Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 11:52 PM   #4
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

Elçi gönderilen belde


Klâsik kaynaklarda, Ka’b ül Ahbar ve Vehb b. Münebbih gibi sicili bozuk israiliyatçılara dayanılarak asılsız ayrıntılı uzun hikâyeler nakledilmiştir. Bu hikâyelere göre; o belde “Antakya”dır, oraya giden elçiler de gerçekten Allah’ın elçisi değil, İsa peygamberin elçisidirler (bu elçiler, Yuhanna, Pavlus ve Şem’un olup, salih kul da Habib-i Neccar imiş) (!), olayın sonunda ise bu elçiler ve o elçilere destek için gelen salih kişi, orada yaşayan kavim tarafından parçalanıp öldürülmüşlerdir.
Bu hikâyeler birçok yönden eldeki kaynakların verdiği bilgilerle çelişmektedir. Meselâ, hikâyelerde olayın kral Antiochus döneminde geçtiği söylenmektedir. Oysa tarihî araştırmalar, Antakya topraklarını da içinde bulunduran ülkede aynı sülâleden ismi Antiochus olan 13 kralın hüküm sürdüğünü fakat bu kralların sonuncusunun M.Ö. 65’e kadar yaşadığını ortaya koymaktadır. Diğer taraftan İsa peygamberin Antakya’ya tebliğde bulunmaları için havari gönderdiğini söyleyen, Hıristiyanlığa ait bir tek dahi belge yoktur. Bilakis Kitab-ı Mukaddes’in, “Resullerin İşleri” bölümünden, Hıristiyan tebliğcilerinin ilk kez İsa peygamberin ref’inden (yükseltilmesinden) birkaç sene sonra Antakya’ya gittikleri anlaşılmaktadır. Buradan da, Allah’ın hiçbir peygamberini oraya göndermediği veya peygamberlerden herhangi birinin, oraya göndermek üzere kendisine elçi tayin etmediği belli olmaktadır. Şayet herhangi bir şahıs kendiliğinden oraya tebliğde bulunmak üzere gitmiş olsa bile, o şahsa Allah’ın peygamberi denilmesi ve ona göre yorumlar yapılması çok yanlış bir davranıştır. Zaten, belde halkı tarafından ayetlerdeki gibi tehditlerin elçinin elçisi konumundaki birilerine yapılması da mantıksızdır. Dolayısıyla konumuz olan ayetlerdeki elçilerin İsa peygamberin elçileri olmaları söz konusu değildir. Yine Kitab-ı Mukaddes’te, Antakya’da Yahudi olmayan birçok kimsenin Hıristiyanlığı kabul ettiklerinden söz edilmektedir. Oysa Kur’an’da, o belde halkının, elçilerin davetini reddettikleri için azaba uğratıldıkları bildirilmektedir. Üstelik tarihî hiçbir belgede Antakya’ya azap geldiğine dair bir kayıt yoktur. Bu durumda, Antakya halkının elçileri reddettiğini ve bu yüzden azaba uğratıldıklarını iddia etmek mümkün değildir ve Antakya söz konusu “belde” olamaz.
Bu beldenin neresi olduğu hakkında; “Nuh’un yaşadığı belde”, “Semud’un beldesi”, “Mekke” diyenler de olmuştur ama bize göre burada önemli olan beldenin neresi olduğu değil, verilen mesaj ve masajın veriliş tarzıdır. Belde ise, yeryüzündeki her yerdir. Çünkü Nuh peygamberden sonra elçi gelen her kentte bu tip olaylar aynen yaşanmıştır. Bu sebeple biz, 13–32. ayetlerden oluşan pasajın, tarihte yaşanmış belli bir olayın bire bir nakli olduğunu değil de, bu tip olayların ortak özelliklerini yansıtan temsilî bir anlatımı olduğunu düşünüyoruz. Nitekim Kur’an’a bakıldığında, müşriklerin tavırları bakımından, Nuh peygamberin kentinden Muhammed peygamberin kentine değişen bir şey olmadığı, bunun gibi olayların vuku bulduğu kentlerin yeryüzünde pek çok olduğu görülmektedir. Yani, müşriklerin bu temsilî anlatımdaki “Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz. Rahman hiçbir şey indirmedi de. Siz sadece yalan söylüyorsunuz.” ve “Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, ant olsun ki, sizi taşlayarak öldürürüz ve mutlaka bizden size çok acıklı bir azap dokunur.” tarzında olan tehditleri, geçmişte de hep var olmuştur. Buradaki temsilî anlatımın amacı da Kureyşlilere,“Sizler nasıl inat ve zıtlıkla Allah’ın elçisini inkâr ediyorsanız, o beldedekiler de aynı yanılgı içindeydiler. Aynı yolu takip ettiğiniz ve inadınızda ısrarlı olduğunuz takdirde, sizin sonunuz da o beldedeki insanlar gibi olacaktır.” demek suretiyle uyarıda bulunmaktır.
Kur’an’da, geçmişte elçilere karşı yapılan davranışlara örnek olarak gösterilen pek çok ayet vardır:

Furkan; 7: Şöyle dediler: “Bu ne biçim peygamber ki, yemek yer, sokaklarda gezer? Ona, beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya!”

Furkan; 20: Biz senden evvel de sadece yemek yiyen, çarşılarda yürüyen elçilerden gönderdik. Sizin bir kısmınızı bir diğerine fitne yaptık ki, bakalım sabredecek misiniz ve Rabbin çok iyi görendir.

Enbiya; 2, 3: Rabblerinden kendilerine gelen her yeni öğüdü / hatırlatmayı ancak oyun yaparak ve kalpleri eğlenerek dinlerler. Ve o zalimler aralarında şu fısıltıyı gizlediler: “Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey midir? Artık görüp dururken büyüye mi gidiyorsunuz?”
Kamer; 24, 25: “Bizden bir tek insana mı, ona mı uyacağız? O takdirde biz kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz.” dediler.
Zikir / öğüt, aramızdan ona mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır.”

İsra; 94: Ve insanlara yol gösterme gelince, kendilerinin iman etmelerine engel olan sebep sadece: “Allah bir beşeri mi elçi gönderdi?” demeleridir.

İsra; 95: De ki: “Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı, Biz de elbette, onlara gökten elçi olarak bir melek indirirdik.

Müminun; 24, 25: Bunun üzerine, kavminden kâfir ileri gelenler “Bu, sizin gibi bir beşerden başka bir şey değildir. Size üstünlük sağlamak istiyor. Eğer Allah isteseydi, kesinlikle melekleri indirirdi. Biz evvelki atalarımızda bunu duymadık. Bu, yalnızca kendisinde delilik bulunan bir adamdır. Öyle ise, bir süreye kadar onu umutla bekleyin.” dediler.

İbrahim; 11: Elçileri onlara dediler ki: “Biz ancak sizin gibi bir beşeriz. Velâkin Allah kullarından dilediğini kayırır. Ve Allah’ın izni olmadıkça bizim için size bir delil getirmemiz olacak şey değildir. Onun için inananlar sadece Allah’a güvenip dayansınlar.”

Enbiya; 7, 8: Biz, senden önce de kendilerine vahyettiğimiz birtakım kişilerden başkasını elçi olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun hemen!
Ve Biz onları yemek yemez birer ceset kılmadık. Onlar sürekli kalıcılar da (ölümsüz) değillerdi.

Mümin; 33, 34: ... arkanıza dönüp kaçacağınız günden. Sizin için Allah’tan koruyan yoktur. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur.
Ve ant olsun ki bundan önce size Yusuf delillerle gelmişti. O zaman da onun size getirdiği şeylerde şüphe edip durmuştunuz. Nihayet vefat ettiğinde de “Bundan sonra Allah asla elçi göndermez” dediniz. Allah aşırı giden, şüpheci olan kişileri işte böyle saptırır.

Nisa; 78: Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde de bulunsanız bile. Ve onlara bir iyilik erişirse “Bu, Allah’tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, “Bu, sendendir.” derler. De ki: “Hepsi Allah’tandır.” Bunlara rağmen Bu topluma ne oluyor ki, hepten söz anlamaz oluyorlar?

Neml; 47: Dediler ki: “Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık.” (Salih): “Uğursuzluğunuz Allah katındadır. Bilakis siz imtihana çekilen bir kavimsiniz.” dedi.

A’râf; 131: Sonra kendilerine iyilik geldiği zaman, “İşte bu bize aittir.” dediler, eğer kendilerine bir kötülük gelirse, Musa ile yanındakilerin uğursuzluğu olarak kabul ederler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındadır. Velâkin onların çoğu bilmezler.

Uzaktan gelen salih kul


20–25. ayetlerde sahneye katılan salih kul, kentin en kenar yerinden koşarak gelmiş ve toplumuna verdiği çok ciddî mesajları, gayet nazik bir dille ifade etmiştir. Rabbimiz, salih kulun ağzından verdiği mesajı öyle bir edebî sanatla aktarmıştır ki, bu ayetler fesahat ve belağat örneği olarak ders kitaplarında yer almıştır. Bu olağanüstü sanatın tercüme ile başka bir dile aktarılması ise maalesef mümkün değildir.
Burada Salih kulun ağzı ile verilen ilâhî mesajlara Kur’an’da çokça yer verilmiştir:

Zümer; 38: Ve sen gerçekten onlara: “O gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sormuş olsan elbette “Allah!” diyeceklerdir. De ki: “Öyleyse gördünüz mü Allah’ın astlarından çağırdıklarınızı! Eğer Allah bana bir zarar vermek istediyse, onlar O’nun zararını giderebilenler midirler? Yahut bana bir rahmet dilediyse, onlar O’nun rahmetini tutanlar mıdırlar?” De ki: “Allah, bana yeter. Tevekkül edenler, yalnızca O’na tevekkül ederler.”

Ahzab; 17: De ki: “Eğer Allah size bir kötülük dilediyse veya size bir rahmet dilediyse, sizi Allah’tan kim korur?” Hem onlar kendilerine Allah’tan başka bir veliyy bulamazlar, bir yardımcı da.

Fetih; 11: A’râbilerden geri kalmış olanlar sana yakında, “Mallarımız ve ailelerimiz bizi meşgul etti (alıkoydu). Haydi, Allah’tan bizim bağışlanmamızı dile.” diyeceklerdir. Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: “Allah size bir zarar dilediyse veya bir fayda dilediyse O’na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir?” Bilakis Allah yaptıklarınıza haberdardır.

Toplumuna yaptığı konuşmada “Ben, hiç ben O’nun astlarından ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahman bana bir zarar dileyecek olsa, onların (ilâhların) şefaati benden yana hiçbir fayda vermez ve onlar (ilâhlar) beni kurtaramazlar. Şüphesiz ki ben, o zaman (ilâhlar edindiğim takdirde) apaçık bir sapıklık içindeyimdir.” diyerek ilâhî gerçekleri haykıran salih kul söylevini “Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman ettim. Haydi, kulak verin bana!” sözleriyle bağlamıştır. Salih kulun bu son cümlesi; “Siz her ne kadar tanımasanız da benim inandığım Rabb sizin de Rabbinizdir.” anlamına gelmektedir.
Salih kulun konuşmasından sonra gelen 26. ayet iki cümleden oluşmaktadır. Birinci cümle; “Denildi ki: “Haydi gir cennete!” cümlesi ve ikinci cümle de; “(O da) Dedi ki: “Ne olurdu! Kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırılanlardan kıldığını bir bilselerdi.” cümlesidir. Bu iki cümle, eğer bu pasajdaki anlatımın temsilî anlatım olduğu dikkate alınmazsa, paragraftaki söz akışını bozan ve paragrafla uyumsuz bir mahiyet arz etmektedir. Nitekim geçmişte yazılmış eserlerde bu konuda çok zorlanıldığı görülmektedir. Temsilî anlatım dikkate alındığında ise, 26. ayetin birinci cümlesi olan “Haydi gir cennete!” buyruğunun, olayların devamındaki bir gelişme olarak değil de, perde kapanırken salih kula fondan yapılan bir seslenme olarak değerlendirilmesi gerekir. Bu ifade, Rabbimizin iman etmiş, salihatı işlemiş olan kullarına rahmetinin ve lütfunun bir tecellisidir. A’râf suresinin 49. ayetinde de değindiğimiz bu ifade, daha birçok ayette yer almıştır:

Kaf; 34: -“Selâm ile oraya girin. İşte bu sonsuzluk günüdür.”-

Nahl; 32: (Takva sahipleri) O kimselerdir ki, melekler, onların canlarını hoş ve rahat hâlde alırlar. “Selâm size, yapmış olduğunuz işlerin karşılığı olarak girin cennete...”derler.

Zühruf; 70: Siz ve eşleriniz ağırlanmış olanlar olarak cennete girin.

Fecr; 27–30: Ey mutmain olmuş nefs! Dön Rabbine, sen O’ndan O da senden hoşnut olarak! Hemen gir kullarımın içine! Ve gir cennetime!

Hicr; 46: Onlara: “Selâmetle güven içinde oraya girin” denir.

26. ayetin ikinci cümlesi olan ve salih kulun cennet sahnesindeki “Ne olurdu! Kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırılanlardan kıldığını bir bilselerdi.” sözleri ise, Rabbimizin iman eden ve salihatı işleyenleri her türlü korkudan, üzüntüden uzak tutup, onları bağışlayacağına dair olan vaatlerinin ve onların cennette bulacakları büyük ödülün gerçek olduğunu ifade etmektedir. Yani salih kulun bu sözleri, aşağıdaki ayetin gerçekleştirilmiş hâlidir:

Hacc; 50: İşte iman etmiş olanlar ve salihatı işleyenler; mağfiret ve kerim rızk sadece onlar içindir.

Olayın kahramanı olan elçiler ile salih kulun, olay sonundaki akıbetleri hakkında Kur’an’da bilgi verilmemiştir. Buna rağmen yukarıda adlarını verdiğimiz hadis uydurmakla ün yapmış kişiler tarafından, onların parçalanıp öldürüldükleri söylenmiş, bu desteksiz söylemler de gerçekmiş gibi kabullenilmiş ve kitaplara da bu şekilde yerleşmiştir.

28, 29. ayetler inkârcı kavimlerin sonlarını genel olarak anlatmakta, ama aynı zamanda da Nuh, Ad, Semud kavimlerinin ve İsrailoğullarının akıbetlerine işaret ederek bu inkârcı kavimleri hatırlatmaktadır.

30–32. ayetler, bu temsilî anlatımdan sonra perde kapanırken fondan seyircilere (toplumlara) verilen genel bir mesajdır ki, kimse kendisine yazık etmesin:
Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine gelen her bir elçi ile mutlaka alay ederlerdi. Kendilerinden önce nice nesilleri helak ettiğimizi ve bunların kendilerine dönmeyeceklerini görmediler mi? Onların hepsi de toplanıp, sadece bizim huzurumuzda hazır bulundurulacaklardır.


33–36. Ayetler:

Ve ölü toprak onlara (duyarsız kavme) bir delildir. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık da ondan yiyip duruyorlar.
Ve Biz onun ürününden ve kendi elleriyle yaptıklarından yesinler diye orada hurmalıklardan, üzüm bağlarından bahçeler yaptık. İçlerinde pınarlardan sular fışkırttık. Hâlâ şükretmeyecekler mi?
Yerin bitkilerinden, kendi nefislerinden ve daha bilemeyecekleri şeylerden çiftleri, onun hepsini yaratan, her türlü noksanlıktan münezzehtir.

Bu ayet grubunda Ya Sin suresinin baş tarafında konu edilen gafilleşmiş (duyarsızlaşmış) kavmin uyarılmasına devam edilmektedir.
İnsanlara verilen nimetlerin sayıldığı 33, 34. ayetlerden sonra 35. ayette yer alan “Hâlâ şükretmeyecekler mi?” ifadesi, nankörlüğe karşı ince bir tehdit içermektedir.
Bu ayet grubunda dikkatler, “ölü toprak ve ondan çıkarılan nimetler” ile “bilinen ve bilinmeyen tüm varlıkların çift yaratılmışlığı” üzerine çekilmiştir.

Ölü toprak ve ondan çıkarılan nimetler

Yukarıda, 12. ayetteki “Şüphesiz ki ölüleri ancak Biz diriltiriz Biz.” ifadesi, bu gruptaki 33. ayette “ölü toprak” örnek verilmek suretiyle kanıtlanmaktadır. Kupkuru, bitkisiz olan ölü toprak yağmur ile diriltilmekte ve ondan bitkiler, meyveler, sebzeler yetişmekte, pınarlar fışkırmaktadır. Ölü topraktan verilen nimetler bunlarla da kalmamakta, 35. ayette bildirildiği gibi, toprağın bitirdiğinden, insan eliyle daha değişik nimetler sağlanabilmektedir. Meselâ, pancardan elde edilen şeker, üzümden elde edilen pekmez, zeytinden elde edilen zeytinyağı, susamdan elde edilen tahin, buğdaydan elde edilen ekmek, ölü toprağın verdiği nimetten el ile üretilen nimetlerdendir.
Ölü toprağın dirilmeye örnek oluşu Kur’an’da sık sık dile getirilmiştir:

Zühruf; 11: Ve O (Allah), suyu gökten belli bir ölçüye indirdi. Sonra Biz onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte siz böyle çıkarılacaksınız.

Fatır; 9: Ve Allah rüzgârları gönderendir. Sonra bir bulutu yukarılara kaldırır. Derken Biz onu ölmüş bir beldeye sevk etmişizdir. Böylece yeryüzüne ölümünden sonra onunla hayat veririz. İşte böyledir o dirilme.

Bu konu, benzer ifadelerle Kaf suresinde de karşımıza çıkmış ve biz orada konu ile ilgili olarak aynen şu açıklamayı yapmış idik (İşte Kur’an; c:2, s:225–227):

Kaf; 9–11: Ve Biz gökten bereketli bir su indirdik. Onunla da kullara rızk olmak üzere / kullara rızk olsun diye bahçeler ve biçilecek taneler, tomurcukları birbiri üzerine dizilmiş büyük ve yüksek hurma ağaçları bitirdik. Ve Biz onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte çıkış (diriliş) böyledir.

6–8. ayetlerdeki kısa açıklamalardan sonra evren kitabının bazı sayfalarını gözler önüne sermeye devam eden Rabbimiz, bu ayetlerde de canlandırma ve yeniden dirilme konusunu gündeme getirmiştir.
“Çıkış”ın, tıpkı bereketli bir suyun gökten ölü toprağa indirilmesi sonucunda ölü topraktan bitki ve ağaçların çıkması gibi olacağını bildiren Yüce Allah, bu tarifle inançsızlara, diriltmeyi sanki lâboratuvarda tatbikî olarak göstermektedir.
Bu ayetler, özellikle Arabistan gibi kurak iklim şartlarında yaşayan insanlara, tam anlayacakları dilden hitap etmektedir. Zira Arabistan halkı yaşarken görmektedir ki, bazen beş sene boyunca bir damla bile yağış düşmeyen bölgelerde, kavrularak ne bitki ne de hayvan hiçbir canlının yaşayamayacağı hâle gelen topraklarda, azıcık da olsa yağmur yağması ile otlar bitmekte, böcekler canlanıvermektedir.
Yani bu ayetlerde Yüce Rabbimiz demektedir ki; “Yerküreyi canlı yaratıkların yaşaması için uygun bir yer yapan, yeryüzünün cansız toprağını gökyüzünün cansız suyu ile birleştirerek bağ ve bahçelerde göz alıcı manzaralar içinde görünen bin bir çeşit bitkiyi yaratan ve bu bitkileri insan- hayvan herkes için rızk ve hayat kaynağı kılan Allah hakkında sizin; ölümden sonra diriltmeye gücü yetmeyeceği yolundaki düşünceniz, akılsızca bir zandır. Siz, tamamen kuru ve cansız olan bir bölgenin yağmur taneleri düşer düşmez hayat bulduğunu, ölmüş olan köklerin aniden dirildiğini, bin bir çeşit böceğin o ölü topraktan çıkarak koşuşmaya başladığını gözlerinizle görüyorsunuz. İşte bu gördüğünüz, ölümden sonra dirilmenin imkânsız olmadığının apaçık ispatıdır.
Rabbimiz, konumuz olan ayetin dışındaki başka ayetlerde de, yağmur ile ölü topraktan bitkilerin çıkmasını, ölümden sonra ahirette dirilmeye örnek olarak göstermiştir:

Ya Sin; 33: Ve ölü toprak onlara bir delildir. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık da ondan yiyorlar.

Rum; 24: Yine O’nun ayetlerindendir ki, size hem korku ve hem de umut vermek için şimşeği gösteriyor. Ve gökten bir su indiriyor da onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat veriyor. Şüphesiz ki bunda aklını kullanacak bir kavim için nice deliller vardır.

Rum; 50: Öyleyse Allah’ın rahmetinin eserlerine bir göz at; yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, mutlaka ölüleri diriltir ve O her şeye gücü yetendir.

Rum; 19: O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır ve yeryüzüne ölümünden sonra hayat verir. Sizler de işte öyle çıkarılacaksınız.

Yukarıdaki ayetlerden başka, Nahl; 65, Ankebut; 63, Fatır; 9, Casiye; 5, Hadid; 17 ayetleri de aynı anlamdadır.
İşte şerefli Kur’an da aynı bereketli su gibidir. Onunla, ölmüş, kokuşmuş bireyler ve toplumlar yeniden canlanabilirler.




Bilinen ve bilinmeyen tüm varlıkların çift yaratılmışlığı

İnsanların, hayvanların, bitkilerin erkekli dişili olarak yaratıldıkları gibi bilinen ve bilinmeyen tüm varlıkların zıtlı, karşıtlı, çiftler hâlinde yaratıldığı başka ayetlerde de bildirilmiştir:

Lokman; 10: (O) Gökleri dayanak olmadan yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Yeryüzünde de, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve oralarda her dabbehden / canlıdan türetip yayıverdi. Ve Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her kerim olan çiftten bir bitki bitirdik.

Zariyat; 49: Ve Biz her şeyden iki eş yarattık. Umulur ki siz, iyice düşünürsünüz / öğüt alırsınız.

36. ayette “ezvac” sözcüğü ile ifade edilmiş olan bu durum, maddenin temeli olan atomun yapısında ancak 20. asırsa tespit edilmiş ve o günden sonra bilimin değişik alanlarında sağlanan gelişmelere paralel olarak “karşıt madde”, “karşıt parçacık” gibi, önünde “karşıt” sözcüğünün bulunduğu pek çok kavramla tescil edilmiştir.

Bu konu hakkında değerli bir çalışma da Kur’an Araştırmaları Grubu’nun “Kur’an Hiç Tükenmeyen Mucize” adlı kitabında yer almaktadır:

EŞLER HALİNDE YARATILIŞ

Yeryüzünün bitirdiklerinden, kendi benliklerinden ve daha bilmediklerinden hepsini eşler halinde yaratan çok yücedir.
36-Yasin Suresi 36

Ayette geçen “Ezvac” kelimesi “zevc”in çoğuludur ve “çift, eş” anlamlarına gelmektedir. Osmanlıca’da karı-kocanın, zevc-zevce diye tanımlanması da bu kelimeye dayanmaktadır. Görüldüğü gibi bu kelime benzerler içinde zıtları, bu şekilde eş oluşları ifade etmektedir. Ayette eşler halinde yaratılışa 3 örnek verilmektedir.
a) Toprağın çıkardığı eşler: Toprağın çıkardığı eşler deyince akla ilk gelen bitkilerdeki dişilik ve erkeklik özelliğidir. (İleride ayrı bir konu olarak işleyeceğiz)
b) Kendi benliklerimizden eşler: Akla ilk gelen insanların dişi-erkek şeklinde yaratılışlarıdır. Fakat insan benliğindeki ters karakterleri; cesurluk-korkaklık, sevgi-nefret, cömertlik-cimrilik... de ayetin işareti içinde değerlendirenler olmuştur.
c) Bilinmeyen eşler: Evren’deki eşli yaratılışların birçoğundan Kuran’ın indiği dönemde insanların haberi yoktu. Bu bölümde özellikle bunları işleyeceğiz.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla