Tekil Mesaj gösterimi
Alt 23. May 2011, 08:57 PM   #9
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

D) SOSYAL VE İDARİ DÜZEN

1. Hükümet Güçleri

Medeni dünya ile ilişkisi bulunan ve ahalisi küçümsenmeyecek derecede medeni olan, pek çok şehirleri ve kasabaları, köyleri bulunan tedkik ettiğimiz çevre gibi bir çevrenin, incelediğimiz asır gibi bir asrın herhangi bir şekilde hükümet güçlerinden ve yargı organlarından yoksun olması pek tabii olarak makul karşılanamaz, insanların içlerine korku salan, bazılarının haklarını koruyan, adetlerini, geleneklerini, değişik görevlerini yerine getiren, azgınları, kötüleri, bozguncuları ve sapıkları durduran, onlara hadlerini bildiren bir hükümet olmadığını söylemek bunların hepsinin yalnız asabiyetin dağılımı ve organizesi ile gerçekleştiğini -ki sosyal asabiyet ne kadar güçlü ve etkili olsa da- ifade etmek doğru olamaz.

Biz bu konuda sözkonusu asrın ve çevrenin üzerinde egemen bulunan idare düzeninin şeklini Kur'an'daki açıklamalardan ve karinelerden çıkarmaya çalışacağız.

1 Ey iman edenler, Allah'a itaat edin; Peygambere itaat edin ve sizden
olan emir sahiplerine de... (Nisa, 59)

2 Kendilerine güven ya da korku haberi geldiğinde onu yaygmlaştırıverirler. Oysa bunu peygambere ve onlardan olan emir sahiplerine götürmüş olsalardı, onlardan sonuç çıkarabilenler, onu bilirlerdi... (Nisa, 83)

Bazı müfessirlerin dediklerine göre Ulu'l-Emr, önderlik, liderlik, başkanlık ve güç sahibi kimselerdir. Ayetlerden çıkan anlamın da böyle olduğu tercihe şayandır.
Burada mesele şudur:
Bu kavram peygamberlikten önce de kullanılıyor ve ondan liderlik, başkanlık ve güç sahipleri kastediliyor muydu? Sonra mesela Mekke'de, Taif te, Yesrib'te bu isimle anılan hüküm, güç ve başkanlık sahibi kimseler var mıydı?
Biz bu soruya olumsuz ya da en azından kuşkulu olarak cevap vermeye eğilim duyuyoruz. Özellikle Kur'an'ın ilhamlarına kulak verdiğimizde bu eğilimimiz daha da güç kazanacaktır. Eğer bu hüküm ve idareden, varlığı bazı yükümlülükler getiren ve iradesini yürürlüğe koymak için bir güce dayanan, varlığında ve idaresini yürürlüğe koymada bir kuvveti olan hükümetleri kastediyorsak, Kur'an'da ve bu ayetlerde buna benzer ve onları kasteden herhangi bir şey yoktur. Bu anlamda hükümet güçlerinden düzenli ve etkili yargılardan söz etmek mümkün değildir.

Ayetlerin üslubu, o ana kadar var olmayan ve daha alışılmayan bir otoriteyi tesis etme, ona güçlü ve etkili bir yürütme olanağı sağlama zemini hazırlama çabasını ilham etmektedir.

Fakat bu, önemli olaylarda ve işlerde başvurulan, insanların korkuyla karışık olarak saygı duyduğu, herkese kendi haddini bildirecek ve itaat etmesini sağlayacak otoriteler hiç yoktu, demek değildir. Bazı ayetlerde ve Kur'anî ifadelerde ve bir takım siret rivayetlerinde bazı deliller ve olaylar bu türden bir şeyin var olduğunu göstermektedir.

Mesela Meryam Sûresi'nin aşağıdaki ayetinde "Nâdiy" kavramı geçmektedir.

"Onlara apaçık olan ayetlerimiz okunduğunda, o, küfre sapanlar, âmân edenlere derler ki: "İki gruptan hangisi makam bakımından daha iyi ve topluluk (Nâdiy) bakımından daha güzeldir?" (Meryem, 73)

'Alâk sûresinin aşağıdaki ayetlerinde de "Nadîy" kavramı yer almaktadır:

"Hayır, eğer o, bir son vermeyecek olursa, andolsun onu alnının ortasından tutup sürükleyeceğiz. O yalancı günahkâr alnından. O zaman da meclisini (Nadiye) çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız." (15-18. Ayetler)

Müfessirler "Nâdiy" kavramını toplumun meclisi ve şûra yeri binası olarak açıklamıştır. "Nâdiy" kavramını da o şekilde... Meryem ayetinin özü kafirlerin, müminlere karşı meclisleri ve güçleriyle meydan okuduklarını ve övündüklerini ilham etmektedir. Alak ayetinin temel esprisi ise, Kur'an'ın tağuti güçlere dilediklerini yapmaları için Meclislerini çağırmaları şeklinde meydan okumasıdir. Allah onları, Zebanileri -emirlerini yerine getiren (melekleri) nin gücü ile tehdit etmiştir. Sonra Peygamber'e (s) de tehdidinden ve vaidinden kuşku etmemesini hatırlatmıştır. Burada dikkatleri çeken başka bir nokta da Mer¬yem Süresindeki ayetten sonra gelen ayetin kafirler için bir uyarı şek¬linde ifade edilmesidir. Onların meydan okuyuşlarına ve tehditlerine karşılık olarak: Onlar ilerde kimin askerî güç yönünden zayıf olduğunu bilecekler, görecekler şeklinde cevap vermesidir: "Kimin durum ve konum olarak daha kötü, asker açısından daha zayıf olduğunu öğrenecekler" Meryem, 75. Bunlardan hareketle müminlere karşı "Nâdiy"leriyle böbürlenenlerin Mekke'deki iktidar, güç sahipleri olduğuna bir delil olarak kabul etmek mümkündür.


Enfal Sûresi'nde kafirlerin Peygamber'e tuzak kurmalarını hatırlatma türünden şu ayetteki uyarı yer almaktadır.

"Hani o küfre sapanlar, seni tutuklamak ya da öldürmek veya se¬ni sürgün etmek amacıyla, sana tuzak kuruyorlardı." (Enfal, 30)

Müfessirler "lîyusebbitûke' yerine çakmak için kavramının "seni hapsetmek için' anlamında olduğunu açıklamışlardır. Kavramın özü, tefsircilerin "Yusebbitûke" kavramını doğru olarak açıkladıklarını ilham ettiği gibi "Yuhricûke" ifadesinden kastedilenin de "sürgün etme" olduğunu göstermektedir. Bu da, Mekke'de sürgün etme ve hapsetmeye gücü yeten bir güç ya da otorite bulunduğunu göstermektedir.

Kur'an'da "çıkarma" (ihrâc) ifadesinin yalnız olarak veya hicret kavramı ile birlikte yer aldığı bir takım ayetler vardır. Bunlara bakalım:
1 Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolunda işkence edilenler, vuruşanlar ve öldürülenler... (Al-i İmran, 195)

2 Onlar yalnızca: "Rabbimiz Allah'tır" demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar. (Hac, 40)

Ayetlerde geçen "ihrac' çıkarma kavramı ilk etapta zor durumda kalan müslümanların çıkışlarını ve hicretlerini işkence ve eziyetten kaçışlarını hatırlatsa da bunlarda zorla, güç ile çıkarma ve sürgün etme anlamı da vardır. İsterse bu zorla çıkarma doğrudan doğruya gerçekleşmiş olsun, isterse, Mekke liderleri, başkanları, idare ve otorite sahipleri tarafından tezgahlanan, müslümanların zayıf olanlarını ezme, zorlama, işkence etme gibi nedenlerle tahakkuk etmiş olsun farketmez.

Burada Mekke'deki büyük çoğunluğu kapsamış olan Peygamber'in davasına karşı inatçı-inkarcı tutumu da hatırlatmalıyız. Pek çok Mekki Kur'an ayetinin yoğun şekilde işlediği mekke liderleri ve başkanları tarafından tezgahlanan bu tavrı unutmamak için burada yalnız iki örneğini vermekle yetineceğiz:

1 Onların tümü Allah'ın huzuruna çıktılar da zayıflar büyüklük îaslayanlara dedi ki: "Kuşkusuz, biz size tabi olanlar idik; şimdi siz, bizden Allah'ın azabından herhangi bir şeyi önleyebiliyor musunuz?" Dediler ki: "Eğer Allah bize doğru yolu gösterseydi biz de sizlere doğru yolu gösterirdik. Şimdi bizler yakınsak ta, sabretsek te bize göre farketmez, bizim için kaçacak hiçbir yer yoktur" (İbrahim, 21)

2 Onlardan önde gelen bir grup: "Yürüyün, ilahlarınıza karşı (bağlılıkta) kararlı olun, çünkü asıl istenen budur" diye atıldı. (Sa'd, 6)

Bu iki ayette birlikte ifade edildiğine göre orada "Mele" yani eşraf, nüfuz sahibi, emreden kişilerin, sınıfların bunların yanında emredilen ve izleyen halk kitlelerinin varlığı söz konusudur. Bu tutum gösteriyor ki: Liderler ve başkanlar otorite ve güç sahibi kimselerdi. Kitlelere; onların emirlerine bağlanmak, tavırlarında, tutumlarında ve yönlendirmelerinde onları izlemekten başka çare yoktu...

Sonra "Sicn"/hapishane, zindan kavramı Yusuf süresindeki bir dizi ayette geçmektedir. Mesela gelecek ayet bunların biridir.

"Sonra da onlara (Yusuf un iffetine ilişkin) delilleri görmelerinin ardından, onu belli bir vakte kadar kaçınılmaz olarak zindana atmak (görüşü) belirdi. Onunla beraber iki delikanlı daha zindana girdi." (Yusuf, 35-36)

Hapishane kavramının Kur'an'da geçmiş olması, anlamının anlaşılır olduğunu gösterir. Ve Kur'an'ın indiği toplumda bilinen kullanılan bir şey olduğuna bir işarettir. Yanısıra hapsedecek gücü bulunan bir kuvvetin varlığını da gösterir. Cin sûresinde bir ayette geçen "Haras" kavramı da bunun gibidir: "Biz semaya dokunduk onu kuvvetli bekçilerle ve alevlerle doldurulmuş bulduk." (Cin, 8)

Bu ifade biçimi de, onun anlaşılır olduğunu göstermektedir. Allah'ın gökteki bekçileri sadedinde de gelmiş olsa, bu ayet orada bekçileri hizmetinde kullanan bir otoritenin var olduğunu gösterir.

Bu Kur'anî delillere ilave olarak Tevbe 19. ayetinin kaydettiği önemli görevlere, Hacıları sulamaya ve Mescid-i Haram'ın imarına işaret etmek istiyoruz. Biz bu görevlerin sırf şahsi ya da ailevi olduğuna diğer biçimlerinden soyutlanmadıklarına inanıyoruz ve onu tercih ediyoruz. Boyların başkanları tarafından salt olarak ve yalnız kendi özel güçleriyle yerine getirilmiyordu. Aksine bu görevler aynı zamanda resmi bir otorite ve nitelik de taşıyorlardı. Bu boyların ellerinde bulundurdukları görevin resmi bir görev olduğu kesindir. Buna bağlı olarak denebilir ki, rivayetlerin kaydettiği diğer görevler (28) bu görevlerle birlikteydi. Hacıları ağırlamayı ifade eden "Rifade", Mekkelilerle başkaları arasında onu gerektirecek bir olay meydana geldiğinde yürürlüğe giren "Elçilik", savaşta "Ordu komutanlığı", "Sancak, bayram teslimi" "Bayram ve sancak taşıyıcılarını belirleme" gibi görevler de diğerleri gibi bireysel ve şahsi değildi. Bunlar herhangi bir şekilde resmi bir otorite ve nitelik taşıyorlardı.
(28) Ibn Hışam I, 121-122, Usdu'İ-Ğâbe, s 53 212

Bu evlerin/boyların başkanları söz konusu görevi onların adına yerine getiriyorlardı.
Neml Sûresi'ndeki bir takım ayetler Sebe' Kraliçesi'yle hükümetinin adamları arasındaki bir konuşmayı hikaye etmektedir.

"Dedi ki: "Ey önde gelenler, bu işimde bana görüş belirtin, siz şahitlik etmedikçe ben hiç bir işte kesin (karar veren biri) değilim" Dediler ki: "Biz kuvvet sahibiyiz ve zorlu savaşçılarız, iş konusunda karar senindir, artık sen bak, neyi emredeceksen (biz uygularız)." Dedi ki: "Gerçekten hükümdarlar, bir ülkeye girdikleri zaman, orasını bozguna uğratırlar ve halkından onur sahibi olanları hor ve aşağılık kılarlar; işte onlar, böyle yaparlar." Ben onlara bir hediye gönderiyim de, bir bakayım elçiler neyle dönerler." (32-35. Ayetler)
Hemen farkedilebileceği gibi bu karşılıklı konuşma, kıssasının yanında, konu olarak Kur'an'la muhatab kılınan dinleyicilere ilginç ve garip gelebilecek bir şey kapsamıyordu.
Bir dizi ayet de çoğunlukla ancak resmi otoriteler ve hükümet şartlarında geçerli olabilecek ifadeleri içermiş bulunmaktadır. Ordu, Mülk, Sözleşme-Antlaşma, Barış vs. gibi şu Örneklere bakalım:

1 Allah kendisine hükümdarlık verdi diye, Rabbi hakkında İbrahim'le tartışanı görmedin mi? (Bakara, 258)
2 Ancak sizinle aralarında anlaşma bulunan bîr kavme sığınanlar...(Nisa, 90)
3 Eğer onlar barışa eğilim gösterirlerse, sen de ona eğilim göster, Allah'a tevekkül et. (Enfal, 61)
4 Bunlar içlerinden antlaşma yaptığınız kimselerdir ki, sonra her defasında ahidlerini bozarlar Onlar sakınmazlar. (Enfal, 56)
5 ...Artık kimin yere daha kötü ve askerce daha zayıf olduğunu bileceklerdir (Meryem, 75}
6 Hani size ordular gelmişti. Böylece biz de anların üzerine bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. (Ahzab, 9)

Bu halkaları birleştirip bir zincir oluşturduğumuzda, Mekke halkının medenî dünyadan kopuk olmadığını, aksine onunla sağlam ilişkileri bulunduğunu, onda bulunan pek çok şeyi tanıdığını, hükümetleri, valileri, polisleri, orduları ve benzeri gibi hükümetin görüntüleri ve vasıtalarında haberdar olduklarını, sonra o dünyanın medeniyet ve refahından pek çok şeyi ondan alıntıladığını da ilave ettiğimizde onların, hükümetin görüntüleri ve vasıtalarından bir takım şeyler iktibas ettiklerini söyleyebiliriz. İktibas ettikleri şeyleri kendi toplumlarıyla uyum sağlar hale soktuklarını böylece hükümetin bir takım tezahürlerine ve vasıtalarına kavuştuklarını tesbit edebiliriz. Çünkü onların çevresi gibi bir çevrenin bundan müstağni olması düşünülemez.

Mütevatir rivayetlerle başkanların, ileri gelen aile başkanlarının Mekke'deki dini ve medeni makamları işgal ettiklerini bildiğimize göre, buna bağlı olarak Mekke'de soyluların ya da seçkinler heyetinin oluşturduğu bir hükümet vardı. Otoritesi hem dini hem medeni idi. Bu devletin başlıca makamlarına gelenler, onlarda yürürlükte bulunan yöntem gereği olarak, ailevi ve ırsî bir yolla bu makamlara geliyorlardı.
Bu arada Ebu Süfyan'ın Peygamber dönemindeki rolü, başkomutanlık, harbleri idare etme ve antlaşmaları imzalama gibi görevlerini, Peygamber'in Amcası Abbas b. Abdulmuttalib'in -ki bu Mekke Eşraf hükümetinde onun arkadaşlarından biriydi- onun üzerinde titreye titreye Peygamber'e getirişini ve bu esnada ona yakın olmasını kullanarak fetih günü Mekke'nin kapıları üzerinde ona Beyat etmesini temin edişini, Peygamber'in bu beyatlaşmayı memnuniyetle karşılamasını ve Ebu Süfyan'ı pek çok rivayetlerin kaydettiği gibi (29) onun evine girenin güven içinde olacağını ilan etmekle mükafatlandırmasının, düşündüğümüzde peygamberlikten hemen önceki dönemde onun hükümet başkanı ya da hükümetin en nüfuzlu bir üyesi olduğunu söyleyebiliriz.
Taîf ve Medine gibi diğer şehirlerde de durumun mekke'deki duruma yakın olduğunu tercih ediyoruz. Rivayetlerin bildirdiğine göre Yesrib'teki iki büyük kabileden biri olan Hazrec'in Peygamber'in Hicreti'nden hemen önce Abdullah b. Ubey'i Medine Kralı olarak ilan etmek için ona Tac'ın incilerini diziyorlardı. Bu rivayete bakarak tercihimizin isabetli olduğunu çıkarmak bu arada da Zuhruf Sûresi ayetlerine dayanmak mümkündür:

"Ve dediler ki: "Bu Kur'an, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?" Rabb'inin rahmetini onlar mı paylaştırmaktadırlar? Dünya hayatında onların maişetlerini aralarında biz paylaştırdık ve onlardan bir bölümü (diğer) bir bölümünü "teshir" etmesi için bir bölümünü bir bölümü üzerinde derecelerle yükselttik. Rabb'inin rahmeti, onların toplayıp yığmakta olduklarından daha hayırlıdır." (31-32. Ayetler)

(29) Ibn Hİşam 1; 196, M6, 383, II, 65, 69, 89, 238 Muhtemelen bu da ümeyye oğul¬larının hüküm ve idare konusunda deneyimleri olduğunu desteklemekte, Peygamberin vefatından özellikle de Ömer b. Hattab'ın şehıd edilmesinden son¬ra kendilerinin buna daha layık olduklarına inandıklarını pekiştirmektedir.

Daha önce geçen bir münasebetle belirttiğimiz gibi. Taif bu iki büyük şehirden biriydi ve bu ayetin herhangi bir şekilde ona işaret ettiği kesindir. Ayrıca ayette Mekke'yi ve Yesrib'i kapsayan kapsamlı ve genel bir delil vardır. Çünkü Mekke'de olduğu gibi, Taif te de nüfuz sahibi büyük kişilerin bulunduğuna işaret vardır. Yanısıra, müşriklerin sözlerini hikaye etmektedir. Eğer bu vahiy doğru ve gerçek olsaydı Mekke'nin ya da Taif in büyük adamlarından birine inmesi gerekirdi. Zira insanlara yasa koyabilecek, onlara yol gösterebilecek ve onlara kendilerini izlemesini emredip, otoriteleri ve nüfuzlarıyla onların gösterilen yolda yürümelerini sağlayacak ancak onlardı. İkinci ayetin ihtiva ettiği karşı koyuşta, güçlü başlıca bir delil daha vardır. Çünkü ayet onların kendilerini otorite ve nüfuz sahibi görmelerini eleştirmekte ve eğer Allah bazı insanları bazılarına üstün kilmişsa bu sırf dünya işlerini düzene sokmak içindir. İnsanların bir kısmı emretsin diğer bir kesimi de bu emirlere itaat etsin diye böyledir. Üstünlük taslamak için değil.

Badiye/köylere gelince Kur'an'da oralarda bir idare düzeni bulunduğunu ya da onların da şehirlerdeki hükümet güçlerinin onlar üzerinde etkili bir nüfuzları olduğunu gösteren bir şey yoktur.

Tercihe şayan olarak gördüğümüz görüşe göre Bedevi kabilelerin ileri gelenleri, söz sahibi olanları, işlerim ve başkanlıklarını üstlenen seçkinleri bu kabilelerde otorite ve hüküm sahibi kimseleri oluşturuyorlardı. Onların bu görevleri babadan oğula geçerdi. İleri gelen ve tanınan aileler arasından çıkardı bu otorite sahipleri ve kabile tarafından kabul edilirdi. Savaşlarda komutanlık ve idare onların elindeydi. Dış ilişkilerde onlar kabileyi temsil ederlerdi. Antlaşma ve barış sözleşmelerini onlar kabile adına yapıyorlardı. Herkesin haddini bilmesini temin ediyor, kötülük yapanları bu kötülüklerinden sakındırıyorlardı. Kabilenin birliğini, merkezini, onurunu ve orada herkesin hakkını alabilmesi, hakkın gerçekleşmesi için gerekli düzenlemeleri yasamaları onlar belirlerdi. Çeşitli sosyal asabiyetler de bunu destekliyordu. Şehirlerin çevrelerinde yaşayan, şehirle ilişkisi daha fazla ve sağlam olan kabilelerde şehirdeki hükümetlerin otoriteleri genel olarak etkili ve geçerli oluyordu. Ve bu kabileler o kurallara boyun eğmekten başka bir seçeneğe sahip değillerdi. Çünkü bunda onlar için pek çok yararlar vardı. Müşterek hayat şartlarının ihtiyaçları, istekleri-korkuları bunları sarmış olduğundan şehirdeki yasalara onlar da uyarlardı. Özellikle şehirlerin sosyal hayat, dini tören ve ayinler ile ilgili olarak yürürlüğe koyduğu yasalar hem şehirli hem de köylüler açısından ortak bir yönü bulunduğundan bedevilerin bunlara uyduklarını kesin söylemek doğru olur. Daha Önce bu yasamalar ve onların tezahürleriyle ilgili hem şehirlileri hem de köylüleri ilgilendiren, tüm insanların üzerinde etkili olan çeşitli şekillerini görmüştük.

2. Yargı Otoriteleri

Az önce belirttiğimiz ve çizmeye çalıştığımız tablo genel olarak hükümet güçleriyle, özellikle de üst düzey güçleri, otoriteleriyle ilgilidir.
Kur'an'da yer alan bir dizi ayetten hareket edilerek söz konusu toplumda insanlar arasında meydana gelmesi beklenen problemleri, ayrılıkları çözüme kavuşturmak için bir takım otoritelerin ya da yargı mercilerinin bulunduğunu söyleyebiliriz.

1) Birbirinin mallarını haksız yoldan yememeleri ile ilgili olarak insanlara uyarılarda bulunan bazı ayetlerde "hakimler, yargıçlar" kavramı geçmektedir. Yargıçlara başvurmaktan, insanların mallarını günah yollarda elde etmelerine elverişli hükümler vermeleri için onları aldatmaktan, tuzağa düşürmekten söz eden ayetler vardır:
"Mallarınızı haksızlıkla aranızda yemeyin ve siz, bile bile günahla insanların mallarından bir bölümünü, yemeniz için onları hakimlere aktarmayın." (Bakara, 188)

2) Bir takım ayetlerde "mahkemeleşme" "hüküm" ve "hakem" "cahiliye yargısı" sözcükleri kullanılmaktadır. İnsanlar arasında yargı sadedinde kaydedilen bu ifadeleri gelecek ayetlerde görüyoruz.
1 Hiç şüphe yok, Allah size emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında da hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel Öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir. (Nisa, 58)
2 Sana indirilene ve senden Önce indirilene inandıklarım öne sürenleri görmedin mi? bunlar, tâgutun önünde muhakeme olmayı istemektedirler; oysa onlar onu tanımamakla emrolunmuşlardır. Şeytan da onları tam bir sapıklıkla saptırmak ister. Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin" denildiğinde, o münafıkların senden kaçabildiklerince kaçtıklarını görürsün. (Nisa, 60-61)
3 Hayır öyle değil; Rabb'ine andolsun, aralarında çeliştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç bir sıkıntı bulunmaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar. (Nisa 65)
4 Şüphesiz, Allah'ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için sana kitabı hak olarak indirdik. (Sakın) hainlerin savunucusu olma. (Nisa, 105)
5 (Kadın ile kocanın) aralarının açılmasından korkarsanız, bu durumda erkeğin ailesinden bir hakem, kadının da ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar, düzeltmek isterlerse, Allah da aralarında başarı sağlar. Şüphesiz, Allah, bilendir, haberdar olandır. (Nİsa, 35)
6 İncil sahihleri Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. (Maide, 47) Ayrıca Bkz: (5/42-44; 5/50; 24/48-51)

3) Bazı ayetlerde insanlar arasında hükmetme ve onların haklarını kollama, koruma sadedinde "şahidler", şahidlik ve şahid gösterme" kavramları kullanılmıştır. Gelecek ayetlerde bunları görüyoruz:

1 Erkeklerinizden de iki şahid tutun, eğer iki erkek yoksa, şahidlerden rıza göstereceğiniz bir erkek ve biri unuttuğunda öbürü ona hatırlatacak iki kadın. Şahidler çağırıldıkları zaman kaçınmasınlar. Onu (borcu) az olsun çok olsun süresiyle birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu Allah katında en adil, şahidlik için en sağlam, şüphelenmemiz için en uygun olandır... (Bakara, 282)
2 Şahidliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, artık şüphesiz onun kalbi günahkardır. (Bakara, 283)
3 Ey iman edenler, sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, vasiyet hazırlanışında, aranızda içinizden adaletli iki kişiyi (şahit tutun. İki¬sini) şayet kuşkulanacak olursanız namazdan sonra alıkoyarsanız, on¬lar da (size): "Akraba dahi olsa onu (yeminimizi) hiç bir değere değiştirmeyeceğiz ve Allah'ın şahidlığini gizleyemeyeceğiz. Aksİ taktirde biz elbette günahkarlardan oluruz" diye Allah adına yemin etmesinler. Eğer o ikisi aleyhinde kesin olarak günahı hak ettiklerine İlişkin bilgi sahibi olunursa, bu durumda haksızlığa uğrayan iki kişi öbürlerinin yerine geçerler ve: "Bizim şehadetimiz o iki kişinin şehadetinden şüphesiz daha doğrudur. Biz haddi aşmadık, yoksa gerçekten zulmedenlerden oluruz" diye Allah'a yemin ederler. Bu, gerektiği gibi şahidliği yapmalarına ya da yeminlerinden sonra yeminlerinin reddedilmesinden korkmalarına daha layıktır. Allah'tan korkup-sakının ve dinleyin Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez. (Maide,106-108)Ayrıca Bkz65/2)

Bu ayetler demeti, görüldüğü gibi, çeşitli yargı vasıtalarım, yollarıni ve kavramlarını ihtiva etmektedir. Bu ayetlerin bir kısmında, onların Peygamber ve müslümanlar için birer Kur'anî yasama olduğunu ya da Peygamber'in hükmünü ve yargısını, onun yanında mahkeme olmayı kabul etmelerini telkin etmektedir. Bir taraftan, kabul ettirici dili, diğer taraftan çoğunun içerikleri ve kipleri bu kavramların daha önceden alışılan ve kullanılan, dinleyiciler tarafından anlamları bilinen şeyler olduğunu göstermektedir. Buna bağlı olarak Risalet öncesi Peygamber asrında ve çevresinde yargıçlar ve hakimler vardı, insanlar iktisadi ve miras, evlenme, borçlar, kan davaları, mülkiyet hakları, diğer mali ve ticari anlaşmazlıklar gibi gayri iktisadi problemlerini, orf ve geleneklere bağlı olarak söz konusu hakim ve mercilere götürüyor ve oralara başvuruyorlardı. Yargıçların ve hakimlerin ya da yargıçlığın, takip edilen yollan, şahitleri dinlemede, delillerini takdim etmede, belgelere dayanarak çıkarımlarda bulunmaya başvurma ilkeleri vardı. Bu yargıç ve takip edilen yöntemler sırf şehirli kesimlere özgü değildi. Köylüleri ve kentlileri hep birden kapsıyordu. Yani demek istiyoruz ki, şehirlerde olduğu gibi, köylerde de hakimler ve yargıçlar vardı. Fakat bunu söylerken yargı ve yargı vasıtalarının köylere oranla şehirlerde daha ileri olduğunu tercih etmeyi de ihmal etmiyoruz. Çünkü şehirliler, köylüleri medeniyet ve medeniyetin tezahürlerinde geçmiş bulunuyorlardı. Tabiîdir ki şehirde problemler daha çeşitlidir. Normalde şehirdeki ustalık, sanat, genel olarak köylülükte ve köyde bulunmaz.
'
3. Yargıçlık Düzeni

Yine, verdiğimiz ayetlerden yola çıkarak bu asır ve çevredeki yargıçlık nedeniyle ilgili belli başlı noktaları tesbit edebiliriz:
a) Problemin çeşidi ne olursa olsun yargıçlara ve hakimlere başvurmak isteğe bağlıydı. Yani hak sahibi, yargıca ve hakime, başvurmak istediği zaman başvururdu. Yoksa bu işleri takip eden bir yargı otoritesinin, takip ettiği ve bağlayıcı olduğu genel bir amme hukuku yoktu. Bu, Nisa 60-61; Maide 41; Nur 48. ayetlerinden çıkarılabilen bir olgudur. İlk etapta hemen fark edilen odur ki: Yargıçlara başvurmayanlar haklarını almada ve kendilerini kollamada bireysel ve asabiyet güçlerine dayanan, güvenen güçlülerdi. Kur'anî bir karineye dayanmasak da köyde bunun birinci planda yer aldığını söylemenin makul olacağını tahmin ediyoruz.
b) Yargıçlara ve hakimlere başvurma eylemi ancak her iki davacı tarafın da ittifakı ile gerçekleşebilirdi. Bir taraf bir yargıcı başvurduğunda yargıç ikinci tarafı da yanına getirmeye zorlayacak güce sahip değildi. Eğer ikinci adam çağrısını kabul ederse gelir mahkeme olurdu, yoksa, yargıç tarafından ona zor kullanılamazdı. Bu olgu Nisa 60-61 ve Nur 48-51. ayetlerinden anlaşılmaktadır.
Aynı şekilde yargıç şahidleri yanına çağırmak ve onların şahidliklerini dinlemek için şahidleri zorla yanma çağırmak ve onların şahidliklerini dinlemek için şahidleri zorla yanına getirme ve görevlerini yapmalarını isteyecek bir otoriteye sahip değildi. Bunda da iş şahidlerin keyfine kalmıştı. Dilerlerse gelip şahidlik ederler yoksa, Bakara 282. ayetinden anlaşıldığına göre bazı şahidler, şahidlik yaptıklarından işkenceye maruz kalıyor, rahatsız ediyorlardı. Bu durum da onların şahidlikten kaçınmalarına neden olabilir.
c) Davacılar başka bir yargıca başvurmada anlaştıktan sonra muhakeme olacakları yargıcı kendileri seçerlerdi. Nisa 61-65. ve Maide 42-44. ayetlerinden anlaşılan budur.
d) Yargıcın gücü ve otoritesi, kendisi aleyhinde hüküm verilene hükmü uygulamasına ve kendisine hükmedilen şeyin sahibine teslim etmesine yetmezdi. Nisa 65. ve Nur 48-51. ayetleri buna ışık tutmaktadır. Yargıç, iddia ve delilleri dinledikten sonra hükmünü verirdi. Ve onun görevi bununla sınırlı kalırdı, bundan öteye geçemezdi. Kendisi aleyhine hüküm verilen adam kendiliğinden hakka teslim olduğunda ya da davacı tarafın asabiyete dayalı bir gücü olur da aleyhinde hükmü verilen adam korkudan, ona boyun eğmekten başka çaresi olmadığını anlarsa yargıcın hükmü uygulanırdı. Yoksa yine iş, kendi lehine hüküm verilene ve bu durumda onun neler yapabileceğine bağlı kalıyordu.
e) Yargıçların benzer olaylarda kendisiyle hükmettiği bilinen düzenlemeler ve hükümler vardı. Bu, maide 50. ayetinden anlaşılmaktadır. Zira bu ayetten ve ondan önceki 41-49. ayetlerden anlaşıldığına göre, Yahudiler bir meselede Peygamber'e müracaat etmişlerdi. Onlar Peygamber'in, daha önce bilinen Arap hükümlerine uygun hüküm vereceğini düşünüyorlardı. Fakat umduklarını bulamadılar. Bekledikleri gerçekleşmedi. Çünkü Rasulullah Tevrat Yasası'na uygun hükmetmek istemiş ya da hükmetmiştir. Yahut da Allah'ın, kitabtan indirdikleri dışında hiçbir şeyle hükmetmemesini, onların arzu ve isteklerine uymamasını, onların istekleri doğrultusunda hareket etmemesini emretmesi nedeniyle doğru hükmetmek zorunda kalmıştı.

Bunların hepsine bağlı olarak şu sonuçları çıkarabiliriz:

Birinci olarak: Peygamberlikten önceki Peygamber Asrı ve çevresindeki yargıçlar ve hakimler, örf ve gelenek ile yargıç ve hakim olmuş kimselerdi. Bu insanlar mesleklerini deneyimlerden, olaylardan, bilgilerinden, maharetlerinden, namlarından ve isimlerinden elde etmiş kimselerdi. Bu toplumda yürürlükte bulunan resmi otoritelerin seçtiği ve kendi nüfuzu ile desteklediği resmi yargıçlar değillerdi. Aynı şeyi bedevi toplumlar ve bedevi yaşam için de söyleyebiliriz. Ayrıca yargıçlığın babadan oğula geçen bir saltanat gibi olduğunu ve bazı ailelerin onunla şöhret bulduğunu, çocukların babalarından gördükleri olaylar ve problemlere karşı verilen hükümleri devralmalarını uzak bir olasılık olarak görmüyoruz.
îkinci olarak: Yargıçların zorlama noktasındaki olumsuz durumu ve açığı hiç kuşkusuz ailevi, kabilesel, antlaşma, dostluk ve himaye gibi türleriyle sosyal asabiyet gelenekleri tarafından kapatılıyordu. Bu da ayrıca söz konusu büyük asabiyetin etkisini ve arap toplumunda vazgeçilmez bir zaruret olduğunu ortaya çıkarmaktadır.

Yargının bu düzen ve kaideleri Peygamber'in peygamberlikle görevlendirilmesinden, hatta Peygamber'in hicretinden sonra uzunca bir süre öyle devam etti. Sonra, ayetlerde açıkça görüldüğü gibi, İslami otoritenin gelişmesi ve yerleşmesiyle bu konuda gelişme kaydedildi. Artık zamanla Peygamberin Önünde mahkeme olmak, çağırdığında onun çağrısına kulak verip gelmek, hüküm verdiğinde onun hükmünü uygulamak, onların adetlerine göre serbest olduğu halde şimdi zorunlu hale gelmişti, suç işleyenlere ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlara karşı amme hukukunun takipçisi ve İslami otorite ve yargının temsilcisi olan Peygamber tavır alıyor ve onları cezalandırmaya başlıyordu.
Yanısıra, Nisa 60-61. ayetleri, Arapların yanında mahkemeleşmeyi alışkanlık haline getirdiği bir takım Yahudi yargıçlar bulunduğunu ilham etmektedir. Öyle ki tefsircilerin cumhuru 60. ayetteki "Tağût" kavramının Yahudi bir yargıç olan Kab b. Eşrefi kastettiğini söylemişlerdir. Tercihe şayan odur ki, Medine ve çevresinde yaşayan Araplar bunu yapıyordu. Çünkü daha öce belirttiğimiz gibi, Mekke ve Taif te önemli sayılan Yahudi bir azınlık yoktu. Aynı zamanda Maide 41-42. ayetleri Yahudi bilgin ve Rabbanilerin Yahudilerden problem sahibi bulunan kimselerin arasında yargı görevini üstlendiği ve Tevrat Yasası'na göre hüküm verdiğini ilham etmektedir. Ayetler, onların Müslümanların Önünde mahkemeleşmek istediklerinde bu haklarına yine sahip olduklarını, yalnız bu hükümlerinin Tevrat'tan kaynaklanmış olması şartıyla Önceki uygulamalarının değişmediğini ilham etmektedir. Muhtemelen bu durum Mekke veya Hicaz'ın başka bölgelerinde yaşayan Hıristiyanlar için de geçerliydi ve Maide 47. ayeti de bunu ilham ediyor.

4. Sınıfsal Farklılıklar

Bu konuda, daha önce açıkladığımız konular ve çıkarımlar; belli ailelerden merkezi ve hakları miras yoluyla babadan oğula geçen Ahmas sınıfının varlığı, insanlara uygulamaları için çıkardıkları yasalar ve gelenekler, kendilerinin insanların üstünde bir takım imtiyazlara sahip olduğu şeklindeki anlayışları, Mekke ve Taifte dini ve sivil nüfuzu ve başlıca yüksek makamları temsil eden Eşraf ailelerinin miras yoluyla aldıkları imtiyazlar, ifâze ve icâze -bu ikisi, hac ile ilgili, o dönemde başkanların hacılara verdikleri isimlerdir -Haram Ayların geciktirilmesinde insanlara önderlik yapma hakkına sahip olan çevrelerin bu haklarını miras yoluyla devralmaları, miras yoluyla hakimliği ve yargıçlığı devraldıklarını tercih ettiğimiz hakimler ve yargıçlar sınıfı, sonra liderlikleri çoğu zaman babadan oğula geçen kabile başkanlarının, işleri idare edenlerin ve otorite sahiplerinin, evet bütün bu saydığımız sınıfların durumuna ilişkin daha önceki açıklamalarımız, Peygamberlik ve öncesi çevrede herhangi bir sınıfsal düzen olup olmadığını soruşturmamıza neden olmuştur. Biz bu noktayı soruştururken "düzen" kavramını biraz değişik anlamda kullanıyoruz. Hindistan'dakine benzer sınıfsal bir ayrılık var mıydı? İnsanların bir kısmını diğerinden farklı imtiyazlara sahip kılan bir yapı mevcut muydu? Yüksek sınıflar-alçak sınıflar, hizmete koşulan ve hizmet edilen sınıflar, soylular, seçkinler-tebaa ve avam sınıfları var mıydı?...
Biz bu soruyu olumlu şekilde cevaplandırmaya meylediyoruz. Daha önce arzettiğimiz ayetler, onlarla ilgili olarak tesbit ettiğimiz delaletler ve karineler ayrıca onları destekleyen siret rivayetleri ve olayları bu müsbet şekildeki cevaba müsaittir. Özellikle büyükler sınıfının Kur'an'ın kendilerine değil de Peygamber'e indirilişini reddetmelerini hikaye eden Zuhruf 31-32. ayetleri bu konuda açık bir delil oluştururlar.

Bu cevabı destekleyen ve pekiştiren başka ayetler de vardır. Aşağıda bunları görüyoruz:
1 Öyle ki (o gün) kendilerine uyulanlar, kendilerine uyanlardan kaçmışlardır. Onlar azabı görmüşlerdir ve aralarındaki bütün bağlar da parçalanıp kopmuştur. (Bakara, 166)
2 Ve dediler ki: "Rabbimiz, gerçekten biz, efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar da bizi yoldan saptırmış oldular. (Ahzab,67)
3 Zayıf olanlar büyüklük taslayanlara: Hayır, siz gece ve gündüz hileli düzenler (kurup) bizim Allah'ı inkar etmemizi ve O'na eşler koşmamızı bize emrediyordunuz" dediler, (Sebe', 33)
4 Ateşin içinde karşılıklı delillerle tartışırlarken, zayıf olanlar, büyüklenenlere derler ki: "Gerçekten biz, size uymuş olan kimselerdik. Şimdi siz, ateşten bir parçasını olsun, bizden uzaklaştırabilir misiniz? (Mü'min, 47)
5 Ey iman edenler, bir kavim (başka bir) kavimle alay etmesin, belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. (Hucurat, 11)
6 Ey insanlar, gerçekten biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler olarak kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün olanınız, takvaca en ileri olanınızdır. Hiç şüphe yok Allah bilendir, haber alandır. (Hucurât, 13)

Biz, insan toplumunda sınıflar arası ayrılıkların her zaman ve mekanda var olan bir şey olduğuna, Peygamber Asrı ve çevresinde varlığı ayetler tarafından ilham edilen ayrılıkların genel olarak normal ayrılıklar türünden bir şey olduğuna inanmıyoruz. Bu ayetler ve daha önce değindiğimiz liderliklerin, makamların, başkanlıkların, dini imtiyazların miras yoluyla babadan oğula geçişi bu asırda ve çevrede oturmuş ve kabul görmüş sınıfsal ayrılıkların varlığı konusundaki görüşümüzü destekleyen güçlü deliller vardır.
Hucurat 13. ayeti insanların yaradılışta, hayat haklarında, hayatta özgür olma hakkından yararlanmada eşit olduğunu haykıran ve yankı yapan bir çıkış mesabesindedir. Buna göre Allah katında insanların en değerli olanları, dini ve dünyevi görevlerini Allah'ın ululuğunun bilincinde olarak yerine getiren muttakîlerdir. Alışageldikleri sınıfsal geleneklere göre ulu, büyük ve eşraf evlerine mensub olanlar olmadığını bildirmektedir, işte bu haykırış o çevrede sınıfsal ayrılıkların bulunduğunu gösteren en güçlü karinelerden birini oluşturmaktadır. Bu sınıfsal ayrılıkların yıkılması hedef alınmıştır. Haklar ve görevlerde insanların eşit olduğu ilkesinin yerleştirilmesi amaçlanmıştır. Pek tabiidir ki bu ayetle beşeri toplumlarda hâlâ değişmez bir yasa olarak yürürlükte bulunan ve bir kısmının fakir bir kısmının zengin, bir kısmının güçlü, bir kısmının zayıf, bir grubun çok, diğer grubun az olması vesaire... kastedilmemiş ve hedef alınmamıştır...

5. Peygamberlikten Önce Araplarda Kölelik

Kölelik, sınıfsal ayrılıkların gizlenemeyecek görüntülerinden biridir. Peygamberlikten önceki Peygamber Asrı'nda ve çevresinde, köklü geleneklerden biriydi. Geniş ölçüde yayılmış bulunuyordu. Bu nedenle ve ayrıca bir önceki konuyla olan ilişkisi dolayısıyla bu konuya ayrı bir fasıl ayırmayı uygun gördük. Şuna da dikkat çekmeliyiz ki kölelik hali sırf Arap toplumuna özgü bir uygulama değildi. Daha önceki asırlardan kalma değişik ülke ve toplumlarda genel ve kapsamlı bir düzen halini alan bir uygulamaydı kölelik.
Kölelik ve köle ile değişik amaçlar ve yöntemlerle ilişkili bulunan pek çok Kur'an ayeti vardır. Dolayısıyla bunlardan hareketle Araplardaki köle ve kölelik hakkında pek çok şeyi tesbit etmek mümkündür. Şimdi bu ayetleri verelim:
1 Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı. Özgüre karşı Özgür, köleye karşı köle ve dişiye karşı dişi... (Bakara, 178)
2 Müşrik kadınları iman edinceye kadar nikahlamayın iman eden bir cariye, müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri de İman edinceye kadar nikahlamayın; iman eden bir köle, müşrik bir erkekten daha hayırlıdır... (Bakara, 221)
3 ...ve sağ ellerinizin malik olduklarına (kölelere) güzellikle davranın. Çünkü, Allah, büyüklük taslayıp da böbürleneni sevmez. (Nisa, 36)
4 Şehirde (bir takım) kadınlar; Aziz (Vezir)'İn karısı kendi uşağının nefsinden murad almak istiyormuş... dediler (Yusuf, 30)
5 Allah hiç bir şeye gücü yetmeyen ve başkasının mülkünde olan ile, tarafımızdan kendisine güzel bir rızık verdiğimiz, böylelikle ondan gizli ve açık infak eden kimseyi örnek olarak gösterdi; bunlar hiç eşit olur mu? Hamd Allah'ındır, fakat onların çoğu bilmezler. (Nahl, 75)
6 Allah bir örnek verdi. Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahihleri de çok ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu? Hamd, Allah'ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar. (Zümer, 29)
7 Ve onlar, ırzlarını korurlar; Ancak kendi eşleri ya da sağ ellerinin malik olduğu (cariyeler) başka; çünkü onlar kınanmazlar. (Meâric, 29-30) Ayrıca Bkz: (4/3, 24-25; 24/32-33; 24/31 ve 58; 30/28; 52/24; 56/17)
Bu ayetler demeti inişlerinden önce de Araplar tarafından, bilinen Arapça kavramları ihtiva etmeleri nedeniyle, aşağıdaki kaideleri çıkarmak mümkündür:
1- Arap çevrelerde kölelik yaygın bulunuyordu.
2- Erkekler de kadınlar da köle sahibi olabiliyorlardı.
3- Araplardan, büyük sayılarda kölesi bulunan kişiler vardı.
4- Kölelik hem erkekleri hem de kadınları kapsıyordu.
5- Köle için değişik kavramlar kullanılıyordu: Erkeklerden tek kişiye "Abd' köle, çok kişiye "îb'ad' köleler, Kadınlardan tek kişiye "el-Eme"/Cariye, çok kişiye "el-tma"...Cariyeler adı veriliyordu. Ayrıca onlara "Memlûk", "Ğilmân", "Vildân", "Fetâ" ve "Fetât" isimleri de veriliyordu... Gılmân ve Vildân kavramlarının kullanılmasına bağlı olarak "Gulam" ve "Veled" kelimeleri de kullanılmaktaydı.
6- "Fetâ" ve "Fetât" kavramları lutufta bulunma ve sevgisini tezahür etme türünden ifadelerdi. "Gılmân" ve "Vildân" kavramları ise büyük yaşlara gelmemiş ve sahiplerinin özel hizmetlerini gören erkek kölelere özgü olarak kullanılırdı.
7- Erkek için "Abd' köle, kadınlar için "el-Eme"/cariye kavramları genellikle yaygın olan kavramlardı. Ve bu sözcükler "Hür' özgür erkek, "Hurra 'özgür kadın kavramlarının karşıtı olarak kullanılıyordu.
8- "Abd" kavramı boyun eğme anlamına gelen ibadetten türemedir. Onun içindir ki, insanların Allah'a karşı konumlarım belirlemekle ilgili gelen ayetlerin pek çoğunda bu kavramın tekil ve çoğul olarak kullanıldığını görüyoruz. Özellikle Allah'a karşı peygamberin, salih kimselerin ve meleklerin konumları belirlenirken bu sözcük kullanılmıştır. Bunun yanında lütuf ve şeref verme anlamını vermek için müsait yerler de vardır. Zira Allah'a boyun eğiş gerçek boyun eğiştir. Onda insanın insana kulluğunda mevcut olan horlanma ve zillet yoktur.
9- Bir köleye ya da cariyeye birden çok adam ortak olarak sahip olabiliyordu.
10- Ona iyi davranilmasmın tavsiye edilmesinden, kölelerin zaman zaman sahiplerinden kötülükler ve katılıklarla karşı karşıya geldiği anlaşılmaktadır.
12- Köle sahipleri kölelerini ve cariyelerini kendi çeşitli işlerinde ve hizmetlerinde çalıştırıyorlardı.
13- Köle, sahibi ile anlaştığında, kendisini sahibinden satın alabiliyordu. Bu satın alışın yollarından biri de "Mûkâtebe" idi. Mukâtebe, kölenin kendisine karşılık efendisine belli bir zaman süresinde belli bir mal getirmeye söz vermesidir. Tabii ki, kölenin efendisi onun bu malı kazanması için ona müsaade edecektir. Nur Sûresi 32. ayetinden anlaşılan da budur. Çünkü ayette alışılagelen bir duruma teşvik edildiği ilham edilmektedir.
14- Cariye sahipleri, cariyelerini evlendirmekte kolaylık göstermiyorlar idi. Bu da cariyelerin temelli fuhuşla uğraşmalarına neden oluyordu.
15- Cariye sahipleri, istediği kadar cariyesiyle nikah sözleşmesi yapmadan evlenebiliyordu. Bu konuda belli bir sayı yoktu, onlar kendisinin malı olduğundan onları istediği şekilde kullanabiliyordu. Ve bu evlilik olarak adlandırılmıyordu.
16- Köle ve cariye efendilerinin izni olmadan evlenemezlerdi.
17- Özgür olan biri, efendisi izin verdiğinde bir cariye ile evlenebilirdi.
18- Özgür erkekler açısından cariyelerle evlilik rağbet edilen bir şey değildi. Genellikle köleler onlarla evlenirdi. Eğer özgür biri onlarla evlenirse fakirliği nedeniyle, özgür bir kadınla evliliğe gücü yetmediğinden evlenirdi.
19- Bir köleden dolayı bir özgür kişiye kısas yapılması uygun değildi. Özgür biri bir köle öldürdüğünde öldürülmezdi. Fakat köle özgür olanı öldürdüğünde tabii olarak öldürülürdü.
20- Cariyeler daha fazla zinaya bulaşıyor ve onda yoğruluyorlardı.

Tabloyu tamamlamak için sözü edilen Kur'anî çıkarımlara, mütevatir rivayetlere dayanarak bazı gelenekleri ilave edeceğiz:
1- Köle, değerli ve menkul mallardan sayılırdı. Alınır, satılır, miras bırakılır ve kiralanırdı.
2- Cariyelerin efendilerinden olan çocukları özgür sayılırdı. Yalnız anneleri kök olduğundan "melez" (Hecîn) diye ayıplayıcı bir ad takılırdı.
3- Cariyelerin özgür kocalarından olan çocukları efendilerinin kölesi sayılırdı. Aynı şekilde cariyelerin köle olan kocalarından çocukları da öyleydi.
4- Bir cariyenin sahibinden bir çocuğu olduğunda ona "ümmü veled" denilirdi, Artık onu satmak, almak ve bağışlamak doğru olmazdı ve efendisinin ölümü ile özgür olurdu.
Burada anlattıklarımızdan anlaşıldığına göre kölenin önemi büyüktü. Bu asır ve çevrede Önemli bir yer işgal ediyordu. Ekonomi ve geçimin büyük yükü onun sırtındaydı. Durum bu olduğuna göre, insanların özellikle liderlerin, başkanların ve zenginlerin çok köle sahibi olmaları, onları ekonomik ve geçim hayatlarının vasıtalarından önemli bir parça olarak kabul etmiş olmaları makuldür.
Köleliğin birinci kaynağı malum olduğu gibi savaşta esir almaktır. Düşman kabilesini yenen kabile, çocukları hatta erkekleri esir alıp onları köleleştirebilir ve onlara karşı, efendinin kölesine yaptığı muameleyi yapabilirdi. Arapların kadınlardan hoşlanmamaları esir düşme utancının korkusuydu ya da bu korku onun nedenlerinden biriydi. j
Mütevatir rivayetlerden anlaşıldığına göre Arapların yanında bulunan kölelerin çoğu siyah tenliydi. Bu da onlarin Sudan ülkelerinden toplandıklarını göstermektedir. Ya da siyah tenli bir nesil daha önceleri oraya hicret etmiş ya da sürülmüş, orada yayılmış, çoğalmış fakat bu kölelik damgasını üzerinden atamamış kalmıştır.
Yine rivayetler tevatürle bildirmektedir ki: Bu kölelerden Habeşistanlı, Bizanslı, Mısırlı ve Kaldanîli kimseler de vardı. Bu da Hicaz tüccarlarının ticaret kervanlarıyla ulaştıkları ülkelerin pazarlarından çeşitli yönlerinden yararlanmak için bazı köleler satın aldıklarını göstermektedir. Biz bu kölelerden bazılarının sanat sahibi ve hizmette mahir olduklarını, bazılarının okur-yazar olduklarını tercih ediyoruz.

6. Kur'an'la Köleliğin Ortadan Kaldırılma Çabalan:

Kur'an'da yer alan bir dizi ayet boyunları açmaya -köleleri azad etmeye- işaret edip teşvik etmekte, bu yolla Allah'a yaklaşmaya çağrıda bulunmaktadır. Bunu günahlara keffaret olarak kabul etmeye davet etmektedir. Gelecek örneklerde bunu görüyoruz:
1 Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz, iyilik değildir. Ama Allah'a,ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; ona olan sevgisine rağmen, malı yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolcuya, isteyip dilenene ve kölelere veren... (Bakara, 177)
2 ...Kim bir mü'mini hata sonucu öldürürse, mümin bir köleyi özgürleştirmesi ve ailesine teslim edilecek bir diyeti vermesi gerekir... (Nisa, 92)
3 Ancak yeminlerinizle bağlandığınız sözlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Onun keffareti, aiIelerınizdekilere yedirdiklerinizin ortalamasından, on yoksulu doyurmak ya da onları giydirmek veya bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaktır... (Maide, 89)
4 Ancak o, sarp olan yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sen nerden bileceksin? Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir. (Beled, 11-13) Ayrıca Bkz: (9/60; 58/3)

Bu ayetler müslümanlar için bir yaşama, kölelere yumuşak davranma ve onları azad etme ile ilgili İslam çağrısının hedeflerinden birini içeriyorsa da bu, peygamberlikten önce de Araplar yanında köle azad etmenin bilinmeyen bir şey olduğunu söylemek zordur. Hatta Beled Sûresi ayetleri boyunları açmanın istenen bir üstünlük vasıtası olduğunu kuvvetle telkin edecek bir kiple ifade edilmiştir. Öte yandan Bakara 177. ve Tevbe 60. ayetleri bu işin alışılagelen bir şey olduğunu ilham etmektedir. Sonra mütevatir olan Arap rivayetleri bunun pratik olarak görülen bir realite olduğunu, insanların rahatını düşünenler ve şahsiyet sahibi kimselerin kendisinde yarıştığı önemli iyiliklerden biri olarak sayıldığını, insanların bu tür eylemleri Allah'a ya da Tanrılarına şükür amacıyla yapmayı adadıklarını bildirmektedir.(30)
Bu iyiliği bizzat Peygamber de peygamberlik gelmeden önce yerine getirmişti. Hz. Hatice'nin kölesi Zeyd b. Harise'yi bağış olarak kabul etmiş ve onu azad ederek evlad edinmiştir. Aynı şekilde Ebu Bekir de işkence gören bazı müslüman köleleri sahiplerinden satın alarak azad etmiştir. Bu olay İslam çağrısının başlarında gerçekleşmişti. (31)
Azad edilen köle kendisini azad edene dostluğunu sürdürüyordu. Öldüğü zaman varisi yoksa varis oluyordu. Varisleri varsa mirasından bir pay alma hakkına sahipti. Bu gelenek İslam'a da geçmiştir. İslam fıkhında bu mesele "Azad etme dostluğu" ya da "Azad etme dostu" diye bilinmektedir.
30 Usdu'l-Ğâbe, II, 168
31 ibnHişam, I; 288-290
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
dost1 Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
nerdogan (2. June 2011), yeşil (7. November 2011)