Tekil Mesaj gösterimi
Alt 4. March 2010, 12:39 AM   #19
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

BEYT'İN GÜVENLİK BÖLGESİ OLMASI

Ka‘be'nin güvenlik yeri olması ile ilgili olarak Kureyş sûresi'nde yapılan açıklamayı burada da sunuyoruz:

O ki, kendilerini açlıktan kurtararak beslemiştir ve her korkudan onları güvene kavuşturmuştur. (Kureyş/4)

Bu âyette, Ev'in Rabbinin, Kureyşlileri açlıktan kurtarıp doyurduğu ve korkudan emin kıldığı, dolayısıyla onların da sırf bu nimet sebebiyle bile olsa, yalnızca Allah'a kulluk etmeleri gerektiği bildirilmektedir. Kureyş'e verilen bu nimetlere, başka âyetlerde de dikkat çekilmiştir:

Yoksa kıyılarında, insanların zorla kapılıp götürülmesine rağmen, orayı [Mekke'yi], güvenli, harem [dokunulmaz] yaptığımızı da görmediler mi? Hâlâ bâtıla mı inanıyorlar ve Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar? (Ankebût/67)

Ve onlar, “Biz seninle beraber hidâyete uyarsak, yurdumuzdan atılırız” dediler. Biz onları, Kendi katımızdan bir rızık olarak, her şeyin semerelerinin toplanıp kendisine getirildiği, güvenli, harâm [dokunulmaz] bir yere [Mekke'ye] yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler. (Kasas/57)

Kureyşliler bu Ev'e sığınmadan önce dağınık durumdaydılar ve hiçbir saygınlıkları yoktu. Ne zaman ki Mekke'de bir araya gelip Ka‘be hizmetini üstlendiler, o zaman bütün Arabistan'da saygın bir duruma geldiler. O dönemde insanlar Arabistan'ın hiçbir yerinde kendi kabile sınırları dışına çıkamazlar, her an bir saldırıya uğrama tehlikesi altında yataklarında bile huzursuz ve tedirgin olarak uyurlardı. Çünkü saldırıların sonucu ya ölüm ya da kölelikti. Kervanlar da ancak yolları üzerindeki kabilelerin ileri gelenlerine rüşvet vererek sağ-salim ilerleyebilirlerdi.

İşte, câhiliye döneminde hiçbir kabilenin güvende olmadığı bir ortamda, Mekke'deki Kureyşliler bütün bu tehlikelerden tamamen emindiler. Çünkü Mekke'ye bir düşman saldırısı olması söz konusu değildi. Kureyşliler, “Ka‘be'nin hizmetçileri” sıfatıyla ülkenin her tarafında serbestçe dolaşırlar, büyük veya küçük kafilelerle gittikleri herhangi bir bölgede hiçbir tacizle karşılaşmazlardı. Hatta tek başına seyahat eden bir Kureyşlinin, “Ben Haremliyim” ya da “Ben Allah'ın haremindenim” demesi bile, saldırılardan kurtulması için ona yeterli bir güvence sağlardı.

Yukarıdaki tasvirden Kureyş'in sadece maddî nimetlerle nimetlendirildiği zannedilmemelidir. Sûrenin mesajından, onlara –hatta tüm insanlığa– maddî değerlerin yanında manevî değerlerin de sağlandığı anlaşılmaktadır. Çünkü Allah onları vahiyle cehâlet açlığından doyurmuş, hidâyetle de sapıklık ve küfürden, dolayısıyla da cehennemden uzak tutmuştur.

Sonuç olarak, onlara ve tüm insanlığa bahşedilen bütün bu nimetler, bu Ev'in Rabbi olan Allah sayesindedir.[98]

125. âyette, bir ara cümleyle mü’minlere de; Siz de İbrâhîm'in makamından bir musallâ [salât gerçekleştirilecek yer] edinin talimatı verilmekte; yani, “bir zamanlar olduğu gibi, şimdi siz de orada bir musallâ edinin” denilerek, orada tevhidin öğretileceği ve yaşatılacağı bir okulun açılması emredilmektedir, ki bu da, ayrıntıları ilerideki âyetlerde gelecek olan hacc görevidir.

MUSALLÂ

Âyette geçen مصلّى [musallâ] sözcüğü ص ل و[salv] kökünden صلّى [sallâ], يصلّى [yusallî] fillerinin mimli mastarı olup, “salât edilen yer, mekân” demektir. Salât sözcüğünün, “namaz” olarak algılanması sebebiyle bu sözcük de “namazgâh” [namaz kılınan yer] olarak anlaşılmıştır. Oysa salât, “zihnî-mâlî sosyal destek ve aktivitelerin uygulandığı yer” manasındadır. Sadece Bakara sûresi'nde geçen bu sözcüğün doğru manasına göre, İbrâhîm'in makamından bir musallâ edinin emrinden; İbrâhîm'in açtığı tevhid okulunun bulunduğu Mekke'de uluslararası bir musallâ [eğitim ve sosyal destek merkezi] oluşturulmasının istendiği anlaşılmalıdır. Musallâ'nın önemi ve işlevi aşağıdaki âyetlerde de yer almaktadır:

Ey iman etmiş kişiler! İçinizden birine ölüm hazır olduğu zaman, vasiyet sırasında aranızdaki şâhitlik, kendi içinizden adalet sahibi iki kişidir. Yahut yeryüzünde yolculuğa çıkmış iseniz, sonra da ölümün musibeti size gelip çatmışsa, sizden olmayan iki kişidir. Eğer şüpheye düşerseniz, salâttan sonra onları alıkoyarsınız. Sonra da onları, “Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah'ın şâhitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi hâlde günahkârlardan oluruz” diye Allah'a yemin ettirirsiniz. (Mâide/106)

Ve Biz, her ümmet için, Allah'ın kendilerine hayvanların behiminden rızık olarak verdikleri üzerine O'nun adını ansınlar diye bir mensek ibâdet yeri/ibâdet biçimi kıldık. İşte, sizin ilâhınız, bir tek ilâhtır. Onun için yalnız O'na teslim olun. Allah anıldığı vakit onların kalpleri titreyen, kendilerine isâbet edene sabreden, salâtı ikâme eden ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak eden o, Allah'a içtenlikle boyun eğenlere müjdele. (Hacc/34-35)

Târih kayıtlarında, Mekke döneminde serbest bir musallâ edinilemediği, muhasara döneminde ev, bahçe ve ağıl gibi değişik yerlerin musallâ/mescid olarak kullanıldığı, mü’minlerin toplantılarını, buluşmalarını, eğitim ve öğretimlerini buralarda yaptıkları, sosyal sorunlarını buralarda çözdükleri görülmektedir. Medîne'de ise, Mescid-i Nebevî'ye yaklaşık 650 m. uzaklıkta, onun batısındaki bugünkü “Mescid-i Ğamame”nin [Bulut Mescidi'nin] olduğu alan “musallâ” olarak tayin edilmiş ve salât [tüm sosyal destek faaliyetleri] burada icra edilmiştir.

Bakara/125 ve Hacc/26'da, Beytullâh'tan yararlanacakların; “dolaşanlar/tavaf edenler”, “ibâdete kapananlar”, “rükû edenler”, “secde edenler” ve “kıyam edenler” [zulme baş kaldıranlar] oldukları beyân edilmiştir.

TAVAF EDENLER/DOLAŞANLAR

“Bir yerde dolaşmak” demek olan tavaf ile, “orayı ziyarete gelen ve orada dolaşıp duran kimseler” kasdedilmiştir. Bu kimseler, orada cereyan eden aktiviteleri izleyerek gittikleri yerlerde Beytullâh'ın tanınmasına vesile olacaklardır. Kur’ân'da, “Ka‘beyi tavaf” diye bir ifade yer almaz. Bu konu klasik kaynaklarda da şu şekilde açıklanmıştır:

Tavaf edenler ifadesinin zâhirinden anlaşılan, “Beytullâh'ı tavaf eden kimseler”dir. Atâ'nın görüşü budur. Sa‘îd b. Cübeyr ise, “Mekke'ye gelen yabancılar için temizleyin anlamına gelir” demektedir ki uzak ihtimalli bir açıklamadır.[99]

ÂKİF, İTİKAF

Âkif sözcüğünün kökü olan a-k-f, “bir şey üzerine sürekli odaklanmak, kendini ona adamak ve ondan yüz çevirmemek” anlamına gelir.[100] Buradan anlaşılan odur ki sözcük, “gâyet bilinçli olarak bir konu ve nesneye odaklanmak, taparcasına bağlanmak” anlamına gelmektedir. Nitekim birçok yerde [A‘râf/138; Tâ-Hâ/91, 97; Enbiyâ/52; Şu‘arâ/71] sözcük, “tapma” boyutuyla, Bakara/125, Hacc/25 ve Fetih/25'te ise “ısrarla bir şeye yönelme” anlamında geçmektedir.

Yine, Bakara/187'deki, Ve siz mescidlerde âkif [programlı ibâdet hâlinde] iken ifadesinden hareketle de sözcüğün, “mescidlerde tevhidi öğrenme ve öğretme, dinî konularda ikna olma ve ikna etme amacıyla, planlı-programlı bir çalışmaya yönelme; bir nevi kampa girme” anlamına geldiğini söylemek mümkündür.

İtikaf, fıkıh kitaplarında, “belli bir zamanda, belli şartlara riâyet ederek özel bir yerde, özel bir itaate devam etmek” şeklinde tarif edilmiştir. Fakat bu ifadeler, insanın kendini bir yere hapsetmesi olarak değil, Beytullâh'ta Kur’ân'a odaklanarak Allah'ın mesajını anlamaya çalışması olarak anlaşılmalıdır.

RÜKÛ EDENLER

Bugün rükû dendiğinde, “namazda ayakta iken eğilmek [belin bükülmesi]” anlaşılmaktadır. Çünkü sözcük, asırlar önce zihinlere bu anlamla kazınmıştır. Hatta klâsik eserlerde, Kur’ân'da ilk kez Mürselât/48'de geçen rükû'dan maksadın, “namazın tamamı” olduğu, “cüz’iyet mecâz-ı mürseli” sanatı ile, namazın parçasının anılıp bütününün kasdedildiği ifade edilmiş ve 48. âyetin manası da bu doğrultuda, “Onlara namaz kılın denildiği zaman namaz kılmazlar. O gün yalanlayanların vay hâline!” şeklinde anlaşılmıştır. Bizce âyetin bu şekilde anlaşılması yanlıştır. Çünkü bu sûrenin indiği dönemde namaz hakkında herhangi bir emir söz konusu değildi. Zaten henüz inanmamış kimselere, “namaz kılın” demenin de bir mantığı yoktu. Böyle olmasına rağmen, bütün meal ve tefsirlerde sözcük bu anlamda kullanılmış ve rükû edin ifadesi, “namaz kılın” olarak anlaşılmıştır.

Bir sözcüğün doğru anlaşılabilmesi için, önce onun anlamlarının bilinmesi, sonra da onlardan doğru olanının takdir edilmesi gerekir. Arap dilinin en önemli başvuru kaynağı olan Lisânu'l-Arab'da rükû sözcüğü için şu anlamlar yer almaktadır:

1) الرّكوع [rükû], “hudû” [eğilmek, bükülmek, küçülmek, tam teslim olup itaat etmek, sözü yumuşatmak; kibar, tatlı söylemek] demektir.

2) Rükû, “inhina” [iki büklüm olmak] demektir. Yaşlılıktan beli bükülmüş ihtiyarlara, rakea'ş-şeyhu [ihtiyar iki büklüm oldu] denir.

3) Rükû, “zengin kimsenin sonradan fakirleşmesi” demektir (“beli kırılmak” deyimine eş bir anlam).

4) Rükû, “putlara tapmayıp Allah'a boyun eğmek” [haniflik etmek] demektir. Câhiliye Arapları, aralarında puta tapmayıp yalnızca Allah'a tapanlara, raki [rükû eden] ve rakea ilellâh [Allah'a rükû etti] derlerdi.[101]

Bizce 4. maddedeki mana, rükû sözcüğünün –ki Kur’ân'da ilk geçtiği yer Müddessir/48'dir– doğru şekilde anlaşılmasını sağlayan anlamdır. Buna göre, Ka‘be'de rükû edenler, “orada tevhidi öğreten öğretmenler”dir.

SECDE

“Teslim olma, boyun eğme” anlamında kullanılan secde sözcüğü, “devenin sahibini üstüne çıkarması için boynunu kösmesi [eğmesi]” ve “meyve yüklü hurma dallarının, sahibinin rahat uzanıp toplamasına elverişli olarak eğilmesi” anlamında vaz‘ edilmiştir. Daha sonra sözcük, “kralların bastırdıkları paradaki kabartma resimlere tebaanın baş eğerek bağlılık göstermesi” anlamında kullanılmıştır.[102]

Demek oluyor ki سجدة[secde], “kişinin bilinçli olarak bir başkasına –kendisinden daha güçlü olduğunu kabul ederek– teslim olması, boyun eğmesi, onun otoritesi dışına çıkmaması” demektir. Kur’ân'da defalarca nakledilmiş olan, “meleklerin Âdem'e secde etmeleri” de, işte bu anlamdadır. Yani, melekler [tabiat güçleri], kendilerinden daha güçlü olduğu için Âdem'e [bilgili kimseye] boyun eğmişler/teslim olmuşlardır.

Görüldüğü gibi, secde sözcüğünde, “yere kapanmak” anlamı yoktur. “Yere kapanmak” eylemi, خرور[harûr] sözcüğü ile ifade edilir. Nitekim bazı âyetlerde خرّوا سجّداً [harrû sücceden] diye geçer ki bunun anlamı, “secde ederek [teslim olarak] yere kapandılar” demektir.

“Secde ederek/teslim olarak yere kapanma” ifadesinin yer aldığı âyetler şunlardır:

Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi o'na secde ederek/teslim olarak yere kapandılar. Ve (Yûsuf), “Babacığım! İşte bu durum, o rüyamın te’vîlidir. Gerçekten Rabbim onu hakk kıldı. Şeytân benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediği şeye lütfedicidir. Şüphesiz O, en iyi bilen, hüküm koyandır. (Yûsuf/100)

İşte bunlar, Âdem'in soyundan, Nûh ile beraber taşıdıklarımızdan, İbrâhîm ve İsrâîl'in soyundan ve hidâyete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz peygamberlerden Allah'ın kendilerine nimetler verdiği kimselerdir. Onlar kendilerine Rahmân'ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak ve secde ederek [teslimiyet göstererek] yere kapanırlardı. (Meryem/58)

Gerçekten Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine öğüt verildiği zaman secde ederek/teslim olarak yerlere kapanan ve Rabb'lerine hamd ile tesbih edenler ve büyüklük taslamayanlar inanırlar. (Secde/15)

De ki: “Siz ona [Kur’ân'a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine ilim verilenler; o [Kur’ân] onlara okunduğunda onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve, “Rabbimizi tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir” derler. Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’ân] onların huşûunu [alçak gönüllüğünü] artırır. (İsrâ/107-109)

Bir de korkudan yere kapanmak vardır, ki bu, secde ederek/boyun eğerek yere kapanmak değildir:

Ne zaman ki Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte geldi ve Rabbi o'na konuştu. (Mûsâ,) “Ey Rabbim! Göster bana Kendini de bakayım Sana!” dedi. (Rabbi o'na) dedi ki: “Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin.” Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi, Mûsâ da baygın olarak yere kapandı [yığıldı]. Ayılıp kendine gelince de, “Seni tenzih ederim, Sana döndüm [tevbe ettim] ve ben inananların ilkiyim” dedi. (A‘râf/143)

Mü’minlerin namazda yere kapanmaları ise; geçmişte, bağlılık ve teslimiyetin dışa vurulmasının yere kapanmak sûretiyle yapılması sebebiyledir. Yani, mü’minler geçmişten gelen örfe göre Allah'ın, Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin (A‘râf/55) emrini yerine getirmek ve Allah'a teslimiyetlerini göstermek için yere kapanmaktadırlar.

Secde sözcüğü bu şekilde açığa kavuştuktan sonra Kur’ân'daki “secde” sözcüklerinin doğru anlaşılması kolaylaşmaktadır.

Meselâ, aşağıdaki âyetlerdeki secde sözcükleri hep “bilinçli olarak bir başkasına –güçlü olması sebebiyle– teslim olmak/boyun eğmek” anlamındadır:

Hani bir zaman Yûsuf, babasına, “Babacığım! Şüphesiz ben on bir yıldız güneş ve ayı gördüm. Onları bana secde ederken [boyun eğerken] gördüm” demişti. (Yûsuf/4)

Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi o'na teslim olarak yere kapandılar. Ve (Yûsuf), “Babacığım! İşte bu durum, o rüyamın te’vîlidir. Gerçekten Rabbim onu hakk kıldı. Şeytân benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediği şeye lutfedicidir. Şüphesiz O, en iyi bilen, hüküm koyandır. (Yûsuf/100)

Burada Yûsuf'un kardeşlerinin ve babasının o'na secde etmeleri/teslim olmaları, “yaşam düzenlerini o'nun kontrolüne verip o'nun otoritesi dışına çıkmamaları” anlamına gelir.

Ve bir zaman onlara, “Şu kente yerleşin ve oradan dilediğiniz şeyleri yiyin ve “Hıtta [günahlarımızı bağışla]!” deyin ve secde ederek [teslim olmuş olarak] kapıdan girin. Biz suçlarınızı bağışlayacağız, iyilere arttıracağız” denilmişti. (A‘râf/161)

Buradaki secde, şehrin kapısında yere kapanmak değil, “o şehrin otoritesine teslim olmak” anlamındadır. Aynı durum Bakara/58 ve Nisâ/154'de de konu edilmiştir.

Bilinçli olarak yapılan secdeden başka Kur’ân'da bir de teshirî [ister istemez yapılan] secde vardır ki bu, insan dışındaki varlıkların yaratılışları gereği ister istemez teslim olmaları/boyun eğmeleridir:

Ve yerde ve göklerde olan kimseler ve gölgeleri ister istemez de sabah-akşam yalnızca Allah'a secde ederler. (Ra‘d/15)

Göklerde ve yerde olan dâbbehden/canlılardan ne varsa ve melekler Allah'a secde ederler [boyun eğerler/teslimiyet gösterirler] ve onlar büyüklük taslamazlar. (Nahl/49)

Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, tüm kıpırdayan canlılar/hayvanlar ve insanların çoğunun Allah'a secde ettiklerini [boyun eğdiklerini/teslimiyet gösterdiklerini] görmüyor musun? (Hacc/18)

MESCİD

مسجد [mescid] sözcüğü, سجد يسجد[secede, yescüdü] fiilinin mimli mastarı [mekân ismi] olup “secde edilen/ettirilen yer” demektir. Ama bunun, günümüzde kılınan namazlardaki secde yeri ile alakası yoktur. Çünkü bu mescid, “aykırı düşünen ve hareket eden kimselerin ikna ile gerçeğe boyun eğdirildikleri, onların da teslim olup gerçeğe boyun eğdikleri yer” veya kısaca “eğitim-öğretim ve ikna alanı” demektir.

Bu anlamı itibariyle mescid, “salâtın [sosyal desteğin] zihnî yönünün”, musallâ ise “salâtın [sosyal desteğin] hem zihnî hem de mâlî yönlerinin geniş katılımla icra edildiği alan” demektir. Nitekim Peygamberimiz salâtı, dar çerçevede mescidde icra etmiş, bayram günleri, haftalık toplantı günleri, cenaze ve savaş hazırlıkları gibi geniş katılımın olduğu günlerde ise musallâda icra etmiştir. Dolayısıyla, 125. âyetteki secde edenler ifadesi, “Beytullâh'ta tevhidî eğitim gören, ikna olan, teslim olan öğrenci grubu”dur. Öyleyse beytler; orada bulunanlar, dinî bilgisini geliştirmek için kalanlar, tevhidi öğreten ve öğrenenler için daima uygun bir vaziyette tutulmalı ve orada tevhid öğretilmelidir.

Paragrafın sonunda yer alan İbrâhîm peygamberin duası kabul edilmiş olmalı ki Allah, –son peygamber de dahil– o'nun soyundan birçok peygamber göndermiştir.

130. Ve İbrâhîm'in milletinden [dininden, yaşam tarzından], kendini sefihleştiren kimseden başka kim yüz çevirir? Ve Biz o'nu dünyada seçmiştik. Hiç şüphesiz o, âhirette de iyilerden biridir.

131. Rabbi o'na, “Müslim ol!” dediği zaman o [İbrâhîm], “Ben âlemlerin Rabbi için müslim oldum” dedi.

132. İbrâhîm de bunu [müslim olmayı], kendi oğullarına ve Ya‘kûb'a, “Ey oğullarım! Şüphesiz ki, bu dini size Allah seçti. Onun için yalnızca müslimler olarak ölün!” diye vasiyet etti.

Bu âyetlerde, İbrâhîm peygamber tanıtılmakta ve başta İsrâîloğulları olmak üzere tevhide yanaşmayan, aklı olmasına rağmen kendini sefihleştiren/akılsızlaştıran kimseler kınanmaktadır.

Allah'ın bildirdiğine göre dünyada arıtılmış, seçilmiş bir kişi olan İbrâhîm, âhirette de iyilerden olacaktır. Allah İbrâhîm peygambere “müslimlik” [başkalarını müslüman etme] görevi vermiş, o da bu görevi hakkıyla ifa etmiştir. Ayrıca İbrâhîm, bu görevi, Ey oğullarım! Şüphesiz ki, bu dini size Allah seçti. Onun için yalnızca müslimler olarak ölün diyerek oğullarına ve torunu Ya‘kûb'a da vasiyet etmiştir.

İbrâhîm hakkında bilgi verilen bu paragrafta, Yahûdi ve Hristiyanlara bir azar ve serzeniş de vardır. Çünkü İbrâhîm'in dininden ve soyundan olduğunu iddia edip de şirke bulaşmak, ancak kendini sefihleştiren [akılsızlaştıran, aptallaştıran] ahmaklara mahsustur. Akıllı insanın böyle bir duruma düşmesi mümkün değildir.

Âyette İbrâhîm'in torunlarından sadece Ya‘kûb'un adının anılması, İsrâîloğulları'nın Ya‘kûb'un torunları olması sebebiyledir. Zira “İsrâîl”, Ya‘kûb'un ikinci adıdır.

Kur’ân'da İbrâhîm'in müslümanlaşması ve müslimleşmesi birçok yerde konu edilmiştir:

Sonra ay'ı doğarken görünce de, “Bu, benim rabbimdir” dedi. O da batınca, “Andolsun ki Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar kavminden olurum” dedi. Sonra güneşi doğarken görünce de, “Bu benim rabbimdir, bu daha büyük!” dedi. Sonra o da batınca, “Ey kavmim! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene/yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim” dedi. (En‘âm/77-79)

Ve hani bir zamanlar İbrâhîm babasına ve kavmine, “Şüphesiz ben sizin taptığınız şeylerden uzağım. –Beni yaratan ayrı.– Şüphesiz ki artık O, beni doğru yola iletecektir” dedi. O [İbrâhîm], bunu [bu sözü], onların dönmesi için ardından gelecek olanlara devamlı kalacak bir söz yaptı. (Zuhruf/26-28)

Kendilerine, cehennem ashâbı oldukları iyice belli olduktan sonra Peygamber'e ve iman etmiş kişilere, akraba bile olsalar, müşrikler için istiğfâr etmek yoktur. İbrâhîm'in babası için istiğfâr etmesi de yalnızca ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Sonra onun Allah için bir düşmanı olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan [istiğfârdan] vazgeçti. Şüphesiz İbrâhîm, çok içli, çok halîm birisi idi. (Tevbe/113-114)

Şüphesiz İbrâhîm içtenlikle Allah'a boyun eğen, hanif [dönmüş], O'nun [Allah'ın] nimetlerine şükreden başlı başına bir ümmet idi. Ve o, müşriklerden olmadı. Ve O [Allah], o'nu seçti ve dosdoğru yola kılavuzladı. Ve Biz o'na [İbrâhîm'e] dünyada iyilik-güzellik verdik. Ve şüphesiz o, âhirette de kesinlikle sâlihlerdendir. (Nahl/120-122)

İşte bu nedenledir ki, İbrâhîm peygamber insanlığa, herkesin yararlanacağı bir örnek olarak takdim edilmiştir:

İbrâhîm'de ve o'nunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine, “Biz sizden ve sizin Allah'ın astlarından taptıklarınızdan uzağız. Biz sizi inkâr ettik. Ve siz bir tek olarak Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda ebedî bir düşmanlık ve buğz belirmiştir” demişlerdi. Yalnız İbrâhîm'in babası için, “Senin için mutlaka mağfiret dileyeceğim. Ve Allah'tan olan hiçbir şeye gücüm yetmez” demesi hariç. –Rabbimiz! Yalnız Sana dayandık, Sana yöneldik. Ve dönüş ancak Sanadır. Rabbimiz! Bizi inkâr edenler için bir fitne kılma! Bizi bağışla! Rabbimiz! Şüphesiz Sen azîz ve hakîm'in ta kendisisin!– (Mümtehine/4-5)

142. İnsanlardan sefihler [aklı ermeyenler], “Bunları, üzerinde bulundukları kıbleden [hedeften, stratejiden] çeviren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu ve batı yalnız Allah'ındır. O, dilediği/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar.”

Bu âyette öncelikle, sefihlerin mü’minleri, Bunları, üzerinde bulundukları kıbleden [hedeften, stratejiden] çeviren nedir? diye itham edecekleri bildirilerek gaybtan haber verilmek sûretiyle bir mucize gösterilmektedir. Diğer taraftan da Rasûlullah ve mü’minler, Allah'ın ileride yapılacak ithamları ve onlara verilmesi gereken cevapları haber vermesi sayesinde; kendilerine yeni hedefler verileceğini, bu hedeflere yürürken bazı fikrî saldırılara uğrayacaklarını öğrenmekte ve bu saldırılara karşı koymaya hazırlanmaktadırlar.

Âyetteki sefihler kelimesi, “aklı kıt ve hafif olanlar” demektir, ki bununla “Medîne'deki Yahûdiler ve münâfıklar” kasdedilmiştir:

Ve onlara, “İnsanların inandığı gibi inanın” denilince, “Biz, o aklı ermezlerin [sefihlerin] inandığı gibi mi inanacağız!” derler. Dikkatli olun! Şüphesiz onlar, aklı ermezlerin [sefihlerin] ta kendileridir. Velâkin bilmiyorlar. (Bakara/13)
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla