Tekil Mesaj gösterimi
Alt 28. September 2008, 01:28 AM   #2
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

Ayetlerin tahlili


1. Ayet:

Olacak o vak’a olduğu zaman. -Ki onun (o vak’anın) oluşu için yalan söyleyen yoktur. O (o vak’a), alçaltıcıdır, yükselticidir.- Yeryüzü şiddetle sarsıldıkça sarsıldığı ve dağlar ufalandıkça ufalanıp da toza dumana dönüşüverdiği zaman.

Görüldüğü gibi yukarıdaki 1–6. ayetler, bir cümlenin zarf tümlecini teşkil etmektedir. Cümlenin diğer öğeleriyle yüklemi burada değildir. Dolayısıyla surenin 1–6. ayetlerinden oluşan tümlecin ilk sözcüğü olan “iza” edatının, mutlaka bağlandığı bir yer olmalıdır. “Olacak olan o vak’a olduğu zaman....” deyip de devamında herhangi bir açıklama yapılmazsa, bu kelâm boşta kalır, kimse bir şey anlamaz. Bu durum aynen “Ben askerdeyken” deyip kelâmı kesmeye benzer. Aslında sözün devam ettirilip askerde neler olduğunun da açıklanması gerekir.

Geçmişte Kur’an üzerinde tertil dirayetini göstermeyen muhteremler, bu ayetleri bir takım takdirlerle anlamaya ve anlatmaya çalışmışlardır. Meselâ bunlardan Kurtubi ile Razi’nin ileri sürdükleri düşünceler aşağıdadır:

Buyrukta hazfedilmiş ifadeler vardır. Yani o vakıanın gerçekleşeceği za*manı hatırlayınız. el-Cürcani dedi ki: "iza (Zaman)" sıla (zaid)dir. Vakıa ger*çekleşecektir, demektir. Yüce Allah´ın: "O saat yaklaştı" (el-Kamer, 54/1) buyruğu ile; "Allah´ın emri geldi" (en-Nahl, 16/1) buyrukları gibidir. Yine bu buyruk: Oruç geldi yaniı zamanı yaklaştı, demeye benzer. Birinci görüşe göre ise "iza (Zaman)" vakit bildirmek içindir, cevabi da yüce Allah´ın: "Ashabu´l-meymene ne ashabu´l-meymenedir. (8, âyet) buyruğudur. (Kurtubi)

Üçüncü Mesele

“İza” edatının ayetteki âmili nedir? Deriz ki: Bu hususta şu üç izah yapılabilir:
1) Bunun âmili, kendinden önce geçen bir fiildir. Bu durumda, “iza” kelimesi, mef´ûl-ü fîh değil de, mef´ül-ü blh olmuş olur. Önceden olduğu düşünülen fiil (âmil) de, mahzûf “üzkür”(hatırla k)i..." fiilidir. Buna göre Hak Teâlâ sanki, "Kıyameti hatırla" demiş olur.
2) Bunun âmili, “leyse livakatiha kazibetün” ifadesidir. Bu, senin, "Cuma günü, benim için meşguliyet yok" demen gibi olur.
3) Bunun âmili, kıyamet koptuğunda, kimi alçaltır, kimi yükseltilir" gibi ifadelerdir. Bunun delili ise, ayetteki "hafizâ, rafia " ifadelerinin yer alışıdır. Bunun âmilinin, yine ayette geçecek olan, "ashab-ı meymene..." (Vakıa,8) kelimesinin olduğu da söylenmiştir ki bu, "Kıyametin koptuğu günde, ashab-ı meymene..." demektir. (Razi)

Buradaki ve tespitini yaptığımız birçok yerdeki gibi, içinden çıkılmaz ve Kur’an’ı anlaşılmaz kılan sorunların kaynağı; Kur’an’daki tertilin, yani olması zorunlu olan dizilişin ihmal edilmesidir. Ayetlerin indikleri sıra ve düzende tertip edilmesi hâlinde bu sorunlar ortadan kalkmaktadır.
Nitekim buradaki sorunu ortadan kaldırmak için de, Vakıa suresinin, Ta Ha suresinin devamı olduğunu hatırlamak ve Ta Ha suresinin son ayeti ile Vakıa suresinin yukarıdaki 1–7. ayetlerini arka arkaya sıralamak yeterli olmaktadır. Buna göre, Vakıa suresinin başındaki “iza” edatının amili, Ta Ha suresindeki “feseta’lemune (yakında öğreneceksiniz)” fiilidir. Ama görüldüğü gibi, tertip sırasında cümle bölünmüş, ana cümle ile ana cümlenin zarf tümleci arasına 35 surenin ayetlerinden oluşan 222 sayfa tutarında bir duvar örülmüştür. Biz, sitemde bulunduğumuz ve Kur’an’ı anlaşılmaz bir şekle sokan bu durumun mutlaka düzeltilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Sözünü ettiğimiz düzeltme burada yapıldığında, yani Ta Ha suresinin 135. ayeti ile vakıa suresinin 1–7. ayetleri birleştirildiğinde paragraf aşağıdaki şekilde oluşmakta ve ortada hiçbir sorun kalmamaktadır:
De ki: “Herkes beklemektedir. Siz de bekleyiniz. Şüphesiz düz yolun sahiplerinin kimler olduğunu ve kimlerin doğru yolu bulduğunu yakında; olacak o vak’a olduğu -ki onun (o vak’anın) oluşu için yalan söyleyen yoktur. O (o vak’a), alçaltıcıdır, yükselticidir-, yeryüzü şiddetle sarsıldıkça sarsıldığı ve dağlar ufalandıkça ufalanıp da toza dumana dönüşüverdiği ve sizler üç eş (sınıf) olduğunuz zaman bileceksiniz.”

Müteaddit defalar belirttiğimiz gibi, Kur’an’daki beliğ ifadelerin, aynı belâgatle Türkçeye aktarılması mümkün olmadığı için, konumuz olan ayetlerde de, ifadelerin anlamını tam olarak meale yansıtma konusundaki aczimizi bir kez daha samimiyetle itiraf ediyor ve seçilmiş sözcüklerin derin anlamlarını sunuyoruz.

el Vakıa

“Olan, meydana gelen, olması kesin olan şey” anlamına gelen “Vakıa” sözcüğü, burada “el Vakıa” şeklindeki belirtili hâliyle özelleşmiş ve kıyametin adlarından birisi olmuştur. “el Vakıa” sözcüğünden başka Kur’an’da kıyamet için; “el Kariah”, “el Hakkah”, “es Sahhah”, “et Tammeh” gibi isimleşmiş sözcükler de kullanılmıştır. Bunların hepsi, kıyamet olayının büyüklüğünü ve ciddiyetini yansıtan sözcükler olup, bu sözcükler yeri geldikçe tahlil edilecektir.
Burada “el Vakıa” sözcüğüyle isimlendirilmiş olan “Vakıa” olayı, Hakkah suresinde şöyle açıklanmıştır:

Hakkah; 13–15: Sur’a bir tek üfleme üflendiği, Arz ve dağlar yerlerinden kaldırılıp bir çarpışla birbirine çarpılarak darmadağın olduğu zaman, işte o gün “O olacak” olmuştur.

Onun (o vak’anın) oluşu için yalan söyleyen yoktur

Ayette geçen “kazibetün” sözcüğünün sonundaki “tün” ifadesinin, “vakıatü” sözcüğüyle uyum sağlamak için kullanılmış olduğu söylenebileceği gibi, aynı zamanda bu ifadenin sözcüğe “mübalâğa” anlamı katması sebebiyle cümleden şöyle bir anlam çıkmasını sağladığı da söylenebilir: “Bu olacak vak’a o kadar gerçektir ki, onun oluşu hakkında hiç kimse yalan söylemedi. Tüm akıllı, bilgili, bilinçli insanlar o vak’a’nın gerçekleşeceğini söyledi, onu yalanlamadı. Onun gerçekleşeceğini söyleyen herkes, bu sözü ile doğruyu söylemiş olmaktadır.”
Bu vak’a’nın gerçekleşeceği ve son ana kadar yalanlayanların ise olayın gerçekliği karşısında yalanlamalarından vazgeçecekleri, başka ayetlerde değişik üslûplarla dile getirilmiştir:

Mümin; 84: Sonra da ne zaman hışmımızı gördüler; “Allah’ın birliğine inandık ve O’na şirk koştuğumuz şeyleri inkâr ettik” dediler.

Şûra; 47: Allah’tan, geri çevrilemeyecek gün gelmeden önce, Rabbinize icabet ediniz. O gün, sizin için sığınacak bir yer yoktur, sizin için inkâr da yoktur.

Mearic; 1, 2: Bir isteyen, -kâfirler için kendisini savacak kimsenin olmadığı “olacak azabı” istedi.

o (o vak’a), alçaltıcıdır, yükselticidir.

Paragrafın bu bölümünün tefsiri, aslında daha önce Ta Ha suresinin 105–112. ayetlerinde yapılmıştır:

Ta Ha; 105–112: Sana dağlardan soruyorlar, de ki: “Rabbim onları savurdukça usavuracaktır. Böylece onları dümdüz boş bir hâlde bırakacak. Orada bir çukur ve bir tümsek görmeyeceksin.”
O gün, hiçbir eğriliği olmayan o davetçiye uyarlar ve Rahman için sesler kısılmıştır. Artık sadece bir fısıltı duyacaksın.
O gün, Rahman’ın kendisine izin verdiği ve sözce hoşnut olduğu kimseler hariç şefaat fayda vermez.
Allah, onların (yardım görmeyenlerin) önlerindeki ve arkalarındaki şeyleri bilir. Onlar ise O’nu bilgice kuşatamazlar.
Ve yüzler (kişiler), Hayy (Diri) ve Kayyum (bütün yarattıklarını gözetip duran Allah) için baş eğmiştir. Bir zulüm taşıyan kimseler gerçekten zarara uğramıştır.
Ve her kim mümin olarak salihattan işlerse, artık o, bir haksızlıktan ve hakkının yenileceğinden korkmaz.

Burada, alçaltma ve yükseltmenin “olay”a izafe edilmesi mecazendir. Bunun başka bir örneği Sebe’ suresinin 33. ayetinde mevcut olup, orada da insanların hile yapmaları, mecazen gece ve gündüze izafe edilmiştir.
Ayette “olay” ile neyin alçalıp neyin yükseleceği açıkça söylenmemiş; hazfedilmiştir. Ancak, “alçalma” ve “yükselme”nin, Araplarca hem mekân, hem de konum itibarıyla, yani “alçak yer” ve “izzet” olarak kullanılması sebebiyle bu ifadenin;
- “evrene ait alçalma ve yükselme” şeklinde veya
- “insanlara ait alçalma ve yükselme” şeklinde anlaşılması mümkündür.

Evrene ait alçalma ve yükselme Kur’an’da birçok ayette konu edilmiştir:

Kariah; 5: Dağlar da atılmış renkli yün gibi olur.

Hacc; 1: Ey İnsanlar! Rabbinizden sakının; şüphesiz o Saat’ın sarsıntısı çok büyük bir şeydir.
Müzzemmil; 14: O günde ki yer ve dağlar sarsılır ve dağlar eriyip akan bir kum yığınına dönüşür.

Zilzal; 1: Yeryüzü sarsıldıkça sarsıldığı zaman,


7. Ayet:

Ve sizler üç eş (sınıf) olduğunuz zaman.

Ayetin başındaki “ve” bağlacı cümleyi “vakaa” fiili üzerine atfettiğinden ayetin anlamı; “ve sizler üç eş (sınıf) olduğunuz zaman öğreneceksiniz” demektir. Böylece Ta Ha suresinin 135. ayetindeki “bileceksiniz” fiili, yine bir zarf tümleci olan bu ayeti de kapsamış olmakta ve Ta Ha; 135 ile başlayan cümle tam olarak şu anlamı ifade etmektedir:
De ki: “Herkes beklemektedir. Siz de bekleyiniz. Şüphesiz düz yolun sahiplerinin kimler olduğunu ve kimlerin doğru yolu bulduğunu yakında; ….. ve sizler üç eş (sınıf) olduğunuz zaman bileceksiniz.”
Yani Rabbimiz bu ifade ile, insanların mahşerde üç grupta toplanacağını bildirmekte, akıllı insanları ölmeden, mahşere çıkmadan; iş işten geçmeden, olacakları “aynelyakin” ve “hakkalyakin” öğrenmeden akıllarını başlarına almaya davet etmekte ve bu olaylar gerçekleştikten sonra pişmanlığın fayda vermeyeceğini ihtar etmektedir.
Buradaki hitap (sizler ifadesi), her ne kadar, Kur’an’ın indiği zamanki kişilere ve şimdiki okuyuculara gibi görünüyorsa da, aslında bu ifade ilk insandan itibaren, kıyamet gününe kadar tüm insanlığa yöneliktir.

8–10. Ayetler:

İşte sağın ashabı; sağın ashabı nedir?
Ve solun ashabı; solun ashabı nedir?
Öne geçenler de, öne geçenlerdir.

8. ayetin “fa-i tafsiliyye (detay fa’sı)” ile başlaması, 7. ayette sözü edilen üç eşin (sınıfın, grubun) açıklanmasına, burada başlandığını göstermektedir. 8–10. ayetlerde yapılan açıklamaya göre insanlar ahirette üç sınıfta toplanacaklardır:
- Sağın ashabı
- Solun ashabı
- Sabikun (Öne geçenler)

8. ve 9. ayetlerde, “sağın ashabı” ve “solun ashabı” için; “Sağın ashabı nedir?” ve “Solun ashabı nedir?” şeklinde birer soru cümlesi yer almıştır. Daha önce Kariah suresinde karşılaştığımız ve ileride Hakkah suresinde de karşılaşacak olduğumuz, bu tarz, sözcüğün tekrarı ile yapılan soru cümleleri; dikkat çekmek, meselenin önemini belirtmek ve bunun şaşılacak bir hâl olduğunu beyan etmek için kullanılan bir ifade tarzıdır.
10. ayette, “es Sabikun” sözcüğünün tekrarlanması suretiyle, bir müpteda haber; isim cümlesi oluşturulmuştur. Yine dikkat çekmeye yönelik bir ifade tarzı ile oluşturulmuş olan bu cümlenin anlamını Türkçede; “öne geçenler, gerçekten önde olmayı hak etmiş kimselerdir” şeklinde açıklamak mümkündür.
“Sağın ashabı” ve “Solun ashabı” ifadelerinin ne anlama geldiği hakkında Beled suresinin 18, 19. ayetlerinin tahlilinde verdiğimiz bilgileri, elinde Beled suresinin içinde yer aldığı İşte Kur’an adlı kitabımızın 2. cildi bulunmayanlar için burada tekrarlıyoruz:

ashab-ul meymene

Sözlüklerde “ميمنة meymene” sözcüğü için, “يمين yemin” veya “يمن yumn” sözcüklerinden türemiş olmasına göre “sağ el” veya “uğurlu / bereketli” karşılıkları verilmiştir.
Burada, sözcüğün “يمن yumn” sözcüğünden türediği kabul edilirse “ashab-ul meymene” deyimi; “bahtı iyi olan, bereketli, mutluluk sahibi” anlamına gelir.
Eğer “meymene” sözcüğünün “yemin” sözcüğünden türediği kabul edilirse bu takdirde ayetteki “ashab-ul meymene” deyimi “sağ el” anlamına gelir ve bu deyimin “yüksek mertebe” belirtmek için kullanıldığı anlaşılır. Çünkü Araplar için “sağ el”, kuvvet ve şerefin sembolüdür. Nitekim hürmet edilen kimseler meclislerde sağ köşeye oturtulur ve bir kimseye verilen değer “فلان منّى باليمين Fulanun minnî bil-yemin (o benim sağ kolumdur)” ifadesi ile belirtilirdi. Bu ifade günümüzde de aynen kullanılmaktadır.

ashab-ul meş’eme

“مشئمة Meş’eme” sözcüğü, “شئم şum” kelimesinden türemiş olup; “uğursuzluk, talihsizlik” demektir. Araplar, “şu’ma (uğursuzluk)” sözcüğü ile “شمال şimal (sol el)” sözcüğünü aynı anlamda kullandıklarından sözlüklerde “şu’ma” sözcüğünün anlamı “sol el” olarak belirtilmiştir. Sefere çıkan bir kimsenin sol tarafından bir kuşun uçmasını uğursuzluk sayan Araplarda “sol el”, zayıflığın ve zilletin simgesidir. Nitekim önemsiz ve aşağı mevkide görülen kimseler meclislerde sol tarafa oturtulur ve bir kimsenin değersiz olduğu “فلان منّى بالشّمال Fulanun minnî bi-l şimal (O benim sol kolumdur)” ifadesi ile belirtilirdi. Özetle “اصحاب المشئمة ashab-ul meş`eme”; Allah’ın aşağıladığı, bedbaht kimselerdir ve O’nun huzurunda sol tarafta bulunacaklardır.
Rabbimiz bu iki grup insandan Vakıa suresinin 27. ve 41. ayetlerinde de bahsetmiştir.
Burada yüce Allah, “sol ehli” olan zümre için “ayetlerimizi inkâr edenler” nitelemesinden başka bir nitelemede bulunmamıştır. Bunun sebebi ise, kâfirliğin bütün kötülükleri kapsaması ve hatta kötülüklerin tümünden baskın çıkmasıdır. Yani kâfirlikle birlikte hiçbir iyi amel düşünülemez, onlar iyi davranışlarda bulunsalar dahi bu iyiliklerin kendilerine hiçbir yararı olmaz, onların kâfir olmaları her şeyi siler bitirir. Dolayısıyla kâfirlerin köle azat etmediklerini, yoksulu doyurmadıklarını ayrıca belirtmeye hiç gerek yoktur. Onlar; uğursuz, kötü, defterleri sol taraftan verilecek olan “meş’eme” ehlidirler. Onlar; sarp yokuşun gerisinde kalmışlar ve onu aşmak için o yokuşa saldırmamışlardır.

Öne geçenler

“Öne geçmek” ifadesi, bir yarışı çağrıştırmaktadır ki zaten Rabbimiz de Kur’an’da bizleri birçok işte ortak hareket etmeye sevk etmiş ve bu ortak davranışlarda yarışa davet etmiştir:

Fecr; 17, 20: Hayır… Hayır… Doğrusu siz yetimi kerimleştirmiyorsunuz. Yoksulun yiyeceği üzerine birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Oysa mirası yağmalarcasına öyle bir yiyişle yiyorsunuz ki! Malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına!

Asr; 1–3: Asra ant olsun ki, iman eden, salihatı işleyen, hakkı tavsiyeleşen ve sabrı tavsiyeleşenlerin haricindeki tüm insanlar kesinlikle tam bir hüsran / kayıp-zarar içindedir.

Âl-i Imran; 133: Rabbinizden olan mağfiret ve eni göklerle yer kadar olan cennete (kavuşmak için) yarışın; o, müttekiler için hazırlanmıştır.

Hadid; 21: Rabbinizden bir bağışlanmaya, Allah’a ve elçilerine inananlar için hazırlanmış, genişliği gökle yerin genişliği gibi olan cennete koşuşun. İşte bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Onu dilediğine verir. Ve Allah büyük lütuf sahibidir.

Tövbe; 100: Muhacir ve Ensar’dan ilk önce öne geçenler ve iyi amellerle onları izleyenler; Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah’tan razı oldular. Ve O (Allah) ve onlara, içlerinde temelli kalacakları altlarında ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, büyük bir kurtuluştur.

Mümin; 61: Allah, içinde dinlenesiniz diye geceyi, göz açıcı bir aydınlık olarak da gündüzü sizin için yaratandır. Şüphesiz Allah insanlara karşı bir lütuf sahibidir. Velâkin insanların çoğu şükretmezler (karşılığını ödemezler).

Hadid; 10: Göklerin ve yerin mirası Allah’ın olmasına rağmen neden siz Allah yolunda harcamıyorsunuz? Sizden, fetihten önce harcayan ve savaşan kimse eşit olmaz. Onlar derece bakımından, sonradan infak eden ve savaşan kimselerden daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine de “En güzel”i vaat etmiştir. Ve Allah yaptıklarınızdan haberdardır.


Ve biz biliyoruz ki Sünnetüllah’ta karşılık amel cinsindendir:

Fecr; 13: Onun için de Rabbin üzerlerine azap kamçısı yağdırdı.


O hâlde, dünya hayatında salihatı işlemekte yarışıp öne geçenler, dünyada nasıl önde yer aldılarsa, ahiret hayatında da; cennete girişte ve nimetlere erişmede yine önde yer alacaklardır.

11. Ayet:

İşte onlar (öne geçenler), yaklaştırılanlardır.

10. ayette “es Sabikun (öne geçenler, önde olanlar)” ifadesi ile nitelenenler, bu ayette biraz daha açıklanmış ve “mukarrebun (yaklaştırılanlar)” olarak nitelenmiştir. Yaklaştırılmanın ne demek olduğu ise Sebe’ suresinde açıklanmıştır:

Sebe’; 37: Ve sizi huzurumuza yaklaştıracak olan, mallarınız ve evlâtlarınız değildir. Ancak kim iman eder ve salihatı işlerse, işte onlar için yaptıklarına karşı kat kat karşılık vardır. Ve onlar yüksek köşklerinde güven içindedirler.

Görüldüğü gibi Rabbimiz, burada “mukarrebun” olarak nitelediği kişilerin kimler olduğunu Sebe’ suresinde açıklamış ve bunların “iman etmiş, salihatı işlemiş” kişiler olduğunu açıkça beyan etmiştir.

12. Ayet:

İşte onlar (öne geçenler), Naim cennetlerindedirler.

8–10. ayetlerde bildirilen ahiretteki insan gruplarının konumları, bu ayetten itibaren açıklanmaya başlanmış ve ilk olarak da “es Sabikun (öne geçenler)” konu edilmiştir. Böylece de önde olanlara, anlatımda da öncelik tanınmıştır.
Ayette “onlar cennetlerdedir” denilmeyip de “Naim cennetlerindedirler” denmesi dikkat çekici bir husustur. “Naim” sözcüğü; “bol, çok, sonsuz nimetler bulunduran” demektir. Dünyadaki cennetlerin, yani bağların, bahçelerin hep budama, sulama gibi bir emek, bir bakım istediği ve yorgunluğa sebep olduğu düşünülürse, öne geçenlere vadedilen Naim cennetlerinin, dünyadaki gibi bir külfeti olmayan, sırf yararlanmaya, safa sürmeye yönelik olduğu anlaşılmaktadır. “es Sabikun”a verilen bu “Naim cennetler” müjdesi, ileride surenin 88, 89. ayetlerinde tekrar gündeme gelecektir.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla