Tekil Mesaj gösterimi
Alt 25. April 2009, 09:25 PM   #3
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

TAHLİL:

1 - Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı kılan [var eden] Allah`a mahsustur. Sonra da şu küfretmiş kişiler Rabblerine eşit/denk tutuyorlar.

Sure, “hamd”in [tüm övgülerin] Allah’a ait olduğu gerçeğinin ilanıyla başlamış ve hemen arkasından Allah’ı başkaları ile denk, eşit tutan kâfirler kınanmıştır.
Hamd edenlerin kime hamd etmesi gerektiğini bildiren cümlede geçen “gökleri ve yeri yaratan” ifadesinden; göklerin direksiz yükseltmiş olması, Güne*ş, Ay ve milyarlarca yıldızdan oluşan bu sistemde herhangi bir bozukluk ve düzensizliğin bulunmaması, üzerinde sayısız canlı ve cansız şey yaratılmış olan yeryüzünde sağlam kazık şeklinde dağlar oluşturulması, yollar açılması, nehirler akıtılması, denizler var edilmesi gibi Yüce Allah’ın sayılamayacak kadar çok ayetlerinin tümü anlaşılmalıdır. Yani, bir kısmı önceki surelerde bulunan, bir kısmı da ilerideki surelerde gelecek olan yüzlerce ayette yer alan işaretlerin, mucizelerin tümü dikkate alınmalıdır.
Burada “karanlıklar” ve “nur [ışık]” kavramları hakiki anlamlarıyla değil, mecazi anlamlarıyla konu edilmiştir. Zira hakiki anlamdaki karanlık “ışığın yokluğu” demek olup “karanlıklar” şeklinde çoğul olarak zikredilmez. Ayette “karanlıklar” sözcüğünün çoğul, “nur [ışık]” sözcüğünün ise tekil olarak yer almasının sebebi, “nur”un [ışığın] Kur’an’ı simgelediği için tek olması, “karanlıklar”ın ise İblis’ten, şeytandan, düşmandan, kısacası cehaletten kaynaklanan küfür, şirk, nifak gibi birçok çeşidinin bulunmasıdır. Yani, “nur” Allah’ın vahyidir, Kur’an’dır, “hakk”tır ve tektir; buna karşılık karanlık, batıl ise birçoktur ve bu yüzden ayette “ ظلمات zulumat [karanlıklar]” olarak ifade edilmiştir. Bunun başka bir örneği Bakara suresinde geçmektedir:

Allah, inananların veliysidir [yakın kimsesidir]; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Küfre sapanlara gelince, onların yakın kimseleri tağuttur ki, kendilerini nurdan karanlığa çıkarır. Bunlar cehennem ashabıdır. Onlar orada sürekli kalıcıdırlar. (Bakara/257)


Konumuz olan ayetin son kısmındaki “Sonra da şu küfretmiş kişiler Rabblerine eşit/denk tutuyorlar” ifadesiyle gerek o günün gerekse tüm zamanların insanlarına: “Durum böyleyken nasıl olur da daha başka tanrılar edinir ve önlerinde secde ederek, kendilerine kurbanlar keser ve ihtiyaçlarınızı sunar ve yardımlarını dileyerek onları yeri göğü yaratanla bir tutarsınız, onları övgülersiniz?” mesajı verilmiştir.

2 - O, sizi bir balçıktan yaratmış olandır. Sonra “ecel”’i gerçekleştirmiştir. Ve adı belirlenmiş ecel, onun katındadır. Sonra siz hâlâ kuşkulanıp duruyorsunuz.

İnsanın dünü, bugünü ve yarınına değinilen bu ayette, ilk yaratılışın “madde”den olduğu, her insan için bir süre belirlendiği, belirlenen bu sürenin bilgisinin sadece Allah’ın katında olduğu ve hiç kimse tarafından bilinemeyeceği bildirilmektedir. Ayetin son kısmında, tüm bu gerçeklere rağmen hâlâ kuşkulanan insanlar olduğu ifade edilerek bu insanlar kınanmaktadır.
Ayette birkaç kez geçen “ ثمّsonra” edatı zamanda değil, kelamda [sözün akışında] sonralığı ifade etmektedir. Bu nedenle, “sonra” anlamına gelen bu edattan, önce yaratılışın, arkasından ecelin gerçekleştirildiği ve bunlardan sonra da insanın kuşku duymaya başladığı anlaşılmamalıdır. Çünkü Yüce Allah bunların hepsini Rabb sıfatı gereği önceden programlamıştır.
Bazıları, ayette geçen “bir balçıktan” ifadesini “meni” olarak anlamışlar ve bu doğrultuda izahlar yapmışlardır:

Meşhur olan görüş şudur: Bundan murat şudur: Allah Teâlâ insanları çamurdan yaratılmış olan Adem`den meydana getirmiştir. İşte bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, "O, sizi çamurdan yaratandır" buyurmuştur.
Bana göre bu hususta bir başka izah da şudur: İnsan meniden ve hayız kanından yaratılmıştır. Bu ikisi de kandan neşet etmektedirler. Kan ise gıdalardan meydana gelmiştir. Gıdalar ise ya hayvanî olur ya da nebatî.., Eğer hayvanî ise, bu canlının meydana gelmesindeki durum, insanın meydana gelmesindeki durum gibi olur. Geriye bunun bitkisel olması hali kalmıştır. Binaenaleyh, insanın da bitkisel gıdalardan yaratılmış olması keyfiyeti sabit olmuş olur. Şüphesiz ki bu nebatî gıdalar çamurdan [topraktan] meydana gelmişlerdir. Böylece her insanın topraktan meydana gelmiş olduğu sabit olur. Bana göre bu izah doğruya daha yakındır. (Razi; el Mefatihu’l-Gayb)

Oysa ayette insanın ana rahmindeki üremesi değil, ilk yaratılışı ifade edilmektedir. Ayete geçen “balçık” da insanın yaratılışındaki ilk “madde”dir. Nitekim yine ilk yaratılışın konu edildiği Müminun/12-14 ve Hacc/5 ayet*lerinde, insanın ilk yaratılışta cansız maddeden yaratıldığı, daha sonra meni ile çoğaltıldığı açık bir ifade ile belirtilmiştir.
Surenin başında yer alan “göklerin, yerin ve insanın yaratılması” ile “insana ecel tayin edilmesi” konuları, ister istemez ahiret hayatını, yeniden dirilmeyi hatırlatmakta ve sanki insanlara “Bu güce sahip olan, bütün bunları yapmaya muktedir olan Güç, yeniden yaratmaya da kadirdir ve sizi öldükten sonra tekrar canlandıracaktır” denmektedir. Gerçekler böyle iken kâfirlerin buna verdikleri tepki ise şu şekildedir:

Ama kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da kâfirler, “Bu şaşılacak bir şeydir! Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür” dediler. (Kaf/2–3)


Ayetin “Sonra siz hâlâ kuşkulanıp duruyorsunuz” şeklindeki son cümlesi, “Bunca kanıta rağmen hâlâ nasıl şüphe içinde olabiliyorsunuz?” anlamına gelmektedir.
Kur’ân`ın daha önce inmiş olan bölümlerinden de biliyoruz ki, Allah`ın, Elçisi vasıtasıyla bildirdikleri, Mekke`nin azgın ve küstah ileri gelenlerinin mevcut düzenlerine ve dümenlerine uygun düşmemiştir. Bu sebeple bu kodamanlar kendi düzenlerinin bozulmaması için birçok sudan sebebin arkasına sığınarak Rabbimizin bildirilerine karşı çıkmışlardır. Kimi zaman kendileri gibi beşerden bir peygamber gelmesini yadırgayarak, “Niye bir melek gelmedi?” demişler, kimi zaman da “Öldükten sonra dirilmek mi olurmuş?” diyerek inkâr içerikli bir şaşkınlık sergilemişlerdir.
Oysa hayret gösterdikleri durum, sağduyulu insanların kolayca ve gönül huzuru ile kabullenebileceği normal bir durumdur. Çünkü rahmân ve rahîm Allah, uyarıcı ve öğütçü olarak kendileri ile aynı hisleri duyan, aynı şeyleri hisseden, kendi dillerini konuşan, onları her yönüyle anlayan ve kendilerinin tahammül derecelerini bilen bir kimseyi peygamber seçmiştir. Yüce Allah kendi içlerinden birini seçip elçi yapmıştır ki, içinde bulundukları yanlış tutumu sürdürecek olurlarsa bu elçi onları bekleyen felâket konusunda dikkatlerini çeksin ve aralarında yükümlülükleri ilk yüklenen, mesajı ilk uygulayan kişi olarak diğerlerine örnek olsun, onlara doğru yönü nasıl bulabileceklerini göstersin. Fakat âyetlerden, müşriklerin peygamberlik kurumunun bizzat kendisini garip karşıladıkları, özellikle de bu uyarıcı Peygamber`in duyurduğu yeniden dirilme konusuna hayret ettikleri anlaşılmaktadır.
Oysa ilk âyetten buraya kadarki bütün vahiyler bize göstermektedir ki, “yeniden dirilme” konusu İslâm inanç sisteminin temeli niteliğindedir. Çünkü sadece Allah`a teslimiyeti ve yalnızca Allah`ın mesajına uymayı öğütleyen İslâm, Rabbimizin hiç kimseye zerrece haksızlık yapmayacağını, herkesin yaptıklarının karşılığını mutlaka göreceğini söylemektedir. Yani, her amele mutlaka karşılığı verilecek, iyiler ödüllerini alacak, kötülerin yaptıkları yanlarına kâr kalmayacaktır. Ancak, bu karşılıklar bazen yeryüzünde verilecek, bazen da yolculuğun en sonundaki kesin hesaba ertelenecektir. O hâlde kesin hesabın görüleceği bir başka dünya [âhiret] mutlaka var olmak durumundadır. Bir başka ifadeyle belirtmek gerekirse, kesin hesabın görülmesi için yeniden dirilme kaçınılmazdır.

Biz yerin onlardan neyi eksilttiğini elbette bilmişizdir. Yanımızda çok iyi kaydedip muhafaza eden bir kitap da vardır.(Kaf/4)

Ve onlar, “Biz yeryüzünde kaybolduğumuzda mı, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışta olacağız?” dediler. Aksine onlar, Rabb`lerine kavuşmayı [O`nun huzuruna varacaklarını] inkâr ediyorlar. (Secde/10)

İnkârcıların yeniden dirilmeyi alışılmıştan uzak [imkânsız] zannetmeleri, yaratılış gerçeğini ve bölümlerini ayrıntılarıyla bilmemelerinden, yani bilgisizliklerinden kaynaklanmaktadır. Hayat ilminin bütün sırları keşfedilmiş olsa idi, herhâlde ölümden sonra dirilme de akıllara pek uzak gelmezdi. Ama Yüce Allah bu sırları bilmekte ve ona göre yaratmaktadır:

De ki: “Onları ilk defa yaratan diriltecek ve O her yaratmayı çok iyi bilir.” (Yâ-Sîn/79)

Rabbimiz, öldükten sonra çürüyüp toprak olanlara ne olduğunu, varlıklarını nelerin oluşturduğunu ve varlıkları oluşturan parçalardan nelerin kaybolup nelerin kaybolmadığını, nelerin şekil değiştirerek mevcut kaldığını [varlıklarını koruduğunu] , bu parçalar arasındaki bağların neler olduğunu bilmektedir. Âyette bu bilgilerin korunduğu da bildirildiğine göre, insanların öldükten sonra çürüyüp toprağa karışmaları, onların kaybolup gittikleri anlamına gelmez. Hayatın bu topraktan [maddeden] yeniden başlaması, daha önce bir kez gerçekleşmiştir ve sürekli gerçekleşmeye devam edip gitmektedir.

Peki, bu [bütün bunları yapan], ölüleri diriltmeye kadir [güç yetiren] değil midir? (Kıyamet/40)

Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten şüphede iseniz, -[bilin ki] ne olduğunuzu size açıklamak için- şüphesiz Biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra bir alaktan, sonra yapısı belli belirsiz bir et parçasından yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkartırız, sonra sizi, olgunluk çağına erişmeniz için bırakırız. Bununla beraber kiminiz öldürülür, kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en fena zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki kupkurudur; fakat Biz onun üzerine su indirdiğimiz zaman, harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir. (Hacc/5-7)

Onun için insan neden yaratıldığına bir baksın.
Atan bir sudan yaratıldı.
[O su] Sulb ile göğüs kemikleri arasından çıkar.
Elbette Allah onu döndürmeye gücü yetendir.( Tarık/5-8)

Onlar Allah’ın gökleri ve yeri yaratan, onları yaratmakla yorulmayan ve ölüleri diriltmeye de kadir olan olduğunu görmediler mi? Evet, şüphesiz ki O her şeye güç yetirendir.( Ahkâf/33):

Bu, ayetlerimizi inkâr etmiş olmaları ve: “Sahi bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı yeni bir yaratılışla diriltilmiş olacağız?” demiş olmaları nedeniyle onların cezasıdır.
Onlar, gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, kendilerinin aynı olan insanları yaratmaya da kadir olduğunu ve onlar için şüphe edilmeyen bir vade takdir etmiş olduğunu görmediler mi? Fakat zalimler, inkârlarında yine de dayattılar. (İsra/98, 99)

Bir zamanlar İbrahim de: “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. [Allah]: “İnanmadın mı ki?” dedi [buyurdu]. [İbrahim]: “İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye” dedi. [Allah] buyurdu ki: “Öyle ise kuşlardan dördünü tut da onları kendine alıştır. Sonra her dağın üzerine onlardan bir parça kıl [bırak]. Sonra da onları çağır, koşa koşa sana gelecekler. Ve bil ki, Allah gerçekten çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara/260):

Konumuz olan ayette geçen “adı konulmuş ecel, O’nun katındadır” ifadesini “O’nun katında bir de adı konmuş ecel vardır” şeklinde anlayanlar olmuş, bu anlayış sahipleri, söz konusu ifadeyi şöyle açıklamaya çalışmışlardır:

İslâm hükemâsının görüşüne göre her insanın iki eceli vardır: Birincisi, tabiî olan eceller; ikincisi de tabiî [normal] olmayıp, kaza ve belâlar ile gelen eceller... Tabiî olan eceller şunlardır: Eğer insanın yaratılışı, bünyevi özelliği harici tesirlerden korunabilmiş olsaydı, ömrü falanca vakte kadar uzayabilirdi. Kazalar ve belalarla gelen ecellere gelince, bunlar boğulma, yanma, zehirli haşeratın sokması ve insanı âciz bırakan benzeri belâlar gibi, herhangi haricî bir sebepten ötürü meydana gelen ölümlerdir. Buna göre âyetteki, "Onun katında tayin edilmiş bir ecel ..." ifadesi, "O`nun katında malum, veya Levh-i Mahfuz`da zikredilen bir ecel" manasındadır. Bu ifadedeki "katında" kelimesinin manası, bir kimsenin bir mesele hakkında şöyle demesine benzemektedir: "Bence, mesele şöyle şöyledir." (Razi; el Mefatihu’l Gayb)


“Ecel” konusu çok eski zamanlardan beri birçok düşünürün ilgi alanına girmiş ve felsefe kitaplarında ayrıntılı incelemelere tâbi tutulmuştur. Müslüman kesimde de “ecel”, “ecel-i müsemma”, “ecel-i kaza” ve “ecelin kısalması ve uzaması” gibi başlıklarda ele alınan konu üzerinde çokça durulmuş ve bu konular üzerinde farklı görüşler, hatta ekoller oluşmuştur. Konu hakkında görüş ileri sürenlerin en meşhurları Eş’ariye ve Mu’tezile mezhepleridir. Her iki mezhep de bu konudaki görüşünü “maktulün ölümü” örneğinden yola çıkarak izah etmeye çalışmıştır. İnsanın bir başkası tarafından isteyerek veya kaza ile öldürülmesi hakkındaki bu tartışmaların sonucunda, “Ecel” kavramıyla ilgili olarak farklı bakış açıları ortaya çıkmıştır.
Meselenin doğru olarak çözülebilmesi, Kur’an’da türevleriyle birlikte elli beş kez yer alan “ecel” sözcüğünün sözlük anlamının ve Kur’an’da hangi anlamda kullanıldığının tespit edilmesiyle mümkündür. Bizim bu konuyla ilgili görüşümüz, A’râf Suresinin sonunda ek olarak verilen “Ecel” başlıklı yazımızdadır. (Tebyînü’l-Kur’an; c:3, s: 168-183) Konunun ayrıntılarını hatırlamak için o bölümün tekrar okunmasını öneriyoruz.

3 - Ve O, göklerdeki ve yerdeki Allah’tır. O, gizlinizi ve açığınızı bilir. Kazandığınız şeyleri de bilir.

İlk iki ayette evren ve insanlarla olan ilişkisine dikkat çeken Rabbimiz, bu ayette de zatını tanıtıcı bilgiler vermeye geçmiştir. Bu bağlamda Yüce Rabbimiz göklerde ve yerde tek ilahın kendisi olduğunu hatırlatmakta ve insanların ne kazandıklarını bildiğini açıklamak suretiyle kendi kontrolünde olmayan hiçbir şeyin bulunmadığını vurgulamaktadır.
Ayetteki “kazandığınız şeyleri de bilir” ifadesinde, “yaptığınız” değil de “kazandığınız” sözcüğünün kullanılması dikkat çekicidir. Bu sözcükle, amellerin değil de amellerin sonuçlarının önemli olduğu ifade edilmiş olmaktadır. Çünkü “kazanmak” anlamına gelen “ كسبkesb”, bir faydayı elde etmeye veya bir zararı önlemeye yönelik olarak yapılan fiiller için kullanılan bir sözcüktür. Nitekim bu yüzden Allah`ın fiilleri için “kesb” sözcüğü kullanılmaz.
İlk bakışta Allah’a mekân isnat ediyormuş gibi gözüken “Ve O, göklerdeki ve yerdeki Allah’tır” ifadesinin bir benzeri Zühruf suresinde de geçmektedir:

Ve O, gökteki ilâh ve yerdeki ilâhtır. Ve O, Hakîm’dir, Alîm’dir. (Zühruf/84)

Ancak gerek konumuz olan 3. ayetteki, gerekse Zühruf/84’deki bu tür ifadelerin “mekan” ifade ediyormuş gibi anlaşılması doğru değildir. Çünkü hem aklen Allah’a mekân isnat edilmesi mümkün değildir, hem de Allah’ın mekândan münezzeh olduğuna dair Kur’an’da bir çok ayet mevcuttur. Bu durumda ayetin doğru anlamını bulabilmek için yine Kur’an’a müracaat etmek gerekmektedir:

De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kim içindir?” De ki: “Allah içindir.” O [Allah], rahmeti kendi nefsi üzerine yazmıştır. Sizi mutlaka, kendisinde asla şüphe olmayan kıyamet gününe toplayacaktır. Kendi nefislerini zarara sokan kimseler; işte onlar iman etmezler. (En’am/12)

Göklerde olan şeyler, yeryüzünde olan şeyler, bu ikisinin arasında olan şeyler ve nemli toprağın altında bulunan şeyler yalnızca O’nundur [Rahman’ındır]. (Ta Ha/6)

O, gökleri ve yeri altı günde yaratan sonra arş üzerine istiva eden, yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilendir. Ve nerede olursanız olun O sizinle beraberdir. Ve Allah yaptıklarınızı görendir. (Hadid/4)

Ve ant olsun insanı Biz yarattık. Nefsinin kendisine neler fısıldadığını da biliriz. Ve Biz ona şah damarından daha yakınız. (Kaf/16)

Ve doğu, batı yalnızca Allah`ındır. Öyleyse her nereye yönelirseniz artık ora Allah’ın yüzüdür. Şüphesiz Allah geniştir, O, en iyi bilendir. (Bakara/115)

Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, Allah’ın göklerde ve yerde olması, O’nun göklerde ve yerde olan her şeyi idare ettiğini ifade eden sözlerdir. Bu tarz ifadeler insanlar için de kullanılmaktadır. Şöyle ki: Bir iş üzerine eğilmiş bir kimse için, yaptığı iş veya işin yapıldığı mekân belirtilerek onun “falan işte” veya “falan yerde” olduğu söylenir. Dolayısıyla ayette geçen “O, göklerdeki ve yerdeki Allah’tır” ifadesi, “Allah, gökleri ve yeri idare eder” demektir.
Ayette geçen “gizliniz” ifadesiyle kalplerde olan niyetler ve düşünceler, “açığınız” ifadesiyle de organlar vasıtasıyla yapılan somut işler kastedilmiştir.

4 - Onlarsa Rabblerinin ayetlerinden bir ayet gelmeye görsün, mutlaka ondan yüz çevirmişlerdir.
5 – Sonra da onlar, kendilerine hakk gelince onu kesinlikle yalanladılar. Artık alaya aldıkları şeylerin önemli haberleri yakında kendilerine gelecektir.

Bu ayetlerde, 1. ve 2. ayetlerde sözü edilen kâfirlerin şirk koşmalarının ve kuşku içinde olmalarının keyfiyeti açıklanmakta ve bu kişilere ileride başlarına gelecekler haber verilmektedir.
Bir benzeri daha evvel Şuara suresinde yer almış olan 5. ayetin son cümlesindeki “Artık alaya aldıkları şeylerin önemli haberleri yakında kendilerine gelecektir” ifadesi, bize göre, onlara [müşriklere, yalanlayıcılara] verilecek olan -hem dünyada, hem kıyamet esnasında, hem de kıyamet sonrasındaki- azabı haber vermektedir. Gelecekle ilgili bu haberi, müminlerin Bedir’deki zaferine, müşriklerin de hezimetine işaret ettiği şeklinde yorumlamak da mümkündür. Öyle ki, Bedir’in bu şekilde neticeleneceği müminler tarafından da, müşrikler tarafından da hayal bile edilemezdi.

Sonra da, kesinlikle yalanladılar. İşte alay edip durdukları şeyin haberleri yakında onlara gelecektir. (Şuara/6)


Mukatil, bu ayetlerde sözü edilen “hakkı yalanlayanlar” ile “Allah’ın ayetlerinden yüz çevirenler”in listesini şöyle çıkarmıştır:

“Ebu Cehil, Velid b. Muğıre, Haccac’ın iki oğlu Münebbih ve Nebih, As b. Vail, Ubey b. Halef, Ukbe b. Ebi Muayt, Abdullah b. Ebi Ümeyye, Rabia’nın iki oğlu Utbe ve Şeybe, Ebu’l-Bahteri, el-Haris, Mahreme b. Nevfel, Hişam b. Amr b. Rabia, Ebu Süfyan, Sehl b. Amr, Umeyr b. Vehb b. Halef, el-Haris b. Kays, Adi b. Kays, Amir b. Halid el-Cümahi, Nadr b. Haris, Zemea b. Esved, Mut’im b. Adiy, Kurat, Ahnes b. Şerik, Huveyt ve Ümeyye b. Halef”.

6 - Görmediler mi ki Biz, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökyüzünü üzerlerine bereketlerle gönderip altlarında ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helâk ettik. Biz onları, günahları sebebiyle helâk ettik ve onların sonrasından başka bir nesil oluşturduk.

Bu ayette, Allah’ın varlığını, birliğini ve O’na kul olmanın gereğini idrak etmemiş olan müşriklere ve Allah’tan gelen ayetlere yüz dönüp hakkı yalanlayan günahkârlara tarihten hatırlatmalarda bulunularak onların da Ad, Semud, Firavun ve diğerleri gibi aynı akıbete uğrayıp helak edilebilecekleri ve yerlerine başkalarının getirilebileceği uyarısı yapılmaktadır.
Ayetteki “görmediler mi” ifadesi, geçmişte helak edilmiş olan günahkârlara ait kalıntıların incelenmesini ve o toplumlar hakkında bilgi edinilmesini isteyen bir ifadedir.

7 – Ve Biz eğer ki sana kâğıtta yazılı bir kitap indirmiş olsak, onlar da ona elleriyle dokunsalardı, kesinlikle o küfretmiş olan kişiler, “Bu, apaçık sihirden başka bir şey değildir" derlerdi.
8 - Ve onlar “Bu peygambere bir melek indirilseydi ya!” dediler. Eğer Biz bir melek indirmiş olsaydık, iş, mutlaka bitirilmiş olurdu. Sonra da kendilerine göz bile açtırılmazdı.
9 – Eğer Biz onu [Peygamberi], bir melek yapsaydık, yine de onu bir adam şeklinde yapardık ve katmakta olduklarını onlara elbette katardık [onlar yine düştükleri kuşkuya düşerlerdi].

Bu ayetlerde, surenin başında konu edilen kuşkucu müşriklerin inat ve yalanlamada hangi boyuta ulaştıkları açıklanmakta ve dile getirdikleri sözde kuşkularına cevap verilmektedir.
Müşriklerin 7. ayette dile getirilen “yazılı kitap” talepleri, ilk olarak Müddessir suresinde yer almıştı:

İçlerinden her kişi, kendisine açılıp saçılmış sayfalar verilsin istiyor. (Müddessir/52)

8. ayetten anlaşıldığına göre, müşrikler kendilerine göre bir bakış açısı ortaya koyarak “yazılı kitap” hakkında şöyle bir iddiada bulunmaktadırlar: “Eğer Muhammed (as) gerçekten Allah tarafından bir elçi olarak gönderilmiş olsaydı, gökten bir melek inmeli ve halka ‘Bu Allah`ın Elçisidir, bu yüzden ona itaat edin, yoksa cezalandırılırsınız’ diye ilân etmeliydi.”
Müşriklerin bu bakış açısıyla dile getirdikleri itirazlar birçok ayette konu edilmiştir:

Ama, kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da kâfirler; “Bu şaşılacak bir şeydir! Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür” dediler. (Kaf/2, 3)

Ve onlar [inkâr etmiş olanlar]; “Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda yürüyor? Ona, bir melek indirilseydi ya! Böylece onunla beraber bir uyarıcı olur! Yahut kendisine bir hazine bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir bahçe olsaydı ya!” dediler. Bu zalimler; “Siz, yalnızca büyülenmiş bir kişiye uyuyorsunuz.” da dediler. (Furkan/7, 8)

Hatta aynı mantık Nuh peygamber için de ileri sürülmüştü:

Bunun üzerine, kavminden kâfir ileri gelenler; “Bu, sizin gibi bir beşerden başka bir şey değildir. Size üstünlük sağlamak istiyor. Eğer Allah isteseydi, kesinlikle melekleri indirirdi. Biz evvelki atalarımızda bunu duymadık. Bu, yalnızca kendisinde delilik bulunan bir adamdır. Öyle ise, bir süreye kadar onu umutla bekleyin” dediler. (Müminun/24, 25)

Kâfirlerin meleklerin gönderilmesine yönelik isteklerinden Yunus, Hicr, Hud, İsra ve Furkan surelerinde defalarca bahsedilmiştir.
Müşriklerin gökten melek indirilmesi şeklindeki taleplerine, Rabbimiz tarafından 8. ve 9. ayetlerde iki ayrı uyarı ile cevap verilmiştir:
8. ayette verilen cevap, “melek indirilmesi”nin “sürenin bittiği” anlamına geldiği şeklindeki uyarıdır. Bu uyarı başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

Biz o melekleri ancak hakk ile indiririz. O vakit de onlar mühlet verilenlerden olmazlar. (Hicr/8)

Melekleri görecekleri gün; işte o gün, günahkârlara hiçbir müjde [sevinç haberi] yoktur. Ve onlar “Yasak edilmiştir, yasak!” derler. (Furkan/22)

Oysa Rabbimiz, müşriklere inanmaktan başka seçenek bırakmayacak şekilde âdeta gerçeği gözlerine sokarcasına gösterecek bir melek göndermemiş, lehlerine olarak onlara fırsat tanımıştır. Çünkü eğer bekledikleri gibi bir melek gelecek olsaydı, bu, onların tâbi tutuldukları imtihanın boşa çıkması demek olur, artık kendilerini düzeltmek için bir sürelerinin kalmadığı anlamına gelirdi.
Müşriklerin elçinin melek olması yönündeki beklentilerine verilen ikinci cevap ise 9. ayettedir. Bu cevapta, insanlara elçi olarak bir meleğin gönderilmesi hâlinde, konuştuklarının anlaşılabilmesi ve kendisinden bir şeyler öğrenilip istifade edilebilmesi için onun da “adam” şeklinde olacağı belirtilmiştir. Ayetten anlaşıldığına göre, taleplerinde samimi olmayan kâfirler bu durumda da ikna olmayacaklar, bu kez de elçinin melek olup olmadığı konusunda şüpheye düşeceklerdir.

Ve Biz onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak da onlar oradan yukarı yükselseler bile, mutlaka “Gözlerimiz döndürüldü / bulandırıldı. Aslında biz büyülenmiş bir topluluğuz” diyeceklerdir. (Hicr/ 14, 15)

Ve gökten düşmekte olan bir parça görseler, “Üst üste yığılmış bulutlardır” derler. (Tur/44)

Oysa Yüce Allah, yarattıklarına olan rahmeti gereği, gönderdiği elçileri birbirlerini davet etsinler, konuşup anlaşabilsinler, birbirlerinden faydalanabilsinler diye kendilerinden seçmektedir:

Ant olsun ki Allah, müminlere kendilerinden, onlara kendi ayetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir iyilikte bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler. (Âl-i Imran/164)

Rabbimiz elçinin melek olması konusunda bir başka ayette de şu açıklamayı yapmıştır:

Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin, yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar, asla inanmayız.” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan münezzehtir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!”
Ve insanlara yol gösterme gelince, kendilerinin iman etmelerine, sadece “Allah bir beşeri mi elçi gönderdi?” demeleri engel olur.
De ki: “Eğer yeryüzünde huzur içinde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette Biz onlara gökten elçi olarak bir melek indirirdik.” (İsra/90- 95)

10 - Ve hiç kuşkusuz senden önce de elçiler ile alay edildi. Sonra da onlardan alay eden kişileri alay ettikleri şey kuşatıverdi.

Müşriklerin yalanlarına, bahanelerine ve yüz dönmelerine üzülmekte olan peygamberimizin teselli edildiği bu ayette, geçmişte de aynı olayların yaşandığı bildirilerek elçileri yalanlayan, onlarla alay eden eski kavimlerin bu tutumlarının onları kuşattığı, sarıp sarmaladığı hatırlatılmakta, böylece dolaylı olarak Mekkeli müşrikler tehdit edilmektedir.
Ayette kullanılan “kuşatma” sözcüğü, kâfirlerin bu davranışlarıyla kendilerine ipek böceği gibi suçtan, azaptan bir koza örmekte oldukları izlenimini vermektedir.
Kâfirlerin, elçilerle alay ettiklerini konu eden birçok ayet vardır:

Ve Biz öncekilere de nice peygamberler göndermiştik.
Onlar kendilerine gelen her peygamberi mutlaka alaya alıyorlardı.
Sonra Biz onlardan daha güçlü olanları helâk ettik. Öncekilerin örneği geçti
de. (Zühruf/6- 8)

Ve eğer onlara sorsaydın, kesinlikle "Biz sadece dalmıştık, oyun oynuyorduk.” diyecekler. De ki: "Allah, ayetleri ve elçisi ile mi alay ediyordunuz?" (Tövbe/65)

Biz onların söylediklerinin seni mutlaka üzdüğünü elbette biliyoruz. Ama onlar aslında seni yalanlamıyorlar; ama o zalimler Allah`ın ayetlerini bile bile inkâr ediyorlar.
Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah’ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki sana, gönderilmişlerin [elçilerin] haberlerinden bir kısmı gelmiştir de. (En’am/33, 34)

11 - De ki: “Yeryüzünde dolaşın sonra da yalanlayanların sonu nasıl olmuş, bakın!”
12 - De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kim içindir?” De ki: “Allah içindir.” O [Allah], rahmeti kendi nefsi üzerine yazmıştır. Sizi mutlaka, kendisinde asla şüphe olmayan kıyamet gününe toplayacaktır. Kendi nefislerini zarara sokan kimseler; işte onlar iman etmezler.
13 – Ve gecede, gündüzde barınan her şey O’nundur. O, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
14 - De ki: “Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat kendisi beslenmeyen Allah’tan başka Veliy mi edineyim?” De ki: “Ben İslâm kişilerin ilki olmakla emrolundum.” Ve sen sakın Allah’a ortak koşanlardan olma.
15 - De ki: “Ben kesinlikle, eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım.”
16 - O gün, kim ki ondan [şirkten] döndürülürse, kuşkusuz O [Allah] ona rahmet etmiştir. Ve işte bu, apaçık kurtuluştur.

Bu ayetlerde Rabbimiz, soru-cevap yöntemiyle, göklerde ve yerdeki her şeyin kendisine ait olduğunu, canlı ve cansız her şey üzerinde mutlak tasarruf sahibi olduğunu, kıyamet günü insanları bir araya toplayacağından hiç kimsenin kuşkusunun bulunmaması gerektiğini vurgulamaktadır.
11. ayette, Kur’an ile alay edip peygamberimize kötü davrananlar, geçmiş zamanlarda kendilerine gönderilmiş elçileri yalanlayanların akıbetlerine bakarak akıllarını başlarına almaya davet edilmektedir.
12. ayetteki “O [Allah], rahmeti kendi nefsi üzerine yazmıştır” ifadesi anlaşılmaya çalışılırken, Allah’ın insanlığa elçi göndermesinin, kitap indirmesinin, dünyada iken mühlet vermesinin ve ölümden sonra amellerinin karşılıklarını vermesinin hep O’nun rahmetinin kapsamında olduğu düşünülmelidir. Çünkü Yüce Allah bunların hepsini kendi üzerine almıştır ve hepsi de O’nun rahmeti ve adaleti gereğidir.
14. ayetteki “Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat kendisi beslenmeyen Allah’tan başka Veliy mi edineyim?” ifadesi ile müşrikler düşünmeye davet edilmektedir. Çünkü müşriklerin Allah`ın astlarından tanrılar olarak kabul ettikleri her şey, onları beslemek yerine, onlardan beslenmektedir. Yani, tüm sahte tanrılar aslında kendilerine tapan hizmetçilerine muhtaçtırlar. Mesela Firavun nasıl hâkimi olduğu ülkeyi yaşatmak için kendine tâbi halktan vergi almak zorunda ise, bir azizin de tapılabilir bir tanrı olması için tapınanları tarafından mozolesinin veya heykelinin inşa edilmesi lâzımdır. Kimseye, hiçbir destekçiye muhtaç olmayan, her şeyin kendisine muhtaç bulunduğu tek varlık ise yalnızca Allah`tır.

Ben onlardan herhangi bir rızk istemiyorum. Ben, onların Beni yedirmelerini de istemiyorum. (Zariyat/57)

Ve sen gerçekten onlara, “O gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sormuş olsan kesinlikle “Allah!” diyeceklerdir. De ki: “Öyleyse gördünüz mü Allah’ın astlarından çağırdıklarınızı! Eğer Allah bana bir zarar vermek istediyse, onlar O’nun zararını giderebilenler midirler? Yahut bana bir rahmet dilediyse, onlar O’nun rahmetini tutanlar mıdırlar?” De ki: “Allah, bana yeter. Tevekkül edenler, yalnızca O’na tevekkül ederler.” (Zümer/38)

17 – Ve eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu kendisinden başka açacak yoktur. Ve eğer O sana bir hayır dokundursa da kuşkusuz O, her şeye gücü yetendir.
18 – Ve O, kullarının üstünde Kahir’dir. Ve Hakîm’dir ve Habîr’dir.

Bu ayetlerde Rabbimiz, iyiyi ve kötüyü, her şeyi yaratanın kendisi olduğunu, dilediğine hayrı, dilediğine şerri verdiğini ve ne verdiyse geri alabileceğini, verdiğini kendisinden başka kimsenin alamayacağını bildirmektedir. Bu, kendisinin kulları üzerinde mutlak القاهرKahir [yok edici, yönetici], الحكيمHakîm [yasa koyucu] ve الخبير Habîr [her şeyden haberdar] olmasındandır. Yüce Allah bu sıfatlarını sayarak her şeye gücünün yettiğini, kullarının üzerinde yegâne otorite sahibi olduğunu, işlerini yerli yerinde yaptığını ve her şeyden haberdar olduğunu vurgulamakta ve kulların kendilerine çeki düzen vermelerini istemektedir.

Allah, insanlara rahmetten neyi açarsa artık onu tutacak biri olamaz. Her neyi de tutarsa, onu da, ondan sonra salacak biri olamaz. Ve O [Allah], Aziz’dir [çok güçlüdür], Hakîm’dir [en iyi yasa koyandır]. (Fatır/2)

Konumuz olan pasajdaki ayetlerden Allah`ın kuluna zarar vermek istediği veya verdiği anlamını çıkarmak doğru değildir. Çünkü kulun başına gelen bütün zarar, belâ, sı*kıntı ve kötülükler kendi nefsinden, kendi yaptıklarından kaynaklanmak*tadır:

Sana gelen iyilik Allah`*tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir… (Nisa/79)

Allah ise kuluna zarar gelmesine razı değildir:

Eğer inkâr / nankörlük edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size hiç bir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için küfre/nankörlüğe rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin için ona razı olur. Hiç bir günahkâr, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz yalnızca Rabbinizedir. Böylece yapmış olduklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı iyi bilendir. (Zümer/7)

Ayetteki "isterse" anlamına gelen ifade ka*lıbı dikkate alındığında, cümle, Allah’ın nimet verdiği kulunun kötü davranışları karşılığında ona kendi yarattığı belayı bulmasına izin verdiği anlamına gelir.

Ve Biz insana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirip uzaklaşır. Ona fenalık dokununca da ümitsizliğe düşer. (İsra/83)

Yani, kul belâyı, kötüyü kendisi istemekte, Allah da yaratmış olduğu belayı o kulun bulmasına izin vermektedir.

19 - De ki: “Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki: “Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi kendisiyle uyarayım diye bana bu Kur`an vahyolundu. Allah’la beraber gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder misiniz?” De ki: “Ben etmem.” De ki: “O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve kesinlikle ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım.”

Allah’tan daha büyük ve etkin bir tanık olamayacağı vurgulanarak başlayan bu ayette, Allah vahiy sürecine tanık gösterilerek Kur’an’ın vahyedilmesindeki amacın bütün insanların uyarılması olduğu bildirilmektedir. Ayrıca inkârcılara Allah ile birlikte başka ilahların olduğuna gerçekten tanık olup olmadıkları sorularak zımnen inanç ve iddialarının ne kadar saçma olduğuna işaret edilmektedir. Ayet, peygamberimize gerçek ve doğru inancın ne olduğunun açıklanması görevi verilerek bitmektedir.
Tahmin ve zanna dayalı olarak yapılamayan, ancak çok sağlam bilgi ve kanıta dayalı olarak yapılması gereken “tanıklık” konusunda Rabbimiz inkârcılara başka ayetlerde de meydan okumuştur:

De ki: “Haydi, Allah bunu kesinlikle haram etti diye tanıklık edecek şahitlerinizi getirin!” Buna rağmen eğer onlar şahitlik ederlerse de sen onlarla beraber şahitlik etme. Ayetlerimi yalanlayan ve ahirete inanmayan kimselerin hevalarına da uyma! Ve onlar Rablerine denk tutmaktadırlar. (En’am/150)

19. ayetteki “sizi ve ulaşan herkesi” ifadesi peygamberimizin sadece Araplara değil, tüm insanlara elçi gönderildiğini açıklamaktadır. Bu, peygamberimizin elçiliğinin kıyamete kadar olan zamanda tüm coğrafi mekânları kapsadığı anlamına gelmektedir. Nitekim bu anlam 92. ayette de benzer bir ifade ile teyit edilmiştir.
Ayetin sonunda yer alan ve Allah’ın tek bir İlah olduğunu, O’na ortak koşulan şeylerden uzak durulması gerektiğini bildiren ifadeler, hem bu surede hem de başka surelerde tekrarlanmıştır.

De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah`ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde doğru yolu bulmanız için Allah`a ve O`nun sözlerine iman eden, Ümmî Peygamber olan Elçisi`ne iman edin ve ona uyun.” (A’raf/158)

Esbabı nüzul kayıtlarında bu ayetin iniş sebebi hakkında şunlar yazılmıştır:

Birinci ihtimâle gelince, İbn Abbas şunu rivayet etmiştir: Mekke`nin ileri gelenleri, "Ey Muhammed! Allah senden başka peygamber yapacak kimse bulamadı mı? Seni tasdik eden hiç bir kimse göremiyoruz. Seni, Yahudî ve Hıristiyanlara da sorduk. Onlar senin peygamber olduğuna dair yanlarında herhangi bir beyân ve açıklamanın bulunmadığını iddia ettiler. O hâlde bize senin peygamber olduğuna şahâdet edecek bir kimse göster!" dediler de, işte bunun üzerine Allah bu âyeti indirerek, "Onların, senin nübüvvetini kabul ve itiraf etmeleri için, de ki ey Muhammed, "Şahit olma bakımından hangi şey Allah`tan daha büyüktür? Çünkü şahadet bakımından her şeyin en büyüğü Allah Teâlâ`dır." Onlar bunu kabul ve tasdik ettiklerinde, ‘Allah, benim nübüvvetime şahittir. Çünkü O, bana Kur`ân`ı vahyetti. Kur`ân ise bir mucizedir. Çünkü sizler, fasih ve beliğ kimselersiniz. Halbuki Kur`ân`a muâraza edemediniz. O mucize olunca, Allah`ın onu benim davama uygun olarak izhar edip ortaya koyması, Allah tarafından, benim davamda sadık olduğuma dair bir şahâdettir’ de!" demiştir. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

20 - Şu kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler, onu [peygamberi], kendi oğullarını bildikleri gibi bilirler. Şu kendi nefislerini kayba uğratanlar; işte onlar iman etmezler.

İnkâr edilemez gerçekler açıklandıktan sonra bu ayette de bir başka gerçek daha dile getirilmekte ve Ehl-i Kitabın peygamberimizi kendi oğullarını tanıdıkları kadar iyi tanıdıkları; inkârcıların ise kendilerini mahveden, yarınlarını düşünmeyen akılsızlardan ibaret oldukları bildirilmektedir.

Bazı kaynaklarda bu ayetin Medeni olduğu yer almaktadır:

Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) Medine`ye gelince, Hz. Ömer (r.a), Abdullah İbn Selâm (r.a)`a: "Allah Teâlâ, peygamberine bu âyeti indirdi. Bu tanıma işi nasıldır?" diye sorunca; Abdullah İbn Selâm: "Ey Ömer, onu içinizde görür görmez tanıdım. Tıpkı oğlumu tanıdığım gibi... Hiç şüphesiz ben, Hz. Muhammed`i kendi oğlumdan daha iyi bildim ve tanıdım. Zira kadınların ne yaptıklarını ben bilemeyebilirim. Ama şahadet ederim ki, bu peygamber Allah`dan gelen hak bir peygamberdir" demiştir. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

Bizim kanaatimiz ayetin Mekki olduğu yönündedir. Zira ifade tekniği bakımından surenin diğer ayetleriyle bütünlük arz eden bu ayet, onlarla konu bakımından da bir bütünlük içerisindedir. Diğer taraftan, Medine’deki Yahudi ve Hıristiyanları işaret ettiği düşünülen “Ehl-i Kitap [kendilerine kitap verilenler]” ifadesi ayetin Medeni olduğu hususunda yeterli bir kanıt teşkil etmemektedir. Çünkü “Kendilerine Kitap Verilenler / Ehl-i Kitap” ifadelerinin geçtiği veya “Ehl-i Kitap”a farklı ifadelerle değinen birçok Mekki ayet de vardır. Araf/157, Furkan/7, 8, Kasas/52, 53, İsra/107-109 ayetleri buna örnektir.
Ayrıca “inkârcıların peygamberimizi iyi tanıdıkları” mesajı Medenî ayetlerde de verilmiştir:

Şu kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu [peygamberi] kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Şüphesiz onlardan bir kesim bilmelerine rağmen hakkı gizliyorlar. (Bakara/146)

21 – Ve Allah’a karşı yalan uydurandan veya ayetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Hiç şüphe yok ki bu zalimler kurtuluşa eremezler.

Allah’a karşı yalan uyduran ve Allah’ın ayetlerini yalanlayanlar, bu ayette “en zalim” kimseler, yaptıkları iş de “zulüm” olarak nitelenmiştir. Bize göre, bu nitelemenin gerekçesi, insanların din adına yalan ve yanlış konuşmalarını, görüş ileri sürmelerini engellemektir.
“Allah’a karşı yalan uydurmak”, öz olarak, Allah’ın sözlerini çarpıtmak, söylemediği şeyleri söylediğini ileri sürmektir. Bu, “Allah adına konuşmak”, “kendisinin peygamber olduğunu iddia etmek” gibi eylem ve davranışları da içermektedir. Ayrıca bazılarının kendi özel çevreleri haline getirdiği kişilere “kendilerine ilâhî nitelik verildiğini, dolayısıyla Allah`a gösterilecek saygının kendilerine de gösterilmesi gerektiğini, bunun Allah tarafından onaylandığını, yani Allah’ın kendilerine şirk koşulabileceğine izin verdiğini” söylemek de bu kapsamdadır.
Müşriklerin ve Ehl-i Kitabın Allah’a karşı uydurdukları yalanlara Kur’an’da pek çok örnek verilmiştir:

Ve Yahudiler, Hıristiyanlar; "Biz Allah`ın oğullarıyız ve O’nun sevgilileriyiz." dediler. De ki: "Madem öyle, niçin günahlarınız sebebiyle O [Allah], size azap ediyor?" Bilakis, siz O`nun yaratıklarından birer beşersiniz. O dilediği kişiyi bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü de Allah`ındır. Dönüş de yalnızca O`nadır. (Maide/18)

Artık yazıklar olsun o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz paraya satmak için “Bu Allah katındandır.” derler. Artık o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara, yazıklar olsun o kazandıkları şeyler yüzünden yazıklar olsun onlara! (Bakara/79)

Ve onlardan [Kitap ehlinden], o, kitaptan olmamasına rağmen, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip büken bir güruh vardır. O, Allah katından olmadığı hâlde, “Bu, Allah katındandır” derler. Kendileri bilip dururken, Allah’a karşı yalan söylerler. (Âl-i Imran/78)

Allah, "Şüphesiz Allah fakirdir, biz zenginiz." diyen kimselerin sözünü kesinlikle duydu. Onların söyledikleri şeyleri ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacağız. Ve Biz; "Tadın o yakıcının azabını!" diyeceğiz. (Âl-i Imran/181)

Ve Yahudiler “Allah’ın eli sıkıdır.” dediler. -Söyledikleri şeyler sebebiyle onların elleri bağlandı ve onlar lanetlendi.- Aksine O’nun [Allah’ın] iki eli açıktır; dilediği gibi harcar. Ve ant olsun ki, Rabbinden sana indirilen, onların çoğunda azgınlık ve küfürce artış yapar. Ve Biz, onların aralarına kıyamete kadar düşmanlık ve kin attık. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Ve onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Oysa Allah bozguncuları sevmez. (Maide/64)

Ve onlar bir iğrençlik yaptıkları zaman, “Babalarımızı bu yolda bulduk, bunu bize Allah emretti” derler. De ki: “Allah iğrençliği emretmez. Allah`a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” (A’raf/28)

Allah Bahire’den, Saibe’den Vasiyle’den ve Ham’dan hiç birini [meşru] kılmamıştır. Ancak inkâr edenler, Allah’a karşı yalan düzüp-uyduruyorlar. Onların çoğu akıl erdirmez. (Maide/103)

Rabbiniz, size oğulları tahsis etti de kendisi meleklerden dişiler mi edindi? Şüphesiz ki siz çok büyük bir söz söylüyorsunuz. (İsra/40)

Ve onlar, Allah’a kızlar isnat ediyorlar. -O [Allah], bundan münezzehtir.- Kendileri için de iştahlandıkları şey [oğlan çocukları] vardır. (Nahl/57)

Ve Biz eğer ki sana kâğıtta yazılı bir kitap indirmiş olsak, onlar da ona elleriyle dokunsalardı, kesinlikle o küfretmiş olan kişiler “Bu, apaçık sihirden başka bir şey değildir" derlerdi. (En’am/7)

Ve dediler ki: “Sayılı birkaç gün dışında ateş bize asla dokunmayacaktır.” De ki: “Allah’tan bir ahit [garanti] mi aldınız? Allah, ahdine asla ters düşmez. Yoksa siz Allah’a isnat ederek, bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” (Bakara/80)

Yukarıdaki ayetlerde geçen "Melekler Allah`ın kızlarıdır", “Allah Bahire ve Saibe olan hayvanları haram kılmıştır” gibi yalanlar yanında, Yahudiler ve Hıristiyanlar Tevrat ve İncil`de bu kitapların şeriatlarının nesh edilmeyeceği, değiştirilemeyeceği ve İsa peygamberden sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceği hükmünün bulunduğu yalanlarını da uydurmuşlardır.
Özellikle din görevlisi, din âlimi olanlar, bütün bunlardan kendilerine şu mesajı çıkarmalıdırlar: Allah adına fetva verirken, dinin hükümlerini açıklarken mutlaka Kur`an temel alınmalı, o konuda Allah`ın ne dediği iyi bilinmelidir.

22 - Ve o gün hepsini toplayacağız. Sonra Biz, ortak koşan kimselere, “Hani nerede o batılca inandığınız ortaklarınız?” diyeceğiz.
23 - Sonra, onların fitneleri, “Rabbimiz, Allah`a kasem olsun ki, ‘biz müşriklerden değildik’ demekten başka bir şey değildi.”
24 - Bak, kendi aleyhlerine nasıl yalan söylediler! O uydurdukları şeyler de kendilerinden ayrılıp kayboldu.

Bu ayetlerde, müşriklerin sorgulandıkları sırada şirklerini inkârdan başka bir yol bulamayacakları açıklanmaktadır.
22. ayette müşriklere sorulacağı bildirilen soru, başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

Ve o gün O [Allah] onlara seslenir de der ki: “Yanlış olarak inanmış olduğunuz Benim ortaklar hani nerede?” (Kasas/62)

23. ayette geçen “onların fitneleri” ifadesindeki “fitne” sözcüğü genellikle “mazeret” olarak anlaşılmıştır. Hâlbuki daha evvel de açıkladığımız gibi, “fitne” kişinin özünün ortaya çıkarılmasına yönelik yakma, ateşe atma, belalandırma demektir. (Tebyinü’l-Kur’an; c: 2, s: 452) Dolayısıyla sözcüğün buradaki kullanımından, sorguya çekilen yalanlayıcıların aynı zamanda Allah karşısında da yalan söylemeye cesaret edebilen büyük yalancılar oldukları ortaya çıkmış olmaktadır.
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla