Tekil Mesaj gösterimi
Alt 12. June 2011, 09:32 PM   #10
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Düşünce Hayatı

A) Kur'an Dili ve Arapların Aklı Gucu
B) Eğitim Seviyesi, Sosyal ve Pratik Bilimler
C) Arapların Yerleşik Konumlarını Savunma Ruhu


A) KUR'AN DİLİ VE ARAPLARIN AKLİ GÜCÜ:
Bir ulusun herhangi bir asırdaki dili, ulusun o asırdaki akli güçlerinin ölçütlerinden biridir. Çünkü dil, insanın zihnindeki düşüncelerin ve anlamların, hissedilen değişik ihtiyaçların ifade edilmesi için bir vasıtadır. Eğer herhangi bir ulus, herhangi bir asırda dil kaynakları ve ifade yönünden zayıf düşmüş ve bu alandaki çalışma alanı daralmışsa bu, söz konusu ulusun o asırda ufkunun daraldığını, marifetlerinin, deneyimlerinin ve akli güçlerinin zayıfladığını gösteren kesin bir delil olur. Bunun tam tersi olarak zengin bir dil hazinesine ve değişik düşüncelere ve anlamlara elverişli ince ifade biçimlerine sahipse, sözcükleri zengin ve bol ise, bu da o ulusun zihninin zindeliğine, ufkunun genişliğine, düşünce ve deneyimlerinin güçlülüğüne ve akli diriliğine delil olur. Bu nedenle biz dili, Arapların akli güçleri için bir ölçüt olarak ya da Peygamber asrı ve çevresinin düşünce hayatının görüntülerinden biri olarak aldığımızda doğru bir yaklaşımla bulunmuş olmaktayız.
Bu asrın ve çevrenin dili için elimizde, Kur'an dilinden daha doğru, daha sağlam-güvenilir ve daha zengin bir tablo yoktur. Bir taraftan o, Peygamber'in tebliğ ettiği gibi hiç değişmeden bize kadar geldiğinde herhangi bir kuşku ve şüpheye yer bırakmayan bir metin; diğer taraftan da, bu asırdan kalan her türlü şaibeden uzak, sağlam ve yazılı olarak bize kadar ulaşan biricik kaynaktır. Bu asrın ve çevrenin sözleri olduğu rivayet edilen başka herhangi bir söz için bu kadar güçlü ve kesin olarak konuşma imkanına sahip değiliz. Çünkü bunların hepsi ancak uzun bir zaman sonra yazılmışlardır. Bu uzun seneler boyunca söz konusu rivayetler dilden dile dolaşmış, değişikliğe, tahrife, arttırmaya, eksiltmeye, hatta birleştirmeye ve uydurmaya, heva ve heveslere, çirkin emellere maruz kalmışlardır.
Bizim inancımıza göre Kur'an dilinin, Peygamber asrının ve çevresinin dilini özel bir şekilde temsil ettiğinde hiç bir tartışmaya ve kuşkuya yer yoktur. Daha önceki fasılda biz bu meseleyi kesin olarak tesbit etmiş ve onunla ilgili olan bir dizi Kur'an ayetini nakletmiştik. Bu ayetler sözünü ettiğimiz yaklaşımı açık ve güçlü olarak desteklemektedir. Orada Kur'an nasslarına dayanarak vardığımız sonuç şu olmuştu: Kur'an dili, müfredatı, ıstılahları, terkibleri, istiareleri ve teşbihleriyle, ana hatlarıyla -azlık/çokluk, darlık/genişlik meselesinden sozetmeden- genel olarak Araplarda, özellikle peygamberlikten önceki Peygamber'in çevresinde ve asrında alışılagelen, anlaşılan ve kullanılan bir dildi.

Biz daha önce kullandığımız gibi burada da "ana hatlarıyla" ifadesini tekrar kullandık. Bununla dediklerimize şunu ilave etmek istiyoruz: Her toplumda -hatta öğretimin kolaylaştığı, araçlarının geniş bir alana yayıldığı toplumlarda bile- bireyler arasında anlayışta ve dilin kullanımında, güzel ifade ve karşılamada, dikkatli kullanımda, engin nüfuzda, güzel üslub ve tezyinde, kelime zenginliğinde bir takım farklılıklar bulunması normaldir. Bu farklılıklar akli güçlerinde, zeka keskinliğinde, geniş bilgilerinde, deneyimlerinde, ilim ve marifet zenginliğinde bir takım farklılıkların görüntülerinden bir görüntüdür. Bunun içindir ki biz bir tek ulusta ya da o ulusun toplumlarında bireylerin kendi ihtiyaçlarını ve duygularını ifade etmek için iki bin kelimeden fazlasını zihninde taşımadığını ve kullanmadığını görüyoruz. Bunun yanında yine aynı dilin onbin kelimesini ya da fazlasını kendi ihtiyaçlarını görme ve duygularını ifade etmek için kullanan bireyler de vardır. Bununla beraber dil, tüm müfredatı, terkibleri, ıstılahlarıyla tüm ulusun genel dili olmaya devam eder. İsterse bireylerin dildeki payları farklı farklı olsun fark etmez. Bu genel yasanın Peygamber'in asrı ve toplumu olan Arap ulusu için de geçerli olacağı tabiidir. Kur'an'daki dil üstünlüğünün, kullanımın, üslubun, geniş kapsamlılık ve ifade yönünden o asırdaki Arap ulusunun çoğunluğuna hitab ettiği kesindir. Bazı yazarların Kur'an dilinin insan akıllarının üstünde, onların ulaşabileceği, idrak edebileceği, Özellikle de anlayabileceği seviyeden daha yukarıda olduğunu iddia etmeleri bir taraftan vakıa ile bağdaşmamakta, diğer yandan Rasul'un görevi ile uyum arzetmemektedir. Zira Rasul'un görevi tüm insanlarla ilişki kurmak, farklı gruplara ulaşmak, bizzat zorunlu olarak Peygamber'in dili olan Kur'an diliyle onlara hitab etmek, kendilerine Kur'an okumaktır. Bu aynı zamanda pek çok Kur'an ayetleri tarafından vurgulanan bir gerçektir. Onlardan aşağıdaki örnekleri verelim:

1 ...(Bu) ayetleri sağlamlaştırılmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi olan ve her şeyden haberdar bulunan (Allah) tarafından birer birer açıklanmış bir Kıtap'tır. (Hud, 1)
2 ...Sana da zikri indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler. (Nahl, 44)
3 Onu bir Kur'an olarak, insanlara dura dura okuman için (bölüm bölüm) ayırdık ve onu safha safha bir indirme ile indirdik. (İsra, 106)
4 Hamd, Kitab'ı kulu üzerine indiren ve onda hiç bir çarpıklık kılmayan Allah'a aittir. Dosdoğru bir (Kitab) ki, kendi katından şiddetli bir azabla uyarıp-korkutmak ve salih amellerde bulunan müminlere müjde vermek için; (ki) şüphesiz onlar için güzel bir ecir vardır. {Kehf, 1-2)

Kur'an'da müşriklerin Kur'an'la mücadeleleri ile ilgili gerçekten çok ayet vardır. Ve bunlar açıkça onu tümden anladıklarını ve bununla ilgili olarak tartıştıklarını göstermektedir. Onların Kur'an'ın uslubunda tam bir biçimde şekillenmiş ve kenetlenmiş hikaye edilen sözleri, Kur'an'ın onları yaklaşık anlamıyla kendi üslubuna uygun biçimde hikaye ettiği farzedilse dahi bu iddia, onların sözlerinin kendi müfredatlarında ve uslublarında Kur'an'ın müfredatına ve uslublarma benzemediği anlamına gelmez. Aynı şey gerçekten sayılamayacak çoklukta müslümanların ve ehli kitabın Kur'an'a karşı tutumlarını hikaye eden pek çok ayet için de söylenebilir. Bu tutumlar gerçekten sayılamayacak kadar çoktur, her uzun ve orta sûrede onlara değinilmiştir. Şimdiye kadar geçenler arasında bulunan pekçok örneği vardı. Onun için burada bir kaç Örnek daha vermekle yetineceğiz.

1 Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size rahmet edilsin(A'raf, 204)
2 Ayetlerimiz onlara okunduğu zaman: "İşittik" dediler. "İstesek biz de bunun bir benzerini söyleyebiliriz. Bu eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir." (Enfal, 31)
3 Bir sûre indirildiğinde onlardan bazısı: "Bu, hanginizin imanını artırdı?" der. ancak iman edenlere gelince; onların imanını arttırmıştır ve onlar müjdeleşmektedirler. (Tevbe, 124)
4 Onu bir Kur'an olarak, insanlara dura dura okuman için (bölüm bölüm)ayırdık ve onu safha safha bir indirme ile indirdik. (îsra, 106)
5 Tâ, Hâ, Biz sana bu Kur'an'ı güçlük çekmen için indirmedik, İçi titreyerek korku duyanlara ancak öğüt-hatırlatma (olsun diye indirdik). (Taha, 1-3)
6 Küfre sapanlar dediler ki: "Bu (Kur'an), olsa olsa ancak onun uydurduğu bir yalandır, onu kendisi düzüp uydurmuş ve ona bîr başka topluluk da yardımda bulunmuştur." Böylelikle onlar, hiç şüphesiz haksızlık ve iftira İle geldiler. Ve dediler ki: "(Bu,) geçmişlerin uydurduğu masallardır, bir başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam okunmaktadır." (Furkan, 4-5)
7 Küfre sapanlar dediler ki: "Kur'an ona tek bir defada toplu olarak indirilmeli değil miydi?" Biz onunla senin kalbini sağlamlaştırmak için onu böyle (ayet ayet indirdik) ve onu belli bir okuma düzeniyle (tertiİ üzere) düzene koyup okuduk. (Furkan, 32)
8 Küfredenler dediler ki: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin ve onda (okunurken) yaygaralar koparın. Belki üstün gelirsiniz." (Fussilet, 26)
Ayrıca Bkz: (16/44, 64; 27/92; 46/12)

Peygamber'in ilişkisi, tabiatıyle medeni-bedevî, Mekkeli-Mekkeli olmayan, Hicazlı-Hicazlı olmayan, okuma-yazma bilen-okuma-yazması olmayan/ümmi hatta asil Araplar ve Arapçayı zar zor konuşan ya da sonradan öğrenen yabancı/a'cemilerle ilgili idi. Onlarla ilk ilişki kurup hitab ettiği şey onlara Kuran ayetlerini okumaktı. Bu değişik ve çeşitli sınıflarda, topluluklarda Kur'an dilinin anlaşılmayan birşey olduğunu söylemek makul bir şey olmaz.
Bizim görüşümüze göre Peygamber toplumunda ve asrında Kur'an dilini derin bir anlayışla anlayan ve onu kullanan bir sınıfın varlığı -isterse bu sınıf şehirlerdeki aydın tabakayla sınırlı kalsın- geri kalan diğer sınıfların ve kesimlerin çoğunluğunun, onu ana hatlarıyla anlamaları söz konusuydu.
Kur'an dilinin üstün seviyesi, beyan gücü, uslub üstünlüğü, ifade belagatı, mana enginliği, ifade inceliği, parlak delil getirişi, geniş alanları kapsaması, kaynak zenginliği, sanatlarını dile getiren eski-yeni pekçok kitap; alimler, ahlakçılar, edebiyatçılar ve filologlar tarafından kaleme alınmıştır. Öyle ki onlara ilave edilecek bir şey kalmamıştır. Şu kadar var ki: Bunların hepsinin Peygamber'in çevresi ve asrının Arap aklının bir yönüne ışık tutmuş olabileceği düşünülebilir. Onun akü hayatının görünümlerinden biri olarak ortaya çıkabilir. Bunu aynı zamanda onların maddi ve geçim hayatının bir tablosu olarak da değerlendirebiliriz: Herhangi bir asırda zihnindeki anlamları ve ihtiyaçları bu şekilde ifade edebilecek, kafasında dönen düşünceleri bu dille gündeme getirebilecek bir çevre, beyanında güçlü, üslubunda parlak, ifadesinde beliğ, anlamlarında etkili, söyleyişinde ince, dikkatli, delil getirmesinde güçlü, ele alışında geniş, kaynağında ve sanatlarında zengin bir dili kullanan bir ulus genel olarak parlak bir akla, keskin bir zekaya, cevval ve zinde bir zihin gücüne, ufukların, deneyimlerin ve marifetin genişliğine sahip olmalıdır.
Denebilir ki: Muhakkak Kur'an Allah kelamıdır. Arapların akli gücünün onunla mukayese edilmesi doğru olmaz. Kur'an tüm kafirlere önün gibi bir söz, bir sûre, birkaç sûre yapmaları için meydan okumuş, gelecek Mekki ayetlerde görüleceği gibi onlar ona karşı aciz kalmışlardır:

1 Yoksa: "Bunu kendisi yalan olarak uydurdu" mu diyorlar? De ki:"Bunun benzeri olan bir sure getirin ve eğer gerçekten doğru sözlüler iseniz, Allah'tan başka bütün güç yetirdiklerinizi de çağırın." (Yunus, 38)
2 Yoksa: "Onu kendisi uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Haydi siz, yalan üzere uydurulmuş olan onun benzeri on sûre getirin "ve eğer doğru sözlüler iseniz, Allah'tan başka güç yetirdiklerinizi de çağırın." (Hud, 13)
3 De ki: "Eğer bütün ins ve cin (toplulukları) bu Kur'an'ın bit benzerini getirmek üzere toplansa, onun bİr benzerini getiremezler." (İsra, 88)
4 Yoksa "Onu kendisi uydurdu" mu diyorlar? Hayır, onlar İman etmiyorlar. Şu halde, eğer doğru sözlüler İseler, onun benzeri bir söz getirsinler. (Tur, 32-34)

Fakat biz biliyoruz ki: Bu meydan okuyuş ve onların ona karşı aciz durumda kalışları burada belirtmeye çalıştığımız konuyla çelişmemektedir. Yani Kur'an'ın hem maddesi, müfredatı ve terkipleriyle hem de, Peygamber asrının ve çevresinin dilinden oluşmasıyla aykırılık arzetmez. Onun dili değişik sınıflarına rağmen herkes tarafından alışılagelen ve genel olarak anlaşılan bir dildi. Özellikle de Aydın Sınıf için anlaşılan, alışılan, konuşma ve yazıda kullanılan bir dildi. Daha önce arzettiğimiz açık Kur'an beyanatı bu yaklaşımı kesin bir şekilde pekiştirmektedir.
Ayrıca diğer bir taraftan, insanlar usta şâiri, belâgatlı konuşan hatibi dinliyor, dahî yazarı okuyor onların sözlerini mükemmel olarak arılıyorlardı. Özellikle de onlardan kültürlü olan sınıf burada hatırlanmaktadır. Dinledikleri ve okuduklarının inceliklerine kadar nüfuz ediyorlardı. Hiç bir zaman, onların okudukları ya da dinledikleri şeyleri kendi dillerinden değil, ya da kendi dillerinin sınıfından değil deyip geri çevirmemişlerdir. Sonra şairin parlak şiiri, hatibin akıcı konuşması, yazarın üslubu onların kendi dillerinin sınıfından dışarı çıkarmamıştır. Onların farklı yönleri sadece uslub üstünlüğündedir. Güçlü, parlak, üstün ifade, tatlı ve hoşa giden kullanımlar bu kişilere parlak ve üstün bir meziyet kazandırmış olmaktadır. İnsanlar da onun gibisini yapmaktan aciz kalmaktadır. Allah'ın ve kitabının bu konuda en üstün seviyede olduğu tartışma götürmez. Fakat bu, söz konusu sınıfın seviyesiyle, toplumun üstün edebî dilini kullananların seviyesi arasında kullanılan müfredat, kaynak, terkib, kurallar vesairede kopukluk olduğu anlamına gelmez. Böyle olmadığı zaman herhangi bir toplumdaki, çevredeki dil birliğinin sağlıklı bir biçimde anlaşılması mümkün olmazdı. Realiteler de bunu desteklemektedir. Herhangi bir asırdaki yazı, konuşma ve şiir arasında uslub, ifade ve parlaklık bakımından bir yakınlık bulunur, özellikle de üstün sınıf arasında bu yakınlığı gözlemek zor değildir. Bunun yanında pek çok kimseler üstün, parlak ve eşsiz bir uslub bulmakta zorluk çekmezler. Bu temel kuralların tabii bir olgu olmaları hasebiyle Peygamber asrı ve çevresi için de geçerli olacağına inanıyoruz.
Böylece başka bir açıdan anlaşılıyor ki, kafirlere karşı meydan okunan şeyler, Kur'an'da yer alan Rabbanilik, doğru sözlülük, çağrısının doğruluğu, delillerinin ve içeriğinin parlaklığı gibi konulardır. Yoksa onun kullandığı dil zenginliği, filolojik müfredat, söz, sözcük ve kurallar olarak dil sanatları değildir. Böylece mesele aydınlanmış, Kur'an'm, Kur'an dilinin Arapça olduğu, onun Arapların dili ve lisanı, Peygamber'in ve kavminin lisanı olduğunu belirtmesinin anlamı ortaya çıkmış ve aynı zamanda neden kâfirlere meydan okuduğu da anlaşılmış olur.
Kur'an'da, yalnız bize ait olmayan bu yaklaşımı destekleyen pek çok nasslar vardır. Meydan okuma ile ilgili ayetlerin önünde ya da sonunda buna' benzer yaklaşımları pekiştiren ayetler vardır. Gelecek ayetlere bakalım:

1 BuKur'an'ın, Allah'tan başkası tarafından, yalan olarak uydurulmuş değildir. Ancak o, önündekıleri doğrulayan ve kitabı ayrıntılı olarak açıklayandır. Bunda hiç şüphe yoktur, o alemlerin Rabbindendir. (Yunus, 37)
2 Hayır onlar ilmini kuşatmadıkları ve kendilerine de henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Zulme sapanların nasıl bir sonuca uğradıklarına bir bak. (Yunus, 39)
Ayrıca Bkz: (11/14; 17/89; 52/29-32)

Öte yandan En'am ve Enfâl sûreleri'nde yer alan iki ayet daha vardır:

1 Allah'a karşı yalan yere iftira düzenden ya da kendisine hiç bir şey vah-yolunmamıgken bana da "Vahy geldi" diyen ve "Allah'ın indiidiğinİn bir benzerini de ben indireceğim" diyenden daha zalim kimdir? Sen bu zalimİeri ölümün şiddetli sarsıntıları sırasında meleklerin de pençelerini uzatarak onlara:"Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah'a kargı haksız olanı söylediğiniz ve O'nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azabla karşılık göreceksiniz," dediklerinde bir görsen. (En'am, 93)
2 Ayetlerimiz onlara okunduğu zaman: "İşittik" dediler. "İstesek, biz de bunun bir benzerini söyleyebiliriz. Bu eskilerin efsanelerinden başkası değildir." ' (Enfal, 31)

Her iki ayetin ilhamına göre Peygamber'in çevresinden bir takım adamların Kur'an'ı hikaye etme, uydurma gücüne sahip olduklarını iddia ettikleri anlaşılmaktadır. Halbuki onların bu işten aciz olduğu kuşkusuzdur. Demek oluyor ki onların bu iddiada bulunması ancak Kur'an'ın kullandığı dil zenginliğinin, terkiblerinin, ifade sanatlarının kendilerinin, terkiblerine, dil zenginliğine ve ifade sanatlarına benzer olduğunu görmelerinden kaynaklanmış olabilir. Onlar bunların hepsinin kendilerinin eli altındaki olanaklar olduğunu düşünmüşler, yalnız bu Rabbani ve doğru ifadeyi, çağrının dosdoğru oluşunu parlak delil getirişini, hak olan davasını unutmuşlardı. Allah da bu açılardan Kur'an'ın benzeri olabilecek bir şey getirmeleri için kendilerine meydan okudu.

İlk etapta akla gelen bir yaklaşım da şudur ki: Onların sürekli olarak Peygamber'in Kur'an'ı uydurduğu şeklinde yaklaşımda bulunmaları ve bu yaftalamaların tekrar tekrar hikaye edilişi herhalde onların bu zihniyetlerinden kaynaklanıyordu.
Meydan okuyuşun ancak terkibler, dil zenginliği, uslub ve düzen üstünlüğünden kaynaklandığını söyleyen bazılarının sarf/vaz geçirme teorisine bağlı olduklarını biliyoruz. Onlara göre Allah bu kafirleri, sözü edilen açılardan Kur'an'ın bir benzerini getirmekten vazgeçirmiş, onlar da kendi dillerinden olduğu halde onu yapmaktan aciz kalmışlardır. Bu yaklaşımda da açıkça görüldüğü gibi Kur'an dilinin, dil zenginlikleri, üslubu nazmı ve filolojik sanatları yönünden Arapların benzerini yapabileceği şeyler arasında olduğu, eğer Allah onları vazgeçirmeseydi bir benzerini yapabileceklerinin itiraf edildiği görülmektedir. Onların böyle demelerinin nedeni Kur'an dilinin, sözlük zenginliği ve ifade sanatlarında Peygamber çevresi ve asrının dili olduğunu inkar edememelerinden kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşımın da böylece temelde bizim yaklaşımımızı desteklediği görülmektedir. Artık burada Allah'ın meydan okuduğu bir konuda, Arapları onu yapmaktan vazgeçirmesinin ne derece doğru olup olmadığını tartışmaya gerek yoktur. Çünkü bu durumda dahi sonuç, eğer Allah, onları vazgeçirmemiş olsaydı onlar Kur'an'ın bir benzerini getirirlerdi.
1 Bu ayetin nüzul sebebi için bkz' Ibn Hışam, VI; 32

■ Kur'an ayetleri ve uslublarında Peygamber çevresi ve asrında Arap dilinin sahip olduğu sanatları çıkarmaya yarayacak yerler vardır. Buradan hareketle Arapların akli gücünü, zihin zindeliğini ve sanat zevkini tesbit etmekte onları birer kriter olarak kullanmak mümkündür.
Bu sanatlardan biri "şiir"dir. Aşağıdaki görüleceği gibi bir dizi ayette şiire ve şairlere işaret edilmiştir:

1 Şairler ise; gerçekten onlara da azm-sapıklar uyar. Görmedin mi, onlar her bir vadide vehmedip durmaktadırlar ve gerçekten onlar, yapmayacakları şeyleri söylemektedirler. Ancak iman edenler, salih amellerde bulunanlar ve Allah'ı çokça zikredenler ile zulme uğratıldıktan sonra zafer kazananlar başka. (Şuara, 224-227)
2 Biz ona (Peygambere) şiir öğretmedik; (bu) ona yakışmaz da. O, yalnızca bir öğüt ve apaçık olan bir Kur'an'dır. (Yasin, 69)
3 Ve derler ki: "Biz, deli bir şair için ilahlarımızı terk mi edeceğiz? Hayır, o, hakkı getirmiş ve gönderilen (peygamber)leri de doğrulamıştı. (Saffat, 36-37)
Ayrıca Bkz: (21/5; 52/30-31; 69/41)

Peygamber'in çevresinde ve asrında yaşayan Arapların şiirle uğraşılarının ayrıca açıklamaya ihtiyaç duymayacak bir şey olduğuna göre, bu açık olguya burada bir önemli şeyi daha ilave etmek doğru olacaktır. Bu asrın ve toplumun Arap şiiri, sanatında, belagatında, parlaklığında Kur'an diliyle paralel ve uyum içinde olmalıdır. Arapların Peygamber'i, şiir söylemek ve şairlik yapmakla suçlamaları, Kur'an'ın ayetlerini ve parlaklığını onlara sunarken kulak verdikleri bu üstün üslûba şiir demeleri bunu göstermektedir. Ayrıca bu kadar kesin olmakla beraber, o zamana nisbet edilişi az ya da çok tartışma götürecek yapıda bulunan, rivayet edilmiş şiir örnekleri de onların şiir seviyesini ortaya koymaktadır. Sonra herhangi bir asırda şairlik ve şairlerin gücü, Kur'an'm üstün seviyesi, gücü, parlaklığıyla yürüyecek bir üstünlüğe ve güce ulaşmış olan bir ulusun bu seviyesi, onların üstün duygularının, duygusal coşkularının, his ve hayal güçlerinin üstün bir dereceye ulaştığını terennüm eder. İlave edilmesi doğru olan olgulardan biri de, Kur'an'ın nazım olarak hiçbir şiir ihtiva etmemesine, manzum Arap şiirinin tipolojik şartlarına, birbiriyle denk iki bölümden ve beyit esasından oluşan Arap şiirinin hiçbir Örneğini içermemesine, sonra kasidenin her beytinin beyit sonlarında kafiye birliğini zorunlu olarak görmesine rağmen Arapların Peygamber'e şairlik ithamında bulunmasının nedenlerini soruşturmanın güzel olacağıdır. Acaba Araplar parlak ya da şiirsel anlamlar taşıyan beliğ sözleri, konuşmaları ölçülü ve kafiyeli olmasa da şiir olarak mı görüyorlardı? Yoksa ölçülü ve kafiyeli sözleri şiir olarak kabul ettikleri gibi uyum ve ahengi bulunan-konuşmaları, ölçüsüz de olsa, veya ölçülü sözleri uyumlu ahenkli olmasa da şiir olarak mı kabul ediyorlardı? Kur'an'da aruz bilginlerinin bildiği türden şiir olarak adlandırılacak ölçülü ve kafiyeli bir konuşma, söz yoksa da pek çok ayetlerde hatta sürelerde uyumlu ahenkli bir uslub ya da kafiyeli üslubun kullanıldığı kuşku götürmez bir gerçektir. Sonra Kur'an'da her iki türünde de cümle birbirine bağlı, iki bölümden oluşmasa da Recez'e benzeyen yerler vardı.

Gelecek örnekleri inceleyelim:
1 Güneşe ve onun parıltısına, Ona uyduğu zaman Aya, onu parıldattığı zaman gündüze, onu sarıp-örttüğii zaman geceye, göğe ve onu bina edene, yere ve onu yayıp döşeyene, nefse ve ona bîr düzen içinde biçim verene, sonra ona fücurunu ve ondan sakınmayı İlham edene an-dolsun ki nefsini arındırıp temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve ornı Örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. Semud (halkı) azgınlığı dolayısıyla yalanladı; En zorlu bedbahtsızları ayaklandığında, Allah'ın elçisi onlara dedi ki: "Allah'ın devesine ve onun su içme sırasına dikkat edin." Fakat onlar onu yalanladılar, deveyi de yere yıkıp öldürdüler. Böylelikle Rableri de günahları dolayısıyla onları yerle bir etti, kırıp geçirdi; orasını da dümdüz etti. (Allah, asla) Bunun sonucundan da korkmaz. (Şems, 1-15)
2 Soluk soluğa koşan (at)lara andolsun, (tırnaklarıyla) ateş saçanlara, sabah vakti baskın yapanlara, derken orada tozu dumana katanlara, bununla bir (düşman) topluluğun orta yerine kadar dalanlara. Hiç şüphesiz insan, Rabb'ine karşı oldukça nankördür. Ve gerçekten kendisi de buna şahiddir. Muhakkak o, mal sevgisinden dolayı da çok katıdır. Yine de bilmeyecek mı? Kabirlerde olanların deşilip dışa atıldığı, göğüslerde olanların da derlenip devşirıldıği zamanı? ('Adıyât, 1-10)
Ayrıca Bkz: (53/1-12; 74/1-30; 69/19-24)
Bu konu ile ilgili olarak verilen örneklerin anlaşılabilmesi için ayetlerin orijinallerinin gözönünde bulundurulması ve eğer mümkünse Arapça olarak okunması gerekmektedir. (Çev.)


Bu ayetleri ve Kur'an'da yer alan pekçok benzerlerini, özellikle de Mekki olanlarını okuyan birisi manzum şiir olmayan fakat ondan uzak da bulunmayan, yabancı olmayan güçlü, etkili bir söz karşısında olduğunu farkedecektir. Şiirin zaruretleri adı verilen uyum ve ahenk için bir takım ileriye almalar, geriye bırakmalar da görecektir. Müddesir ve 'Adiyat ayetleri bunun en güzel örnekleridir.
Bunun yanında parlak Örneklendirmeleri, temsilleri, tavsirleri ve engin anlamları da mûşahade edecektir.
Soruşturduğumuz noktaya, Kur'an'dan destekli tam ve doyurucu bir cevap verme gücüne sahip olmasak da, şiir kavramının anlaşılan anlamının, manzum şiir olduğunu teslim etmekten başka çaremiz yoktur. Sonra genel anlamda şiir denince de manzum şiir söyleyen - yazan kişilere de şair dendiğini kabule yanaşmalıyız. Bunu ifade eden ve kesinlik ifade edecek dereceye ulaşan tevatür nedeniyle, bir de özellikle Şuara Sûresi ayetlerinde yer alan Kur'an'ın ortadaki karinesiyle diyebiliriz ki: Araplar eğer Kur'an'ın nazmı ve üslubunun parlaklığı, insanların içlerine, gönüllerinin derinliklerine etki eden gücü, yetkin temsilleri, parlak istiareleri ve tasvirlerini görmemiş olsalardı Peygamber'e şair demezlerdi. Tüm bunları gördükten sonra ölçü ya da nakarata takılmamışlardı. Özellikle bu kısa ayetlerde kafiyenin son harfinin benzeşmesi ya da kafiye, şiirin vurgusu ve edası olduğundan onların yaklaşımlarını güçlendirmiştir. Eğer bu yaklaşım doğru olarak kabul edilirse Peygamber asrında ve çevresinde yaşayan Araplara göre ya da en azından aydın sınıfına göre -ya da eğer ifade doğru ise onların edebiyatçılarına göre- şiirin alanı ve tanımı Aruz bilginlerinin kabul ettiği bilinen tanımdan daha geniş ve kapsamlı olacaktır. İşte bu tanım aynı zamanda yeni edebiyatçıların da kabul ettiği bir tanımdır. Onlar şiiri, manzum ve mansur olmak üzere ikiye ayırıyorlar. Şiirin Özellikleri arasında bütünlüğünü, parlaklığını sanatını ve güzelliğini beraber değerlendiriyorlar. Böylece anlaşılıyor ki, Peygamber asrının ve toplumunun edebiyatçıları, uzun asırlar sonra ulaşılabilen bir anlama kadar nüfuz etmişler, sanatsal bir zevke, ilham edilmiş bir öze/ruha, ileri bir görüş, geniş bir ufka ulaşmışlardı.
Fakat bizim bu yaklaşımımız gereği olarak Peygamber'in şair olması gerekmez. Kur'an, ona bunu söyleyenlerin dediklerini reddetmiştir. Onun şiir öğrenmiş olmasını da reddetmiştir. Şiir söylemenin ona yakışmayacağını ifade etmiştir. Bunlar tümüyle gerçektir. Her yönüyle doğrudur. Rivayetlerde mütevatir olarak Peygamber'in hiç bir şiir düzenlemediğini başkasının şiirlerini, beyitlerini misal olarak getirdiğinde aynı ölçü ve kafiyeye uymadığını, bazan ona işaret etmekle yetindiğini bildirmektedir. Bu aynı zamanda daha önce belirttiğimiz gibi Arapların Kur'an'da şiire, şiirin şekillerine, uslublarına, istiarelerine, teşbihlerine, edasına vurgusuna, bölümlerine benzer şeyler görüp onu "şiir"; Peygamber'i de şair olarak adlandırmalarına da aykırı değildir. Buna ilave olarak denebilir ki: Allah Teala bu olumsuzluk ve pekiştirme ile Peygamber'i Şuara ayetlerinde belirtilen sıfatlarla tanıtılan şairler sınıfından ayırıp dışarı çıkarmak ve onun peygamberlik ve risalet ile özellikle görevlendirildiğini bildirmek istemiştir. Onun rastgele söz söyleyen, her vadide dolaşan ve şairlerin yaptığı gibi yapmadığını söyleyen bir kimse olmadığını belirtmek istemiştir. Kur'an'ın ancak bir zikir ve açık bir okuyuş olduğunu, ona tabi olanların, şairlere tabi olan ve onlardan etkilenen sapıklardan olmadıklarını ifade etmiştir. Bunların hepsi belirtmeye çalıştığımız konuyu pekiştiren yaklaşımlardır. Ayrıca "O ancak bir zikir ve apaçık bir okuyuştur" ayetinin Yasin Sûresi ayetleri arasında yer alması da bizim belirtmeye çalıştığımız yaklaşımın doğru olduğuna güçlü bir delil olmaktadır. Çünkü Yasin Sûresi'nde, Allah'ın Peygamber'e şiir öğretmediği ve ona yakışmadığını belirtilmektedir. Bu ayeti takib eden ayet de bu yaklaşımı güçlendirmektedir. Metin olarak şöyle: "Aklı olanı uyarmak, kafirler için de sözü gerçekleştirmek için...11 (Yasin, 70)

Bunun yanısıra, Kur'an'ın şiire ve şairlere saldırısından şunları da çıkarmak mümkündür:
Birinci olarak: Buradan anlaşılıyor ki Peygamber toplumunda ve asrında şiire ve şairlere büyük önem veriliyordu. Kur'an'ın hedeflerinden biri de buna karşı koymak ya da toplumdaki önemine gölge düşürmekti. Böylece şiire değil Kur'an'a, şairlere değil Peygamber'e zemin hazırlanmış olacaktı.
İkinci olarak: Kafir olan şairlerin, İslamî dönemde şairlerin oturmuş konumlarından, etkilerinden ve toplumda el üstünde tutulmalarından dolayı takındıkları menfi tavırların vurgulanması. Şuara Sûresi'nin son ayetinde müminlerin kötülenmeden istisna edilişi, Peygamber'in şartlarla uyuşmaya, şiirin ve şairlerin konumuna değer vermeye mecbur kaldığını, müslümanların şairlerini, kafirlerin şairlerinin saldırılarını savmaları ve aynıyla karşılık vermeleri için onları cesaretlendirmek zorunda kaldığını göstermektedir, işte bu istisnada bir aralık bir cesaret veriliyordu.

Üçüncü olarak: Bu toplumda ve asırda yaşayan şairlerin karşılıklı atışmaları, kınamaları, rekabet ve yarış yapmaları bir gelenek halini almıştır. Şair bu amaçla hiciv, ayıplama ya da böbürlenme konularında uzun bir kaside yazardı. Onun hasmı da hicivle, ayıplama ve böbürlenmeyle karşılık verirdi ve bu hal öyle sürüp giderdi. Geleneklerden biri de şairin topluluğunu, kabilesini ya da inancını savunmasıydı. Onun hasmı olan şair de kendisine reddiye yazar, topluluğunu, kabilesini ya da inancını savunurdu. Düşmanlarına karşı muzaffer olan yani onlara aynısıyla karşılık veren mümin şairlerin istisna edilişi, kesinlik ifade edebilecek dereceye ulaşıncaya kadar tevatürle nakledilen bu gelenekler Kur'anî bir karinedir.
Dördüncü olarak: Şairler abartma, tahrik etme ve atalarla övünme yollarının hepsini kullanırlardı. Fakat burda hareket mantıkları samimi bir inanç, ahlak, ciddiyet ve sağlıklı bir hakikate oturmamıştı.

Araplar, şairler ile cinler arasında bir takım ilişkilerin ve bağların olduğuna da inanıyorlardı. Peygamber'e şiir ve şairliğin izafe edilmesinde bu inancın da bir etkisi olmuştur. Bunu dördüncü bölümde ele alacağız.

Kur'an'dan çıkarılabilecek filolojik sanatlardan biri de "seci'dir. Seci' ölçü ve nakaratın şart olmadığı kafiyeli sözdür. Kur'an'da bunun elverişli ve parlak bir demek örneğini görebiliriz. Bunların bir kısmı uzundur. Bir kısmı kısadır. Az önce naklettiklerimize ilave olarak gelecek örnekleri de vereceğiz:
1 Fecre andolsun, (zilhice ayında ilk) on geceye, çifte ve teke akıp gittiği zaman geceye. Bunlarda akıl sahibi olan için bir yemin var, değil mİ? Senin Rabb'inin Ad'e ne yaptığını görmedin mi? Yüksek sütunlar sahibi İrem'e? Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi. Ve vadilerde kayaları.oyan Semud'a? Ve kazıklar sahibi Fir'avun'a? Ki onlar şehirlerde azgınlaşmalardı. Böylece de, oralarda fesadı yayınlaştırmışlardı." (Fecr, 1-12)
2 Senin Rabb'inin fil sahihlerine neler yaptığını görmedin mi? Onların tasarladıkları planlarını boşa çıkarmadı mı? Onların üzerlerine ebabil kuşlarını gönderdi. Onlara sertleştirılmiş taşlan atıyorlardı; sonunda onları yenik ekin yaprağı gibi kıldı. (Fil Sûresi)
3 Şüphesiz, biz sana kevseri verdik. Şu halde Rabb'in için namaz kıl ve kurban kes. Doğrusu asıl ebter (soyu kesik) olan sana kin duyandır. (Kevser Sfrresi)
Ayrıca Bkz: (54/1-5; 55/1-8; 76/1-6)

Kur'an'da ayetleri birbiriyle seci'li dört sure (2) vardır. Ayetlerinin bir tekrarı bulunmaktadır. Her ayetin ya da ayetler grubundan sonra uyarma, hatırlatma ya da ayıplamanın yer aldığı bir ayet aynen tekrar edilir. Bu da konuşma uslublarında başka bir sanattır. Bizim görebildiğimiz kadarıyla bu üslupta bir metne rastlanmamıştır. Edebiyat bilginlerinden buna işaret eden kimse görmedik. Halbuki bunun apayrı bir sanat olduğu açıktır. Bunlar onun örnekleridir:
1 Rabbinin makamından korkan kimse için ise iki cennet vardır. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabiliyorsunuz? Çeşit çeşit inceliklere ve güzelliklere sahiptirler. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabiliyorsunuz? İkisinde de akmakta olan iki pınar vardır. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabiliyorsunuz? İkisinde de her meyveden iki çift vardır. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabiliyorsunuz? (Rahman, 46-53)
2 Biz, öncekileri yıkıma uğratmadık mı? Sonra arkadan gelenleri onların izinde yürüteceğiz, işte biz suçlulara böyle yapmaktayız. O gün yalanlamakta olanların vay haline. Sizi basbayağı bir sudan yaratmadık mı? Sonra onu savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Belli bir süreye kadar; işte (buna) güç yetirdik. Demek ki, biz ne güzel güç yetirenleriz. O gün yalanlamakta olanların vay haline. Biz yeryüzünü bir toplanmayeri kılmadık mı? Dirilere ve ölülere. Ve onda sabit yüksek dağlar var etmedik mi? Size tatlı bir su da İçirmedik mı? O gün, yalanlamakta olanların vay haline. (Mürselat, 16-28)

(2) Şuâra, Kamer, Rahman ve Mürselat sureleri

Arapça rivayetlerin seci' ile ilgili olarak kaydettiklerine göre onlar, genellikle kahinlerin, müneccimlerin sözleri, rüyalarda duyulan fısıltılardır. Seci'li eski sözlere örnek olarak gösterilen şeylerin çoğu bu sınıfa izafe edilen şeylerdir. Kur'an ayetlerinin de hikaye ettiği gibi Araplar Peygamber'e kâhin diyorlardı. Belki de bunun nedenlerinden biri de Peygamber'in okuduğu seci'li ayetler ve sûrelerdir. Onların böyle Bir iddiada bulunmaları, kahinlerin insanlara verdikleri cevapların seci' şeklinde olduğunu kaydeden Arapça rivayetlerin aslının, sağlıklı olduğuna delil olabilir. Ama buna rağmen biz onlara nisbet edilen seci' yazılı parçaların metin ve rivayet olarak onlara ait olmasından kuşku ediyoruz. Onların uydurma ve birleştirme izlerinden uzak olduğunu sanmıyoruz, seci'nin en sağlıklı ve doğru tabloları ve parçalarını, sanatlarını ancak Kur'an'da bulabiliriz. Çoğu nazım türünden naklettiğimiz örneklerden kişinin seci' ile ilgili bir sanatı, zevki, güzelliği eda ve tesir gücü görmesi mümkündür. Bu da Arapların aklî gücünü ortaya koyan görüntülerden biridir. Çünkü bu, açıkça görüldüğü gibi Arap dili ile ilişkilidir.

Kur'an'da altmış sekiz sûre seci'lidir ya da en azından seci'nin kapsamına girmektedir. Bunların elli yedi'si kısadır. Beş tanesi orta, altı tanesi de uzundur. Onların büyük çoğunluğu (64 tanesi) Mekki'dir. Muhtemelen bu da, Peygamber asrında ve çevresindeki seci'li gönüller ve kulaklar üzerindeki hakimiyetini, etkisini ve nüfuzunu gösteren bir delildir. Biz yukarıda kullandığımız cümleyi "ya da en azından seci'in kapsamına girmektedir" şeklinde kullanmaktan, ayetleri kafiyesiz, fakat ölçülü olan sûreleri kastettik. Çünkü biz bunların da bir açıdan seci'in kapsamına girdiğini, bununla beraber gerçekten seci' niteliğini taşıyan, yani kafiyeli olan sûrelerin daha fazla olduğunu belirtmek istedir.

Buna ilave olarak öncelikle bir noktaya daha dikkat çekmeliyiz: Baştan sona seci'li ya da ölçülü olan bu kadar sûrenin yanında geriye kalan diğer sûrelerde de az bir grup ayet dışında aynı seci' ve ölçüyü görürüz. Bu da görüşümüzü, seci'in gücünü ve nüfuzunu pekiştirmektedir, ikinci olarak dikkat edilmesi gereken nokta seci'in bir tek sûrede yalnız bir kafiye olmayabileceğidir. Bir takım sûreler vardır ki, değişik kafiyeleri bulunan zincirleme seci'leri ihtiva etmektedir. Daha önce naklettiğimiz Müddesir, Mürselat ve Fecr Sûresi ayetleri buna en güzel örnektir. Bazı sûreler de vardır ki, tek kafiyeli ya da değişik kafiyeli bir dizi seci'li zincirlemeler içerdiği gibi tek kafiyeli olmayan ölçülü bir dizi ayetler zincirini de ihtiva etmektedir. Evet, işte bütün bunlar Risalet öncesi dönem ve coğrafyada, Kur'an dili olan lügat ile ilgili sanatsal ve edebî tezahürlerdir, ki bunlar göz ardı edilemez.
Bu sanatlardan biri de hiçbir kafiye ve ölçüye bağlı olmayan "mürsel' Düz nesir (serbest) sanatıdır. Kur'an ayetlerinin çoğu bu tür bir sanat çeşidine uygundur. Çünkü bu, çoğu uzun ve orta sûrelerin üslûbudur. Bunlardan bazıları hayli uzundur. Gelecek örneklerde görüldüğü gibi bazı ayetlerin kelime sayısı yetmişi, yüzü aşmaktadır:

1 Ey İman edenler, belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazı¬nız. Aranızdan bir katip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın, yazsın Üzerinde hak olan da yazdırsın. Ve Rabbi olan Allah'tan sakınsın, ondan hiç bir şeyi eksiltmesin Eğer üzerinde hak olan, aklı ermez ya da zaaf sahibi veya kendini yazmaya güç yetirmeyecekse, velisi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şahid tutun; eğer iki erkek yoksa, şahidlerden rıza göstereceğiniz bir erkek ve biri unuttuğunda öbürü ona hatırlatacak iki kadın (da olur.) Şahıdler çağırıldıkları zaman kaçınmasınlar. Onu az olsun, çok olsun süresiyle birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu Allah katında en adil, şahidlik için en sağlam, şüphelenmemeniz İçin de en yakın olandır. Ancak aranızda devredip durduğunuz ve peşin olarak yaptığınız ticaret başka, bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alışveriş ettiğinizde de şahid tutun. Yazana da şahide de zarar verilmesin. Yaparsanız o, kendiniz için fisktır. Allah'tan sakının. Allah size öğretiyor. Allah her şeyi bilendir. (Bakara, 282) (Ayrıca Bkz: 3/154)

Bazıları ise orta uzunluktadır. Bu Kur'an'daki mürsel metnin çoğunluğunu oluşturmaktadır.
Burada, mürseli tanıtmakla ilgili kaydettiklerimize ilave olarak Kur'anî mürselin ayet sonlarında oturaklı ya da ölçülü bir ses güzelliğinin olduğuna dikkat çekmeliyiz. Naklettiğimiz örneklerde açıkça görüldüğü gibi burada kafiyesizlik, ölçüsüzlük ve kafiyede ses benzeşmesinin yokluğu fazla bir eksiklik olarak kabul edilmezse durum bundan ibarettir. Kur'an ayetlerinin çoğunu oluşturan, mürsel Kur'an ayetlerinde de bunu rahatlıkla müşahade edebiliriz.
Burada nesir, seci' ve mürselin her iki türünde de söz konusu olan önemli bir noktaya, bunların her birini yerli yerince kullanmada uslub parlaklığına dikkat çekmeliyiz. Kur'an ayetlerini düşünen bir insan seci'li kısa ayetlerin, yine onun gibi mürsel kısa ayetlerin genellikle müjdeleme, uyarma, vadetme, tehdit etme, uyarma ve örnek verme konumunda kullanıldıklarını görecektir. Zira bunları üslubunda, vurgusunda ve edasında süratle dikkatleri çeken bir yapı sözkonusudur. Onun için duygulara ve gönüle hitab etmektedir. Orta ve uzun olan mürsel ayetler ile seçili olan orta ayetler genellikle tartışma, delil getirme, Öğretme, yasama, bildirme, hikaye etme, örnek verme konumlarında verilmektedir. Zira bu konumlar tabiatı gereği olarak uzundur. Burada duygulardan daha ziyade akla hitab edilir. Amaç anlaşılmasını, görülmesini, muhatabın düşünceye yönelmesini, muhakeme etmesini, sonuç çıkarmasını sağlamaktır. Korkutmak, teşvik etmek, vaadde bulunmak ve tehdit etmek değildir.

Dilin bu kadar çeşitli türleri kapsaması, zincirlemeler, güzel kalıba dizmeler, şaheser girişlerden daha ziyade üslupta, beyanda ve söz makamlarının birbirine uygunluğunda görülen bu yetkinlik, yatkınlık Peygamber asrı ve çevresindeki Arap lisanına gerçekten üstün bir şekil ve yüce bir derece kazandırmıştır.
Bu sanatlardan biri de "Emsal'/ornek vermelerdir. Emsal, Kur'an'da iki çeşittir. Birisi temsil ve kıyaslamadır. Ve bunlar nisbeten detaylıdır. İkincisi ise kısa misallerdir. Gayet üstün ve parlak bir uslubla ifade edilen güzel cümlelerdir. Üstün ve parlak uslubuyle uyum sağlayacak sosyal hikmetleri ve ahlaki öğütleri de kapsayabilmektedir. Bunlarla ilgili olarak gelecek örnekleri verelim:

1 (Allah) gökten bir su indirdi de kendi miktarlarmca sel oldu. Sel de yüze vuran bir köpük yüklendi. Bir süs ya da bir meta sağlamak için ateş üzerinde erittikleri şeylerde de bunun gibi bir köpük vardır. îşte Allah, hak ile batıla böylece cevap verir. Köpüğe gelince, o atılır gider, insanlara yarar sağlayacak şey ise, yeryüzünde kalır. İşte Allah, örnekleri böyle vermektedir. (Ra'd, 17)
2 Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, kökü yerde,dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. Ki (o ağaç) Rabb'inİn izniyle her zaman yemişini verir. Allah, öğüt alsınlar diye insanlara böyle misaller (Emsal) verir. Kötü sözün durumu da gövdesi yerin Üzerinden koparılmış, sabit olmayan kötü bir ağaca benzer. (İbrahim, 24-26)
3 Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça sanki incimsi bir yıldızdır ki doğuya da, batıya da ait olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; neredeyse ateş ona dokunmasa dayağı ışık verir. Nur üstünde nurdur. Allah kimi dilerse onu kendi nuruna yöneltir. Allah insanlar için Örnekler (Emsal) vermektedir. Allah her şeyi bilendir. (Nur, 35)
Şimdi ikinci türün örneklerine geçelim. Şuna da dikkat etmeliyiz ki, bunlar Kur'an tarafından emsal olarak verilmemiştir. Yalnız inişinden sonra önemli, etkili bir hikmeti, yetkin bir anlamı içerdiğinden insanlar onları birer emsal olarak kabul etmişti. Zaten bu Özellikleri taşıyan cümleler pratikte mesellere dönüşür:
1 ...Evet, dedi yalnız kalbim tatmin olsun diye... (Bakara, 260)
2 ...Küfreden dehşete kapıldı. (Bakara, 258)
3 ...Fetvasını sorduğunuz meselenin hükmü verildi... (Yusuf, 41)
4 ...Karışık rüyalar... (Yusuf, )
5 ...Yakub'un gönlünde bir istek... (Yusuf, 68)
6 ...Onların hilesi büyüktür... (Yusuf, 28)
7 ...Zannın bir kısmı günahtır... (Hucurat, 12)
8 ...Onun meseli kaim kitaplar taşıyan eşeğin meseli gibidir... (Cuma, 5)

Kur'an'da, Peygamberlik döneminden önceki dönemden kalma kısa emsaller bulunduğunu güvenle ya da kesinlikle söylemeye müsait bir şeye rastlayamadık. Bununla beraber Kur'an'da bu türden pek çok şeyin bulunduğu kuşkusuzdur. Bunlar Peygamberlikten önceki dil, edebiyat ve Arapça sanatları olarak kullanılmıştır. Bunun içindir ki biz bu dizi sırasında emsalleri de vermeyi uygun gördük.

Önemli bir noktaya daha parmak basmalıyız ki o da dil bilginlerinin, emsali dil sanatlarından biri olarak ele alırken, hepsinin tek bir vetire üzere yürümüş olmalarıdır. Hepsi de emsalin kısa çeşidini kaydetmekle yetinmişlerdir. Fakat Kur'an ise birinci çeşidini gerçekten büyük ölçüde ve yoğun bir şekilde ele almış, özellikle onu takdir etmiş ve ona işarette bulunmuştur. Çünkü bunların herbirisi zikredilirken ya emsale başlamadan önce ya da onun bitişinden sonra bir emsal olduğu ifade edilmiş, Allah'ın böyle misal verdiği vurgulanmış yahud da bu anlamda birşey söylenmiştir. Naklettiğimiz örneklerde de bunu görebilmekteyiz: Madem ki Kur'an, Peygamber asrının ve çevresinin kullandığı Arap dilinin en doğru ve en sağlam şeklidir; öyleyse bu tür emsalin de, o dilin sanatlarından biri olarak gösterilmemesi gafletine düşülmemelidir.
Bu sanatlardan biri de "kıssa" (hikaye ya da "Kasas" (Hikayeleridir. Kur'an'da hem daha önceki Peygamberliklerden ve uluslardan, onların başlarına gelenlerden hem de peygamberlerin dışındaki insanlardan güzel bir uslubla söz eden pekçok kıssalar vardır. Örneğin: Kehf, 60-82; Neml, 17-44.

Yusuf Sûresi'nde Kur'an'ın, tam olan kıssalarından parlak bir Örnek yer almaktadır. Şuna da dikkat çekmeliyiz ki, olaylar, ayrıntılar Tevrat'ta kaydedilene çok yakın bir biçimde ele alınmış ve işlenmiştir. Okuyucunun onu Mushaf tan, güzelliğini ve üstün parlaklığını görebilmesi için, muhakeme ederek dikkatlice okuması çok iyi olur.
Kehf, Neml sûrelerindeki ve Yusuf kıssasındaki çekici diyaloga, etkili ibretlere, hikmet dolu Öğütlere dikkat edilmelidir. Kıssanın olayları arasına serpiştirilen, ibretler ve ders alınacak şeyler renklendirilmiş ve cazip hale getirilmiştir.

Peygamber'in peygamberlikten önceki asrı ve çevresinin dili olan Arap dilinin Kur'an'da temsil edilen sanatsal yönlerinden biri de Sarf, Nahiv ve İştikak yönleridir. Kur'an'da, bunun güzel örnekleri vardır. Hatta en güzel örnekleri ondadır denebilir. Arapça'nın bu yönünün, Peygamber'in peygamberlikten önceki asrının ve çevresinin diliyle ilişkisi, bir taraftan çok açık, diğer taraftan da su götürmez bir gerçektir. Zira Kur'an'ın ihtiva ettiği Sarf, Nahiv ve İştikak kurallarının, Kur'an'ın inişinden önce kullanılan ve Kur'an'ın kendisiyle indiği dil olan Arap dilinin değişmez bir damgası olduğunda kuşku yoktur. Bunda aynı zamanda bu dilin ulaşmış olduğu yüksek dereceyi ve mükemmel olduğunun gücünü gösteren bir delil vardır. İşte bu nokta hâlâ araştırıcıların hayretini ve dehşetini cezbeden bir meseledir. Mükemmel inceliğinde, cer harflerinde, anlamlarında, irablarında olduğu gibi; vezinlerinde, çoğullarında, sıfatlarında, kiplerinde de öyle bir dereceye ulaşmıştır ki, bir başkası ona ulaşabilmiş değildir, bunu söylerken en azından arada geçen bin dört yüz küsur seneyi de değerlendirmeliyiz: Tabiidir ki, bu hayret verici üstün görünüm cevval, hareketli ve diri bir zihniyeti, üstün dereceli sanatsal bir zevki gösteren sağlıklı bir delildir. Biz bu konuda örnekler vermeye ve buna ihtiyaç olduğuna da kani değiliz. Çünkü Kur'an dilinde, halen ilk halini muhafaza eden, herkes tarafından bilinen fasih Arapça için genel ve yaygın temeller vardır.
Burada değinilmesi uygun olan bir nokta da Kur'anî olan Sarf, Nahiv, İştikak ve Garibu'l-Kur'an'ın cahiliyet dönemi Arap şiirinden alındığı, filolog ve müfessirierin de metodlarında, doğru olandan uzaklaşarak, Kur'an'ı, söz konusu şiire tabi tuttukları tavırlarıdır. Çünkü bize, Kur'an'dan başka yazılı ve sağlıklı bir yolla ulaşan bir şey yoktur. Sonra bu dilin sağlıklı ve doğru olan dil kurallarının kaynağı başkası değil, ancak Kur'an'dır. Kur'an'da yer alan, geçerli kurallara aykırı düşen bazı çıkışlar her canlı dilde bulunabilecek olan istisnalar türünden bir şeydir. Kurallara, kaidelere temel olarak alınan cahili şiir ise tedvin dönemine kadar yazılı olarak ulaşmamıştır. Cahili şiirin çoğu İslam'dan sonra değişik amaçlarla uydurulmuştur. Bu amaçlardan birinin de bizzat söz konusu şiiri örnek getirme düşüncesi olduğunu söyleyebiliriz.
Dil alanına giren noktalardan biri de "Arapçalaştırma"dır. Bu da Kur'an'da sembolize edilmiştir. Çünkü Kur'an, Rumca, Habeşçe, Farsça, İbranice ve başka dillerden bir dizi özel ve cins isimleri, sözcükleri almış, kullanmıştır: İbrahim, İsmail, İsrail, Yusuf, Yakub,Süleyman, Davud, İsa, Musa, Cahit, Talut, Cibril, Mikâl (Mikail)... Dirhem, Dinar, Siccîl, îstebrak, Rabbaniler, Havariler, Suradık, Mişkâr, Kâfur, Zencebil, Sundus vesaire gibi... Arapçalaştırma, öncelikle gösteriyor ki; Peygamberlikten önceki Araplar, bir şeyin kendisini başkasından aldıklarında, onu kullandıklarında, dillerinde karşılığı olmayan pekçok yabancı kavramları da alırlardı. Bu da dillerinin gelişmesinin nedenlerinden biri oluyordu, ikinci olarak onlar genelde ve çoğunlukla bu sözcüklere kendileri şekil veriyor yabancı özel isimlere de kendi vezinlerini uyguluyor, harflerini, uygun biçimde diziyor ve değiştiriyorlardı. Böylece onların edalarını güzelleştiriyor, kendi vurguları ve harfleriyle uyumlu ve ahenkli hale sokuyorlardı. Bu her iki nokta da tâ baştan Arap dilinin genişliğini, esnekliğini, bu uzak asırdaki diriliğini, tali olarak onu konuşanların hareketli, cevval ve esnek bir zihniyete sahip olduğunu, sonra onlarla diğer uluslar, komşu olan pekçok ülkelerle pekçok ilişkilerini, onlardan medeniyet ve kültürle ilgili birçok vasıtayı, araç-gereçleri iktibas ettiklerini göstermektedir. Hemen farkedilebileceği gibi, Kur'an'ın, onun apaçık Arapça bir dil olduğunu belirtmesiyle, yabancı kökenli sözcüklerin o dilde bulunması arasında bir çelişki olasılığı yoktur. Çünkü bu sözcükler kipleri, düzeltilmiş ya da Arapçalaştırılmış vurgularryla Kur'an'ın inişinden önce o dilin bir parçası haline gelmişlerdi. Hatta bu olgu, bu Arapçalaştırılmiş kavramların, sözcüklerin peygamberliğe ve Kur'an'ın inişine yakın olmayan bir zamanda Arapçalaştığını ilham etmektedir. Çünkü o kelimelerin varlığı, evet bizzat bu var oluşları daha güçlü ve açık bir delildir. Şuna da dikkat çekmek gerekir ki, pek çok Kur'an sözcükleriyle ilgili olarak kasıtlı ya da zorlanmalara dayalı iddialar ve ipe sapa gelmez yaklaşımlar da vardır.
Eskilerden bazıları Kur'an'da, inişinden önce Arapların tanımadıkları bilmedikleri yabancı sözcüklerin kullanıldığını zikretmişlerdi. Onlara göre Peygamber'in mesajı tüm uluslara yönelik olduğundan Kur'an'ın değişik ulusların dillerinden bir takım sözcükleri içermesi gerekli ve yerinde olmuştur. Ve "Biz gönderdiğimiz her elçiyi ancak toplumun dili ile gönderdik..." (İbrahim, 4) ayetinin kapsamı ile de ahenkli ve paralel olmuştur... Burada, çarpıklık ve tutarsızlık o kadar açıktır ki, eleştiriye bile gerek yoktur.
Zikrettiğimiz bu dil sanatlarına ilave olarak Kur'an'da sembolize edilen tartışma, kesin delil getirme, gayet parlak ve duyguların en incesine kadar nüfuz eden psikolojik durumların tasviri; dinleyicisinin ve okuyucusunun ondaki büyüklüğü, eşsizliği, dehşet verici dakik düzeni görüp Aziz ve Celîl olan Rabb'inin ululuğuna, azametine teslim olmasına yönelten tabiat olaylarını, evrenin yasalarını güçlü bir şekilde gözler Önüne serişi; insanın ahirette karşılaşacağı hesaba çekilmeyi, nimetleri ve cezalandırılmaları güçlü ve parlak bir biçimde tasvir ederek dinleyicisi ve okuyucusunu sanki elleriyle dokunduğu, gözleriyle gördüğü gerçek sahnelerin önündeymiş gibi bir atmosfere sokusu gibi diğer konuşma sanatlarını, her birini özel bir konuda ele aldığımız diğer sanatlar gibi bir sanat olarak sayılmasa da bunda bir güç, bir üstünlük, bir ifade, eda ve uslub belagatı vardır ki bu da, Kur'an dilinin konuşma sanatlarının her çeşidini en üstün derecede ve parlak şekliyle, en engin nüfuzuyla, en etkin ifade biçimiyle içerdiğini, onlara en geniş anlamda yer verdiğini yeteri kadar göstermektedir. Tali olarak da, bu dilin temsil ettiği o asrın ve toplumun ahalisinin zihinsel faaliyetlerinin, üstün zevklerinin ve geniş sanatkarlıklarının nereye ulaştığını göstermektedir.

Bu sanatların sembolize edildiği ayetler gerçekten pek çoktur. Hatta bunlar yaklaşık olarak tüm Kur'an ayetleridir. Kendisi bizzat bu meselenin bilincine varmak, ondaki, tatlılığı üstünlüğü ve sürekliliği tadmak isteyen kimse, onları ard arda defalarca okumalıdır. Onların parlaklığı, eşsizliği, önünde bilinçli ve engin nüfuzla durmalıdır. Onun içindir ki bir takım örnekleri burada vermeyi gereksiz ve yetersiz bir uzatma olarak görüyoruz. Yalnız bununla ilgili bir takım ayetler demetinin rakamlarına işaret etmekle yetineceğiz. Mesela Bakara 8-20. ayetleri münafıkların niteliklerini belirtmede şaheser bir örnektir. 74. ayet Yahudilerin kalblerinin katılığının dozajını belirlemede etkili bir tasvir örneğidir. Al-i İmran 59-60. ayetleri karşıdakinin delillerini çürüten tartışmalar için örnektir. En'am 59-65. ayetleri evren ve yaratıcısının büyüklüğünü nitelemenin örneğidir. Ahzab 13-20. ayetleri dar anlamda münafıkların korkaklığını, geniş anlam da ise asıp kesmelerini niteleme hakkında bir örnektir. İbrahim 42-47. ayetleri, zalimlere Özenen kişinin eleştirilmesine misaldir. Hakka 13-37. ayetleri diriliş günü, hesaba çekilme, cennet ve cehennemin niteliklerini sergilemeye örnektir. Müddesir 11-29. ayetleri isyankarların belini büken tenkide ve onların inkarcı konumlarını nitelemeye misaldir.
Bu konuyu şununla belirtmek istiyoruz: Peygamber asrının ve toplumunun ulaşabildiği belagat, fesahat, beyan, söz uslublarında mahirane sanatkarlığın onların aklî güçlerini, isabetli görüşlerini, üstün zevklerini gösteren bir kriter olabileceği şeklindeki yaklaşımda biz yalnız değiliz. Bunu bir çok müfessir de kaydetmiştir. Örnek olarak Tabersi'nin Mecmau'l Beyan Tefsiri'nde kaydettiklerini verelim:
"Muhakkak ki Allah fesahatin en üst derecesine ulaşan, Belagatın en üt zirvesine tırmanan belagattı, fesahatlı kişilere hitab etmiştir." Zemahşeri'nin, Keşşaf Tefsiri'nde dediklerim örnek verebiliriz:
"Onlar, doğru ile yanlışı sağlıklı olarak birbirinden ayırmada, işlerin ince olanlarını, durumların kapalı olanlarını tanımada, tedbirde, dehâda ve maharette, isabet etmede ulaşılmayacak bir düzeye gelmişlerdi."
Neysaburî Bakara 22. ayetinin son kısmında yer alan "Bildiğiniz halde Allah'a ortak koşmayın" bölümüyle ilgili açıklamasında diyor ki:
"Yani siz işlerin ince olanlarını, durumların kapalı bulunanlarını bilen, ilim ve marifet ehli olduğunuz halde... Araplar böyleydi. Özellikle Kureyş'ten Katanu'l-Harem ve Kinane dehasında ve maharetinde ellerine su dökülmeyecek kimselerdi."
Bunun yanısıra, Müfessirlerin cumhuru, Kur'an dilinin Peygamber toplumu ve asrının dil zenginliği, müfredatı, terkibleri, kaideleri ve kavramlarının aynısı olduğunu belirtmede ittifak halindedir. Bizim buna yaptığımız ilave şudur: Kur'an'ın üstün edebiyatı onda yer alan eda şaheserliği, beyin gücü, uslublardaki sanatkarlıktan -bu aynı zamanda harf harf, kelime kelime o zamandan bize kadar sağlıklı olarak ulaştığında kuşku olmayan biricik edebi metindir- hareketle Arapların bu dili kullanmak ve Kur'an'i anlamak konusunda, fesahatin en son noktasına belagatın en üst zirvesine ulaştıklarını ve bunun ardında da tabii ve ma'kul olarak üstün bir aklın, parlak bir düşüncenin, maharetin ve dehanın, geniş kapsamlı, zihinsel bir faaliyet, hareket ve zevkin var olduğunu belirtmemiz gerekir.
Buna ek olarak diyoruz ki: Peygamber'in toplumu ve asrı herkesçe bilinen genel tabii olgunun sınılan dışına taşmayacaktır. Orada da bir konuşma dili bir de edebiyat ve yazı dili vardı. Yalnız bunların bir kısmı bir kısmının içinde yer alır. Peygamber'in hadisleri, sahabenin konuşmaları, Arapların rivayet edilen konuşmaları, Kur'an Üslubuyla karşılaştırıldığına bu yaklaşımın doğruluğu daha da iyi kavranır. Konuşmalar genellikle normal oturumların konuşmalarıdır. Bunlar, nazım, inşa, ahenk güzellik ve üstünlük yönünden Kur'an dilinin seviyesinin aşağısındadir. Bunu destekleyen bir nokta da kahinlerin seciyeleri, müneccimlerin nakledilmiş sözleri, Arap hatiplerinin konuşmaları, meşhur şairlerinin şiirleri gibi dizgi ve döküm yönünden, güzellik ve eşsizlik açısından daha seviyeli olan, rivayet edilmiş şeylerdir. Genel olarak rivayet edilen konuşmaların dilleri de böyledir. Ki biz hem birinci tür rivayetlerin hem de ikinci tür rivayetlerin pek çoğunu kabul etmede titiz davranıyor ve çekimser kalıyoruz.
Bütün bunlara ilaveten Arap dilinin üstünlüğünü ve olgunluğunu ortaya koyan önemli bir olgu daha var. Bu da konuşma ve hitab dilinin müfredatı ve terkibleri arasında önemli bir fark olmamasında tecelli etmektedir. İkinci olarak da her iki dilin Sarf, Nahiv, İştikak ve Araplaştırma kaidelerinde birlikte hareket etmiş olmasında ortaya çıkmaktadır.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
yeşil (7. November 2011)