Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. March 2011, 02:01 PM   #3
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

BİRİNCİ BÖLÜM

Bölge ve Yerleşim

Bu bolüm Hicaz'ın bölgesel özelliklerini ele almaktadır. Bu bölgelerin hava şartlarını, su kaynaklarını, toprak yapısını incelemektedir. Sonra orada oturan yerleşik halkın niteliklerini, uyruklarını, dillerini, yerleşim bölgelerini, yaşayışlarını, yiyeceklerini, içeceklerini, folklorlarını, savaş araçlarını araştırmaktadır. Ticaret, sanayi, ziraat, gemicilik, avcılık, hayvan besiciliği ve eğitim ile ilgili konuları irdelemektedir. Bu bölüm aşağıdaki alt başlıkları kapsamaktadır:
A) Hicaz ve Hicazlılar.
B) Ekonomik hareket ve yaşayış,
C) Hicaz'daki yabancı azınlıklar.

A) HİCAZ VE HÎCAZLILAR

1. Kur'an'da Hicaz Bölgesi:

Hicaz bölgesi tabii olarak açıkça bilinen ve sürekli gözler önünde olan bir olgu olabilir. Yalnız ifadenin, birbirine bağlılığını koparmamak ve arada açık bırakmamak için bu bölgenin niteliklerini Kur'an'dan ilham alarak tesbit etmede herhangi bir sakınca görmüyoruz. Bunun yanında Kur'an'ın nitelemesindeki canlılık ve kuvvetin hala kendisini koruduğunu, özellikle bu nitelemede, verimli ve sahil bölgelerinin daha canlı ve güçlü biçimde nitelendirildiğini ifade etmek gerekir. Buna bağlı olarak diyoruz ki: Kur'an'da doğal çevre ile ilgili nitelikleri kapsayan pek çok ayet vardır ve bu ayetlerde hitab yakın muhatablara yöneltilmiştir. Yine Kur'an ayetleri içinde özellikle bazı bölgeleri ilgilendiren ayetler de vardır. Ki bu Özel bölgeyi ilgilendiren açıklamaların Hicaz bölgesine yönelik olduğunu söylemek doğru olur.

Kur'an'da ifadesini bulan bu niteliklere göre denebilir ki: Kur'an Hicaz havalisinde bölgesel ve coğrafi şartları açısından farklılık arzeden değişik kesimlerin varlığını ikrar etmektedir.

Mesela, oldukça kurak, alabildiğine sıcak, suları kıt, dağlarla çevrili, sakinlerinin dışarıdan gelen gıda maddeleri ile rizıklarını temin ettiği bir mıntıka. Burası "Mekke"dir. Veya daha dikkatli bir ifade ile Mekke Mıntıkası'dır.

ibrahim sûresinde ibrahim'in (a) duaları hikaye edilmektedir, işte bu ayetlerde Beytu'l-Haram bölgesinin nitelikleri yer almaktadır. -Bu da Ka'be mıntıkası yahut Mekke'dir- Ki burada belirtildiğine göre orası ziraate elverişli olmayan bir vadidir, ibrahim duasında hikaye edildiğine göre o, Allah'ın o bölge ahalisini meyvelerden rıziklandirmasını ve insanların gönüllerini onlara yöneltmesini dilemiştir:
"Rabbimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Ha¬ram (kutlu ve korunmuş evin) yanında ekini olmayan bir vadiye yer¬leştirdim; Rabbimiz dosdoğru namazı kılsınlar diye (Öyle yaptım), böylelikle sen, insanların bir kısmının kalblerini onlara ilgi duyar kıl ve onları bîr takım ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükreder¬ler." (İbrahim, 37)

Kasas sûresinde yer alan bir ayette Mekke halkına reddiye vardır. Yine bu ayette Allah'ın, onların Harem'lerini güven yeri kıldığı ve herşeyin meyvesinin oraya toplandığına işaret edilmiştir. Bu da ifade ediliyor ki; Onun rızkı dışardan ona toplanıp gelmektedir:

"Dediler ki: "Eğer seninle birlikte hidayete uyacak olursak, ye¬rimizden (yurdumuzdan ve konumumuzdan) çekilip kopartılırız." Oy¬sa biz onları kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürününün aktarılıp-toplandığı, güvenli bir haremde yerleşik kılmadık mı? Fa¬kat onların çoğu bilmiyorlar." (Kasas, 57)

Yine Nahl (112) ve Bakara (126) sûrelerinde yeralan bazı ayetler de bu anlamı desteklemektedir.

Kasas sûresinin ayetinden anlaşılıyor ki: Mekke ahalisi Beytu'l-Haram'ın hürmetinde ve insanların gönüllerinin kendileriyle birlikte olmalarında; yaşamlarını, güvenlerini ve saygı duyulmalarının nedenlerini görüyorlardı. Ve Peygamber'e (s) çağrısında tabi olduklarında, bu sebeplerden mahrum kalmaktan korkuyorlardı. Bu da belirtmeye çalıştığımız olguyu bir açıdan desteklemekte ve onunla paralellik arzetmektedir.

Bu bölgenin aşırı sıcak olduğunu ise, Nahl sûresinde yer alan bir ayetten istidlalle çıkarmak mümkündür:

"Allah, sizin için yarattığı şeylerden gölgeler kıldı. Dağlarda da sizin için barınaklar-siperler kıldı, sizi sıcaktan koruyacak elbiseler, sizi savaşınızda (zorluklara karşı) koruyacak giyimlikler de var etti. İşte o üzerinizdeki nimetini böyle tamamlamaktadır, umulur ki teslim olursunuz." (Nahl, 81)

Burada gölgelere, dağların gölgeliklerine işaret edilmiştir ki, orada yerleşmiş bulunan insanlar sıcaklıktan korunmak için onlara sığınıyorlardı. Yine burada sıcaklıktan koruyan elbiseye işaret edilmiş fakat soğuktan koruyan elbiseden söz edilmemiştir. Sanki o yalnız sıcaklık ve aşırı sıcaklıktan koruyan bir hava sığınağıdır. Ayet bunu Allah'ın Mekke halkına verdiği nimetler ve yardımları sadedinde dile' getirmektedir.

(Bazı müfessırler bu cümlenin: "Sizi sıcaktan da soğuktan da korur" manasına gelebileceğini söylemişlerdir. Fakat bîr taraftan ayetin özü, diğer taraftan yalnız norma! gölgelerin ve dağ gölgelerinin kaydedilmesi ile yetinilmesi böyle bir manayı düşünmenin pek öyle tutarlı olmadığını ortaya koyar gibidir. Buna göre asıl kastedilen sıcaklıktır. Sonra Nur Süresindeki bir ayet de bu görüşümüzü desteklemektedir. O da: "öğlen sıcağında elbiselerinizi çıkardığınız zaman..." (58 ayet). Bu ifade öğlen uykusunu ve o sırada hafif elbise giymekle serinlemeyi ifade etmektedir. Buna mukabil kıştan bahsedilmemiştir. Bu da sıcağın daha çok; soğuğun ise etkin olmadığını gösterir.)

Bu da onların kavurucu sıcaktan ne kadar muzdarip olduklarını gösterir.
Dağların ve dağ oyuklarının zikredilmiş olması da Mekke'nin doğrudan dağlarla çevrili olduğu şeklindeki ifademizi desteklemekte ve doğru olduğunu göstermektedir. Bu ilk bakışta hemen farkedilir. Bu bölgede suyun kıtlığını ise, bazı Kureyş ailelerinin deruhte ettiği Si-kayetu'l-Hacc/Hacılara su dağıtma ve onlara su temin etme görevinden çıkarma olanağı vardır. Tevbe sûresinin ayetlerinden birinde bu göreve işaret edilmiştir. Allah'a iman ve O'nun yolunda cihad ile bu görevi karşılaştırma sadedinde deniyor ki:
"Hacılara su dağıtmayı ve mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad edenin (yaptıkla¬rı) gibi mi saydınız? (Bunlar) Allah katında bir olmazlar. Allah zul¬me sapan bir topluluğa hidayet vermez." (Tevbe, 19)

Mekke ahalisinin Hacılara su temin etmeye neden bu kadar önem verdiğini ve sikaye görevini bu derece büyük bir fazilet olarak kabul ettiklerini şimdi daha iyi anlıyoruz. Bu, hemen farkedileceği gibi, bölgede su kıtlığından kaynaklanmaktadır. Yine bununla, Zemzem kuyusunun kazılması ile ilgili rivayet üzerinde yoğunlaşan haberlere, neden bu kadar önem verildiğini ve siret kitaplarında bu konuyla ilgili olarak kaydedilenlerin değerini daha güzel kavrayabiliyoruz.( Bknz: îbn Hisara c 1; sh 134 vd.)


2. İklim Şartları ve Tarım:

Kur'an'da yer alan pek çok ayet Allah'ın yağmurlar yağdırdığını, ondan kaynaklar ve ırmaklar fışkırttığını, ekinleri, ağaçlan, hurmalıkları, üzümleri, narları, zeytinleri ve diğer değişik meyveleri bitirdiğine dikkat çekmektedir. Yerleşik halkın, gök suyunu çektiğinde ve ekinlerin susuzluktan sarardığını gördüğünde nasıl dehşete kapıldıklarını niteleyen ve yakın muhatablarına hitab ederek Allah'ın nimetlerini ve gözlerinin önündeki ayetlerini, kendisinden yararlandıkları somut ihsanlarım hatırlatan ayetler pek çoktur. Aşağıda bunlardan bir kaçı verilmiştir:

1) O, gökten su indirendir. Bununla her şeyin bitkisini bitirdik, ondan bir yeşillik çıkardık, ondan da birbiri üstüne bindirilmiş taneler çıkarıyoruz. Ve hurma ağacının tomurcuğundan da yere sarkmış salkımlar, "birbirine benzeyen ve benzemeyen" üzümlerden, zeytinden ve nardan bahçeler (kılıyoruz). Meyvesine, ürün verdiğinde ve ol¬gunluğa eriştiğinde bir bakıverin. Hiç şüphesiz İnanacak bir toplu¬luk için bunda gerçekten ayetler vardır. (En'am, 99) (Bkz, En'am, 141)


2) Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki hayvanlarınızı onda otlatacaksınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bun¬da düşünebilen bir topluluk için ayet vardır. (Nahl, 10-11)

3) Biz gökten belli bir miktarda su indirdik ve onu yeryüzünde yerleşik kıldık; şüphesiz biz onu (kurutup) gidermeye de güç yetirenleriz. Böylelikle bununla size hurmalıklardan, üzümlüklerden bahçeler, bağlar kıldık, İçlerinde Çok sayıda yemişler vardır; sizler onlardan yemektesiniz (Mu'minun, 18-19)

4) Ölü toprak kendileri için bir ayettir; biz onu dirilttik, ondan taneler çıkarttık, böylelikle de onlar ondan yemektedirler. Biz, orda hurma¬lıklardan ve üzüm-bağlarından bahçeler kıldık ve içlerinde pınar¬lar da fışkırttık. (Yasîn, 33-34)

5) Bir de insan, yediğine bir bakıversin; hiç şüphe yok biz, suyu akıttıkça akıttık. Sonra yeri de yardıkça yardık. Böylece onda bitirdik; taneler, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar. Boyları İri ve birbiri içine girmiş ağaçlı bahçeler. Meyveler ve otlaklıklar. Size ve hayvanlarınıza bir yarar (meta) olmak Üzere. (Abese, 24-32) Ayrıca Bkz: (6/141; 30/48-51; 50/7-11; 56/63-70)

Bu ayetler okunduğu zaman Kur'an'ın bunlarla Hicaz ahalisini hatta Mekke ehlini birinci derecede kastettiği, öncelikle onları muhatab aldığı somut olarak müşahede edilebilir. Çünkü ayetlerin tamamı Mekkîdir. Ayetler genel bir biçimde Allah'ın insanlar üzerindeki nimetlerini hatırlatma ve onları gündeme getirme sadedinde de olsa, hiç kuşkusuz olarak kendisinin birinci muhatabı durumunda bulunan Hicaz ahalisinin özellikle Mekke Ehlinin ve civarda yaşayanların dikkatlarını bizzat gözleri ile gördükleri ve kendilerinden yararlandıkları bu nimetlere çekmekteydi, ikinci bir ifade ile; bu ayetlerin bizzat Hicaz'a yönelik oldukları özellikle Mekke'ye yakın çevrede yer alan bölgelere dikkat çektikleri, toprağı iyi olan, yağmurların depolandığı kaynakların ve ırmakların kendisinden kaynayıp gittiği, yerinin yeşerdiği ve yeşilliğinin yükseldiği, her çeşit ekinin, otların, ekilip-biçilen tohumların, hurma, üzüm, nar, zeytin ve diğer çeşitli meyve ağaçlarının yetiştiği bölgelerin burada kasdedildiği gerçekten apaçıktır.

Ayetler, bu bölgeleri bizzat Mekke -Beytu'l-Haram- bölgesini belirlediği gibi belirlememişse de bu bölgeler birer vakıa olarak ortadadır. Bunlar da Taif mıntıkası ve çevresi, Mekke ile Cidde arasında yer alan vadilerdir. Medine ve çevresi de bu bölgelere dahildir. Bu bölgeler hâlâ pek çok kaynaklarını ve derelerini muhafaza etmektedir. Ovaların yeşilliğini, üzüm ve hurma bahçelerini çeşitli meyve ve ekinlerini korumaktadır. Oralara Mekke bölgesinden daha fazla yağmur yağmaktadır. Dereler dolmakta ve ovalar su altında kalmaktadır. Büyük kuyular akmakta, gözeler ve kaynaklar fışkırmaktadır. Yer yeşil örtüsüne bürünmekte, süsünü üstüne almakta, çeşit çeşit bitkiler üzerinde bitmekte ağaçlar yeşermektedir. Bu nitelemeler ayetlerde geçen çekici vasıflara uygun düşmektedir. Zira bu nitelemelere göre yağmurların yağışından sonra yer güzelliklerini bürünmekte, yemyeşil örtüsüne kavuşmakta ve tekrar hayata dönmektedir.

3. Deniz ve Denizcilik:

Yine pek çok ayetler vardır ki, denizi, denizin niteliklerini, yıldızlarını, dalgalarını, tehlikelerini ve yolculuklarını, orada hareket eden gemileri, dağ gibi inşa edilmiş akıp giden yük gemilerini, insanların rızık ve ticaret peşinde koymak niyetiyle düzenledikleri deniz yolculuklarını, denizden çıkardıkları etleri, inci ve mercan gibi çeşitli zinet eşyalarını dile getirmektedir. Aşağıdaki ayetlerde bunları görmeye çalışacağız:

1) O, karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulmanız için size yıldızları varedendir. Bilebilen bir topluluk için biz ayetleri birer birer (bölüm bölüm) açıkladık. (En'am, 97)

2) Karada ve denizde sizi gezdiren odur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz zaman, onlar da güzel bir rüzgarla onu yüzdürürlerken ve (tam) bununla sevinmektelerken, ona çılgınca bir rüzgar gelip çatar ve her yandan dalgalar onları kuşatıverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını sanmışlarken dinde O'na gönülden katıksız bağlılar (muhlisler) olarak Allah'a dua etmeye başlarlar. "Andolsun eğer bundan bizi kurtaracak olursan, tartışmasız sana şükredenlerden olacağız." (Yunus, 22)

3) Sizin Rabbiniz, fazlından aramanız için denizde gemileri sizin için yürütür. Gerçekten o, size karşı merhametli olandır. Size denizde bir'
sıkıntı (tehlike) dokunduğu zaman, O'nun dışında taptıklarınız kaybolur-gider, fakat karaya (çıkarıp) sizi kurtarınca (yine) sırt çevirirsiniz. İnsan pek nankördür. (İsrâ, 66-67)

4) Ya da (küfre sapanların amelleri) engin bir denizdeki karanlıklara benzer, onun üstünü bir dalga kaplar onun üstünde bir dalga, onun da üstünde bir bulut vardır. Bir kısmı bir kısmı üzerinde olan karanlıklar elini çıkardığında onu bile neredeyse göremeyecek. Allah bir kimseye nur vermemişse, artık onun için nur yoktur. (Nur, 40)

5) îki deniz bir değildir. Şu, oldukça tatlı, susuzluğu keser ve İçimi kolay; şu da tuzlu ve acıdır. Ancak her birinden taze et yersiniz ve takınmakta olduğunuz süs eşyalarını çıkarırsınız. O'nun fazl (verdiği nimet ve rızık)mdan aramanız ve umulur ki şükretmeniz için gemilerin onda (denizde) suları yara yara akıp gittiğini görürsün. (Fatır, 12)

6) Birbiriyle kavuşup-karşilaşmak üzere iki denizi salıverdi. İkisi arasında bir engel (berzah) vardır; birbirlerinin sınırını geçmezler. Şu halde Rabbİnizin hangi nimetlerini yalan sayabiliyorsunuz? İkisinden de inci ve mercan çıkar. Şu halde Rabbİnizin hangi nimetlerini yalan sayabiliyorsunuz? Denizde koca dağlar gibi yükselen gemiler de onundur. Şu halde Rabbİnizin hangi nimetlerini yalan sayabiliyorsunuz. (Rahman, 19-25) Ayrıca Bkz: (16/14; 17/69; 42/32-33; 5/96)

Bu ayetler Allah'ın insanlar üzerindeki nimetlerini, ihsanlarını hatırlatmaktadır. Yalnız Allah'a çağırma, onun dışında kalan her şeyi bırakıp atma sadedinde varid olmalarına, tehlike ve dar anlarda biricik sığınağın yalnız o olduğunu hatırlatma türünden uyarılar olmasıyla birlikte bu ayetlerde, muhatab alman kişileri gösteren zamirler de var. Yakın hitab şeklinin ve yapısının kaldırabileceği nitelikte olan bu yapı aynı zamanda sözün birinci muhatablarına yönelik olduğunu onların da Hicaz ahalisi olduğunu ve Hicaz ahalisinin çeşitli deniz işleriyle olan ilişkilerini göstermekte ve böylece Hicaz'ın sahil kesimlerine ait işaretler taşımaktadır.

Bu kesimlerin liman şehirlerindeki hareketi, gemiciliği, avcılığı ve dalgıçlığını dile getirmekte, Hicaz ahalisinin özellikle şehirde yaşayanlarının ve tüccarlarının bundan ne denli büyük menfaatler elde ettiklerini ifade etmektedir.

Ayetlerin çokluğu, sürekli olarak tekrar edilişi, zengin üslub çeşitleriyle sunulması başka bir ifadeyle Kur'an'ın denizlere, denizlerin içindekilere, onların üzerinde yürüyenlere ve ondan elde edilen çeşitli yararlara bunca yoğun bir biçimde eğilmesi... Evet bunlarda yer alan olguların bir kısmı geneldir, fakat yine de gemicilik, avcılık ve dalgıçlık hareketinin zayıf olmadığını gösterebilir. Ve bu işlerin Hicazlıların geçimlerinde, ticaret ve ekonomik hayatlarında önemli bir yer tuttuğu belirtilebilir.

Bu çıkarımları destekleyen delillerden biri pek çok ayetlerde yer alan yakınlara yönelik olan hitabtır. ikincisi uzun bir sahil bölgesinin hatta Hicaz ülkeleri boyunca devam eden bir sahil kesiminin varlığı ve üçüncü olarak da hicaz ve ona komşu olan ülkelerin arasındaki uzun mesafe onlara denizi ve deniz yolculuklarını kolaylaştırmış ve onlarla daha süratli ve daha kolay olarak ilişki kurmasını temin etmiş olabilir.

Rivayetlerin bildirdiğine göre Ömer b. Hattab (r) Amr b. As'a kendisine denizin niteliklerini belirtmesini istemiş o da ona: "Büyük bir yaratıktır. Ona küçük bir yaratık binmektedir. Ağaç üzerindeki böcek gibi" demiştir. Rivayete göre Ömer b. Hattab, Amr'ı buna bağlı olarak müslümanları deniz yolculuğuna çıkarıp tehlikeye atmaktan menetmiştir. Bazı çağdaş yazarlar bu rivayeti sağlıklı bir olgu olarak kabul etmiş ve Hicaz Araplarının denizi tanımadıklarını ve deniz yolculuklarını, seyahatlarını bilmediklerini ifade etmişlerdir. Rivayetin ve yorumlanışının tutarsızlığı açıktır. Ömer b. Hattab ve Amr b. As'ın ikisi de tüccardı. İslam'dan önce bile Şam, Mısır ve Fars ülkelerini gezmişlerdir. Amr, Mısır'ı daha önce bildiğinden dolayı acele ile onu fethetmeye koşmuştu. Her ikisinin de denizi görmemiş olduklarını sanmak doğru olmaz. Kur'an da pek çok defalar denizden söz etmiş onun niteliklerini, deniz yolculuğunu, tehlikesini, ticaretini, avını ve dalgıçlığını gözler önüne sermiştir. Kur'an'in bu şekildeki açıklamalarını deniz hakkında hiçbir bilgisi bulunmayan birinci derecedeki muhatablarma yöneltmiş olması mantıklı olmaz. Sonra buna ilave olarak Arap yarımadası doğusundan, güneyinden ve batısından deniz ile kuşatılmıştır. Yerleşim bölgelerinin büyük kesimini sahillere yakın yerlerde yaşayan kitleler oluşturmuştur. Ki bu kitlelerin bir kısmı bizzat sahilde yaşamaktadır. Bu bir olgu olduğu halde, onların denizi tanımamış olmaları, azami ölçülerde ondan yararlanmamış ve yakın-uzak deniz yolculuklarına çıkmamış olmaları doğru olmaz.

4. Hicaz Şehirleri:

Ayetlerin kastettiği anlamdan istidlal edilerek Hicaz ülkesinin şehirlerde ve kasabalarda yaşayan medenî, bir de kırsal kesimde yaşayan bedevî halktan oluşan iki tür insan tipini barındırdığı çıkarılabilir. Hicaz'ın şehirlerinden ikisi bizzat Kur'an'da zikredilmiştir. Bunlar "Mekke-i Mükerrebe" ve "Medine-i Münevvere"dir. Özellikle bunların zikredilmiş olması onların Hicaz ülkesinin başlıca iki büyük şehri olduğunu göstermektedir.
Bu şehirlerin birincisi Kur'an'da "Mekke" ve "Bekke" sözcükleriyle anılmıştır. İşte bu sözcüklerin geçtiği ayetler:

1) Gerçek şu ki insanlar için ilk kurulan ev, Bekke (Mekke) de, O, kutlu ve bütün insanlar (alemler) için hidayet olan (Kâbe)dir. (Al-i İmran, 96)

2) Onlara karşı size zafer verdikten sonra, Mekke'nin göbeğinde onların ellerini sizden ve sizin de ellerinizi onlardan çeken O'dur. Allah, yapmakta olduklarınızı hakkıyla görmekte olandır. (Feth, 24)

İkinci şehir eski adı olan "Yesrib" ismiyle zikredilmiştir. Ve aynı şekilde İslam'dan sonra kendisine özel bir isim olarak verilen Medine/şehir adıyla da anılmıştır. Şimdi bu ayetleri verelim:

1) Onlardan bir grup da hani şöyle demişti: "Ey Yesrib (Medine) halkı,artık sizin için (burada) kalacak yer yok, şu halde dönün." Onlardan bir topluluk da: "Gerçekten evlerimiz açıktır" diye peygamberden izin İstiyordu, oysa onlar(ın evleri) açık değildi. Onlar yalnızca kaçmak istiyorlardı. (Ahzab, 13)

2) Medine halkına ve çevresindeki bedevilere, peygamberden geri kalmaları, kendi nefislerini onun nefsine tercih etmeleri yakışmaz (yasaktır). Bu, gerçekten onların Allah yolunda bir susuzluk, bir yorgunluk, dayanılmaz bir açlık (çekmeleri) kafirleri kin ve öfkeyle ayaklandıracak bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları ve karşılığında, mutlaka onlara bununla salih bir amel yazılmış olması nedeniyledir. Şüphesiz Allah, iyilik yapanların ecrini kaybetmez. (Tevbe, 120)

Kur'an'da gizli bir işaretle kendisinden söz edilen önemli bir şehir daha vardır. Gelecek ayete bakalım:
«Ve dediler ki: "Bu Kur'an, iki şehirden birinin büyük bir adamı¬na indirilmeli değil miydi?"» (Zuhruf, 31)

Müfessirler bu iki kasabanın Mekke ve Taif olduğunda sözbirliği etmişlerdir.Bu böyle. Şuna da dikkat çekmeliyiz ki: Kur'an'da bazan karye/köy, kasaba ve Medine/şehir kavramları eşanlamlı olarak kullanılmıştır. Aşağıdaki ayetler buna delalet ediyor:

1) İçinde bulunduğumuz karye (köy)e ve beraber geldiğimiz kervana sor.Biz doğru söylüyoruz! {Yusuf, 82)
2) Seni sürüp-çıkaran şehir (karye)den daha kuvvetli nice şehir (karye)ler var ki biz onları yok ettik de onlara hiçyardım eden çıkmadı. (Muhammed, 13)

Bu ayetlerin birincisinde kastedilenin Mısır, ikincisinde kastedilenin Mekke olduğu açıktır.

Aynı şekilde Kur'an, kendisi etrafında ikinci derecede kalan şehir ve kasabaların toplandığı başkent ya da buyük merkezleri "Ümmu'l-Kurâ' Şehirlerin anası olarak adlandırmıştır. Aşağıdaki ayette bunu görüyoruz:
"Rabbin, ana yerleşim merkezlerine (Ümmu'l-Kurâ) onlara ayetlerimizi okuyan bir peygamber göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve biz, halkı zulmetmekte olan şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz." (Kasas, 59)

Aşağıdaki ayette görüldüğü gibi, Kur'an bu adı Mekke şehri için kullanmıştır.

"işte biz sana, böyle Arapça bir Kur'an vahyettik; şehirlerin anası (olan Mekke halkı)nı ve çevresinde olanları uyarıp-korkutman için ve kendisinde şüphe olmayan toplanma gununü (haber verip onları) uyarıp-korkutman için de. (O gün onların) Bir bölümü cennette, bir bölümü de çılgınca yanan ateşin içerisindedirler." (Şûra, 7)

Bu adlandırmaların Kur'an'ın inişinden önce de alışılagelen ve normalda kullanılan adlandırmalar olduğunda kuşku yoktur. Çünkü Kur'an toplumun dili ve onların kavramlarıyla inmiş bulunmaktadır.

"Ümmu'l-Kurâ" kavramının Mekke için kullanılmasından, onun büyük bir şehir olduğunu çıkarmak mümkündür. Aynı şeyi az önce naklettiğimiz Kasas ve İbrahim Sûreleri 57. ve 37. ayetlerinden Mekke'nin saygın bir merkez, diğer bölgelerden daha farklı bir konuma ve değere sahip olduğu çıkarılabilir, Ora halkının Nebevi davete karşı menfi bir tavır takınması Hicaz'ın diğer şehirlerinin, kasabalarının ve kırsal kesimde yaşayan kitlelerinin, hatta Arap yarımadasının diğer bölgelerinde yaşayan halk kesimlerinin de aynı tavrı takınmalarına büyük ölçüde etki eden bir faktör olmuştur. Aynı şekilde oranın fethedilmesi ve İslam'a boyun eğmesi de, onların hepsinin İslam'a boyun eğmelerine ve bölük bölük Allah'ın dinine girmelerine etki eden iki Önemli faktör olmuştur. Bu ayni zamanda tevatür ile sabit olan bir olgudur. Ve bu vakıaya Nasr sûresi delâlet etmektedir:

"Allah'ın yardımı ve fetih geldiği zaman ve insanların Allah'ın dinine dalga dalga girdiklerini gördüğünde, durmaksızın Rabbini hamd ile teşbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü 0, tevbeleri çok kabul edendir."

Bütün bunlar "Ümmu'l-Kurâ" olan Mekke'nin konumunun önemini, işgal ettiği mevkiyi ve mazhar olduğu genel teveccühü te'yid etmektedir.

Ka'be'nin ve Hac menasıkının Mekke ve çevresinde bulunması; Mekke'nin bu önemini kazanmasında, merkez olarak alınmasında ve kendisinden yararlandığı büyük saygınlığı elde etmesinde büyük rol oynadığından ya da en büyük rolü oynadığından kuşku" yoktur.

Belki de, Peygamberlikten kısa bir süre önce fil sahiplerinin geri çevrilişi ve onların bu bölgede hezimete uğratılması -ki, bu olgu Fîl sûresinde zikredilmiştir- Mekke'nin, merkez olarak kabul gör¬mesinde, heybetini ve Önemini kazanmasında rol oynayan etkenlerden biri olmuştur. Zaten bu olaydan önce de stratejik ve coğrafi açıdan önemli bir konuma sahip olduğu ilk etapta anlaşmaktadır.

"Ümmu'l-Kurâ" kavramının Mekke için kullanılmadan hareketle, Hicaz bölgesinde özellikle de Mekke mıntıkasında ikinci derecede kalan pek çok sayıda şehir ve kasaba bulunduğunu çıkarmak mümkündür. Bu olguyu aşağıdaki ayetlerden ilham alarak kavrama olanağı da vardır:

"O ülkeler halkı, geceleri uyurken, onlara zorlu azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler? Ya da o ülkeler halkı, kuşluk vakti eğlenceye dalmışken, onlara zorlu-azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler? (Veya) Onlar, Allah'ın tuzağından (onlara refah içinde verdiği mühletten) güvende mi idiler? Allah'ın bir tuzak kurmasından, kayba uğrayan bir topluluktan başkası (akılsızca) güvende olmaz." (A'râf, 97-99)

Bu şehir ve kasabalardan hâlâ mevcut olan ve bilinenleri olduğu gibi, onlardan bazılarının da silinip yok olduğunu sadece harabe, kalıntı ve viranelerinin kaldığı veya artık izine rastlanmayacak şekilde tarihe karıştığı da bir gerçektir. Arapça kitapların ve siret kitaplarının giriş kısımlarında sözleri edilen pek çok şehirler vardır ki, şimdi çokları yok olup gitmiştir. Bu da çıkarımımızın sağlıklı olduğunu desteklemektedir.


5. Mekke'nin Yeri ve Önemi:

Mekke'nin Önemi ve genel bir kabul görmesinin nedeni daha önce belirttiğimiz gibi, Ka'be'nin ve Hac Menasıkı'nm orada bulunmasıdır. Bununla beraber bazı ayetler var ki, onlar Mekke'nin bu önemi kazanmasının başka nedenleri olduğunu göstermektedir. Çünkü orada geniş alanlara yayılan sürekli bir ticaret hareketi vardır. Ayrıca Mekke halkı büyük servetlere sahip bulunmaktaydı. Bunun da ciddi bir fonksiyonu vardı.
Mekke'nin önem kazanmasında.
Kureyş sûresi Mekke'lilerin yaz ve kış ticaret kervanlarıyla dışa açıldıklarına ve bu şehirin sürekli olarak bu işe hazır olduğuna işaret etmektedir:
"Kureyş'i yaz ve kış yolculuklarında esenliğe kavuşturduğu için kendilerini açken doyuran, ve korku içindeyken güven veren bu Ka'benin Rabb'ine kulluk etsinler." (Kureyş, 1-4).

Onların büyük servet sahipleri olduğunu gösteren ayetlerden bazıları şunlardır:

1) Nefsini, sabah akşam O'nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabrettir). Dünya hayatının (aldatıcı) sözünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kalbini zikrimizden gaflete düşürdüğümüz, kendi istek ve tutkularına (hevasına) uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme.(3) (Kehf, 28)

2) Ve: "Biz mallar ve evlatlar bakımından da daha çoğunluktayız ve biz azaba uğratılacak da değiliz" dediler.(4) (Sebe\ 35)

3 Burada Rasûl'e, fakirliklerine rağmen müslümanlarla birlikte olması, makam-mevki ve zenginlikleri dolayısıyla zenginlere meyletmemesi emredilmektedir.
4 Ayetlerin hepsi Mekkîdır. Ve dolayısıyla sözü edilenler de Mekkelilerdir.


3) Kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı bana bırak;ki ben ona, alabildiğine geniş kapsamlı bir mal (servet) verdim (Müddesir, 11-12)

4) O: "yığınla mal tüketip-yok ettim" diyor. (Beled, 6)

5) Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline; kî o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanmaktadır. (Hümeze,1-3) Ayrıca Bkz: (19/73; 20/131; 23/55-56)

Az önce naklettiğimiz ayetler gösteriyor ki Mekke kutsal bir şehir olarak addediliyor ve bu kudsiyet gereği, içinde savaşın ve kan dökmenin yasak olduğu "Haram" bir mıntıka kabul ediliyordu. Ankebût sûresinde bulunan bir ayet bu anlama açık biçimde işaret etmektedir: Ayette bildirildiğine göre, haram olması nedeniyle Mekke halkı sürekli bir güvenlik içinde yaşarken başkaları daima tehlikelere ve sürekli korkulara maruz kalmıştır. Bu da Allah'ın bir nimeti olarak onlara hatırlatılmaktadır:

"Görmediler mi ki, çevrelerinde insanlar kapılıp yağma edilirken, biz Harem (Mekke'yi)i güvenilir (ve dokunulmaz) kıldık?" (Ankebût, 67)

Kureyş sûresinin üçüncü ayetinin ikinci bölümü de bu anlamı desteklemektedir.

Kasas sûresinin 57. ayeti Mekke'nin kale ile çevrili, güçlü bir savunmasının olmadığını ilham etmektedir. Mekkelilerin bu güvenliklerinde yalnız olarak ve birinci derecede oranın kutsallığına dayandığını dile getirmiş olmaktadır. Zira ayet, bazı liderlerin Peygambere uymaktan yan çizip mazeret beyan ettiklerini ve özür olarak şu gerekçeyi ileri sürdüklerini belirtmektedir: Eğer biz Peygambere uyar ve Mekke'nin kendisiyle kutsallık kazandığı geleneklerden alınırsak, Mekke'nin muhkemliği yok olur ve saldırganların saldırısına maruz kalır, Mekke halkı onların kılıçlarına hedef olur:
"Dediler ki: "Eğer seninle hidayete uyacak olursak, yerimizden (yurdumuzdan ve konumumuzdan) çekilip-kopartılır iz." Oysa biz onları, kendi katımızdan bir rızık olarak herşeyin ürününün aktarılıp toplandığı, güvenli bir Harem'de yerleşik kılmadık mı? Fakat onların çoğu bilmiyorlar." (Kasas, 57).

Ayetin ikinci bölümünün ihtiva ettiği, "Mekke'nin, kutsallığı¬nın ve haram oluşunun İslam'da kabul edildiğini" bildirmesi onları tatmin etmemiş ve uzun süre inkâr konumlarını muhafaza etmişlerdir,

6. Yesrib ve Taif'in Yeri ve Önemi:

Medenî ayetlerin muhtevasından hareketle Yesrib şehrinin kalabalık bir şehir olduğunu onun da önemli bir konumu ve ciddi bir merkez olduğunu çıkarmak mümkündür. Yesrib'in mahallelerinde ve oraya bitişik olan topraklarında bir kaç Yahudi kabilesi yaşamaktaydı ki hepsi de büyük servet sahibiydi. Sağlam ve muhkem kaleleri vardı. Zengin bahçeleri ve arazileri vardı. Gelecek ayetlerde bunları müşahade etmek mümkündür:

1) Kitap ehlinden onlara arka çıkanları da kalelerinden İndirdi ve onların kalplerine korku düşürdü.5 Siz (onlardan) bir kısmını öldürüyor¬dunuz, bir kısmını ise esir alıyordunuz. Ve sizi onların toprakları¬na, yurtlarına, mallarına ve daha ayak basmadığınız bir yere de mi¬rasçı kıldı. Allah, her şeye güç yetirendir. (Ahzab, 26-27)

2) Kitap ehlinden6 küfredenleri ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur.
Onların çıkacaklarını siz sanmamıştınız, onlar da kalelerinin kendilerini Allah(m azabı)dan koruyacağını sanmışlardı. Allah, onlara hesaba katmadıkları bir yönden geldi, yüreklerine korku salıverdi; öyle ki evlerini kendi elleriyle ve müminlerin elleriyle tahrip ediyorlardı. Artık ey basiret sahipleri ibret alın. Eğer Allah onlara sürgünü yazmamış olsaydı, muhakkak onları (yine) dünyada azaplandırırdı. Ahirette ise onlar için ateş azabı vardır. (Haşr, 2-3)


3) Hurma ağaçlarından7 her neyi kesmişseniz ya da kökleri üzerinde dimdik neyi bırakmışsanız, (bu) Allah'ın izniyledir ve fasık olanları alçaltması içindir. Onlardan Allah'ın Peygamberine verdiği "fey'e" gelince, ki siz buna karşı (bunu elde etmek için) ne at, ne deve sürdünüz. Ancak Allah kendi elçilerini dilediklerinin üstüne musallat kılar. Allah, her şeye karşı güç yetirendir. Allah'ın o (fethedilen) şehir halkından peygamberine verdiği şey (silah zoru olmaksızın elde edilen ganimetler), Allah'a, Peygambere (Peygamberle) yakın akrabalığı olanlara yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. (Haşr, 5-7)

4) Onlar iyice korunmuş şehirlerde ya da duvar arkasında olmaksızın sizinle toplu bir halde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. (Haşr, 14)

5) Kendilerinden önce yakın geçmişte olanların durumu gibi;8 onlar yaptıklarının sonucunu tadmışlardır. Onlar için acıklı bîr azab da vardır. (Haşr, 15)

5 Ayetlerde kastedilenler Beni Kureyza Yahudileridir. Medine ve çevresinde yerleşmişlerdi. Bunlar en son cezalandırılanlardır.
6 Burada kastedilenler, Beni Nadir Yahudileridir. Bunlar da Medine ve çevresinde yerleşmişlerdi. Daha önce sürgün edilmişlerdir.
7 Ayet, Rasulün, Beni Nadir'i dize getirmek için onların bahçelerinin kesilmesini emretmesine işaret etmektedir.
8 Burada sözü edilenler Beni Kaynuka Yahudileridir. Peygamberin Medine'den İlk sürgün ettiği kimseler bunlardır.

Haşr'ın ikinci ayeti Yahudi kalelerinin ne denli muhkem olduğunu ve Yahudilerin kendilerinin de ne derece güçlü olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Hatta müslümanlar bile onlara karşı zafer elde edeceklerini ve onları kalelerinden dışarı çıkarabileceklerini ummuyorlardı. Yahudilerin kendileri de bundan daha güçlü olduklarına ve kalelerinin kendilerim koruyacaklarına inanıyorlardı.

Medine'de Yahudilerin yanında güçlü-savaşçı pek çok Arap boyları da yaşıyorlardı. Medine ve çevreleri bu boylar arasındaki düşmanlıktan ötürü meydana gelen savaşlara zaman zaman sahne oluyordu. Gelecek ayetler bundan söz etmektedir.

1) Ve topluca Allah'ın ipine yapışın, ayrılmayın; Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmandınız. (Allah) kalblerinizi birleştirdi, Onun nimetiyle kardeşler oldunuz. (AI-Î îmran, 103)

2) Allah yardımıyla seni ve müminleri destekleri. Ve onların kalblerini ısındırdı. Sen, yeryüzündekilerin tümünü harcasaydın bile, onların kalblerini ısındıramazdın. Ama Allah, onların aralarını ısındırdı. Çün¬kü O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Enfal, 63)

3) Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda mallariyle, canlarıyle savaştılar ve onlar ki (hicret edenleri) barındırdılar ve yardım ettiler... (Enfal, 72)

Kur'an'da Yahudilerin kendilerine Özgü kaleleri, sığınakları, servetleri ve toprakları olduğunu gösteren açık deliller bulunduğuna ve bunların şehirliliğin durumu ve yapısıyla ilişkin şeyler olduğu açıkça bilindiğine göre bundan Arapların da onlarınki gibi servetleri olmadığını çıkarmamız ve meseleyi öyle yorumlamamız gerekmez. Medeni ayetlerde belirtildiğine göre buna benzer zenginlik kaynakları müslümanların da elinde bulunuyordu. Ve onların hepsi değilse de büyük çoğunluğu Medinelilerdendi. Çünkü bu ayetlerin çoğu'Mekke fethinden ve İslamın Medineliler dışında yayılma sürecine girmesinden önce nazil olmuştu. îşte o ayetlerden bir kaçı:

1) Ey iman edenler, kazandıklarınızın iyi olanından ve sizin için yerden bitirdiklerimizden infak edin. (Bakara, 267)
2) Deki: "isteyerek ya da istemîyerek infak edin; sizden kesin olarak kabul edilmeyecektir. Çünkü siz bir fasıklar topluluğu oldunuz." infak
ettiklerinin kendilerinden kabulünü engelleyen şey, Allah'ı ve Resul ‘ünü tanımamaları, namaza ancak isteksizce gitmeleri ve isteksizce infak etmeleridir. Şu halde onların malları ve çocukları seni imrendirmesin; Allah bunlarla ancak onları dünya hayatında azaplandırmak ve canlarının onlar küfür içindeyken zorlukla çıkmasını ister.9 (Tevbe, 53-55)

Biz Yahudilerin kalelerinin ve sığınaklarının daha çok ve daha kuvvetli olduğunu tercih etmekle beraber; muteber siyer rivayetleri, Arapların da Yahudilerinki gibi kaleleri ve hakim tepelerinin olduğunu bildiriyor. Belki de, Haşr sûresi 2. ayete ilave olarak Ahzab sûresinin bir ayeti tarafından ilham edilen de budur. Ahzab ayeti şudur:

"Onlardan bir topluluk da: "Gerçekten evlerimiz açıktır" diye peygamberden izin istiyordu; oysa onlar(m evleri) açık değildi." (Ahzab, 13)

Ayette münafıklar, kendi evlerinin, Yahudilerin kalelerine karşı açık -korumasız- olduğu hususunda mazeret beyan ediyorlar. Ayet bu gerekçeyle hareket edenlerin yalan söylediklerini ifade ediyor. Bu ayet ve Haşr ayetinin ilham ettiği olguyu kökten reddetmiyoruz. Yani onların kalelerinin olmadığını söylemediğimiz açıktır.
Medine'ye Önem kazandıran ve onu bir merkez haline getiren nedenlerden biri de O'nun Şam ile Cezire/yarımada arasında sürekli olarak gidip-gelen ticaret kervanlarının yolu üzerinde düşmesidir. Enfal'in ayetlerinden biri bu anlamı ifade eden bir işareti kapsamaktadır. Şöyle ki, ayet, Medine yakınından geçmesi beklenen bir Mekke kervanına işaret etmektedir. Peygamber bunu Mekkelilere bir darbe vurmak ve onların ticaretlerine bir darbe indirmek için Önemli bir fırsat olarak değerlendirmiştir:

"Hani Allah, iki topluluktan birinin muhakkak sizin olacağım size vadetmişti; siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istemekteydiniz" (Enfal, 7)

Ayette geçen "kuvvetsiz" tabiri, yeterli bir savunma ve koruma gücüne sahip olmayan Mekkelilerin ticaret kervanını kastetmektedir.
Kur'an'da Hicaz'ın üçüncü önemli şehri olan Taif ten bahseden, daha önce naklettiğimiz Zuhruf, 31. ayetinden başka bir işaret yoktur.
9 Hitap ve eleştiri konusu olanlar münafıklardır ve onların hepsi de Medıne'lıdır

Bu ayetin bildirdiğine göre Taif in adamları ve ahalisi yaklaşık olarak Mekke'nin adamları ve ahalisi ile denktir. Zira ayet, Mekke ehlinin, eğer Kur'an ilahi bir kaynaktan geliyorsa Mekke ya da Taif in büyüklerinden bir büyüğün üzerine inmeli değil miydi? şeklinde meseleye yaklaşarak olaya akıl erdiremediğini hikaye etmektedir. Bununla beraber eski ve muteber rivayetler de Taif in büyük ve zengin bir şehir olduğunu ve ora halkının güçlü savaşçı bir halk olduğunu, etrafının bir sur ile çevrili olduğunu kaydetmektedir. Belki Taif, bu özellikleriyle Hicaz şehirleri arasında biricik şehir idi.

7. Hicaz Şehirlerindeki Halkın Durumu:

Hicaz şehirlerinde yaşayan ahali din ve millet/uyruk olarak, Kur'an ayetlerinin de ilham ettiği gibi, birkaç çeşitti. Ki bu nitelik özellikle söz konusu şehirlerin başlıcaları olan Mekke ve Yesrib için geçerlidir. Kur'an ayetlerinden anladığımıza göre; Mekke'de, Kureyş sûresinde genel olan kabilevi isimleri kastedilerek "Kureyş" adı verilen ve çoğunluğu oluşturan Arapların yanında yabancı azınlıklar da vardı. Yine ayetlere göre, Mekke'de yaşayan ahalinin çoğunluğu müşriklerden oluşmasının yanında Ehl-i Kitap ve muvahhid olan bir azınlık da vardı. Biz bu konuyu başka fasıllarda ele alacağız. Yine ayetler Yesrib'te sayılarının çokluğunda kuşku olmayan israil kökenli bir yabancı azınlık ile muhtemelen yabancı ve Arap olan Hıristiyan bir azınlığın varlığına telmihte bulunuyor ki buna ilerde tekrar döneceğiz. Madem ki, Kur'an'da diğer şehirlerin durumlarıyla ilgili kendisiyle istidlal edilebilecek işaretler yok, o halde Hicaz'ın kalesi durumunda bulunan Cidde'nin de Din ve Millet açısından çeşitlilik arz etmesi gerektiği görüşünü tercih edebiliriz. Zira sahil şehri olmanın gereği budur. Taife gelince, bizim tercihimize göre, Hicaz şehirlerinin önemlileri içinden ahalisinin en az çeşitlilik arz ettiği şehirdir.

Şu şehirlerde yaşayan ahalinin çoğunluğunun durumlarına da dikkat çekeceğiz. Bir taraftan bazı ayetlerin diğer taraftan yakın sınırına ulaşan mûtevatir rivayetlerin ilham ettiğine göre bunlar, sosyal hayatında sürekli olarak kabilevi toplum sürecinde kalmışlardır. Mesela Kureyş sûresinin ilhamına göre Mekke'de yaşayanların çoğunluğunu oluşturan Kureyş, kabile düzeni esasına bağlı olarak birçok boylara ayrılmıştır. Halbuki bunların hepsi de Kureyş adıy¬la anılmakta, biraz geriye doğru gidildiğinde aynı kök ve soyda birlesilmektedirler. Bu olguyu daha da aydınlatmak için Ahzab sûresinde yer alan Peygamberin hanımları ile ilgili ayette çıkarımda bulunma olanağı vardır:

"Ey Peygamber, gerçekten biz sana ücretlerini (mehirlerini) verdiğin eşlerini ve Allah'ın sana ganimet olarak verdikleri (savaş esirlerinden sağ elinin malik olduğu (cariyeler) ile seninle birlikte hicret eden amcanın kızlarını, halanın kızlarını, dayının kızlarını ve teyzenin kızlarının helal kıldık." (Ahzab, 50)

Yakîn ile sabittir ki, Peygamberin hanımları arasında öz amca kızı olan kimse yoktur. Yine Peygamberin yakın aşireti olan Haşim boyundan olan bir hanımı da yoktur Ancak Kureyş'in diğer boylarından olan hanımları vardır. Ebu Bekir'in (r) kızı Aişe, Teym boyundandır. Ömer'in (r) kızı Hafsa, Beni Adiy boyundandır. Ebu Sufyan'ın kızı Ummu Habibe, Abdi Şems'ten, ümmü Seleme ve Zem'a kızı Şevde Beni amir'dendir. Böylece anlaşılıyor ki Kur'an'ın nisbeti Kureyş kabilesinin birbirine yakın olan boylarının yakınlığından oluşmaktadır. Arap geleneklerine göre bilinen, kabul edilen odur ki, kişinin baba ve dedesinin dayıları aynı zamanda onun da dayılarıdır. Kişinin baba ve dedesinin amcaları da onun amcaları kabul edilir. Birçok müfessirler aynı kurala dayanmışlardır. Ki onlardan bazıları Şûra ayetiyle ilgili olarak İbni Abbas'tan gelen bir rivayete dayanmışlardır:

"...De ki: Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum; ancak akrabalık sevgisini diliyorum..." (Şûra, 23)

Onlar bu ayeti te'vil ederek, Allah'ın kendi Peygamberine emrederek onlara akrabalık bağlarıyla bağlandığından Kureyş'e hatırlatmasını, akrabalıktan ötürü kendisine yüklenen nasihati/öğüdü onlardan hiç bir karşılı, ücret beklemeden ulaştırmasını istemiştir. Bundan sonra onlara da, kendisini suçlu bulmadıkları müddetçe, sözünü dinlemeleri ve kabul etmeleri düşer.

Yesrib Arapları ise Yemen kaynaklı iki kabileden oluşmaktaydı. Herhalde iki kabile de aynı kökten geliyordu. Bunlar daha önce sözünü ettiğimiz ve Peygamberin hicretinden önce birbirine düşman olan Hazreç ve Evs kabileleridir; Her ikisi de kabile düzenine göre değişik boylara ayrılıyordu: Avf oğulları, Neccar oğulları, Hars oğulları, Caşim oğulları, Saide oğulları vs. gibi.
Taif Arapları ise Sakiyf kabilesidir. Bunların da Kureyş'in Evs'in ve Hazrec'in boyları gibi boyları olmuş olması gerekmektedir.

Hicaz'daki Arap şehirleri kabile yapısı surecinde oldukları gibi sosyal hayatlarında da yine bu süreç kapsamından dışarı çıkmamışlardır. Ki bunların hayatları da toplumsal asabiyet temeli üzerine kurulmuş bulunuyordu. Başka bir fasılda bu konuyu tekrar irdeleyeceğiz.
Geçim hayatlarına da baktığımızda, onların bu açıdan çoğunlukla şehir hayatına uygun bir yaşam biçimi sergilediklerini, canlı bir ekonomik, ticari zirai ve sınai hareketin sahnelendiğini, şehir halkının ya da en azından onlardan bir kesimin zengin ve lüks bir hayat yaşadıklarını medeni nimetlerden yararlandıklarını görürüz. Fakat buna rağmen onların bedevilik yapısı ve yaşamları hala bütünü ile silinmiş değildir. Sosyal hayat açısından şehir halkı ile köy ve bedevi halkı arasında sağlam bağlar bulunuyordu. Geçim hayatı açısından da durum buydu. Bu konuyu da ayrı bir fasılda derli toplu inceleyeceğiz.

8. Bedevilik (Badiye-A'rab):

Daha önce dediğimiz gibi ayetler, Hicaz ülkesinde yaşayan kitlelerin medeni ve bedevi olmak üzere iki kesimden oluştuğuna işaret etmektedir. Kur'an Yusuf sûresinde olduğu gibi bedeviliği "badiye" anlamında kullanmıştır:

"...Beni hapisten çıkaran, sizi çölden (el-bedu) getiren Rabbim bana iyilikte bulundu..." (Yusuf, 100)
Kur'an "el-A'rab" kavramını da bedevi kabileler için kullanır. Böylece onları şehirde ve kasabalarda yaşayanlardan ayırır. Gelecek ayetlerde buna dikkat edelim:
1) Çevrenizdeki bedevilerden (el-A'rab) münafık olanlar vardır ve Medine halkından da nifakı alışkanlığa çevirmiş olanlar vardır... (Tev-be, 101)

2 Onlar (münafıklar, düşman) birliklerinin gitmediklerini sanıyorlardı. Eğer (askeri) birlikler gelecek olsa, çölde bedevi-Araplar arasında olmak İsterlerdi... (Ahzab, 20)

Tevbe ayetinden hareketle el-A'rab'dan bazı kesimlerin şehirlerin çevresine kondukları çıkarılabilir. Aynı zamanda Ahzab ayetinden de anladığımıza göre onlardan bir grup badiyeye dalar, çok az bir süre için şehirlere inerlerdi.

Bazı ayetlerde el-A'rab'ın çok çarpıcı nitelikleri belirtilmektedir.

Bu, onların, kafirlerinin ve münafıklarının nitelendiği tevbe suresinde yer alır:

"Bedeviler, küfür ve nifak bakımından (şehirdekiliere göre) daha şiddetlidir. Allah'ın, Resulüne indirdiği sınırları bilmemeye de onlar daha yatkın ve elverişlidir..." {Tevbe, 97)

Bu nitelemenin ilk olarak akla getirdiği şey, A'rab'ın katı tabiatlı, kaba, sert cahil, esnekliklerinin çok zayıf, eğitim ve parlaklıklarının azlığı ile ilgilidir. İkinci derecede kalan bir olgu da bu ayetin genel olarak bedevilik ahlakını ve yapısını, tabiatını, ortaya koyduğu, özel olarak da Peygamber çağında ve çevresinde yaşayan A'rab'ın ahlakını ve tabiatını tasvir ettiği gerçeğidir.

Bu ayet, peygamber çağı ve çevresiyle ilişkisi bulunan A'rab'ın tabiatı, yapısı hakkında indirilen tek ayet değildir. Tevbe süresindeki gelecek ayet de bu konuyla ilgilidir:
"Bedevilerden öyleleri de vardır ki infak ettiğini bir cereme (bir başkasından dolayı istemeden ödediği borç, bir kayıp) sayar ve sizi felaketlerin sarıvermesinı bekler. Kotu felaket onları sarıversın, Allah işitendir, bilendir." (Tevbe, 98)

Ki bu ayette onların sakınma ve gözetme tabiatı belirtilmekte¬dir, iman bilincine daha geç ulaştıkları ve imanlarını çok yavaş pratize ettikleri açıklanmaktadır.

Yine Tevbe sûresinin gelecek ayetinin de gösterdiği gibi A'rab'dan münafık olanlar da olmuştur.
"Çevrenizdeki bedeviler içinde iki yüzlüler vardır." (Tevbe, 101)

Hemen akla gelen odur ki, A'rab'ın münafıklığı onların tabiatları ve ahlaklarına bağlıdır.(10) Daha önce onların tabiatlarına ve ahlaklarına ışaret ettik.

(10) Ibn Haldun un Mukaddimesinde bahsettiği kimseler hiç kuşkusuz A'rap (Be¬devileredir )Yoksa genel anlamda medenî (şehirli) ve göçebe Arapların tümün¬den bahsetmiş olması imkânsızdır Ozellikle bu kullanımın, "Arap' kavramı¬nın, göçebe hayat yaşayanları ve hassaten onların köylerdekı yerleşim yerle¬ri için kullanılmış olması bu goruşu daha da kuvvetlendirmektedir Aynı za¬manda bu kullanım günümüze kadar gelmiştir Tercihe şayan görüşe göre, Ibn Haldun genel anlamda Arapları kastetmeyıp onların göçebe (bedevi) olanla¬rını amaçlamış olsa bile, Arapları bu şekilde nitelemekle hataya düşmüştür Eğer bu nitelemelerle yalnız Arapların bedevilik dönemini kastetmiş olsaydı, bir neb¬ze hata yapmış sayılmazdı Çunku göçebelik yalnız Arapların değil, tum ınsanlığın gelişim surecinde mevcuttur Muhtemelen Ibn Haldun, göçebe Araplar (be¬devilerden çoğunun, Islam fethinden sonra, medenıleştığını, şehirler kurdu¬ğunu, Arap devlet ve uygarlığının kurulmasında kendilerine düşen görevleri yerine getirdiklerini gormuş olacak ki, artık onların katı, kaba yürekli, cahil, yıkıcı olmadıklarını, ıstıkrarlı ve düzenli bir toplum haline geldiklerini belirtir42

Onların nifakı Medine'deki münafıkların mahalli nedenlerden kaynaklanan nifakından daha başkadır. Zira Medine'deki nifak Peygamberin hicretiyle, davasının yayılmasıyla ve ayağının orada sağlamlasmasıyla en büyük menfaatlerini ellerinden kaçıran bazı liderlerinin isteklerine bağlılıktan kaynaklanmıştır. Sonra Medine'deki Yahudilerin teşvikleri ve casusluklarının büyük rol oynadığı kuşkusuzdur.12

Feth sûresinde de, ifade etmeye çalıştığımız konuyla ilgili olarak bedeviliğin tabiatını beyan eden ayetler vardır:
«Bedevilerden geride bırakılanlar sana diyecekler ki: "Bizi mallarımız ve ailelerimiz meşgul etti. Bundan dolayı bizim için mağfiret dile." Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar. Demektedır Fakat unutulmamalı ki bu yalnız Araplar için değil tum beşeriyet ıçin geçerli bir süreçtir Tum milletler ve kabileler ilk zamanlarında yayladan yaylaya, ormandan ormana, dağdan dağa, mağaradan mağaraya dolaşmak suretiyle, avcılık, hayvancılık ve hayvanları evcilleştirme gayretleriyle yaşamlarını idame etmeği amaçlıyorlardı "Yerleşik bir yaşam tarzını bilmiyor, buna guç de yetiremıyorlardı yaşamlarında sert, tabiatlarında katı, anlayışlarında zayıftılar Kendilerim kuşatan eşya hakkında bilgileri yoktu Sınırlamalardan ve düzenlerden kaçıyorlardı Daha sonraları ekmeğe (zıraate) başladılar, yerleşik hayata geçtiler, medenıleştıler Yerleşik yaşamı benimseyerek daha verimli, müreffeh bir hayata kavuştular Artık yumuşak huylu, kibar, ince anlayışlı, zeki, nazik insanlar olmuşlardı Tum bu gelişmelerden sonra devletler kurmaya ve düzenler geliştirmeğe başlayabildiler Bayındırlığın ve uygarlığın değerini kavrayabildiler işte Araplarda, Arap Yarımadasından çıkmadan önce böyle bir yaşam içindeydiler Islamdan önce ve sonra dış dünyaya açılmadan önce boyİe bir yerleşik düzen içindeydiler Aşurîler Keldanîler, Fenikeliler, Ken'anîler Islamın gelişinden asırlar önce dışarı açılmışlardı Sonra eski Yemenliler memleketlerinde kalmalarına rağmen -Saîdîler olarak bilinir- rahat bir yaşam içinde olmakla tanınmışlardı Bunlar da ilk zamanlarında göçebeydiler ve göçebeliğin tum özelliklerini taşıyorlardı Sonra medenîleştiler, medenîliğin özelliklerini, alışkanlıklarını ve anlayışlarını kazandılar Ufukları genişledi, bilgilen arttı ve yeni kanunlar geliştirdiler Başka ulusların medeniyet yolunda katettıklerı merhalelerden hiç de geri kalmadılar Iklım ve coğrafyanın getirdiği müspet veya menfi etkiler dışında normal gelişme merhalelerine aykırı düşmediler Rısalet öncesi, Rasul döneminde ve çevresinde olduğu gibi, Yemen havalisinde medeni Arapların varlığı buna delildir Bunlar uygarlığın pek çok vasıf ve vasıtalarına sahiptirler Butun bunlara rağmen göçebe (bedevi) Araplar da mevcuttu Bunların da medeniyetle ilişkileri koklu olmasına rağmen, bedevi yaşamlarını da sağlam bir şekilde sürdürüyorlardı

11 Ibn Hışam'da kaydedildiğine göre Hazreçhler, Rasulun Medine'ye hicretinden önce Abdullah b Ubey’e krallık tacını giydirme hazırlığı içindeydiler Ensâr in musluman oluşu ve Rasulun hicretıyle bu girişim sonuçsuz kaldı işte bu gelişme Abdullah'ı nifaka ve bu hareketin önderliğini üstlenmeğe itti

12 Bununla ilgili olarak Kur'an’da pek çok ayet vardır Bakara, 14 ayeti, Yahudileri münafıkların şeytanları olmakla nitelemiştirki: "Şimdi Allah, size bir zarar isteyecek ya da bir yarar dileyecek olsa, sizin için Allah'a karşı kim herhangi bir şeyle güç yetirebilir? Hayır, Allah, yapmakta olduklarınızı haber alandır. Hayır, siz Peygamberin ve müminlerin, ailelerine ebedi olarak bir daha dönmeyeceklerini zannettiniz; bu sizin kalplerinizde çekici kılındı ve kötü bir zan ile zanda bulundunuz da, yıkıma uğramış bir kavim oldunuz. (Feth, 11-12)

Ayet onların çoğunlukla tehlike sayılan işlere maruz kalmaktan sakındıklarını, onlara yanaşmadıklarını belirtmektedir. Çünkü bu ayet Peygamberin, muslüman A'rab'Iarı (bedevileri), diğer müslümanlarla beraber olarak Ka'be ziyaretine katılmaya davet etmesi münasebetiyle ilgili olarak inmiştir. Bu Hudeybiye barış antlaşmasıyla sonuçlanan ziyarettir. A'rab'lar, Peygamberin ve Müslümanların ağır bir yük ve şiddetli bir savaşa sürüklendiklerini ve bunda mağlub olacaklarını, hatta onlardan bir tek kişinin geri dönmeyeceklerini sanıyorlardı. Onun için geri kalmayı, savaşa katılmamayı tercih ettiler.

Aynı sûrenin başka bir ayetinde, onların sonuçta tehlike gözükmeyen durumlara da kazanç elde etmeye ne denli önem verdikleri belirtilmektedir:
"Geride bırakılanlar, siz ganimetleri almaya gittiğiniz zaman diyeceklerdir ki: "Bizi bırakın da sizi izleyelim." Onlar, Allah'ın kelamını değiştirmek istiyorlar. De ki: "Siz, kesin olarak bizim izimizden gelemezsiniz. Çünkü Allah daha evvel böyle buyurdu." Bunun üzerine: "Hayır, bizi kıskanıyorsunuz" diyecekler. Hayır, onlar pek az anlayanlardır." (Feth, 15).

Çünkü bu sırada Peygamber Hayber savaşına çıkmak üzereydi. İlk etapta yolculuğun kolay, kazançlı, kârlı ve tehlikeden uzak olacağı farkedilebiliyordu.
Hucurât sûresinde de onlardan sadır olan kaba bir" hareket münasebetiyle inen bir ayet vardır. Bedevilerden bir grup elçi, Mescidi Nebiy'e gelmişti. Peygamberi orada göremeyince hiç düşünmeden hücrelerinin arkasından kaba, zevkten uzak bir biçimde ona bağırmaya başlamışlardı:

"Hiç şüphesiz hücrelerin ardından sana seslenenler (var ya), onların çoğu aklını kullanmıyor." (Hucurat, 4)

Bu da onların işaret ettiğimiz tabiatlarıyla ilgili olan bir şeydir. Aynı sûrede başka ayetler de vardır. Onların müslümanlıkları yüzeysel olduğu ve gönülden bir imana dönüşmediği halde müslümanlıklarını Peygamberin başına kakan A'rab'lara şöyle hatırlatmada bulunulmaktadır:

1) A'râblar (bedeviler) inandık dediler. De ki: "Sız inanmadınız. Fakat İslam olduk deyin. Fakat iman henüz kalbinize girmedi..." (Hucurat, 14)

2) Müslüman oldular diye sana minnet ediyorlar. De ki: "Müslüman olmanızı benim başıma kakmayın..." (Hucurat, 17)

Bu da onların sözü edilen tabiatlarıyla ilişkilidir.

Bunun yanında A'rab'tan bir topluluğun kalbine, imanın nüfuz ettiğini ve eylemlerinin ondan kaynaklanmağa başladığını ifade eden bir ayet de vardır:
"Bedevilerden öyleleri vardır ki, onlar Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve infak ettiğini Allah katında bir yakınlaşmaya ve peygamberin dua ve bağışlama dileklerine (bir yol) sayar." (Tevbe, 99)

Bu da gösteriyor ki bedevilik tabiatı taşlaşmış bir yapı değildi. İslam'ın onların tabiatlarını parlatma girişimi çok geçmeden onların üzerinde etkisini göstermiştir ki bu da eşyanın tabiatına uygun bir gelişmedir.

9. Hicaz Halkının Araplığı:

Hicaz'da yaşayan kitlelerin çoğunluğunun Arap olduğunu söylemek apaçık bir vakıayı dile getirmek olur. Faydasız görülmeyecek bir vakıa da Kur'an'm nasslarını bu hakikati kapsadığıdır. Ayetler, Kur'an'ın dilini belirleme sadetinde "Arapça" kavramını çok kullanmıştır. Allah, her Rasul'ü ancak kavminin dili ile gönderdiğini belirtmiştir. Ve yine Allah bilen bir topluluk için, Kur'an'ı ancak Arapça olarak indirdiğini ifade etmiş, onunla Ummu'l-Kurâ ve çevresinde yaşayanların uyarılmasını istemiştir. Hatırlatma yapılabilsin diye de peygamberin diliyle kolaylaştırmıştır. Eğer Kur'an yabancı -Arapça olmayan- bir dille indirilmiş olsaydı onu anlayamaz¬lardı, itiraz ederlerdi ve onun Arapça açıklamasını isterlerdi. Aşağıdaki ayetlerde bunu görüyoruz:
1) Gerçekten biz, akıl erdirirsiniz diye, onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik. (Yusuf, 2)
2) Biz hiçbir peygamberi, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın.. (İbrahim. 4)
3) Onu Ruhul Emin (olan Cebrail) indirdi. Uyarıcı korkutuculardan olman için, senin kalbinin üzerine (indirmiştir). Apaçık Arapça bir dille. Ve hiç şüphesiz o (Kur'an) geçmişlerin kitaplarında da vardır. İsrailoğulları bilginlerinin onu bilmesi, onlar için ispatlayıcı bir delil (ayet) değil mi? Onu Arapça bilmeyen birine de indirmiş olsaydık, böylece onlara karşı onu okusaydı, yine ona iman etmezlerdi. (Şuara.193-199)

4) Biz bu Kur'an'ı yabancı bir dil ile ortaya koysaydik "ayetleri açıklanmalı değil miydi? Bir Arab'a yabancı bir dille söylenir mi?" derlerdi... (Fussilet, 44)
Ayrıca Bkz: (13/37; 41/3; 42/7; 44/58

Görüldüğü gibi, bu ayetler açık olarak, Allah'ın, Peygamberi (s.) gönderdiği toplumun Arap olduğunu ve O'nun da onlardan olduğunu belirtmektedir.

Hicaz halkının çoğunluğunun Arap olduğu gerçeğine ilave etmek istediğimiz önemli bir gerçek daha vardır ki o da şudur: Arap ulusu sırf Hicaz halkıyla sınırlı değildi. Yalnızca onlardan meydana gelmiyordu. Bu genel bir toplumsal yapı ifade eder. Arap ulusu/Arap uyruğu yerleşmiş ve oturmuş bulunuyordu. Peygamber çağında, bu kavramın boyutları belliydi, a'rapların kendileri bu ulusun bilincindeydi. Arap yarımadasının çevresinde, yakınında bulunan Arap olmayan uluslar da bunun bilincindeydi ve onları tanıyorlardı. Bu ulusal kavram öncelikle yarımadanın batı ahalisini kapsıyordu. Ki bunların içinde Hicaz halkı da vardı. İkinci olarak bu kavram yarımadanın kuzey taraflarında yaşayan Şanı ve Irak bölgelerinde yerleşmiş bulunan kitleleri de içine alıyordu. Onlardan bir kesim konar-göçer bir yaşam sürdürürken başka bir kesim yerleşik bir yaşamı tercih ediyordu. Bir kesim de kırda ve vahalarda yaşardı. Şam ve Irak vahalarında yerleşmiş bulunuyordu. Bir başka kesim ise, medeni bir hayat sürdürüyor, şehirlerde kasabalarda oturuyor, egemenlik ve otoriteyi/hakimiyet ve idareyi ellerinde bulunduruyordu. Hayatın güzel taraflarını lüks ve rahatın tadını çıkarıyordu. Söz konusu kesimin, Irak'taki Sasaniler. Şam'daki İranlılar ve Bizanslılarla güçlü açık ilişkileri vardı. Kur'an'da bu söylediğimizi destekleyen bazı delillere dayanma olanağı vardır.
Bazı ayetlerde Peygamberin kavmi ve ümmetine yönelik olarak "kavm" ve "ümmet" kavramları kullanılmıştır ki, bunlar Araplardır,13 Aşağıda bu ayetleri görüyoruz:

1) Böylece biz sizi, insanlara şahid (ve örnek) olmanız için vasat (aşırılığı olmayan, adil, seçkin) bir ümmet kıldık; Peygamber de üzeriniz¬de bir şahid olsun... (Bakara, 143)
2)O (Kur'an), gerçek iken kavmin onu yalanladı. De ki: "Ben size vekil değilim!" (En'am, 66)
3) Biz hiçbir peygamberi, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik... (İbrahim, 4)
Ayrıca Bkz: (43/44)

"Kavm" ve "Ümmet" kavramları, -en azından o dönemde-genel anlamda Arap ulusunu değil de hassaten bir kabile, bir cemaat veya herhangi bir yerdeki insanları veyahut da sadece Mekkelileri kastediyordu denilse; o zaman deriz ki, Kur'an'da bizi destekleyen başka bir husus daha vardır: Bu da A'cemi/yabancı kavramının mutlak olarak Arap olmayanlar hakkında kullanıldığı ayetlerdir. Bu aynı zamanda İslam'dan sonra da yaygın bir şekilde ve genel olarak kullanılan ayırımın da kendisidir. Çünkü burada Arap olmayan her şey uyruk ve dil olarak yabancı sayılmıştır. Nahl sûresinde bu konuya ilişkin bir ayet yer almaktadır. İşte ayet:
"Andolsun ki, biz onların: "Bunu ancak kendisine bir beşer öğretmektedir" dediklerini biliyoruz. Kendisine saparak-eğilim gösterdikleri (kimse)nin dili a'cemi (Arapça olmayan bir dil veya bir görüşe göre karmaşık kapalı bir dil)dir. Bu ise açıkça Arapça olan bir dildir." (Nahl, 103)
Az önce naklettiğimiz Şuârâ, 193-199. ve Fussület 43. ayetlere bunu da ilave ederek düşünürsek, Mekki ayetlerde -ki bu ayetlerin tamamı Mekkîdir-kavramın, belirttiğimiz anlamda kullanılması, bu kullanışın ve bu anlamın peygamberlikten önce yaygın ve anlaşılır olduğunu göstermektedir. Bu her iki kavramın yaygınlık kazanması "Arap Ümmeti" ya da "Arap Milleti" adının/anlamının yerleştiğini ve Adada Arapça konuşanları kapsadığını gösteren güçlü bir delildir. Yine bu durum gösteriyor ki, kavram, kendisini ona nisbet eden doğuş, soy ve ana akrabalıkta onunla ilişkisi olanları da kapsamaktaydı. Adanın uç taraflarında yer alan göçmenleri, medeni ve bedevi olanları zorunlu olarak içeriyordu.

13 Yazarın "Ümmet" ve "Kavm" kavramlarını aynı anlamda kullanmasını, bir hata olarak görüyoruz (Yöneliş)

Elimizde, hem Araplara hem de Arap olmayanlara, Arapların başlıbaşma bir ümmet ya da bir ulus olduğu anlayışının ne zaman yerleştiğini belgeleyen bir şey olmasa da, bu olgunun Peygamberlikten çok önce yerleştiğinde kuşku yoktur. Zira "Arap" ifadesi eğer ilk zamanlarda belli bir bölgede yaşayan bazı Arap kabileleri için kullanılmış olsaydı daha sonra bu kavramın tüm Arapları kapsayan genel bir isimlendirme olması ve onları yabancılardan, Arap olmayanlardan ayıran bir nitelik olması mümkün olmazdı. Ve yine Kur'an'da bu kavramın onların hepsi için kullanılması doğru olmazdı. Ancak bu kavramın Kur'an'ın inişinden uzun bir zaman Önce kullanılmasıyla, mesele açıklık kazanabilir.14

Böylece Peygamberin çevresinde yaşayanların kökeni ile ilgili olarak Kur'anî bir konuyu araştırmak istiyoruz. Kur'an'da Mekkî bir ayette ibrahim'in (a) zürriyetinden bir kısmını Beytu'l-Haram bölgesine yani Mekke'ye yerleştirdiği hadisesine işaret edilmektedir. Bu ayet önceki konuda naklettiğimiz ibrahim Sûresinin 37. ayetidir. Yine Kur'an'da bir takım ayetler vardır ki, ibrahim ve İsmail'in (a) Kâ'be'yi inşası olayına işaret etmektedir. Bu ayetlerde her ikisinin de duaları yer almaktadır. Beyt'in güven yeri ve zürriyetlerinin müslüman bir millet olmasını, kendilerinden bir Resul'ün gönderilmesini bu duada niyaz etmişlerdir. Bu duada kastedilenlerin Araplar olduğunu gösteren güçlü işaretler vardır:

"Hani Evi (Kâ'be'yi) insanlar İçin bir toplanma ve güvenlik yeri kıldık. "İbrahim'in makamını namaz yeri edinin" İbrahim ve İsmail'e de "Evi'mi tavaf edenler, i'tikâfa çekilenler, rükû ve secde edenler için temizleyin" diye ahid verdik."
"Hani İbrahim: "Rabbim, bu şehri bir güvenlik yeri kıl ve halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları ürünlerle rızıklandır."' Demişti de, (Allah): "Küfredeni de az bir süre yararlandırır, sonra onu ateşin azabına uğratırım; ne kötü bir dönüştür o" demişti."
"İbrahim, İsmail'le birlikte evin (Kabe'nin) temellerini yükselt¬tiğinde (ikisi şöyle dua etmişti "Rabbimiz bizden (bunu) kabul et, şüphe yok, sen işiten ve bilensin."
«Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (Müslümanlar) kıl ve soyumuzdan da sana teslim olmuş (Müslüman) bir ümmet (kıl). Bize ibadet yöntemlerini (yer veya ilkelerini) göster ve tevbemizi kabul et. Şüphe yok, sen tevbeleri kabul eden ve esirgeyensin.»
«Rabbimiz onlara içlerinden bir Peygamber gönder, onlara ayet¬lerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın. Hiç şüphesiz, sen güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet sahibi¬sin.» (Bakara, 125-129)


14 Romalıların "Batara ülkesini, ya da bizim tahminimize göre Kur'an'ın "Hicr ülkesi" olarak adlandırdığı bölgeyi istila ettiklerini ve oraya "Arap ülkeleri" adını verdiklerini bildiren tarihi rivayetlere dayanırsak diyebiliriz ki "Arap" adı ve bu adın Araplara ya da onlardan bir kesimine verilişi İslamdan asırlar önce gerçekleşmişti. Zira Roma'nın bu adlandırması İslamdan yedi asır önceydi. Tabiidir ki "Arap" kavramının bu adlandırmadan çok önceleri kullanılmış ve yaygınlaşmış olması gerekir.
Batara'nın Kur'an'da "Hicr" olarak adlandırılmasına gelince biz bu yargıya Hicr ile Batara'nın ortak özelliklere sahip oluşlarıyla varıyoruz. Şöyle kî:
"Hicr Ashabı elçileri yalanladılar. Onlara ayetlerimizi vermiştik onlar da yüz-çeviriyorlardi. Onlar dağlarda kendileri için güvenli evler oyuyorlardı..." (Hicr, 80-82).

Batara'da dağlarda yontulmuş bir şehir ya da yerleşim bölgesidir. Onların ilginç kalıntıları bugün hâlâ Ürdün'ün doğusunda "Belka'a"da Musa Vadisinde mevcuttur. Bu adlandırma yabancı olup, "Taş" ya da "kaya" anlamındadır. Kur'an'in nitelemesi Batara'nın kalıntılarına uygun düşmektedir. Bu ülkenin güneyinde "Salih'in Medayin'i" vardır. "Hicr" veya "kaya" ya da "Semûd" halkına gönderilen elçi de Salih peygamberdir. Buna bağlı olarak mantık gereği, Kur'an'da Hİcr ülkesi olarak geçen yerler "Enbât" ülkelerinin aynısı olmalıdır. Romalılar buraları işgal etmiş ve "Arap ülkeleri" adını vermişlerdi.


Yine Kur'an'da Allah müslümanlara yönelttiği bir hitapta, -ki bu sırada müslümanlar yalnız Peygamberin çevresinde bulunan Araplardan ibaretti-îbrahim'i (a) onların babası olarak yadetmektedir:
"Allah adına, gerektiği gibi cihad edin. O, sözleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir. Atanız İbrahim'in dininde olduğu gibi." (Hacc, 78)

Bununla beraber Kur'an'da ilerdeki fasıllarda da nakledeceğimiz gibi pek çok ayet İbrahim'in, Kâ'be, Hac gelenekleri, Milleti ve Tevrat'ta sözü edilmeyen durumlarla ilişkisini ifade etmektedir.

Naklettiğimiz ve nakledeceğimiz Kur'ân ayetlerinin üslubu ilham ediyor ki: Ayetlerin kapsamları, anlam ve konu yönünden kendisine okunanlara, onu dinleyenlere yabancı değildi. Ve Peygamberin çevresinin, kendilerini baba tarafından, İbrahim ve İsmail'e (a) nisbet ettiklerini ve bunu nesilden nesile birbirlerine naklettiklerini bildirmektedir. Böylelikle bazılarının bu olguları, Kur'an'ın Medeni takrirleri ve Peygamberin Yahudilerle temasıyla ortaya çıkan şeyler olarak göstermeye çalışmalarının tutarsızlığı daha iyi anlaşılmaktadır. Bunu gösteren en kesin delillerden biri de, Kur'an'ın İbrahim makamını yadetmesi, Beytu'l-Haram ile ilgili açıklamalarda bulunmasıdır. Çünkü bunlar, Kur'an'ın inişinden önce Araplar arasında bilinen ve geçerliliği olan makamlardı.

Biz, Arapların kendilerini İbrahim ve İsmail'in oğullarına nisbet edişinde, Yahudilerin birinci kaynak oluşunun ihtimal dahilinde olduğunu reddetmiyoruz. Biz bu görüşü tercih ediyoruz. Çünkü Tevrat İbrahim ve İsmail'i yadeden en eski kitaptır. Tevrat'ta İsmail'in doğuşu ve annesiyle birlikte Faran'a sürülüş kıssası yer almaktadır. Bunun yanında İsmail zürriyetinin çoğalması ve yayılması ve İsmaililer/İsmailoğulları olarak adlandırılması kıssası bulunmaktadır. Yine Tevrat'ta pek çok münasebetlerle bu isimle yadedilenlerin Araplar olduğunu gösteren işaretler yer almaktadır. Bizim kabul etmeyip reddettiğimiz: Kur'an'ın, Arapların kendilerini İbrahim ve İsmail'in (a) oğullarına nisbet edişlerini, Kâ'be ve Hac ile ilişkilerini ancak Hicretten ve Peygamberin Yahudilerle ilişki kurmasından sonra gündeme getirdiği ve sanki Arapların Peygamberlikten önce bu ilişki ve bağlılıktan habersiz olduğu şeklindeki yaklaşımlardır.

10. Kur'an Dili ve Arapça:

Buna göre özet olarak denebilir ki: Hicaz halkının -yani orada yaşayanların büyük çoğunluğunun- dili Arapçaydı. Bu Kur'an nassları ve ilhamlarıyla açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu münasebetle aşağıdaki gerçekleri belirtmek Önem arzetmektedir:
Birinci olarak: Genelde Kur'an dili, Hicaz halkının Peygamber çağında anlaştığı ve birbirine hitab ettiği dildi.
İkinci olarak: Bu dil, yalnız Hicaz halkının değil; en ücra kıyıları da dahil olmak üzere yarımadanın her tarafında, hatta yakın çevresinde bulunan göçebeler arasında da anlaşma vasıtası olarak kullanılan, ortak bir dildi. Başka bir ifade ile, Kur'an'ın, Peygamberin (s) ve kavminin de dili olduğunu açıkça bildirdiği Kur'an dili, Peygamber çağında, yakın-uzak, medeni-bedevi tüm Araplar arasında anlaşma vasıtası olan yaygın bir dildi. Yalnız Hicaz Arapları ile sınırlı değildi. Nasıl ki, "Arap" kavramı yarımada ve onun dışında yaşayan bütün Arapları kapsıyor, boyutları anlaşılıyor idiyse ve Arapların hepsini bir araya toplayan "Araplık" uyruğu onların tek uyruğu idiyse, aynı şekilde Kur'an'ın Arapça dili, yanmada da ve yarımadanın dışında yaşayan tüm Arapların diliydi.
Bu görüşün dayanağı ve kaynağı Kur'an'dır. Verdiğimiz ayetlerin dışında başka ayetler de vardır ki, bu dilin daha kapsamlı ve genel olduğunu ilham etmektedir:

Böylece biz onu, Arapça bir Kur'an olarak İndirdik ve onda korkulacak şeyleri türlü şekillerde açıkladık: Umulur ki korkup-sakınırlar ya da onlar için öğüt alarak düşünme (yeteneğini) oluşturur. (Taha, 113) Ayrıca Bkz: (39/27-2S; 46/12)

Kesinlik ifade edecek dereceye ulaşan mütevatir olgulardan bazıları da şunlardır:
Birincisi: Peygamber (s) Mekkeli değişik çevre ve şahsiyetlerle ilişki kuruyordu. Sonra Hac ve panayırlar mevsiminde Mekke'ye gelen değişik gruplar, şahsiyetler ve kabilelerle temasa geçiyordu. Onlarla konuşuyor, Kur'an ayetlerini onlara okuyor ve tabiatıyla Kur'an'ın dili olan kendi dili vasıtasıyla onlarla anlaşıyordu. Tevatürle bilinen olgulardan biri de Hac ve panayırların sırf Hicaz halkına mahsus olmadığıdır. Özellikle Peygamberlikten önceki dönemlerde durum böyleydi. Bunlara Hicaz'ın dışından pek çok yerlerden Araplar geliyordu. Bunların arasında Tağlib, İyad Kelb ve başkalarından oluşan Hıristiyan Araplar da vardı.
İkincisi: Peygamberin Hicretinden sonra Müşrik, Hıristiyan ve Mecusi Arapların elçileri Medine'de Peygambere (s) gelmeye başlamışlardı. Özellikle zaferler elde ettikten, adı ve çağrısı yayıldıktan sonra Yemen, Necd, İhsa, Bahreyn, Irak, Şam, Filistin hatta Hadramût'tan elçiler gelmeye başlamıştı. Peygamber (s) onlara Kur'an ayetlerini okuyor, kendisi ve arkadaşları -Muhacirler ve Ensar-Hicazlılar olarak onlarla konuşuyordu. Ki onların dili Kur'an'ın diliydi ve normal olarak, tabii bir biçimde onlarla anlaşıyorlardı. Sonra onlarla birlikte kendilerine, Kur'an'ı öğretecek, dini anlatacak Hicazlı sahabilerin büyüklerinden öğretmenler gönderiyordu. Gönderilen öğretmenler oralarda yargı işlerini yürütüyor, zekât topluyor ve toplanan zekâtı gerekli yerlere dağıtıyorlardı. Peygamber onlara bizzat bu dil ile yazılan antlaşmalar, vasiyetler ye hukuki yasamaları yazdırıyordi ki, bu işlerin hiç birinde Peygamber (s) ile onlar arasında herhangi bir tercüme olayının cereyan ettiğini ifade eden bir rivayet yoktur.15

15 Bunun Yemen halkı için uygun düştüğüne dikkat çekmeliyiz. Ve bu, en azın¬dan peygamber asrında Yemen dilinin Hicaz dilinden farklı bir dil olduğunu söyleyenlerin hataya düştüklerini ortaya koymaktadır.

Üçüncüsü: Bir taraftan Hicaz halkı arasında sürekli ilişkiler mevcut iken, diğer taraftan yarımadanın diğer bölgeleri arasında da Şam ve Irak taraflarında yaşayanlarla, medeni ve bedevi olanlar arasında Peygamberlikten önce ilişkiler vardı. Bu ilişkiler Hicaz bölgesinde Hac mevsimlerinde bir kat daha canlanırken başka bölgelerde Yemen, Irak ve Şam'a yapılan ticaret seferleri, kervan yolculukları... bu ilişkileri sürekli diri tutuyordu. Ve onlar bir tek dil ile anlaşıyor, birbirine hitab ediyordu. Hicazlılar bu ilişkilerde sürekli olarak bir tarafı oluşturduklarına göre onların bu ilişkilerde dilleri Hicaz diliydi ki o da Kur'an dilidir.

Diğer taraftan Kur'an'da "A'cemi/yabancı" kavramı Arapça olmayan diller için kullanılırken "Arabî", Arap dili için kullanılmıştır. Bunu daha önce belirtmiştik. Arapça olmayan dilleri bu şekilde kesin bir ifade ile "A'cemi" (yabancı) olarak sayıp öyle adlandırmak Arapların o zaman kullandığı dilin bir tek dil olduğunu ayrı ayrı olmadığını desteklemektedir. Ki bu dil Kur'an dilidir ve biz bu dilin aynı zamanda Peygamberin ve çevresinin de dili olduğunu yakin ifade edebilecek kesinlikte bir bilgi ile biliyoruz.
Eğer Arapların, Peygamber çağında, köklü ayrılıkları bulunan değişik dilleri olsaydı, meselenin bu şekilde bir kesinlikle ortaya konması düşünülemezdi.
Bazı kabilelerin kendilerine özgü ifade biçimleri, kavramları, harfleri ve değişik lehçeleri bulunduğunu; bunların Kureyş diline ya da Kur'an diline bir ölçüde aykırı düştüğünü ifade eden rivayetler bizim sözümüzle çelişmez. Çünkü sözkonusu durum, o gün için Arap, dilinde uzlaşmaz farklılıkların bulunduğuna delil değildir. Ki, onda büyük dil değişikliklerinin bulunduğu anlamı çıkarılabilsin. Ya da bunlar için "ayrı ayrı diller" ifadesini kullanma olanağı versin. Yani bu lehçe farklılıkları, aynı dil grubunda bulunan Arapça ve Süryanice dilinin farklılıkları ya da buna benzer bir farklılık gibi düşünülemez.
Araplar, Kur'an'da kullanılan her sözcüğü, orada yer alan her anlamı ve kullanılan her ifade biçimini, gerçek olsun, mecazi olsun, dini olsun; sosyal, tarihi, ekonomik, yaşamla ilgili, bilimsel ya da kozmografya ile ilgili olsun ana hatlarıyla anlıyor ve kullanıyorlardı. Bu açık Kur'ani nasslardan; özellikle Arapça olmayan dillere "A'cem/Yabancı, Arapça dilinde "Arabi" kavramının kullanılmasından ve daha önce verdiğimiz deliller ve şahidlerden bellidir. Kur'an'da, Arapların, O'nun inişinden önce konuşmadığı ve kullanmadığı kavramların ya da ifade biçimlerinin -genişliği ve darlığı burada önemli değil- bulunduğunu iddia etmek makul olmaz.

Ibn Haleveyh Veya onun gibi bazılarının iddia ettiği: "Araplar 'fasık' ve 'nifak' kelimelerini bilmiyor ve kullanmıyorlardı; bu iki kelime diğer yabancı kökenli kelimelerle birlikte ilk defa Kur'an'da kullanıldı" görüşünü mantıklı bulmak, dediklerini doğrulamak ve değerlendirmeye tabi tutmak imkansızdır. Kur'an'da "fısk" ve türevlerinin Mekki ve Medeni olarak elli beş ayette geçtiğini, "nifak" ve türevlerinin ise otuz civarında ayette geçtiğini ve bunlardan birinin de Mekki olduğunu bilmek, bu görüşlerin ve benzerlerinin tutarsızlığını ve değerlerini anlamak için yeterlidir. Bunların hepsine ilave olarak, Rasulün görevinin tabiatını düşünmek gerekir. Ki bu görev; insan kitlelerine ve kabilelere hitab etme, onlara Kur'an okuma esası üzerine kurulmuştur. Peygamberin onlara okuduğu şeyin ki bu okunan şey Peygamberliğinin temel direği ve büyük mucizesi olduğu halde, onun muhatab aldığı insanların anlamayacağı, bir dille, indirilmiş olması, akıl, mantık ve hikmet kurallarıyla uyum içinde olmaz. İçeriği ve kavramlarıyla anlaşılmaması, hatta çok yüksek seviyede kalıp orta halli insanların anlayamayacağı bir seviyede bulunması bile asla düşünülemez.
Biz bunları, eskilerden bazılarının: "Kur'an dili, anlaşılma seviyesinden çok daha yüksektir" şeklindeki görüşlerini çürütmek için kaydediyoruz. Ayrıca özellikle gayri muslimlerden ve müsteşriklerden oluşan bazı modernistlerin görüşlerini reddetmek için belirtiyoruz. Diyorlar ki: O sırada iman edenler sırf Kur'an'ın fesahatına ve üstün ifade biçimine hayran kaldıkları için iman etmişlerdir. Çünkü Kur'an'ın bu niteliği onların kulaklarına hoş geliyordu. Özellikle bu son görüşün sahiplerine deriz ki: Mekke'de ilk iman edenler, Peygamberin çağrısına ilk davetten hemen sonra inananlar, Kur'an'ın bir kaç ayet ve sûresini ancak dinlemişlerdi. Ve onların çoğunluğu Mekke döneminin ilk yarısından önce iman etmişlerdi. Sonra Kur'an hatırlatıyor ki: Kur'an'a ve Peygamber'e iman eden Ehl-i Kitap, ancak ondaki gerçeği ve ruhani atmosferi teneffüs ettiklerinden iman etmiştir. Aşağıdaki ayetlerde bunu görüyoruz:

1) Şüphesiz, Kitap ehlinden de, Allah'a size indirilene ve kendilerine indirilene-Allah'a derin saygı gösterenler olarak- inananlar vardır. Onlar, Allah'ın ayetlerine karşılık olarak az bir değeri satın almazlar... (Alİmran, 199)
2) Peygambere indirileni dinlediklerinde Hakk'ı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşlarla dolup taştığını görürsün. Derler kİ. "Rabbimİz inandık; öyleyse bizi şahidlerle birlikte yaz." (Maide, 83) 3 Kendilerine kitap verdiklerimiz, sana indirilen dolayısıyla sevinirler. (Ra'd, 36) Ayrıca Bkz: (17/107-108; 28/52-53)

Mekke, Hicaz ve genelde Arapların büyük bir çoğunluğu Mekke döneminin tamamı ve Medine döneminin yarısından fazlasında bu inkârlarını sürdürmüşlerdir. Peygamber Mekke'de onüç sene boyunca Mekkelilere ve Araplara Kur'an okumaya çalışmıştır. Özellikle Mekki Kur'an'ın üslubu daha vurgulu ve akla yöneliktir. Ta ki böylece düşüncelerinin zayıflığını, çürüklüğünü öğrenebilsinler.
Açıktır ki bizim görüşümüzde, Kur'an dilinin, hiç bir kuşkuya yer bırakmayan etkili, üstün fesahat ve belagatını küçülten bir şey yoktur. Bunun yanında Arapça olmayan veya Kureyş lehçesi dışındaki bir takım yabancı kökenli kelimelerin Kur'an'da yer almış olacağını da reddetmiyoruz ve bilakis Kur'an'da bu tür kelimelerin olduğuna inanıyoruz. Ancak gerçek olduğundan kuşku etmediğimiz bir şey daha var: Dışardan gelen bu Arapçalaşmış kavramlar İslam'dan önce Arap dilinin bir parçası durumuna gelecek ölçüde Arapçalaşmalardır. Kureyş lehçesinde olmayan kavramlar ve ifade biçimleri Kur'an'ın dili olan Kureyş diline İslam'dan Önce girmiş bulunuyordu. Ne bu ne de o, Kureyş'ten olmayan dinleyicilerin bu türden bir zevk almalarına, bu lehçelerin özel bazı kavramlarını genel hatlarıyla ya da detaylı olarak anlamalarına engel teşkil etmez. Bununla beraber Peygamber döneminde, çeşitli bölgelerden gelen insanların, hatta Kureyşlilerin kendilerinin bile Kur'an'ı anlamakta değişik kapasitelerde olabileceklerini veya bazılarının söz konusu Kur'anî tabir, deyim ve ifade biçimlerini daha önce duymamış veya kullanmamış olabilecekleri gerçeğini de göz ardı etmememiz gerekir.
Şunu da teslim etmek gerekir ki: Arap kabileleri arasında bedevi olmasa bile Mekke'ye uzak yerleşim bölgelerinde bulunan ve Kur'an lehçesiyle konuşmayanların bazılarının Kur'an dilinin ifade biçiminden farklı bir takım ifade biçimleri, sözcükler, harfler ve kavramlar kullanmış olmaları ihtimal dahilindedir. Bu da çok normal olup eşyanın tabiatına aykırı birşey değildir. Ve bu, belirtmeye çalıştığımız görüşle özünde ve temel boyutlarında çelişmez.
Nasıl ki "Arap" isminin Araplara isim olarak konuluşunun ve bunun herkesçe kabul edilişinin tarihini tesbit etmek kolay değilse aynı şekilde Kur'an dili olan Arapçanın da ne zaman ve hangi tarihte tüm Arapların genel-ortak ve herkesçe kabul edilen dili olduğunu tesbit etmek oldukça zordur ve hatta imkansızdır. Fakat burada; Arapçanın dil olarak kabul edilişinin, geçen bölümde açıkladığımız, "Arap" isminin benimsendiği tarihe kadar gerilere gitmesinin gerekmediğini söyleyebiliriz. Zira dilin, birbirinden uzak bölgelerde, birbirinden alabildiğine farklı çevrelerde genel geçer ve ortak bir dil haline dönüşebilmesi, sağlıklı bir diyalog, genel ve sürekli bir ilişki olmadan gerçekleşmez. Bu da gerçekten uzun bir zamandan sonra ancak gerçekleşebilir. Fakat şu kadarını söyleyebiliriz ki, bu diyalog ve ilişki, peygamberin gönderilişinden önce, o sırada görülen kalkınmanın etkisiyle yavaş yavaş güçleniyor ve sağlıklı bir zemine oturuyordu. Bunu Arapların bir çok geleneklerinde ve onlar arasında ortaya çıkan olaylarda müşahede edebiliriz. Bu ortak tavır ve birliktelik Habeşlilerin önce Yemen'i sonra Hicaz'ı işgal etmelerine bir tepki olarak ortaya çıkmıştı.
Söz konusu birleşmenin; işgalden sonra yarımadanın dört bir yanına, Irak'a, Şam'a düzenlenen ticari seferlerini ve haram aylarda yürürlüğe giren barış ortamında çeşitli yörelerden Arapların Kabe'ye ve Hacc'a yönelmesiyle, Arapların Hacc ve Beyt'ul-Haram ile olan bağlarının kuvvetlenmesinin, evet bütün bunların:
1- Dil birliğinin ve ortaklığının yaygınlaşmasına,
2- Rasulün gönderilişi esnasında, Kur'an'm kendisiyle indirildiği esnada bulunduğu yüksek mertebeye ulaşıncaya kadar arınmasına ve estetik kazanmasına büyük etkisi olmuştur.
Sonra Arapçaya ve diğer dillere baktığımızda Arapçanın, farklılıklarına rağmen tüm Arapların konuştuğu ve birbiriyle anlaştıkları dil olduğunu, Arapların dışında kalan ulusların konuştuğu ve birbiriyle anlaştığı diğer dillerin tümünün adına "acemce" dendiğini gördüğümüzde Kur'an dili egemenliğinin Peygamberlikten kısa sayılmayacak kadar bir süre önce yaygınlık kazandığını söyleme olanağı vermektedir. Sonra Adnanilerden, Kahtanilerden, Mudarlılardan ve Rabiahlardan oîan cahiliye şairlerinin kendi şiirlerini bir tek dil ile yazdıklarını gördüğümüzde artık bu gerçeğin garipsenecek veya inkâr edilecek bir yanı kalmaz. Özellikle de bu şairlerin hayatlarının, onlar hakkında yapılan rivayetlere dayanarak, pek eskiye gitmediğini gördüğümüzde...
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
dost1 Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
Miralay (28. March 2011), yeşil (7. November 2011)