Tekil Mesaj gösterimi
Alt 25. April 2009, 09:26 PM   #5
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Şüphesiz Allah bir sivrisineği, hatta daha üstün bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İşte, iman eden kimseler bilirler ki, şüphesiz o hakktır, Rabblerindendir. O küfretmiş olan kimseler de artık “Allah böyle bir misal ile ne demek istedi?" derler. O [Allah], onunla birçoklarını şaşırtır, onunla birçoklarını kılavuzlar. O [Allah], onunla sadece fasıkları şaşırtır. (Bakara/26)

Allah onunla [kitapla] kendi rızasına uyanları selamet yollarına kılavuzlar. Onları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola kılavuzlar. (Maide/16)

Ve Biz, Bizim yolumuzda gayret gösterenleri, elbette kendi yollarımıza kılavuzlayacağız. Ve şüphesiz Allah muhsinlerle [iyilik, güzellik üretenlerle] beraberdir. (Ankebut/69)

Yine o küfretmiş olan kimseler diyorlar ki: "Ona Rabbinden bir ayet indirilmeli değil miydi?" De ki: "Şüphesiz Allah, dilediğini şaşırtır ve gönülden bağlananı kendisine kılavuzlar." (Ra’d/27)

40 - De ki: “Kendinizi gördünüz mü [hiç düşündünüz mü], Allah’ın azabı size gelse veya saat [kıyamet vakti] gelse, Allah`tan başkasına mı yalvarırsınız? -Eğer doğru kimselerseniz.-
41 - Aslında yalnızca O’na [Allah’a] yalvarırsınız da O, dilerse çağırdığınız şeyi açar [kaldırır] ve siz ortak koştuğunuz şeyleri ağzınıza almazsınız.

Hatırlanacak olursa, 38. ayette, inanmak için bir mucize isteyen Mekke müşriklerine -yaşam tarzları birbirinden farklı esaslara dayalı sayısız canlı türünün varlığına dikkatleri çekilmek suretiyle- çevrelerindeki her canlının aslında Allah’ın sayısız ayetlerinden biri olduğu işaret edilmişti. Konumuz olan ayetlerde ise kâfirlerin dikkati bizzat kendi varlıkları üzerinde görebilecekleri bir başka ayete çekilerek insan doğasındaki psikolojik bir özellik ortaya konmaktadır. Bu özellik, insanın, başına bir musibet geldiğinde veya ölüm dehşetiyle karşılaştığında Allah`tan başka sığınacak hiçbir şey bulamamasıdır. Gerçekten de böyle durumlarda en katı putperestler bile kendi tanrılarını unutarak Allah`tan yardım istemekte, en inatçı ateistler bile Allah’a sığınmaktan başka çare bulamamaktadırlar. Bu gibi bela anlarında bütün şirk koşulanlar unutulmakta, sadece Allah’a yalvarılmaktadır.
İnsanın bu özelliği Kur’an’da birçok ayette dile getirilmiştir. Konuyla ilgili bu ayetler A’raf/189-195’in tahlilinde topluca verildiğinden, (Tebyinü’l Kuran; c: 3, s: 114) burada sadece iki tanesini vermekle yetiniyoruz:

O [Allah], size karada ve denizde yolculuk ettirendir. Gemilerde bulunduğunuzda gemiler içindekileri tatlı bir rüzgârla götürür. Onlar [yolcular] neşelendiklerinde, şiddetli bir fırtına gelip çatar, dalgalar her mekândan gelir. Ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca, dini Allah için arındıranlar olarak O’na yalvarırlar: “Bizi bundan kurtarırsan, hiç kuşkusuz, şükredenlerden [karşılığını ödeyenlerden] oluruz.”
Sonra ne zaman ki Biz onları oradan kurtardık, kurtulur kurtulmaz yeryüzünde haksız yere taşkınlıklar yaparlar. -Ey insanlar taşkınlığınız şu basit hayatın kazanımı olarak sırf kendi zararınızadır. Sonra dönüşünüz sadece Bizedir. Sonra Biz yapmış olduklarınızı size haber vereceğiz.- (Yunus/22, 23)

Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, o yalvardığınız kişiler kaybolup giderler. O, müstesna [kaybolmaz]. Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, yüz dönersiniz. Ve insan, çok nankördür! (İsra/67)

Bu ayetler hakkında Mevdudi de şu mütalaada bulunmuştur:

İslâm`ın baş düşmanlarından Ebucehil`in oğlu İkrime de böyle bir ayeti gördüğünde İslâm`a geçmiştir. Hz. Peygamber Mekke`yi fethettiği zaman İkrime Cidde`ye kaçmış, oradan da deniz yoluyla Habeşistan`a geçmişti. Yolculuk esnasında gemiyi batıracak şiddette bir fırtına çıktı. Önce yolcular yardım için tanrı ve tanrıçalarına yalvarmaya başladılar. Fakat fırtına geminin batmak üzere olduğu korkusuna kapılacakları derecede şiddetlenince, hep bir ağızdan "Şimdi Allah`tan başkasına yalvarmanın zamanı değil, çünkü bizi ancak O kurtarabilir" diye bağırdılar. Bu İkrime`nin gözlerini ve kalbinin kilitlerini açtı: "Eğer burada bize Allah`tan başka yardım edecek yoksa, bir başka yerde nasıl olabilir? Muhammed`in (s.a) yirmi yıldır bize öğrettiği ve bizim de kendisiyle savaşa tutuştuğumuz da bu!" diye düşündü. İkrime`nin hayatında en önemli andı o an... Allah ile şu şekilde sağlam bir ahd yaptı: "Eğer bu fırtınadan kurtulursam doğruca Peygamber Muhammed`e gidecek ve onun izleyicisi olacağım." Allah onu fırtınadan kurtardı ve o da ahdini yerine getirdi. Yalnızca müslüman olmakla kalmadı, hayatının kalan bölümünü de cihad ederek İslâm`ın hizmetinde geçirdi. (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

42 - Ve ant olsun, senden önceki ümmetlere [önderli toplumlara] elçiler gönderdik de onları yalvarsınlar diye dayanılmaz zorluk [yoksulluk] ve sıkıntılarla çeviriverdik.
43 - Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta oldukları şeyleri çekici gösterdi [süsledi].
44 - Derken kendilerine hatırlatılanı terk ettiklerinde, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyle ki kendilerine verilen şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar, umutları suya düşenler oldular.
45 - Böylece zulmeden topluluğun kökü kesildi. -Ve hamd, âlemlerin Rabbi Allah`adır.-
İnkârcıların durumuna üzülen peygamberimize teselli, inatçı müşriklere de ihtar olan bu ayet grubunda Rabbimiz, küfrü ve küfrün mantıksızlığını ayrıntılı ve ikna edici bir şekilde açıklamaktadır.
Ayetlerde önce kendilerine de*liller ve öğütlerle gönderilen elçileri dinlemeyen geçmiş toplumların başlarına gelenler hatırlatılmaktadır. İnsanların kendisine yönelmelerini sağlamak için Yüce Rabbimiz önce onları mal*lardan ve canlardan eksiltmek suretiyle uyarmıştır. 42. ayette konu edilen “zorluk” sözcüğü maldaki musibetleri, “sıkıntılar” sözcüğü ise hastalık ve diğer bedensel musibetleri ifade etmektedir.

Dönmeleri için; insanların elleriyle kazandıkları yüzünden, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırmak için karada ve denizde fesat / kargaşa çıktı. (Rum/41)

44. ayette, insanların bu uyarıyı dikkate almamaları üzerine, yaşadıkları o zorluk ve sıkıntılardan sonra Allah’ın bu kez onlara kolaylıklar, rahatlıklar verdiği bildirilmektedir. Zorluklardan sonra verilen ferahlama, aslında inançsızlar üzerindeki uyarı baskısının biraz daha arttırılması anlamına gelmektedir. Çünkü sıkıntıdan sonraki rahatlık, onların Allah`ı unutmuşluklarını sürdürmelerine, daha çok şımarmalarına, elçinin daveti*nden ve öğütlerden iyice yüz çevirmelerine yardımcı olmaktadır. Nitekim öyle olduğu, insanların şeytanın kendilerine hoş gösterdiği sapıklıklarda ve aşırılıklarda ısrar etmeleri sonucu, “Sünnetullah” gereği belalarını bularak köklerinin kazınmasından anlaşılmaktadır.
Dikkat edilirse, Rabbimiz, onların zorluk ve sıkıntı içinde iken yalvarmaları gerektiğini bildirmiştir. Çünkü O, “Dualara Cevap Veren”dir. (Surenin sonunda “Dua” konusu ile ilgili geniş bir açıklamamız bulunmaktadır.)

Ve sizin Rabbiniz; “Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. Şüphesiz Bana ibadet etmekten büyüklenen kimseler yakında horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir” dedi. (Mümin/60)

Burada anlatılanlar sadece eski dönemlerde yaşamış müşriklerin başlarına gelip bitmiş şeyler olmayıp kıyamete kadar dünyada yaşayacak tüm müşriklerin de akıbetidir.


46 - De ki: “Gördünüz mü [düşündünüz mü]; eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alır ve kalplerinizi mühürlerse, onları size Allah`tan başka getirebilecek ilah kimdir?” Bak, Biz ayetleri nasıl açıklıyoruz. Sonra da onlar sırt çevirip engelliyorlar?
47 - De ki: “Kendinizi gördünüz mü [düşündünüz mü] Allah’ın azabı size ansızın veya açıkça gelirse, zalimler kavminden başkası mı helake uğratılmış olur?”

Bu ayetlerde müşriklere kendi düşüncesizliklerinden kaynaklanan bir şirk içinde oldukları anlatılmakta, onlardan tanıdıkları, bildikleri Allah’a şirk koşmadan inanmaları istenmektedir.
Bize göre, bu ayetlerde müşriklere verilen mesaj şudur: “Eğer Allah kulaklarınızdaki ‘işitme’ ve gözlerinizdeki ‘görme’ gücünü alıverir, duyan kulaklarınızı sağır, gören gözlerinizi kör ediverir ve kalplerinizi mühürleyiverirse, yani sizi mühürleyerek hayır ve hidayeti anlamayacak bir hâle koyar veya deliler gibi akıllarınızı giderir, yahut da hiçbir şey duyamayacak şekilde kalplerinizi öldürüp bütün şuurunuzu alıverirse, Allah`tan başka onu getirecek ilâh kimdir? Oysa şimdi, işitir kulaklarınız, görür gözleriniz, duyar kalpleriniz var; bunları görüyor, biliyorsunuz, değil mi?”
47. ayette, helake uğrayanların sadece “zalimler kavmi” olduğu vurgusu dikkat çekmektedir. Bu vurguda konu edilen zulmün “şirk” olduğu Kur’an’da bir çok yerde belirtilmiştir:

Ve kavmi onunla tartıştı. O [İbrahim]; “Bana doğru yolu göstermişken Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O’na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum. —Ancak Rabbimin dilediği şey hariç.- Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünmez misiniz?
Ve Allah, haklarında hiçbir güç kuvvet indirmediği hâlde, siz O’na ortak koşmaktan korkmuyorken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Bu durumda eğer biliyorsanız, bu iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha layıktır?” dedi.
Şu iman edenler ve imanlarına zulüm giydirmeyenler [şirk karıştırmayanlar]... İşte onlar; güven kendilerinin olanlardır. Doğru yolu bulanlar da onlardır. (En’am/80-82)

Ve hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki şirk [Allah’a ortak koşmak], kesinlikle büyük bir zulümdür. (Lokman/13)

47. ayetin ifadesine göre, şirkin kişisel boyuttan toplumsal boyuta ulaşması durumunda helak kaçınılmaz olmaktadır.
Bu ayetlerde müşriklerin akıllarına hitap edilerek şirkten kurtulabilmenin yolları da gösterilmektedir. Bu yollar, Allah’ın lütfettiği duyu organlarını ve aklı iyi kullanmak, Allah’ın gönderdiği kitaba samimiyetle kulak vermektir.

De ki: “Sizi gökten ve yeryüzünden kim rızklandırıyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim sahip oluyor? Ve ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Ve işleri kim düzenliyor?” Hemen “Allah” diyecekler. O zaman de ki: “O hâlde hâlâ takvalı davranmayacak mısınız? Öyleyse işte O, sizin gerçek Rabbiniz Allah’tır. Artık gerçekten sonra sapıklıktan başka ne olabilir! O hâlde nasıl da çevriliyorsunuz?” (Yunus/31, 32)

48 – Ve Biz gönderilenleri [elçileri], ancak müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere göndeririz. Artık kim iman eder ve düzeltirse, artık onlara hiç korku yoktur. Onlar mahzun olmayacaklar da.
49 – Ayetlerimizi yalanlayanlara da, yapmakta oldukları fasıklıklar yüzünden azap dokunacaktır.

Bu iki ayet, yukarıdaki 34 ve 37. ayetlerde konu edilen “müşriklerin elçiden mucize beklemeleri” tavrına verilen diğer bir cevap mahiyetindedir. Rabbimiz burada elçilerin görevlerinin ne olduğunu açıklamış, onların ancak Allah`ın rızasının, kullarına olan rahmetinin ve ahirette mutluluk içinde yaşanacak cennetinin iman edip salihatı işleyenlere ait olduğunu müjdelemekle; Allah’ın ayetlerini yalanlayanları, şirk koşanları ise dünya ve ahirette başlarına gelecek felaketlerle uyarmakla görevli olduklarını bildirmiştir.
Elçilerin görevlerinin “müjdelemek” ve “uyarmak” olduğuna dair Kur’an’da bir çok ayet vardır:

İnanmış ve salihatı işlemiş kimselere, “şüphesiz kendileri için altlarından ırmaklar akan cennetlerin olduğunu” müjdele. Onlardaki herhangi bir meyveden her rızklandırılışlarında, “Bu, bizim daha önce rızklandığımız şeydir.” derler. Ve onlara onun benzeşenleri verildi. Orada çok temiz eşler de yalnızca onlarındır. Ve onlar, orada sürekli kalanlardır. (Bakara/25)

Ve inananlara, şüphesiz kendileri için Allah’tan büyük bir lütuf olduğunu müjdele. (Ahzab/47)

Ve sizin seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah`tan yardım ve yakın bir fetih... Ve inanlara müjde ver. (Saf/13)

Şüphesiz sen o zikre [Kur’an’a] uyan ve gaybde Rahman’a haşyet duyan kimseyi uyarırsın. Sen hemen onu bir bağışlanma ve çok şerefli bir ödül ile müjdele. (Ya Sin/11)

Artık eğer onlar, yine yüz çevirirlerse hemen de ki: "Ben sizi Ad ve Semud`un yıldırımının benzeri bir yıldırıma karşı uyardım." (Fussılet/13)

Ant olsun [Lut], onları Bizim yakalamamıza karşı uyarmıştı. Fakat onlar uyarıları kuşku ile karşıladılar. (Kamer/36)

De ki: "Ben sizi ancak vahiyle uyarıyorum." Uyarıldıkları zaman sağırlar çağrıya kulak vermezler. (Enbiya/45)

Ayrıca, Bakara/119, 213, 223, Nisa/138, 165, Kehf/2, 56, Sebe/28, Fatır/23, 24, 37, Meryem/39, 97, En’am/5, 48, Tövbe/3, 112, Hacc/27, 34, Zümer/17, İsra/9, 105, Furkan/56, Ahzab/45, Fetih/8, Maide/19, A’raf/188, Yunus/2, 87, Ahkaf/9, 21, İbrahim/44, Şuara/115, 214, Müddessir/2, Mümin/18, Ankebut/50, Sebe/46, Sad/70, Mülk/26 ve Nuh/2’ye de bakılmalıdır.

48. ayetteki “Artık kim iman eder ve düzeltirse, artık onlara hiç korku yoktur. Onlar mahzun olmayacaklar da...” ifadesi, davete icabet edenlerin sonunu; 49. ayetteki “Ayetlerimizi yalanlayanlara da, yapmakta oldukları fasıklıklar yüzünden azap dokunacaktır” ifadesi de uyarıya kulak asmayıp davete sırt çevirenlerin sonunu bildirmektedir.

50 - De ki: “Ben size ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Gaybı da bilmem ben. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben yalnızca bana vahyedilene uyuyorum.” De ki: “Körle gören eşit olur mu? Hâlâ düşünmüyor musunuz?”

Müşriklerin elçi hakkındaki yanlış düşünce ve beklentilerinin cevaplandırılmasına bu ayette de devam edilmiş, “elçi doğaüstü bir kişi olmalı, çeşitli mucizeler göstermeli” şeklindeki müşrik iddialarına karşı, peygamberimizden “melek olmadığını, gaybı bilmediğini ve Allah’ın hazinelerinin kendi yanında olmadığını” söylemesi istenmiştir.
Bu ayette peygamberimize söylettirilen sözlerin bir benzeri Nuh peygambere de söylettirilmiştir:

Ve ant olsun ki, Nuh’u da kavmine elçi olarak gönderdik: “Gerçekten ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah’tan başkasına ibadet etmeyiniz! Ben, sizin hakkınızda acı bir günün azabından korkarım.”
Buna karşılık, kavminin küfretmiş olanlarının ileri gelenleri: “Biz seni sadece bizim gibi bir beşer [sıradan bir insan] olarak görüyoruz. Sana sığ görüşlü aşağı tabakalarımızdan [ayak takımımızdan] başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizim aleyhimize bir fazlalığınızı da görmüyoruz. Bilakis biz sizi yalancılar sanıyoruz” dediler.
O [Nuh] dedi ki: “Ey kavmim! Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü], ben Rabbimden apaçık bir delil üzere isem ve O, bana kendi tarafından bir rahmet bahşetmiş de bu size saklı tutulmuşsa?! -Biz, siz ondan hoşlanmadığınız hâlde sizi ona zorlar mıyız?”-
Ve “Ey kavmim! Ben sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah’a aittir. Ve ben iman edenleri kovacak değilim. Onlar elbette Rabblerine kavuşacaklar. Velâkin ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum.”
Ve “Ey kavmim, ben onları kovarsam, Allah’a karşı bana kim yardım edecek? Peki siz hiç düşünmez misiniz?”
Ve ben size ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ve ben gaybı bilmem. Ben size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. O sizin kendinize göre, hor gördükleriniz hakkında ‘Allah onlara hiçbir hayır vermez’ de demiyorum. Allah, onların içlerindekini, en iyi bilendir. İşte asıl o zaman ben kesinlikle zalimlerden olurum.” (Hud/25-31)

Konumuz olan ayette “Allah`ın hazineleri” ile ilgili sözler peygamberimize durup durur*ken söylettirilmemiştir. Müşrikler peygamberimizden öyle şeyler istemişlerdir ki, bunlar ancak Allah’ın kudretiyle yapılabilecek şeylerdir:

Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin, yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar, asla inanmayız.” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan münezzehtir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!” (İsra/90-93)

Ve onlar dediler ki: “Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?” De ki: “Şüphesiz ki Allah, bir mucize indirmeye kadirdir, fakat onların çoğu bilmezler.” (En`âm/37)

Peygamberimize Allah’ın hazinelerinin kendi yanında olmadığı işte bu istekler üzerine söylettirilmiştir. Bu sözler, müşriklerin yanlış isteklerde bulunduklarını ifade eden sözlerdir.
Daha önce Musa peygamber de benzer taleplerle karşılaşmıştır:

Hani bir zamanlar da “Ey Musa biz Allah’ı açıkça görmedikçe senin sözünle asla inanmayacağız” demiştiniz de bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpıvermişti. (Bakara/55)

Ve hani bir zamanlar Musa, kavmi için su istemişti. Biz de “Asanla taşa vur!” demiştik, bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmıştı. Her kısım insan kendi su alacağı yeri iyice bildi. -Allah’ın rızkından yiyin ve için de bozgunculuk yaparak yeryüzünü fesada vermeyin.-

Ve hani bir zamanlar “Ey Musa, biz tek çeşit yemeğe asla katlanamayacağız, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” demiştiniz. O [Musa] da size “O üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya inin o vakit istediğiniz elbette olacaktır” demişti. Ve üzerlerine zillet ve meskenet damgası vuruldu ve nihayet Allah’tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, Allah`ın ayetlerini inkâr etmiş olmaları, peygamberleri haksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir. (Bakara/60,61)

Peygamberimizin gaybı bilmediği A’raf Suresi’nde şöyle ifade edilmişti:

De ki: “Ben kendim için Allah`ın dilediğinden başka ne bir menfaat elde etmeye, ne de bir zararı önlemeye malik değilim. Ben eğer gaybi bilseydim, elbette ben hayırdan çoğaltmak isterdim. Ve bana hiçbir kötülük bulaşmamıştır. Ben ancak bir uyarıcı ve iman eden bir kavme müjdeleyenim.” (A’râf/188)

Peygamberimiz, “olağanüstü güçlerle donatıldığı” iddialarına hayatı boyunca karşı çıkmıştır. Ne yazık ki, Kur’an’ın diliyle de reddedilen bu iddiaların kökü kazınamamış ve bu konudaki uydurmalar günümüze kadar gelmiştir. Konuyu A’râf Suresi’nin sonuna eklediğimiz “Gayb Meselesi” başlıklı yazımızda ele aldığımızdan, detayın oradan okunmasını öneriyoruz. (Tebyînü’l-Kur’an; c: 3, s: 125-136)

Peygamberimize “Ben bir meleğim de demiyorum” dedirtilmesine sebep olan müşrik talepleri ve onlara verilen cevap, Furkan suresinde şöyle dile getirilmişti:

Ve onlar [inkâr etmiş olanlar]: “Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda yürüyor? Ona, bir melek indirilseydi ya! Böylece onunla beraber bir uyarıcı olur! Yahut kendisine bir hazine bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir bahçe olsaydı ya!” dediler. Bu zalimler “Siz, yalnızca büyülenmiş bir kişiye uyuyorsunuz” da dediler. (Furkan/7, 8)

Biz senden evvel de sadece, kesinlikle yemek yiyen, çarşılarda yürüyen elçilerden gönderdik. Ve Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınız için fitne kıldık. -Sabrediyor musunuz!- Ve senin Rabbin çok iyi görendir. Bize kavuşmayı ummayanlar da “Bizim üzerimize melekler indirilmeliydi.” ya da “Rabbimizi görmeli değil miydik?” dediler. Ant olsun ki, onlar kendi içlerinde büyüklüklerine inandılar ve büyük bir azgınlık yapmak suretiyle azgınlık ettiler [azgınlaştıkça azgınlaştılar]. Melekleri görecekleri gün; işte o gün, günahkârlara hiçbir müjde [sevinç haberi] yoktur. Ve onlar “Yasak edilmiştir, yasak!” derler.” (Furkan/20, 22)

Peygamberimize söylettirilen “Ben yalnızca bana vahyedilene uyuyorum” ifadesinden, elçinin kendisine gelen vahye uymak ve onu uygulamak zorunda olduğu anlaşılmaktadır. Bu husus başka ayetlerde de vurgulanmıştır:

Onlara bir ayet getirmediğin zaman da, “Kendin onu uyduruverseydin ya!” derler. De ki: “Ben ancak Rabbimden bana ne vahyolunuyorsa ona uyuyorum.” İşte bu [Kur’an], Rabbinizden gelen basiretlerdir [kalp gözünü açacak beyanlardır], iman eden bir kavim için bir kılavuz ve bir rahmettir. (A’raf/203)

Ve ayetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar; “Bundan başka bir Kur’an getir yahut bunu değiştir.” dediler. De ki: “Onu nefsimin [kendimin] öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım. (Yunus/15)

De ki: "Ben elçilerden ilk ortaya çıkan biri değilim. Ve ben, bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum. Ben sadece bana vahyedilene tabi oluyorum. Ve ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (Ahkaf/9)

Rabbimiz peygamberimizin din adına konuşurken ancak kendisine vahyedileni konuşabileceğini, başka bir söz söyleyemeyeceğini de bildirmiştir:

O, hevasından da konuşmuyor.
O, kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.
Ona, onu müthiş kuvvetleri olan öğretti. (Necm/3-5)


Eğer o [elçi; Muhammed] bazı sözleri Bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi,
kesinlikle ondan sağ elini koparırdık [tüm gücünü alırdık].
Sonra ondan can damarını mutlaka keserdik.
Sizin hiç biriniz ona siper de olamazdınız. (Hakkah/44-47)

Rabbimizin bu sözlerinden, peygamberimiz nasıl sadece Allah’ın indirdiği vahye uyuyor ve din adına sadece O’nun sözleriyle konuşabiliyorsa, peygamberimizin yolundan gidenlerin de aynen onun gibi yalnız Kur’an’a uymalarının gerekli olduğu ortaya çıkmaktadır. Nitekim peygamberimizin ve ona uyanların sadece vahye [Allah’ın indirdiğine] uymasını emreden, işaret eden, aşağıdakiler gibi onlarca ayet vardır.

De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin olan, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah`ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde doğru yolu bulmanız için Allah`a ve O`nun sözlerine iman eden, Ümmî Peygamber olan Elçisi`ne iman edin ve ona uyun.” (A`râf/158)

De ki: “Eğer siz Allah`ı seviyorsanız o zaman bana uyun. Allah sizi sevsin ve günahlarınızı sizin için bağışlasın.” Ve Allah Gafur’dur, Rahîm’dir. (Âl-i Imran/31)

Ve onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun.” dendiği vakit, “Aksine biz, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız.” dediler. Ataları bir şeye akıl erdirmez ve doğru yolu bulmaz idiyseler de mi? (Bakara/170)

Muhakkak size Rabbinizden basiretler geldi. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de körlük ederse zararı kendisinedir. Ben sizin üzerinize bir bekçi değilim! (En`âm/104)

Ve onlara, “Allah`ın indirdiğine tabi olun!” dendiği zaman, “Aksine, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.” dediler. Ya şeytan onları cehennemin azabına çağırıyor idiyse! (Lokman/21)

51 - Ve Rabblerinin huzurunda haşr edileceklerinden korkanları, takvalı davranmaları için onunla [sana vahyedilenle] uyar. Onların O’nun astlarından Yakın Kimseleri ve şefaatçileri yoktur.
52 - Ve Allah’ın rızasını dileyerek sabah akşam Rabblerine dua eden kimseleri kovma. Onların hesabından sana hiçbir şey [sorumluluk] yoktur, senin hesabından da onlara hiçbir şey yoktur. Ki onları kovup da zalimlerden olasın!

Bu ayetlerde, peygamberimize, uyarıcılık görevini ne ile ve nasıl yapması gerektiği bildirilmektedir.
51. ayette ve daha pek çok ayette bildirildiğine göre, uyarıcılık görevi Kur’an ile yapılmalıdır. Bu sebeple günümüzde de uyarıcılık görevi üstlenenler uyarılarını sadece Kur’an ile yapmalıdırlar.

Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onunla [Furkan ile] onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihat yap! (Furkan/52)

Ve dinlerini oyun ve eğlence edinmiş / oyun ve eğlenceyi kendilerine din edinmiş, dünya hayatı kendilerini aldatmış olan kimseleri bırak. Ve onunla [Kur’an ile] hatırlat / öğüt ver. Bir kişi, kendi elinin üretip kazandığıyla helake düşerse onun, Allah’ın astlarından bir Veliy [Yakın Kimse] ve şefaatçi söz konusu olmaz. Her türlü dengi denkleştirse de [suçuna karşı her türlü bedeli ödemeyi istese de] ondan alınmaz. İşte bunlar, kazandıkları ile helake düşen kimselerdir. Nankörlük ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır. (En’am/70)

Biz onların söylediklerini daha iyi biliriz. Ve sen onların üzerinde zorlayıcı değilsin. O hâlde sen, benim tehdidimden korkan kimselere Kur’an ile öğüt ver. (Kaf/45)

Rabblerine dua eden kimseleri kovma!

Bu talimattan anlaşıldığına göre, Mekkeli müşrik kodamanlar fakirlerle bir arada olmaya tenezzül etmemişler ve peygamberimizden çevresindeki inançlı garibanları kovmasını istemişlerdir. Abese suresinin ilk ayetlerinde bildirildiği gibi, peygamberimiz, eğer bu isteği yerine getirirse o kodamanların iman edebilecekleri düşüncesiyle hareket etmiş, ancak bu davranışı Rabbimizden onay almamıştır.
Genellikle insanları yaptıkları işlere veya zenginliklerine göre değerlendirmek şeklinde tezahür eden gayriahlakî sosyal statü anlayışı, insanlık tarihine aslında çok eski tarihlerde girmiştir. Hatırlanacak olursa, Nuh peygamberin kavmi de ondan aynı talepte bulunmuştu:

Buna karşılık, kavminin küfretmiş olanlarının ileri gelenleri: “Biz seni sadece bizim gibi bir beşer [sıradan bir insan] olarak görüyoruz. Sana sığ görüşlü aşağı tabakalarımızdan [ayak takımımızdan] başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizim aleyhimize bir fazlalığınızı da görmüyoruz. Bilakis biz sizi yalancılar sanıyoruz” dediler. (Hud/27)

Onlar: “Sana çok düşük kimseler uyarken, biz sana inanır mıyız?” dediler.
O [Nuh] dedi ki: “Onların yaptıklarına dair bir bilgim yoktur. Onların hesabı ancak Rabbime aittir. Eğer düşünürseniz! Ve ben iman edenleri kovucu değilim. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” (Şuara/111-115)
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla