Tekil Mesaj gösterimi
Alt 8. August 2010, 09:09 PM   #4
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Kur’ân'ın, “Furqân” olarak anıldığı birçok âyet vardır:

Ramazan ayı öyle bir aydır ki, onun içinde insanlara yol gösteren, hidâyetten açıklamalar ve Furqân olarak Kur’ân indirildi. (Bakara/185)

Âlemlere uyarıcı olsun diye, kuluna Furqân'ı [ayırıcı'yı] indiren ne cömerttir [ne bol nimet verendir]! (Furkân/1)

Aslında “Furqân”, ilâhî kitapların genel bir niteliğidir.

Âyetin son bölümündeki, Şüphesiz Allah'ın âyetlerini inkâr eden şu kimseler, çetin bir azap kendileri için olanlardır. Allah, azîz'dir, intikam sahibidir [suçluları yakalayıp cezalandırmak sûretiyle adaleti sağlayandır] ifadesiyle, gerçeği bile bile inkâr eden ve akıllarını kullanmayanlar tehdit edilmektedir.

5. Şüphesiz Allah; yeryüzünde ve gökte hiç bir şey Kendisine gizli kalmayandır.

6. O, sizi, rahimlerde dilediği gibi şekillendirendir. Kendisinden başka ilâh diye bir şey yoktur. O, azîz'dir hakîm'dir.

Bu âyetlerde de Allah, Kendisini tanıtmakta ve özellikle Hristiyanlara, Allah'ın her şeyi bildiği, O'na hiç bir şeyin gizli kalmadığı, Allah'ın rahimlerde yaratılan bebeği dilediği gibi şekillendirdiği, O'ndan başka ilâh olmadığı, yenilmezliği ve yasa koyuculuğu vurgulanıp ilâhlaştırılan Îsâ'nın bu özelliklere sahip olmadığı ima edilerek, Îsâ'nın, nasıl ilâh veya ilâhın oğlu olabileceğini düşünmeleri gerektiği mesajı verilmektedir.

Allah'ın burada zikredilen nitelikleri birçok âyette yer almıştı. Bunlardan birkaçını hatırlatıyoruz:

Ğaybın anahtarları da yalnızca O'nun katındadır. O'ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiç bir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın. (En‘âm/59)

İşte bunlar [Nûh ile ilgili anlatılanlar], sana vahyettiğimiz ğayb haberlerindendir. Bunları sen ve kavmin bundan önce bilmiyordunuz. Şu hâlde sabret. Şüphesiz âkıbet, takvâlı davrananlarındır. (Hûd/49)

O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, rahmân'dır, rahîm'dir. O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. O, melik, kuddûs, selâm, mü’min, müheymin, azîz, cebbâr, mütekkebbir'dir. Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. O, hâlık, bâri, musavvir Allah'tır. En güzel isimler O'nun içindir. Göklerde ve yerde olanlar O'nun için tesbîh ederler. Ve O, azîz'dir, hakîm'dir. (Haşr/22-24)

Ve andolsun ki Biz, insanı seçilmiş bir çamurdan yarattık. Sonra onu çok dayanıklı bir karargâhta bir nutfe yaptık. Sonra o nutfeyi bir embriyo olarak yarattık. Sonra o embriyoyu bir et parçası olarak yarattık. Sonra o bir et parçasını kemikler olarak yarattık. Nihâyet o kemiklere de bir et giydirdik. Sonra onu bir başka yaratılışta yeniden kurduk. İşte, yaratıcıların en güzeli Allah ne cömerttir! Sonra şüphesiz sizler, bunların ardından mutlaka öleceksiniz. Sonra şüphesiz siz, kıyâmet gününde diriltileceksiniz. (Mü’minûn/12-16)

Ey insan! Üstün kerem sahibi olan, seni yaratan, sonra da sana bir düzen içinde biçim veren, sonra da seni dengeleyen, dilediği bir sûrette seni tertip eden Rabbine karşı seni aldatan şey nedir? (İnfitâr/6-8)

Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akıp giden gemide, Allah'ın semadan bir su indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde ve onda [yeryüzünde], her deprenen canlılardan yaymasında, rüzgârları evirip çevirmesinde, gök ile yeryüzü arasında emre hazır olan bulutta, şüphesiz akıllarını çalıştıran bir kavim için elbette âyetler vardır. (Bakara/164)

Bu âyetlerde ayrıca, insanın yaratılışına kimsenin müdahalesinin olmadığı-olamayacağı ve tüm yaratılış aşamalarının bir plan dâhilinde gerçekleştiği, tesadüfe yer olmadığı bildirilmektedir:

Ey insanlar! Biz sizi, bir erkek ile bir dişiden yarattık, birbirinizle tanışasınız diye sizi uluslara ve oymaklara ayırdık. Şüphesiz ki, Allah katında en değerliniz, en takvâlı olanınızdır. Gerçekten Allah bilendir, haberdardır. (Hucurât/13)

O, sizi tek bir nefisten yarattı, sonra ondan eşini kıldı [yaptı]. Ve sizin için hayvanlardan sekiz eş indirdi. Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde, yaratılıştan sonra bir yaratılışla yaratıyor. İşte bu, mülk [krallık, hâkimiyet] yalnız Kendisinin olan Rabbiniz Allah'tır. O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Öyleyse, nasıl oluyor da çevriliyorsunuz? (Zümer/6)

Göklerin ve yeryüzünün hükümranlığı yalnız Allah'ındır. O, dilediğini yaratır, dilediğine kız çocuk bahşeder, dilediğine de erkek çocuk bahşeder. Yahut Allah onları erkek ve kız olmak üzere eşleştirir. Dilediğini de kısır kılar. Şüphesiz O, en iyi bilendir, çok güçlü olandır. (Şûrâ/49-50)

Buradaki, dilediği şekilde ifadesi, “erkeklik, dişilik, güzellik, çirkinlik, siyahlık, beyazlık, uzunluk, kısalık, azaların sağlıklı olması yahut herhangi bir noksanlık vs.” olarak anlaşılabilir. Bu konuda detaylı bilgi İnfitâr sûresi'nde verilmiştir.[8]

7-9. O [Allah], sana bu kitabı indirendir. Ondan [bu kitaptan] bir kısmı muhkem [yasa içerenlerdir] âyetlerdir ki, bunlar, kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşâbihlerdir [benzeşen anlamlılardır]. Amma, durum bu iken, kalplerinde kaypaklık olan kimseler, fitne çıkarmak ve onun te’vîline yeltenmek için hemen ondan müteşâbih olanlarının peşine düşerler. Hâlbuki onun te’vîlini ancak Allah ve –“Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır. Rabbimiz! Bize kılavuzluk ettikten sonra kalplerimizi çevirme! Bize Kendi nezdinden rahmet lütfet! Şüphesiz Sen, bol bol lütfedenin ta kendisisin. Rabbimiz! Şüphesiz Sen, insanları, kendisinde hiç bir şüphe olmayan gün için toplayansın. Şüphesiz Allah, vaadinden dönmez” diyen– ilimde uzman olanlar bilirler. Ve sadece kavrama yetenekleri olanlar öğüt alırlar.

Allah bu âyet grubunda, önce Kendisini tanıtıp sonra indirdiği kitap ile kullar arasındaki bağı açıklamaktadır. Buna göre:

• Kur’ân'ı Rasûlullah'a indiren Allah'tır.

• Kur’ân âyetlerinin bir kısmı muhkemdir [yasa içerenlerdir], ki bunlar, kitabın anasıdır.

• Kur’ân âyetlerinin diğer kısmı da müteşâbihlerdir [benzeşen anlamlılardır].

• Kalplerinde kaypaklık olan kimseler, fitne çıkarmak ve onun te’vîline yeltenmek için müteşâbih âyetlerin peşine düşerler.

• Müteşâbih âyetlerin te’vîlini ancak Allah ve –“Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır. Rabbimiz! Bize kılavuzluk ettikten sonra kalplerimizi çevirme! Bize Kendi nezdinden rahmet lütfet! Şüphesiz Sen, bol bol lütfedenin ta kendisisin. Rabbimiz! Şüphesiz Sen, insanları, kendisinde hiç bir şüphe olmayan gün için toplayansın. Şüphesiz Allah, vaadinden dönmez” diyen– ilimde uzman olanlar bilirler, câhil ve sığ kimseler bilmezler.

• Öğüdü de sadece kavrama yeteneği olanlar alırlar.

Kur’ân'ın müteşâbihliği Zümer sûresi'nde de konu edilmiştir:

Allah, sözün en güzelini müteşâbih, ikişerli bir kitap hâlinde indirmiştir. Ondan, Rabb'lerine saygısı olanların derileri ürperir. Sonra derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine karşı yumuşar. İşte bu, Allah'ın rehberidir. O [Allah], onunla dilediğini kılavuzlar. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösteren biri yoktur. (Zümer/23)

Bilindiği üzere, muhkem, müteşâbih ve te’vîl sözcükleri, kavramlaştırılmak sûretiyle anlaşılması zor, makul ve makbul olmayan tanımlar ortaya konulmuştur. Bunlardan birçok anlayışa da kaynaklık edenlerini örnek olarak sunuyoruz:

MUHKEM ve MÜTEŞÂBİHE DAİR İLİM ADAMLARININ GÖRÜŞLERİ

İlim adamları muhkem ve müteşâbih âyetlerle ilgili olarak farklı görüşlere sahiptir. Câbir b. Abdillah –ki bu aynı zamanda eş-Şa‘bî'nin, Süfyân Sevrî'nin ve diğerlerinin görüşlerinin de muktezasıdır– der ki: “Kur’ân-ı Kerîm'in muhkem âyetleri, te’vîli bilinebilen, manası ve tefsiri anlaşılabilen buyruklardır. Müteşâbih âyetler ise Yüce Allah'ın, ilmini yalnızca Kendisine sakladığı, yarattıklarına vermediği, herhangi bir kimsenin bilme imkânı bulunmayan buyruklardır.” Kimi ilim adamları der ki: “Bu kabilden olanlara örnek, kıyâmetin kopma vakti, Ye’cûc-Me’cûc'un çıkma vakti, Deccal'in çıkma vakti, Hz. Îsâ'nın inme vakti ve sûre başlarında bulunan Mukatta‘a Harfleri gibi şeylerdir.

Bir diğer görüşe göre de müteşâbih, birden çok anlama gelme ihtimali olmakla birlikte, bu değişik anlamlar tek bir anlama havale edilerek geri kalanı iptal edilecek olursa, müteşâbih muhkem olur. Buna göre muhkem, her zaman için fer’î hususların kendisine havale edildiği [o esas alınarak yorumlandığı] bir asıl ilkedir. Müteşâbih ise onun fer’i durumundadır.[9]

Bu örnekteki anlayışa göre, herkesin anlayacağı bir açıklıkta olan Kur’ân, anlaşılması zor veya imkânsız bir kitap hâline sokulmaktadır. Hem bu âyetlerin, hem de Kur’ân'ın diğer âyetlerinin iyi anlaşılması için çalışmamızın [Tebyînu'l-Kur’ân] Sunuş bölümünde müteşâbih, muhkem ve te’vîl ile ilgili yaptığımız açıklamaları naklediyoruz:

Zümer/23 ve Âl-i İmrân/7 âyetleri, Kur’ân'ın محكم [muhkem] ve متشابه [müteşâbih] âyetlerden oluştuğunu açıkça belirtmektedir. Mekke'de inen ve iniş sırasına göre 59. sırada yer alan Zümer/23 âyeti bir ipucu olarak değerlendirildiğinde, o âna kadar inmiş olan bütün âyetlerin müteşâbih oldukları öne sürülebilir. Muhkem ve müteşâbih kavramlarının ne anlama geldiklerini açıklama gereği duyan sözlük, ansiklopedi ve terim kitaplarının neredeyse tümünde muhkem sözcüğünün “açık, anlaşılan, sağlam”; müteşâbih sözcüğünün ise “kapalı ve anlaşılmaz” anlamlarına geldiği belirtilmektedir. Söz konusu lügat ve ansiklopedilerin işlediği ortak yanlış, bu iki sözcüğün birbirinin karşıt anlamlısı olarak gösterilmesidir.

Bu satırların yazarı, söz konusu kavramların zıt anlamlı iki sözcük olduğu şeklindeki yerleşik kanaati paylaşmamaktadır. Ayrıntıları yeri geldiğinde verilecek olmakla birlikte, Kur’ân âyetleri hakkında yerleşmiş bulunan bu yanlış ön kabulü düzeltmek üzere her iki kavramın özü hakkında kısaca bilgi vermeyi yararlı görmekteyiz:

محكم [muhkem] sözcüğü, “hüküm içeren” demektir. Dolayısıyla muhkem âyetler, “içerisinde, insanları kargaşa ve zulme düşmekten engelleyen ilkelerin bulunduğu âyetler” anlamına gelir. Bu âyetler açıktır, nettir ve tek bir anlam ifade ederler. Bu âyetlerden, ifade ettikleri birincil anlamlardan başka anlamlar çıkarılmaz/çıkarılamaz.

Müteşâbih âyetler ise, “birden çok, birbirine benzer, birbirinden güzel anlamlar içeren ve her bir anlamı da açık olarak anlaşılan âyetler” demektir. Bu âyetler mecâz, kinâye ve diğer edebî sanatların da kullanıldığı, ama yapılan benzetme ve örneklemelerden dolayı kültür seviyesi en alt düzeyde olanların bile anlayabilecekleri âyetlerdir. Onlar da tıpkı muhkem âyetler gibi açık-seçik, anlaşılır âyetler olup kesinlikle kapalı, müşkil ve anlaşılmaz değildirler. Müteşâbih âyetler; kapalı, müşkil ve anlaşılmaz âyetler olarak kabul edildiği takdirde Zümer/23'te “sözün en güzeli” olarak nitelenen Kur’ân, aynı zamanda kapalı, anlaşılmaz âyetler de içeriyor olacaktır. Bu ise kapalı, anlaşılmaz âyetlerin “sözün en güzeli” olması anlamına gelir ki, Kur’ân ile böyle bir tuhaflığın bağdaşması mümkün değildir.

İşin doğrusu, müteşâbih âyetler, “anlaşılır, birden çok ve birbirinden güzel anlamlar içeren, kim hangisini anlarsa anlasın bu anlamların hepsinin de doğru olduğu âyetler”dir.

Âl-i İmrân/7'de bu âyetlerin te’vîlinin mümkün olduğu bildirilmektedir. Kimilerinin “yorumlama”, kimilerinin de “tefsir etme” anlamında kullandığı تأويل [te’vîl] sözcüğü de anlamı çarpıtılmış sözcüklerden biridir. Aslında sözcük, الرّجوع [er-rucû‘/geriye dönüş] anlamındakiاول [evl] sözcüğünün tef‘il babından mastarıdır. Türkçe'deki “evvel, ilk” kelimeleri de bu sözcükten gelmektedir.

Te’vîl sözcüğü, “geriye dönüş” şeklindeki kök anlamından değişerek “tedbir” [arkalaştırma], yani “birinci, ikinci, üçüncü şeklinde ardı ardına dizmek, sıralamak, öncelik sırasına koymak” anlamlarında kullanılır.

Bu anlamlara göre müteşâbih âyetlerin te’vîli demek, “o âyetlerin birbirinden güzel, birbirine benzeyen açık-seçik anlamlarının arka arkaya sıralanması, bu anlamların öncelikli bir sıraya tâbi tutulması” demektir. Yoksa, anlamları sadece Allah tarafından bilinen, kapalı ve anlaşılmaz âyetlerin ancak “râsihûn” denen ehil kimselerce yorumlanabilmesi değildir.

Karşıt anlamlı oldukları iddia edilen muhkem ve müteşâbih ile müteşâbih âyetlerin te’vîli konularında daha ayrıntılı bilgiye bu kelimelerin geçtiği âyetler incelenirken değinilecektir. Yine de unutulmamalıdır ki, âyetteki muhkem ve müteşâbih kelimeleri, birer terim olmayıp sözlük anlamlarında kullanılmış sözcüklerdir.[10]

Âyetteki, Amma, durum bu iken, kalplerinde kaypaklık olan kimseler, fitne çıkarmak ve onun te’vîline yeltenmek için hemen ondan müteşâbih olanlarının peşine düşerler ifadesiyle, Necrân heyetinin veya Yahûdi bir grubun kastedildiği ileri sürülse de, bizce bu tüm zamanlara yöneliktir. Böyle öküz altında buzağı arayan zavallılar her zaman ve her yerde bulunur. Nitekim Mekkî sûrelerde bunun yüzlerce örneğini görmüştük. Konunun daha iyi anlaşılması için geçmiş sûrelerden iki örnek veriyoruz:

Ve hani Biz sana, “Şüphesiz Rabbin insanları kuşatmıştır” demiştik. Ve sana açıkça gösterdiğimiz o görüntüyü ve Kur’ân'da lânet edilen ağacı da yalnız insanlara bir imtihan için yapmışızdır. Ve Biz onları korkutuyoruz, fakat bu, onlara, sadece büyük bir tuğyanı arttırıyor. (İsrâ/60)

Bu âyette Allah'ın insanları kuşattığı, Peygamberimize açıkça bir görüntü gösterdiği ve Kur’ân'da lânet edilen ağacı insanlara bir imtihan yaptığı bildirilmek sûretiyle üç önemli husus üzerinde durulmuştur:

BİRİNCİ HUSUS: İHATA

Yüce Rabbimiz insanları çepeçevre kuşattığını bildirmektedir. Bu beyan, Allah'ın kuşatmasından hiç kimsenin kurtulamayacağı anlamına gelir.

Oysa Allah onları arkalarından kuşatıcıdır. (Burûc/20)

De ki: “O tehdit olunduğunuz şey yakın mı, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi kılacak ben bilmiyorum. (Rabbim) bütün ğaybı bilendir. Ve de elçilerden seçip memnun olduğu kişi müstesnâ, ğaybına hiç bir kimseyi muttali kılmaz. Çünkü O, Rabb'lerinin gönderdiklerini gereği gibi tebliğ ettiklerini bilsin diye onun önünden ve ardından [her tarafından] gözetleyiciler salar. O, onların yanında olan her şeyi kuşatmıştır. Her şeyi de sayısı ile saymıştır.” (Cinn/25-28)

İKİNCİ HUSUS: PEYGAMBERİMİZE AÇIKÇA GÖSTERİLEN GÖRÜNTÜ

Bu görüntünün ne olduğu hakkında farklı görüşler ortaya atılmıştır. Klâsik kaynaklarda da yer alan bu görüşlerden iki tanesi şöyledir:

1) Şia'nın görüşü: Ağaç ile “Ümeyyeoğulları” kastedilmiştir. Görüntü ise, “Peygamberimizin Ümeyyeoğulları'nı minberine sıçrayan maymunlar olarak gördüğü rüya”dır.

Bu görüşe göre, bazı gruplar, Peygamberimizin rüyasında gördüğü maymunları, Ümeyyeoğulları olarak kabul etmektedirler.[11]

2) Diğer görüş: Bazı rivâyetler, Allah'ın Peygamberimize rüyasında Kureyş kâfirlerinin yıkılıp yere serilecekleri, ölecekleri yerleri gösterdiğini, bu rüyayı duyan Kureyşlilerin de bunu alay konusu yaparak o'ndan rüyanın hemen gerçekleştirilmesini istediklerini nakletmektedir. Bu rivâyetlere dayanan görüşe göre, âyette açıkça gösterildiği bildirilen görüntü, Peygamberimize rüyasında gösterilen Bedir'de öldürülecek müşriklerin görüntüsüdür.

Biz ise bu görüntünün Kur’ân'da bahsi geçen şu iki görüntüden biri olduğu kanaatindeyiz:

1) Bu görüntü, bu sûrenin 1. âyetinde konu edilen gecede, Peygamberimizin ilk vahiy anında son sidre ağacında gördüğü ve ayrıntıları Necm sûresi'nde anlatılan görüntüdür.

O, üstün akıl sahibi. Ki istiva etmiştir O. Ve O, en yüksek ufukta idi. Sonra yaklaştı ve hemen sarktı. İki yay uzunluğu kadar, ya da daha yakın olmuştu. Hemen de kuluna vahyettiğini vahyetti. Gönlü, gördüğünü yalanlamadı. Onun gördüğü şeyden kuşku mu duyuyorsunuz [onun gördüğü şey hakkında onunla mücâdele mi ediyorsunuz]? Andolsun onu, başka bir inişte daha gördü. Son sidrenin yanında. Ki onun yanında oturulan bahçe vardır. O zaman sidreyi kaplayan kaplıyordu. Göz şaşmadı ve azmadı. Andolsun, Rabbinin âyetlerinin en büyüğünü gördü. (Necm/6-18)

Peygamberimiz bu gördüklerini halka anlatmış, ama buna aklı yatmayanların etkisiyle toplumda fitne oluşmuştur.

2) Bu görüntü, Peygamberimizin kendisinin Mekke'ye girişini gördüğü görüntüdür.

Andolsun ki, Allah, Elçisi'ne o görüntüyü hakk ile doğru çıkardı. Siz, Allah dilerse kesinlikle güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış kişiler olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Öyleyse O [Allah], sizin bilmediğinizi bilir. Sonra da bundan önce size yakın bir fetih verdi. (Fetih/27)

Peygamberimiz, görmüş olduğu bu görüntüyü de halka bildirmiş, bazılarının iyi haber olarak yorumlaması, bazılarının da istihza ile karşılaması sonucu bu görüntü de toplumda fitne oluşturmuştur.

Ancak dikkatle hatırda tutulmalıdır ki, burada sözü edilen görüntüler, “rüyada görülen” görüntüler değil, “uyanık iken görülen” görüntülerdir. Bunun detayı inşallah Yûsuf sûresi'nde açıklanacaktır.

ÜÇÜNCÜ HUSUS: KUR’ÂN'DA LÂNETLENEN AĞAÇ

Kaynaklarda “lânetli ağaç” hakkında şu nakil yer almaktadır:

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm'de zakkum ağacını anlatınca Ebû Cehl şöyle dedi: “Ey Kureyş topluluğu! Muhammed sizi zakkum ağacıyla korkutuyor. Siz bilmiyor musunuz ki, ateş ağacı yakar. Hâlbuki Muhammed ateşin ağaç bitirdiğini iddia ediyor. Siz zakkumun ne olduğunu biliyor musunuz? O, hurma ve kaymaktır. Ey Câriye! Bize hurma ve kaymak getir.” Câriye onları getirdi. Ebû Cehl, “Muhammed'in sizi korkuttuğu bu zakkumu yiyin!” dedi. Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi: Kur’ân'da lânetlenen ağacı, insanları sınamak için meydana getirdik. Biz onları korkuturuz da, bu onların azgınlığını artırmaktan başka bir şey yapmaz.[12]

Klâsik kaynaklar bu konuda da rivâyetlere yönelmiştir:

Birinci Görüş: Ekserisi bunun Hakk Teâlâ'nın, Şüphesiz o zakkum ağacı günaha düşkün olanın yemeğidir (Duhân/43-44) âyetinde bahsettiği zakkum ağacıdır. Bu ağacın zikredilmesindeki imtihan şu iki açıdan olabilir:

1) Ebû Cehl şöyle demişti: “Arkadaşınız [Muhammed], cehennem ateşinin, Onun yakıtı taşlar ve insanlardır (Bakara/24) diyerek, taşları bile yaktığını iddia ediyor, sonra kalkıp o cehennemin içinde bir ağacın yeşerdiğini söylüyor. Hâlbuki ateş, ağacı yer, yakar, bitirir. Öyle ise o cehennemde nasıl o ağaç yeşerebilir?”

2) İbnu'z-Ziberâ şöyle der: “Bizim bildiğimize göre zakkum, ‘hurma’ veya ‘kaymak’ demektir. Bir şeyi lokmalamak hakkında da, tezakkamû derler. İşte onlar cehennemde bir ağacın olmasına şaştıkları için, Allah Teâlâ, Hakikaten biz o [zakkum ağacını] zâlimler için bir fitne yaptık (Saffat/63) âyetini indirmiştir.”

MERVAN'IN SOYU HAKKINDA

İkinci Görüş: İbn Abbâs şöyle der: “Burada bahsedilen ağaç ile, ‘Ümeyyeoğulları’, yani ‘Hakem b. Ebi'l-Asoğulları’ kastedilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) rüyasında, minberini Mervan'ın oğullarının birbirinden devraldıklarını görmüştü. O, bu rüyasını Hz. Ebû Bekr ile Ömer'e –evinde onlarla başbaşa iken– anlatmıştı. Birbirlerinden ayrıldıklarında, Hz. Peygamber (s.a), Hakem b. Ebi'l-As'ın (Ebû Bekr ve Ömer'e anlattığı) rüyasını aynen anlattığını duydu ve buna çok sinirlendi. Bu sırrını Hz. Ömer'in (r.a) ifşa ettiği ithamında bulundu. Sonra da Hakem'in kendilerini gizlice dinlediği ortaya çıktı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), onu sürgün etti.”

Vâhidî şöyle der: “Bu hâdise Medîne'de cereyan etmiştir, sûre ise Mekkî'dir. Binâenaleyh böyle bir tefsir, ancak bu âyetin Medenî olduğunu söylemekle mümkündür. Ama hiç kimse bu âyetin Medîne'de nâzil olduğunu söylememiştir.” Bu görüşü, Hz. Aişe'nin (r.a) Mervan'a, “Allah, sen babanın [Hakem'in] sulbünde iken, babana lânet etti. Sen de, Allah'ın lânet ettiği kimsenin bir parçasısın” demiş olması da tekit eder.

Üçüncü Görüş: Kur’ân'da lânet edilen bu ağaç ile Yahûdiler kastedilmiştir Çünkü Cenâb-ı Hakk, Benî İsrâîl'den kâfir olanlar lânetlendi (Mâide/78) buyurmuştur. Buna göre şâyet birisi, “Müşrikler, Hz. Peygamber'den (s.a) kesin ve kuvvetli mucizeler getirmesini isteyince, Allah Teâlâ da, “Onların getirilmesinde size bir fayda yok. Çünkü eğer onlar gösterilir de siz iman etmezseniz, kökünüzü kazıyacak bir azap indiririm” diye cevap vermiştir. Hâlbuki bu doğru değildir. Bu sözün, insanlar için bir fitne olan o rüyanın ve ağacın zikredilmesi ile ilgisi nedir?” derse, deriz ki: İfadenin manası şöyledir: “Sanki onlar bu mucizeleri isteyip, sonra da sen o mucizeleri göstermeyince, bunların gösterilmeyişi, senin nübüvvet iddianda doğru olmadığın hususunda onlar için bir şüphe olmuştur.” Fakat bu şüphe, senin işini zayıflatmaz ve durumunun zayıflamasına sebep olmaz. Baksana, rüyadan bahsedilmesi, o kâfirlerin kalplerine büyük bir şüphe düşmesine sebep oldu. Fakat o kuvvetli şüphe bile, senin risâletin hususunda bir zayıflığa ve senin etrafında ehl-i hakkın toplanmasında bir gevşemeye yol açmadı. İşte aynen bunun gibi, mucizelerin gösterilmemesi sebebiyle meydana gelen bu şüphe de, senin durumunda bir gevşemeye ve senin risaletin hususunda bir zayıflığa sebep olmaz.[13]

Bize göre ise; lânetli ağaç “uzak durulması, dışlanması gereken ağaç” anlamında olup bu ifade ile “altın, mal” kastedilmiştir. Çünkü Sâd sûresi'nde söylediğimiz gibi,[14] lânet sözcüğü, “kovmak, iyilik ve faydadan mahrum bırakmak, ailenin veya sülâlenin bir ferdinin dışlanması” demektir. Âdem'e, Bu ağaca yaklaşmayın (A‘râf/19) emrinin verildiği ifadede geçen şecer [ağaç] sözcüğü de, “altın, mal, mülk” anlamına gelmektedir.[15]

Nitekim Kur’ân'da defalarca bunun insanlar için bir fitne olduğu ve ondan uzak durulması, müptelâsı olunmaması emredilmiştir:

Ve biliniz ki, mallarınız ve evlâtlarınız kesinlikle fitnedir. Kesinlikle de Allah katında çok büyük ecir vardır. (Enfâl/28)

Kesinlikle mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir fitnedir. Allah ise, büyük ecir Kendi katında olandır. (Teğâbün/15)

İşte insana bir sıkıntı dokunuverince Bize yalvarır, sonra kendisine tarafımızdan bir nimet bahşettiğimiz zaman da; “O, bana bir bilgi üzerine verildi” der. Aslında o [verilen nimetler], bir fitnedir. Velâkin onların çoğu bilmezler. (Zümer/49)

Sonuç: Konumuz olan 60. âyetteki lânetli ağac'ın, Duhân/43-44'te sözü edilen zakkum ağacı ile herhangi bir ilgisi yoktur.”

Bilakis, onlar bilgisini kavrayamadıkları ve te’vîli kendilerine henüz gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar. Bunlardan önceki kişiler böyle yalanlamışlardı. İşte bak, zâlimlerin âkıbeti nasıl olmuştur! (Yûnus/39)

Bu âyetlerde, İsrâ/88'deki konu ele alınarak zanna uyan müşriklerin Kur’ân'a bakışları üzerinde durulmuş ve onlara gerekli cevaplar verilmiştir.

Onu kendisi uydurdu diyen inançsızlar, Öyleyse siz benzeri bir sûre meydana getirin! şeklinde açık bir meydan okumaya muhatap olmuşlardır. Bu meydan okuma başka âyetlerde de devam etmiştir:

De ki: “Andolsun ki ins ve cinn [herkes], bu Kur’ân'ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar, onun benzerini, kesinlikle getiremezler.” (İsrâ/88)

Yahut [aslında], “Onu kendisi uydurdu” diyorlar. De ki: “Öyleyse, eğer doğrulardan iseniz, uydurma olarak da olsa benzeri on sûre getirin, Allah'ın astlarından gücünüzün yettiği kişileri de çağırın.” (Hûd/13)

Yahut, onu kendi uydurup söyledi diyorlar. Hayır, onlar inanmıyorlar. Peki, onun gibi bir sözü onlar getirsinler, eğer doğruysalar. (Tûr/33-34)

Ve eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku duyuyorsanız, haydi onun gibi bir sûre siz getirin ve Allah'ın astlarından tüm tanıklarınızı da çağırın. Eğer doğru iseniz. (Bakara/23)

Yukarıdaki âyetlerde görüldüğü gibi, meydan okuma, Kur’ân'ın tümüyle bir benzerinin getirilmesi teklifiyle sınırlı kalmamış, bu teklif Kur’ân'ın 10 sûresinin ve hatta 1 sûresinin benzerinin getirilmesine kadar indirilmiştir. Ayrıca Kur’ân'ın bir benzerini getirmeleri için hepsinin birleşip yardımlaşmaları teklif edilmekte, ancak ne yapılırsa yapılsın bunun asla mümkün olamayacağı bildirilmektedir.

Aslında, bu meydan okuma ile insanlar Kur’ân üzerinde düşünmeye sevk edilmektedir. Çünkü düşündükleri takdirde, en azından şu sonuçlara ulaşacaklardır:

• Kur’ân, fesahat, belağat ve icaz bakımından eşsiz bir kitap, ebedî bir şaheserdir. Oysa Allah Elçisi Muhammed'in (a.s) ne edebî bir geçmişi, ne de herhangi bir öğrenimi vardır. Dolayısıyla böyle bir kitabı kendisi yazmış olamaz.

• Kur’ân, evvelki kitapları ve elçileri tasdik etmektedir. Oysa onu Elçi'nin kendisi yazmış olsaydı, mutlaka hevâsına uyar, geçmiş kitap ve elçileri tasdik etmek yerine kendisini ön plâna çıkararak her şeyi kendisine mal etmek isterdi.

• Kur’ân, içerisinde fiziğe, kimyaya, biyolojiye, astronomiye, kozmolojiye, eğitime, psikolojiye ve sosyolojiye ait nice bilgiler bulunması sebebiyle, içeriği ve öğretisi bakımından da eşsiz bir kitaptır. Oysa Peygamberimiz, Mekke'de yetişmiş, hayatının her dönemi herkesçe bilinen, çevresinde herhangi bir okul veya öğretici bulunmayan bir kimsedir. Dolayısıyla Kur’ân'daki bilgileri bilmesi bir yana, o konuları düşünmesi bile mümkün değildir.

• Kur’ân, birçok târihî olay içermektedir. Allah'ın Elçisi Muhammed (a.s) ise böyle konulardan haberi olmayan bir kişidir. Bu olayları bilmesi de, yanlışsız olarak uydurması da imkânsızdır.

• Kur’ân, geçmişe ait olduğu kadar geleceğe [ğayba] ait bilgiler de vermektedir. Bu bilgilerin doğrulukları zaman içinde bir bir ortaya çıkmıştır. Sıradan bir insanın, aynıyla doğru çıkan bu tür haberler verebilmesi mümkün değildir. Allah'ın Elçisi olduğunu söyleyen ve herkesin kendisine inanmasını talep eden birinin yaptığı birtakım tahminleri, geleceğe ait bilgilermiş gibi ortaya koyması ve güvenilirliğini riske etmesi düşünülemez. O hâlde bu bilgilerin o'nun kendi tahminleri olması söz konusu değildir.

• Kur’ân, yapısal yönü ile de birçok mucize içermektedir. Öyle ki, geniş hacmine rağmen metninde hiç bir açıdan çelişki ve tutarsızlık bulunmamaktadır. Böyle bir kitabın, kapasitesi bu işe yetmeyeceği herkesçe bilinen bir kimse tarafından yazılamayacağı ise ortadadır.
Hâlâ Kur’ân'ı gereği gibi düşünmezler mi? Eğer ki o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı, kesinlikle onun içinde birçok karışıklıklar bulurlardı. (Nisâ/82)

Kur’ân üzerinde düşünen her insanın tesbit edebileceği bu hususlar, Kur’ân'ın Peygamberimizin eseri olmadığını gösterir. 37. âyetteki, Onda şüphe edilecek hiç bir şey yoktur. Âlemlerin Rabbi tarafındandır ifadesi de buna işaret ederek Kur’ân'ın Allah katından vahiy ile indirilmiş bir kitap olduğunu bildirmektedir.

Rabbimizin bu meydan okuyuşu, dün geçerli olduğu gibi bugün de geçerlidir, kıyâmete kadar da geçerli olacaktır. Mucizelerin en büyüğü olan Kur’ân'ın içerdiği mucizeler kıyâmete kadar tükenmeyecek, insanlar o güne kadar onda birçok yeni mucizelerle karşılaşmaya devam edecektir. Kur’ân'da karşılaşılacak her yeni mucize ise onun Allah'tan olduğunu bir kez daha ortaya koyacaktır.

Kur’ân'ın sadece indiği çağa değil, kıyâmete kadar tüm insanlara hitap edecek bir kitap olduğu asla akıldan çıkarılmamalıdır. Bu hususu göz ardı eden ya da Kur’ân'ın bu kadar çok mucize içerebileceğine akıl erdiremeyen bazı câhiller, kendilerinin anlayamadıkları bu tür âyetleri eleştirip itiraz etmişlerdir. 39. âyetteki, Bilakis, onlar bilgisini kavrayamadıkları ve te’vîli kendilerine henüz gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar ifadesi, tam da böyle bir duruma işaret etmektedir. Câhillerin kavrayamadıkları âyetlere yaptıkları itirazların bir örneği de aşağıdaki âyetler hakkında olmuştur:

İkram olarak bu mu daha hayırlı yahut zakkum ağacı mı? Şüphesiz Biz onu zâlimler için bir fitne kıldık. Şüphesiz o [zakkum ağacı], cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları şeytanların [boynuzlu yılanların] başları gibidir. İşte, kesinlikle onlar, ondan yiyecekler de karınlarını bundan dolduracaklardır. (Saffat/62-66)

Şüphesiz zakkum ağacı, günahkârların yiyeceğidir. O, kızgın bir sıvının kaynaması gibi karınlarda kaynar. (Duhân/43-46)

Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız; öyleyse inkârcılar için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateş'ten korunun. (Bakara/24)

Yukarıdaki âyetlerle ilgili olarak o günün müşriklerinden Ebû Cehl şu eleştiriyi yapmıştır: “Arkadaşınız [Muhammed], ‘Onun yakıtı taşlar ve insanlardır’ diyerek cehennem ateşinin taşları bile yaktığını iddia ediyor, sonra kalkıp o cehennemin içinde bir ağacın yeşerdiğini söylüyor. Hâlbuki ateş, ağacı yer, yakar, bitirir. Öyle ise o cehennemde nasıl o ağaç yeşerebilir?”

Henüz te’vîli yapılmamış müteşâbih âyetler hakkında Ebû Cehl gibi ortalığı bulandırmak isteyenlerin olabileceğini haber veren Allah, bu âyetlerin te’vîlinin kimler tarafından yapılması gerektiğini de Âl-i İmrân sûresi'nde bildirmiştir:

O [Allah], sana bu kitabı indirendir. Ondan [bu kitaptan] bir kısmı muhkem [yasa içerenler] âyetlerdir ki bunlar, kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşâbihlerdir [benzeşen anlamlılardır]. Amma, kalplerinde kaypaklık olan kimseler, fitne çıkarmak ve onu te’vîl yapmak için onun müteşâbih olanlarının peşine düşerler. Hâlbuki onun te’vîlini ancak Allah ve –“Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” diyerek– ilimde uzman olanlar bilirler. Ve sadece kavrama yeteneği olanlar öğüt alırlar. (Âl-i İmrân/7)

Şüphesiz Allah bir sivrisineği, hatta daha üstü [daha küçük] olan bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İşte iman eden kimseler bilirler ki, şüphesiz o, hakktır, Rabb'lerindendir. O küfretmiş olan kimseler de artık, “Allah böyle bir misal ile ne demek istedi?” derler. O [Allah], onunla bir çoklarını şaşırtır, onunla bir çoklarını kılavuzlar. O [Allah], onunla sadece, söz verip andlaştıktan sonra Allah'ın ahdini [verdikleri sözü] bozan, Allah'ın birleştirmesini emrettiği şeyi kesen ve yeryüzünde bozgunculuk yapan fâsıkları şaşırtır. İşte bunlar, zarara uğrayanların ta kendileridir. (Bakara/26-27)

Âyetteki, fitne çıkarmak ifadesi, “inanmış kimseleri dinden döndürmek” demektir. Bu konu hakkında Bakara sûresi'nde açıklama yapmıştık.[16]

Müteşâbih âyetler, sanatsal mucize içeren, indiği dönemde insan havsalasının ulaşmayacağı konulara, bilgilere ve ğayba dair âyetlerdir. Bunlarla Kur’ân'ın Allah kelâmı olduğu ortaya çıkar.

Muhkem âyetler de, kişisel davranışları, aile ve sosyal hukuku, uluslararası ilişkileri düzenleyen ilkeleri içeren âyetlerdir. Bu âyetler, Kitab'ın anasıdır; yani, Kur’ân'ın amacı muhkem âyetlerle düzeni sağlamak, insanlığı, zulümden, fesattan ve kan dökmekten alıkoymaktır. Bu konuya dair Kamer sûresi'nin sonundaki “Hıkmet” başlıklı yazımıza bakılabilir.[17]

Dikkat edilirse âyette, Hâlbuki onun te’vîlini ancak Allah ve –“Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır. Rabbimiz! Bize kılavuzluk ettikten sonra kalplerimizi çevirme! Bize Kendi nezdinden rahmet lütfet! Şüphesiz Sen, bol bol lütfedenin ta kendisisin. Rabbimiz! Şüphesiz Sen, insanları, kendisinde hiç bir şüphe olmayan gün için toplayansın. Şüphesiz Allah, vaadinden dönmez” diyen– ilimde uzman olanlar bilirler buyurulmaktadır. Burada zikri geçen, “ilimde uzman olanlar”ın kimler olduğuna gelince:

RÂSİH

Arapça'da رسوخ[rusûh], “bir şeyin iyice içinde olmak, bir şeyde sebat bulmak (ağaç ve dağ gibi derinlemesine yerleşmek)” demektir.[18]

İlimde râsih olmak ise, “belirli bir ilim dalında uzman olmak” demektir. Klâsik kabule göre ilimde râsih olan, “yakînî ve kat‘î deliller ile Allah'ın zât ve sıfatlarını; Kur’ân'ın Allah kelâmı olduğunu bilen kimse”dir. Hâlbuki müteşâbih âyetlerin bir kısmı, biyoloji açısından, bir kısmı fizik açısından, bir kısmı kimya açısından, bir kısmı filoloji açısından, bir kısmı astronomi açısından, bir kısmı astrofizik açısından… müteşâbihtir. Dolayısıyla da bu müteşâbihlik, her ilmin, her bilgi dalının kendi uzmanı tarafından te’vîl edilmesi gerekir.

ÂYETTEKİ TEKNİK YAPI

Âyetin, وما يعلم تأويله[ve mâ ya‘lemu te’vîlehu] kısmıyla ilgili olarak teknik açıdan iki vecih söz konusudur: Birinci vecihe göre وما يعلم'daki [ve mâ ya‘lemu'daki] و[vav/ve] bağlacı, الا الله'daki [illâllâhu'daki] الله[Allâh] lafzına atıf olup âyetin anlamı, “hâlbuki onun te’vîlini ancak Allah ve ilimde uzman olanlar bilirler” şeklindedir. Biz de âyeti bu şekle göre meallendirdik.

İkinci vecih ise, وما يعلم[ve mâ ya‘lemu] ifadesinin, yeni bir cümle başı olmasıdır, ki buna göre mana, “müteşâbihatın te’vîlini yalnızca Allah bilir, başkası bilemez” şeklinde olur. Bu durumda, “Anlamayacağımız, anlayamayacağımız âyetleri Allah niye indirdi?” sorusu gündeme gelir.

Bu konuya ait klâsik kaynaklarda yer alan bilgiler ise şöyledir:

İLİMDE DERİNLEŞMİŞ OLANLAR:

Yüce Allah'ın, İlimde derinleşmiş olanlar buyruğu ile ilgili olarak; bunun, önceki buyruklarla ilişkisi olmayan yeni bir söz başlangıcı mı, yoksa önceki buyruğa atfedilmiş ve buradaki “vav”ın cem için mi olduğu hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler.

Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre; kendisinden önceki buyruklardan ayrı, yeni bir cümle başıdır ve ifade daha önce yüce Allah'ın, Onun te’vîlini ancak Allah bilir buyruğunda tamamlanmıştır. İbn Ömer, İbn Abbâs, Âişe, Urve b. ez-Zübeyr, Ömer b. Abdulazîz ve başkalarının görüşü budur. el-Kisâî, el-Ahfeş, el-Ferrâ, Ebû Ubeyd ve başkaları da bu görüştedir.

Ebû Nehîk el-Esedî de der ki: “Sizler bu âyet-i kerîmeyi vasl ile [durak yapmaksızın] okuyorsunuz. Hâlbuki bu kelime kat‘ ile okunmalıdır. İlimde derinlik sahibi olanların bilgilerinin vardığı son nokta ise onların, Biz O'na iman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır sözleridir.”

İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre bu âyet-i kerîmede tam vakıf, Hâlbuki onun te’vîlini ancak Allah bilir buyruğu üzerinde olduğu ve bundan sonraki buyrukların ise yeni bir söz başlangıcı olduğu şeklindedir. Bundan sonraki buyruk ise, İlimde derinleşmiş olanlar, “Biz ona iman ettik...” derler buyruğudur.

Ancak Mücâhid'den, “ilimde derinleşmiş olanlar”ı, kendisinden önceki buyruğa nesak atfı yaptığı ve ilimde derinleşmiş olanlar'ın, te’vîli bildiklerini iddia ettiği de rivâyet edilmiştir. Bu görüşün lehine kimi dilcileri de delil göstererek, bunun, “İlimde derinleşmiş olanlar da bunu bilirler ve iman ettik... diyerek” şeklinde olduğunu söyler ve derler kelimesinin hâl olmak üzere nasb mahallinde olduğunu iddia ederler. Ancak dilcilerin büyük çoğunluğu bu açıklamayı reddeder ve uzak bir ihtimal olarak görürler. Çünkü Araplar hem fiili, hem de mef‘ulü bir arada hazf etmezler. Hâli ise fiil açıkça söylenmedikçe zikretmezler. Eğer fiil açıkça söylenmemiş ise, hâl de söz konusu değildir. Şâyet böyle bir şey mümkün olsaydı, “Abdullah binerek geldi” anlamında, “Abdullah binerek” demek mümkün olurdu. Böyle bir şeyin mümkün olması ise, ancak fiilin zikredilmesiyle birlikte olur; kişinin, “Abdullah konuşur ve insanların arasını ıslah eder” demesi gibi. Burada “ıslah eder” ifadesi Abdullah'ın hâlini bildirir.

Derim ki: Hattabî'nin naklettiği ve Mücâhid'den başkasının söylemediğini belirttiği söz ile ilgili olarak şunu ekleyelim: İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre, İlimde derinleşmiş olanlar buyruğu, azîz ve celîl olan Allah'ın ismine atfedilmiştir ve bunlar da müteşâbihi bilenler arasında yer alıp onlar müteşâbihi bilmelerine rağmen, Biz ona iman ettik demektedirler. Ayrıca er-Rabî, Muhammed b. Ca‘fer b. ez-Zübeyr, el-Kâsım b. Muhammed ve başkaları da bu görüşü belirtmişlerdir. Bu te’vîle göre, derler kelimesi derinleşmiş olanlar'ın hâli olmak üzere nasb durumundadır.

İbn Fûrek, ilimde derinleşmiş olanların, te’vîli bileceği görüşünü tercih eder ve bu hususta uzun uzun açıklamalarda bulunurdu. Hz. Peygamber'in İbn Abbâs'a, “Allahım! Onu dinde fakih kıl ve ona te’vîli öğret” şeklindeki sözünde bu hususa dair açıklama vardır. Bu, “kitabının manalarını ona öğret” anlamındadır. Buna göre yüce Allah'ın, İlimde derinleşmiş olanlar buyruğu üzerinde vakıf yapmakla ilgili olarak hocamız Ebu'l-Abbâs, Ahmed b. Ömer, “Doğrusu da budur” demiştir. Çünkü onların, İlimde derinleşmiş olanlar diye adlandırılmaları, Arap dilini anlayan herkesin bilmekte müsavi olduğu muhkemden daha fazlasını bilmelerini gerektirmektedir. Eğer onlar herkesin bildiğinden başka bir şey bilmiyor iseler, onların derinlikleri nerede kalır? Fakat müteşâbih de türlü türlüdür. Kimisi hiç bir şekilde bilinemez; rûhun durumu, Allah Teâlâ'nın ğaybın bilgisini yalnızca Kendisine ayırdığı Sa‘at'in [Kıyâmetin kopma] vakti gibi. Bu gibi şeylerin bilgisi İbn Abbâs'a da başkasına da verilmemiştir. İşte ileri gelen ilim adamları arasında, “İlimde derinleşmiş olanlar müteşâbihi bilmez” diyenlerin bu sözden kasdettikleri bu tür müteşâbihtir. Dinde bazı şekillere ve Arap dilinde birtakım anlatım üsluplarına göre yorumlanması mümkün olan sözlere gelince, bunlar te’vîl edilir ve doğru te’vîli bilinebilir.[19]

Abdurrezzâk der ki: Bize Ma‘mer, İbn Tavus'tan, o da babasından rivâyet etti ki, İbn Abbâs bu âyeti şöyle okurdu: Ve mâ ya‘lemu te’vîlehu illâllâh. Ve yeqûlu'r-râsihune âmennâ bihi [Hâlbuki onun te’vîlini ancak Allah bilir, ilimde derinleşmiş olanlar, “Ona îmân ettik” derler].

İbn Cerîr, Ömer ibn Abdulazîz ve Mâlik ibn Enes'ten rivâyet eder ki: “Onlar ona îmân ederler ve te'vîlini bilmezler” demiştir.

Yine İbn Cerîr'in naklettiğine göre, Abdullah ibn Mes‘ûd ve Ubey ibn Ka‘b'ın Mushaflarında bu âyet şöyledir: İnne te’vîlehu illâ ındallâhi ve'r-râsihûne fi'l-‘ılmi yeqûlûne âmennâ bihi [Onun te’vîli ancak Allah katındadır. İlimde derinleşmiş olanlar, “Biz ona inandık” derler].

İbn Cerîr de bu kavli tercih etmiştir.

Bazıları da âyetteki, ve'r-râsihûne fi'l-‘ilm [ilimde derinleşmiş olanlar] kısmında dururlar ki, müfessir ve usûlcülerin bir çoğu bu görüşe uyarak, “Anlaşılmayan bir şeyle (Kur’ân'da) hitapta bulunulması uzaktır” demişlerdir.

İbn Ebû Necîh'in Mücâhid'den, onun da İbn Abbâs'tan rivâyetine göre o şöyle dermiş: “Ben, onun te’vîlini bilen ilimde derinleşmiş kimselerdenim.”

Mücâhid'den rivâyetle İbn Ebî Necin şöyle diyor: “İlimde derinleşmiş olanlar; onun te'vîlini bilirler ve ‘Ona îmân ettik’ derler.” Rebî ibn Enes de böyle demiştir. Muhammed ibn İshâk, Muhammed ibn Ca‘fer ibn Zübeyr'den naklen şöyle dedi: “Arzu edilen te’vîli ancak Allah ve ilimde derinleşenler bilir. İlimde derinleşenler de, ‘Ona inandık’ derler. Sonra da müteşâbihin yorumunu, ancak bir tek şekilde yapılabilen muhkemin yorumuyla karşılaştırırlar. Kitabla [Kur’ân'la] onların sözleri birleşir, biri diğerini doğrular, hüccet, delil, geçerli olur, özür ortaya çıkar, bâtıl ortadan kalkar, küfür onunla reddedilmiş olur.”

Hadis'te Rasûlullah'ın (s.a) İbn Abbâs hakkında, “Allahım! Onu dinde fâkih, bilgin kıl ve ona Kur’ân'ın yorumunu öğret” şeklinde dua buyurduğu belirtilir.

Bu konuda bazı âlimler ayrı fikir beyan ederek diyorlar ki: Te’vîl kelimesiyle Kur’ân'da iki mânâ kastedilir:

1) Te’vîl, “bir şeyin hakikati, gerçeği ve aslı”dır. Kur’ân-ı Kerîm'deki şu âyetlerde geçen te’vîl kelimesi bu anlamdadır: Ana-babasını tahtın üzerine çıkarıp oturttu. Hepsi o'nun için secdeye kapandılar. Dedi ki: “Babacığım! İşte bu; vaktiyle gördüğüm rüyânın te’vîlidir. Doğrusu Rabbim onu gerçekleştirdi” (Yûsuf/100), Onlar onun te’vîlinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te’vîlinin geldiği gün... (A‘râf/53)

Bu durumda er-râsihûne fi'l-‘ilm mübtedâ; yeqûlûne âmennâ bihi haberi olur. Te’vîl ile diğer anlam –ki Bize bunun yorumunu bildir... (Yûsuf/36) âyetinde olduğu gibi “bir şeyi tefsir, tabir edip açıklamak beyân etmek”tir– kastedilirse bu durumda, er-râsihûne fi'l-‘ilm'de durulur. Bu anlayışa göre ilimde derinleşenler eşyânın künhüne vâkıf olacak şekilde bir ilmi ihata etmeseler bile kendilerine tevcih olunan hitabı anlayabilirler. Bu durumda yeqûlûne âmennâ bihi kısmı, “ilimde derinleşenler”den hâl olur. Ma‘tûfun aleyh'den değil de sadece ma‘tûf'dan hâl olması dilde caizdir. Nitekim şu âyetler de böyledir: (Bu ganimetler) yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dînine ve Peygamberi'ne yardım eden fakir Muhâcirler içindir... derler ki: “Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla...” (Haşr/8-10), Melekler sıra sıra dizilip Rabbinin buyruğu geldiğinde… (Fecr/22)[20]

10-11. Şüphesiz şu küfretmiş kimseler; onların malları ve evlâtları, aynı Firavun'un yakınlarının ve onlardan öncekilerinki gibi Allah'tan hiç bir şeyi savamaz. Ve onlar ateş'in yakıtıdırlar. Onlar [Firavun'un yakınları ve onlardan öncekiler], âyetlerimizi yalanladılar da Allah, onları günahları yüzünden yakalayıverdi. Ve Allah, cezası/yakalaması çok çetin olandır.

Bu âyetlerde, Medîne'deki kâfirlere, savaşa katılmalarını engelleyen mallarının ve çocuklarının, aynı Firavun ve onun yakın çevresinde olduğu gibi fayda vermeyeceği uyarısı yapılmaktadır: Onların malları ve evlâtları, Allah katında onlara hiç bir fayda sağlamayacak, onlara gelecek Allah'ın azabından hiç bir şeyi önleyemeyecektir.

Bu âyetin mesajı evrensel olmasına rağmen ilk muhatapları –sûrenin giriş bölümünde detaylıca sunduğumuz gibi– Necrân heyetidir. Bu heyettekilerden Ebû Hârise ibn Alkame'nin kardeşine, “Ben onun gerçekten, Allah'ın Elçisi olduğunu kesinlikle bilmekteyim... Ama ne var ki bunu açıklarsam, Rûm kralları bana vermiş olduğu mal ve makamı geri alırlar” dediğini de nakletmiştik. İşte bu âyette kınananlar başta bunlardır. Bunlara; mallarının, çoluk-çocuklarının dünya ve âhirette kendilerine fayda vermeyeceği, onlardan azabı def edemeyeceği bildirilmektedir.

Bu âyetlerde verilen mesaj birçok defa geçmiştir:

“Ve yeniden diriltilen gün; mal ve oğulların sağlam bir kalple [gerçek imanla] gelenlerden başkasına fayda vermediği ve cennetin muttakilere yaklaştırıldığı, azgınlar için de cehennemin açılıp gösterildiği gün beni rezil etme!” dedi. (Şu‘arâ/87-91)

Kesinlikle siz ve Allah'ın astlarından taptıklarınız, cehennemin odunusunuz [yakıtısınız]; siz oraya gireceksiniz. (Enbiyâ/98)

Peki, âyetlerimizi inkâr eden ve, “Elbette mal ve çocuk verilecektir” diyen kimseyi gördün mü? O [inkârcı kişi], ğayba muttali oldu ya da Rahmân katında bir söz mü aldı? Hayır, hayır [onun zannettiği gibi değil]... Biz onun söylediği şeyleri yazarız ve onun için, azaptan uzattıkça uzatırız. Ve o söylediği şeylere Biz mirasçı olacağız ve o, Bize tek başına gelecektir. Ve onlar, kendileri için bir izzet [güç, şan, şeref] olsun diye, Allah'ın astlarından ilâhlar edindiler. Hayır, hayır [onların zannettikleri gibi değil]... Onlar [edindikleri ilâhlar] onların ibâdetlerini inkâr edecekler ve aleyhlerine dönüp karşı olacaklardır. (Meryem/77-82)

Mal ve oğullar, basit hayatın süsüdür. Bâkî [kalıcı] sâlihât ise, Rabbinin katında, sevapça daha hayırlıdır, ümit bağlama yönünden de daha hayırlıdır. (Kehf/46)

Onlar, hatalarından dolayı suda boğuldular, sonra da ateşe sokuldular. Sonra da kendileri için Allah'ın astlarından yardımcılar bulamadılar. (Nûh/25)

Sonra Allah onu [o mü’mini] onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu. Firavun'un ehlini [yakınlarını] ise, azabın kötüsü; ateş kuşattı. Onlar sabah-akşam [daima] ona [ateşe] arzolunurlar. Kıyâmet kopacağı gün ise, “Firavun'un ehlini [yakınlarını] azabın en şiddetlisine sokun!” (Mü’min/45-46)

Ve andolsun ki, siz, sizi ilk defa yarattığımız zamanki gibi yapayalnız/teker teker Bize geldiniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. Ve içinizde kendilerinin ortaklar olduğuna inandığınız şefaatçilerinizi sizinle beraber görmüyoruz. Andolsun aranızda kesilme olmuş ve yanlış inandığınız şeyler kaybolmuştur. (En‘âm/94)

Ebû Leheb'in iki eli/iki gücü yok oldu. Ve o da yok oldu. Malı ve kazandığı şeyler ona fayda vermedi. Yakında alevli ateşe atılacak. Karısı da... Boynunda liften bir ip odun taşıyıcısı olarak... (Tebbet/1-5)

Şu inkâr eden kimselerin malları ve çocukları, Allah'tan yana, onlara asla bir fayda vermeyecektir. Ve işte onlar, ateş ashâbıdırlar. Onlar orada sürekli kalıcıdırlar. Onların bu basit hayatta harcadıklarının durumu, kendilerine zulmeden bir toplumun ekinlerine isâbet edip de onları helâk eden, içinde kavurucu soğuğu olan rüzgârın durumu gibidir. Ve Allah, onlara zulmetmedi. Fakat onlar, kendilerine zulmediyorlar. (Âl-i İmrân/116-117)

Küfretmiş olan şu kişilerin beldelerde dolaşmaları; çok az bir kazanım, sakın seni aldatmasın. Sonra onların varacakları yer cehennemdir ve o ne kötü bir yataktır! (Âl-i İmrân/196-197)

Tıpkı Firavun'un yakınları ve onlardan öncekilerin gidişi gibi onlar da Allah'ın âyetlerini tanımadılar da Allah, kendilerini günahları yüzünden yakalayıverdi. Şüphesiz ki Allah, kavî'dir [çok güçlüdür], cezası/sonuçlandırması çok şiddetli olandır. (Enfâl/52)
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla