Tekil Mesaj gösterimi
Alt 25. April 2009, 09:31 PM   #7
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

İbrahim peygamberin yaşadığı zaman ve yer hakkında Kur’an’da herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak Mevdudi’nin bu konuda derlediği bilgiler oldukça önemli ve İbrahim peygamberle ilgili pasajın anlaşılmasına katkıda bulunacak değerdedir:

“Buradaki Kur`an ayetlerinde anlatılan İbrahim Peygamber`le [a.s] kavmi arasındaki tartışmanın gerçek niteliğini anlamak için devrin dinî ve sosyal şartlarını göz önünde bulundurmak gerekir. İbrahim Peygamber`in doğum yeri olan Ur kentinin arkeologlarca kazılıp toprak üstüne çıkarılmasıyla dönemin gerçek şartlarını öğrenmemiz kolaylaşmıştır, Sir Leonardo Wooley araştırmalarının sonucunu 1935`te Londra`da `Abraham` adlı kitabında toplamıştır. Bu kitapta verilen bazı bilgileri aşağıda sunuyoruz:
Bugün bilginlerce İbrahim Peygamber`in yaşadığı dönem olarak kabul edilen İ.Ö. 2100 yıllarında Ur`un nüfusunun 250.000 hatta 500.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. O zamanlar Ur gelişmiş bir endüstri ve iş merkeziydi. Bir yandan ticaret mallarını Pamir ve Nilgiri gibi uzak yerlerden kendine çekerken, bir yandan da Anadolu`yla ticari ilişkilerde bulunuyordu. Başkenti olduğu devletin sınırları günümüz Irak`ının kuzeyine uzanıyordu. Halk çoğunlukla el işçisi [zanaatkâr] ve meslekten tüccardı. Arkeolojik kalıntılardan okunan çağın yazıtları materyalist bir hayat görüşüne sahip olduklarını göstermektedir; hayatlarının ana amacı servet yığmak ve eğlenmekti. Faiz alıp verirlerdi ve bütünüyle işlerine dalmışlardı. Birbirlerine şüpheyle bakarlar ve en ufak sorunlardan dolayı hemen mahkemeye koşarlardı. Tanrılarına olan duaları genellikle uzun hayat, zenginlik ve işlerinde başarı istemekten ibaretti. Halk üç sınıfa ayrılıyordu:
1- Amelu: Bu sınıf din adamları, devlet memurları ve askeriyeden oluşuyordu.
2- Nuşkenu: Tüccarlar, zanaatkârlar ve çiftçiler bu sınıfa dahildi.
3- Ardu: Bunlar da kölelerdi.
Amelu sınıfının özel ayrıcalıkları vardı; hem medeni hukuk, hem de ceza hukuku alanında diğer insanlardan daha fazla haklara sahiptiler ve hayatlarıyla mülkleri kutsal ve kıymetli tutulurdu. İşte, İbrahim Peygamber`in gözlerini açtığı kentin ve toplumun durumu buydu. Talmud`a göre kendisi Amelu sınıfına dâhildi ve babası devletin en önde gelen görevlilerindendi.
Ur`da yapılan kazılarda ortaya çıkarılan tabletlerde 5000 tanrının adı geçmektedir. Her kentin kendine özgü tanrısı ve baş tanrı, ya da kent tanrısı kabul edilen ve kendisine diğerlerinden daha çok saygı gösterilen özel bir tanrısı vardı. Ur`un kent tanrısının adı `Nennar` [Ay tanrısı] idi ve bu tanrının adıyla sonraki çağların bilginleri bu kente `Kamerina da demişlerdi. Bir diğer büyük kent, sonradan Ur`un yerine başkent yapılan `Larsa` idi; buranın baş tanrısının adı ise `Şemeş` [Güneş tanrısı] idi. Bu baş tanrıların altında, çoğunlukla yıldızlarla gezegenlerden ve bir kaçı da yeryüzü nesnelerinden seçilen çok sayıda küçük tanrılar vardı. Halk daha önemsiz şeyler için yaptıkları dualara bu küçük tanrılarca karşılık verildiğine inanırdı. Tüm bu gök ve yer tanrı ve tanrılarının putlar halinde sembolleri dikilmişti. Dua ve tapınmalar bu semboller önünde yapılırdı.
`Nannar` putu Ur`da en yüksek tepe üzerinde yapılmış büyük bir tapınakta korunuyor ve yanında karısı `Ningil`in kutsal yapısı mabet bulunuyordu. `Nannar` tapınağı bir kral sarayı gibiydi, her gece farklı bir kadın tapınıcı oraya giderek bu putun gelini olurdu. Böylece tapınakta tanrıya adanmış kalabalık bir kadın topluluğu oluşmuştu, bunların durumu âdeta din fahişeleri şeklindeydi. Bakireliğini tanrı adına feda eden kadın çok saygın görülürdü. Her kadının kurtuluşa ermesi için en az ömründe bir kez `tanrı yolunda` bir başka erkeğe kendini teslim etmesi gerektiği şeklinde ortak bir inanç vardı. Bu din fahişeliğinden en çok yararlananların da bizzat erkek `din adamları` olduğu açıktır.
Yalnızca bir tanrı değildi `Nannar`; ülkenin en büyük toprak ağası, en büyük tüccarı, en büyük zanaatkârı ve siyasal hayatın baş yöneticisiydi; çünkü tapınağına çok sayıda bahçe, ev ve tarla adanmıştı. Bu kaynaklardan gelen gelirin yanı sıra, çiftçiler, toprak sahipleri ve tüccarlar da mısır, süt, altın, kumaş vs. den oluşan adaklarını tapınağa getirirlerdi. Tabiî ki, bir de bunlara bakacak kalabalık bir grubun varlığı gerekiyordu.
Tapınak adına çok sayıda atölye çalıştırılıyor ve geniş düzeyde bir iş çevriliyordu. Tapınakta adalet yüksek mahkemesi kurulmuştu ve yargıçları oluşturan din adamlarının hükümleri `tanrı`nın hükmü kabul ediliyordu. Kraliyet hanedanı da egemenliğini yine gerçek egemen `Nannar`dan alıyordu. Kral ülkeyi onun adına yönetiyordu ve bu bakımdan tanrılık mertebesine yükselmiş olup kendisine diğer tanrılar gibi tapınılıyordu.
İbrahim Peygamber zamanında Ur`a egemen bulunan hanedan, İ.Ö. 2300`de doğuda Susa`ya, batıda Lübnan`a uzanan geniş bir imparatorluk kurmuş bulunan Ur-Nammu`dan geliyordu. Hanedan Ur-Nammu nedeniyle Nammu adını almıştı, işte Arapça`da buna Nemrud denmiştir. İbrahim Peygamber`in hicretinden sonra bu hanedan ve bu ulus ardı kesilmez felâketlere uğradı. Elamlılarca Ur`un yıkılması, Nannar putuyla birlikte Nemrud`un da ele geçirilmesiyle yıkılış hızlandı. Elamlılar Ur`a egemen olarak Larsa`da yönetimlerini kurdular. Son darbe, bir Arap hanedanı yönetiminde güçlenen ve hem Ur`u hem de Larsa`yı kontrolüne geçiren Babil`den geldi. Bu yıkılışın sonucunda Ur halkı kendilerini yıkım, utanç ve tahripten kurtaramayan Nannar`a olan inançlarını bıraktılar.
Bu ülke halkının hicretinden sonra İbrahim Peygamber`in öğretilerine ne tür bir cevap verdiği konusunda kesin bir şey söylemek mümkün değilse de, İ.Ö.1910`da Babil kralı Hammurabi`nin [Kitab-ı Mukaddes`te `Amurafil` diye geçer] yaptığı kanunları, nübüvvet yol göstericiliğinin doğrudan veya dolaylı etkilerini taşır. Bu Kanun`un tümünün üzerine kazındığı bir sütun M.S. 1902`de bir Fransız arkeolog tarafından ortaya çıkarılmış ve 1903`te C.H.W John tarafından "En Eski Hukuk Kodu" adıyla İngilizceye çevrilip yayınlanmıştır. Bu kanunla Musa Peygamber`in Kanununun çoğu ilke ve ayrıntıları genelde birbirine benzerdir.
Bugüne değin yapılagelen arkeolojik araştırmaların sonuçları doğruysa, ortada açık bir gerçek vardır: Şirk, İbrahim`in kavminin çok tanrıcı ibadetlerinin temeli ve basit bir dini inanç değil, ekonomik, kültürel, siyasal ve sosyal hayat sistemlerinin de ana temeliydi. Buna paralel olarak, İbrahim Peygamber`in mesajı yalnızca puta tapıcılığın köküne vurmakla kalmıyor, kraliyet hanedanına tapınma ve bu hanedanın egemenliğinin yanı sıra, din adamlarıyla soyluların sosyal, ekonomik ve siyasal statülerine ve tüm ülkenin kolektif hayatına da yükleniyordu. Bu yüzden, çağrısının kabulü kapsamlı değişiklikler gerektiriyordu. Geçerli sosyal modelin bırakılıp tevhit temeli üzerinde yeniden kuruluşunu öngörüyordu. Bundandır ki, İbrahim Peygamber [a.s] mesajını yaymaya başlar başlamaz, halk, soylular din adamları sınıfı ve Nemrut hep birlikte onun sesini kesmek için ayaklandı ve Kur`an`da anlatılan keskin kavga patlak verdi. (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

80 - 82 – Ve kavmi onunla tartıştı. O [İbrahim]; “Bana doğru yolu göstermişken Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O’na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum. -Ancak Rabbimin dilediği şey hariç.- Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünmez misiniz?
Ve Allah, haklarında hiçbir güç kuvvet indirmediği hâlde, siz O’na ortak koşmaktan korkmuyorken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Bu durumda eğer biliyorsanız, bu iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha layıktır?” dedi.
Şu iman edenler ve imanlarına zulüm giydirmeyenler [şirk karıştırmayanlar]; işte onlar, güven kendilerinin olanlardır. Doğru yolu bulanlar da onlardır.

Bu ayetlerde, kavmini sağduyuya, düşünmeye çağıran İbrahim peygamber ile şirk içindeki kavmi arasında geçen tartışmalar aktarılmaktadır.
Dikkat edilirse, İbrahim peygamberin kavmi inkârcı, tanrıtanımaz değil, şirk koşan bir toplumdur. Nitekim 82. ayette geçen “zulüm” sözcüğü de bu şirki ifade etmektedir.
Şirk, aklını kullanmayan insanlar için hep gündemde olan bir olgudur:

Onlar dediler ki: “Ey Hud! Bize bir açık kanıt ile gelmedin. Ve biz Senin sözünle ilâhlarımızı terk edecek değiliz. Biz sana inananlar değiliz de. Ancak ‘Tanrılarımızdan bazısı seni fena çarpmış’ diyebiliriz.” O [Hud] dedi ki: “Şüphesiz ben Allah’ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki ben, Allah’ın astlarından O’na ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Hadi öyleyse hepiniz bana tuzak kurun, sonra beni hiç bekletmeyin. Şüphesiz ben gerçekten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Onun, perçeminden yakalayıp denetlemediği hiçbir dabbeh [hareket eden canlı] yoktur. Şüphesiz ki benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir. Buna rağmen yine de sırt çevirirseniz, ben size ne ile gönderilmişsem, işte onu tebliğ ettim. Ve benim Rabbim, sizin yerinize başka bir kavmi halife yapar. Ve siz O’na hiçbir şeyce zarar veremezsiniz. Hiç şüphesiz Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir.” (Hud/53-57)

Yoksa onların, Allah’ın dinde izin vermediği şeyi kendilerine meşru kılmış olan ortaklar mı vardır? Eğer kesin yargı sözü olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi [işleri bitirilirdi]. Ve gerçekten zalimler; onlar için acı bir azap vardır. (Şûra/21)

Bunlar, Allah haklarında bir kanıt indirmediği hâlde sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka şeyler değildir. Ant olsun, onlara Rabblerinden hidayet geldiği hâlde onlar, sadece zanna [sanıya], bir de nefislerinin hoşlandığı şeylere uyuyorlar. (Necm/23)

Ve hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki şirk [Allah’a ortak koşmak], kesinlikle büyük bir zulümdür. (Lokman/13)

İbrahim peygamberin önce evrendeki ayetleri gözleyerek fikir sancısı çekmesi ve sonra “kalb-i selim”e ulaşmasıyla sergilediği örnek tutum Kitab-ı Mukaddes’te yer almamıştır. Mevdudi “Tefhim” adlı eserinde bu konunun Kur’an’daki anlatımı ile Talmud’daki anlatımı arasındaki farkları şu şekilde tespit etmiştir:

Talmud`da geçiyorsa da, iki açıdan buradaki anlatım Kur`an`dakinden ayrılmaktadır:
1- Talmud`da sıra "güneşten yıldızlara ve Allah`a doğru" iken, Kur`an`da "yıldızlardan güneşe ve... Allah`a doğru"dur.
2- Talmud`da, İbrahim`in güneş için "bu benim Rabbimdir" dediğinde, o an güneşe secde ettiği, aynı şekilde aya da secde ettiği anlatılmaktadır. (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

83 – Ve işte bunlar, kavmine karşı İbrahim’e verdiğimiz kanıtımızdır. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz senin Rabbin Hakîm’dir ve Alîm’dir.

Bu ayette Rabbimiz, İbrahim peygamberin tevhide kanıt olarak göklerdeki ve yerdeki ayetler ile yaptığı izahatı, eşyayı ve olayları değerlendirme yetisini ona bizzat kendisinin öğrettiğini bildirmekte, dolayısıyla ona bir takım nimetler verdiğini açıklamış olmaktadır.

84 - Ve Biz ona İshak’ı ve Yakub’u da bağışladık. Hepsine doğru yolu gösterdik. Daha önce de Nuh’a ve onun soyundan Davud’a, Süleyman’a, Eyyub’a, Yusuf’a, Musa’ya ve Harun’a da doğru yolu göstermiştik. Ve Biz güzellik, iyilik üretenleri böyle karşılıklandırırız.
85 - Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas`a da [doğru yolu gösterdik]. Hepsi salihlerdendir.
86 - İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut`a da [doğru yolu gösterdik]. Hepsini de Biz âlemlere fazlalıklı kıldık.
87 – Ve bunların babalarından, soylarından ve kardeşlerinden de [fazlalıklı kıldık]. Ve onları seçtik, doğru yola kılavuzladık.

Bu ayetlerde Rabbimiz, özellikle Ortadoğululara gönderdiği ve hepsinin de doğru yolda, eğitilmiş, yetiştirilmiş, düzeltilmiş kılavuzlar olduğunu bildirdiği on sekiz elçinin isimlerini saymaktadır. Bu elçilerin hepsi de Arap toplumunun yabancı olmadığı elçilerdir. Bu elçilerin sıralanışında tarih, derece, üstünlük sırası dikkate alınmamıştır.
Elçilerin ilk dördü, “o” zamiri ile işaret edilmiş İbrahim, İshak, Yakub ve “daha önce” vurgusuyla onlardan evvel yaşadığı belli edilen Nuh peygamberdir. Diğer on dört peygamber de [Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa, Harun, Zekeriyya, Yahya, İsa, İlyas, İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut], bu ilk sayılan dört peygamberin zürriyetlerinden olan peygamberlerdir. Bu kadar çok elçi isminin bir arada sayılması, En’am suresinin ana ekseninin “elçilik görevi” olduğunu göstermektedir.
Rabbimiz, İbrahim peygambere verdiği nimetleri bu pasajda ona kanıtlar verilmesi, onun derecelerle yükseltilmesi ve “aziz” kılınması olarak açıklamaktadır. İbrahim peygamberin, yaptığı tevhit mücadelesinde kavmini terk edip yurdundan göç etmesi üzerine Rabbimiz ona ödül olarak kendi dinine bağlı iyi evlatlar ve torunlar bağışladığını bildirmiştir. Hemen belirtmek gerekir ki, bu pasajda İbrahim peygambere çeşitli nimetler, lütuflar, bağışlar verdiğini bildirirken Rabbimizin kullandığı “Biz” sözcükleri, her zaman olduğu gibi sadece O’nun azametini ifade etmektedir.

Ve onun [İbrahim`in] karısı ayaklanmıştı, gülüverdi. Sonra ona İshak`ı, İshak`ın arkasından da Yakub`u müjdeledik.
O [İbrahim’in karısı] dedi ki: “Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben bir ‘acuz’um [kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız bir karıyım]. Şu kocam da yaşlı bir adam iken! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey!”
Onlar [elçiler]; “Sen Allah`ın işinden mi şaşıyorsun? Allah`ın rahmeti ve bollukları üzerinizdedir. Ey ev halkı! Şüphesiz ki O, Hamid’tir [övülmeye lâyıktır], Mecid’tir [cömertliği boldur]” dediler. (Hud/71-73)

Ve Biz ona salihlerden bir peygamber olarak İshak’ı müjdeledik. (Saffat/112)

Sonra o [İbrahim], onlardan [kavminden] ve onların Allah’ın astlarından ibadet ettikleri şeylerden uzaklaşınca, Biz ona İshak’ı ve Yakub’u ihsan ettik. Hepsini de peygamber kıldık [yaptık]. (Meryem/49)

Ve Biz ona İshak’ı ve Yakub`u bağışladık. Ve soyu içinde Peygamberlik ve Kitap kıldık. Ve Biz ona dünyada ücretini verdik. Şüphesiz o, ahirette de salihlerdendir. (Ankebut/27)

Ve ant olsun, Nuh`u ve İbrahim`i elçi gönderdik, peygamberliği ve kitabı bu ikisinin soyları içinde kıldık. Sonra da onlardan bir kısım doğru yolu bulmuştur, onlardan birçoğu da fasıklardır. (Hadîd/26)

İşte bunlar, Âdem’in soyundan, Nuh ile beraber taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail’in soyundan, hidayete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz peygamberlerden Allah’ın kendilerine nimetler verdiği kimselerdir. Onlar kendilerine Rahman’ın ayetleri okunduğu zaman ağlayarak ve secde ederek [teslimiyet göstererek] yere kapanırlardı. (Meryem/58)

Yoksa siz Yakub’a ölüm hâli gelip çattığı zaman, oğullarına, “Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?” dediği zaman, onların; “Biz, bir tek ilah olarak senin ilahına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak`ın ilahına ibadet edeceğiz. Ve biz sadece O`na teslim olanlarız” dediklerine tanıklar mı idiniz. (Bakara/133)

88 - İşte bu, Allah`ın kılavuzluğudur. O, onunla kullarından dilediğine kılavuzluk eder. Ve eğer onlar ortak koşsalardı, kesinlikle yapmış oldukları şeyler boşa gitmişti.
89 - İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Şimdi bunlar, ona inanmayacak olurlarsa, Biz kesinlikle bunu inkâr etmeyecek bir kavmi vekil kılmışızdır.
90 – İşte bunlar, Allah’ın kılavuz olduğu kimselerdir. Artık sen de onların kılavuzuna [vahye] uy. De ki: “Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece âlemlere bir öğüttür.”

Bu ayetlerde Rabbimiz:
1- Daha önce göndermiş olduğu elçileri işaret ederek onlara doğru yolu öğrettiğini, onların da şirkten uzak durduğunu, çünkü şirk koşanların yaptıkları her şeyin boşa gittiğini açıklamıştır.
2- İma yoluyla, önceki elçiler gibi Muhammed (as)’in de gönderilmiş bir elçi olduğunu, onu inkâr edenlerin yerine böyle davranmayacak başka bir kavmi getirerek inkârcı müşrikleri helâk edebileceğini ilan etmiştir.
3- Ayrıca peygamberimizden âlemlere öğüt olan Kur’an karşılığında bir ücret istemediğini tekrar beyan etmesini istemiştir.
88. ayette sözü edilen “yapılanların boşa gitmesi”, Kur’an’da sıkça üzerinde durulan bir olgudur:

Şüphesiz şu, Allah`ın ayetlerini inkâr eden ve haksız yere peygamberleri öldüren ve insanlardan adaleti emreden kişileri öldürten kişiler; hadi onlara acıklı bir azabı müjdele!
İşte bunlar, dünyada ve ahirette de bütün yaptıkları boşa gitmiş olan kimselerdir. Onlar için yardımcılardan da yoktur. (Âl-i Imrân/21, 22)

De*mek ki, tevhit inancının en önemli faydası, insanın bu dünyada yaptığı iyi şeylerin öteki dünyada değerlendirmeye tâbi tutulmasını sağlaması, bu işlerin boşa gitmesini önlemesidir. Çünkü tevhit inancına sahip olmayan kimsenin tüm yaptıkları, Rabbimizin açık ifadesine göre, boşa gitmiş olacaktır.
90. ayette peygamberimize söylettirilen “Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece âlemlere bir öğüttür” ifadesinde iki önemli husus vurgulanmıştır. Bunlardan birincisi, Kur’an’ın tüm insanlara öğüt olduğu, dolayısıyla peygamberimizin belirli bir kavme değil, tüm insanlara gönderildiği hususudur. İkincisi ise peygamberimizin görevini bir karşılık beklemeden ve almadan yapması gerektiği hususudur. “Dini tebliğ etmekten dolayı bir ücret alınmayacağı”, “Kur’an’ın bir kazanç kapısı olmadığı” demek olan bu ikinci husus, aslında Nuh peygamberle başlayan, Hud, Salih, Lut ve Şuayb peygamberlerle devam eden (Şuara/109-180) ve kesinlikle bütün peygamberlerin uyduğu bir ilkedir. Peygamberimize de En’am/90’dan başka Furkan/57 ve Şûra/23’te aynı doğrultuda talimat verilmiştir.
Furkan Suresi’nin tahlilinde “Dini tebliğ etme görevinin bir para kazanma uğraşı hâline getirilemeyeceği” ekseni etrafında yaptığımız açıklamayı, yararlı olacağı kanaatiyle burada kısaca tekrarlıyoruz:

Ve Biz seni ancak müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere gönderdik.
De ki: “Ben, buna karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Sadece ve sadece Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler istiyorum.” (Furkan/56, 57)

Bu ayetlerde isyancı, nankör ve inatçı müşriklerin tutumlarına karşı nasıl davranması gerektiği hakkında peygamberimize öğüt verilmekte ve görev sınırları hatırlatılarak teselli edilmektedir. Çünkü peygamberimiz öğütçüden, uyarıcıdan ve müjdeciden başka bir şey olmadığı gibi, bu görevleri için de kimseden herhangi bir karşılık istememektedir. Bu nedenle kâfirlerin davranışları yüzünden kendini sorumlu tutması gerekmemektedir. Rabbimiz, elçisine “tek isteğinin herkesin Allah yoluna gelmesi olduğu”nu söylemesini buyurmaktadır.
Yusuf/104, Şuara/109, 127, 145, 164, 180, Sebe/47, Ya Sin/ 21, Sad/86, Yunus/72, Hud/29, 51, Şûra/23, Kalem/46, Tur/40 ayetlerinden de görmekteyiz ki, Rabbimiz hiçbir peygamberine yaptığı görev karşılığında herhangi bir ücret istetmemiştir. Dolayısıyla, peygamberimizin de kimseden herhangi bir ücret istemesi mümkün değildir. Buna, akrabalarının gözetilmesini, sevilmesini istemek de dâhildir. Zira netice itibariyle böyle bir istek de bir çıkardır, menfaat sağlamaktır.
Böyle olmasına rağmen, peygamberimizin yakınlarına, ehlibeytine sevgi duyulmasını istediği yolunda asılsız iddiaların bulunduğu yüzlerce rivayetin etkisiyle konumuz olan 57. ayete ve Şûra suresinin 23. ayetine bir istisna ilâvesi yapılmış ve pek çok mealde, Şûra suresinin 23. ayetindeki “yakınlarda sevgi istiyorum” ifadesi, “yakınlarımı, ehlibeytimi sevmenizi istiyorum” şeklinde yorumlanmıştır. Hâlbuki ayette iyelik belirten herhangi bir sözcük veya bir işaret yoktur. Oradaki ifade de yine “Allah’a giden yolu istemeniz, Allah’a yakınlık için sevgi oluşturmanız” anlamındadır. Aksi durum ise, yani peygamberimizin yakınları için bir talepte bulunması hâli ise mümkün değildir, zira böyle bir istek elçilik ilkelerine aykırı düşmektedir. Zaten ayetlerin siyak ve sibakında hitabın hep kâfirlere olmasından anlaşılacağı gibi, muhatap kâfirlerdir ve onlardan bir karşılık, bir mükâfat beklemek anlamsızdır. Çünkü kâfirler peygamberi kabul etmemekte ve onunla kıran kırana mücadele etmektedirler. Böylesi bir çekişmenin olduğu bir ortamda, taraflardan birinin karşı taraftan kendi yakınlarının sevilmesini istemesi ise son derece mantıksızdır.
Elçilerin yaptıkları görev karşılığında herhangi bir ücret istememeleri, elçiliklerinin gerçek bir kanıtıdır. Zira elçiler görevlerini sadece hiçbir çıkar gözetmeden yapmakla kalmamakta, bunun da ötesinde, rahat hayatlarını bırakarak bütün işlerini terk etmekte; adlarının deliye, yalancıya, sihirbaza çıkmasına göğüs germekte; inanmayan yakınlarıyla ilişkilerinin kopmasını göze almakta ve üstüne üstlük bir sürü işkenceye de katlanmak zorunda kalmaktadırlar. Gerçek elçi olmayan birinin geçici çıkarları uğruna bütün bunları göze alması mümkün değildir. Tam aksine, gerçek elçi olmadığı hâlde bu yolla hükümdar ve önder olmak için hareket eden bir kişi, toplumun hoşuna gitmek için onların geleneklerini, önyargılarını kabullenir ve bunlardan yararlanma yoluna gider. Oysa Kur’an’dan öğrendiğimize göre, peygamberimiz, sadece bu tür önyargıları kökünden baltalamakla kalmıyor, aynı zamanda kabilesinin Arabistan putperestleri üzerinde etki ve egemenlik kurmalarını sağlayan ana unsuru da yerle bir ediyordu.”

91 – Ve onlar; “Allah, hiçbir beşere bir şey göndermemiştir” demekle, Allah’ı hakkıyla takdir edemediler [gereği gibi tanıyamadılar]. De ki: Musa`nın insanlara aydınlık ve kılavuz olmak üzere getirdiği, sizin parça parça kâğıtlar kıldığınız, bir kısmını belli ettiğiniz, birçoğunu gizlediğiniz; siz ve babalarınızın, sayesinde bilmediğiniz birçok şeyleri öğrendiğiniz Kitap`ı kim indirdi? Sen de ki: “Allah!” Sonra onları boş uğraşlarında oynar hâlde bırak.

Bu ayette Mekkelilerin ve Yahudilerin dini yapılarına ait bilgiler verilmekte ve her iki grubun hile ve yalanları yüzlerine vurulmaktadır.
Ayette geçen “Allah’ı hakkıyla takdir edemediler” ifadesi şu anlama gelmektedir: Onlar Allah’ın her şeye gücünün yettiğine, her şeyi bildiğine, Rahman ve Rahîm olduğuna iman etmediler; Celâl ve Cemal sıfatlarını layıkıyla tanımadılar; nimet ve rahmetinin [elçi gönderişinin ve kitap indirişinin] kıymetini anlamadılar. Kısaca Allah’ı tüm nitelikleriyle göz ardı ettiler.
Dikkat edilirse, “Allah, hiçbir beşere bir şey göndermemiştir” iddiası, bizzat iddia sahiplerinin kendi inançlarıyla çürütülmüş ve Tevrat`ın Musa peygambere Allah tarafından indirildiğine inananlara Tevrat örnek gösterilerek, Allah`ın kelamının bir insana indirilebileceği kanıtlanmıştır.
Esbab-ı nüzul kayıtlarına göre, “Allah, hiçbir beşere bir şey göndermemiştir” iddiası, Malik b. es-Sayf tarafından ortaya atılmıştır:

“O, Peygamber (sav) ile tartışmak üzere geldiğinde, Peygamber (sav) ona şöyle demişti: "Tevrat`ı Musa`ya indiren hakkı İçin sa*na soruyorum: Tevrat`ta şüphesiz Allah şişman din âlimine buğz eder, şek*linde bir ifade bulmuyor musun?" Malik b. es-Sayf da gerçekten şişman bir haham idi. Bunun üzerine kızdı ve şöyle dedi: Allah`a yemin ederim, Allah hiçbir insana hiç bir şey indirmiş değildir. Bu sefer, onunla beraber bulunan arkadaşları ona şöyle dediler: Yazıklar olsun sana! Musa`ya da mı indirmemiştir? deyince, şöyle dedi: Allah`a yemin ederim, Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.” (Vahidi; Esbabu Nüzuli’l-Kur’an)

Surenin giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi, bazıları tarafından bu ayetin Medeni kabul edilmesi bu olay sebebiyledir. Ne var ki, anlatılan olayda ismi geçen kişinin bir haham olması ve böyle tutarsız bir iddiada bulunması akla uzak görünmektedir. Diğer taraftan, ayetin pasajdaki konu bütünlüğü içinde olması ayetin Mekki olduğu görüşünü kuvvetlendirmekte, buna karşılık o günün Mekke şehrinde birçok Ehlikitap’ın bulunduğu ve Tevrat ile İncil’in Mekkelilerce okunduğu gerçekleri de ayetin Medine’de indiğini düşünenlerin görüşünü zayıflatmaktadır.
Bizim kanaatimiz, Kur`an`ın Allah tarafından gönderildiğini inkâr eden Mekkeli müşriklere bir cevap niteliğinde olan bu ayetin Mekke`de nazil olduğu yönündedir.

92 - İşte bu da Bizim kentlerin anasını [Anakent’i] ve yanı başındaki kişileri uyarman için indirdiğimiz kendinden öncekini doğrulayıcı mübarek [bolluk dolu] bir Kitaptır. Ahirete inananlar ona da inanırlar ve onlar desteklerine de koruyucudurlar [desteklerini de sürdürürler].

Bu ayette, Kur’an’ın Mekke ve Mekke çevresindekileri uyarmak için indirildiği, Kur’an’ın bereketli [bolluk saçan] bir kitap olduğu ve ahirete inananların ona inanıp desteklerini sürdürdükleri, sürdürecekleri ilan edilmektedir.

ÜMMÜ’L-KURA

Peygamberimizin doğup büyüdüğü, elçilik görevine başladığı ve bunu bir müddet sürdürdüğü şehir olan Mekke, “ امّ القرىÜmmü’l-Kura [şehirlerin anası, anakent]” olarak nitelenmiştir ki, zaten Mekke`nin bir ismi “Ümmü`l Kura”dır ve peygamberimiz de bu sebeple “ الامّىّel Ümmi”dir [anakentli; Mekkelidir].
Mekke’ye “şehirlerin anası” denmesinin gerekçesi İbrahim peygambere kadar uzanmaktadır. Çünkü o tarihlerden beri Mekke, çevre kentlerle birlikte bakıldığında, çocuklarını etrafında toplamış bir ana görüntüsü içinde olmuştur. Bunun sebebi ise müminlerin hacc ibadetlerini Mekke’de yapıyor olmalarıdır. Böyle dinî bir toplanma merkezi olması dolayısıyla Mekke sadece ticaret ve ulaşımda değil, bilim ve sanatta da çok gelişmiş ve çevredeki kentlerin anası hâline gelmiştir.
Ayette uyarı alanı olarak Mekke’nin çevresinin de zikredilmesi, Kur’an’ın inişinin ve Muhammed (as)’in peygamberliğinin yalnız Arap toplumuna ve onların yaşadıkları yerlere münhasır olmadığını, tüm insanlara ve tüm dünyaya yönelik olduğunu göstermektedir:

Ve Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; velâkin insanların çoğu bilmiyorlar. (Sebe`/28)

De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah`ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde doğru yolu bulmanız için Allah`a ve O`nun sözlerine iman eden, Ümmî Peygamber olan Elçisi`ne iman edin ve ona uyun.” (A’raf/158)

De ki: “Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki: “Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi kendisiyle uyarayım diye bana bu Kur`an vahyolundu. Allah’la beraber gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder misiniz?” De ki: “Ben etmem.” De ki: “O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve kesinlikle ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım.” (En’am/19)

93 – Ve Allah’a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı hâlde “Bana vahyolundu” diyenden ve “Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha zalim kim olabilir? O zalimleri ölümün şiddetleri içindeyken, melekler de onlara ellerini uzatmış, “Nefislerinizi [canlarınızı] çıkarın. Bugün, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylediğinizden ve O’nun ayetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız” derlerken bir görsen!
94 – Ve ant olsun ki, siz, sizi ilk defa yarattığımız zamanki gibi yapayalnız / teker teker Bize geldiniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. Ve içinizde kendilerinin ortaklar olduğuna inandığınız şefaatçilerinizi sizinle beraber görmüyoruz. Ant olsun, aranızda kesilme olmuş ve yanlış inandığınız şeyler kaybolmuştur.

Allah’ın beşerden elçiler göndereceğine ve kitap indireceğine dair önceki ayetlerde yapılan bildirimlerden sonra, bu ayetlerde de insanların dikkati bu işin sahtekârlarının da bulunabileceğine çekilmektedir. Ayette, kendisine vahyedilmediği hâlde “Bana vahyedildi” veya “Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyen o korkunç yaratıkların alçaltıcı bir şekilde cezalandırılacakları açıklanmaktadır.
Allah`ın haramını helâl, helâ*lini haram yapan, kendi düşüncelerini insanlara Allah’ın emri gibi ileten, kendisini “mehdi”, “Mesih” ilan eden, rüyada veya keşif yoluyla Allah’tan kendisine bir takım bilgiler, risaleler verildiğini ileri süren bu zalim kişiler, bugün var oldukları gibi İslam’ın ilk dönemlerinde de var idiler:

Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman, “İşittik, dilersek bunun gibisini biz de söyleriz, bu, evvelkilerin efsanelerinden başka bir şey değildir” demişlerdi. Enfal; 31:


Rabbimiz kendisine iftira etmenin en büyük zulüm olduğunu, konumuz olan 93. ayetten başka En’am/21 ve 144, A’raf/37 ve Yunus/17’de de açıklamıştır.

“Esbab-ı Nüzul” kayıtlarında bu zalimler ile ilgili olaylar şöyle aktarılmıştır:

Bu ifade, Yemâmeli Müseylimetu`l-Kezzab ile San`alı el-Esvedu`l-Ansî hakkında nazil olmuştur. Çünkü bunlar, bir yalan ve bir iftira olmak üzere, Allah katından gönderilmiş birer nebi ve resul olduklarını iddia ediyorlardı. Müseylime "Muhammed Kureyş`in peygamberi, ben de Hanifeoğullarının peygamberiyim" diyordu. (Razi; el-Mefatihu’l Gayb)

"Ben de Allah`ın indirdiği ayetlerin benzerini indireceğim" aye*tinde kastedilenin vahiy kâtipliği yapan ve sonra Medine`de irtidat eden Abdullah b. Serrah olduğu söylenmiştir. Adı geçen bu şahıs Kur`an`daki bazı kısımları Peygamber`in dediğine uygun olarak yazmıyordu. Mesela `Azîzün Hakîm` yerine `Gafûrun Rahîm" ve `Habîrun Halîm` yerine `Alîmün Hakîm` yazıyordu. Bir gün Peygamber [s] ona Mü`minun suresindeki ``Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe haline getirdik. Sonra nutfeyi alaka yaptık. Peşinden alakayı bir parçacık et haline getir*dik. Bu bir parçacık eti kemiklere çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik" ayetini yazdırırken, o, "Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah pek yü*cedir!" dedi. Peygamber [s] de aynen "Söylediğin gibi nazil oldu. Onu yaz!" dedi. Bunun üzerine o, "Ben de Allah`ın indirdiği ayetlerin benzerini indireceğim" dedi (İbni İshak)

94. ayette ahiretten bir sahne canlandırılarak insanların Yüce Allah’a ilk yaratıldıkları zamanki gibi yapayalnız / teker teker gelecekleri ifade edilmiştir. Buna benzer ifadeler pek çok ayette tekrarlanmıştır:

Ve onlar, saf hâlinde Rabbine arz edilmişlerdir: "Şüphesiz sizi ilk önce yarattığımız gibi Bize geldiniz. Aslında siz, sizin için buluşma zamanı kılmayacağımıza batılca inanıyordunuz.” (Kehf/48)

O [inkârcı kişi], gayba muttali oldu ya da Rahman katında bir söz mü aldı? Hayır... Hayır... [Onun zannettiği gibi değil]... Biz onun söylediği şeyleri yazarız ve onun için, azaptan uzattıkça uzatırız. Ve o söylediği şeylere Biz mirasçı olacağız ve o, Bize tek başına gelecektir. (Meryem/78-80)

O zaman kendilerine uyulan kimseler, azabı görerek kendilerine uyanlardan kaçıp uzaklaşmışlardır. Ve onlarla bağlar kesilmiştir.
Ve onlara uyanlar; “Ah, bizim için dünyaya bir dönüş olsaydı da onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!” derler. İşte böylece Allah onlara bütün amellerini, üzerlerine yığılmış hasretler [pişmanlık ve üzüntüler] hâlinde gösterecektir. Onlar bu ateşten çıkanlar da değillerdir. (Bakara/166, 167)

Sonunda Sur’a üflendiği zaman da onların o gün aralarında soy yakınlığı yoktur. Onlar istekleşemezler de. (Müminun/101)

[İbrahim onlara] Dedi ki: “Siz, sırf aranızdaki dünya hayatında sevgi için Allah’ın astlarından birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz kiminizi lanetleyecektir. Varacağınız yer de cehennemdir. Ve sizin için yardımcılardan yoktur.” (Ankebut/25)

Ve “Ortaklarınızı çağırın!” denir, onlar da çağırırlar. Sonra da onlar kendilerine cevap vermezler ve azabı görürler. —Ne olurdu onlar doğru yola girmiş olsalardı!- (Kasas/64)

Ve o gün hepsini toplayacağız. Sonra Biz, ortak koşan kimselere, “Hani nerede o batılca inandığınız ortaklarınız?” diyeceğiz.
Sonra, onların fitneleri, “Rabbimiz, Allah`a kasem olsun ki, biz müşriklerden değildik.” demekten başka bir şey değildi.
Bak, kendi aleyhlerine nasıl yalan söylediler! O uydurdukları şeyler de kendilerinden ayrılıp kayboldu. (En`âm/22–24)

Ve yeniden diriltilen gün; mal ve oğulların sağlam bir kalple [gerçek imanla] gelenlerden başkasına fayda vermediği ve cennetin müttekilere yaklaştırıldığı, azgınlar için de cehennemin açılıp gösterildiği gün beni rezil etme!” dedi. (Şuara/87-91)

Ve iş bitince şeytan onlara, “Şüphesiz ki Allah size gerçek vaadi vaat etti, ben de size vaat ettim, hemen de caydım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi çağırdım, siz de icabet ettiniz. O nedenle beni kınamayın, nefsinizi [kendinizi] kınayın! Ben sizi kurtaramam, siz de benim kurtarıcım değilsiniz! Ben, önceden beni Allah’a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim.” dedi. Kesinlikle zalimler için acı bir azap vardır! (İbrahim/22)

95 - Şüphesiz ki Allah, taneyi ve çekirdeği yarıp çıkarandır: Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır. İşte Allah! Nasıl da döndürülüyorsunuz?
96 - Tanyerini yarıp çıkarandır. Geceyi dinlenme zamanı, Güneş ve Ay’ı hesap ile kılmıştır. Bu, Azîz’in [Güçlü Olan’ın], Alîm’in [En İyi Bilen’in] takdiridir [belirlemesidir].
97 – Ve O [Allah], kara ve denizin karanlıklarında kendisiyle yolunuzu bulasınız diye yıldızları sizin için kılandır. Şüphesiz Biz, bilen bir toplum için ayetleri ayrıntılı olarak açıkladık.
98 – Ve O, sizi bir tek nefisten inşa edendir. Sonra da bir karar yeri ve emanet yeri... -Biz kesinlikle ayetleri, iyi anlayan bir toplum için ayrıntılı olarak açıkladık.-
99 – Ve O [Allah], gökten suyu indirendir. Böylece Biz onunla her şeyin bitkilerini çıkardık. Ondan da birbirine benzeyen ve birbirine benzemeyen birbiri üzerine binmiş taneler; hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımları, üzümden bağları, zeytini ve narı çıkarıyoruz. Bunlar meyvelendikleri zaman meyvelerine ve olgunlaşmasına bakın! İşte Bunlarda kesinlikle inanan bir toplum için ayetler vardır.

Herhangi bir izaha gerek kalmayacak kadar açık olan bu ayetlerde, Rabbimiz kendisini evrendeki yasaların koyucusu olarak tanıtmakta ve insanlığa yararlı olsun diye yarattığı tüm varlıklarda, bilen, iyi anlayan ve inanan bir toplum için işaretler, ayrıntılı açıklamalar bulunduğunu bildirmektedir.
Gerçekten de Güneş’in, Ay’ın, yıldızların, yağmurun, bitkilerin, kısaca Allah’ın görünen tüm ayetlerinin kendilerine sağladığı faydaları görmeyi bilen insanlar, Allah’ın yüceliği, gücü, azameti hakkında başkaca hiçbir kanıta ihtiyaç duymamaktadırlar.
95. ayetteki “ölü” ve “diri” sözcüklerinin hem hakiki hem de mecaz manada değerlendirilmesi mümkündür. Buna göre:
a- Sözcükler hakikat manalarıyla değerlendirildiğinde, ayetteki ifadeden Allah’ın kuru tohumdan yeşil bitkiyi, yeşil bitkiden de kuru tohumları meydana getirdiği,
b- Mecazi manada değerlendirildiğinde ise, Allah’ın cahil bir kimseyi âlim hâline getirdiği, bir âlimi de bir cahile dönüştürdüğü anlaşılabilir.
Bundan başka, ayette Allah’a izafe edilmiş olan “ölüden dirinin çıkarılması, diriden de ölünün çıkarılması” olgusunun yararlı bilinen şeylerde bulunan zararları veya zararlı bilinen şeylerde bulunan yararları ifade ettiğini, Allah’ın bunları iç içe yarattığını düşünmek de mümkündür. Mesela zararlı olarak bilinen bitkilerden veya yılan zehri gibi bazı maddelerden insana yarar sağlayan ilaçlar elde edilmesi, bu düşünceyi doğrular mahiyette bir örnektir.
Bu konu, ilk dönem Kur’an yorumcuları tarafından şöyle açıklanmıştır:

"Cenab-ı Hak, nutfeden canlı bir beşer, canlı beşerden de ölü bir nutfe çıkarır. Yine aynı şekilde, yumurtadan canlı civcivi, tavuktan da ölü yumurtayı çıkarır. Bundan maksat, canlı ile ölünün birbirlerinin zıddı olup birbirlerini nefyettiklerini ifade etmektir. Binaenaleyh, benzer bir şeyin benzer bir şeyden meydana gelmesi, bunun tabiat ve hassalar icabı olduğu zannını uyandırabilir. Ama, zıddın zıddan meydana gelmesine gelince, bunun tabiat ve o şeylere ait özellikler sebebiyle olması imkânsızdır. Bilakis bunun, Hakîm olan bir yaratıcının takdiri ve Alîm olan bir müdebbirin yönetmesiyle meydana gelmesi gerekir” (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla