Tekil Mesaj gösterimi
Alt 12. June 2011, 09:34 PM   #11
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

B) EĞİTİM SEVİYESİ, İLİM, KÜLTÜR ve PRATİK BİLGİLER

1. Okuma Yazma:

Bu konu çerçevesinde herşeyden önce düşünülmesi gereken doğru yaklaşım, özellikle Peygamber'in peygamberlikten Önceki toplumu ve asrında, genel olarak da o dönemin uygar dünyasının çeşitli bölgelerinde bizim çağımıza oranla okuma-yazma ve onlara bağlı olan bilimlerin marifetlerin daha dar kapsamlı olduğudur. Nitekim matbaa ve modern imkanlar oranı ve insan bilgisinin her çeşit toplum ve sınıfta artışı da o asrın akli gelişme derecesini yansıtacaktır. Şimdilerde okuma-yazma gerçekten kültürel değerlerin ölçütü olarak kabul edilmektedir. Burada dikkat çekilmesi gereken bir nokta da eski toplumlarda ve asırlarda okuma-yazmanm değerinin az olduğunu söylemek istemediğimizdir. Belki de o zamanki toplumların ve asırların tabiatı gereği olarak okuma-yazma hayati bir öneme sahipdi. Hatta bu ikisinin herhangi bir toplumda dar ya da geniş kapsamlı yaygınlığı o toplumun diriliğini kültürünü ve hareketliliğini küçümsenmeyecek ölçüde gösterecektir.

Burada okuma-yazma konusunda asıl hedef tabiatıyla ve özellikle peygamber çevresidir. Ki bu çevrede kitabîler ve ümmiler -kitabî olmayanlar- vardı, kitabîlerin içinden Ara olanlar ve yabancı olanlar bulunuyordu. O halde bunlar azınlık da olsalar bu çevrelerdeki okuma-yazmadan bir nebze söz etmek gerekir, sonra burada birinci derecede akli güçleri öğrenilmek istenenler Araplardır dense yerinde bir söz edilmiş olur. Sonra bu çevrelerdeki okuma-yazma bilme derecesinin ne ölçüde seyrettiğini bilmek, herhalde yararlı ve zorunludur. Kitaplılardan Hıristiyan ve Yahudi olarak Araplar vardı. Onların da okuma-yazmada hangi seviyede olduğunu tesbit etmek gerekiyor ve sözün onları da kapsaması icab ediyordu. Onların da Arapların akli gücünü göstermede bir rolü olabilirdi. Ayrıca kitaplı olmayan Arapları etkilemeleri de doğru sayılabilirdi. Bu son nokta Arap çevrede yaşayan kitaplı olmayan Araplarda gerçekleşmişti.

Kur'an'da okuma-yazmanın genel olarak kitaplılarda özellikle de Yahudi olan kitaplılarda yaygın olduğunu, hatta bir ölçüde geniş kapsamlı olduğunu söylemeye müsait açık delaleti bulunan pek çok ayetler yer almaktadır.
Onların Mekke'de olanlarıyla ilgili: En'am, 20 ve 114; A'raf,157; Yunus, 94; Ra'd, 36; İsra, 107,108; Nahl, 43; Hac, 54; Kasas, 52-55; Ankebut, 46-47; Şura, 14; Şuara, 197; Ahkaf, 10; Neml, 76, gibi birinci bölümün üçüncü konusunda naklettiğimiz ayetleri okuduğumuzda; Nahl 103. ve Furkan 4-5. ayetlerini güzelce düşündüğümüzde; Peygamber'in okuduğu Kur'an'ı Kitaplılardan aldığı, öğrendiği şeklinde kafirlerin Peygamber'i yaftalamaya kalkmalarını değerlendirdiğimizde, Mekke'de yaşayan Kitaplıların çoğunun okuma-yazma bildiklerini tercih ederiz. Onlarla ilgili araştırmamızda onların bir tek millete mensub büyük bir azınlık olmadığı, değişik uluslara mensub bireysel bir azınlık oldukları, onlardan bazılarının daha yeni geldikleri, bazılarının taşıdığı bir meziyetten dolayı oraya getirildikleri sonucuna varmıştık. Bunların hepsi de ayetlerin ilham ettiği noktayı, onların çoğunun okuma-yazma bildiklerini, desteklemektedir.

Onların okuma-yazma diline gelince bunu kesin bir biçimde tesbit etmek bizim açımızdan mümkün değildir. Yalnızca azınlıkta bulunan İsrailliler îbranice okur-yazarlardı. Yabancı olan Hıristiyanlar ise kendi dilleriyle ya da İncil'in Süryanice ve Yunanca -Latince olan dliyle okuyor-yazıyorlardı. Bu sırada bu iki dil Şam'da, Irak'ta ve Mısır'da yaygın bulunuyordu. Tabii ki bu, o yabancıların Arapça okuma-yazma bilmedikleri anlamına gelmez. Onlardan bazılarının özellikle de eski olanların Arapça'yı da okuyup yazdıklarını tercih ediyoruz demesek de bunu uzak bir ihtimal olarak görmüyoruz. Arap olan Kitaplıların ise Arapça olarak okuyup yazdıklarını tercih ediyoruz. Buhari hadisinde kaydedildiğine göre Varaka b. Nevfel Hıristiyan olmuştu ve îbranice yazabiliyordu.
Medine'deki Kitaplılara gelince -ki bunların büyük çoğunluğu İsraillilerdi- onlarla ilgili olarak nazil olan Bakara, 41, 76, 79, 89, 91, Al-İ îmran, 78, 93, 187, 188, 199, Nisa, 44, 47, 156, 162, Maİde, 15, 43, 44, 47, 68, Cuma, 5 gibi daha önce Birinci Bölümün üçüncü konusunda naklettiğimiz ayetler onların arasında da okuma-yazmanın oldukça yaygın olduğunu, tercih etmeye müsaittir. Fakat bu yaygınlık Mekke kitaplıları arasındaki yaygınlık çerçevesinden daha dar bir çerçevedeydi. Bakara 78. ayetinde:
"Onlardan bazısı da ümmidir. Kitabı bilmezler; bütün (bildikleri) bir sürü asılsız şeydir. Bunlar yalnızca zannederler."

Bu yaklaşımın sağlıklı olduğunu gösteren güçlü bir delil vardır. O da, belirtildiğine göre Yahudilerden bir kesimin okumaya zinayı yeterli derecede bilmediğidir. Çünkü uzun zamandan beri büyük-küçük, kadın-erkek, işçi-çiftçi olarak ailece sürgün hayatı yaşamış büyük azınlıklar halinde olmaları, tabiatıyla onların bu hususta geri kalmalarını, kültürel yönden geri kalmalarını gerektirir.
Tam anlamıyla doğru olmasa da tercihe şayan görüş odur ki, îsrailoğullarmdan okuma-yazma bilenler bu alanda öncelikle kendi milli dilleri olan İbraniceyi kullanıyorlar, onunla yazıyorlardı. Bu-hari'nin Varaka b. Nevfel ile ilgili hadisi ve Peygamberin Ensar'dan biri olan Zeyd b. Sabit'e İbranice'yi öğrenmesini istediğini kaydeden başka bir hadis de bu tercihin destekleyicisi delilleridir. Bunun yanısıra onlardan bazılarının Arapçayı da okuyup-yazdıklarını tercih ediyoruz.
İsrailî olmayan kitaplılara gelince, Mekke'deki yabancı ve kitaplılar hakkında söylediklerimizin hepsi burada onlar için de tamamiyle geçerlidir.
Şimdi de Hicaz halkının Kitaplı olamayan, oradaki nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan ve Rasul dönemi ve çevresinden amacın birinci derecede muhatabı olan Araplarda okuma-yazma faaliyetlerinin izahına geçmek istiyoruz. Buna bağlı olarak deriz ki: Kur'an'da okuma ve yazma için gerekli olan kitap, kağıt, yaprak, sahifeler, kalemler, mürekkep, siciller/kayıt defterlerinden söz eden bir takım ayetler vardır. Gelecek ayetlerde bunu görüyoruz:
1 Biz Kitab'ı üzerine yazılı bir kağıtta göndersek de ve onlar ona elleriyle dokunsalar... (En'am, 7).
2 Biz, her insanın kuşunu kendi boynunu doladık, kıyamet gününde onun için açılmış olarak önüne bir kitap çıkarırız 'kitabını oku; bugün nefsin senden hesap sotücu olarak sana yeter.' (İsra, 13-14).
3 De ki: "Rabbimin sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsa... (Kehf,109).
4 Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de (mürekkep) olsa ve bunlara yedi deniz daha eklense yine de Allah'ın kelimeleri tükenmez... (Lokman, 27)
5 Tur'a, ince deri üzerine satır satır yazılmış kitaba... andolsun. (Tûr,1-3)
6 Hayır, onlardan her biri, kendilerine açılmış sahifelerin verilmesini ister. (Müddessir, 52).
7 Şüphesiz bu, önceki sahifelerde vardır, İbrahim'in ve Musa'nın sahifelerinde. (Al'a, 18-19). AyrıcaBkz: (6/91; 17/93; 21/104; 68/1-2; 96/1-4)

Bu ayetlerin hepsinin Mekki olduğuna dikkat çekmeliyiz. İlk olarak bu ayetleri duyan kişileri temsil eden Mekke ahalisinin, onların anlamlarını ve kapsamlarını anladıklarını söylememiz herhalde en doğru açıklama olacaktır.
Yazma ve türevleri olan sözcükler Kur'an'da üçyüz küsur, okuma ve türevleri ise doksan küsur defa değişik uslublarla geçmiştir. Bu kelimelerin doğrudan doğruya direkt asli anlamlarının kullanıldığı Mekkî ayetlere örnek olması bakımından aşağıdaki ayetleri" veriyoruz:
1 ...Senden önce kitabı okuyanlara sor. . (Yunus, 94)
2 Ve dediler ki: "(Bu), Geçmişlerin uydurduğu masallardır, bir başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam okunmaktadır." (Furkan, 5)
3 "Onu Arapça bilmeyen birine de indirmiş olsaydık, böylece onlara karşı onu okusaydı yine ona iman etmezlerdi, (Şuara, 198-199)
4 Bundan önce sen hiçbir kitap okumuyor ve onu sağ elinle de yazmıyordun. (Ankebut, 48).
5 Oysa biz onlara ders alacakları kitaplar vermemiştik ve kendilerine senden önce bir uyarıcı da göndermemiştik. (Sebe, 44)

Bu ayetlere daha önce naklettiğimiz ayetleri de ilave etmek gerekir. Çünkü bunlar da delalet yönünden aynı konuyla ilgilidir.
Okuma, yazma ve türevlerinin çok olarak geçtiği Medenî ayetler genellikle Ehl-i Kitap ve özellikle de Yahudilerle ilgili olsa da Peygamberin çevre ahalisinden olan müslüman Araplara, ticari hareketlerle ve cari hesaplarla ilgili öğretilere yönelik ayetler de vardır. Burada Bakara sûresinin 282. borç ayetini kastediyorum.
Kur'an'da geçen bir çok ayetin, okuma-yazma araç ve gereçlerinin isimlerini ihtiva etmesi, okuma-yazmaya bu kadar büyük ölçüde önem verilmesi, onun üzerinde yoğun şekilde durulması, Peygamber dönemindeki Arapların bu vasıta ve araç-gereçleri bildiklerini, kullandıklarını ve okuma-yazmanın onlarda azımsanmayacak derecede yaygın olduğunu gösteren kuvvetli bir delildir. Çok tekrar, aradaki ülfeti gösterir. Bu da ülfet edilen şeyin küçümsenmeyecek ölçüde yaygınlık kazanmasıyla ancak gerçekleşebilir.
Cumhurun görüşüne göre Kur'an'ın ilk inen ayetleri olarak kabul edilen Alak sûresinin ilk ayetleri ve onların içeriklerinin ilham ettikleri üzerinde düşündüğümüzde burada okuma ve yazmaya dikkat çekildiğini görüyoruz: "Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku senin Rabbin en büyük kerem sahibidir; Ki O, kalemle öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti" (Alak, 1-5).
Pek çok ravilerin ondan sonra indiğini kabul ettikleri ikinci ayetler grubu Kalem sûresinin ilk ayetleridir. Burada da Allah, Kaleme ve Kitaba yemin etmektedir, "kaleme ve yazdıklarına andolsun." Bunlar da aynı şekilde ileri sürdüğümüz görüşümüzü desteklemekte ve doğruluğunu göstermektedir.
Muhtemelen Enam 7. ve İsra 93. ayetlerinde de Özel türden bir takım güçlü karineler vardır. Her iki ayet de meydan okuyuş ve eleştirme sadedinde, çoğul sigasıyla gelmiştir. İsra ayetinin üslubu okuma-yazma için alışılan bir uslubtur. Müddesir 52. ayeti de güçlü karinelerdendir. Yeter ki içeriği ve kapsamı güzelce anlaşılsın. Aynı şey, konusu ve teması ahiret sahneleri de olsa, tüm insanların okur-yazar olduğunu farzeden İsra 13-14. ayetleri için de söylenebilir.
Yine diğer bir açıdan bakacak olursak, Mekke ticari bir şehirdi. Tüccarların kervanları sürekli olarak, uygarlıkta az payı bulunmayan Şam, Mısır, Irak, Faris (İran) ve Yemen gibi ülkelere gidip gelirdi. Bu gibi gelenlerin orada gördükleri şeyleri örnek alarak okuma-yazmayı ve onların vasıtalarını kabul etmeleri ve onları kendi toplumlarında yaymaya çalışmaları makul birşey olurdu. Sonra onların ticari uğraşlarının tabiatı onların okuma-yazma ve hesap işlemlerini öğrenmelerini zorunlu kılıyordu. Burada özellikle Bakara 282. ayeti ve onda yer alan ticari işlemlerin ve borç anlaşmalarının yazılmasına önem verilmesine teşvikte bulunan içeriği dikkat çekmektedir. Çünkü bu, söz konusu telkinleri dinleyenlerin bu işi uygulamalarının mümkün olduğunu ve toplumun dar olmayan bir ölçüde onu uygulamaya hazır olduğunu göstermektedir. Ayrıca ayette geçen "Kâtip" kavramı hafif bir şekilde, o sırada kâtipliği, yazmayı, ticari anlaşmalar düzenlemeyi meslek edinen bir sınıfın varlığına işaret etmektedir. Bu da ticari işlemlerin genişliğini ve bunun da sözü edilen bu sınıf gibi bir şeyin varlığını gerektirdiğini göstermektedir.

Diğer taraftan Mekkî olan Kur'an'ın hacmi, Medenî Kur'an'ın takriben iki katıdır. Ayetleri sahifelere yazılıyor ve müsîümanlar onları evlerinde okuyor ve çoğaltıyorlardı. Mekke'deki müsîüman erkeklerin çoğunluğunun (3) ya da onlardan pekçoğunun, Mekke ahalisine oranla küçük bir azınlık oldukları halde, okuma-yazmayı bildikleri olasılığı üzerinde durulursa, Mekke'de okuma-yazma bilenlerin sayısının daha büyük olduğunu söylemek makul olacaktır, özellikle de liderler, önde gelenler, tüccarlar ve zenginlerden oluşan üstün sınıfın çoğunluğu müslümanların arasında yer almıyordu.

(3 ) Ömer b. Hattab'ın müsîüman oluşu hadisesi (İbn Hışam, I. 311) ve kardeşi Fatıma'mn elinde bulduğu Kur'an sayfası, müsîüman kadınlardan bazılarının, Rı

Halbuki bunların hepsinin ya da çoğunluğunun okuma-yazma bildikleri sanılmaktadır. Müfessirlerin ve Siret kitablarının (4) Isra, 67-60. ayetlerinin tefsiri sadedinde ve Enfal sûresinde kaydettikleri bir takım rivayetler bundan daha ilerisine işaret etmektedir. Buralarda kaydedildiğine göre esirler arasında bedel (fidye) veremeyecek derecede fakir kimseler vardı. Peygamber, onların fidyesi olarak müslümanların on çocuğuna okuma-yazmayı öğretmelerini istemiştir. Bu da okuma-yazmanın, Mekke ahalisinin yalnız lider¬leri zenginleri ve tüccarları arasında değil bilakis orta halli ve fakirleri arasında da yaygın olduğu anlamına gelmektedir.

Buna ilave olarak, Mekke'deki yabancı azınlıklar -daha önce değinildiği gibi bazılarının peygambere öğretmenlik yaptığı iddia edilmişti- da kaydedilmelidir. Çoğunluğunun okur-yazar olduğunu tercih ettiğimiz bu kimselerden bazılarının Araplara ve çocuklarına ya da zenginlerinin ve liderlerinin çocuklarına okuma-yazmayı öğrettiğini sanmak aşırılık olmaz. Çünkü bu yabancıların bir kısmı, Mekkeli zengin tüccar ve liderlerin yanmda köleydi. Ve bunların okuma-yazmayı yaygınlaştırmak için çalıştıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Birinci bölümün üçüncü konusunda tercih ettiğimiz gibi, Hıristiyanlaşıp Mekke'de ikamet eden Arapların varlığı da, bu okuma-yazma bilenlerin safına dahil edilmelidir. Az önce bunların ya da çoğunluğunun okuma-yazmayı bildikleri olasılığının ağır bastığını tercih etmiştik. Bunların da Mekke'de okuma-yazmayı yaygınlaştırmada bir paylarının olduğunu söylemek taşkınlık değildir.
Bunların hepsine dayanarak, önceki bazı müelliflerin kaydettiği ve bazı yeni yazarların onlardan naklettiği (5) bir noktaya parmak basacağız: Bu yazarlara göre Islamın geldiği sırada Mekke'de onyedi kişiden başkası okuma-yazma bilmiyordu. Tüm Yemen'de okuma-yazma bilen bir tek kişi yoktu.
bisetten önce okur yazar olduklarını göstermektedir Bu olay çok meşhur bir rivayettir Hicretten sonra okur-yazar muslüman kadınların varlığından bahseden çok rivayet vardır Kuşku yok ki bu, daha önce var olan bir olgunun devamıdır.
(4) Ibn Sa'd Tabakât, II, 6l
(5) Muhammed Kurd Alı, El-Islam ve'1-Hadaratu'l-Islamıyye, I, 124

Arapça harfleri ancak Peygamberimizden kısa bir süre önce keşfedilmişti. Bu okuma-yazma işini öğrenen çok az rastladığımız Mekkeli birkaç adam da onu ancak bu zamanda öğrenmişti. Peygamberin asrında ve toplumunda yazma vasıtaları, araçları ağaç kabuklarını, kemiklerin yassı olanlarını, deri parçalarını, ince taşları vs. aşmıyordu. Bu sözler ve yaklaşımlar, araştırma ve düşünme önünde duramayacak ipe sapa gelmeyen yaklaşımlardır. Şu anki bilimsel gerçekler onları çürütmüş bulunmaktadır.(6)

Burada sözünü ettiğimiz şeylerin çoğu Mekke'nin Arap sakinlerini hedef alsa da bu demek değildir ki, Medine'de ve diğer Hicaz şehirlerinde yaşayan Araplar bu sözlerin ve Kur'anî karinelerin kapsamına girmemektedir. Çünkü Mekke'nin dili, bu şehirlerde yaşayan Arapların da dilidir. Tabiatıyla Kur'an'ın delaletleri ve ilhamları onlar için de geçerlidir. İsterse bizim naklettiğimiz ayetler Mekkî olsun farketmez. Sonra Medeni Kur'an'da da okuma, yazma ve kitaplarla ilgili pekçok ayetler vardır. Medine'de yaşayan Arapların, onların anlamlarını anlamadıklarında kuşku etmek doğru olmaz. Bu ayetlerin genel olarak Ehl-i Kitab özellikle de Yahudiler hakkında yoğunlaşmış olması bir şeyi değiştirmez. Yesrib, büyük bir Yahudi azınlığın yerleşim bölgesiydi. Bu azınlığın kendisne özgü kitapları, okulları, öğretmenleri, bilginleri (ahbar) ve Rabbanileri vardı. İsrailliler arasında Arapçayı da güzel bilen kimselerin olduğunu tercih etmiştik. Ayrıca Arap olsun olmasın îsrailî olmayan kitaplıların varlığını da göstermiştik. Bütün bunlar okuma-yazmanın yaygınlığını gösteren hususlardır. Öte yandan Arapça okuma yazmanın öğrenimi ve yayılmasında, bunların da katkısının olma ihtimali büyüktür.

Medine ticari bir merkezdi ve ticaret yolu üzerindeydi. Onun içindir ki ahalisinin okuma-yazmadan uzak kaldığını söylemek makul olmayacaktır. Peygamberlikten önce, bura halkının okuma-yazmağa ihtiyaçları olmadığını ve bu konuda Ehl-i Kitaptan yararlanmadıklarını söylemek tutarsızlık olacaktır. Bunun içindir ki, Kureyş esirlerine, müslümanların çocuklarını eğitmelerinin şart koşulması sadedinde İbn-i Sa'd rivayetinin Mekke ehlinin okuma-yazma bildiklerini, Medinelilerin ise yazamadıklarını kaydetmesini sağlıklı bulmuyoruz.
İtalyan müsteşrik Caetanı'nın "islam Tanhı"nde, Arap yazısının doğuşu ile ilgili geniş bir bolum vardır Orada somut deliller ve kesin kayıtlara dayanarak ispat etmiştir ki, Arap yazısı, Hicaz yarımadasında özellikle kuzey kesimlerinde geniş alanlara yayılmıştı Tefsirimizin gırışinde de, Kur'an'ın derilere, kağıtlara ve sayfalara yazıldığını kesin delillerle açıklamıştık.

Kureyş esirlerinin Ensar müslümanlarının çocuklarını okutmasının şart koşulması Medine'de okuma-yazmanin yaygınlık kazanmadığını gösteren bir delil olmaz. Okuma-yazma ne derece yaygınlık kazanırsa kazansın, bir toplumda herhangi bir nedenle öğrenimden yoksun kalmış pekçok çocukların bulunacağı kuşkusuzdur. Bu realite Peygamberin toplumu ve asrı için daha güçlü bir şekilde farz edilebilir. Ayrıca muhacirler Bedir Savaşı sırasında büyük bir topluluk olmamışlardı. Onlardan çoğu da Mekke'yi terk ettiği sırada ailesinden birkaç kişiyi, hatta onlardan bazıları hanımlarını orada bırakmışlardı. Nitekim Mümtehine 10-11. ayetleri bunu ilham etmektedir. Bu ayetler müslümanların kâfir olan hanımlarının nikâhlarına yapışmalarını yasaklamakta, eşleri kâfirlere giden, onlara katılan müslüman erkeklere, yardım edilmesini emretmektedir:
1 Kâfir kadınların ismetlerini (nikâhlarını) tutmayın. . (Mümtehine, 10)
2 Ve eğer eşlerinizden herhangi birşey kafirlere geçer, böylece siz de ganimete kavuşursanız, eşleri gidenlere harcama yaptıklarının bir mislini verin... (Mümtehine, 11)
îşte bütün bu nedenlerden ötürü Yesrib'te, Taif ve Cidde gibi diğer Hicaz şehirlerinde okuma-yazmanın yaygın olduğunu söylemek doğru olur. Bunun yanısıra Mekke ve Yesrib'te bu eylemlerin diğer şehirlere oranla daha geniş ve kapsamlı olarak yayıldığı da doğrudur.
Bedeviler ve köylülere gelince; bunların okuma-yazmada yaygın bir paylarının olmadığına eğilim duyuyoruz. Fakat bu anlayış, Hicazın değişik bölgelerinde bir takım şahısların bu konuya ilgi duyup onları öğrenmiş olmalarına aykırı değildir. Siret rivayetleri arasında bu görüşün doğru olduğuna ışık tutan rivayetler vardır. Bu kayıtlara göre onların eşrafından bazı kimseler Hac mevsimlerinden birinde Peygamberle karşılaşmış ve yanında "Lokman'ın Dergisi" adını verdiği şeyi de bulundurmuştu.(7)

Hicaz şehirlerinde okuma-yazma için çocuklara ait okullar, sibyan mektepleri var mıydı? diye araştırmak istiyoruz. Bu konuda Kur'an'da olumlu-olumsuz herhangi bir açıklama bulunmamasına rağmen biz buna müsbet cevap vermeye meyleder gibiyiz. Mekkeli mûslüman gençlerden bir kısım kişiler okur-yazar olarak tanınmıştır. Şunu da biliyoruz ki, Peygamberin kâtipleri Mekkeli olsun, Medineli olsun genç kimselerdi. Mesela Muaviye b. Ebi Süfyan, Fetih Günü, İslam ordusuna katıldığında, daha genç bir delikanlıydı. Genç yaştayken Şam'ın idaresini eline aldı. Fetih'ten sonra Medine'ye hicret etti ve Peygamberin kâtiplerinden oldu. Eğer araştırmak istersek onun gibi çok sayıda insan buluruz. Bu sınıf hemen farkedileceği gibi genç yaşta okuma-yazma öğrenmişti. Onların bunu toplu halde öğretmenlerden Öğrenmiş olmaları uzak bir olasılık değildir. Zaten şekil ne olursa olsun, sibyan mektebi ve okulların anlamı da budur.
(7) Vefayatu'l-A'yan IV, 48.


Biyografi kitapları Irak Emiri Haccac b. Yusuf un babasının Taifte bir Sibyan mektebinde öğretmen olduğunu kaydetmektedir.(8) Haccac, Hulefa-i Râşidin döneminin sonlarında doğdu. Muhtemelen babasının, Sibyan mektebi öğretmenliği Ömer b. Hattab (r) döneminde ya da ondan bir müddet önce gerçekleşmişti. Onun bu mesleği icad etmediğini ve bu mesleğin peygamberlikten önce varolan bir uygulamanın devamı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Hatta bu rivayet sahih olmayıp onunla babasının aslını karalama hedef alınsa dahi bu rivayet Haccac'ın babası döneminde o tür sibyan mekteplerinin varlığının bilinen bir şey olduğunu göstermektedir. Bu da peygamberin dönemi olmasa da ona yakın bir dönemdir. Biz, çocuklarının orada öğrenim gördüğü, sibyan mektepleri ve okullar bulunduğunda kuşku etmiyoruz. Bizanslıların egemenliği altında bulunan şam ülkeleri ve Mısır'da da bu tür sibyan mektepleri ve okulların bulunduğunu tercih ediyoruz ve Bizanslıların bu ülkelerde de onlara benzer eğitim-öğretim yuvaları kurduklarında kuşku etmiyoruz. Bu ülkelere gidip-gelen Hicaz tüccarları ve liderlerinin onlardan iktibas ettikleri şeyler arasında bunları da alıntılamış olmaları olasıdır. Yesrib'teki Yahudi azınlığın da kendi çocukları için buna benzer şeyler kurduklarını tercih ediyoruz. Ve bu tercihimizi Al-i Imran'ın ayetlerinden birinde Yahudilere hitab eden bir cümleyle desteklemek istiyoruz:
"...Fakat o öğretmekte olduğunuz ve ders alıp vermekte bulun¬duğunuz Kitab'a göre Rabbaniler olunuz." (Ayet, 79).
Ayet başka bir konuyla ilgili olsa da, Yahudilerin Ahbar ve Rab¬banilerinin, orada kitabı öğrendikleri bir tür okullarının bulunduğunu ilham etmektedir.
(8) İbn Hişam, II, 27-28

Mekke'deki yabancı azınlığın da buna benzer bî şeyinin olduğunu uzak görmüyoruz. Belki de Hicazlı Kitabîler ve azınlıkların kendisinden nakilde bulundukları şeyler Mısır ve Şam'daki kurumlardı. Muhtemelen bu kitapların bazıları ve Araplar ya da Özellikle onların Araplaşmış olanları, Hicazın şehir halkına bu okulları inşa etmeleri için yol gösterdiler. Ya da onlarda onların çocuklarını okutmayı üzerine aldılar.

2. Arapların Yabancı Dillerle İlgileri

Aklımızda bir soru daha var. Madem ki Peygamber asrında ve çevresinde Araplar arasında bazı yabancı diller yaygındı, öyleyse neden Arap olmayan kitaplılar arasında yayılan bu yabancı dillerden bir nebze söz etmiyoruz? Çünkü bu bizim inancımıza göre kuşku götürmez bir gerçektir. Nahl 103. ayeti onların Mekke'de olanlarından bir takım kimselerin dil yönünden yabancı olduğu hususunda açıktır. Şuara 198-199. ayetleri de Mekke'de dili yabancı olan kimselerin bulunduğunu güçlü bir şekilde ilham etmektedir. İsrailoğullari hakkında varid olan ve onların ellerinin altında okuyup tetkik ettikleri kitaplara işaret eden bir dizi Medenî ayette, Peygamberin Medine'de müslümanların gençlerine Ibranice öğrenmelerini emretmesinde, Peygamberin Yahudilerle giriştiği bir takım tartışma konularında Yahudilerden tevrat'ı getirmelerini ve Yahudi iken sonradan Müslüman olan Abdullah b. Selam'a okumasını emretmesinde,
0 sıralarda Tevrat'ın Arapça bir tercümesi olduğunu belirten herhangi bir rivayet ya da haberin kaydedilmemiş olmasında, Peygamberin döneminde Yahudilerin Ibranice bildiklerini ve kendi kitaplarını onunla okuttuklarını, incelediklerini destekleyecek bir takım karineler bulunduğu doğrudur. Bu son noktadan hareketle Mekke ve Medine'de yabancı dilin kullanıldığını, dini kitapların asli lûgatlarıyla okunup tetkik edildiğini söyleyebiliriz.
Bu soruya cevap sadedinde deriz ki, Kur'an'da Arapların yabancı bir dil bildiklerini gösteren açık bir açıklama yoktur. Yalnız daha önceki konumuzda tercih ettiğimize göre, Mekke ve Medine'de Kitabî olan Araplar vardı. Sonra tevrat'ın ve İncil'in Arapça bir tercümesinin olduğu sabit olmamıştır. İşte bu olgular, Kitabî olanların ya da bazılarının kendi dinlerinin geçerli olan diline önem verdikleri olasılığını gündeme sokmaktadır. Hicaz'daki Arap kitaplıların Kur'an ayetlerinin kapsamına girmesi, Ehl-i Kitabı, Ehli ilmi. Ehl-i Zikri, onların kitaplarını, okuyuşlarını ve etüdlerini, tedkiklerini, onlara Kur'an okunduğu zaman daha önceden müslüman olduklarını onun Rabları katından hak olduğunu, elleri altındaki kitapları tasdik edici olduğunu söylemeleri gibi birinci bölümün üçüncü konusunda naklettiğimiz bilgiler makul karşılanıyorsa, Arap olan kitaplılar ya da onlardan bir takım bireylerin yabancı dilleri bilmiş olmaları olasılığı da Kur'an'ın ilhamıyla sağlıklı ve doğruya ulaşan birşey olur. Bu olasılığa ilave olarak onların bu dilleri Mekke'de, orada bulunan yabancı kitaplılardan öğrenmiş olmaları olasılığı da vardır. Buharî'nin Aişe'den rivayet ettiği vahyin başlangıcı hadisinde deniyor ki: Varaka b. Nevfel Hıristiyan olmuştu ve İbranice yazıyordu. Bu haberin de işlediğimiz konuyu desteklemesi ve ona ışık tutması yerinde olur. Hadis, Varaka'yı kişisel bir münasebetle kaydetmiştir.' Onun içindir ki, Arap kitaplıları arasında yalnız onun yabancı dillere ilgi duyup diğerlerinin böyle bir gayret içinde olmadıklarını söylemek yanlış olacaktır.
Biz Hicazlı Arap kitaplıların ya da bazılarının bu dillere yalnız olarak ilgi duyduklarım sanmıyoruz. Onlardan başka olarak Mekkeli ve Medineli bir takım insanların az veya çok herhangi bir yabancı dille ilgilendiklerini zannediyoruz. Mesela Mekke ahalisi sürekli olarak ticari kervanlarla uğraşırdı. Gidip geldikleri yerlerin çevreleri Arap kabileleriyle kuşatılmış bile olsa, o şehirlerdeki çoğunluk dili Arapça değildi. Onlar gider, bu şehirlerin içine dalarlardı. İlişki ve yolculuk maslahatı gereği olarak onların bu dillerle bir nebze ilgilenmeleri gerekiyordu. Bu diller Yunanca-Latince, Aramca-Süryanice, Kiptice ve Farsçaydı. Yesrib halkının, İbranice olan dillerini muhafaza eden İsraillilerle ilişkileri sağlamdı. Bu durumun denizcilik yoluyla dış dünya ile ilişki kuran, temasa geçen Cidde halkı için de geçerli olduğunu söylemek herhalde abartma olmaz. Çünkü denizcilerin meslekleri gereği olarak yabancı dillere önem verdikleri kapalı birşey değildir. Belki de, Arapça'da yer alan pekçok İbranice, Yunanca, Farsça, Habeşçe ve Kiptice kökenli kavramların Arapçalaştırılarak alınmış olması belirtmeye çalıştığımız noktaya genel olarak ışık tutan bir takım karinelerdir. Yabancı bir dilden kendi dillerine naklettiklerinin genel olarak anlamını biliyorlardı. Ya da kelimelerin diline az çok ilgi duymaya başlıyorlardı.
Bunun yanında Arapların yabancı dillere ilgi duymalarının nedeni, bazı meraklıların ilgi duydukları dillerin kitaplarını görme olasılığıdır. Bazılarının yabancı dillerle ilgilenmesi ve ellerinde bu dini ve dini olmayan dillerle yazılmış bulunan kitaplar bulunan Hicazdaki ve komşu ülkelerdeki kitaplılarla ilişki kurmaları kolaydır ve bir realitedir. Bu da onların bu kitapları ya da bazılarını görmüş olmaları olasılığını güçlendirmektedir. Hatta tabii hale getirmektedir de denebilir.
Bunların hepsinden sonra diyoruz ki: Peygamber asrında ve toplumunda yaşayan Arapların yabancı dillere yönelmeleri ve yönelmiş olmaların dini olan ve dini olmayan bazı kitapları bu dillerle tedkik etmeleri tabiidir. Şimdi burada kaydettiklerimizin Peygamber asrının ve çevresinin geniş ufuklu olduğu, diri ve hareketli bulunduğu, öte yandan bunun onların zihinlerinde ve kültürlerinde etkili olduğu şeklindeki olasılığı tercih etmek için yeterlidir sanırız. Onların bu konudaki araştırma ve incelemelerinin sınırlı ve dar kapsamlı oluşu bu durumu değiştirmez.

3. Bilim ve Teknik:

Kur'an'da yer alan pek çok ayetlerden hareketle ve onlardan çıkarımlarda bulunmak suretiyle Peygamber dönemi ve çevresinin sahip olduğu ilimleri ve marifetleri tedkik etmek bir ölçüde mümkün olacaktır. Daha önce onların okuma, yazma, yabancı dillere önem verip yönelme ve yabancı kitapları görüp tedkik etme gibi vasıtalara sahip olduğunu açıklamıştık.

Konuya girmeden önce "İlim" kavramının o sırada bilinen teknik anlamıyla kullanılıp kullanılmadığını araştırmak iyi olur.
Kur'an ayetleri "ilim" kavramını, ulema, alimler, kendilerine ilim verilenler, ilimde ileri gidenler, bilen topluluk, bilenler bilmeyenler gibi türevlerini defalarca kullanmıştır. "Taallum" (öğrenme) kelimesi de aynı şekilde çokça kullanılmıştır. Dini kitaplar ve dini öğretiler sadedince çoğu zaman "Ders" (tedkik) kavramı ve türevleri çokça kullanılmıştır. Böylece ilim ve talim kavramları ve türevlerinin sayısı dörtyüz küsura ulaşmıştır.
İlim ve Talîm kavramları ve türevlerinin "İlim" kavramının bilinen teknik anlamının dışında başka anlamlar için kullanıldığını kabul etmeliyiz. Bu kavramlar özel birtakım anlamları ifade etmek için kullanılmıştır: Anlayış, anlatma, tanıma, kavrama, idrak etmek, ilham, vahyetme, açıklama, tedkik etme, pekiştirme, tasdik etme, yakın görme, müşahede etme, hissetme, alıştırma yapma, bilinçlenme, dini işleri ve semavi kitapları bilme... Bazan da aydın, akıllılar sınıfını, basiret ve anlayış sahiplerini ifade etmiştir. Değişik Kur'an sûrelerinde serpiştirilen bu anlamlara ayrıca örnekler vermeye gerek yoktur.

Yalnız bu iki kavram ve onların türevlerinin Kur'an'da "İlim" ve "Ta'lim" kavramlarının teknik anlamlarıyla kullanıldığı da bir gerçektir. Burada ilim ve Talîmin dini ya da dünyevi olması arasında fark gözetilmemiştir. Gelecek ayetlerden anlaşılan budur:
1 ... Onlar, insanlara siniri öğretiyorlardı. (O sihir ki) Babil'deki iki meleğe; Harut'ave Marufa... (Bakara, 102)
2 .. Allah onu sizin üzerinize (hükümdar) seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı (Bakara, 247)
3 ... İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık. Onun tümü Rabbimizin katındandır" dediler... (Al-i îmran, 7)
4 ... Fakat o, öğretmekte olduğunuz ve ders alıp vermekte bulunduğunuz Kitaba göre Rabbaniler olunuz... (Al-i Imran, 79)
5 Andolsun ki, biz, onların: "Bunu ancak kendisine bir beşer öğretmektedir" dediklerini biliyoruz. Kendisine saparak eğilim gösterdikleri (kimse)nin dili a'cemi'dir, bu ise açıkça Arapça olan bir dildir. (Nahl, 103)
6 İsrail oğulları bilginlerinin onu bilmesi, onlar için ispatlayıcı bir delil değil mi? (Şuara, 197)
7 Yanında Kitaptan bir ilim bulunan kimse dedi ki... (Nemi, 40)-Ayrıca Bkz: (2/151; 7/169; 29/43; 35/28)

Eğer getirilen deliller ve çıkarılan sonuçlar doğru ise Arapların peygamberlikten önce de bu anlama sahip oldukları ve onu anladıkları ortaya çıkar. Özellikle de bu ayetlerin çoğu Mekki'dir. Yani İslam çağrısının geniş alanlara yayıldığı ve kavramların anlamları ya da bazılarının gelişme gösterdiği dönemden önce inmiştir. Durum bu olduğuna göre dillerinde bu anlam bulunan ve tabii olarak zihinlerinde de var olan ve anlaşılan bir ulusun bu ilimlerin bazısına ilgi duymuş olması, onlardan elimize güvenilir çok şey geçmemiş bile olsa onların da herhangi bir şekilde bu çalışmalara katılmış olmasını gerektirir. Kur'an'da bununla ilgili açık ve belli bir açıklama yoksa da farketmez. Bununla beraber Kur'an'da yer alan bir takım delaletler irşadlar ve ilhamlar Peygamber asrı ve toplumundaki Arapların ilimlerinden ve marifetlerinden bir takım tabloları ve gelişmeleri arzetmeleri mümkündür. Gelecek konularda bunu daha rahat göreceğiz.
Bununla beraber konuya girmeden önce "ilim" kavramını buün bilinen teknik anlamıyla kullandığımızı belirtmek isteriz. Bugünkü "ilim"; araştırma ve inceleme yollarını tedkik, karşılaştırma vasıtalarını, ilkelerini, yöntemlerim, bilimsel ve teknik kuralları, kaideleri tesbit etmeyi vd. kapsamaktadır. Araplarda ilmin bu asır ve toplumda bu dereceye ya da bu teknik anlama kavuşmadığını kesin biliyoruz. Yalnız bu kavramı kullanırken şunu kastediyoruz. Araplardan da değişik kitaplara yönelen, onları tedkik eden, bazı ilimleri okuyan, inceleyen, bazı kurallarını kavrayan, sadece bedevi tabiatı ve basiretiyle sınırlı kalmayan kimseler vardı.
Şimdi Kur'an'dan ilham alınarak tesbit ettiğimiz bilimsel ve teknik konulara, Arapların bunlara katıldıklarına ve önem verdiklerine, az önce belirttiğimiz çerçevede tekrar dönüyoruz.
Kur'an'da, Arap yarımadasında ve onun haricinde yaşamış eski ulusların kıssalarını anlatan bir çok bölüm vardır.
Birincisiyle ilgili olarak:
1- Sebe' ile ilgili eski ve yeni hususlar: Eskisi, Sebe' Melikesinin sahip olduğu geniş egemenlik, savaş gücü, akli üstünlük, kendisiyle îsrailî Nebi ve hükümdar Süleyman arasında geçen olaylar (Neml, 16-44) (9) dır. Yenisi ise, bu eski dönemden sonra Sebe' memleketinin imarı ve uygarlığı, orada yer alan pek çok şehir ve kasabaların durumu, onların zincirleme olarak Hicaz'a kadar uzayıp gitmesi, orada bulunan sular, bahçeler, bolluk ve nimetler. Aram Seli ve memleketin gerilemeye başlaması, ora sakinlerinin göç etmeye başlaması ve onların kötü biçimde parçalanıp dağılması (Sebe, 15-19. ayetleri).
2- Yemen'in hüküm sürdükleri bilinen Yemen kralları (Tebâbi') ve ma'ruf olan Tubba' hakkında bir takım kısa işaretler. (Duhan 37, Kaaf 14. ayetleri).
3- Ahkaaf-Arap yarımadasının güneydoğusunda yer alan kesim ile ilgili şeyler. 'Ad'ın evleri, oradaki uygarlık, şehirler, köyler, ekinler, kaynak sular, askeri güç, dağ eteklerindeki gözetleme evleri, su depoları, fiziksel olarak sahip oldukları güç vesaire. Hud'un onlara peygamber olarak gönderilişi, onların karanlıkta esen soğuk ve gürültülü bir rüzgar ile yıkılışı (Araf, 65-72; Hud, 50-60; Şuara 121-134; Fussilet, 15; Ahkaaf, 21-26; Kamer, 18-20; Fecr, 6,8. ayet¬leri).

Burada metodumuza aykırı davranarak ayetlere sadece işaret etmekle yetindik. Çünkü burada amaç, yalnız Kur'an naslarından hareket etmek değildir. Kitabımızın konusu "Peygamber Çağı" olduğundan, Arap Yanmadası'nın değişik bölgelerinde kurulan eski Arap medeniyetlerine işaret eden Kur'an ayetlerini vermekte bir sakınca görmedik. Kaldı ki ayetlerin, Risalet Öncesi dönemde Yemen, Hadramut, Medayin've Hicaz'ın çeşitli bölgelerinde kuruian uygarlık, medeniyet ve bayındırlıklara ışık tutan en önemli kaynak olduklarından kuşku yoktur. Ayrıca bu uygarlıklarla ilgili haberler nesilden nesile aktarılmak suretiyle Rasululkh dönemine kadar gelmişti. Bugüne kadar ayakta kalabilmiş kalıntılar da bize kaynak teşkil etmektedir. Bütün bunlar (ayetler, rivayetler ve kalıntılar). Peygamber dönemindeki Arapların, medeniyet alanında yeni bir dönemle karşı karşıya olmadığını gösteren en iyi delillerdir.

4- Kur'an'ın "Hicr" diye de adlandırdığı Semud'un evleriyle ilgili şeyler. Onlardaki uygarlık, bahçeler, hurmalıklar, ekinler, sular, dağlarda yontulmuş evler, ovalardaki saraylar... Salih'in onlara elçi olarak gönderilişi, onlara dişi devenin mucize olarak verilişi, sonra devenin boğazlanması ve onların bir sarsıntı ile yok edilişi (A'raf, 72-78; Hud, 60-68; Hicr, 80-83; Şuara, 141-152; Nemi, 45-52; Kamer, 23-31; Fecr, 9. ayetleri).
5- Medyen ile ilgili olanlar. Medyen Arap yarımadasının kuzeybatısında yer alan bir ülke. Ora ahalisinin elde ettiği servet, güç, ticari hareket, alış-veriş, satma-satın alma gibi şeyler. Şuayb'ın onlara elçi olarak gönderilişi ve yok oluşları (A'raf, 85-91; Hud, 84-95; Şuara, 176-190. ayetleri).
6- İbrahim'in Mekke ile ilişkisi, zürriyetinin bir kısmının onun haremine yerleştirmesi, oğlu İsmail ile birlikte Kâ'be'yi bina edişi, üzerinde apaçık işaret bulunan namazgahı (İbrahim, 35-41; Baka¬ra, 124-131; Al-i İmran, 96-97. ayetleri).
İkincisi, yani Arap yarımadasının dışında olanlar. Bunların bir kısmının Tevrat'ta kaydedilenlerle ilgisi vardır. Bazılarının da böyle bir ilişkisi yoktur.

a) Birincisi:
1- Nuh, Tufanı ve gemisi (Yunus, 71-73); Hud, 25-48; Mümi-nun, 23-28 ve Kamer, 9-16. ayetleri).
2- İbrahim ve kavminin kıssaları. Kavmi ve krallarıyla ilişkisi, Filistin'e göç etmesi, rüyası, onu uygulamaya çalışması, oğlunu ve zürriyetini feda edişi vesaire. (Bakara, 258-260; En'am, 74-78; Hud, 69-76; Meryem, 41-50; Enbiya, 51-73; Şuara, 70-104; Ankebut, 16-25; Saffat, 83-113. ayetleri).
3- Lût kıssası. İbrahim ile birlikte göç etmesi, toplumu ve çirkin ahlakları, Allah'ın onların ülkelerini yerin dibine geçirişi ve onların izlerinin ayakta kaldığına dair işaretler (A'raf, 80-83; Hud, 77-83, Şuara, 160-175; Saffat, 133-138; Kamer, 33-40. ayetleri).
4- Yusuf kıssası. Mısır'daki kıtlık yılları, Yakub ailesinin Mısır'a göçü (Yusuf sûresi, 4-101).
5- Firavun'un İsrailoğullarma zulmü, Musa'nın yetişmesi, çağrısı, mucizeleri; Firavun'un onlara karşı tavrı, büyü tartışması, yarışması, Firavun'un izlediği yol. İsrailoğullarının Mısır'dan çıkışı, bıkkınlıkları, çölde dolaşmaları, Musa'nın Rabbine niyazı, İsrailoğullarının, hükümdar Davud ve Süleyman'ın savaşları, dıştan İsrailoğullarına yöneltilen saldırılar ve yeryüzüne dağılışları (Bakara, 246-251; Maİde, 20-26; A'raf, 130-133,164-196,138-139,142-145,148; îsra, 4-7; Tâha, 57-70, 76-77; Enbiya, 78-82; Şuara, 10-68; Nemi, 15-44; Kassas, 3-6 ve 7-40; Sebe', 10,14; Saad, 17-20, 26 ve 31-29).
6- Eyyüb kıssası. Kavminin inkârına karşı öfkelenişi, gemiye binişi, oradan atılışı, balığın onu yutuşu, ikinci defa onu dışarı atışı, bundan sonra kavminin ona iman edişi (Saffât, 139-148 ve Kalem, 48-50).

b) İkincisi:
1- Zülkarneyn kıssası, doğuların ve batıların hakimi oluşu. Ye'cüc ve Me'cüc engelini (barajını) bina edişi (Kehf, 83-98).
2- Musa ve Salih Adam kıssası. Bu adamın, dış görünüşleri itibariyle hakka ve gerçeğe, mantığa aykırı düştükleri için Musa tarafından tepkiyle karşılanan eylemleri. Bundan sonra adamın eylemlerini Musa'ya açıklaması (Kehf, 60-82).
3- Zekeriye, Yahya, Meryem ve İsa'nın çeşitli kıssaları, Yahya'nın mucizevi bir biçimde doğuşu, İsa'nın bir mucize eseri olarak doğuşu, isa'nın israiloğullarma elçi olarak gönderilişi, Havarilerin iman edişi, gökten sofranın indirilmesi (Al-i İmran, 32-62; Nisa, 156-159; Maİde, 109-118; Meryem, 1-40; Zuhruf, 57-65; Saff, 6).
4- Ashab-ı Kehf kıssası, uzun seneler boyunca uyumaları, uyanmaları, sonra ölümleri, sayıları, köpekleri vesaire (Kehf, 9-26).
5- Lokman kıssası, hikmeti, oğluna öğütleri (Lokman, 12-19). Tevrat'ta zikredilen, Peygamberle ilişkisi olanların içinde
Kur'an'daki kıssalarla az;çok, anahatlarıyla-detaylarına kadar bağdaşan yerler olduğu gibi, Tevrattaki bilgilerle bağdaşmayan hatta hiç Tevrat'ta sözü edilmeyen yerler de vardır. İbrahim kıssalarının çoğu, Musa kıssası ve Salih kulun kıssası gibi.


4. Araplarda Tarih Bilgisi ve Peygaber Kıssaları:

Kur'an'da Peygamberlerin haberlerini, uluslarının kendilerine karşı tutumlarını anlatan bir dizi ayet vardır. Bu ayetler, bu kıssaları dinleyen Arapların, onlara yabancı olmadıkları, yani onları bildikleri ya da en azından bir kısmını bildikleri imajı verecek bir üslubla ifade etmişlerdir. Gelecek ayetler buna işaret etmektedir.
1 Andolsun, sizden önceki kuşakları, peygamberleri kendilerine apaçık belgeler getirdiği halde, zulme saptıkları ve iman etmeyecek oldukları için yıkıma uğrattık, işte biz, günahkâr olan bir topluluğu böyle cezalandırırız. Sonra nasıl davranacaksınız diye, sizleri gözlemek için, onların ardından sizi yeryüzünde halifeler kıldık. (Yunus, 13-14)
2 Eğer sem yalanlıyorlarsa, onlardan önce Nuh, Ad, Semud kavmi de yalanlamıştı. İbrahim'in kavmi, Lut'un kavmi de; Medyen halkı da; Musa da yalanlanmışti. Böylelikle Ben, o küfre sapanlara bir süre tanıdım, sonra da onları yakalayıverdim. Nasılmış benim inkârım! (Halkı) zulmetmekte iken onları yıkıma uğrattığımız nice ülkeler vardır ki, şimdi onların altlan Üstlerine gelmiş ıpıssız durmakta, kullanılamaz durumdaki kuyuları yüksek sarayları (çın çın ötmektedir). Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve kendisiyle işitebilecek kulakları oluversin? Zira gerçek şu ki, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir. (Hac, 42-46)
3 Ad'ı ve Semud'u da (yıkıma uğrattık). Gerçek şu ki, oturdukları yerlerden size (durumları) belli olmaktadır. Kendi yapmakta olduklarını şeytan onlara çekici kıldı, böylece onları yoldan alıkoydu. Oysa onlar görebilen kimselerdi. (Ankebut> 38).
4 Yeryüzünde de gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerini nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar, güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler, toprağı alt-üst etmişler ve onu kendilerinin imar ettiğinden, daha çok imar etmişlerdi. Şu halde Allah onlara zulmetmiyordu, ancak onlar kendi nefislerine zulmetmekteydiler. (Rum, 9)
Ayrıca Bkz: (14/44-45; 20/128, 133; 37/133-138)
Bir dizi Kur'an ayetinde, Kâfir Arapların Peygamberin çağrısını ve Kur'an'ın uyarılarını, Öncekilerin masalları olarak değerlendirerek red ettikleri hikâye edilmektedir. Gelecek misallere bakalım:
1 Onlardan seni dinleyenler vardır: Oysa biz, onu kavrayıp anlamalarına (bir engel olarak) kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, apaçık ayetleri görseler, yine ona inanmazlar. Öyle ki, o küfretmekte olanlar, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek; "Bu öncekilerin uydurma masallarından başka birşey değildir" derler. (En'am, 25).
2 Ayetlerimiz onlara okunduğu zaman: "İşittik" dediler. "İstesek, biz de bunun bir benzerini söyleyebiliriz. Bu, eskilerin efsanelerinden başkası değildir". (Enfal, 31).
3 Ve dediler ki: "(Bu) geçmişlerin uydurduğu masallardır, bir başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam okunmaktadır" (Furkan, 5).

Aynı şekilde Kur'an'da Peygamber'e, daha Önceki peygamberlerin getirdiklerine benzer bir mucize getirmesi için meydan okuduklarını hikaye eden ayetler vardır. Gelecek misallerde görüldüğü gibi:
1 "Hayır" dediler. "(Bunlar) karmakarışık düşlerdir; hayır onu kendisi uydurmuştur, hayır o bir şiirdir. Böyle değilse öncekilere gönderildiği gibi bize de bir mucize getirsin." (Enbiya, 5).
2 Fakat onlara kendi katımızdan hak geldiği zaman: "Musa'ya verilenin bir benzeri de buna verilmeli değil miydi?" dediler. Onlar, daha önce Musa'ya verilenleri inkâr etmemişler miydi? "İki büyü birbirine arka çıktı" dediler. Ve gerçekten biz hepsini inkâr edenleriz dediler. (Kasas, 48).
Yusuf kıssası ayetlerinin girişinde yer alan bir ayetin metni şöyledir: "Yusuf ve kardeşlerinde soranlara ibretler vardır." Yine, Zülkarneyn kıssası Peygamber'e yöneltilen bir soru üzerine inmiştir. Nitekim bu kıssanın girişinde iki ayet vardır; "Sana Zülkarneyn'den soruyorlar. De ki, 'size ondan bir öğüt okuyacağım'" Ashabı Kehf kıssası ayetlerinde de onların inişinin, onlar hakkında meydana gelen bir tartışma üzerine indiği anlaşılmaktadır: "(Ondan sonra gelen kuşaklar) Diyecekler ki: "Üçtüler, onların dördüncüsü de köpekleridir." Ve: "Beştiler, onların altıncısı köpekleridir" diyecekler. De ki: "Rabbim, onların sayısını daha iyi bilir, onları pek az (insan) dışında kimse bilemez." Öyleyse onlar konusunda sathi bir tartışma dışında tartışma ve onlar hakkında bunlardan hiç kimseye bir şey sorma." (Kehf, 22).
Bu nasslar (metinler), önceki ulusların ve peygamberlerin haberlerini ihtiva eden Kur'an ayetlerinin kendilerine okunduğu kimselerin bu haberleri ana hatlarıyla ya da detaylarına varıncaya kadar bildikleri imajını vermektedir. Hatta onlar daha da ileri giderek, Peygamberin onları başkalarından aktardığını, sabah akşam onları alarak açığa vurduğu ve kendilerine okuduğunu demeye getirmişlerdir. "Onun dediklerini biliyoruz, eğer dilersek biz de onun gibisini söyleriz, çünkü bu öncekilerin kıssaları ve bilinen hikayelerdir"

diye iddia etmişlerdir.

Tefsir kitapları, Kur'an kıssalarıyla ilgili olarak ravilerdeki haber alimlerinden, Arap ve Yahudi asıllı müslüman sahabeden rivayet edilen açıklamalar, şerhler ihtiva etmektedir. Bu haberler ve kıssaların Arap çevrelerde ve kitaplı çevrelerde bilinen şeyler olduğu söylenebilir. Bunların hepsinin İslâm'dan sonra uydurulduğunu söylemek makul olmaz.

Bu söylediğimiz, mantık ve hikmetle de uyum içindedir. Kur'an kıssaları, üslubundan, tekrar edilişinin hikmetinden, çeşitliliğinden ve siyakından da anlaşılacağı gibi ibret, öğüt, temsil ve hatırlatma için varid olmuşlardır. Bu ise ancak dinleyicilerin bildiği ve kabul ettiği şeylerle ilgili olduğunda daha tesirli ve görüşler üzerinde daha etkili olabilir. Hud süresindeki Nuh kıssasından sonra: "Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce ne sen, ne de toplumun bunu bilmiyordu..." (49. ayet); Yusuf süresindeki Yusuf kıssasından sonra: "Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberleridir. Onlar tuzak kurarken işlerini birleştirdiklerinde sen onların yanında değildin." (102. Ayet); Al-i îmran süresindeki Meryem kıssasından sonra: "Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberleridir. Hangilerinin Meryem'e kefil olacağı konusunda kalemlerini attıkları zaman sen onların yanında değildin. Onlar birbiriyle hasmane boğuşurken sen onların yanında değildin." (44. ayet) gibi bir takım ayetler varid olduğu da bir realitedir. Yalnız birinci ayet onların kıssayı temelden ve konu olarak bilmediklerinden çok, uslubla, detaylarla, genelliğiyle ilgili başka amaçlar taşıdığı kesindir. Özellikle de Nuh ve Yusuf kıssaları Tevrat'ta da detaylı olarak kaydedilen kıssalardandır. Tevrat'ın anlattıklarıyla Kur'an'da yer alanlar arasında büyük bir yakınlık vardır. Kitaplıların o zamanlar bunları bilmedikleri hatta Arapların ya da onlarla sıkı ilişki içinde bulunan bazılarının bunu bilmediklerini söylemek imkansızdır.

Durum bu olduğuna göre şu noktalan tesbit etmek aşırılık olmaz:
1- Peygamberin Arap çevresindeki ahalinin, tarihsel bilgilerden ve haberlerden bir pay sahibi oldukları kesindir.
2- Onların bu konudaki bilgilerinin, Kur'an'da ana hatlarıyla ya da detaylı olarak işaret edilen olaylarla sınırlı olması makul olmaz. Zira Kur'an'da yer alan şeyler tenzil hikmetinin Öğüt ve hatırlatma için vahyedilmesini gerektirdiği şeylerdir. Sahabe bilginlerinin, habercilerin ve ravilerin naklettiği, müfessirlerin de Kur'an kıssaları için birer şerh açıklama olarak alıp yazdıkları şeylerin çoğu da bu türden bilgilerdir. Çünkü bunların hepsinin, az önce belirttiğimiz gibi, İslâm'dan sonra uydurulmuş olması makul olmaz. Tabii ki bunları söylerken bu haberlerin olaylarıyla ilgili eleştiri ve çekimser kalıştan sarfınazar ediyoruz.
3- Eu bilgilerin ve tarihsel haberlerin iki kaynağı vardı: Birincisi; yer, kaynak ve rivayet olarak Araplara aittir. Ad, Semud, Se-be', Medyen ve Lokman kıssaları gibi. Bu raeyadna kaydedilebilecek kıssalardan biri de İbrahim'in kıssalarıdır. Bunlara Tevrat'ta herhangi bir işarette bulunulmamıştır. Yalnız Arapların gelenekleriyle ilişkilidir. Zürriyetini Beytü'l-Haram Bölgesine yerleştirmesi, İsmail ile Kâ'be'yi bina edişi, Hac geleneklerini belirlemesi ve ona çağrıda bulunması, onların putlariyla ilgili olarak kavmine karşı tutumu, ateşe atılışı, ondan sağlam olarak kurtuluşu ve saire gibi ikincisi; dış kaynaklıdır. Bunlar da yabancı azınlıklar, onların kitapları, Arapların komşu ülkelere seferleri ve oraların ahalisiyle ilişkilerde bulunulmaları yoluyla onlara geçmiştir. Tevrat'ın, Yahudilerin ve Hıristiyanların dini ve dini olmayan kıssaları, Zulkarneyn, Rüstem, İsfendiyar ve saire kıssaları gibi. Bunların da bir kısmı Kur'an'da zikredilmiş bir kısmı ise zikredilmemiştir. Çünkü Peygamber çevresindeki Araplar, Arap kökenli ya da Arapların gelenekleriyle ilgili kıssaları nesilden nesile devralıyorlardı. Peygamberin gönderilişinden önce onlar bunları ve ikinci kaynaktan gelenleri gece sohbetleri ve hikaye meclislerinde birbirlerine aktarma ve bu hikayeler üzerinde tartışma suretiyle Öğreniyorlardı.
Hatta biz bunun da ötesine giderek Kur'an'dan aldığımız ilhamla diyoruz ki: Arapların katında kitapların, sahifelerin ve derilerin, peygamberlikten önceki dönemle ilgili olarak Arapça olan ve Arapça olmayan tarihsel haberler, kıssalar ve bilgilerle doldurulduğunu, onların dilden dile dolaşması, gönülden gönüle akmasıyla yetinilmediği kesindir. Bunlarla ilgili hiç bir şey bize ulaşmamış bile olsa durum değişmez. Bunu, Peygamberin onlara her Kur'an okuyuşunda onların "öncekilerin masalları" ifadesini tekrar etmesinden çıkarıyoruz. Bu ifade ve kavram öncekilerin hikâyeleri için kullanılıyorsa da onun Önceki yazılı metinler için de kullanıldığını zannediyoruz. Bu kavramın önceki eski ulusların hikayeleri ya da asılsız, hurafe şeyler için kullanılması daha sonra olmuştur. Özellike "Esatir" kavramının "Satara" kavramından geldiğini ve "Satara"nin de yazmak anlamına geldiğini düşündüğümüzde mesele daha da netleşir Kur'an bu kavramı, daha Önce başka bir sebeble naklettiğimiz Tur 1-3 ve Kalem 1-2 ayetlerinde kullanmıştır. Zannediyorum az Önce naklettiğimiz Furkan beşinci ayeti de burada belirtmeye çalıştığımız noktanın doğru olduğuna güçlü bir delildir. O da kâfirlerin, Peygamberin önceki insanların esatirini yazdığını, ezberlediğini, sonra da kendilerine okuduğunu söylediklerini hikaye etmektedir. Bu da haberleri ve kıssaları yazmanın Araplarda bilinmeyen bir şey olmadığını ve bunlardan bir kısmının yazılı olduğunu ve kâfirlerin Peygamber hakkındaki düşüncelerine malzeme hazırladığını ilham etmektedir. İbn-i Hişam iki haber kaydetmiştir ki (10) bunlarla belirtmeye çalıştığımız noktayı aydınlatmak mümkündür: Birincisi: Nadr h. Haris'in, davet meclislerinde Peygamber'i izleyip insanlara Rüstem ve İsfendiyar'm haberlerini hikaye etmesi: "Allah'a yemin olsun ki, O'nun sözleri benim sözlerimden daha güzel değildir. Onun sözleri öncekilerin esatirinden başkası değildir. O da benim derlediğim gibi onları derleyip yazmıştır" demesidir. İkincisi: Süveyd b. Samit'in Hac mevsiminde Peygamberle karşılaştığı Peygamber'in onu İslam'a çağırdığı, O'nun da: "Herhalde, bu dergideki şeylere çağırıyorsun deyip Lokman dergisini çıkardığı ve Peygambere gösterdiği" haberidir.

5. Coğrafya ve Astronomi Bilgisi:

Kur'an'da, denize, yolculuklara, güzel rüzgâra, fırtınalı rüzgâra, gürültülü rüzgâra, aynı şekilde kara yolculuklarına, ticari olan ve olmayan kervanlara, yollara, caddelere, yolculuklarda yolu bulmaya yarayan alametlere işaret eden pek çok ayetler vardır. Onlardan çoğunu daha önceki bölümlerde naklettik. Burada vereceklerimiz daha önce nakletmediklerimizdendir:
1 Ki (Rabbim), yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı, onda sizin için yollar döşedi... (Taha, 53)
2 Yeryüzünde, onîarı sarsıntıya uğratmasın dîye, sabit dağlar yarattık ve doğru gidebilsinler diye de geniş yollar açtık. (Enbiya, 31).
3 Sizin için yeryüzüne boyun eğdiren O'dur. Şu halde O'nun omuzlarında yürüyün ve O'nun rızkından yiyin. Sonunda gidiş O'nadır
(Mülk, 15).
Önceki ayetler ile bu ayetler ve onların paralelinde olan ayetler, Hicazlıların Peygamberlikten önce yaptıkları kara ve deniz yolculuklarının çokluğunu göstermektedir. Kî biz bu yolculukların denizde, Kızıldeniz'in sahillerini aşıp Habeşistan sahillerine, doğu Afrika ve Güney Asya kıyılarına ulaştığım, karadaki yolculuklarının da Irak, İran, Şam, Mısır'ı kapsayıp bazan Küçük Asya'daki Bizans ülkelerine kadar vardığını anlayabiliyoruz. Onların bu kadar yolculukları başarmaları, bu işte o kadar ileri gitmeleri ancak denizcilik için zorunlu olan bilgileri idrak etmeleriyle mümkündür. Deniz yollarını, rüzgarın esiş yönlerini, limanları, kaleleri, ülkeleri ve şehirleri, vardıkları yerleri, geçtikleri yerleri, ticaret yaptıkları yerleri bilmiş olmaları gerekiyor. Başka bir ifadeyle onların coğrafya bilgileri diye adlandırabileceğimiz bilimlede ulaşmış olmaları gerekir. Artık burada fiziki, ekonomik ve sosyal coğrafya diye ayırmaya gerek yok. Sonra burada kara ve deniz coğrafyası ayırımı da yapılamaz. Arapların tarihsel bilgileri konusunda vardığımız sonuç, burada vardığımız sonucu da güçlü olarak desteklemektedir. Bu tarihi bilgilere sahip olan Arapların, tabiatıyla ulusların haberlerine, olaylarına, gittikleri ülkelerin ve bölgelerin çeşiti coğrafya konumları ile ilgili bilgilere de ulaşmış olmaları gerekir.
(10) îbni Hişam; I. 323 ve II, 27-28.


Aynı şekilde Kur'an'da Güneşten, Aydan, Ay'ın konaklarından, Güneş ve Ay'ın yörünge ve hareketlerinden ve bu ikisinin yıl hesaplamalarmdaki rollerinden; Yıldızlardan ve onların, Arap yarımadasında aşırı sıcaklık dolayısıylatercih edilen gece kara ve deniz yolculuğu esnasında rehber olarak, yol gösterici olarak kullanılmasından bahseden bir çok ayet vardır. Hatta bu ayetlerde Güneş ve Ay dışında bizzat yıldız/gezegen adı zikredilmiştir. Aşağıda vereceğimiz ayetlerde bu durum daha iyi görülüyor;
1 Sana hilâl halindeki aylan sorarlar: De kî: "O, insanlar ve hac için belirlenmiş vakitlerdir." (Bakara, 189).
2 O, karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulmanız için size yıldızları var edendir. Bilebilen bir topluluk için biz ayetleri birer birer açıkladık (En'am,97),
3 Güneşi bir aydınlık, ay'ı da bir nur kılan ve yılların sayısı ve hesabını bilmeniz için ona duraklar tesbit eden O'dur... (Yunus, 5)
4 Sizi sarsıntıya uğratır diye yerde sarsılmaz dağlar bıraktı, ırmaklar ve yollar da (kıldı). Umulur ki doğru yolu bulursunuz. Ve (başka) işaretler de (yarattı), onlar yıldız(lar)la da doğru yolu bulabilirler. (Nahl, 15-16).
5 Güneş de kendisi İçin olan bir müstekarra doğru akıp gitmektedir. Bu,üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)'ın takdiridir. Ay'a gelince, biz
onun için de bir takım uğrak yerleri takdir ettik; sonunda o, eski bir hurma dalma döndü. Ne güneşin aya yetişmesi, ne de gecenin gündüzün Önüne geçmesi doğrudur. Her biri bir yörüngede yürüyüp gitmektedirler. (Yasın, 38-40).
6 Yoo, şafak vaktine yemin ederim, geceye ve toplayıp taşıdığı şeylere, ondördüne girdiği zaman aya... (İnşikak, 16-18). Ayrıca Bkz: (6/96; 16/12; 21/33; 31/29; 53/49; 81/15-18) Allah'ın nimetlerini hatırlatma ya da Allah'ın ululuğunu vurgulama konusunda gelen bu ayetlerin üslubu, onları dinleyenlerin onları anladıklarını, neye işaretlettiklerini kavradıklarını göstermektedir. Tâli olarak da Peygamberin asrı ve çevresindeki Arapların, yıldızların yeri, hareketleri, bazı isimleri hakkında bilgi sahibi olduklarını, yolculuklarında, evlerinde, yola koyulmalarında, zamanlarını belirlemelerinde, seferlerinde bu bilgilerinden yararlandıklarını, Güneş'in ve Ay'ın hareketlerini hesapladıklarını, mevsimleri ve günleri hesaplarken bu iki gezegenden yararlandıklarını, başka ve daha doğru bir ifadeyle onların bir nebze astronomi bilgileri olduklarını göstermektedir. Bununla beraber Arapların bu konuda bildikleri şeylerin o zamanda ya da daha öncelerinde Yunanlıların astronomi bilgileri düzeyinde bir bilgi olduğunu soyleyemiyoruz. Çünkü onlarda (Yunanlılarda) bu ilmin kuralları ve bilimsel sınırlandırmaları vardı. Onların bu bilgilerinin, deneyimlerinden, yolculuklarından ve müşahedelerinden kaynaklanan ilkel bilgiler olduğunu tercih ediyoruz.

6. Tıp ve Eczacılık Bilgisi:

Madem ki burada Arapların akli gücünü ve bunun tezahürlerini ortaya koyan Arap kültüründen söz ediyoruz, o zaman burada şunu da belirtmemiz doğru olacaktır: Onların hastalıklarla, hastalıkların tedavileriyle, eczacılıkla, ilaç yapımı ve kullanımıyla uğraşmadıklarını söylemek doğru olmaz. Onların kendi deneyimlerine ve gözlemlerine dayanarak, ya da komşu ülkelerin deneyimlerini iktibas ederek bu alanda bir mesafe katetmiş olmalarını söylemeliyiz. Bunlara "Tıp ilimleri" de diyebiliriz. Bu konuda Nahl sûresinin ayetlerinden birinde kendisine değinilen baldan başka bir işaret Kur'an'da yer almamaktadır:
"Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda uçuver.' Onların karınlarından türlü şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır..." (Nahl, 69)

Peygamberlikten Önce ve peygamberlik döneminde tıp ile uğraşan vt bu konuda şöhret yapan bir dizi şahsiyetin isimlerinin rivayetlerde ve biyografi kitaplarında yer aldığına dikkat çekmeliyiz.


7. Soybilim:

Arapların kabilesel hayatları şöyle bir yaklaşımda bulunmamızı kolaylaştırabilir: Onların arasında soylara, kabile, aşiret, boy ve evlerin zincirleme bağlılıklarına, onların gelişmelerine, antlaşmalarına, dostluklarına geniş ölçüde önem veren bir sınıfın yetişmiş olması gerekirdi. Zira bu onların yaşadığı hayatın kaçınılmaz gereklerinden biridir ve bunu bir ölçüde soybilim olarak nitelemek mümkündür. Bu konuda Kur'an'da yer alan iki ayette iki işaretten başka bir şey bulunmamakla beraber durum budur.
1 Böylece Sur'a üfurüldüğü zaman, o gün aralarında soylar yoktur ve soruşturmazlar da. (Mü'mimın, 101).
2 Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. (Hucurat, 13).
Risâlet öncesi dönem ve toplumun ilim ve kültürleri hakkında söylediklerimizi özetleyecek olursak şöyle bir tablo çıkar:
1- Okuma-yazma hissedilecek derecede yaygınlaşmıştı. Badiyede (köyde) yaşayanların da bir takım bireylerinin okuma-yazmaya yönelmiş olması uzak bir olasılık değildir.
2- Araplardan, bazı yabancı dillerle uğraşan ve buna önem verip o dillerin sahiplerinin yanında bulunan dinî olan ve dinî olmayan kitapları tedkik eden kimseler vardı.
3- Araplar ulusların haberlerine ve peygamberlerin kıssalarına önem veriyorlardı. Tarihi bilgilerin, haberlerin, kültürün yazılı bulunduğu kitapları, sahifeleri, yazı yazılan ince derileri ve derlemeleri vardı. Bu haberlerin ve bilgilerin köken ve yer olarak Araplara ait olanları olduğu gibi iktibas olanları da vardı.
4- Araplar, gözlem ve deneye dayalı bir takım coğrafî astronomik ve tıbbi bilgilere, uğraşılara sahipti.
5- Araplar soy bilgisi, iz sürme rüzgârların esiş yönleri ve yağışı tahmin konusunda uzman idiler.
6- Onların ziraat ve matematik bilgileri öz ve basitti. (Bu konu geniş olarak birinci bölümde işlenmişti.)

8. Kâhinlik ve Büyücülük:

Bu fasıla Peygamberin peygamberlikten önceki asrında ve toplumunda kâhinlik ve büyücülüğü de ilave etmek istiyoruz. Zira bize göre, bunlar psikolojik bilimler ve marifetler olmaları hasebiyle konumuzla ilgilidir. Bu yönleriyle Arapların aklî güçlerini gösteren tezahürlerden biri olarak kabul edilmeleri mümkündür.
Araplarda, kâhinlik ve büyücülüğün ciddi bir yeri; ruhsal ve psikolojik problemlerinde ve zihinlerinde büyük bir etkisi vardı. Araplar özellikle kâhinlere saygı ve takdirle bakıyorlardı. Onları ruhsal (psikolojik) hastalıkların doktorları olarak görüyorlardı. Psikolojik sıkıntılarının ve ruhsal problemlerinin hepsinde onlara koşuyorlardı. Sarsıldıklarında, sıkıntıya düştüklerinde ve rahatsız olduklarında dertlerini onlara götürüyorlardı. Onların katında huzur ve marifet olduğunu söylüyorlardı. Birisi korkunç bir rüya gördüğünde onu yorumlaması için kâhine koşuyordu: Kapalı-gizli bir anlaşmazlık çıktığında çözümü için kâhine yöneliyorlardı. İnsanları korkutan herhangi bir gök ya da yer felaketi olduğunda derhal kâhine koşarlar ve onlardan gayb haberlerini ya da içinde bulundukları durumu izah eden açıklamalar isterlerdi.
"Kâhin" kavramı Kur'an'da iki ayette geçmekte ve Arap kâfirlerinin Peygamber'e nisbet ettiği kâhinlik vasfını red etmektedir.
1 Şu halde sen, öğüt verip-hatırlat; çünkü sen Rabbinin nimetiyle ne bir kahinsin, ne de bir deli. (Tur, 29).
2 ... Bsr kâhinin de sözü değildir. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz'7 (Hakka, 42).

Bu iki ayetin dışında Araplardaki kâhinliğe açık bir tablo çizen, ışık tutmaya yarayan başka bir şey yoktur. Yalnız tabiatıyla onların Peygamber'e kâhinliği nisbet edişi kendi anlayışlarına göre onunla kâhinler arasında bir benzerlik görmelerinden kaynaklanıyordu. Araplara ait rivayetlere dayanarak kâhinlik ve kâhinler hakkında şu noktaları tesbit edebiliriz;
1- Arapların nazarında kâhinliğin dinî bir statüsü yoktu.
2- Kâhinler soru sahiplerinin soruları üzerine sözlerini ve cevaplarını sıcak, coşturucu bir uslubla söylerlerdi. Konuşmasının arasına bir takım imalar yerleştirirlerdi. Ki bunların içinde dinleyiciler kafalarındaki soruların açıklamasını bulabiliyorlardı.
3- Gizli-kapalı seci'li imalar içeren sözleriyle insanlara gayb olan şeylerden, gelecekten söz ediyorlardı.
4- Onlar insanları uyutarak ya da insanların kendileri, kurun¬tuya kapılarak, hatta bizzat kahinlerin kendilerinin de dillerinden dökülen seci'ler ve tevriyeler nedeniyle kendilerine uyan cinlerin olduğunu, kendilerine düşen görevde onlara yardımcı oldukları zehabına kapılıyorlardı.

Kendilerini izleyen bu cinlerin göklere kulak verip oradan haberler çaldıklarını, getirip bu haberleri kâhinlerin gönüllerine bıraktıklarını, onların da bu haberleri ifade ettiklerine inanıyorlardı. Burada bazı Kur'an ayetlerinin, şeytanların gök haberlerine kulak kesildiklerine ve onları alıp kaçmalarına işaret ettiğine dikkat çekmeliyiz. Gelecek ayetlerde bunu görüyoruz:
1 Andolsun biz, gökte burçlar yaptık. Ve onu bakanlar için süsledik. Ve onu her kovulmuş şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı eden olursa, onu da parlak bir ateş şulesi kovalar. (Hîcr, 16,18).
2 Hiç şüphesiz, bir dünya göğünü çekici bir süsle, yıldızlarla süsleyip donattık. Ve itaatten çıkmış her azgın şeytandan koruduk. Ki onlar, Mele'i A'laya kulak verip dinleyemezler ve onlar her yandan kovulur atılırlar, uzaklaştırılırlar. Onlar için kesintisiz bir azab vardır. Ancak çalıp kaçan olursa artık onu da delip geçen yakıcı bir alev izler. (Saffat, 6-10).
3 "Doğrusu biz göğü yokladık, fakat onu oldukça güçlü koruyucular ve şihablarla kaplı bulduk. Oysa gerçekte biz, dinlemek için onun bazı bölümlerinde, oturma yerlerinde otururduk. Ama şimdi kim dinleyecek olsa, kendisini İzleyen bir şihâb bulur" (Cin, 8-9).
4 Andolsun, biz en yakın olan göğü kandillerle donattık ve bunları, şeytanlar İçin taşlama birimleri kıldık. Onlar için de çılgınca yanan ateşin azabını hazırladık. (Mülk, 5).
Buna göre kâfirlerin, Peygamber ile kâhinler arasında gördüğü benzerlik Peygamberin okuduğu seci'li, coşkulu ya da ölçülü Kur'an ayetleridir. Özellikle de Peygamberliğinin ilk zamanlarında bu niteliği taşıyan ayetler pek çoktu. Peygamberliğin ilk zamanlarındaki ayetlerin çoğu seci'liydi. Peygamberin gelecekten haber vermesi ölümünden sonra dirilişten, Cehennem'den söz etmesi, Allah ile gök ve meleklerle ilişkisinin olduğunu söylemesi, Melekler vasıta¬sıyla kalbine Kur'an'm indirilmiş olması onları böyle bir zanna itmiştir.
"Kâhin" kavramının geçtiği iki ayetin siyakı ve özü rivayetlerin açıkladığı, bizim de kaydettiğimiz Arap kâhini tablosuyla uygunluk arzedebilir.

Rivayetler; kâhinlerden, kâhin kadınlardan, insanların felaketlerde, zor durumlarda ve düş görmelerinde onlara baş vurmalarından söz eden pekçok haberler kaydettikleri gibi, onlardan bazılarının isimlerini ve sözlerinden birtakım örnekleri de nakletmişlerdir.(11) Bu rivayetlerin durumu ne olursa olsun, bunlar kesin olan ve bu sınıfın varlığını gösteren Kur'an metnine ilave olarak, Arapların zihnindeki güçlü ve etkili tablonun, onların yanında ne kadar büyük yer kapladığını, büyük önem taşıdığını gösteren sağlıklı bir delil olabilir. Onlar bu işe o kadar önem verir hale gelmişlerdi ki, Rasulün Risaletini, Peygamberliğini kâhinlik olarak açıklamaya çalışmışlardı. Onunla kâhinler arasında bir takım benzerlikler gözledikleri için onu da kâhinlerin düzeyinde ve onların yolundan giden biri olarak değerlendirmişlerdi.
Buna göre kâhinliği Arap aklının gelişme devrelerinden ve gücünü görünümlerinden biri olarak değerlendirmekle yanlış yapmış olmuyoruz. İsterse bu durum tüm Araplara özgü olmayıp sayıları çok az olan bir sınıfla sınırlı olsun farketmez. Zira buna benzer iddialar ve onları üstlenme aralarındaki sınıf farklarına rağmen tüm insanların liderler ve eşraf da dahil olmak üzere onlara yönelmesi ancak keskin bir zekaya, geniş hayal gücüne, kuvvetli bir akla ve söz sanatlarının kullanımında güçlü bir yapıya sahip olan bireyler için geçerli olabilir. Muhtemelen bunlardan bazıları, bizzat kendileri de kendilerine verilen güçler ve özellikler nedeniyle cinlerle ilişki kurduklarına, onlardan destek aldıklarına inanıyorlardı. Zaten Arapların zihinlerinde cinlerin dahiler ve seçkin kimselerle ilişki kurduğu imajı eskiden beri vardı. Buna benzer nitelikleri taşıyan bir takım bireylerin bir ulusta herhangi bir asırda ortaya çıkışı o ulusun söz konusu asırda akli gücünün bir görünümü olarak değerlendirilebileceğini söylemek aşırılık olmaz. Özellikle bu sınıfın yanında onun denginde başka sınıflar olduğu zaman... Daha önceki fasıllarda işlediğimiz ve gelecek fasıllarda da işleyeceğimiz gibi Arapların, Peygamber asrında ve çevresinde durumu böyleydi.
Büyü ve büyücülük ise, değişik münasebetlerle ve pekçok ayetlerde zikredilmiştir.

(11) Ibn Hışam; I, 14-17, 135-144, 194-201.

Bunların bir kısmı gelecek Örneklerde görüldüğü gibi Musa ve Firavun kissasıyla ilgilidir:
1 Dediler ki: "Ey Musa, (İlkin) sen mi atmak istersin, yoksa atanlar biz mi olalım?" (Musa) "Siz atın" dedi. (Asalarını) atıverince, İnsanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. (A'raf, 115-116). 2 Ey Musa, dediler. "Ya sen (asanı) at ya da önce atanlar bizler olalım. Dedi ki: "Hayır sizler atın." Sonra hemen sihirlerinden dolayı, onların iplen ve asaları kendisine gerçekten debeleniyormuş hayaliyle göründü (Taha, 65-66).

Ayetlerin bazısı kâfirlerin sözlerini, Peygamber'e büyüyü izafe edişlerini, omın çağrısını ve Kur'an'ın ölümden sonra diriliş, haşir, hesaba çekilme, cennet, cehenem gibi vaadettiği şeyleri büyü olarak nitelendirişlerini hikâye etmekle ilgilidir. Gelecek örneklerde görüldüğü gibi:
1 Biz Kitabı üzerine yazılı bir kağıtta göndersek ve onlar ona elleriyle dokunsalar bile, küfredenler, tartışmasız: "Bu apaçık bir büyüden başkası değildir" derler. (En'am, 7).
2 ... (Sen onlara): "Öldükten sonra dirileceksiniz" desen, inkâr edenler:"Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değildir" derler. (Hud, 7)
3 ... O zalimlerin "Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz" dediklerini çok iyi bilirsin. (İsra, 47).
4 Onlar bir ayet görseler, sırt çevirirler ve: "(Bu) kesintisiz bir büyüdür" derler. (Kamer, 2).
Ayrıca Bkz. (10/2; 15/14-15; 21/3; 37/14-16)

Bazı ayetlerde Yahudileri ve şeytanların sözlerine uymalarını yerme konusunda, Bakara 102. ayetinde ifadesini bulduğu ve birinci bölümün üçüncü faslında naklettiğimiz gibi Harut-Marut'un Babil'de sihir yapma haberiyle ilgili olarak gelmiştir.
'Bundan biri de, müfessirlerin cumhuruna göre sihirbazların eylemlerinden biri olan düğümlere üfürenlerin şerrinden Allah'a sığınmayı emreden Felâk süresidir:
«De ki: "Sabahın Rabbine sığınırım, yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfleyen kadının şerrinden, hased ettiği zaman hasetçinin şerrinden"-» (Felak, 1-5)
Bu ayetler sihir ve sihirbazların geçtiği ayetlerin tamamı değildir. Bu ayetlerin sayısı yaklaşık olarak elliyi bulur. Burada işin ilginç tarafı şudur ki; kâhinliğin ve kâhinlerin haberlerini, sözlerini ve isimlerini nakleden pek çok rivayet olduğu halde, onlardan bahseden ayet sayısı ikiyi geçmezken, sihirbaz ve sihirle ilgili bir sürü ayet olmasına rağmen bu konudaki haber ve rivayetler oldukça azdır.

Her ne olursa olsun Kur'an'da buyu, büyücü, büyülenmiş ve büyücüler kavramlarının defalarca tekrar edilmiş olması, kâfirlerin Peygamber'i büyücülükle itham eden sözlerinin hikaye edilişi, Arapların peygamberlikten önce sihir ve sihirbazları bildiklerine, güçlü bir delildir.
Kur'an ayetlerinden yola çıkılarak sihirbazların yaptıkları şeyleri ya da sihirbazlık ve sihirbazlar hakkında zihinlerinde yer alan hususları tespit edebiliriz. Şöyle ki:
1- Şeytanlarla büyü ve büyücüler arasında öğrenci-oğretmen ilişkisine benzer bir anlayış vardır. Onlar büyücünün kişi ile hanımını ayırabilme gücüne sahip olduğuna inanıyorlardı (Bakara, 102).
2- Büyücünün, insanın gözünde, bir takım şeyleri olduğundan başka gösterebileceği şeklinde bir anlayış vardı. İnsanların içlerine korku ve ürperti satabileceklerine inanılıyordu (A'raf, 115-116; Taha, 65-67).
3- Araplar, bir kimsenin, görmedikleri bir şeyden ya da alışmadıkları, duymadıkları şeylerden söz eden, konuştuğu konularda da bir takım gizli-kapaklı ya da şaşırtıcı yeni şeyler söyleyen birini gördüklerinde, onu büyünün etkisine girmiş kabul ediyor ve onun büyülenmiş olduğunu söylüyorlardı.
4- Araplar, beşerin eliyle gerçekleşen olağanüstü şeyleri, bazen elleriyle dokunup, gözleriyle görseler de sihir olarak sayıyorlardı.
5- Sihirbazların yaptığı şeylerin arasında düğümler düğümleme ve onların üzerine üfürme gizli bir takım sözleri okuma ya da öyle bir imaj verme de vardı.
6- Yahudilerden büyü işleri yapan kimseler vardı.
Bundan sonra sihirbazın tablosuyla ilgili birşey çizmek istersek, bu tablonun kâhinin tablosuna yakın olduğunu görürüz. Bunlar da keskin zeka sahibi, tasarruf gücü bulnnan, geniş hayal sahibi olan, cinlerle ilişki kurduğunu, çeşitli işlerinde cinleri hizmetinde kullandığı imajını verme, insanların güçleri üzerinde etkili olma, onları egemenliği altına alma, onlara var olmayan şeyi varmış gibi hayal ettirme, olmamış şeyi olmuş gibi gösterme kabiliyetleri bulunan kimselerdir. Kâhinler hakkında söylediklerimizi sihirbazlar için de söyleyebiliriz: Cinlerle temasa geçme kuruntusu, kendilerinde gördükleri güç ve yeteneklerden dolayı onların işlerinde kendisine yardımcı olduklarını sanma vesaire. Zira Arapların akidesi; cinlerin, dâhiler ve mahir/uzman kişilerle ilişki kurdukları şeklindeydi.

9. Hikmet;

Şimdi de "Hikmet" kavramına işaret edelim. Bunların bir kısmı Peygamberlerle, bir kısmı Peygamber'in göreviyle, bir kısmı da genel olarak onu takdirle yadetme şeklindedir. Gelecek örneklerde bunu görüyoruz:
1 "Rabbinıiz, içlerinden onlara bir peygamber gönder, onlara ayetini okusun, onlara Kitabı ve hikmeti Öğretsin... (Bakara, 129)
2 Kime dilerse hikmeti ona verir; şüphesiz kendisine hikmet verilene büyük bir hayır da verilmşitir. (Bakara, 269).
3 Ona Kitabı, hikmeti, Tevratı ve İncili öğretecek. (Al-i îmran, 48).
4 Hiç bir insana yakışmaz ki, Allah ona kitap, hüküm (Hikmet) ve nübüvvet versin de, sonra (o kalksın) insanlara: "Allah'ı bırakıp bana kullar olun" desin... (AI-i îmran, 79).
5 ...Allah sana Kitabı ve Hikmeti indirdi ve sana bilmediklerini öğretti. Allah'ın Üzerindeki fazlı çok büyüktür, (Nisa, 113)
6 Bunlar, Rabbinın sana hikmet olarak vahyettiği şeylerdir.12 (Isra, 39)
7 Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. (NahI, 125).

Ayetlerin genel temasından, "hikmef'in akli bir bağış olduğu, onunla sahibinin üstün akıllı, hükmünde isabetli, sağlam görüşlü, söylediği yaptığı her şeyde iyiyi, hakkı ve olgun olanı esas aldığı anlaşılmaktadır. Aklî üstünlüğün, güzel basiretin, tasarrufun, olgunluğun, vicdan ve zevk dürüstlüğünün, iyiliği ve gerçeği sevmenin, kötülüklerden, saçmalıklardan uzaklaşmanın tezahürlerinden biridir. Ayetler doğrudan Arapların Peygamberlikten önceki durumuyla ilişkili değilseler de kavramın Kur'an'da pekçok defalar kullanılmış olması, onun anlamının ve içeriğinin Araplarca bilindiğini, üzerinde çok konuşulan önemli meselelerde, büyük problemlerde kendilerine başvurulduğunu, onların da üstün bir akıl, parlak bir düşünce ve zeki bir kalb ile meselelerine baktıklarını ilham etmektedir. Tâli olarak denebilir ki: Bu da Peygamber'in peygamberlik döneminden önceki asrı ve çevresinin akli güçlerinin gelişmelerinden biri olarak değerlendirilebilir. Haberler bu adamlardan bazılarının adını bile vermiştir. Olgun bir görüşü, parlak bir düşünceyi içinde barındıran mesellere, hikmet ve sözlere sahip olan Ekrem b. Safiy gibi.
Bu ayet, Isra Sûresinde kaydedilen çok değerli Kur'anî öğütler arasında yer almıştır ki, "Hıkmet"ın anlamıyla ilgili olarak kaydettiklerimizin en değerli desteğidir
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır