleri hakkında bilgisizce fikir yürütüp çene çalanlarla vakit harcanmaması ve sadece uyarı ile yetinilmesi emredilmektedir.
68. ayette ayrıca dinlerini bir oyun ve eğlence edinen, kendilerine verilenler sayesinde refah içinde yaşayıp dünya hayatının esiri olan kimselerden yüz çevrilmesi emredilmektedir. Ayrıca peygamberimize, eğer bu emri unutursa hatırladıktan sonra uygulaması bildirilmiştir. Bu bildirim, unutmanın sorumluluk doğurmayacağı anlamına gelmektedir. Çünkü unutmak insanın elinde olmayan bir arızadır. Rabbimiz insanı bu arızadan affetmiş, unutmaktan dolayı insanın sorumlu tutulmayacağını dinin genel bir ilkesi hâline getirmiştir.
68. ayetin orijinalinde geçen “ خوضhavd” sözcüğü genellikle “dalmak” olarak anlaşılmaktadır. Konumuz olan ayette de bu sözcükle “eğlenmek için söze dalma” anlamının kast olunduğu açıklanmaktadır.
Bizim tespitlerimize göre ise “ خوضhavd” sözcüğü “suda yürümek” demektir. Bu sözcük “havada” şeklinde fiil olarak “işi karıştırma ve karışık işte tasarruf etmek” anlamında kullanılır. (Lisanü’l-Arab; c. 3, s. 250, 252. “Havd” mad.) Dolayısıyla sözcüğün “işi karıştırıp karışık işle iştigal edilmesi” anlamı, suda yüründüğü zaman geride herhangi bir izin kalmayacak olmasından çıkmaktadır. Bu sebeple “havd” sözcüğünü “dalmak, eğlenmek” anlamı yerine, “boşa uğraşmak” anlamında kullanmak daha uygun düşmektedir.
Bu sözcüğün Kur’an’da geçtiği birkaç örnek daha vardır:

Ve biz boşa uğraşanlarla beraber boşa uğraşırdık / dalanlarla birlikte dalar idik. (Müddesir/45)

Öyleyse, o gün boş uğraş içinde oynayıp duran yalanlayıcıların vay hâline! (Tur/11, 12)

Sen hemen bırak onları, kendilerine söz verilen günlerine kavuşuncaya kadar boşa uğraşsınlar ve oynayadursunlar. (Zühruf/83)


69. ayette, müminlerin zorunluluk hâllerinde müşrikler ve günahkârlarla aynı mecliste oturup ilişki içinde olmaktan sorumlu tutulmayacakları, ancak onlara öğüt verip ilahî hakikatleri hatırlatmaları gerektiği bildirilmiştir. Yani, takva sahiplerinin bu masuniyetten yararlanabilmeleri, birlikte olmak zorunda kaldıkları müşrik ve günahkârlara onların şirklerine ve günahlarına razı olmadıklarını söylemeleri şartına bağlanmıştır. Ancak bu şart, Allah’ın ayetleriyle alay edenlerle oturulmamasını bildiren emrin bir istisnası olarak düşünülmemelidir. Çünkü bir Müslüman, Allah’ın ayetlerinin alaya alındığı ortam ve topluluklarda bulunarak Allah’ın ayetlerinin gündeme getirilip onlara hakaret edilmesine sebep olmamalıdır. Nitekim müşrikler ve günahkârlarla birlikte oturulmaması emri, aşağıdaki ayetle pekiştirilmiştir:

Ve O [Allah] size Kitap’ta [Kur’an’da], "Allah`ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze dalmadıkları sürece onlarla beraber oturmayın. Aksi hâlde siz de onlar gibi olursunuz." diye indirdi. Şüphesiz Allah, münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayandır. (Nisa/140)

Esbab-ı nüzul kayıtlarında bu konu hakkında şu olay anlatılmaktadır:

"Müslümanlar, "Müşrikler Kur`ân ile istihza edip onun hakkında ileri geri konuşmaya daldıklarında, eğer onların yanından kalkıp ayrılırsak Mescid-i Haram`da oturmaya ve Kâbe’yi tavaf etmeye imkân bulamayız" dediler ve bunun üzerine işte bu ayet nazil oldu. Bu ayet ile müminlere müşriklerle birlikte oturma, onlara öğüt ve nasihat ile dini anlatma ruhsatı ve müsaadesi verilmiş oldu. (Razi, Taberi, Begavi, Hazin)

70 - Ve dinlerini oyun ve eğlence edinmiş / oyun ve eğlenceyi kendilerine din edinmiş, dünya hayatı kendilerini aldatmış olan kimseleri bırak ve onunla [Kur’an ile] hatırlat / öğüt ver. Bir kişi, kendi elinin üretip kazandığıyla helake düşerse, onun için Allah’ın astlarından bir veliy [yakın kimse] ve şefaatçi söz konusu olmaz. Her türlü dengi denkleştirse de [suçuna karşı her türlü bedeli ödemeyi istese de] ondan alınmaz. İşte bunlar, kazandıkları ile helake düşen kimselerdir. Nankörlük ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.

Bu ayette Rabbimiz, boş yere çene çalanlarla beraber oturulmaması konusunu biraz daha detaylandırmaktadır.
Ayette geçen “ذر zer [bırak]” sözcüğü “yüz çevirmek, aldırış etmemek” anlamına gelmektedir. Rabbimiz böylelerinin hiç yardımcılarının olmayacağını ve peygamberimizin onları bırakmasını başka ayetlerde de tekrarlamıştır:

Şüphesiz ki, şu inkâr etmiş ve inkârcı oldukları hâlde de ölenlerin hiç birinden, yeryüzü dolusu altın -onu fidye verseler bile- asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur. (Âl-i Imran/91)

Bırak onları yesinler, yararlansınlar ve emel [boş umut] onları oyalasın. Ama onlar yakında bileceklerdir. (Hicr/3)

Sen hemen bırak onları, kendilerine söz verilen günlerine kavuşuncaya kadar dalsınlar ve oynayadursunlar. (Zühruf/83)

Ancak onlardan yüz çevrilmesi, onlara tebliğ yapılmaması veya uyarılmamaları anlamına gelmez. Kast edilen, onlarla içli dışlı olunmaması, yakın ilişki kurulmamasıdır. Çünkü ayetin başında peygamberimize onlardan yüz çevirmesini söyleyen Rabbimiz, ayetin devamında ondan Kur’an ile öğüt vermesini istemiştir.
Bu ayetin bir benzeri de Nisa suresindedir:

İşte onlar, Allah`ın, kalplerindekini bildiği kimselerdir; sen onlardan yüz çevir ve onlara öğüt ver. Ve kendileri için beliğ [derinden etkileyecek, güzel, açık] söz söyle! (Nisa/63)

Müşrikler ve günahkârlarla yakın ilişki kurulmazken onlara uyarıda bulunmaya, öğüt vermeye devam etmekteki amaç, onların son bir uyarı ile doğru yolu bulmaları ümidinin kaybolmaması içindir. Çünkü müminler en azılı kâfirlerin bile yola geleceği ümidini taşımalıdırlar:

Ve hani onların içlerinden bir ümmet, “Allah`ın helâk edeceği, ya da çetin bir azapla azap edeceği bir kavme ne diye nasihat ediyorsunuz?” dediği vakit, [o uyarıda bulunanlar da] dediler ki: “Rabbinize karşı mazeret olsun, bunlar da takva sahibi olsunlar diye...” (A’raf/164)

Her ikiniz gidin Firavuna! O, gerçekten azdı. Sonra ona öğüt alması ve haşyet duyması için yumuşak söz söyleyin. (Ta Ha/43, 44)

71, 72 - De ki: “Allah’ın astlarından bize yarar sağlamayan ve zarar vermeyen şeylere mi yakaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, kendisinin ‘bize gel’ diye doğruya ve güzele çağıran arkadaşları varken şeytanların kendisini ayartıp yeryüzünde şaşkın dolaşır hâle getirdiği kimseler gibi gerisin geri mi döndürülelim?” De ki: “Şüphesiz Allah’ın doğru yolu, gerçek doğru yolun ta kendisidir. Ve biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla ve ‘salâtı ikame ediniz ve O’na takvalı olunuz’ diye emrolunduk. Ve O [Allah], sadece kendisine toplanacağımız kimsedir.”
73 – Ve O, gökleri ve yeri, hakk ile yaratandır. Ve O, “Ol!” dediği gün hemen olur. O’nun sözü hakktır. Sur’a üflendiği gün de mülk ancak O`nundur. O, gizliyi ve açığı bilendir. O, Hakîm’dir, Habîr’dir.

Bu ayet grubunda, akılsız bir kimsenin örneği üzerinden yapılan uyarıdan sonra birçok gerçek açıklanmaktadır.
Yine peygamberimiz vasıtasıyla bildirilen bu gerçekler şunlardır:

* Allah’ın evreni hakk ile yarattığı ve O’nun “Ol!” dediği şeyin hemen oluverdiği...
* Allah’ın sözlerinin hep hakk olduğu ve doğru yolun O’nun gösterdiği yol olduğu...
* Allah’ın hükümranlığının kıyametten sonra da sürdüğü ve kulların sadece Allah’a teslimiyet göstererek salâtı ikame etmekle, Allah’a takvalı davranmakla yükümlü oldukları...
* Allah’ın gizli-açık her şeyi bildiği ve bunların hesabını mutlaka soracağı...

Burada özet olarak verilen bilgi ve mesajlar daha sonraki surelerde detaylandırılmıştır:

İnsanlar, sınanmadan / arıtılmadan, “inandık” demeleriyle, bırakılacaklarını mı sanıyorlar? (Ankebut/2)

O kişiler ki ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler: “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen noksanlıklardan münezzehsin. Artık bizi ateşin azabından koru!” (Âl-i Imran/191)

Ve Biz göğü, yeri ve aralarındaki şeyleri, oyun oynayanlar olarak yaratmadık. (Enbiya/16)

Peki siz, Bizim sizi boş yere yarattığımızı ve şüphesiz sizin yalnızca Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız? (Müminun/115)

Ve Biz gökleri, yeryüzünü ve ikisi arasındakileri bir oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.
Biz onları sadece hakk / gerçek ile yarattık. Fakat onların çoğu bunu bilmiyorlar. (Duhan/38, 39)

74 – Ve hani İbrahim, babası Azer’e, “Sen putları tanrılar mı ediniyorsun? Şüphesiz ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti.

Bir önceki pasajda [71-73. ayetlerde] doğru yola çağrılmalarına rağmen sapkınlık üzerinde hayatlarını sürdüren insanlardan bahsedildikten sonra, 74. ayetten itibaren konu somutlaştırılmış ve tarihten bilinen bir örneğin anlatımına başlanmıştır. Bu örnek, Hanif İbrahim peygamber ve onun çevresiyle olan tevhit mücadelesidir. Mekkeli müşriklerin İbrahim peygamberi kendi ataları kabul edip saygıyla anmaları sebebiyle bu örnek büyük bir anlam taşımaktadır. Halk arasında dolaşan rivayetlere bakıldığında görülen İbrahim peygamber ile Araplar arasındaki soy ve yozlaşmış da olsa kültürel bağın varlığı, Kur’an ayetleriyle de teyit edilmiştir:

Ve Allah uğrunda gerektiği gibi cihat edin. O, sizi o seçti ve dinde; babanız İbrahim`in milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha önce ve işte bunda [Kur’an’da], elçinin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salatı ikame edin, zekâtı verin ve Allah’a sarılın. O, sizin Mevlanızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır]. O, ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcıdır! (Hacc/78)

Ve Biz bir zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma ve bir güven yeri kılmıştık. Siz de İbrahim’in makamından kendinize bir namazgâh edinin. Ve Biz İbrahim ile İsmail’e; “Beytimi, hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar için, [hem de], secde edişin hanifleri [Allah’a boyun eğmeyi sağlayan hanifler] için tertemiz tutunuz” diye ahit almıştık
Ve bir zaman İbrahim; “Rabbim, burasını güvenli bir belde kıl, halkını, onlardan Allah’a ve son güne inananları meyvelerle rızklandır.” demişti. O [Allah] dedi ki: “Küfreden kimseyi dahi çok az kazançlandırırım, sonra da onu ateşin azabına sürüklerim. Ve ne kötü varılacak yerdir!”
İbrahim peygamber örneğiyle Mekkeli müşriklere şu mesaj verilmektedir: “Nasıl bugün, Peygamber ve izleyicileri şirki reddetmişler ve yapay tanrıları bırakarak âlemlerin Rabbine teslim olmuşlarsa, daha önce İbrahim peygamber de aynısını yapmıştı. Ve nasıl bugün, cahil insanlar Peygamber ile tartışıyorlarsa, daha önce de İbrahim`in kavmi aynı şekilde İbrahim`le tartışmıştı.” (Bakara/125, 126)


İBRAHİM’İN BABASI AZER

Ayetteki “Ve hani İbrahim, babası Azer’e” ifadesinden, İbrahim peygamberin babasının Azer olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Kitab-ı Mukaddes’te ise İbrahim peygamberin babası “Terah” olarak geçmektedir:

24 Nahor yirmi dokuz yaşındayken oğlu Terah doğdu.
25 Terah`ın doğumundan sonra Nahor yüz on dokuz yıl daha yaşadı. Başka oğulları, kızları oldu.
26 Yetmiş yaşından sonra Terah`ın Avram, Nahor ve Haran adlı oğulları oldu.

27 Terah soyunun öyküsü: Terah, Avram, Nahor ve Haran`ın babasıydı. Haran`ın Lut adlı bir oğlu oldu.

28 Haran, babası Terah henüz sağken, doğduğu ülkede, Kildaniler`in Ur Kenti`nde öldü.

29 Avram`la Nahor evlendiler. Avram`ın karısının adı Saray, Nahor`unkinin adı Milka`ydı. Milka Yiska`nın babası Haran`ın kızıydı.

30 Saray kısırdı, çocuğu olmuyordu.

31 Terah, oğlu Avram`ı, Haran`ın oğlu olan torunu Lut`u ve Avram`ın karısı olan gelini Saray`ı yanına aldı. Kenan ülkesine gitmek üzere Kildaniler`in kenti Ur`dan ayrıldılar. Harran`a gidip oraya yerleştiler.

32 Terah iki yüz beş yıl yaşadıktan sonra Harran`da öldü. (Tekvin; 11. Bab; 24-32. cümleler)

24 Sam, Arpakşat, Şelah,
25 Ever, Peleg, Reu,
26 Serug, Nahor, Terah,
27 Avram, yani İbrahim. (Tarihler; 1. Bab; 24- 27. cümle)



İbrani kültürü hakkında büyük otorite olan Muhammed Esed bu konuda şu açıklamayı yapmıştır:


Kitab-ı Mukaddes`te İbrahim`in babasının adı Âzer değil, Terah [ilk Müslüman şecerecilere göre Târah veya Târakh] olarak verilmiştir. Ancak onun, tümü de kaynak ve anlam yönünden belirsiz olan daha başka bazı adlarla [veya lakaplarla] anıldığı da bilinmektedir. Bu meyanda, birçok Talmud hikâyesinde Zârah olarak anılırken, Eusebius Pamphili [Milattan sonra üçüncü yüzyılın sonları ile dördüncü yüzyılın başına doğru yaşamış olan kilise tarihçisi] onun adını Aser [Athar] olarak belirtir. Kur’an tefsirinin amacı açısından ne Talmud ne de Eusebius bir otorite olarak kabul edilemeyecekleri hâlde, Âzer lakabının [Kur’an`da yalnızca bir defa geçmektedir] İslam öncesi döneme ait Asar veya Zârah isimlerinin Arapçalaştırılmış şekli olması mümkündür. (Muhammed Esed; Kur’an Mesajı)

Bu durumda, İbrahim peygamberin babasının, biri isim biri lakap olmak üzere “Azer” ve “Terah” diye iki ismi olması mümkün görünmektedir ki, bunun bir örneği de Yakub peygambere “İsrail” denmesidir.

75 – Ve Biz [kanıt elde etmesi] ve kesin inananlardan olması için İbrahim`e göklerin ve yerin melekûtunu böylece gösteriyorduk.
76 – Bu nedenle o [İbrahim], üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü, “Bu, benim rabbimdir" dedi. Sonra yıldız batınca, “Ben batanları sevmem” dedi.
77 – Sonra Ay`ı doğarken görünce de “Bu, benim rabbimdir” dedi. O da batınca, “Ant olsun ki Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar kavminden olurum” dedi.
78, 79 – Sonra Güneş`i doğarken görünce de, “Bu benim rabbimdir, bu daha büyük” dedi. Sonra o da batınca, “Ey kavmim! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene / yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim” dedi.

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, İbrahim peygamber yer ve gök bilimlerine ait bir takım bilgilerle donatıldıktan sonra, tabiat olaylarını ve özellikle de gökteki yıldızları, Ay’ı ve Güneş’i incelemiş, yaptığı gözlemler sonucunda düşüncelerinde bazı karışıklıklar oluşmuş, ama gayreti sayesinde ve aklıselim ile tevhide [kalb-i selime] ulaşmıştır.
Bu pasajda anlatılanlar, daha önce Meryem ve Şuara surelerinde İbrahim peygamber hakkında verilen bilgiler arasında bulunmayan hususları içermektedir.

“Hanif” sözcüğü, Yunus/105’in tahlilindeki detaylı açıklamamızda (Tebyinü’l-Kur’an c: 4, s: 587-588) da belirttiğimiz gibi, “dönen” demektir. Bu sözcükle “şirkten kurtulup tevhide ulaşan kimse” kastedilir. İbrahim peygamberin zihinsel gelişim aşamaları dikkate alındığında, onun da bir dönem şirk bataklığında kaldığı; ancak afaktaki [dış dünyadaki] ayetleri aklını kullanarak tetkik etmesi sonucu tevhit aydınlığına ulaştığı görülmektedir. İbrahim peygamberin “şirkten tevhide dönmüş kişi” anlamında “hanif” diye nitelendirilmesi de onun bu akidevî dönüşünden dolayıdır.
Kısaca söylemek gerekirse, konumuz olan ayet grubunda anlatılanlar, İbrahim peygamberin 74. ayette bahsedilen tevhit mücadelesi döneminden önceki döneme ait olan ve şirk içinde iken kendisine verilen bilgi sayesinde tefekkür edip aklını kullanarak hidayete erdiği süreçteki gelişmelerdir. Şirkten kurtularak doğru yolu bulmaları için kavmi ile yaptığı tartışma ise hidayete ermesinden, Hanif olmasından sonradır.
Pasajda nakledilen ve öznesi İbrahim peygamber olan olay, aslında herkesi tefekküre davet amacı gütmektedir. Çünkü bu ayetlerde, Allah`ın Birliği hakkında herhangi bir şey öğrenme imkânının bulunmadığı bir çevrede doğup büyümüş olan bir insanın bile İbrahim peygamber gibi çevresindeki ayetleri dikkate alarak aklıyla tevhide ulaşabileceği ortaya konmaktadır.
75. ayetin başında, “sebep bildiren lam” edatından önce “ وvav” bağlacı bulunmaktadır. Bu durum, ayette konu edilen gerekçeden önce bir başka gerekçenin daha söz konusu olduğunu göstermektedir. Ne var ki, paragrafın herhangi bir ayetinde “gerekçe” mahiyetinde olan bir ibare mevcut değildir. Bu yüzden meal ve açıklamalarda genellikle buradaki “vav”ın zait olduğu kanaatine varılmış ve “vav”ın anlamı ihmal edilegelmiştir. Oysa Kur’an’da zaitlik olduğunu iddia etmek büyük bir cürettir. Kur’an’ın edebi üslubu gereği, bazı durumlarda, çok bilinen, açık konular için “malum, maruf, matuf” takdir edilir. Burada da “ ليستدلّliyestedille” ifadesi mahzuf [gizlenmiş] olup “ وليكونveliyeküne” ifadesi bu gizli mukadder matuf üzerine atfedilmiştir. Biz de meali buna göre yapmış bulunuyoruz.
Pasajda, İbrahim’in yıldızı, Ay’ı ve Güneş’i kastederek söylediği belirtilen “Bu benim rabbimdir” ifadelerini ona yakıştırmayarak metni:
* “Bu, sizin inancınıza ve iddianıza göre benim rabbimdir” ya da;
* “Onlar ‘Bu benim rabbimdir’ derler” şeklinde çevirmek veya;
* “İbrahim bu sözü istihza yollu söylemiştir, çünkü yıldızları rabb olarak kabul eden kavminin bu görüşünü iptal etmek istemiştir” diye açıklamak, yahut da;
* “Bu ifadenin başında mahzuf bir ‘قل kul [de!]’ maddesi vardır” varsayımıyla yorumlamak bize göre yanlış ve gereksiz zorlamalardır. Zira İbrahim’in bu sözleri çile döneminde söylenmiştir ve o dönemde evreni, özellikle de gökyüzünü inceleyen İbrahim’in düşüncelerinde bir takım karışıklıklar mevcuttur. Bu çile döneminin sonunda ise İbrahim “kalb-i selim”e ulaşmış ve “hanif” olmuştur. İbrahim peygamberin hayatındaki bu dönemlere ait ek bilgi Saffat/83, 84, 88 ve 89. ayetlerde verilmiştir.
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla