Tekil Mesaj gösterimi
Alt 12. June 2011, 09:46 PM   #20
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

H) ÇEŞİTLİ ALIŞKANLIKLAR, İBADETLER, DÜŞÜNCELER:
Bu konuda Kur'an'dan delillere dayandığımız kadarıyla Risalet öncesi dönem ve çevrenin, dini bir nitelik taşıyan ayinlerini, adet¬lerini, geleneklerini, düşüncelerini ve kuruntularını araştırmaya ça¬lışacağız. Kur'an'm dinler ve inançlar konusundaki açıklamasını ve tablosunu tamamlamak amacıyla geçen konularda ele alınmayan noktaları inceleyeceğiz.
1. Güneş'e, Ay'a, Yıldızlara ve Ateşe Tapma:
Dinler ve inançlar konusunda başlıca önemli konulardan biri ola¬rak bilinen, Arapların yıldızlara ve ateşe tapmalarını inceleyeceğiz. Bu konuyu buraya aldık, çünkü konu, tek başına işlenebilecek kap-samlılıkta değildi.
Kur'an'da Güneş'e ve Ay'a secde etmeyi yasaklayan bir takım ayetler vardır. Şöyle ki:
«Gece ve gündüz, Güneş ve Ay Allah'ın ayetlerindendir. Güneş'e de Ay'a da secde etmeyin, onları yaratan Allah'a secde edin. Eğer O'nu kulluk ediyorsanız...» (Fussilet, 37).
Hac Sûresinin bir ayetinde diğer dinlerle birlikte Mecusilikten de söz edilmiştir. Şöyle ki:
«Doğrusu inananlar, Yahudiler, Sabiîler, Hıristiyanlar, Mecusi-ler, Müşrikler arasında kıyamet günü Allah kesin hüküm verecek¬tir. Doğrusu Allah herşeye şahiddir.» (Hac, 17).
Bu ayetlere bağlı olarak, Arapların ya da onlardan bir grubun, gök cisimleri ve doğal cisimlere tapmaları sadedinde, özellikle bu ko¬nuda peygamber asrı ve çevresinin ne durumda olduğunu araştır¬mak gerekir.
Bnrada dikkat çeken bir nokta Fussilet ayetlerinin, diğer ümmet¬lerin kıssaları sadedinde değil, İslam'a davet, Allah'ın ululuğuna dik¬kat çekme ve bu arada yakın muhataba hitab etme sadedinde gel¬miş olmalarıdır. Ayrıca ayet, Mekkî'dir. Özellikle de Peygamber (s.)'in özel çevresini, Kur'an'ı duyan ve O'nunla muhatab kılınan aha¬liyi hedef almaktadır.
Dikkat çeken başka bir nokta da Kureyş'in "Abdu Şems" (Güne¬şin Kulu) adını kullanmasıdır. Bu isim, kesinlik ifade edebilecek mü-tevatir kaynaklarda belirtildiğine göre, Beni Ümeyye'nin ataların¬dan birinin adıdır. Pek tabii olarak, yalnız bu adam bu ismi taşımı¬yordu. Biyografi kitaplarında42 ve başka yerlerdeki kayıtlara göre
42 Usdu'1-Gâbe, III, 97-111 438
bu ismi taşıyan başkaları da vardı. Öyleyse anlamsız bir isim olma¬sı doğru olmayan bu isimlendirme nereden kaynaklanıyordu?
Biz burada bu soruya olumlu ya da olumsuz olarak yeterli bir ce¬vap veremiyoruz. Özellikle de biz, Peygamber çevresinde Güneşe, Aya tapıldığını gösteren herhangi bir rivayete rastlayabilmiş deği¬liz. Şunu söyleyebiliriz: Kur'an'da bu iki varlığa secde etmeyi yasak¬layan bir ayetin bulunması ve buradan emir kipi ile sözün yakın mu¬hataba yöneltilmiş olması Peygamber çevresinin de bu alanda ilk mu-hatablar konumunda bulunması ve bu çevrede "Abdu Şems" isminin de yaygın halde bulunması boşuna değildir. Bu nedenle biz bu çev¬re halkının gönlünde, Güneşe ve Aya karşı bir çeşit kutsama ve kor¬ku bulunduğuna eğilim duyuyoruz. Onların, bu iki varlığa tapma amacıyla bir takım ayinler, merasimler düzenlemiş olmaları da ih¬timal kapsamına girer.
Bu çevrenin dışına çıktığımızda, konuyla ilgili bir takım metin¬ler ve rivayetlerle karşılaşırız. Peygamberlikten öncekilere oranla eski ve yeni duruma daha açık ve güçlü bir biçimde ışık tutan bir üs-lubla meselenin ele alındığını görürüz.
Eskisi ile ilgili olarak Kur'an'da Sebe'den söz eden, onların kra¬liçesi Belkıs döneminden haber veren bir ayet vardır. Burada deni¬liyor ki:
«... Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp, Güneş'e secde ettiklerini gördüm...» (Nemi, 24).
Ayet eski zamanlarda, Sebe' ülkesinde gerçekten Güneş'e ta-pildığını belirtmektedir. Peygamber asrı ve çevresinin, Yarımada ahalisi ve başkalarıyla ilgili olarak dilden dile naklettikleri haber¬ler arasında bu olayı da naklettiklerinden kuşku duymuyoruz.
Yenisi ile ilgili olarak da îbn Sa'd Tabakat'inda, Kinane'nin Ay'a taptığını, Teym'in Debrân Yıldızına taptığını, Kelb'in ise Şî'râ (Sirius) Yıldızına taptığını kaydetmiştir. Kur'an'da bir ayette,'bu son yıldıza işaret edilmiştir:
«Ve O aynı zaman da Şi'râ yıldızının da Rabbıdır...» (Necm, 49).
Burada bu yıldızın, Fussilet ayetinde de Güneş ve Ay'ın bir ara¬da özellikle zikredilmesi, ayetlerin İhtiva ettiği şekilde Allah'ın ya¬rattıklarından bazılarına tapma ile ilgili olmaları uzak sayılmaz. Irak'da yıldızlara tapanların bulunduğunu bildiren pek çok müte-vatir haberler vardır. Ve onların kalıntıları hâlâ orada bulunmak¬ta ve kendilerine "Subbe" adı verilmektedir. Onların Arap oldu¬ğundan kuşkulu olsak da inançları böyledir. Netice olarak bizim ter¬cihimize göre ayette sözü edilen secdeler ve rivayet edilen tapınma,
439
şirk içerikli tapınma türümdendir.
Bilindiği haliyle ve mütevatir nakillere göre ateşperestlik olan Mecusiliğe gelince, Kur'an çerçevesinde bununla ilgili bir şey söy¬lemek mümkün değildir. Yalnız bu, Peygamber asrında ve çevresin¬de bilinen dinlerden, biriydi, a önce naklettiğimiz Hac ayeti dışında, Kur'an'd onunla ilgili açık ya da kapalı bir metin yoktur. Bunun o dönemde, îran bölgesinde resmi din olduğu bilinmektedir. Yarıma¬danın ve Hicaz'ın değişik bölgelerinden olan Araplar ve ticaret ker¬vanlarının buraya gidip-geldikleri de malumdur. Sonra Yemen böl¬gesi hükümdarları da -Peygamber asrında- İran'lıydı. Buna bağlı ola¬rak bu dindarlığın Peygamber asrında ve çevresinde bilinmesi ge-rekmektedir. Mecusiliğin Arapça bir kökeni yoktur. Bu da onun Arapçalaştırilan bir kavram olduğunu ve sözü edilen dindarlığı gösterdiğini tercih etmemize neden olmaktadır.
Kur'an'm bu konuda susmuş olması, tabiatı ile, Arap çevreler için¬de, özellikle Peygamber çevresinde bu dindarlığın ne ölçüde yaygın olduğunu bir ölçüde ifade etmektedir. Yalnız bu çerçeveyi aşarsak, meselenin daha ilerisine varabiliriz. Buna bağlı olarak denebilir ki: Yemen ülkeleriyle savaşıp, Risalet Öncesi dönemde orada egemen¬lik kuran, oraya hükmeden İranlıların varlığı kesinlik kazanmış bir olgudur. Orada kendi ulusal ibadet biçimlerini kurmuş olmaları, inançlarına paralel bir sistem kurmuş bulunmaları, insanları ona bağlamaya çalışmaları, bazı Arapların da onlara uymuş olmaları ve bunu onlardan İktibas etmeleri, mantıklı ve ihtimal dahilindedir43. Aynı şekilde Irak vatandaşı ve Basra körfezi sahillerinde yerleşmiş bulunan Araplardan bazılarının, bu çevrelerde nüfuz ve otorite sa¬hibi bulunan İranlılardan ateşperestliği, iktibas etmeleri de ihtimal dahilinde ve makul bir görüştür. Güvenilir bazı kaynaklarda belir¬tildiğine göre. Hicr, Bahreyn ve Amman'da yaşayan Arap kabilele¬ri Mecusi idiler. Ve fetihlerle görevli komutanlar, onlardan cizye al¬mayı kabul etmiş ve onları kendi dinleri üzere bırakmışlardır. Hat¬ta bunun Peygamber'in hayatındaki uygulamaların bir benzeri ol-duğu da ifade edilmiştir.
İbn Hişam, Yemen'de Yahudiliğin bazı hahamlar vasıtasıyla yayılmasıyla ilgili olarak bir rivayet kaydetmiştir. Buna göre Ye¬men'de bir mağara vardı. Buradan zaman zaman korkunç mavi bir alev çıkıyordu. Büyük bir gürültüsü vardı. İnsanlar birbirleriyle an-
43 İbn Sâd, Tabakatu'i-Umem'de, Yemen'dekİ bazı Hımyer kabilelerinin ateşe tap¬tıklarını kaydetmiştir.
440
laşamadıkları zaman mahkeme olmak için bu mağaranın yanma gi¬diyorlardı. Eğer bu rivayet sağhklıysa, orada bazı Yemenlilerin olağanüstü bir olay olarak gördüğü, kendisinden korkup, onu tan¬rıların bir sembolü olarak kabul ettiği bu doğal olayı Tanrılaştirmış olmaları uzak bir ihtimal değildir.
2. Risalet Öncesi Araplarda İbadetler:
A- Salât (Namaz):
Bu bölümün konularının çoğunda, müşriklerin kendi ortak koş¬tukları tanrılarına ibadet ettiklerine ve onlara karşı kullukla ilgi¬li görevlerini yerine getirdiklerine değinilmişti. Burada söz konusu olabilecek soru, Arapların bu ibadetleri hangi şekil ve biçimde ye¬rine getirdikleri ile ilgili olacaktır.
Dindar olan kesimlerin ibadet biçimlerinin en açık görünüşü "Namaz"dır. Namaz/Salat kavramı Kur'an'da da çokça kullanılmış¬tır. Bu ayetler Müslümanların Allah'a karşı kulluk görevlerini ye¬rine getirmelerinin gerekliliği sadedinde kaydedilmiştir. Aşağıda¬ki ayetler bununla ilgili misallerdir:
1 Namazlara ve orta namazlara devam edin, gönülden boyun eğerek Al-
lah için namaza durun. (Bakara, 238).
2 Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta, oturarak ve uzanarak Allah'ı anın;
güvene kavuştunuz mu namazı (tam) kılın. Çünkü namaz mü'min-lere vakitli olarak farz kılınmıştır. (Nisa, 103).
3 Bunlaı namaz kılan zekât veren ve ahirete de kesin olarak inanan
mü'minlere doğruluk rehberi ve müjdedir. (Nemi, 2-3). Aynı kavram, peygamberlerin ve Ehl-i Kitab'm kulluklarına işaret etme sadedinde de kullanılmıştır:
1 Hakkı batıla karıştırmayın ve bile bile hakkı gizlemeyin. Namazı kı-
lın, zekâtı verin rükû edenlerle birlikte rükû edin. (Bakara, 42-43).
2 Zekeriyya, mabedde durmuş namaz kılarken melekler ona: "Allah sa-
na, Yahya'yı müjdeler"... (Al-i İmran, 39).
3 "Rabbim! Beni ve çocuklarımı namaz kılanlardan eyle, Rabbim! Du-
amı kabul buyur". (îbrahim, 40).
Bu kavramın, Allah'a namaz kılmayan kâfir Arap müşriklerinin eleştirilme siyle ilgili konularda da kullanıldığını görmekteyiz:
1 Onlar der ki: "Namaz kılanlardan değildik. Düşkün kimseyi doyurmu-
yorduk." (Müddesir, 43-44).
2 Ne doğruladı ne de namaz kıldı. Fakat yalanladı, döndü... (Kıyame, 31-32).
441
Ayrıca müşriklerin, Kâ'be'nin yanında namaz kıldıklarına işaret eden ayetler de vardır:
"Onların Beyt (Kâbe)nin yanındaki Salatlan da ıslık çalmadan ve el çırpmadan başka bir şey değildir..." (Enfal, 35).
Müfessirler ayette geçen "mukâen" sözcüğünün ıslık çalma, "Tasdiye"nin ise alkışlama olduğunu belirtmişlerdir.
Enfal ve diğer ayetlerden hareketle, netice olarak diyebiliriz ki:
a) Salat kavramı, peygamberlikten önce kulluk ya da dini bir ayi¬ni ifade etmek için kullanılıyordu. Bazılarının belirttiği gibi, yalnız dua anlamını ifade etmiyordu. Daha sonra bu kavram, İslam'da müslümanlarm günlük olarak yaptığı, bilinen şekilleri olan iba¬det için özel bir biçimde kullanılmaya başlandı. "Salat" kavramının Kur'an'da çokça kullanılması ve hep kulluk görevlerinin yerine ge¬tirilmesi şeklini ifade etmeyi amaçlaması, özellikle peygamberlik¬ten önceki ibadet biçimim yani peygamberlerin-ve Ehli Kitabın iba¬detleri sadedinde ve müşriklerle ilgili ayetlerde kullanılmış olma¬sı, bunu gösteren en kesin delildir. Bununla beraber kavramın as-lında, geniş anlamıyla, ya da vermek istediği anlamlar içinde dua, rahmet, bereket anlamlarını da taşıdığını reddetmemek gerekir. Özellikle Kur'an'da, bu anlamda da kullanılmıştır. Şu ayetler bunun örnekleridir:
1 Rablerinın bağışlama ve rahmeti (salatı) onlaradır... (Bakara, 157).
2 Bedevilerden, Allah'a ve ahıret gününe manan, sarfettiğini Allah ka-
tında ibadet ve peygamberin duasına (salatma) nail olmağa vesile sa¬yanlar da vardır... (Tevbe, 99).
3 Şüphesiz Allah ve melekleri peygamber'e salat ederler. Ey inananlar!
Siz de ona salat edin, O'na esenlik dileyin. (Ahzab, 56).
b) Araplar, Kâ'be yanında ve başka yerlerde tanrılarına, belli şe¬killeri bulunan ibadetler yapıyorlardı. Ve onların bu ibadetleri "Sa¬lat" adını alıyordu.
Enfal, 35. ayeti, onların, Beyt yanındaki namazlarını ıslık çalma ve el çırpmadan başka bir şey olmadığın bildirmiştir. Buna bağlı ola¬rak alkışlama ve ıslak çalmanın, onların geleneksel ayinlerini oluş¬turan namazlarının iki hareketi ve sesi olduğunu belirtmek doğru olacaktır. Bununla beraber şu noktaya da dikkat çekmeliyiz ki; tef-sircilerin, bu iki kavramı ıslık çalma ve alkışlama olarak açıklamış olmalarına rağmen, onların içeriklerini ve gerçek mahiyetini kesin biçimde belirtme konusunda bir açıklık getiremiyoruz.
Genel olarak yaptıkları ibadetin biçim ve şekli buydu. Kullukla
442
ilgili şekil ve hareketler açısından ise, bilindiği gibi, namazın üstün nitelikli hareketleri ve durumları vardır. Bunlar; "Kıyam", "Rükû" ve "Sucûd"tur. Namaz ve Allah'a tapınma sadedinde bu son iki kav¬ram ve onlardan türetilen sözcükler Kur'an'da pek çok ayette geç¬mektedir:
1 İbrahim ve İsmail'e- "Tavaf edenler, ibadete çekilenler, Rüku ve sec-
de edenler için Ev'imi temizleyin" diye emretmiştik. (Bakara, 125).
2 "Ey Meryem! Rabbİne gönülden boyun eğ, secde et, rükû edenlerle bir-
likte rükû et". (Al-İ îmran, 43).
3 De ki. "Kut'an'a İster İnanın, İster inanmayın. O'ndan önceki bilgin-
lere O okunduğu zaman, çeneleri üzerine secdeye varırlar". (İsra, 107).
4 Ey inananlar! Rükû edins secdeye varın. Rabbinize kulluk edin, iyilik
yapın ki saadete ensesiniz. (Hac, 77)
5 Gece, gündüz, Güneş ve Ay Allah'ın ayetlerindendir. Güneş'e ve
Ay'a secde etmeyin; onları yaratana secde edin... (Fussilet, 37).
6 Onlara "Rükû edin" denildiğinde rükû etmezler. (Mürselat, 48). "Kıyam" durumu da bir dizi ayetde anlatılmıştır. Şu misallerde
görüldüğü gibi, bu ayetler Sucûd ve Rükû ayetlerinden daha azdır:
1 Sen de içlerinde bulunup onlara namaz ikame ettiğin zaman... (Nisa, 102).
2 "Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, orada kıyama duranlar,
rükû edenler ve secdeye varanlar içm Ev'imi temiz tut" diye İbra¬him'i Kâ'be'nin yanma yerleştirmiştik. (Hac, 26).
Kıyam durumu ile ilgili az ayet nakletmemizin nedeni; bu kıyam¬dan kastımızın namazın rükünlerinden biri olan kıyam oluşundan-dır. Yoksa namazı ikame etmekle ilgili emirler, namazı emreden yer¬lerin çoğu ile birlikte gelmektedir. Ancak buradaki ikame, namazın Özel bir hareketini göstermekten ziyade, hemen namaza kalkmayı ve namaza girmeyi ifade etmektedir.
Burada dikkat çekilmesi gereken bir nokta da, kıyam, rükû ve su¬cûd gibi namaz rükünlerinin söz konusu edildiği ayetlerin hepsi, Müslümanlara namazın rükünlerini emreden ayetler değildir. Bun¬lardan bazılarım peygamberlikten Önceki dönemle bir takım ilişki¬leri de vardır. Bu ayetlerin bir kısmı Allah'ın İbrahim'e Beytul-lah'ı, kıyam eden, rüku ve sucud edenlere hazırlamasını emretme-siyle, bir kısmı da Yahudilerle ya da müşriklerle ilgilidir. Bu her üç hareket de Hac ayetinde birlikte kaydedilmiştir. Buradan anlaşıl¬dığına göre, Kıyam, Rükû ve Sucûd Kâ'be'de ya da Kâ'be avlusun¬da, kulluk ve ibadet amacıyla yapılan hareketlerdi. Daha doğrusu bunlar, yine aynı ayette sözü edilen Tavaf gibi, ibadet amaçlı gele-
443
neklerdi. Buna ilave olarak, bu üç kavramın toplumun diliyle inen Kur'an'm inişinden önce, dinleyenler tarafından içerik olarak anla¬şılan kavramlar olması gerekmektedir.
Yine buna bağlı olarak bu üç hareketin, tapınmanın görünümle¬ri ve namazın hareketleri olarak Peygamberlikten önce de Arapla¬ra yabancı olmadığı kesinlik kazanmakta ve onların bu eylemleri Kâ'be yanında uyguladıkları açıklığa kavuşmaktadır. Daha önceki bir ilgisinden dolayı, İbrahim'in dini üzere ibadet eden muvahhid-lerden biri olan Zeyd b. Amr b. Nufeyl'in Kâ'be Önünde secde ettiği¬ni belirten bir rivayet kaydetmiştik. Sonra Sucûd ve Rükû halleri¬ne değinilen bazı sûre ve ayetlerin mekke döneminin ilk zamanla-rında indiklerine de özellikle dikkat çekmek gerekir. Bu da yukarı¬daki yaklaşımı desteklemektedir.
Bunun yanında Kur'an'da, Arapların İslam'dan önce ibadet ey¬lemlerinden önce abdest, pislikleri temizleme gibi bir takım temiz¬lenme hazırlıkları yaptıklarını bildiren bir şey yoktur. Sonra bunun¬la ilgili bir açıklığa yer veren herhangi bir rivayete de rastlayama-dık. Onun için bu konuya ayrı bir bölüm ayırma gereğini duymadık.
B- Oruç (Siyam):
Bu kavramın anlamı ile ilgili olarak kaydedilen anlamlardan bi¬ri "vazgeçmek", "terketmektir". Bu sözcük, ıstılah anlamında, İsla-mi yasamada, ibadet amacıyla yapılan terkedişler için kullanıl¬maktadır. Yalnız Kur'an'da, onu farz kılan ayet, Kur'an'ın inişinden önce bunun anlaşılan bir kavram olduğunu göstermektedir. Gelecek ayette görüldüğü gibi, Ehl-i Kitap dini bir ibadet olarak bir çeştî oruç tutuyorlardı.
"Ey inananlar, sözden öncekilere yazıldığı gibi, korunmanız için sizin üzerinize de oruç yazıldı (farz kılındı)." (Bakara, 183).
Arapların bu ibadete bu ismi vermeleri, Ehl-i Kitab'm onu uygu¬ladıklarını bilmelerinden, görmelerinden kaynaklanmış olabilir.
Burada söz konusu mesele, Arapların Risalet öncesinde, ibadet kastıyla oruç tutup tutmadıkları meselesidir. Bu konuya Kur'an çer¬çevesinde olumlu ya da olumsuz bir açıklama getirmek mümkün de¬ğildir. Çünkü burada durum namaz ve namaz halleri gibi değildir. Yardımcı olabilecek bir açıklama yoktur. Kur'an'm çerçevesini aş-tığımızda onların bir takım oruçlar tuttuklarını bildiren rivayetler vardır. Nitekim Hâzîn; Aişe (r)'den bir hadis rivayet etmiştir ki özeti şöyledir: "Kureyş, Cahiliye döneminde Aşura, yani Muhar-rem'in onuncu günü oruç.tutuyordu. Bu aynı zamanda Kâ'be örtü¬sünün de yenilendiği gündü. Peygamberlikten önce Resulullah da o
444
gün oruç tutardı."
Bu rivayette orucun mahiyeti hakkında herhangi aydınlatıcı bir husus yoktur. Fakat müfessirler aşağıdaki ayetin tefsirinde bir takım görüşler ileri sürmüşlerdir. Ayet:
«Oruç tuttuğunuz günlerin gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız size helâl kılındı, onlar sizin örtünüz siz de onların örtülerisiniz. Al¬lah, nefsinize güvenemeyeceğinizi biliyordu, bu sebeple tevbenizi ka¬bul edip sizi affetti.» (Bakara, 187).
Bu ayet, ilk oruç ayetlerinden bir süre sonra inmiştir. Bu sıra¬da müslümanlar, gece yeme içmelerinden yatsı namazına ve yatın-caya kadar yararlanabiliyorlardı. Bundan sonra oruç haline geçiyor¬lardı. İsterse daha tanyeri ağarmış olmasın. Onlardan bazıları bu¬na aykırı hareket ederek hanımlarıyla buluşuyorlardı. Durum Pey-gamber'e bildirilince bunu hoş karşılamamıştı. Çok geçmeden ayet geldi ve durumu hafifletti... Ayetin muhtevası ve müfessirlerin ri¬vayet ettiklerinden hareketle şöyle diyebiliriz: Rasul, oruç ve iftar durumunu kendi içtihadı ile belirtmişti. Daha sonra ayet başka bir sınırlama koyarak durumu kati bir hale soktu. Yahudilerin, oruç, tut¬tuklarında çoğu zaman yirmi dört saat boyunca oruç tuttukları da bilinmektedir. Peygamber (s.)'in ve günahlardan sakınanların, pey¬gamberlikten önce oruç tuttuklarında, bu sınırlar dahilinde oruç tut¬tukları olasılığı da vardır. Bu sınırlandırma İslam'da Ramazan orucu farz kılındığında da bir takım tadilatla kabul edilmişti. Ne¬tice olarak ayet gelmiş, bu uygulamayı yeniden düzenlemiş ve tan yerinin ağarmasından, güneşin batışına kadarki zaman dilimi içi¬ne sığdırmıştır.
C- İ'tikaf (İbadete Çekilme)
Bu konu iki meseleyi kapsamaktadır. Genel olarak Kâ'be yanın¬da i'tikâf, ikinci Ramazan ayında İ'tikâf. Birincisiyle ilgili olarak kı¬yam eden, rükû ve sucûdta bulunanlarla beraber kaydedilen "Aki-fûn" kavramının geçtiği Bakara, 125. ayetini az önce nakletmiştik. "Ukûf kavramı genel anlamda istikrara kavuşma, ikamet etme anlamına gelir ve hassaten de aşağıdaki ayette bu anlamda kulla¬nılmıştır.
"...Onu, gerek orda ikamet edenler, gerekse dışarıdan gelen in¬sanlar için ibadet yeri yaptığımız..." (Hac, 25).
Bakara ayetinde sözü edilen i'tikaf, ibadete delalet eden tavaf, secde ve rükû ile birlikte kullanılmıştır. Bu nedenle buradaki i'tikâf kavramında, ibadet anlamında bir mana olduğu tercih edilebilir. Za¬ten ayetin özünün ilham ettiği de budur.- Buna bağlı olarak, ibadet niyeti ile yapılan i'tikâf in Kabe ibadetleri ve ziyaretlerinden ya
445
da O'na saygı gösterme hallerinden, onun yanında kulluk etmenin tezahürlerinden biri olarak kabul edildiği anlaşılmaktadır.
Buhari tarafından rivayet edilen bir hadisin özeti şöyledir; Ömer b. Hattab, Peygamber'e, cahiliye döneminde Kâ'be'de bir gün i'tikaf yapmayı adadığını söylemişti. Peygamber de onu adağını yerine getirmeye teşvik etti. Bu haber ayetten yaptığımız çıkarımın doğru¬luğunu pekiştirdiği gibi, peygamber çevresi ve asrında yaşayan Arapların bu tür bir ibadeti ya da ruhsal arınmayı peygamberlikten Önce de yaptıklarını açığa çıkarmaktadır.
İkinci çeşit i'tikâf a gelince bu da, İslami orucun yasallaştığı sı¬rada, Kur'an'da kaydedilmiştir. Bakara ayetinde bunu görüyoruz:
"...Mescidlerde i'tikafa çekilmiş iken kadınlara yaklaşmayın..." (Bakara, 187).
Peygamber döneminden bu yana tevatürle gelen haberlere göre Peygamber ve bazı arkadaşları Ramazan'da bir kaç gün mescide ka¬panıyor ve oradan zorunlu haller dışında çikmıyorlardı. Daha son¬ra i'tikâf günahlardan titizlikle sakınanların Ramazan'da uygula¬dığı bir sünnet haline dönüştü.
Biz bu meseleyi peygamberlik öncesiyle hiçbir ilişkisi olmadığı halde açıkladık. Amacımız bu açıklama ile kesinlik kazanacak de¬recede mütevatir olan rivayeti birleştirmektir.44 Peygamber, (s) Peygamberlik öncesinde Ramazan ayında Hira mağarasında i'tikafa Çekiliyordu. Kur'an'ın Rabbani vahiy olarak kendisine inmeye baş¬laması yine bu i'tikâf sırasında gerçekleşti. Kur'an'ın ilk defa Rama¬zan ayanda Peygamber'e indiği şu ayette belirtilmektedir:
"Ramazan ayı; ki İnsanlara yol gösterici, hidayeti, doğruyu ve yan¬lışı birbirinden ayirdedip açıklayıcı olarak Kur'an o ayda indirilmiş¬tir..." (Bakara, 185).
Yine bu açıklamayı başka bir rivayetle beraber değerlendirmek istiyoruz: "Kureyş'İn bazı günahlardan sakınanları, bu ayın birkaç gününde i'tikafa giriyorlardı." Bu iki yaklaşım, i'tikâf m peygamber¬likten önce peygamber çevresinde, Ramazan ayında dini bir ibadet ya da ruhsal bir riyazat olarak uygulandığını söylemeye yardımcı ola¬caktır.
Bunu söyledikten sonra, şunu da söylemek gerekir: Peygamber¬likten önceki dönemde Ramazan'ın dini bir özelliği vardı. Yalnız bu¬nun mahiyeti ve kapsamı bize kapalı kalmıştır. Kğer Ramazan'ın böy¬le dini bir niteliği olmasaydı Peygamber, Peygamberlikten önceki bu i'tikâf lan ve ruhsal riyazetleri için ramazan'ı seçmeyeceği gibi, Kureyş'İn günahtan titizlikle kaçınanları da ibadet ya da ruhsal ri-
44 Ihn Hışam. I, 224-225. İbn Sa'd, I, 177-178. 446
yazet amaçlı i'tikâf lan için Ramazan ayını seçmezlerdi. Ayrıca İs¬lâm açısından en büyük olayın, özellikle Ramazanda meydana ge¬lişi de tesadüfi olmasa gerek. Ramazan ayında Kur'an'ın ilk olarak Peygamber'e vahyedilmeye başlanması, peygamber (s.)'in Peygam¬berliğini ilan etmesi, sonra Ramazan'ın, oruç, zikir ve mescidlerde i'tikâf a çekilme ayı olarak seçilişi de rastlantı değildir.
D- Cuma Günü Toplantıları
Kur'an'da, bu toplantıların peygamberlik öncesi dönemde de varlığını göstren açık bir delil yoktur. Yalnız, günün adı, ayetin Cu¬ma namazına teşvik eden üslubu, ayetin inişinden önce bu namazın varlığı ve Cuma toplantılarının olduğunu bildiren rivayetler, bu konuya önem vermemizi ve araştırmamızı gerektirmiştir.
Cuma'nın Risaletten önce de bu güne ad olduğunda kuşku yok¬tur. Adından da anlaşılacağı gibi bugün, toplantı, toplanma ya da be¬raber olma günüydü. Gün bununla adlandırılınca ister istemez her¬hangi bir toplanma halini gösterir olmuştur. Rivayetler de pekişti¬riyor ki; Cuma günü "Arûbe" günü diye adlandırılıyordu. Kâb b. Lu-ey, bu günü, genel bir tolantı günü olarak belirlemişti. Ve günün adı¬nı Cuma günü diye değiştirmişti. Aynı şekilde Yesrib'liler de, Yahu¬dilerin Cumartesi, Hıristiyanların pazar günleri gibi bir günlerinin olmasını istemişler ve kendilerine cuma gününü seçmişlerdi. Günün böyle adlandırılmış olması ve bu günden amaçlanan hedef Yesrib çev¬resini aşar. Ayrıca bu iki rivayette, herhangi bir müdahale ya da mantık kuralları dışında bir şey olduğunu sanmıyoruz. Cuma günü toplantılarının ihmal edilip önemini yitirmeye başladığı gözlenmiş olabilir. Yesrib'liler Yahudilere ve Hıristiyanîara bakarak bu günün toplantılarını diriltmeye çalışmış olabilirler.
Cuma ayetlerinin üslubu, kuvvetle hatta kesinlikle gösteriyor ki, Cuma namazı bu ayetlerin inişinden önce de kılınıyordu. Nitekim bu, ayette rahatlıkla görülebilmektedir:
«Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağırıldığınız zaman Al¬lah'ı anmaya koşun; alım satımı bırakın; bilseniz, bu sizin için da¬ha iyidir. Namaz bitince yesyüzüne dağılın; Allah'ın lûtfundan rızık isteyin; Allah'ı çok anın ki saadete erişesiniz. Onlar bir kazanç ve¬ya bir eğlence gördüklerinde, seni ayakta bırakarak oraya yöneldi-ler. De ki: "Allah katında olan, eğlenceden de kazançtan da hayır¬lıdır. Allah rızık verenlerin en iyisidir"» (Cuma, 9-11).
Burada ayetler yeni bir yasama değildir. Yalnızca alış-verişi terketme, cuma namazına çağırıldığında hemen ona yönelmeye teş-
447
vik etme sadedindedir. Sonra, bir oyun ya da ticaret gördüklerinde peygamberi mescidde ayakta bırakanları eleştirme ile ilgilidir. Günlük namaz vakitleri beş tane olduğu halde burada namaz vak¬tinin belirlenmemiş olması da ayrı bir delildir. Bu da gösteriyor ki: Söz konusu edilen namaz bu günde kılındığı bilinen ve şöhret bulan namazdır. Tefsirciler rivayet ediyorlar ki: Cuma namazı için topla¬nanların çoğu, günün birinde bir ticaret kervanının geliş haberini ya da kafile sahibinin tef sesini duyduklarında dağılmış ya da mes-cidden dışarı çıkmışlardı. Peygamber'de buna öfkelenmiş ve şöyle de¬mişti: "Canımı elinde tutana yemin olsun ki, eğer siz hiç biriniz kal-mayıncaya kadar birbirinizi izlemiş olsaydınız, vadiden üzerinize ateş akardı." Siret rivayetlerinde belirtildiğine göre, Peygamber Mekke'den hicret edip geldiğinde, Beni Avf kabilesinin bulunduğu bölgede Cuma namazı kıldırmıştı. Medine'nin içine girmeden önce namaz vakti girmişti. Yine, Yesrib müslümanlarlnm liderlerinden biri olan Es'ad b. Zurare'nin hicretten Önce Yesrib'teki müslüman-lara Cuma namazı kıldırdığı da rivayet edilmektedir. Burada kul¬lanılan ifade "Kâne yucemmi'u" (topluyordu, Cuma kıldırıyordu) biçiminde nakledilmiştir. Sıralamaya göre Cuma Sûresinin inişi gerçekten çok sonradır. Bu da Peygamber'in ve müslümanların ayetlerin inişinden çok önce Cuma namazı kıldıklarını pekiştiren bir delildir. Buna bağlı olarak Peygamber'in Cuma namazına ve onun için müslümanları toplamaya önem verişinin, peygamberin hicretin¬den önce Yesribli müslümanların Cuma namazı kılışlarının, eski ve gerçekten hakimane bir adetin devamı ya da diriltilmesi olduğunu gösterir. Bu tür uygulamaların Kur'anî yasama ve Nebevi sünnet¬lerde nadir rastlanan bir eylem olmadığı bilinmektedir.
Peygamberlik öncesi bu toplanma günlerinde yapılan toplantı¬ların mahiyetine ışık tutacak bir bilgi elimizde yok. Yeni olarak uy¬gulamaya konan ve bu nedenle günün adının önem ve ilgi kazanma¬ya başladığı bu değişimle ilgili bir açıklamaya rastlayamadık. Yal¬nız biz bugün toplantıların dini bir nitelik taşıdığını, ibadete yöne¬lik yanları bulunduğu görüşünü tercih ediyoruz. Bu genel toplantı¬lara katılmayı sağlama, dini bir nitelik', dini bir boya olmadan ger¬çekleşemez ve uygulanamazdı. Nitekim Arapların diğer gelenekle¬ri de böyleydi.
E- Çocukların Tanrılara Kurban Edilmesi:
Peyamber asrında ve çevresindeki Arapların dini bir nitelik ta¬şıyan adetlerinden biri de şuydu: Birine herhangi önemli bir iş ağır
448
geldiğinde, ya da çok değerli bir isteği olduğunda, arzu ettiği bir işin olmasını dilediğinde, çocuğunu tanrılar için kurban etmeyi adardı. Felaketi savdıkları ya da istediğim, dilediğini yerine getirdiklerin¬de tanrılara erkek çocuğunu kurban ederdi.
Bu adetin varlığına En'am sûresinin şu ayetiyle işaret edilmiş¬tir:
«...Yine ortakları, müşriklerden çoğuna evlatlarını öldürmeyi süslü gösterdi ki hem kendilerini mahvetsinler, hem de dinlerini ka¬rıştırıp bozsunlar...» (En'am, 137)
Aynı sûrenin başka bir ayetinde de, bazı dini-nitelikli cahili ge¬leneklerin haram ve helal kılmadaki tutarsızlığı ile ilgili olarak şöyle deniyor:
«Beyinsizlikleri yüzünden, körü körüne çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri -Allah'a iftira ederek- haram sayanlar mahvolmuşlardır; onlar sapıtmışlar dır, zaten doğru yolda da değillerdi.» (En'am, 140).
Bu gelenek, başka ayetlerin kaydettiği, fakirlik ve utanç belası¬na erkek çocukların Öldürülmesi, kız çocukların gömülmesi gelene¬ğinden ayrı bir gelenektir. Zaten bu konuyla ilgili ayetler, öldürme nedenini açıkça bildirmektedir. İkinci bölümün birinci konusunda değişik ailevi gelenekleri açıklarken bu konuya değinmiş ve ilgili ayetleri nakletmiştik. En'am, 137. ayetinde şimdi ele aldığımız di¬ni nitelikli geleneklerle ilgili güçlü bir delil vardır. Bu ayet aynı za¬manda bu adetin çok yaygınlık kazanmış adetlerden biri olduğunu hissettirmektedir.
Siret kitapları, Peygamber (s)'in dedesi Abdulmuttalib'in, on erkek çocuğu olduğu zaman birini Allah'a kurban edeceği biçimin¬deki adama kıssasını kaydederler. Rivayetler, Abdulmuttalib'in bu adağını yerine getirmede gösterdiği sadakati ve çekilişin kendisine isabet ettiği Peygamber'in babası Abdullah'ı, kurban etmek için ne kadar çaba sarfettiğini, bununla ilgili meşhur uzun kıssayı detay¬lı olarak kaydederler. Buradan hareketle bu adetin varlığının doğ¬ruluk kazandığını söylemek tutarlı olabilecektir.
Ayrıca Kur'an'da İbrahim'in rüyası kıssasına yer verilmekte ve oğlunu kesmeye, ilahi bir ilham olarak yorumladığı bu rüyanın ge¬reği olarak uygulamaya kalkışması belirtilmekte ve bir adağın onun yerine gönderilişi anlatılmaktadır. Hac faslında naklettiğimiz saffat; 101-107. ayetleri bununla ilgilidir. Bu kıssa aynı zamanda Tevrat'ta da yer almıştır. Arapların da onu, İbrahim ve diğer pev gamberlerle ilgili olan diğer kıssalar arasından öğrendiklerini ter-
cih ediyoruz, durum bu olduğuna göre, çocukları kurban etme gele¬neğinin bu kıssadan alınmış olması ihtimal dahilindedir. Sonra bu gelenek, başka uluslarda da nadir rastlanan bir vakıa değildir. Muhtemelen bu geleneğin kaynağı, kişinin en büyük isteğinin ger¬çekleşmesi ya da Allah'ın büyük bir nimetine karşı şükür borcunu ödeme anlayışıyla kişinin kendisi katındaki en değerli şeyi Allah'a adamasıdır.
F- Tanrılara Kurbanlar Adama:
Arapların dini bir nitelik taşıyan geleneklerinden biri de tanrı¬lara kurbanlar adamalarıydı.
Hac konusunda, Hac mevsiminde kurbanları adama ve adak kurbanları geleneğini açıklamıştık.
Yalnız burada değinmeye çalıştığımız nokta, bu geleneğin sırf hac mevsimi ve Onun rükûnlarıridan biri olmakla sınırlı kalmadığını, her yerde ve zamanda geçerlilik kazanan bir gelenek haline dönüştüğü¬nü, tanrıya yakınlık sağlamak, belli bir arzuya ulaşmak ya da bir ni¬mete şükretmek, bir adağı yerine getirmek amacıyla sürekli bir geçerlilik kazandığını belirtmektedir. Bir ayette dikili nesneler adı¬na kesilen hayvanlardan söz edilmekte ve onların etlerini yemenin haram olduğu belirtilmektedir:
«...Dikili taşlar (putlar) için boğazlanan hayvanlar.,.» (Maide, 3)
Dikili nesnelere (putlar) kesilen şeylere işaret edilmesi, bunun¬la beraber ayetin Allah'tan başkası adına adanmayı -Yani kesim anında Allah'tan başkasının adının anılması- buradan kastedilen nesnelerin, işaret ettiğimiz gibi, tanrılara kurban kesilen şeyler olduğuna bir delil olabilir. İfadenin genel olarak kullanılması bu ge-leneğin genel olduğunu ve tüm zamanlarda geçerli olduğuna bir ka¬rine olabilir. Birçok rivayetin de bu konuyu pekiştirdiği açıktır.
G- Kesim Esnasında Allah'tan Başkasını Anmak: Onların geleneklerinden biri de, yemek için bir hayvanı kesmek istediklerinde, onun üzerinde Allah'tan başkasının adını ya da Al¬lah'ın adı ile birlikte başka tanrılarının adlarını anma adetleriydi. Genellikle bunu teberrük amacıyla yapıyorlardı. Bu nedenle bu ade¬ti dini bir nitelik taşıyan adetler arasında saymayı uygun gördük.
Bu adete, Allah'tan başkasının adının anıldığı hayvanların etini yemenin haram olduğu sadedinde bir dizi ayetle işaret edilmiştir. Bunların en önemlisi Maide, 3. ayettir. Diğer ayetler de şunlardır:
1 Allah size, ölü hayvan etini, kam, domuz etini, Allah'tan başkası 450
için kesilen hayvanı haram kılmıştır.. {Bakara, 173).
2 Deki. "Banavahyolunanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti-ki pistir-gü-
nah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını ye¬menin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum... (En'am, 145).
3 Allah size ancak leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkasının adı-
na kesilenleri haram etmiştir... (Nahl, 115).
Bununla beraber Araplar, kendi kendine ölen, boynuzlanarak ya da sopa ile vurularak, yüksek yerden düşürülerek, boğularak yahud da yırtıcı hayvanlar tarafından ıırılarak öldürülen hayvanların et¬lerini yedikleri gibi bazan hayvanlarını kestiklerinde de hiç bir şey söylemeden kesiyorlardı. Bu da En'am Sûresinde Allah adının üze¬rinde anılmadığı hayvanların etini yemeyi kesin yasaklayan başka ayetlerden anlaşılmaktadır:
1 Üzerine Allah'ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin, bu-
nu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır. (En'am, 121).
2 Allah'ın ayetlerine inanıyorsanız, üzerine Allah'ın adı anılmış olan şey-
lerden yiyin. Size ne oluyor ki, Allah size darda kalmanızın dışın¬da haram olanları genişçe anlatmışken, üzerine anıldığı şeyden ye-miyorsumız... (En'am, 118-119)
Açıkça görüldüğü gibi ayet, Allah adının üzerinde anıldığı hay¬vanların etlerini yemeyi emretmiş, bu konuda geri durmayı ve tered¬düt etmeyi reddetmiştir. Bu da gösteriyor ki müslümanlar, baş¬langıçta -ki En'am Sûresi de bir ölçü de erken zamanlarda inen bir sûredir- Allah adının üzerinde anıldığı hayvanın etini yemekten ge¬ri durmuşlardı. Çünkü bu şekilde kesilen hayvanın Allah'a ait ola¬cağını ve onu yemenin haram olacağını sanıyorlardı. Nitekim ken¬di adetlerine göre Allah için ya da tanrıları için kestikleri kurban¬ların etlerini yemeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Bunu Hac ko¬nusunda belirtmiştik. Onun için hikmet gereği, ayetin üslubu böy¬le olmuştur. Sonra bu iki ayeti, daha kesin bir ayet olan 121. ayet izlemişti. Burada Allah adının anılmadığı hayvanların etlerim ye¬menin yasaklandığını bildiren bir yasama vardı. Bununla beraber cahili alışkanlığın, az da olsa varlığım sürdürdüğü anlaşılmaktadır; boynuzlanarak, sopa ile vurularak, düşerek, boğularak, yırtıcı hay¬vanlar tarafından parçalanarak ya da yırtıcı hayvanlar tarafından avlanarak öldürülen hayvanlar halâ yeniyordu. Onun için hikmet ge¬reği olarak Maide, 3. ayetinin inmesi icab etti. Bu ayete göre ilk beş durumda ölen hayvanların etlerinin yenebilmesi için kesilmeleri ve
451
üzerir^ Allah adının anılması gerekmektedir. Ölümüne neden ola¬cak yabayı aldıktan sonra kesilmesi ve Allah adının anılması şart ko¬şuluyordu. Ondan sonra da bir başka ayetin inmesinin hikmeti te¬zahür ediyordu. Burada, alıştırılmış yırtıcı hayvanların avladığı hayvanların yenebilmesi için, onların ava bırakıldığı sırada Allah adının anılması şart koşulmuştur:
«Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar, de ki: Si¬ze temiz olanlarhelâl kılındı; Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek öğrettiğimiz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın. Allah'tan sakının. Doğrusu Allah hesabı çabuk görür.» (Maide, 4).
H- Hayvanları Helal ve Haram Kılmaları:
Kur'an'da, peygamber'in peygamberlik Öncesi çevresinde yaşayan Arapların, hayvanları dinî bir kaygıyla helal veya haram kılmala-rıyla ilgili pek çok ayet vardır: *
a) Maide, 103. ayetinde "bahire", "şaibe", "vasile" ve "ham" deni¬len hayvanlardan söz edilmektedir:
«Allah, bahire, sâibe, vasile ve hâm diye bir şey yapmamıştır. Fa¬kat inkâr edenler, Allah'a yalan uyduruyorlar ve çokları da akıl er-direiniyorlar.» (Maide, 103).
En'am Süresindeki bir ayette bazı hayvanların yenmesi ve sır¬tının hizmet için kullanılmasının haram kılındığına işaret edilmiş¬tir. Bunun Maide ayetiyle de bir bağı vardır:
«Zanlarınca dediler ki: "Bunlar dokunulmaz hayvanlar ve ekin¬lerdir. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar da sır¬tı yasaklanmış hayvanlar..."» (En'am, 138).
Müfessirler ve siret kitapları bu haram kılmalar ve onların ha¬berleriyle ilgili olarak açıklayıcı bir çok rivayet kaydetmişlerdir:
1- Onlar, beş doğum yapan dişi devenin kulağını yarar ve onu ser¬best bırakırlardı. Güya tanrılarına şükür mahiyetinde onu azâd ediyorlardı. Ona binmezler, yük yüklemezler, tüyünü yolmazlar, ot¬tan ve sudan alıkoymazlar, sütlerini konuklara ayırırlar ve ona "Bahire" adına verirlerdi. Behare kökünden hareketle ona bahire der¬lerdi. Bahare; kulağını yardı, demektir.
2- Onların bir hastası olduğunda ya da bir diledikleri olduğun¬da, bir adamları uzun süre yolculukta kaldığında dişi develerinden birini ona adarlardı. Hasta iyileştiği, dilekleri gerçekleştiği ya da yol-
452
culuktaki adamları geri geldiğinde adanmış dişi deveyi "serbest bı¬rakır" ona binmez, yük yüklemez, onu boğazlamaz, tüyünü yolmaz ot ve sudan alıkoymazlar ve ona "Sâibe" adını verirlerdi.
3- Koyun dişi doğurduğunda onlarındı. Onu kesmek ve kurban etmek doğru olmazdı. Erkek doğurduğunda tanrılarınındı. Tanrıla¬ra kesilen ve kurban edilen buydu. Bir doğumda hem dişi hem de er¬kek doğurursa bu durumda erkeğin durumu da dişisi gibi kabul edi¬lir, kesilmesi ve kurban edilmesi doğru olmazdı. Bu durumda, bacı kardeşini korudu, yani canını kurtardı derlerdi. Bu hayvana da "Vasile" deniyordu.
4- Erkek deveden on kere döl alındığında onu tanrıları adına azad ederler, sırtım ve etini haram kabul eder otlağa ve suların başına kendi haline bırakırlardı. Ona engel olacak hiçbir şey de yoktu. Kendi kendisini koruyan anlamında ona "Hâm" deniyordu.
Maide ayeti, onların bu İşleri, dini bir gelenek olarak ve tanrıla¬rın isteklerini gerçekleştirme, onlardan miras kalan emirlerini ye¬rine getirme amacıyla yaptıklarını açıkça belirtiyor ve bunun Allah'a iftira olduğunu vurguluyor.
b) En'am Sûresi ayetinde onların ekinlerinde ve hayvanlarında Allah'a ve ortaklarına ayırdıkları paylara işaret edilmiştir. Şöyle ki:
«Kendi zanlarına göre, "Bu Allah'ındır, bu da putlarımızındır" di¬yerek, Allah'ın yarattığı hayvanlar ve ekinlerden pay ayırdılar. Putları için ayırdıkları putlarına verilirdi; ne kötü hüküm veriyor¬lar.» (En'am, 136).
Ayetten anlaşıldığına göre onlar Allah ile kendi ortakları arasın¬da bir ayırım yapıyorlardı, ikinci bir ifade ile onlar, kendi ortakla¬rını kendilerine daha yakın ve kendilerine daha özel ilgi gösteren tan¬rılar olarak görüyorlardı. Bir takım tefsir kitaplarında bu ayetin açık¬lanması ile ilgili olarak belirtiliyor ki, onlar Allah'a adadıkları şey¬leri konuklara ve fakirlere harcıyorlardı. Ortaklarına ayırdıklarını ise putlara ve onların hizmetlerine harcıyorlardı. Eğer Allah'ın pa¬yından putların payına bir şey düşerse öylece bırakırlar ve Allah bu-na muhtaç değildir derlerdi. Putların payından Allah'ın payına bir şey düşerse onu geri verirler ve putların ona ihtiyacı olduğunu ifa¬de ederlerdi. Allah'a mahsus kıldıkları bir nesne yok olduğunda aldırmazlardı, yok olan ya da eksilen ortaklarının payından olduğun¬da Allah'a mahsus kıldıkları nesneler çoğalır ve gelişirse, kararla-rından vazgeçer ve onları ortaklarına verirlerdi. Allah ile ortakla¬rının paylarını yer değiştirirler ve buna; Allah'ın ihtiyacı yok der-
453
lerdi.
c) En'am Süresindeki bir ayette hayvanlarının karmlarındaki yavruları yalnız erkeklerine özgü kıldıklarına ve onları kadınlara vermediklerine işaret edilmektedir:
«"Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimi¬ze mahsus olup, eşlerimize yasaktır. Ölü doğarsa hepimiz ortağız" dediler.» (En'am, 139).
Tefsirciler bu haram kılmanın yemekle ilgili olduğunu kaydet¬mişlerdir. Buradan anlaşıldığına göre onlar, hayvanların doğuşun¬dan önce onları, erkeklere adadıkarına yemin ediyorlardı. Hayvan sağ olarak doğduğunda adaklarından Allah'ın razı olduğunu çıka¬rıyor ve kadınlara hayvanı yemeyi haram kılıyorlardı. Hayvan ölü olarak doğduğunda ise Allah'ın bu adaktan razı olmadığını çıkarı¬yor ve doğan hayvanı kadınlarla birlikte yiyorlardı. Böylece anlaşı¬lıyor ki; onlar dini bir nitelik taşıyan adama ve haram kılma yoluy¬la canlı olarak doğan hayvanı kadına yasak ediyor ve bu yasağı, ka¬dını maddi haklarından birinden mahrum etmeye vesile kılıyor¬lardı.
d) Yine En'am Sûresinde bulunan başka ayetlerde, onların zora dayalı olarak hayvanların karmlarındakini doğmadan önce haram saydıklarına İşaret edilmiştir:
«Allah sekiz çift hayvan yaratmıştır: Koyundan iki ve keçiden iki, de ki; "iki erkeği mi yoksa dişiyi mi veya o iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı Karam kılmıştır? Doğru sözlü iseniz bana bilgiye dayanarak cevap verin" Deveden ki, sığırdan iki yaratmış¬tır; De ki "iki erkeği mi, yoksa iki dişiyi mi veya o iki dişinin rahim¬lerinde bulunan yavruları mı haram kılmıştır? Yoksa Allah size bunları buyururken burada mı idiniz?" İnsanları, bildiklerinden saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir? Allah, zalim toplumu doğru yola eriştirmez.» (143-144. ayetler).
Bu ayetlerden açıkça anlaşılıyor ki onlar, zora dayalı olarak, hay¬vanların karmlarındakilerin yenmesini haram kılıyorlar ve bunda erkek-dişi ayırımı yapmıyorlardı. Ayrıca buna dini bir nitelik de ka¬zandırıyorlardı. Buradan da anlaşıyor ki, onlar erkeklere muhtaç ol¬duklarında, doğan erkek hayvanların Allah'a özgü olacağını adıyor-lardı. Onları kesmezlerdi. Ve onları Allah için kestiklerinde etleri¬ni yemezlerdi. Dişi hayvanlara ihtiyaç duyduklarında, bu sefer di¬şi hayvanları Allah'a yakınlık oluşturma amacıyla Allah'a adar¬lardı. Yani doğacak hayvanı istedikleri gibi kullanıyorlardı. Doğan
454
yavru onların adadığı şekilde olursa, bunu Allah'ın adaklarından ra¬zı olduğu biçiminde yorumluyorlardı.
e) Daha önce naklettiğimiz En'am, 138. ayetinde Arapların İs¬lam'dan önceki bu tür adaklarına işaret edilmektedir. Bazı hayvan¬ları ve ekinleri, bazı insanlara mahsus kılıyor ve onların yalnız söz konusu kimselere adandığını, başkasına onları yemenin helal olma¬yacağını ilan ediyorlardı.
Şimdi bu ayetlerin açıklamasına şunu da ilave ediyoruz ki: En'am Sûresinin 143-144. ayetlerinden sonra gelen ayetler ve Nahl Sûresinin bazı ayetlerinde bu tabloyu tamamlayıcı bir takım açık¬lamalar vardır. Önce ayetleri görelim:
1 De ki: "Bana vahyolunanlar içinde, yiyen bir kimsenin yiyeceği arasın-
da, dediğiniz gibi, haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Yalnız haram olarak şunlar var: Ölü, yahut akıtılan kan, yahut domuz eti -ki, o şüp¬hesiz pistir- yahut Allah'dan başkasının adına bir fısk oarak boğaz¬lanan. Bununla beraber her kim bunlarda da çaresiz kalırsa, tecavüz etmemek ve zaruret miktarını aşmamak üzere yiyebilir. Onlara şöy-. le de: "Bu haram saydıklarınızı, Allah'ın haram ettiğine dair şahid-lik edecek olan şahidlerinizi getirin". Eğer onlar, yalan yere şahid-lik ederlerse, sen onlarla beraber bulunup kendilerini tasdik etme. Ayetlerimizi yalan sayanların, ahirete inanmayanların arzularına ta¬bi olma, onlar Rabblerine ortak koşuyorlar. (En'am, 145-150).
2 Dillerinizin "Bu helâldir, şu haramdır" diye yalan olarak vasıflandır-
dığı şeyi söylemeyin, yoksa, Allah'a iftira etmiş olursunuz. Şüphe yok ki, Allah'a yalan uyduranlar, asla kurtulamaz... (Nahl, 116-118). Birinci olarak; bu ayetler, Peygamberlik öncesi Arapların haram ve helal kılmada Allah'ın emirlerini uyguladıklarını zannettikleri¬ni göstermektedir. Nitekim onlar bu konuda Peygamberle tartışmış¬lardı. Diyorlardı ki: Eğer Allah bizim yaptıklarımızı emretmemiş, ya da ondan razı olmamış olsaydı bizi ve bizim atalarımızı bu işlerden vazgeçirirdi. İkinci olarak; Onlar kendi eylemlerini bu konuda Ya¬hudilerin bir takım yemekleri, etleri ve iç yağları helal kılma, haram yapmalarını örnek göstererek haklı görüyorlardı. Kur'an onların bu anlayışlarını reddetmiş ve Allah'tan başkasının adına kesilen, Al¬lah'tan başkasının üzerine anıldığı kötülük ya da şirke götürücü şey¬leri haram kıldığım bildirmiştir. Yahudilere haram kılınan şeylerin ise, aslında pis ve kötü olduklarından değil, onlara Allah'ın bir ce¬zası nedeniyle haram kılındığım ifade etmiştir. Ayetlerin Mekki olu--
455
şu da Yahudileri örnek gösterme ve bu konuda tartışmanın Peygam¬ber ile Araplar arasında gerçekleştiğim ilham etmektedir.
İ- Vesvese ve Kuruntular:
Kur'an'da psikolojik geleneklere ve kuruntulara değinen bir ta¬kım ayetler de vardır. Peygamberlik öncesi Peygamber asrı ve top¬lumunda yaşayan Arapların bunlara dini bir nitelik kazandırdıkla¬rına değinilmektedir.
Bu alışkanlıklardan biri fal oklarıyla yargıya varmaktı. Bu alış¬kanlığa iki ayette işaret edilmiştir:
1 Dikili taşlar "üzerine boğazlanan ve fal oklarıyla kısmet aramanız, si-
ze haram kılındı.. (Maide,3).
2 Ey mil'minler! Baş döndürücü içki, kumar oynamak, İbadet için diki-
len putlar, fal okları, şeytan işi pisliklerdir. Onun için bunlardan sa¬kının ki, kurullasınız. (Maide, 90).
Burada söz konusu edilen mesele iki ayetin içerdiği noktadır. Zi¬ra biz daha önceki bir ilgiden dolayı birinci ayetteki meselenin, ku¬mar yoluyla kesilen şeylerin haram kılınmasıyla ilgili olduğunu belirtmiş ve bu alışkanlığı birinci bölümde açıklamıştık.
"Istiksam", kişinin kendisi için ayrılmış bulunanı öğrenmeye çalışması ve herhangi bir meselede istihare yapmasıdır. "Ezlam" ise; istiharede kullanılan fal oklarıdır.
Hâzin tefsirinde, Maide Sûresinin birinci ayeti sadedinde deni¬yor ki: Onların yedi tane bardağı vardı. Birisinin üzerinde "Rabbim bana emretti", ikincisinin üzerinde "Rabbim bana yasakladı", üçün¬cüsünün üzerinde "Sizden", Dördüncüsünün üzerinde "Yapışık", beşincisinin üzerinde "Başkasından", Altıncısının üzerinde "Diyet", yazıyordu. Yedincisinin üzerinde ise hiçbir şey yazılı değildi. Bir yol¬culuk ya da ticarete çıkmak istediklerinde, bir kişinin soyunda, bir Ölünün katili ya da diyetinin kime ait olduğu konusunda ya da bu¬na benzer başka meselelerde ayrılığa düştüklerinde Kureyş'in en ulu putu olan Hubel'e gelirler, bardakların sahibine yüz dirhem verir¬lerdi. Adam onları karıştırır, sonra onlardan birini çıkarırdı. Eğer "Rabbim bana emretti" yazılı bardak çıkarsa, istihare yaptıkları işi yaparlardı. "Rabbim bana yasak etti" yazılı bardak çıkarsa onu yapmazlardı. Eğer istihare bir soy ile ilgiliyse ve "Sizden" yazılı bar¬dak çıkarsa onu kendilerine katarlardı. "Başkasından" yazılı bardak çıkarsa onu kendilerinden ayırırlardı. Eğer "Yapışık" çıkarsa sözü edilen adamın soyu iftira olurdu. Eğer istihare diyetle ilgili olup "Di-456
yet" çıkarsa onu yüklenirlerdi. Hâzin'in kaydettiği bu nakiller de-taylardaki ayrılıklara rağmen özde eski rivayetlerin kaydettikleriy-le de pekiştirilmiş bulunmaktadır. Buradan da açıkça anlaşılıyor ki bu alışkanlık da dini bir niteliğe sahipti. Çünkü onlar fal oklarını, putlarının yanında dolaştırıyor, sanki onlara danışıyor ve onlardan hayır talep ediyorlardı. Onlardan hangisinin kendileri için hayırlı ve bereketli olduğunu tayin etmelerini istiyorlardı. Sonuç belli ol¬duğunda bu hükmü tanrıların hükmü ya da onların görüşü ve bölüş¬türmesi olarak görüyorlardı. îşte bu alışkanlığın ağır şekilde eleş¬tirilmesi ve şirk düzeyinde değerlendirilmesinin nedeni de budur za¬ten.
Kuruntulardan biri de bir şeyi uğursuz telakki etme geleneğidir. Uğursuz sayma alışkanlığı peygamberlerin kıssalarıyla ilgili olarak bir takım ayetlerde geçmektedir:
1 Fakat onlara (Firavun ailesine) ryilikve bolluk geldiği zaman: "Bubi-
zim hakkımızdır" dediler. Başlarına bir fenalık geldiği zaman da, Mu¬sa ile beraberindekilerin uğursuzluğuna yoruyorlardı. . (A'raf, 131).
2 "Senin ve seninle beraber bulunanların yüzünden uğursuzluğa uğra-
dık" dediler... (Nemi, 47).
3 Dediler ki: "Doğrusu biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık"... (Ya-
sin, 18).
Bu psikolojik yakıştırmanın Araplarda var olduğunu ayetler göstermese de, bunu gösteren kavraman kullanılması ve ayetlerin özü bu kavramın onlarca da bilindiğini göstermektedir. Bununla bera¬ber Kur'an'da bazı münafıkların Peygamber'e karşı söylediklerini tasvîr eden bu anlamda bir ayet yer almıştır.
«...Onlara bir iyilik dokunsa: "Bu Allah'tan" derler, onlara bir kö¬tülük dokunsa: "Bu sendendir" derler...» (Nisa, 78).
Tefsirciler A'raf ve Nemi Süresindeki ayetlerle ilgili olarak diyor¬lar ki: "Tiyere" ya da "Tatayyur", "Tâir'Ykuş kelimesinden türetilmiş¬tir ve her iki ayette de uğursuzluk anlamına gelir. Araplar alışkan¬lık gereği olarak kendi üstlerinden uçan kuşlardan uğur ya da uğursuzluk çıkarırlardı. Yolculuğa çıktıklarında ya da bir işe yönel-diklerinde eğer sağ taraflarından bir kuş geçerse onu uğurlu sayar¬lardı ve yolculuklarına devam eder ya da yöneldikleri şeyi yaparlar¬dı. Buna "Sanih" adını verirlerdi. Sollarından geçerse onu uğursuz sayar yolculuklarından ya da yöneldikleri şeyden vazgeçerlerdi. Buna da "Barih" adım verirlerdi. Muhtemelen onlar, kuşların geçi-
457
sini kendilerinin yöneldiği işe tanrıların razı olup olmadığını bildi¬ren işaretler olarak görüyorlardı.
'İkdu'l-Ferîd'te Peygamber'den gelen bir hadiste deniyor ki: "Kim kuştan hoşlanmadığı birşey görür ve Allah'ım senin uğursuz saydığından başka uğursuz nesne yok. Senin iyi saydığından başka da iyi nesne yok. Ve senden başka da ilah yok, derse ona bir zararı olmaz."
Hazin tefsirinde, Peygamber'in bir başka hadisi yer almaktadır: "îyafe45 (uğur tesbiti için kşu ürkütme), Tiyare (kuşun uçuş ciheti¬ne göre uğurlu-uğursuz tesbiti yapma) ve gayb bilgisi peşine takıl¬ma cibt'tendir. Cibt ise şirktir." Bu iki hadis te Peygamberlik önce-. si Araplarda bu adetin varlığıyla ilgili açıklamamızı pekiştirmekte¬dir. Ayrıca Arapça kitaplardaki rivayetler ve haberler de bu konu¬da olumlu bir delil oluşturmaktadır.
Kuruntulardan biri de sığınmalar, üfürük ve ruhi tedavidir. Kur'an'da yer alan bir takım ayetler şeytanın ve onun dürtülerin¬den, kıskançların, gece karanlıklarının, düğümlere üfürenlerin şer¬rinden sığınmayı emretmektedir. Şöyle ki:
1 De ki: "Rabbim, şeytanların vesveselerinden sana sığınmm. Rab-
bİm, onların yanımda bulunmalarından sana sığınırım." (Mü'minun, 97-98).
2 De ki: "Sığınının sabahın Rabbine; yarattığı şeylerin (her türlü) fena-
lığından, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üf¬leyen kadınların şerrinden,,bir de hasedini meydana çıkarıp gereğine yapmağa koyulduğu zarflan, hasedcinin şerrinden." (Felak Sûresi).
3 De ki: "Sığmırım insanların Rabbine, insanların Melik'ine, insanların
İlâhı'na; O sinsi vesvesecinin şerrinden... O ki, insanların, kalbleri-nevesvee verir. O, cinlerden de olur, insanlardan da..." (Nas Sûresi).
Bu ayetler her ne kadar konu başlığı olarak tayin ettiğimiz Pey¬gamberlik öncesiyle ilgili değilse de temel espirisiyle Allah'a sığınan kişinin gizli kötülüklerden emin olması ve gönlünün yatışması ge¬rektiğini ifade etmektedir. Bu da bizim başlık olarak belirlediğimiz konuyla ilgilidir. Peygamber'in çevresini oluşturan ve Kur'an ayet-leriyle muhatab kılman Arapların bunun içeriği ve kapsamından uzak olmadıklarını söylemek doğru sayılabilir.
Tevbe Süresindeki bir ayette peygamber salavâtmın yani duala-
45 'Iyafe: Gaybı aralama ve gaybten haber verme. 458
nrtın neden olduğu psikolojik huzura işaret edilmektedir:
«Onların mallarından bir sadaka al ki, onuna kendilerini temi¬ze çıkarmış, mallarına bereket vermiş olasın. Bir de onlara dua (salat) et; çünkü senin duan onlar için bir rahatlık ve huzurdur. Al¬lah onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah Gafurdur, Ra-him'dir.» (Tevbe, 103).
Tefsir kitaplarında da bu Kur'anî kaideyi güçlendirecek bir ta¬kım açıklamalara rastlamak mümkündür. Tabersi, Felak Sûresinin tefsirinde der ki: Kindar, kıskanç adamın şerrinden Allah'a sığın¬maktan, bizzat onun kendi canı ve gözünün şerrinden Allah'a sığın¬ma kastedilmiştir, icabında bu canı ve gözüyle insana zarar verebi¬lir ve onu kusurlu hale getirebilir. Peygamber (s.)'in bir hadisinde deniyor ki: "Muhakkak ki, göz haktır." Peygamber, (s.) Hasan ve Hü¬seyin (r.)'i Felak ve Nas Süreleriyle ne de çok istiaze ederdi!
Bu geleneklerden biri de rüyalar ve rüya yorumlarıydı. Kur'an'da bununla ilgili pek çok ayet vardır. Bunların bir kısmı İbrahim (a.) ve kurbanlık oğlunun kıssasıyla ilgilidir. İşte ayetler:
«(Çocuk) onun yanında koşma çağına erişince, dedi: "Yavrum! Ben rüyamda görüyorum ki, seni boğazlıyorum. Artık düşün bak, ne dersin?" (Çocuk ona şöyle) dedi: "Babacığım! Sana emredileni yap; inşallah beni sabredenlerden bulacaksın.» (Saffat, 102).
«Gerçekten rüyana sadakat gösterdin. Şüphe yok ki biz, güzel amel işleyenleri işte böyle mükâfatlandırırız.» (Saffat, 105).
Bir kısım ayetler de Yusuf un kissasıyla ilgilidir. İşte ayetler:
1 Bit vakit Yusuf babasına şöyle demişti: "Babacığım, ben, rüyada on
bir yıldızla Güneş'i ve Ay'ı gördüm. Gördüm ki, onlar, bana secde ediyorlar." (Yusuf, 4).
2 Rabbin seni seçecek ve sana rüya tabirini öğretecektir. Allah, nime-
tini; bundan önce ataların İbrahim'e ve îshak'a tamamladığı gİbİ, hem sana, hem de Yakub ailesine tamamlayacaktır. Gerçekten Rabbin Alim'dir, Hakim'dir. (Yusuf, fi).
3 Yusuf'la beraber, iki delikanlı daha zindana girdi. Delikanlılardan bi-
ri: "Ben, rüyamda, şarap olacak üzüm sıktığımı gördüm," dedi. Öteki de: "Ben, rüyada görüyorum ki, başımın üstünde bir ekmek gö¬türüyorum ve kuşlar ondan yiyor," dedi. Artık bize rüyanın tabiri¬ni bildir. Çünkü biz, seni iyilik edenlerden görüyoruz. (Yusuf, 36).
4 "Ey zindan arkadaşlarım! Rüyalarınızın tabirine gelince. Biriniz efen-
disine (eskiden olduğu gibi) yine şarap içirecek. Diğeri ise asılacak (idam edilecek), sonra kuşlar onun başından yiyecek. İşte sorduğu-
459
nuz iş, bu şekilde kesinleşmiştir " (Yusuf, 41).
5 Bit gün Mısır hükümdarı şöyle dedi: "Rüyamda gördüm ki; yedi se-
miz ineği, yedi cılız inek yiyor ve yedi yeşil başağı da, diğer yedi ku¬ru başak sarmalayıp onlara galib gelmiş. Ey ileri gelenler! Eğer rü¬ya tâbir edebiliyorsanız, benim rüyamı hallediniz". Onlar: "Bu gör¬düklerin karma karışık rüyalardır. Biz böyle karışık rüyaların tabi¬rini bilmeyiz." (Yusuf, 43-44).
6 (Delikanlı, hükümdarın izniyle zindana gidip şöyle dedi): Yusuf ey doğ-
ru sözlü! Bize şunun fetvasını ver (tabirini yap): "Yedi semiz ine¬ği, yedi cılız inekyiyorve yedi yeşil başağı da, yedi kuru başak sar¬malayıp onlara galip gelmiş." "Ümid. ederim ki, (uygun bir cevap¬la) insanlara dönerim de, belki kıymetini bilirler." "...Sonra bunun arkasından da bir yıl gelecek ki, onda insanlar sıkıntıdan kurtarılıp bereketlendirilecekler ve o zaman (üzüm, zeytin gibi mahsullerini) sıkıp faydalanacaklar " (Yusuf, 46-49).
7 Anne-babasmı tahta çıkardı. Onun için secde ettiler; "Ve babacığım!
Bu, daha önceki rüyamın gerçekleşmesidir. Rabbim onu gerçekleş¬tirdi." dedi. (Yusuf, 100).
Diğer bir kısım ayetler de; Peygamber'in, Mekke'nin fethinden önce, Mescid-i Harama girişi ile ilgili rüyasına değinmektedir:
«Andolsun ki Allah gerçekten Peygamberinin rüyasını doğru çı¬kardı. Andolsun ki, inşaallah emniyet içinde bulunan kimseler ola¬rak başlarınızı traş etmiş ve kısaltmış olduğunuz halde, korkmak-sızm mutlaka Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Fakat Allah sizin bil¬mediğiniz şeyleri bildi de Mekke fethinden önce, yakın bir fetih verdi.» (Feth, 27)
Şu ayet de, peygamber (s.)'İn Bedir olayındaki düşmanı rüyasın¬da görmesiyle ilgilidir;
«Allah onları, rüyanda sana, az gösteriyordu. Eğer düşmanları, sana çok gösterseydi, korkacaktınız ve savaş hususunda ihtilafa dü¬şecektiniz. Fakat Allah bundan sizi kurtardı. Çünkü O, kalblerde-kini hakkıyla bilendir.» (Enfal, 43)
Bu ayetler; her zaman, her yerde bilinen genel bir olguya değin¬mektedir. O da, insanların kendi uykularında bir takım rüyalar görmesi ve insanın -içine doğan bir takım düşüncelerle- onları yo¬rumlamaya çalışmalarıdır.
Peygamberlik Öncesinde, Arapların bu işte yalnız olmadıkları aşikârdır. Ayetlerin açıklama üslubunun bütün Kur'anî deliller olarak kabul edilmesi mümkündür. Bunlar; Arapların peygamber¬lik öncesinde sahip oldukları 'rüya' kavramına, rüya yorumlarının insanların, psikolojik yapıları üzerindeki etkilerine ve psikolojik
460
dürtülerle ilişkilerine ışık tutmaktadır. Aynı zmanda bu ayetler; Kur'an'da kullanılan terimleri^ kavramların, ifadelerin -Kur'an inmeden önce- Araplar tarafından anlaşıldığına da bir parça ışık tut¬maktadır.
Haber ve siyer kitaplarına gelince; buralarda, Arapların -özellik¬le büyüklerinin- peygamberlikten önce rüyaların ve onlarla ilgili kor¬kuların, sıkıntıların ne denli etkili olduğunu bildiren çok şeyler kaydedilmiştir. Buralarda; Arapların gördükleri rüyaları anlat¬mak, yorumunu sormak ve böylece bir gönül huzuruna kavuşmak için hekimlere ve müneccimlere nasıl koşuşturdukları açıklanmaktadır. Her neyse, bizzat bu rivayetlerin ortaya koyduğu bu genel tablodan kuşkulanmak yersiz olur. Yani Arapların rüyalardan korktukları, endişeye kapıldıkları psikolojik huzur ve sükunete kavuşmak amacıyla onları yorumlatmak için kâhinlere ve müneccimlere koş¬tuklarında kuşkuya gerek yoktur. Ayrıca bazı rivayetlere göre; bir takım insanlar, peygamberlikte ti önee, rüyaları ilahi bir ilham, ola¬rak görüp, onları uygulamanın zorunlu olduğuna inanıyordu. Abdul-muttalib'in; birinci olarak zemzem kuyusunu açmak, ikinci olarak da sözünü yerine getirmek amacıyla oğlunu kesmeye kalktığı kıssa gibi...
Bu konuda önemli bir noktaya değinmek yerinde olacaktır. Bu¬rada "Rüya" ile "Ahlam" kavramları arasında bir fark gözükmektedir. Buna bağlı olarak Arapların "rüyaları", imanın iç dürtülerinden etkilenen ve yorumlanmaya ihtiyaç duyulan şeyler için, "Ahlam" kav¬ramını ise, normal, karışık rüyalar için kullandıklarını ve onlara "ka¬rışık rüyalar" adını verdiklerini söyleyebiliriz. Nitekim Yusuf Sûresi, 44. ayetinde bu konuya değinilmiştir. Muhtemelen, onlar: "Rüya" kav¬ramını, zihinsel ve psikolojik olarak açık etki ve yönlendirmelere sa¬hip olan düşler için kullanıyorlardı. Bu tür "Rüya"larda, diğerlerin¬de normal olarak bulunması gerekmeyen bir takım gaybi gerçeklerin bulunması gerektiğine inanıyorlardı.
-Enbiya Süresindeki ayette değinildiği gibi- Peygamber'e karşı çıkanlar; Peygambe'in Allah'ın meleğini gördüğü, onunla temasa geç¬tiği, Kur'an'ı melekten aldığı şeklindeki haberlerine karmakarışık rüyalar diyorlardı.
"Hayır dediler, karmakarışık düşlerdir; hayır, onu kendisi düzüp, uydurmuştur. Hayır, o bir şairdir." (Enbiya, 5). Böylece yalan¬lamada daha da etkili olmanın yollarını arıyor ve onun. gördük¬lerini karmakarışık düşler türünden şeyler olduğunu iddia ediyor¬lardı.
46 "■
Bu bölümün konularını Peygamberlikten önce Arapların zihin¬lerinde yer alan "Nefs" ve "Ruh" kavramlarının soruşturulmasıyla ilgili bir araştırma ile bitirmek istiyoruz. Bu iki konu, bilim ve marifetle ilgisinden daha çok inançlarla ilgilidir, özellikle Pey¬gamberlikten önceki dönemde durum böyleydi.
Bu konuda dayanağımızı yukarıdaki iki kavramın Kur'an'daki kullanımı oluşturacaktır. Bunlarla ilgili olarak yapılan açıklamaların ve anlamların içeriğine eğilmeye çalışacağız. Burada da daha önce belirtmiş olduğumuz görüşe paralel olarak yürüyeceğiz ve Kur'an'da kullanılan sözcüklerin, kavramların ve terimlerin içerik itibariyle Kur'an'ın inişinden önce de aynı anlamda kullanıldığına ve anlaşıl¬dığına tekrar dikkat çekeceğiz.
3. Nefs Kavramı:
Nefs kavramının; Kur'an'da gerçekten pek çok ayette değişik münasebetlerle, çeşitli yerlerde ve değişik anlamlarda kullanıldığı müşahede edilmektedir. Bu ayetlerden bazıları, nefs kavramını, "şahıs/birey" anlamında kullanmaktadır.
1 Hiç kimsenin, kimse adına bir şey ödeyemeyeceği günden sakının. (Ba-
kara, 48)
2 Hani siz bir kişiyi öldürmüştünüz de bu konuda birbirinize düşmüştünüz.
Oysa Allah sizin gizlediklerinizi açığa çıkaracaktı, (Bakara, 72). Nefs kavramı; bazı ayetlerde de "insanın kendisi/zatı/şahsı" an¬lamında kullanılmıştır:
'1 Deki: "Allah'ın dilemesi dışında kendim için yarardan ve zarardan (hiç
bir şeye) sahip değilim." (A'raf, ]88).
2 De ki: "Ey insanlar! Rabbinizden size gerçek gelmiştir. Doğru yola gi¬ren ancak kendisi için girmiş ve sapan da kendi zararına olarak sapmıştır. Ben sizin bekçiniz değilim." (Yunus, 108) Nefs kavramı; şu ayetlerde ise, insanda bulunan "gizli kuvvet" anlamında kullanılmıştır. Bu kuvvet ona iş yapmayı, özellikle de, kö¬tü iş yapmayı buyurur:
1 ... Bunun üzerine kardeşini öldürmekle nefsine uydu ve onu öldürmek-
le zarara uğrayanlardan oldu... (Maide, 30)
2 ... Babalan: "Sizi, nefsiniz bir iş yapmağa sürükledi, artık bana güzel-
ce sabretmek gerekir..." dedi. (Yusuf, 18)
3 ... Ben nefsimi temize çıkarmam Çünkü nefs, Rabbimİn merhameti ol-
madıkça, kötülüğü emreder... (Yusuf, 53). Ayetlerin bir kısmı, nefsi, insanın gizli olan iç şahsiyeti an-
462
lamında kullanmıştır:
"... Sen benim içimde (nefsimde) olanı bilirsin, ama ben senin için¬de (nefsinde) olanı bilemem..." (Maide, 116)
Bazıları nefsi, insanın hayatı anlamında kullanır:
"... Canlarının (nefislerinin) küfür içindeyken zorlukla çıkmasını ister..." (Tevbe, 55)
Bazı ayetler nefsi, iyilik Ve kötülük kazandıran güç anlamında kullanır: •
1 Allah hiç kimseye güç yeüreceğinden fazlasını yüklemez, kazandık-
ları lehine yine kazandıkları da aleyhinedir... (Bakara, 286)
2 (O zaman), kendisine zulmeden her nefs, yer yüzünde ne varsa hep-
sini fidye vermek isterdi... (Yunus, 54).
Bazılarında ilham almaya elverişli biçimde yaratılan güç an¬lamında kullanılmıştır:
1 Dİleseydik. her nefse hidayetini verirdik... (Secde, 13).
2 Nefse ve ona bir dlizen içinde biçim verene, sonra ona kötülüğünü ve
ondan sakınmayı ilham edene... (Şems, 7-8).
Bazılarında nefsin, sahibini kötü eylemlere yönelten gönül olduğu ilham edilmektedir.
"Hayır, kalkış gününe and olsun ve yine hayır kendini kınayıp duran nefse de andolsun..." (Kıyame, 1-2).
Bazıları, nefs ile sahibi arasını ayırmaktadır. Sanki bunlar bir¬birine bağlı iki şey olmalarına rağmen herbirinin kendilerine özgü bir varlıkları bulunmaktadır. Herbiri diğerinden bağımsız bir yapı -ve mahiyete sahiptir:
1 Allah, sizin nefislerinize yazık ettiğinizi bildi . (Bakara, 187).
2 Ve, çirkin bir hayasızlık işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri za-
man, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma is¬teyenlerdir (Al-İİmran, 135).
3 Bak, nefislerine kargı nasıl yalan söylediler ve düzmekte oldukları da
kendilerinden kaybolup uzaklaştı. (En'am, 24).
4 Kitabım oku; buglln nefsin, hesap sorucu olarakyeter sana. (îsra, 14).
4. Ruh Kavramı:
"Ruh" kelimesi de Kur'an'da değişik üslub ve konularda kul¬lanılmıştır. Bazı ayetlerde Cebrail'i niteleme ve o'na isim olarak kul¬lanılmıştır:
1 De ki: "İnananları sağlamlaştırmak ve müslümanlara yol gösterici ve müjde olmak üzere onu, Ruhu'l-Kudüs, Rabb'inden hak gereğince
463
indirdi." (Nahl, 102).
2 (Meryem) onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de ruhumuzu
(Cebrail'i) ona gönderdik... (Meryem, 17)
3 Hiç şüphesiz o (Kur'an), alemlerin Rabb'inin indirmesidir. Onu, Ru-
hu'1-Emin (Cebrail) indirdi... (Şuara, 192-193)
4 O gün ruh ve melekler, sıra sıra durdular... (Nebe', 38)
Bazı ayetlerde, Allah'ın emri ve vahyi anlamında kullanılmıştır:
1 Melekleri, kullarından dilediğine, emrinden bir ruh (vahiy) ile indirir ..
(Nahl, 2)
2 (O), dereceleri yükselten; Arş'in sahibi (Allah), emrinden olan ruhu
(vahyi) kullarından dilediğine indirir ki. . (Mü'min, 15)
3 İşte sana da böyle emrimizden bir ruh vahyettik... (Şura, 52)
Bazı ayetlerde Allah'ın yardımı ve desteği anlamında kullanıl¬mıştır:
"... Onlar o kimselerdir ki, Allah kalblerine iman yazmış, onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir..." (Mücadele, 22)
Bazı ayetlerde, Allah'ın canlılara; Adem ve Meryem'e verdiği canlılık (hayat) anlamında kullanılmıştır:
1 Onu düzenlediğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, hemen ona sec-
deye kapanın. . (Hicr, 29)
2 O ırzını korumuş olana, (Meryem'e) de, ona kendi ruhumuzdan üf-
ledik... (Enbiya, 91)
İlk iki grupta geçen ayetlerdeki "ruh"un, dirilmenin kendisiyle vuku bulduğu, canlılık kaynağı ruhla ilişkisi yoktur. Orada söz ko¬nusu olan Allah'ın meleği Cebrail ve vahiydir. Yine aynı şekilde, mü¬cadele, 22. ayetinin de hayatın Özü olan ruh ile ilgisi yoktur.
Dördüncü gruptaki ayetler, konumuzu teşkil eden, hayatın özü olan ruh ile ilgilidir. Bununla beraber, bu ayetlerde, Arapların ruh hakkındaki anlayışlarını belirlemeye yarayacak herhangi bir işaret yoktur.
464
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır