Tekil Mesaj gösterimi
Alt 12. June 2011, 09:42 PM   #17
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

E) ALLAH VE PEYGAMBERLİK İNANCI
1. Allah İnancı:
Şirk inancının anlamı; Allah'tan başkasını, ibadette, yönelişte umutta ve korkuda Allah'a ortak koşmaktır. Daha önce işaret etti¬ğimiz gibi, İslam'dan önceki Arap müşriklerinin inancı böyleydi. Müş¬rik Araplar Allah'ın varlığını kabul ediyorlardı. Onun yüce bir ulu-hiyete ve büyük bir kudrete sahip olduğuna inanıyorlardı. İster bu şirk koşmalarında, ortaklarını tanrının dengi gibi kabul etsinler, is¬terse onları arabulucu, şefaatçi ve yakınlaştırma vasıtası kabul et¬sinler farketmez. Allah'a inançları buydu.
Maddi ve maddi olmayan, esas tanrılar ve şefaatçılar olarak kabul ettikleri ortakları ile birlikte Allah'ı kabul etmeleri, onlarda dini düşüncenin gelişmesini tasvir eden önemli bir noktadır. Bu önem Kur'an'da Arapların Allah'ın varlığını yüce uluhiyetini, büyük kud¬retini kabul ettiklerini pek çok tablolarla ve değişik münasebetler¬le ortaya koyan, onlarca Kur'an ayetini düşündüğümüzde daha da açıklık kazanır.
Aşağıda söz konusu ayetlerden bir grubunu veriyoruz:
1 "Rabbinden Muhammed'e bir ayet (mucize) indirilseydi ya" dediler.
De ki: "Doğrusu Allah bir ayet indirmeğe Kâdir'dir, fakat çoğu bilmezler. (En'am, 37).
2 Kendilerine bir mucize gösterilirse, mutlaka ona inanacaklarına dair
bütün güçleriyle Allah'a yemin ederler... (En'am, 109).
3 Müşrikler "Allah dilesey di babalarımız ve biz ortak koşmaz ve hiç bir
şeyi haram kılmazdık" diyecekler... (En'am, 148).
4 Sİzi karada ve denizde yürüten OMut. Bulunduğunuz gemi, içindeki-
leri güzel bir rüzgârla götürürken yolcular neşelenirler. Bir fırtına çıkıp da onları her taraftan dalgaların sardığı ve çepeçevre kuşatıl¬dıkları anda ise, dini Allah'a has kılarak: "bizi bu tehlikeden, kurta¬rırsan and olsun ki şükredenlerden oluruz," diye O'na yalvarırlar. (Yunus, 22).
5 De ki: "Gökten ve yerden size rızık veren kimdir? Kulak ve gözlerin
sahibi kimdir? Diriyi ölüden çıkaran kimdir? Her şeyi düzenleyen kimdir? Onlar: "Allah'tır" diyecekler. "O halde O'na karşı gel¬mekten sakınmaz mısınız?" de. (Yunus, 31).
6 Beğendikleri erkek çocukları kendilerine, kızları da Allah'a maledi-
365
yorlar. O bundan Münezzeh'tir. (Nahl, 57).
7 Dekİ: "Biliyorsanız söyleyin. Yeryüzü ve onda bulunanlar kimindir?"
"Allah'ındır" diyecekler. "Öyleyse ders almaz mısınız" de. "Yedi gö¬ğün de Rabbi, Yüce Arşın da Rabbi kimdir" de." "Allah'tır" diye¬cekler! Öyleyse O'na karşı gelmekten sakınmaz mısınız?" de "Bi¬liyorsanız söyleyin herşeyin hükümdarlığı elinde olan, barındıran, fakat himayeye muhtaç olmayan kimdir?" de "Allah'tır" diyecekler. "Öyleyse nasıl aldanıyorsunuz?" de. Hayır biz onlara gerçeği getir¬dik ama onlar yalancıdırlar. Allah, hiçbir çocuk edinmemiştir. Ve onunla birlikte hiçbir ilah yoktur. Eğer olsaydı her bir ilah kendi ya¬rattığını götürüverirdi ve bir kısmına karşı üstünlük sağlardı. Allah onların nitelendirdiklerinden yücedir. (Mü'minun, 84-91).
8 Gemiye bindikleri zaman dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalva-
rırlar; ama Allah onları karaya çıkararak kurtarınca, kendilerine ver¬diği nimete nankörlük ederek O 'na hemen eş koşarlar. (Ankebut, 65).
9 Yeminlerinin olanca güçleriyle, kendilerine bir uyarıcı gelecek olsa di-
ğer ümmetlerden mutlaka daha doğru yolda olacaklarına dair Allah'a ant içtiler... (Fatır, 42).
10 Allah'a ortak koşanlar, "Öncekilerde olduğu gibi bizde de bir kitap
olsaydı, Allah'ın, O'na içten bağlanan kulları olurduk" derlerdi. (Sftffat, 167-169).
11 And olsun ki onlara: «Gökleri ve yeri kim yarattı» diye sorsan, «on-
ları güçlü olan, herşeyi bilen yaratmıştır» derler. (Zuhruf, 9).
12 Onlar, Rahman olan Allah'ın kulları melekleri de dişi saydılar- Ya-
ratılışlarını mı görmüşler? Onların bu şahitlikleri yazılacak ve sor¬guya çekileceklerdir. Eğer Rahman dilemiş olsaydı biz bunlara kul¬luk etmezdik derler. Buna dair bir bilgileri yoktur. Onlar yalnız vehimde bulunuyorlar. (Zuhruf, 19-20).
Ayrıca Bkz: (6/8,124,136; 7/28; 10/18; 16/53-54; 17/67; 29/61-63; 30/33-35; 39/3, 8, 38; 43/87)
Konunun zihinde berraklık kazanması için kasıtlı olarak fazla¬ca naklettiğimiz bu ayetler Arapların Allah'ı kabul ettiğini tasvir eden ayetlerin tamamı değildir. İlerdeki konularda da göreceğimiz gibi onların Allah'ın varlığını kabul ettikleri, Peygamber'e zorluk çı¬karmalarının nedeni, onun Nübüvvetini ve Risaletini inkâr etmele¬ri ve bu ikisinin Allah ile ilişkisinin olmadığı yönünde olduğunu be¬lirten başka ayetler vardır.-Ayrıca melekler faslında arzettiğimiz ayetlerde onların Allah'ı, yüce uluhiyetini, meleklerin O'nun (sub-hanehu) kızları olduklarını, onun hizmetine ve evrende Allah'ın emirlerini uygulayan özel görevliler olduklarını kabul ettiklerini ifa-
366
de eden açıklamalar vardı. Bunun yanında burada ve geçen konu¬larda naklettiklerimizle yetinip vermediğimiz Kur'an ayetleri de var¬dır.
Bu ayetler ve onların paralelindeki ayetlerden yapılabilecek tesbitleri şöylece sıralayabiliriz:
a) Peygamber'in çevresinde yaşayan halk, ya da onlardan bir ke¬sim, ulu bir Tanrı, yeri, gökleri ve ikisindeki yaratıkların hepsini ya¬ratan bir yaratıcı, evrenin idare düzenini kuran, evirip-çeviren ve onların Rabbi olarak Allah'ın varlığına inanıyorlardı. Tabii ki bu ev¬renin içinde melekler ve cinler de yer alıyordu. Herşeyin dizginini onun eline veriyorlardı. Tabiat güçlerine egemen olan, Güneş, Ay, yıldızlar, denizler ve rüzgarlara hükmeden, onları canlıların yara¬rına uygun biçimde düzenleyenin O olduğuna, dirilten ve öldüren, insanlara rizik veren ve alanın yine O olduğuna inanıyorlardı.
b) Bu çevre ya da onlardan bir grup işlerin, büyük olanlarında, çok tehlikeli ve korkunç olanlarında Allah'ı en yüce sığınılacak varlık olarak görüyorlardı. Ondan başkasının zararı bertaraf etme¬ye, kötülüğü savmaya ve iyiliği vermeye gücünün yetmeyeceğine ina¬nıyorlardı. Onlar tehlikelerle, korkunç olaylarla karşılaştıklarında, felaketlerle, belalarla yüzyüze geldiklerinde O'na yalvarıyor ve yal¬nız O'na dua ediyorlardı. Çünkü onlar O'nu, kendilerini kurtaracak güç ve kudrette görüyorlardı. Kötülükleri savma, felaketleri ve bü¬yük tehlikeleri önleme üstünlüğü olduğuna inanıyorlardı. Bu şey¬lere kendi ortaklarının, tanrılarının ve şefaatçılarınm güçlerinin yet-meyeceğini kabul ediyorlardı.
c) Onlar ya da onlardan bir kesim, Allah'ın, peygamberler ve uya¬rıcılar gönderdiğine, onları kendi mucizeleriyle desteklediğine, on¬lara melekler gönderdiğine, öğretilerini, emirlerini, helallerini, ha¬ramlarını içeren kitaplarını onlara gönderdiğine inanıyorlardı.
d) Onlar ya da onlardan bir grup, kendi inançlarının, gelenekle¬rinin, ayinlerinin, helal kılma ve haram yapmalarının ancak Allah'ın emirleriyle alakalı olduğuna, O'nun ilhamından ve vahyinden kay¬naklandığına, bu eylemlerinde Allah'ın kendilerinden ve edindikle¬ri ortaklardan, şefaatçılardan razı olduğuna inanıyor ve eğer Allah bu işlerden razı olmasaydı onları yapmazdık diyorlardı.
Böylece anlıyoruz ki, dördüncü maddede yer alan gerçekler, es¬ki dini düşünce ile yeni dini düşünce arasındaki bağı oluşturan bir halka gibidir. Bu da Allah'ı kabul etmelerine rağmen ortaklar ve şe-faatçılar edinmelerini, onları ibadette, duada ve yönelişlerinde Al-
367
lah'a ortak koşmalarını açıklığa kavuşturur niteliktedir. Tahmin¬lere göre, araplar ilk zamanlarda putperesttiler. Maddeye ve doğa güçlerine tapıyorlardı. İyilik ve kötülüğü sembolize eden gizemli güç¬lerin, ruhların varlığı inancı onlarda henüz belirmişti. Onlar bu dev¬rede ulu bir tanrının varlığını ya da buna benzer bir şeyi düşünemi-yorlardı. Daha sonra bunların adını ve niteliklerini duymaya baş¬ladılar. Yavaş yavaş bunlar da onların belleklerine, anlayışlarına yer¬leşmeye başladı. Nihayet Kur'an'ın kendilerine inmeye başladığı za¬man dilimine girdiler. Bu sırada onlar göklerin ve yerin sahibi, ev¬reni evirip-çeviren ve doğa güçlerine egemen olan, insanların başı¬na gelebilecek her felakette onların sığınağı ve onlardan bunların tü¬münü savma gücü ve kudretinde olan, iyilik namına diledikleri her şeyde en büyük dayanağı oluşturan ulu bir tanrının varlığını teslim ediyorlardı. Yalnız onlar henüz somut-maddi olmayan gözle görül¬meyen şefaatçılardan, ortaklardan ve arabuluculardan tamamen so¬yutlanmış bir tek tanrı inancına ulaşabilecek, bu anlayışı kavraya¬bilecek düzeyde değillerdi, ilk üç maddede belirtildiği gibi onlar, Al¬lah'ın varlığını kabul ediyorlardı. Fakat bu sırada ilk tmceki tanrı¬larından bağımsız olamıyorlardı. Onların sembollerine daha fazla bağlanıyor, ibadette, yönelişte, yardım ve şefaat dilemede, kötü, ezi¬yet verici güçlere, belalara ve tehlikeli durumlara karşı onlardan me-ded ummaktan âzâde düşünemiyorlardı; ayrıca bu hareketlerinde doğruluk üzere olduklarına inanıyorlardı. Zira onlar bu kadar yü¬ce, ulu, üstünlük, güç ve kudrete sahip olma nitelikleri taşıyan ya¬ratma, geniş imkan tanıma, sıkıntıya sokma, alma, verme, yaratık¬larını dilediği gibi evirip çevirme, dilediği biçimi kazandırma kud¬retinde olan Allah'ın bu işlerden razı olmayacak olursa onların bu maddi-manevi ya da doğal ma'butlara ibadet etmelerine, ona yönel-melerine, onlardan yardım ve şefaat dilemelerine izin vermeyeceği kanısmdaydılar. Bu anlayışları ile aslında, atalarından miras aldık¬ları, gönüllerinde yer etmiş inançları, bu gözle görülen maddi sem¬bollerden ve ma'butlardan özgür olamayacaklarını taklidi bir anla¬yışla ileri sürüyorlardı.
Burada dikkat çekilmesi yerinde olan bir nokta da, Arapların bu işi ilk başlatanlar olmadığı ve bu anlayışın yalnız onlara özgü olma¬dığı, hatta onların çevresine ve asrına da mahsus olmadığı gerçeği¬dir. Bu anlayış, temeli ve sebebleri mantık kurallarıyla izah edile¬meyecek şekilde, daha sonraki değişik asır ve çevrelerde tekrar gö¬rülmüştür.
368
İşte bu tablo sayesinde onların dini düşüncelerinde ileriye doğ¬ru adımlar attıklarını görebiliyoruz. Yalnız maddi-manevi ve doğal şeylere tapma merhalesinden, Allah'ın anlamını anlama, O'nu dü¬şünme ve kabul etme merhalesine geçtiklerini farkediyoruz. Yalnız bu adım tam ve yeterli değildi. Çünkü onlar henüz yalnız Allah ile yetinme, O'na düşüncede, gaybî, soyut bir iman ile bağlanma olgun¬luğuna ulaşmamışlardı. Az önce bu noktaya işaret etmiştik. Onlar bu sırada henüz Yusuf Sûresi ayetinin ifade ettiği merhaledeydiler: «Onların çoğu ortak koşmadan Allah'a inanmazlar.» (106. Ayet).
Ayetlerin metinlerinden yola çıkılarak yapılan bu açıklamalar, Arapların dini düşüncelerinde bu katı, kaba, taş ve madde sınırla¬rını aşamadıklarını ileri süren görüşü çürütmektedir.
Kur'an'a dayanarak, bu Allah düşüncesinin onların belleklerin¬de, anlayışlarında ilk olarak ne zaman belirgin bir hâl aldığım tes-bit etmek mümkün değildir. Fakat onların bu anlayışlarının peygam¬berlikten çok önce oluştuğunu, var olduğunu tercih edebiliriz. Dış dünya ile ilişki kurdukları ve onlara gidiş-gelişlerinin çoğaldığı, bilgilerinin, kültürlerinin gelişip, genişlediği zamanlarda bu anla¬yışın belirginleştiğini söyleyebiliriz. Bazı ayetlerde bu zaman zar¬fının peygamberlik döneminden büyük ölçüde uzak olduğuna işaret edilmiştir. Onların: «Biz atalarımızı bir din üzere bulduk. Biz de on¬ların izinde gitmekteyiz.» (Zuhruf, 22) şeklindeki sözlerini, ataları¬nın dini üzere yürümelerini engelleyen Peygamber'e uymamaları için birbirine öğütte bulunduklarını görüyoruz. Aşağıdaki örneklere ba¬kalım:
1 Müşrikler, «Allah dileseydi babalarımız ve biz ortak koşmaz ve hiç-
bir şeyi haram kılmazdık» diyecekler. (En'am, 148).
2 Allah'a eş koşanlar: «Allah dileseydi O'ndan başka hiçbir şeye ne biz
ve ne de babalarımız tapardı...» (Nahl, 35)
3 Ayetlerimiz onlara apaçık olarak okunduğu zaman1 <<Bu adam sizi ba-
balarınızın taptıklarından alıkoymaktan başka birşey istemiyor» derlerdi... (Sebe', 43)
4 Onlardan ileri gelenler, "Yürüyün, ilahlarınıza bağlılıkta direnin, siz-
den İstenen şüphesiz budur. Önceki dinde de bunu işitmedik, bu an¬cak bir uydurmadır. Kur'an, aramızda O'na (Muhammed'e) mı in¬dirmeliydi?» dediler... (Sad, 6-8).
5 «Hayır, doğrusu biz babalarımızı bir din üzere bulduk, biz de onların
izinden gidiyoruz» derler... (Zuhruf, 22).
369
Arapların belleklerinde Allah düşüncesinin yeni olmadığının ve onun peygamberlikten çok önceleri gerçekleştiğinin ortaya çıkışını; tabiatıyla, "Allah" sözcüğünün Arap dilinde yeni olmadığı gerçeği iz¬ler.
Müfessirler, bu sözcüğün "İlahe" (Tanrıça) kavramının mu-za'afından, ya da hayrete düştü anlamında "velehe"den, yahut da bir nesnede huzura kavuştu anlamını taşıyan "lahe" sözcüğünden türe-tildiğini söyledikleri gibi, "lâfın Allah kavramının dişi varyantı ol¬duğunu da ifade etmişlerdir. Birinci görüşteki kökler, isabetli olmak¬la beraber ikinci görüşteki kök, daha isabetlidir. Gerçekten Arapla¬rın "Lât" yerine Allah kavramını koymuş olmaları ve onun erkek var¬yantı olarak kabul etmeleri mümkündür. Gerçekten Allah'ın onla¬rın anlayışlarında, yeni ve ulu bir Tanrı olarak şekillendiği sırada, O'na bu adı vermiş olabilirler. Tabii ki, bu başka bir münasebetle Lât adının Babil eski ma'budu "Lata" ile isimde benzerliğini gözardı et¬tiğimiz zaman böyledir. Sonra Lât kavramının ma'budu gösteren Arapça eski bir kavram oluşuyla ad ve ilişkisini görmezlikten gel-diğimiz zaman da böyledir. Kur'an'da Lâfın adı Uzza ve Menat'm adından önce gelmiştir. Rivayetler de önce onu anmaya özen göste¬rirler. Özellikle de yeminlerde önce o'nun adı getirilir. Zannediyo¬rum bu da Lât'm Araplar katında birinci derecede saygın olduğunu, ya da ulu bir ma'but olduğunu göstermektedir. Eğer Peygamber zamanında böyle değilse de, ondan önce böyleydi. Eğer bu yaklaşım doğru olursa, "Lât" ile "Allah" kavramları arasındaki aynı kökten gel¬me ya da birbirinin yerine kullanılabilme ilişkilerinin tercih edili¬şi pekiştirilmiş olacaktır.
Allah düşüncesinin, O'nun varlığım kabul eden Arapların anla¬yışlarında açıklık kazanması konusunda ek bir açıklama daha ver¬mek istiyoruz. Isra Sûresi'nde:
«Yahut da iddia ettiğin gibi, göğü tepemize parça parça düşürme-li, ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin.» (92. Ayet).
Furkan Sûresi'nde de:
«Bizimle karşılaşmayı ummayanlar bize ya melekler indirilme¬li, ya da Rabbimizi görmeliyiz derler.» (21. Ayet).
Aciz bırakma ve meydan okuma sadedinde de olsa bu sözlerin on¬lardan hikaye edilişi, onların Allah'ı gözlerinin önünde şekillenebi¬lecek bir nesne olarak hayal ettiklerini ilham edebilir. Şuna da dikkat çekmeliyiz ki: Araplar bu düşüncede ilk kimseler değildi. Bu düşünce sırf onlara özgü değildi, başkalarını da kapsıyordu. Bilin-
370
diği gibi İslâm Teoloji Bilimi'nde (Kelam İlmi) dünyada ya da Ahi-ret'te Allah'ın insanın gözleri önünde şekillenerek gör ülebilip-görü -lemeyeceğiyle ilgili konular vardır. Bu, diğer semavî dinlere inanan başka milletlerin de problemi olagelmiştir.
Bize göre, Allah düşüncesinin Arapların belleklerinde belirgin¬lik kazanması ve ileriye doğru adımlar atılmasında en büyük rol ki¬taplılara düşmüştür. Arapların yolculuk yaptıkları, gidip-geldikle¬ri ülkelerin çoğunda Hıristiyanlık egemen bulunuyordu. Yarımada¬nın iç kesimlerinde olduğu gibi dış taraflarında ikamet eden Arap-ların büyük kesimi onu din olarak kabullenmişlerdi. Hicaz'da bulu¬nan Yahudi azınlıklar güçlü-belirgin azınlıklardı ve Araplarla iliş¬kileri vardı. Ehli Kitap ve Araplar arasındaki ilişkiler neticesinde Arapların dini düşünceleri bu yeni devreye eklenmiş olabilir. Böy¬lece tıJu Tanrı inancını onlardan almış olabilirler. Ya da insanlık dü¬şüncesinde doğal olarak kaydedilen bu gelişme o düşünceye açıklık kazandırmış olabilir. Fakat bu anlayış onların köklü halde bulunan geleneksel inançlarına ağır basacak güce ulaşmamıştı. Onun için bir taraftan Allah'ın varlığını kabul ettiler, diğer taraftan kendi ma'but-larını, inançlarını ve geleneklerini de korudular. Anlayışların ve çev¬relerin şartlarına göre gelişme devam etti. Yavaş yavaş Allah anla¬yışları netleşti. Ona yönelme, yalnız ona ibadet etme, onu soyut ve gaybî bir anlayışla anlama merhalesine gelindi. Maddi-manevi ma'butlara ve onların sembollerine Allah ile beraber olarak tapma anlayışını, horlama düşüncelerini yeniden gözden geçirme merha¬lesine ulaşıldı. Artık onlar bu ma'butları ve sembollerim bırakacak merhaleye gelmiş bulunuyorlardı. Bunlar Hanifler, Sabitler, İbra¬him'in Hanif dinini araştıranlar sınıfıydı. İleride bunlardan söz edeceğiz. Ehli Kitap hakkında ya da onlarla ilgili Arapların anlayış¬ları hakkındaki pekçok Kur'an ayetleri görüşümüzü desteklemek¬tedir. Bunların çoğunu birinci bölümün konularında vermiştik. Bir kısmını ise, ileride vereceğiz. Ayrıca Yahudilik, Hıristiyanlık ve onların Arap inançları üzerindeki etkileri konusunda bu konuya tek¬rar döneceğiz.
Arapların Allah'ı ulu bir Tanrı olarak kabul ettiklerini bildi¬ren, gösteren ya da işaret eden ayetlerin çokluğuna, üslubuna ve içe¬riğine dikkat çekmek istiyoruz. Allah'ın varlığı düşüncesi ve bu şe¬kilde O'na inanma olayının Peygamber döneminde geniş alanlara ya¬yıldığını, şehir halkını ve köylüleri genel olarak kapsadığını söyle-yebiliriz. Arapların genel inancı olan şirk inancı da bunun bir deli-
371
lidir. Allah'tan başkasını Allah ile birlikte ortak koşma bunu da be¬raberinde getirir. Bu şirk koşma ister temelden ortak koşma, ister¬se ikinci derecedeki şirk koşma olsun farketmez. Bu anlayış Peygam¬ber asrının tüm Araplarını, onlardan küçük bir azınlığı oluşturan ki¬taplıları dışarıda bırakırsak, medeni olanları ve göçebe olanlarını bü¬tünü ile düzene koyuyordu. Kur'an ayetleri ağır basan genelliğiyle, hatta onların maddi-manevi ve doğal ma'butlarına saldırılarda bu¬lunanları bile, Arapların ibadette ve yönelişte Allah ile beraber başkasını ortak koşma ile, bunun tutarsız bir eylem olduğunu dile getirip eleştirmekle, onun Allah inancı düşüncesiyle bağdaşmaya¬cağını pekiştirmekle alakalıdır. Ayetleri dikkatli olarak incelediği¬mizde bu gerçeği rahatlıkla görebiliriz.
Arap yarımadası ve çevresinde yaşayan kitlelerin, aralarındaki farklılıklara rağmen, medenisi ve göçebesiyle Hac mevsimlerinde, Hac ibadetlerinde bir araya gelişlerini bu genel yönelişlerinin bir te¬zahürü olarak görebiliriz. Tabii ki burada Hac faslında kaydettiği¬miz, onların düşünce, sınıf, Putlar ve Tanrılar düzlemindeki ayrı¬lıkları burada gözardı edilmiştir. Bu ibadetleri yerine getirmek Al¬lah'ın tertemiz Evi'nin etrafında tavaf etmek amacıyla belli bir mevsimde oraya gelişleri, genel bir barış atmosferinin havasını te¬neffüs etmeleri bu anlayışın bir sonucu olarak anlaşılabilir.
Burada Arapların Allah'a kabul etmelerinin bir sonucu olarak ye¬minlerinde "Allah" kavramını kullanmalarına da işaret etmekte yarar görüyoruz. Naklettiğimiz ayetlerde bu hususa işaret ede bö¬lümler vardı. Yanısıra onlar "Allahümme" (Allah'ım!) sözcüğünü du¬alarında kullanmayı alışkanlık haline getirmişlerdi. Nitekim Enfal Sûresi 32. ayetinde buna işaret edilmiştir:
«Allah'ım! Eğer bu Kitab, gerçekten senin katından ise bize gök¬ten taş yağdır veya can yakıcı bir azab ver, demişlerdi.»
Rivayetlerin kaydettiğine göre onlar bu kavramı antlaşmala¬rında ve yazışmalarında da kullanıyorlardı. Sonra onlar arasında Ab¬dullah ismi çok yaygındı. Açıkça anlaşılacağı gibi, bunların hepsi, Arapların Allah inancı düşüncesinin geniş alanlara yayıldığını pe¬kiştiren delillerdir.
Az önce verdiğimiz bazı ayetlerde, Arapların içine girdiği yeni di¬ni düşünce döneminin zihinsel yeni hareketim yansıtacak bir takım ipuçları yer almaktadır. Fatır Sûresi 42. ayeti peygamberlikten ön¬ceki Arapların, kendilerine Allah'tan bir uyarıcı geldiğinde doğru yo¬la giren ulusların en ilerisinde yer alacakları şeklindeki ağır, kesin
372
yeminlerini tasvir etmektedir. Saffat Sûresi 165-169. ayetleri ise, yi¬ne onların peygamberlikten önceki sözlerine değinmektedir. Eğer kendilerine, önceki uluslara geldiği gibi, bir Kitab gelecek olursa O'na uyacaklarını ve Allah'ın samimi kulları olacaklarını, söylüyorlardı.
«Doğru yola giren uluslar» ifadesiyle Arapların, Yahudileri ve Hı-ristiyanları amaçladıklarından kuşkulanmaya gerek yoktur. Zira, yanlarında Allah'tan bir Kitab olanlar, onlardan başkası değildi. Çünkü (Yahudi ve Hıristiyanlar) kendilerini mümin olarak kabul et¬tikleri gibi, başkaları da onları, Allah'ın Elçileri'nin getirdikleri ve Allah adına insanları uyardıklarına inanan kimseler olarak biliyor¬du. En'am Sûresinde yer alan bir takını ayetlerde de bu durum açıkça işaret edilmiştir:
«İşte bu (Kur'an) da mübarek kitâbdır. O'nu biz indirdik. O'na uyun ve (Allah'tan) korkun ki size rahmet edilsin. (Onu size indir¬dik ki) "Kitab, yalnız bizden önceki iki topluluğa (Yahudilere, Hıris-tiyanlara) indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik" deme-yesiniz. Yahut: "Eğer bize kitâb indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk" demeyesiniz. İşte size de Rabbinizden açık de¬lil, hidâyet ve rahmet geldi. Allah'm âyetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zâlim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çeviren¬leri, yüz çevirmeleri yüzünden azâbm en kötüsüyle cezalandıraca¬ğız.» (En'am, 155-157).
Bu yeni hareketin kendisine Özgü önemli bir anlamı vardır. Arap dini düşüncesinin, gelişmesini sürdürdüğünde ve Allah'a doğ¬ru yönelişinde ileriye doğru gittiğinde kuşku yoktur. Hıristiyanla¬rın ve Yahudilerin durumlarıyla ilgilenmeleri ve onlar hakkında git¬tikçe daha fazla bilgi sahibi oldukları kuşkusuzdur. Bu dönemde Hı¬ristiyanlık ve Yahudiliğin onlar üzerindeki etkilerinin daha da faz¬lalaştığı açıktır.
Konuyla ilgili ayetleri şu şekilde açıklamak mümkündür:
a) Allah'ın varlığını kabul eden, O'nun yüce bir dayanak ve Ulu bir Tanrı olduğuna inananlardan bir grup, dini açıdan apaçık ve dos¬doğru yolu görmede kendilerini yeterli bulmuyorlardı. Ortaklar, Veliler, Şefaatçılar edinmelerini, duada, boyun eğişte ve yönelişte onlara Allah ile beraber ibadet etmede, onları ortak olarak görme¬de tutarsız ve sakat işler yaptıklarını farkediyorlardı. Onun için ken¬dilerine dosdoğru yollarını açık bir biçimde gösterecek bir Peygam-ber'in gönderilmesini şiddetle arzuluyorlardi. O'na uyma ve O'nun-la doğru yola ulaşmanın özlemini çekiyorlardı.
573
b) Araplar, Yahudilerin ve Hıristiyanların elleri altında bulunan semavî kitaplar'm haberlerini, Allah'ın kendi kitaplarını, onlara gön¬derdiği peygamberlerin haberlerini, o kitaplardaki 3'asalan ve açık¬lamaları duyuyorlardı. O kitaplara uyanların, kendilerini Allah'ın gösterdiği doğru yol üzere görmelerini, Allah'ın nitelikleri ve ken-dilerinin O'na karşı görevleri, helal ve haram konularında daha bilinçli hareket ettiklerini görüyorlardı. Sonra Yahudilerin Pey¬gamberlerin kendilerinden oluşu, Allah'ın Risaletleri ve Kitapları için seçtiği milletin kendileri olması nedeniyle kendilerine karşı üs¬tünlük, büyüklük taslama, bilginlik pozlarına girdiklerini görüyor¬lardı. İşte bu tür tavır ve tutumlar soz konusu kesimin kıskançlığı¬nı ve egoizmini harekete geçirmiş ve onların Hıristiyanların te'vil yolu ile iman ettiği Allah'a inanmalarına neden olmuştur. Onlar da Allah'ın, uluslara kitaplar ve açıklamalar yapmaları için Peygam¬berler gönderdiğine inanmışlardır. Buna bağlı olarak Araplar din ve dünya işlerinde yol gösterecek bir peygamberin Allah tarafından gön¬derilmesini arzu ediyor ve onu arıyorlardı. Araplara ait bir peygam¬berin olmasını, kendilerinin övünç kaynağı ve gururu olmasını is¬tiyorlardı. Yahudiler ve Hıristiyanların kendilerine karşı üstünlük vasıtası kıldıkları semavî bir kitaplarının olmasını diliyorlardı. Böylece makam, gurur ve doğru yolda olma açısından onlardan ge¬ri olmayacaklardı. Daha önceki konularda27 çoğunu naklettiğimiz ayetlerin pek çoğu Yahudi ve Hıristiyanların özellikle de Yahudile¬rin bu konudaki üstünlük taslamaları, bilgiçlik satmaları ve büyük iddiaları hikaye edilmişti. Bize göre bu iddianın bir benzeri ya da da¬ha fazlasını peygamberlikten Önceki zamanlarda da söz konusuydu, özellikle kendilerinin insanlardan farklı bir yapıda oldukları; Hi¬caz'daki maddi ve edebî konumları açısından bakıldığında mesele da¬ha da açıklık kazanır. İşte onların bu tutumları Arapların kıskanç¬lık ve zillet duygularını, isteklerini daha da kamçılıyordu.
c) Bir peygamberin gönderilişini bekleyen, ona uyacaklarına ve gösterdiği yoldan yürüyeceklerine yemin eden Araplardan bir kıs¬mı, Yahudilerle Hıristiyanlar arasında dini işler nedeniyle büyük ay¬rılıkların, tartışmaların, nefret duygularının olduğunun, birbirleri¬nin kuyusunu kazdıklarının farkındaydılar. Hatta onlar arasında bir-birine tuzak kurmalar ve çatışmalar olduğunu görüyorlardı. Bu her iki milletin, öncelikle kendi içlerinde, daha sonra da birbirleri-
27 Bkz Birinci Bolum, uçtıncu konu Ayrıca bkz: 2/76, 79, 80, 111, 135, 4/46, 50, 5/19 374
ne karşı düşmanca bir tutum içinde olduklarını göz Ilıyorlardı. İşte Arapların gündeme getirdiği, akıl erdiremeyip garip karşıladığı, eleştiri ve alay konusu yaptığı şey de buydu. Onun için Patır Sûre¬si ayetinin bildirdiği sözleri söylüyorlardı. Belki de, onlardan bazı¬ları bir kitap, bir Rasûl sahibi olmak için Hıristiyan yahut Yahudi oluyordu. Nitekim diğer Araplardan bazıları böyle yapıyordu. Fakat çok geçmeden bu ayrılıkların, boğuşmaların iç yüzünü öğreniyor, ku¬laklarıyla duyup, gözleriyle görüyorlardı. Sonra da durup seyredi¬yor, afallayıp kalıyorlardı.
Kur'an'da bu dini ayrılıklara işaret edilmiştir. Konuyla ilgili pek çok Mekkî ve Medenî ayeti daha Önce nakletmiştik. Şimdi nak¬ledeceklerimiz de onlardan bazılarıdır:
1 Yahudiler dediler ki: «Hıristiyanlar bir temel üzere değillerdir.» Hı-
ristiyanlar da: «Yahudiler bir temel üzere değillerdir» dedi. Oysa on¬lar, Kitab'ı okuyorlar. Bilmeyenler de, onların söylediklerinin ben¬zerini söylemişlerdi. Artüc Allah, kıyamet günü anlaşmazlığı düştük¬leri şeyde aralarında hüküm verecektir. (Bakara, 113).
2 .. .Ancak kitap verilenler, kendilerine açık deliller verildikten sonra ara-
larındaki ihtiras 3'üzünden, onda ayrılığa düştüler... (Bakara, 213).
3 Allah katında din şüphesiz İslâm'dır. Ancak Kİtab verilenler, kendi-
lerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzımden ayrılığa düş¬tüler... (Al-i îmran, 19).
4 «Biz Hıristiyanız» diyenlerden söz almıştık onlar kendilerine belleti-
lenin bir kısmını unuttular bu yüzden aralarına kıyamete kadar düş¬manlık ve kin saldık. Allah, yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir. (Maide, 14).
Burada naklettiğimiz ve daha önce verdiğimiz ayetlerin üslubu, gerçek din ve Semavî Kitapları savunması, onların kutsiyeti ve ni¬teliği üzerinde durması, aralarındaki ihtilaflara, düşmanlıklara, çe-kememezİlklere, azgınlıklarına, heva ve heveslerine tabi oluşlarına işaret etmesi, evet bütün bunlar gösteriyor ki, Risalet dönemi önce¬si, özellikle Mekke ve Medine Arapları, Yahudiler ve Hıristiyanla¬rın kendi içlerindeki ayrılıkları, mezhep sürtüşmelerini, mücadele¬lerini... biliyorlardı. Bu da Arapların hayrete düşmesine ve şaş¬kınlığına neden oluyordu. Hatta Yahudi ve Hıristiyanlarca alay ediyor, onları eğlence konusu ediyorlardı. Ve «Eğer kendilerine bir uyarıcı ve kitap gelirse onlardan daha doğru yolda olacaklarını» te¬menni ve iddia ediyorlardı,..
375
d) Araplardan bir kısmı, bazı Yahudi din bilginlerinden ve ruh¬banlardan, Arap bir peygamberin gönderilmesinin yakın olduğu müjdesini almış olabilirler. Böylece O, artık gelmesi özellikle vur¬gulanmış biri olarak bekleniyordu. O'nun gelişiyle Arapların diğer uluslar gibi doğru yolu bulup toparlanacağı, birbiriyle boğuşan, sürtüşen, birbirine kin besleyen, diş bileyen gruplar ve partilere ay¬rılış durumundan kurtulacaklarına kesin gözüyle bakılıyordu:
Kur'an'da bunu destekleyici bir takım işaretler vardır. A'raf sû¬resinde şu bölüm dikkat çekmektedir:
«Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o Elçi'ye, ümmi Peygamber'e uyarlar...» (157. Ayet).
Bu Kur'an ayetinin Yahudilerin ve Hıristiyanların duyacağı şe¬kilde apaçık okunması, özellikle onlara yöneltilmesi, onların kendi kitaplarında bu ümmi Peygamber'in niteliklerini, kendi dini kitap¬larında herhangi bir üslubla görmüş olmaları ve onun ortaya çıkı¬şının yakın olduğunu öğrenmiş bulunmaları halinde ancak anlaşı-labileceğinden kuşku yoktur. Bu bilginin Peygamber'in çevresinde¬ki Araplara ya da onlardan bir gruba ulaşmış olması, muhakkaktır demesek de, büyük bir ihtimal dahilindedir.
Saf Sûresinde:
«Meryem oğlu İsa da, "Ey îsrailoğulları, ben size Allah'ın Elçisi¬yim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir Peygamber'i müjdeleyici olarak geldim," demiş¬ti.» (6. Ayet).
Ayet Medenidir. Ayetin Müslümanlara göre yüzde yüz doğru olan, İsa (a.) tarafından îsrailoğullanna bildirilmiş imanî bir açık¬lama olduğuna ilave olarak denebilir ki: Eğer Isa bunu müjdeleme-mişse ve en azından Hıristiyanlar da onu destekleyip sözünü etme¬mişse, bir Kur'an ayetinin Yahudi ve Hıristiyanların duyacağı şekil¬de açık olarak okunmuş olması düşünülemez. Onların bu işten ha¬berdar olduklarında kuşku yoktur. Peygamberin çevresinde yaşayan Arapların ya da onlardan bir grubun bu işten haberi olduğu büyük ihtimalle kesindir.
Bakara Sûresinde:
«Vaktaki Allah katından onlara, kendilerinde olanı tastik eden Kitap geldi -ki onlar bundan önceleri inkar edenlere karşı kendile¬rine yardım gelmesini beklerlerdi- bildikleri gelince onu inkâr etti¬ler. Allah'ın laneti inkâr edenlerin üzerine olsun.» (89. Ayet).
Müfessirler, rivayetlere dayanarak ayeti şöyle açıklamışlardır:
376
Yahudiler, Araplara, kendilerinden bir peygamberin yakında orta¬ya çıkacağını haber veriyorlardı, O'nun kendi hizbinden olacağını söylüyorlardı. Araplara karşı O'nunla birleşeceklerini, bir üstünlük ve böbürlenme vasıtası olarak dile getiriyorlardı. Ayetin özü, özel¬likle de «onlara geldiği zaman onu tanımadılar» cümlesi bu açıkla-mayı tamamen desteklemektedir.
Yine Bakara Sûresinde İbrahim ve İsmail (a.) ile onların Al¬lah'ın Evi'nin duvarlarını yükseltmelerini, oraya sığınacak, ziyaret edip rüku ve secdelerde bulunacak insanlara hazırlanmalarını di¬le getiren bir ayet, bu meseleye ışık tutmaktadır:
«Rabbimiz! İçlerinden onlara senin ayetlerim okuyan, Kitabı ve hikmeti Öğreten, onları her kötülükten arıtan bir Peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve Hakim olan ancak Sensin.» (129. Ayet).
Konuyla ilgili ayetlerin özü ve içeriği, ayetteki «onlar» zamirinin İbrahim ve İsmail'in (a.) zürriyeti olan Araplara yönelik olduğunu göstermektedir. Ayet müslümana göre yüzde yüz doğru, imanî bir gerçeği dile getirmekte, İbrahim ve İsmail'in duasını anlatmaktadır. Bununla beraber,"(başka bir münasebetle değindiğimiz, Tevrat'ta zik¬redilmeyen İbrahim (a.) kıssalarının peygamberlikten önceki Arap¬lar tarafından bilindiği, O'nunla atalık ve dini bağlarının bulundu¬ğu olasılığının güçlü oluşundan hareketle) Arapların peygamberlik¬ten önce İbrahim ve ismail'in (a.) dualarını nesilden nesile birbir¬lerine aktardıklarını, yakın zamanlarda kendilerinden bir peygam-berin gönderilişini beklemelerinde ve onu arzulamalarında, bu du¬aya dayanmış olmaları uzak bir ihtimal değildir.
2. Peygamberlik İnançları ve Peygambere Muhalefet:
Bu düşünce ve umutlara sahip olan ve yeni dini gelişmelerinin bu merhalesinde bulunan Arapların, Peygamberin (s.) çağrısına karşı ta ilk merhalesinden, özellikle Mekke döneminden beri bu an¬laşılmaz tavırlarını araştırmamız tabii olacaktır. Çünkü onların bu tavırları o zamanki düşüncelerine, umutlarına ve dini alanda kay¬dettikleri gelişmelere tamamen aykırı düşmekteydi.
Herşeyden önce önemli bir noktaya dikkat çekmeliyiz: Arapların Peygamberin çağrısına karşı tutumları, özellikle Mekke dönemin¬de ve Mekke'deki tutumları, Mekke'nin liderleri, büyükleri, efendi¬leri, eşrafı, soyluları ve zenginlerinin etkisiyle oluşmuştu. Nite¬kim ikinci bölümün sosyal ve idari düzen konusunda bîr kısmını ver-
377
diğimiz Kur'an ayetlerinin belirtmeye çalıştığı <İa bu paralelde¬dir28. Ayrıca Peygamberin çağrısına karşı mücadele, tartışma, mu¬halefet, engelleme bayrağını kaldıran liderler, büyükler ve egemen sınıf, genellikle Patır, 42. ve Saffat, 165-169. ayetlerinde sözleri an¬latılan liderlerdir. Ayetler onların Peygamberlikten önceki sözleri¬ni nakletmiştir. Bu uyarıdan sonra, Mekke liderlerini ve büyükle¬rini bu işte mağlub eden ve onları bu ilginç çelişkiye düşüren etken¬leri, Kur'an'da yer alan pek çok ayetden hareketle tesbit edebiliriz: Bu etkenlerin birincisini; kin, büyüklük taslama, bizzat Pey-gamber'e uymayı kendilerine yedirememe, onu küçük görme, ken-dilerinin değil de, onun ilahi Risalet ile görevlendirilmesine öfkelen¬me şeklindeki tesbit edebiliriz. Zira onlar kendilerini makam ve mev¬ki yönünden daha ileri, ondan daha geniş servet sahibi, daha büyük şöhreti olan, daha geniş nüfuzu bulunan, sözü daha fazla dinlenen kimseler olarak görüyorlardı. Bu pek çok ayetin de dile getirdiği bir olgudur. Onlardan bir kaçını verelim:
1 Yeminlerinin bütün gücüyle Allah'a yemin ettiler: "And olsun, ken-
dilerine bir uyarıcı gelirse herhangi bîr milletten daha doğru yolda olacaklar," diye. Fakat kendilerine uyarıcı gelince 'bunun, onlara, hak¬tan uzaklaşmaktan başka katkısı olmadı. Yeryüzünde büyüklük tas¬lamalarını ve kötü tuzaklar kurmalarını (artırdı)... (Fatır, 42-43).
2 Gerçek kendilerine geldiği zaman: "Bu bir aldatmacadır. Doğrusu biz
onu inkar ediyoruz." dediler. (Ey Muhammedi) Rabbmin rahmeti¬ni onlar mı taksim edip paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların ge¬çimliklerini aralarında biz taksim ettik; birbirlerine iş gördürmele¬ri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha iyidir. (Zuhruf, 30-32}
3 "Bizim aramızda O'na mı züdr indirildi?" (Sad, 8)
Bu etkenlerden biri de, kendilerinin ve Mekke'nin diğer Arapla¬ra karşı imtiyazlarını ve bu imtiyazlar dolayısıyla kendilerine ula¬şan büyük menfaatlerini yitirme korkusudur. Ki onların bu imtiyaz¬ları ve menfaatları Ka'be'nin ve Hac ibadetlerinin Mekke'de oluşu¬na ve Beytü'l-Haram bölgesi'nin güvenliğine bağlıydı. Bu önemli nok¬ta Kasas Sûresi ayetlerinden birinde açıkça tasvir edilmiş bulunmak¬tadır:
«Dediler ki: "Eğer biz seninle beraber doğru yola (hidayet) uyar¬sak yurdumuzdan sürülürüz"...» (Kasas, 57).
28 Örneğin, Sebe', 31-33, Bakara, 166; Ahzab, Ğ7.'ye bkz. 378
Ayetin ifadesine göre Mekke'li liderler Peygamber'e uydukları za¬man kendilerinin ve ülkelerinin imtiyazlarını, yürürlükte bulunan tüm geleneklerini yitireceklerini düşünüyorlardı. Geçimleri için gereken gelirlerini, izzet ve şereflerini kaybedeceklerini hesaplıyor, büyük tehlike ile karşı karşıya geleceklerini ve herkes tarafından ra-hatlıkla yutulabilecek bir hazır lokma, her yağmacının yağmalaya¬bileceği bir konuma geleceklerini düşünüyorlardı. Muhtemelen bu, liderlerin Mekkeli kitleleri korkutup Peygamber'e uymaktan vazgeç¬meleri için kullandıkları, sömürdükleri bir durumdu. Çünkü Peygam¬ber'e uymaları onları maddi, hem de manevi kayıplara uğratacak¬tı.
Bu etkenlerden biri de onlarda köklü biçimde yer eden ve kolay kolay üstesinden gelinemeyecek olan geleneklere duyulan bağlı¬lıktı. Çünkü bu geleneklere bağlılık onların görüş açılarını daraltı¬yor, sönükleştiriyor, muhakeme güçlerini zayıflatıyor ve basiretle¬rini, görme duygularını köreltiyordu. Bu asabiyeti ve etkilerini ikinci bölümde kaydettiğimiz bir takım ayetlerle açıklamıştık. On¬ları burada tekrar etmeyi gerekli görmüyoruz.
Bu etkenlerden biri de onların "Peygamber ve "Peygamberlik" hakkındaki ön yargı ve anlayışlarıdır. Peygamber asrında ve top¬lumunda bu kavramların anlamları ve çağrıştıkları şeyler farklıy¬dı. Arap düşüncesinde başka şekilde anlaşılıyorlardı. Onların Pey¬gamber ve Peygamberlik anlayışları ile Peygamber şahsiyeti, gö¬rünümü ve gücü birbirinden farklı olunca karşı çıktılar. Onlara göre, Peygamberlik, Peygamberi insan olma tabiatı dışına çıkarıyor ve onu üstün bir varlık yapıyordu. Artık o Peygamber olunca evren¬deki yasaları ve alışılagelen sünnetullahı aşıyordu. Onları değiş-tirebiliyordu. Hiç kuşkusuz onların Peygamberi bu şekilde düşün¬melerinde daha önce duyup-öğrendikleri ulusların ve Peygamberlerin kıssaları da etkili olmuştur. Daha önce başka bir münasebetle belirttiğimiz gibi, onların Peygamberlikten önce bu kıssalardan haberdar olmaları gerekir. Zira bu kıssaların Arap çevrelerde bili¬nen şeyler olduğunu daha önce açıklamıştık. Allah'ın Musa ile konuşması, dağa tecelli etmesi, levhaları ona gökten yazılı olarak in¬dirmesi, İsrailoğullarmm onları görmesi ve dokunması, Asa'sının kor¬kunç bir ejderha'ya dönüşmesi, önüne gelen herşeyi yutması gibi kıs¬saları duydukları gibi, O'nun Mısır ülkesine bir takım musibetler gönderdiğini, tufandan daha korkunç bir dehşet'i, çekirgeyi, kı-mıl'ı, kurbağaları, kanı vs.yi üzerine çektiğini, Asa'sı ile denize vu-
379
rup onda Hipkuru yollar açtığını, israil oğullarının oradan yürdük-lerini, Firrvun ve ordusunun kurtulduklarını, Asa'sıyla taşa vurup oradan on iki kaynak fışkırttığını, îsrailoğullarımn boyları sayısın¬ca çeşmeler akıttığını, Allah'ın onları bulutlarla gölgelediğini, on¬lara yiyecek olarak Menn ve Selva'yı indirdiğini, bir kısmını eğitmek amacıyla öldürüp tekrar dirilttiğini biliyorlardı. Yanısıra, onların Yahya'nın ve daha önce de Ishak'ın Rabbani bir mucize eseri olarak Piri fani bir babadan, ihtiyar bir anneden doğduklarım İsa'nın ha¬rikulade bir mucize eseri olarak babasız dünyaya gelişini, bu neden¬le Hıristiyanların, O'nun Allah'ın oğlu olduğuna inandıklarını, O'nun daha beşikteyken Peygamberlerin sözlerini söylediğini, kör ve cüzzamlı kimseleri iyileştirdiğini, ölüleri dirilttiğini, çamura üfürüp bir kuş yaptığını, Allah'ın, Havarilerin gözü Önünde gökten O'na bir sofra indirdiğini, Havarilerin ondan yemek yediğini de duymuş ve bilmiş olmalıdırlar. Sonra onların, Allah'ın Davud'un hiz¬metine dağlan ve kuşları verdiğini, Süleyman'ı rüzgara ve cinlere egemen kıldığını, bilmeleri gerekir. Nuh Tufanı mucizesi ve gemisin¬den haberdar olmaları, İbrahim'e inen, sonra Lut'un yanına geçen meleklerin kıssasını, işledikleri günahlar nedeniyle Lut kavminin yerin dibine geçirildiğini bilmeleri lazımdır. Ehl-i Kitap yoluyla kendilerine ulaşmayan, Araplar arasında yaygın bulunan kıssaları da bildikleri söylenebilir: Hud, Salih ve Şuayb'ın peygamberlik¬lerini, Salih Peygamberin kayadan çıkan dişi deve mucizesi ve kav¬minin helak edilişini, Ad kavmini helak eden fırtına biçiminde esen rüzgarı, Şuayb kavmini yok eden kara bulutu bilmeleri gerekmek-tedir. Daha buna benzer Peygamberlere ait kıssaları bildikleri söy¬lenebilir. Onlar buna bağlı olarak daha önceki Peygamberler hak¬kında du3'duklan normlar ile "Peygamber'i" değerlendirmeye kalk¬tılar. Zihinlerinde yer eden Peygamber anlayışına göre onun şah¬siyetini değerlendirdiler. Muhammed'in onlara, Allah'ın kendisine vahyettiğini, kendisine peygamberlik verdiğini, insanları, hidaye¬te ve hak dine iletmesi için kendisini elçi olarak görevlendirdiğini bildirmesi, Allah'ın melekler aracılığıyla kendisine indirdiği, haber verdiği kitabın ayetlerini kendilerine okumasına tanık oluyorlardı. Tüm bunlara rağmen O, kendilerinden biriydi. Kendileri gibi bir in-sandı. Yedikleri gibi o da yiyordu, içtikleri gibi o da içiyordu. Onların çarşıda-pa zarda dolaştığı gibi gezip-dolaşıyordu. Kendilerinin başına gelen musibetlerin hepsi onun başına da geliyordu. Muhtaç olduk¬ları herşeye o da muhtaç bulunuyordu. Kendilerinin faydalandığı her
380
şeyden o da faydalanıyordu; bu nedenle onda özel bir nitelik, açık bir alamet ve olağanüstü bir güç bulamıyorlardı. Kendisine inen melek¬leri de gör emiyor lar di. Buna karşı dehşete kapılıp ayetler (mucize¬ler) ve deliller istediler. Nitekim daha önceki peygamberler buna ben¬zer şeyler gösteriyorlardı. Araplar da Rasul'den kendisini destek¬lemesi için meleklerin inmesini, elle dokunacakları ve okuyacakları bir kitabı gökten indirmesini, yerden sular fışkırtmasını, yerin ha¬zinelerini dışarı çıkarmasını, önceki atalarını diriltmesini ve daha nice Kur'an ayetlerinin hikaye ettiği meydan okumalara baş vuruyor¬lardı. Biz bu ayetlerden pek çoğunu zora koşmalar, büyü ve büyü¬cülük, kehanet ve kahinlik, şiir ve şairler, melekler ve cinlerle ilgili konularda nakletmiştik. Fakat Peygamber'in tüm bu iddialara kar¬şı tutumu, sürekli olarak olumsuz oluyordu ve o yalnızca kendisine indirilen Kur'an'a İşaret etmekle yetiniyordu. Şöyle ki:
1 Deki: "Size Allah'ın hazineleri yanımdadir, demiyorum: Gaybı da bil-
miyorum. Size ben meleğim de demiyorum. Ben ancak bana vah-yolımana uyuyorum." De kî' "Görenle görmeyen bir midir? Düşün¬müyor musunuz?" (En'am, 50)
2 De ki: "Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar ve-
recek durumda değilim. Eğer gaybı bilseydim daha çok hayır yapar¬dım ve bana kötülük de gelmezdi. Ben sadece İnanacak bir toplum için uyarıcı ve müjdeleyici bir peygamberim." (A'raf, 188)
3 Dediler kİ: "Bize yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız.
Veya hurmalıkların, bağların olup aralarında ırmaklar akıtmalısın. Yahut da iddia ettiğin gibi göğü tepemize parça parça düşürmeli ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut altundan bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın. Bununla beraber, sen, bizim üzerimize okuyacağımız bir kitab İndirmedikçe senin göğe çık-mana da inanmayız." De ki: "Allah'ı tenzih ederim, (Subhanallah) ben sadece elçi olan bir insan değil miyim?" (îsra, 90-93) AyrıcaBkz: (6/109; 10/15; 13/7; 29/50-51)
Yalnız samimiyet ve doğruluğun ortaya çıktığı bu Kur'anî cevap¬lar ve karşılık vermeler, onları mucizeler ve harikulade şeyleri is¬temekten alıkoymadığı gibi, o ana kadarki "Peygamberlik" hakkın¬daki düşüncelerini de değiştirmeyecek yeni bir peygamberlik an¬layışı için ikna etmeyecekti. Daha sonra bu anlayış farkları yerini şid-detli çatışmalara terk edecektir. Elektriklenen havaya kin, kıskanç¬lık ve öfke egemen olunca, onların apaçık gerçeği, hakikatleri, üstün
381
aldı, doğruluğu, samimiyeti; sözde, eylemde, Allah'a ve güzel ahlaka çağrıda gösterilen ihlası görmelerini engellerdi. Böylece onlar, Pey-gamber'in çağrısını kendi zihinlerinde bulunan bilgilerle, inançlar¬la ölçüp-tartmaya ve ona göre değerlendirmeye kalktılar. Ona, bazen şair, bazen kahin, bazen sihirbaz, bazen büyülenmiş, bazen de mec¬nun demeye başladılar. Rasulün söylediklerinin şeytanın fısıltıları olduğunu iddia ettiler. Kendilerine okuduğu şeylerin, başkasından öğrenilmiş olduğunu eski milletlerin hikaye ve masallarından aktar¬malar olabileceğini ileri sürdüler. Bu iddiaların herbirisiyle ilgili olan ayetlerin çoğunu ilgili yerlerde vermeye çalışmıştık, onların bu tavırları, Peygamberin çağrısı siyasal yönden güçlenip askeri alan¬da üstünlük elde edinceye, liderlerin, diretenlerin mücadele edenlerin, tartışmaya girenlerin, inatçı, müstekbir ve kin besleyen düşmanların çoğu yok oluncaya kadar, aynı çizgide seyretmiştir.
3. Ahiret İnancı:
Peygamberlik davasının en temel ilkelerinden biri de ölümden sonra dirilme inancıdır. Muhtemelen bu husus Mekke döneminde en büyük ve en aşılmaz engellerden birini oluşturuyordu. Mekkî Kur'an'ın tekrar ve yoğunluk bakımından en önemli konularından birini bu inanç oluşturuyordu. Kur'an ayetleri, Kur'an'ın belir-lediği, müjdeleyip-uyarıda bulunduğu ahiret günü, insanların ölüm¬lerinden sonra dirilişi, dünya hayatlarında yaptıklarından hesaba çekilişleri, herkesin iyilik ve kötülük yönünden yaptıklarının kar¬şılığını bulacakları, iyilik yapan müminlerin bağışlanması, Allah'ın rızasına kavuşması ve cennetle mükafatlan dmlacakları, kötülük ya-pan kafirlerin ziyana uğrama, horlanma ve cehenneme sokulmak¬la cezalandırılacakları şeklindeki açıklamalarını Arapların hemen inkar, yüz çevirme, karşı koyma ve alaya almakla karşıladıklarını bildirmektedir. Bunlarla ilgili olarak gelecek örneklere bakalım:
1 "Hayat ancak bu dünyadakinden ibarettir. Biz dirilecek değiliz," de-
diler, (En'am, 29)
2 Onlara: "öldükten sonra dirileceksiniz" desen, inkâr edenler mut-
laka: "Bu apaçık bir büyüdür" derler. (Hud, 7)
3 Ölen kimseyi Allah'ın dıriltemeyeceği üzerine bütün güçleriyle Allah'a
yemin ederler. (Nahl, 38)
4 "Öldüğümüz, toprak ve kemik haline geldiğimiz zaman mı diril-
tileceğiz?" dediler. "Andolsun, bu tehdid bize de, bizden önce ata-
382
larımıza da yapıldı. Bu evvelkilerin masallarından başka bir şey değildir" (dediler). (Müminim, 82-83)
5 "Hayat, ancak bu dünyadaki hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız, bizi za¬manın geçişi yokluğa sürükler." derler. Onların bu hususta bir bil¬gisi yoktur. Sadece böyle sanırlar. Ayetlerimiz onlara açıkça okun¬duğu zaman: "Doğru sözlü iseniz babalarımızı getirin bakalım" demekden başka delilleri yoktur. (Casiye, 24-25) Ayrıca Bkz: (17/49-51; 34/7-8, 3-4)
Ahiret gününü, o günde hesaba çekilişi, mükafatı ve cezayı müj¬deleyen, uyarıda bulunan ayetlerin çokluğu, içerdikleri Rabbani hikmet ve imani hakikatin yanında, problemin bazı sınıflarla ilgili olup, bazılarıyla ilişkin olmadığını değil, tam tersine problemin herkesin problemi olduğunu göstermektedir. Mesele müşriklerin, Al¬lah ile beraber ortak koşanların ve O'na şefaatçılar ve arabulucular¬la yaklaşanların problemidir. Öyle ki, o zamanlarda insanların dar¬madağın olup, toprak haline geldikten sonra ikinci bir defa diril¬melerine akılları eriniyordu demek doğru olabilir. Onlar tekrar dirileceklerine, dünya hayatlarında işledikleri iyilik, kötülük, sevap, günah, yararh-zararlı, iman, küfür gibi herşeyden tekrar hesaba çekileceklerine akıl erdiremiyorlardı.
Bizim tercihimize göre, Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerinde ölümden sonra diriliş, ahiret günü, hesaba çekilme, mükafat al¬ma, cezaya çarptırılma gibi konularda açık bir beyanat ve net bir gö¬rüş açısı olmayışı, Arapların zihinlerinde, düşüncelerinde mesele¬yi çözümlemesi mümkün olmayan bir düğüm haline getiriyordu. Bu nedenle onlar bu konuda yapılan uyarı ve tehditleri, yüz çevirme ve alaylı bir tavırla karşılıyorlardı. Çünkü onların bu gaybî-imanî ha¬kikati kabul etmeleri için bir hazırlıkları yok sayılırdı. Burada me¬sele soyut Allah düşüncesi, melek düşüncesi, peygamberlerin gön¬derilişi, Allah'ın onlara ayetleri ve kitapları vahyetmesi ve onları mucizelerle desteklemesi gibi değildi çünkü.
öyle ise; "Arapların herhangi bir dine bağlanmakla, Allah'ı ka¬bul etmekle, O'na ya da ortaklarına, şefaatçılarma ibadet görevlerini yerine getirmekle, kendi içlerinde bir peygamberin gönderilmesini, kendilerine Rabbani bir kitabın indirilmesini, O'na uymaları ve O'nun gösterdiği yolda yürümelerini arzu etmekle amaçladıkları he¬def neydi?" diye sorulabilir.
Bu soruya cevap niteliğinde diyebiliriz ki: İlk etapta akla gelen odur ki dinin insanda yaklaşık olarak vazgeçilmez bir duygu ol-
383
duğunu, inançların, insanda kökleştiğini ve üzerinden uzun zaman¬lar geçtiğinde insanda bir bilinçsizliğe dönüştüğünü, düşünceye ve doğru değerlendirmeye bağlılık göstermediği gerçeğini gözardı ede¬rek, onlar bu dindarlıklarında, diğer tüm insanların herhangi bir din¬darlığı seçmekle amaçladıkları hedeflerin aynısını hedefliyorlar¬dı. Ahiret hayatının hiç bir anlam taşımadığı ve özellikle Kur'an'ın belirlediği biçimde bir ahiret inancı olmayan dinleri seçen insanların amaçladığı şeyin aynısını amaçlıyorlardı. Bu amaç da Allah'ın rı¬zasını, merhametini, iyiliğini, yardımını, himayesini elde etmekti. Onu razı eden ve öfkelendiren şeyleri tanımaktı. İyiliği elde et¬mek, zararlı olan şeyleri başlarından savmayı garanti etmekti. Kendilerinin dünya hayatında bir takım istekleri, umutları vardı. Korkuları, endişeleri bulunuyordu. Yağmur onların bu istek ve umutlarını zedeleyebiliyor, kıtlık gırtlaklarına dayanabiliyordu. Musibetlere, felaketlere, hastalıklara maruz kalıyorlardı. Deniz yolculukları yapıyorlardı. Büyük tehlikeleri göğüslüyorlardı. Yol¬culuklara çıkıyorlardı. Aralarında çatışmalar, savaşlar alevleniyor¬du. Rizık korkusu çoluk-çocuk derdi bellerini büküyordu. Karanlık hayaller, rüyalar, kabuslar, gizemli kötü ruhlar kendilerini kor¬kutuyordu. Fırtınalar, depremler, ay tutulması, güneş tutulması, yıl¬dırım, gök gürültüsü, şimşekler kendilerim dehşete düşürüyordu. İş¬te bunların hepsi onları dindarlığa, Allah'a ya da O'nunla beraber tanrılara ve şefaatçılara dua etmeye, onlara ibadet etmeye, onlara şirin görünmeye, onları hoşnud eden ve öfkelendiren şeyleri öğren¬meye rağbet etmelerine neden olabilir. Yani onların dindarlığı, sırf dünya ve dünya olayları içindi. Ya başlarına gelmiş ya da gelecek olan bir felaket korkusuyla, kendilerini bulmuş ya da bulacak olan. bir kötülükten kurtuldukları bir nimeti, rızkı, iyiliği, kazancı veya zaferi elde etmek için dindar oluyorlardı.
Kur'an'da sırf bu dini düşünceyi sembolize eden bir dizi ayet var¬dır. Ayrıca Kur'an onların Allah dışında çağırdıkları ortaklarının kendilerine ne bir fayda ne de bir zarar verebileceğini, ne bir yardım¬ları ne de destekleri olabileceklerini belirtip, onların anlayışlarını reddederken de Arapların bu düşüncelerini kaydetmektedir. Kur'an zaman zaman dünya mallarının geçici olduğunu, onlara yapışma ya da onlarla yetinmenin ne denli büyük bir hata ve hoş bir şey olaca¬ğını kavratmak için bir takım örnekler vermektedir. Böylece Kur'an, onların dindarlık ve ibadetten başlıca amaç olarak gördükleri ve önem verdikleri nesnelere, onların bu sırf dünyalık düşüncelerine
384
karşılık veriyor ve onları reddediyordu.
Şirk konusunda bu hususla ilgili bir dizi ayet kaydetmiştik. Şimdi bir takım örnekler daha verelim:
1 Hac ibadetinizi bitirdiğinizde atalarınızı andığınız gibi hatla ondan da-
ha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın "Rabbimiz1 Bize dünyada ver" di¬yen insanlar vardır. Öylesine ahirette bir pay yoktur. (Bakara, 200).
2 Dünya hayatı sadece oyun ve oyalanmadır; ahiret yurdu sakınanlar için
daha iyidir. Düşünmüyor musunuz?" (En'am, 32).
3 Bizimle karşılaşmayı ummayan ve dünya hayatından hoşnut olup, ona
bağlananların ve ayetlerimizden habersiz bulunanların, işte bunların kazandıklarına karşılık varacakları yer cehennemdir. (Yunus, 7-8).
4 Dünya hayatım ve güzelliklerini isteyenlere, orada işlediklerinin kar-
şılığını tastamam veririz; Onlar orada bir eksikliğe de uğratılmazlar. İşte ahirette onlara ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler ora¬da boşa gitmiştir. Zalen yapmakta oldukları da batıldır. (Hud, 15-16)
5 Dünyayı isteyene -İstediğimiz kimseye dilediğimiz kadar- hemen ve-
ririz. Sonra da Cehennem'i hazırlarız; yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya girer. (İsra, 18).
6 Hayır, hayır; ey insanlar! Sizler çabuk elde edeceğiniz dünya nimet-
lerini seversiniz. Ve ahireti bırakırsınız... (Kıyame, 20-21).
7 Doğrusu insanlar çabuk elde edilen dünya nimetlerini severler de, ağrr-
lığı çekilmez günü arkalarında bırakırlar. (İnsan, 27) Allah'ın, Kur'an ayetleriyle kendilerine bildirdiği tehditleri on¬lar, hep kendi anlayışlarında, dünyada kendilerini yakalayıverecek bir azab olarak anlıyorlardi. Çünkü onların kafalarında Ad, Se-mud, Lut ve Ashabı Medyen'in cezaya çarptırılması, aniden yok edilişleri vardı. Ontın için bekliyor... bekliyorlardı! Fakat Allah'ın azabı kendilerine gelmeyince afallıyor, garip karşılıyor ve bu tehdidi inkara kalkışıyorlardı. Bir taraftan meydan okuma ve yalanlama niyetiyle onun hemen gelmesini isterken öte yandan ahiret azabı¬na da inanmıyorlardı ki ölümden sonra dirilince o azaba uğrama ola¬sılığını kabul etsinler. Aşağıdaki ayetlerde bunu görüyoruz:
1 Andolsun ki, onların azabını sayılı bir süreye kadar ertelersek, "onu
alıkoyan nedir?" derler. Bilin ki, onlara azab geldiği gün, artık ge¬ri çevirilmez, alaya aldıkları şey onları mahvedecektir. (Hud, 8)
2 İnsanların iyiliği acele istemeleri gibi, Allah da azabı çarçabuk versey-
di, süreleri hemen bitmiş olurdu. Bizimle karşılaşmayı ummayanları, azgınlıkları içinde bocalar bir vaziyette bırakırız." (Yunus, 11)
385
3 İnsan aceleci olarak yaratılmıştır. Size ayetlerimi göstereceğim, bu-
nu benden acele istemeyin. Doğru sözlü iseniz bildirin bu tehdit ne zamandır? derler. Kafirler, ateşi yüzlerinden ve sırtlarından men' edemeyecekleri ve yardım da göremeyecekleri zamanı keşke bil¬seler. Belki aniden gelecek de onları şaşırtacaktır. Artık O'nu geri çevİremezler; kendileri de ertelenmez. (Enbiya, 37-40)
4 Bununla beraber, Rabbin mağfiret ve merhamet sahibidir. Eğer onları,
yaptıklarından dolayı hemen hesaba çekmek isteseydi, azaba uğrat¬makta acele ederdi. Ama onların bir vadesi vardır. Ondan kaçıp sı¬ğınacak yer bulamazlar. (Kehf, 5S)
5 Senden azabı acele bekliyorlar. Eğer süre belirtilmiş olmasaydı, azab
onlara hemen gelirdi. Ama yine de onlar farkına varmadan baş¬larına ansızın gelecektir. Cehennem inkarcıları kuşatmış iken, on¬lar hala senden azabı çabuk getirmeni istiyorlar. (Ankebut, 53-54)
6 Biz ilk yaratışla yorulduk mu? Hayır, onlar yeniden yaratılmaktan şüp-
he etmektedirler. (Kaf, 15)
Burada bir noktaya daha temas etmek istiyoruz: Arapların, Kur'an'ın müjdelediği ve uyardığı biçimde, ölümden sonra diril¬meyi, hesaba çekilmeyi, mükafat ve cezayı kabul etmediklerini, bu inancın peygamberin çağrısı önündeki büyük problemden birini oluşturduğu ve karşı çıkılmasına neden olduğu... şeklindeki değer-lendirmemizin yanında, onların ölümden sonra Ruh'un ölümsüz¬lüğüne inandıklarını da belirtmeliyiz. Bu konuyu ilerde başka bir fasılda ele alacağız.
386
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır