Tekil Mesaj gösterimi
Alt 25. April 2009, 09:31 PM   #8
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

96. ayetteki “Güneş ve Ay’ı hesap ile kılmıştır” ifadesi Rahman suresinde tekrarlanmış, Yunus suresinde detaylandırılmıştır:

Güneş ve Ay bir hesap iledir [hesaba bağlıdır]. (Rahman/5)

O, Güneş’i bir aydınlık, Ay’ı bir ışık yapan ve senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz diye, Ay’a menziller ayarlayandır. Allah bunu ancak gerçek ile yaratmıştır. O, bilecek olan bir kavim için ayetleri detaylandırır. (Yunus/5)

96. ayetteki ifadenin de iki türlü anlaşılması mümkünüdür.

a- “Güneş ve Ay’ı hesap ile kılmıştır” ifadesinden, Yunus/5’te bildirildiği gibi, “senelerin hesabı” yani “zaman” anlaşılabilir. Çünkü Dünya’nın kendi etrafında bir kez dönmesi ile “gün”, Güneş etrafındaki yörüngesinde bir tur dolaşması ile de “yıl” hesap edilmektedir. Ayrıca Ay’ın Dünya etrafında bir tur dolaşması da 29,5 günlük zaman süresi olan “bir ay”a tekabül etmektedir.
b- Aynı ifadeden gerek Güneş, Ay ve Dünya’nın birbirlerine göre olan konumlarında, gerekse Güneş ve Ay’ın dönme hızlarında çok hassas hesapların bulunduğunun anlaşılması da mümkündür. Çünkü yeryüzündeki mevcut yaşamın devam etmesi ancak bu ince hesapların hiç şaşmamasına, bozulmamasına bağlıdır.
96. ayetteki ifade hangi türlü anlaşılırsa anlaşılsın, evrendeki ince hesaplar hiç şaşamamakta, gerek zaman gerekse yeryüzündeki yaşam koşulları değişmemektedir.

Sana hilallerden [yeni aylardan] soruyorlar. De ki: “Onlar, insanlar ve hacc için, zaman ölçmeye yarar.” Evlerinize arka taraflarından girmeniz “birr” değildir. Ama “birr”, takvalı davranmaktır. Öyleyse, evlerinize kapılarınızdan girin. Ve Allah’a takvalı davranın. Belki başarıya erenlerden [kurtulanlardan] olursunuz! (Bakara/189)

98. ayette geçen " مستقرّMüstakarr" ve " مستودعMüstevda" sözcükleri daha evvel Hud suresinin tahlilinde ele alınmıştı. (Tebyînü’l-Kur’an, c:5, s: Hud Suresi ile En’am Suresi aynı ciltte bulunduğundan, bu iki sözcükle ilgili tahlilin oradan okunmasını öneriyoruz.

100 – Ve onlar, cinnleri [görünmez güç ve varlıkları] Allah’a ortaklar kıldılar. Hâlbuki onları O yaratmıştır. Bilgileri olmadan da oğullar, kızlar uydurdular. -O’nun şanı onların nitelediği şeylerden münezzeh ve yücedir.
101 – O, gökleri ve yeri yoktan var edendir. O’nun sahibesi [eşi] olmadığı hâlde, nasıl olur da O’nun çocuğu olur? Ve O, her şeyi yaratmıştır. Ve O, her şeyi en iyi bilendir.-
102 - İşte Rabbiniz Allah! O’ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse, O’na kulluk edin. O, her şey üzerine vekildir [yönetendir].
103 - Gözler O’na erişemez, O ise gözlere erişir; O, Latîf’tir [idrakin ötesinde nüfuz edilemeyendir], Habîr’dir [her şeyi en iyi bilendir].

Rabbimiz, bu pasajın ilk ayetinde müşriklerin davranışlarındaki yanlışları gayet ikna edici delillerle ortaya koymuş, son iki ayetinde de kendi Zatına ait birçok sıfat ve eylemi zikrederek Müslümanların nasıl bir Allah`a inandıklarını, inanmaları gerektiğini bildirmiştir.
100. ayetten anlaşıldığına göre, müşrikler hiçbir ilahi veriye ve bilimsel gerçeğe dayanmadan sırf kendi hayal ve kuruntularının ürünü olan bir takım gizli varlıklara kâinatın yönetiminde ve insanların kaderlerinde güç ve görev verecek kadar ileri gitmişler ve bu gizli varlıkları Allah’a ortak tanıyarak inkâr etmişlerdir. Nitekim o günlere ait tarihî bilgilerde, bazı kimselerin veya nesnelerin, “yağmur tanrısı”, “bitki tanrısı”, “servet tanrıçası”, “hastalık tanrıçası” yapıldığı, bazı müşrik topluluklarca bir tanrılar ve tanrıçalar soyağacı uydurulduğu gibi bilgiler yer almaktadır. Ayetteki “cinnler” ifadesi ile “melekler” kastedilmiştir. Çünkü Sebe’ suresinde, o günün müşriklerinin, “Allah`ın kızları” namıyla bu âlemin idarecileri olarak benimseyip Allah’a ortak koştuklarının “melekler” olduğu açıklanmıştır:

Ve o gün O [Allah], onları hep birlikte toplayacak, sonra meleklere, “Şunlar mı size tapıyorlardı?” diyecektir.
Onlar; “Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim veliymiz Sensin. Bilakis onlar cinnlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inananlardı” dediler. (Sebe’/40, 41)

102. ayette bu tür yanlış inançlar reddedilmektedir. Ne var ki, bu yanlış inançlar sadece o tarihlerle ve o günkü cahili toplumlarla sınırlı kalmamış, sonraki dönemlerde ve tüm toplumlarda görülmeye devam etmiştir. Nitekim günümüz de hâlâ birçok saçma ilahların kabul edildiği toplumlara rastlanmaktadır.
103. ayetteki “Gözler O’na erişemez, O ise gözlere erişir” ifadesi birçokları tarafından yanlış değerlendirilmiş, “Allah’ı görme” diye bir konu icat edilerek bu ifadeyle delillendirilmeye çalışılmıştır. Kimileri Allah`ı görmenin mümkün olmayacağını söylerken, kimileri de bu ve diğer bazı ayetleri kendi görüşleri doğrultusunda yorumlayarak Allah’ın görülebileceğini ileri sürmüşlerdir. Biz, bu ifadenin özellikle içinde bulunduğu paragrafın anlamı çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Ayetin bağlamından koparılarak olmadık alanlara çekilmesi son derece yanlış ve sakıncalıdır. Dolayısıyla ayetteki bu ifade, Allah`ı ortaklardan arındırmak, O`nun yüceliğini, gücünü ve sıfatlarının kemalini ortaya koyarak müşrikleri eleştirmek için gelmiş olan bu ayetlerin tamamından ayrı mütalâa edilmemeli ve içinde bulunduğu pasajın genel amacı dışında manalandırılmamalıdır.

104 / 68 - Muhakkak size Rabbinizden basiretler geldi. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de körlük ederse zararı kendisinedir. Ben sizin üzerinize bir bekçi değilim!

Bu ayet, anlam olarak 67. ayetten sonra gelmesi gereken, o paragrafa ait bir ayettir. Mushafı tertip edenler tarafından, 103. ayette geçen “ بصرbasar” sözcüğü ile bu ayetteki “ بصائرbesair” sözcüğünün ilişkilendirilmesi sebebiyle buraya yerleştirilmiş olmalıdır. Yoksa ayetin burada değerlendirilmesi mümkün değildir. Çünkü ayetin yerinin burası olduğu kabul edildiğinde, bu ayetin peygamberimizin kendi sözü olması gerekmektedir ki bu durum da, Kur’an’a elçi sözünün karıştığı gibi çok sakıncalı bir istifham yaratmaktadır. Nitekim Kur’an çalışması yapanlardan bazıları bu sakıncaları ortadan kaldırabilmek maksadıyla ayetin başına “ قلkul [de ki]” sözcüğü takdir etmişlerdir. Hâlbuki ayet, hem teknik hem semantik [anlambilim] açıdan ait olduğu paragrafa taşındığında bu sorun ortadan kalkmakta; ayet, Allah’ın peygamberimize 66. ve 67. ayetlerde söylettirdiği sözlerin devamı olmaktadır.
Buna göre; ayette önce göndermiş olduğu akli delillere işaret eden Rabbimiz, bu delillere bakarak herkesin sağduyulu davranıp kendisini karanlıklardan aydınlığa çıkarması gerektiğini ihtar etmekte, sonra da bu konuda insanlara yardımcı olacak her türlü malzemeyi kendisi gönderdiği için, peygamberimize toplum üzerinde bir vekilliğinin, koruyucu-bekçiliğinin bulunmadığını beyan ettirtmektedir.
Ayette geçen “besair” sözcüğü, “ بصيرةbasiret” sözcüğünün çoğuludur. “Basiret” sözcüğü “kalpte meydana gelen tam idrak [anlama]” demektir. “Basiret” sözcüğü “gözler ile görme” manasındaki “ba*sar” sözcüğünden farklıdır ve insanın başında bulunan gözlerle değil, kalbi ile görmesini ve anlamasını ifade etmektedir. Bu sözcük Kur’an’da birçok ayette geçmektedir:

Aslında insan kendi aleyhine iyi bir gözetmendir. (Kıyamet/14)

De ki: “İşte bu, benim yolumdur; basiret üzere [aklın, bilginin, sağduyunun gereği olarak] Allah`a davet ediyorum. Ben ve bana uyanlar… Ve Allah münezzehtir. Ve ben müşriklerden değilim.” (Yusuf/108)

Onlara bir ayet getirmediğin zaman da, “Kendin onu uyduruverseydin ya!” derler. De ki: “Ben ancak Rabbimden bana ne vahyolunuyorsa ona uyuyorum.” İşte bu [Kur’an], Rabbinizden gelen basiretlerdir [kalp gözünü açacak beyanlardır], iman eden bir kavim için bir kılavuz ve bir rahmettir. (Araf/203)

O [Musa] dedi ki: “Sen kesinlikle bildin ki, bunları [mucizeleri], birer ibret olmak üzere, ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi. Ve ben de senin helâk olmuşluğuna kesinlikle inanıyorum.” (İsra/102)


Ve ant olsun ki Biz, ilk nesilleri helâk ettikten sonra Musa’ya, öğüt alırlar diye, insanlar için apaçık deliller, kılavuz ve rahmet olarak Kitap`ı [Tevrat`ı] verdik. (Kasas/43)

Bu [Kur`an], insanları için basiretler [kalbî idrakler], kesin inanan toplum için bir yol gösterme ve rahmettir. (Casiye/20)

Konumuz olan ayetteki “Muhakkak size Rabbinizden basiretler geldi” ifadesi ile daha önce geçen ayetler kastedilmektedir. Aslında bu ayetlerin kendileri “basiret” değildirler. Fakat bunlar, kuvvetleri ve açık oluşları sebebi ile onları iyice tanıyıp hakikatlerine vâkıf olan kimseler için birer basiret [kalben idrak] vesilesi olmaktadırlar. Söz konusu ayetlerin “basiretler” diye isimlendirilmeleri de insanların basiretlerine sebep olmaları dolayısıyladır.

Ayette geçen “kim hakkı görürse” ifadesindeki “görme” ile sözcüğün “ilim [bilme]” manası, “kim de körlük ederse” ifadesindeki “körlük” ile de sözcüğün “cehalet” manası murat edilmiştir. Sözcüklerin bu manalarda kullanıldığı ayetlerden bir tanesi de Hacc suresindedir:

Yeryüzünde dolaşmadılar mı ki onların, kendisiyle akledecekleri kalpleri ve kendisiyle işitecekleri kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler kör olur. (Hacc/46)

104. ayetin son cümlesi olan “Ben sizin üzerinizde bir bekçi değilim” ifadesi ise Şûra/48 ile daha iyi anlaşılmaktadır:

Buna rağmen eğer onlar yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onların üzerine bir bekçi olarak göndermedik. Sana düşen sadece tebliğdir. Ve Biz, şüphesiz insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevindi; eğer elleriyle yaptıkları yüzünden kendilerine bir kötülük isabet ederse de, o zaman görürsün ki şüphesiz insan çok nankördür. (Şûra/48)

Demek ki, dinde zorlama yoktur. İnsanlar öğrenip öğ*renmemekte, görüp görmemekte, inanıp inanmamakta serbesttirler.

105 - İşte böylece Biz, sana “Sen ders görmüşsün [bunları bir yerlerden okuyup öğrenmişsin] desinler ve açığa koyalım diye ayetleri evirip çeviriyoruz [geniş geniş açıklıyoruz].

Bu ayette Rabbimiz, Kur’an’ın detaylandırılma sebebini açıklamaktadır. Buna göre; Kur’an’ın çok güzel açıklamalar içermesi, müşrikler arasında elçinin birisinden ders aldığı takıntısını yaratmakta, inanmış olanların ise ortaya daha çok açık kanıt konmasından dolayı inançlarını pekiştirmekte, mutluluklarını arttırmaktadır.
Rabbimiz, müşriklerin içinde bulundukları bu psikolojik durumu birçok ayette belirtmiştir:

Ve inkâr etmiş olanlar, “Bu [Kur’an], onun [Muhammed’in] uydurduğu yalandan başka bir şey değildir. Ona başka bir topluluk da bunun için yardım etmiştir.” dediler. Böylece onlar kesinlikle haksızlık ettiler ve asılsız bir iddia getirdiler.
Ve “O [Kur’an], yazılı hâle getirilmiş öncekilerin masallarıdır; şimdi de o, sabah akşam [sürekli] kendisine okunmaktadır” dediler. (Furkan/4, 5)

Ve onlara, “Rabbiniz ne indirdi?” denildiği zaman, onlar “Öncekilerin efsanelerini” dediler. (Nahl/24)

106, 107 – Sen kendisinden başka ilah diye bir şey olmayan Rabbinden sana vahyedilene uy! Ortak koşanlardan da yüz çevir! Ve eğer Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz, seni onlar üzerine bir bekçi yapmadık, sen onlar üzerine vekil de değilsin!

Bu ayetlerde peygamberimiz, görevi bir daha kendisine hatırlatılarak teselli edilmiş ve her türlü fırsat, imkân verilmesine rağmen inanmamakta direnenleri Allah’a bırakıp onlardan yüz çevirmesi konusunda uyarılmıştır.
107. ayette “vekil” ve “hafız” nitelemelerinin birlikte yapılması, bu ayetlerin de 66, 67 ve 104/68. ayetlerle aynı paragrafta olduğunu göstermektedir.
Konumuz olan ayetlerden anlaşıldığına göre, inanç konusunda insana tam bir özgürlük tanınmıştır ve bu sebeple de elçinin bu konuda zorlayıcı bir etkinliği olmamalıdır. Başka bir ifade ile insanlar, iradelerine karışılmadan, hürriyetleri kısıtlamadan inanacaklarsa inanmalı, küfredeceklerse küfretmelidirler. Bu ilke aşağıdaki ayette daha açık bir ifade ile ortaya konmuştur:

Ve de ki: “O hakk [gerçek], Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” Şüphesiz Biz zalimler için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O ne kötü bir içecektir. Dayanma / sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür! (Kehf/29)

Bu durumda, elçinin din konusunda kendine göre bir yol izlemesi, keyfî davranması söz konusu değildir.

Ve ayetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar; “Bundan başka bir Kur’an getir yahut bunu değiştir.” dediler. De ki: “Onu nefsimin [kendimin] öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım. (Yunus/15)

Haydi öğüt ver; sen sadece bir öğütçüsün.
Sen onların üzerinde bir zorba değilsin. (Ğaşiye/21, 22)

Ve onlara vaat ettiğimizin bir kısmını sana göstersek yahut seni vefat ettirsek, şüphesiz yine de sana düşen sadece tebliğ etmektir. Bize düşen de hesap görmektir. (Ra`d/40)

108 – Ve onların Allah’ın astlarından yalvardıkları kimselere sövmeyin ki, onlar da bilgisizce, aşırı giderek Allah`a sövmesinler. Biz, her ümmete yaptıkları işi işte böyle süsledik. Sonra da onların dönüşü Rablerinedir. Sonra O, onlara ne yaptıklarını haber verir.

Bu ayette, tüm Müslümanlar, gayrimüslimlerin tapındıkları şeylere [sahte ilahlarına ve inanış ilkelerine] karşı kötü söz söylemekten kaçınmaları konusunda uyarılmaktadır. Bu uyarısıyla Rabbimiz müminler için çok önemli bir kural ortaya koymuş olmaktadır. Bu kural, müşriklerin düşmanlık tepkisiyle Allah hakkında kötü sözler söylememeleri için, onların sözde tanrılarına, yanlış inançlarına sövmemektir.
Ayette yasaklama emri çoğul olarak ifade edildiği için muhatap tüm müminlerdir. Başka ayetlerde yanlış inançlara karşı çıkmaları istenen müminler, bu ayet ile de karşı çıktıkları inançların temel unsurlarını aşağılamaktan ve yanlış yoldaki insanların duygularını incitmekten men edilmektedir. Rabbimizin bu incelikli uyarısı gereğince; müminler yanlışlıklara karşı çıkacaklar ama karşısındakileri tahrik etmeyecek, onlara nazikçe nasihatte bulunacaklardır:

Rabbinin yoluna hikmetle [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerle] ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayette olanları da en iyi bilendir. (Nahl/125)

Müminlerin unutmaması gereken bir diğer husus da amellerin ancak Allah tarafından değerlendirileceğidir. İnsanlar birbirlerine iyiliği emredip kötülükten sakındırabilirler ama bütün davranışların nihai değerlendirmesi sadece Allah’a aittir ve mahşerde yapılacaktır.
Müminlerin bazı tavırlarına karşı bir uyarı olarak inmiş olması muhtemel olan bu ayetin iniş sebebi hakkında “Esbab-ı nüzul” kayıtlarında şunlar yer almaktadır:

Âlimler bu ayetin sebeb-i nüzulü hakkında birkaç husus zikretmişlerdir:
a- İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Allah Teâlâ`nın “Siz de, Allah`ı bırakıp taptıklarınız da, hiç şüphesiz ki cehennem kütüğüsünüz (Enbiya/98)” âyeti nazil olunca müşrikler Hz. Peygambere "ilahlarımıza sövüp hakaret etmekten vazgeçmezsen, biz de senin ilahını hicvede*riz" dediler. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Derim ki: Bu rivayette bence iki müşkil söz konusudur:
1- Âlimler bu surenin bir defada [toptan] nazil olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Binaenaleyh "Bu ayetin sebeb-i nüzulü şudur" demek nasıl mümkün olur?
2- Müşrikler Allah`ın varlığını kabul ediyor ve "putlara ibadet ancak Allah katında şefaatçi olacakları için makbul olmuştur" diyorlardı. Bu böyle olduğuna göre, onların Allah`a hakarete ve sövmeye yeltenmeleri nasıl düşünülebilir?
b- Süddî şöyle demiştir: Ebu Talib`in vefatı yaklaşınca Kureyş kabilesi şöyle dedi: "Ebu Talib`e varıp ondan kardeşinin oğlu [Muhammed`i] bizimle uğraşmaktan vazgeçirmesini isteyelim. Çünkü o öldükten sonra, Muhammed`i öldürmekten utanırız. Eğer Ebu Talib öldükten sonra, Muhammed`i öldürmeye kalkarsak, bütün Araplar ‘Kureyş`i Muhammed`i öldürmekten alıkoyan Ebu Tâlib idi. O ölünce, Muhammed`i öldürdüler’ derler. Bundan dolayı bir toplulukla birlikte Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve Nadr b. Hars, kalkıp Ebu Talib`e gittiler ve ona ‘Sen bizim büyüğümüzsün’ deyip düşündükleri şeyleri söylediler. Ebu Talib de Hz. Muhammed (s.a.s)`i çağırdı ve ‘Bunlar senin kavmin ve amcaoğullarındır. Senden, onları kendi dinleriyle baş başa bırakmanı istiyorlar ve seni dininle baş başa bırakmayı teklif ediyorlar’ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber [s.a.s], ‘Allah`dan başka ilah yoktur’ deyiniz!’ dedi. Onlar bunu kabul etmeyince Ebu Talib, ‘Bu ke*limeden başka bir şey söyle; çünkü senin kavmin bundan hoşlanmıyor’ dedi. Bu*nun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) "Ben, onlar güneşi getirip elimin içine koysa*lar bile, bundan başkasını diyecek değilim" dedi. Onlar da, Hz. Peygamber`e, "O hâlde, ilahlarımızı [putlarımızı] tenkit etmekten vazgeç. Aksi hâlde, biz de seni ve sana bunu emredeni tenkit ederiz" dediler. İşte, Cenâb-ı Hakk`ın "Sonra onlar da haddi aşarak, bilmeksizin Allah `a söverler" sözünden maksat budur. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)
109 – Ve onlar [müşrikler], kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka iman edeceklerine dair en ağır yeminleriyle Allah`a yemin ettiler. De ki: “Mucizeler ancak Allah katındadır.” Onlara mucizeler geldiğinde de iman etmeyeceklerini anlamıyor musunuz?
110 – Ve Biz onların kalplerini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri durumdaki gibi ters çeviririz. Ve Biz de onları taşkınlıkları içerisinde kör ve şaşkın olarak bırakırız.
111 - Ve eğer Biz şüphesiz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık, -Allah’ın dilemesi dışında- yine inanmayacaklardı. Velâkin onların çoğu cahillik ediyorlar.

Bu ayet grubunda Rabbimiz, müşriklerin kendilerine bir mucize gelmesi hâlinde inanacaklarına dair ettikleri yeminleri yerine getirmeyeceklerini, hatta istediklerinden de fazla mucize gelse bile inanmamaya kararlı olduklarını bildirmektedir.
109. ayetin iniş sebebi hakkında klasik eserlerde şunlar yer almaktadır:

“Müşrikler güçlerinin yettiği en kuvvetli yeminlerle Allah`a yemin de ettiler ki, herhâlde kendilerine bir ayet, istedikleri bir mucize gelse [bu cümleden olarak Safa tepesi altın olsa] muhakkak ve muhakkak iman edeceklermiş. Rivayet edildiğine göre bazı müminler de bunların bu yeminlerine bakarak istedikleri ayetin inmesiyle iman edecekleri ümidine düştüler.” (İbn Kesir)

Bir başka kaynakta ise şöyle nakledilir:

Âlimler bu ayetin sebeb-i nüzulü hakkında şu izahı yapmışlardır:
a- Onlar şöyle demişlerdir: “Cenâb-ı Hakk`ın "Eğer dilersek biz onların tepesine gökten bir âyet indiriveririz de ona boyunları eğili kalır (Şuarâ/4)” ayeti nazil olunca, müşrikler Allah`a yemin ederek, eğer kendilerine bir mucize gelirse, muhakkak O`na inanacaklarını söylemişlerdi. İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil olmuştur."
b- Muhammed İbn Ka`b el-Kurazî şöyle demiştir: "Müşrikler Hz. Pey*gamber (s.a.s)`e, "Bize, Musa`nın âsasıyla taşa vurduğunu, böylece de taştan su fışkırdığını; Hz. İsa`nın ölüleri dirilttiğini ve Hz. Salih`in dağdan bir dişi deve çıkardığını söylüyorsun. O hâlde, seni tasdik edebilmemiz için, sen de bize bir mucize getir" demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Neyi arzu ediyor*sunuz?" deyince, onlar, "Safa tepesini bizim için altın haline getirmeni istiyoruz dediler ve eğer bunu yaparsa hep birlikte Ona uyacaklarına yemin ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) dua etmek için ayağa kalktı. Derken, Cebrail (a.s) kendisine gelerek, "Eğer istersen bu olur; ama bu olur da, onlar da o zaman se*ni tasdik etmezlerse, Allah onları toptan imha eder. Eğer onlar kendi hallerine bırakılırlarsa, hiç değilse bir kısmına Allah imana dönüş nasip eder" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) "Öyleyse ben de mucize istemek için duadan vazgeçiyorum. Bari bazıları imana gelseler!" dedi. İşte bunun üzerine Allah bu ayeti indirdi. (Razi; el Mefatihu’l-Gayb)

110. ayette geçen “Biz onların kalplerini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri durumdaki gibi ters çeviririz” ifadesi, Rabbimizin inanmak isteyenlere engel olacağı şeklinde değil, Tin suresinin tahlilinde yer alan “Allah’ın Kalpleri Mühürlemesi” (Tebyînü’l-Kur’an; c: 1, s: 564-573 ) başlığı altındaki açıklamalarımız çerçevesinde değerlendirilmelidir. Buna göre, Yüce Allah’ın buradaki “... ters çeviririz” sözleri, Tin suresinden başka Ya Sin/8-10’un tahlilinde de belirttiğimiz gibi, inatçı müşriklerin içinde bulundukları kötü duruma düşmelerine sebep olan fiillerin de Rabbimiz tarafından yaratıldığını ifade etmektedir. Yani müşrikler, Allah’ın yaratmış olduğu yollardan “hakk”a değil de “batıl”a sarılarak yanlış inançlara saplanmakta, yanlış inançlar ise insanın dinleme, anlama, kavrama yeteneklerini devre dışı bırakarak bu zavallıların kör ve şaşkın hâle gelmelerine, kısacası kalplerinin mühürlenmesine yol açmaktadır.

111. ayetin iniş sebebi hakkında “Esbab-ı nüzul” kayıtlarında şunlar yer almaktadır:

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Kur`ân-ı Kerim ile en çok istihza edenler beş kişi idiler: Velid b. Mugîre el-Mahzûmî, Âs b. Vâil es-Sehmî, Esved b. Abdiyeğûs ez-Zühri, Esved b. Muttalib ve Hars b. Hanzala... Sonra bunlar, Mekkeli bazı kimselerle birlikte Hz. Peygamber (s.a.s)`e gelip "Bize, senin Resûlullah olduğuna şahitlik edecek melekleri göster veya bizim için ölülerimizden bazılarını dirilt de onlara, söylediğin şeylerin hak mı, batıl mı olduğunu soralım. Yahut da kefil olarak, yani id*dia ettiğin şeye şahit olarak Allah`ı ve melekleri getir" dediler. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Biz defalarca şunu anlattık: Müfessirler bu surenin bir de*fada nazil olduğu hususunda ittifak edince, "Bu ayet, falanca hâdise hakkında nazil oldu" demek, çok müşkil bir mesele olur. Ama bizim açıkladığımız izah şekline gelince, ki bu da, bundan maksat, onların bir kısmının "şayet kendilerine bir ayet gelirse Hz. Muhammed`e iman edecekleri hususunda var güçleriyle yemin etmiş oldukları" şeklindeki sözlerine cevap olmasıdır. İşte Allah Teâlâ bu sözü, onların yalan söylediklerini, gelmiş olan ayetlerden sonra başka ayetler göndermede bir fayda bulunmadığını, aksine doğruyu yalandan ayırmak için mutlaka tek bir mucizenin da*hi kâfi geleceğini, bundan fazlasını istemenin ise sırf bir tahakküm ve işi yo*kuşa sürme ve ihtiyaç duyulmayan bir şey olduğunu; aksi hâlde onların, ikinci muci*zenin izharından sonra üçüncüsünü, üçüncüden sonra dördüncüsünü isteyebileceklerini, delilin ve durumun, bir noktada karar kılıp son bulmaması gerekeceğini, bunun ise nübüvvet kapılarının kapanmasını icab ettireceğini beyan etmek için zik*retmiştir. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)


Müşriklerin mucize geldiği takdirde inanacaklarına dair ettikleri yeminler oldukça ciddi bir görünüm arz etmiş olmalı ki, Rabbimiz 111. ayette onların inanmayacaklarını kesin bir ifade ile tekrarlamıştır. Çünkü onların dilleriyle söyledikleri şey gönüllerine uymuyordu ve maksatları da mucize görüp inanmak değil, işi yokuşa sür*mekti. Yani, onların bu davranışı münafıklıktan başka bir şey değildi:

İki topluluğun karşılaştığı günde size dokunan şeyler de Allah`ın izniyledir. Ve müminleri bilsin ve münafıklık yapanları bilsin içindir. Ve onlara, "Geliniz, Allah yolunda savaşınız veya savunma yapınız." denilmişti. Onlar; "Biz savaşı bilseydik kesinlikle size uyardık." dediler. Onlar, o gün, imandan çok küfre yakındılar. Onlar, kalplerinde olmayan şeyleri ağızlarıyla söylüyorlar. Allah, gizledikleri şeyleri daha iyi bilendir. (Âl-i Imran/166, 167)

Arabilerden [ağzı laf yapanlardan] geri kalmış olanlar sana yakında, “Mallarımız ve ailelerimiz bizi meşgul etti [alıkoydu]. Hadi Allah’tan bizim bağışlanmamızı dile.” diyeceklerdir. Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: Allah size bir zarar dilediyse veya bir fayda dilediyse O’na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir? Bilakis Allah yaptıklarınıza haberdardır. (Feth/11)

Şüphesiz şu, aleyhlerinde Rabbinin Kelime’si hakk olmuş olan kimseler, kendilerine bütün mucizeler hep birden gelse, yine de o acıklı azabı görünceye kadar iman etmezler. (Yunus/96, 97)

112, 113 - Böylece Biz her peygamber için cinn ve ins şeytanlarını düşman kıldık: Ki dünya malına aldanmaktan dolayı, ahirete inanmayan kimselerin kalpleri ona kansın, ondan memnun olsun ve yapmakta olduklarını yapsınlar diye bunların bazısı bazısına sözün süslüsünü vahyeder [gizlice telkinde bulunur / fısıldar]. —Ve şayet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları ve uydurdukları şeyleri bırak!-

Bu ayetler, müşriklerin kör ve şaşkın olarak bırakıldığına dair 110. ayetteki ifadenin tefsiri mahiyetindedir. Bu ayetlerde, müşriklerin kendi kendilerini nasıl kandırdıkları ve çevrelerindekileri de kendilerine benzetmek için nasıl etkilemeye çalıştıkları açıklanarak müminler uyarılmakta, ayrıca bu durumun yeni bir şey olmayıp inkârcılar tarafından her peygambere karşı uygulanmış bir siyaset olduğu belirtilerek peygamberimiz teselli edilmektedir.

Eğer şimdi seni yalanladılarsa, bil ki senden önce açık deliller, sayfalar ve aydınlatıcı kitap ile gelen elçiler de yalanlanmıştı. (Âl-i Imran/184)

Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah’ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki sana, gönderilmişlerin [elçilerin] haberlerinden bir kısmı gelmiştir de. (En’am/34)

Senin için senden önceki peygamberlere söylenenden başka bir şey söylenmiyor. Şüphesiz senin Rabbin kesinlikle mağfiret sahibidir ve acı veren bir azap sahibidir. (Fussılet/43)

Ve işte böyle Biz her peygamber için günahkârlardan bir düşman kılmışızdır. Ve yol gösteren ve yardımcı olarak Rabbin yeter. (Furkan/31)

ZUHRUFU’L-KAVL

“Zuhruf” aslında “altın” demektir. Sonradan genel olarak “ziynet, süs” anlamında kullanılır olmuştur. (Lisanü’l Arab; c. 4, s. 353)
Buna göre, “zuhrufu’l-kavl” deyimi de “sözün süslenmişi, yaldızlı sözler” demektir. Gerçekten de tarihe bakıldığında, Hakk’a çağıran elçilere karşı halkı kışkırtıp galeyana getirenlerin çoğunlukla yalanlarını edebî sanatlarla süsleyen şairler olduğu görülmektedir.
Yüzlerce tanımı yapılmış olan şiir, kısaca “bir benzetme sanatı”dır. Şiir hiçbir zaman “gerçek” değildir. Dolayısıyla şiir, bir nesnenin veya olayın gerçeğini değil, benzerinin [taklidinin, sahtesinin] sunumu olan süslü sözdür.
Bu konu Şuara suresinin tahlilinde (Tebyînü’l-Kur’an; c: 4, s: 95-98) ayrıntılı olarak incelendiğinden, “Şiir Nedir?” başlıklı bölümün oradan okunmasını öneriyoruz.

114 / 66 – Ve O, size Kitap’ı [Kur’an’ı] ayrıntılı / hakk, batıl ayrılmış olarak indirdiği hâlde, Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? Ve kendilerine kitap verdiğimiz şu kişiler, onun [Kur’an’ın] şüphesiz Rabbinden hakk ile indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde sen [Onların bu Kitabın Allah tarafından indirildiğini bildikleri husu*sunda] sakın şüphecilerden olma.

Bu ayet de 104. ayet gibi peygamberimizin ağzından verilen ifadelerle başladığından, peygamberimize “kul [de ki]” diye başlayan paragrafın devamı mahiyetindedir. Dolayısıyla peygamberimizin kendi sözlerinin Kur’an’a karıştığı gibi bir müşkül oluşturmaması için bu ayetin de o paragrafta değerlendirilmesi ve bize göre 66. sırada yer alması gerekmektedir.
Bu ayette Rabbimiz, peygamberimize istifham-ı inkârî tarzında bir soru sordurarak Kur’an dışı bir hakem aramaması gerektiğini bildirmektedir.

“HAKEM” SÖZCÜĞÜNÜN ANLAMI

Dilbilimciler bu ayette geçen “ حكمhakem” sözcüğü ile “ حاكمhâkim” sözcüğünün aynı anlama geldiğini ileri sürmüşlerdir. (Lisanü’l-Arab; c. 4, s.540) Ne var ki, Kur’an’da “hakem” sözcüğünün geçtiği ayetler [Nisa/35 ve En’am/114] iyi tetkik edildiğinde, “hakem” sözcüğünün “hâkim” sözcüğünden daha üst bir mana ifade ettiği görülür. Çünkü Kur’an’da hükmeden herkese “hâkim” denilmesine karşılık, sa*dece hakk ile hükmedene “hakem” denmektedir. Buna göre, ayetteki “Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?” ifadesi, “hakem” sözcüğünün yerine bu sözcüğün anlamı olan “hakk ile hükmeden bir hâkim” ibaresi konularak “Allah’tan başka hakk ile hükmeden bir hâkim mi arayayım?” şeklinde takdir edilebilir.
Rabbimiz, peygamberimize söylettirdiği sözlerin ardından, konuşmayı bizzat kendine döndürerek Ehlikitap arasında dinî bilgisi olan kişilerin Kur’an’ın Allah tarafından hakk ile indirildiğini bildiklerini açıklamakta, peygamberimizden [ve dolayısıyla herkesten] de onların bu Kitap’ın Allah tarafından indirildiğini bildikleri husu*sunda şüphe etmemelerini istemektedir. Ayette “kendilerine kitap verdiğimiz şu kişiler” ifadesi ile kastedilenler, ayetin Mekki olması münasebetiyle Mekke’de bulunan Yahudi ve Hıristiyan din bilginleridir. Kur’an’ın hakk kitap ve peygamberimizin de hakk elçi olduğuna Ehlikitap ve kitaplarının tanık gösterilmesi, başka ayetlerde de yapılmıştır:

Ve şu küfretmiş olan kişiler; “Sen gönderilmiş [elçi] değilsin.” diyorlar. De ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanında Kitap’ın bilgisi bulunan kişi yeter.” (Ra’d/43)

De ki: “Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Eğer bu Kur’an Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz, bununla birlikte İsrailoğullarından bir şahit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa siz de büyüklük tasladıysanız? Şüphesiz ki, Allah zalimler topluluğuna kılavuzluk etmez.” (Ahkaf/10)

Diğer taraftan, Kitab-ı Mukaddes’te de Allah’ın sonradan elçi göndereceğine dair ifadeler mevcuttur:

Tanrınız RABB size aranızdan, kendi kardeşlerinizden benim gibi bir peygamber çıkaracak. Onu dinleyin. (Tesniye 18/ 15)

Onlara kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek. (Tesniye 18/18)

Ben de Baba`dan dileyeceğim ve O, sonsuza dek sizinle birlikte olsun diye size başka bir Yardımcı, Gerçeğin Ruhunu verecek. Dünya O`nu kabul edemez. Çünkü O`nu ne görür, ne de tanır. Siz O`nu tanıyorsunuz. Çünkü O aranızda yaşıyor ve içinizde olacaktır. (Yuhanna; 14/ 16,17)

115 – Ve Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O`nun sözlerini değiştirebilecek biri yoktur. O, en iyi işitendir, en iyi bilendir.

Rabbimizin “doğruluk ve adalet” yönüyle tastamam ve mükemmel [baliğa] olan sözlerinin değiştirilmesinin mümkün olmadığının bildirildiği bu ayette konu edilen “değişmez söz”, bize göre, Allah’ın daha evvel Tevrat ve İncil’de peygamber göndereceğine dair verdiği sözüdür. Muhammed (as)’in elçi olarak gönderilmesi ile de bu söz yerini bulmuştur.

Benim huzurumda Söz değiştirilmez. Ve Ben kullara asla zulmedici değilim. (Kaf/29)
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla