Tekil Mesaj gösterimi
Alt 30. January 2017, 11:28 PM   #4
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Kitâb Ehli

Ehl [15] Esas itibariyle kişinin aynı evde birlikte yaşadığı kimse*lerdir. Daha sonra mecaz olarak kişiyi başkalarıyle bir arada tutan neseb, din, meslek, köy kent gibi şeylere de ehl denmiştir. Ehl denilince ilk akla gelen anlam ailedir. Ehlu'l-beyt: ev halkı demektir. Fakat bu ta'bîr, Hz. Muhammed'in ailesi anlamında kullanılan bir terim olmuştur. Ehl aile anlamında kullanılırsa da daha ziyade kişinin karısı anla anlamına gelir. Ehl-i İslâm, İslâm dinine mensup insanlardır. Meskûn yere me'hûl (ehillenmiş) denilir. Bir yere alışan, evcil hayvanlara da ehil ve ehlî denilir. Te'ehhül evlenmek demektir. Keza ehl, bir şeyde uzmanlık için de kullanılır.

Falan bu işe ehil'dir, yani bu konuda yeterlik sahibi, uzmandır, demektir[16].

Ehlu'l-Kitâb: Kitâb sahibi demektir. Kur'ân-i Kerîm'de el-Kitâb, genelde Kur'ân'dan önceki İlâhî Kitâb anlamında, Ehlu'l-Kitâb da Tevrat'a (Mûsâ Kitâbları, ekleri ve Zebur) ve İncil'e bağlı olan Yahudiler, Hıristiyanlar anlamında kullanılmıştır. Elbette bu kelime, bütün İlâhî Kitâb sahibleri anlamını da ifade eder. Nitekim Bakara: 92/62, Mâide: 110/69'ncu âyetler, Müslüman, Yahûdî ve Hıristiyanlar yanında Sâbiîleri de Allah'a ve âhirete inanmış cennetlikler zümresinden saymaktadır. Ancak Kur'ân'ın indiği ortamda, İlâhî Kitâb olarak yalnız Tevrat ve İncîl bilindiği için Kur'ân'da bu ta'bîr, ilk anda Yahûdî ve Hıristiyanları çağrıştırmaktadır. Kur'ân onlar hakkında Ehlu'l-Kitâb ta'bîrini kullandığı gibi, özellikle onların bilginleri için Ehlu'z-Zikr (Zikir sahipleri), Ehlu'l-İlm (ilim sa*hipleri), ûtû'l-Kitâb (Kitâb verilenler), ûtû'l-ilm (ilm verilenler), er-Râsihûne fi'l-ilm (derin bilgi sahipleri) ta'bîrlerini de kullanmaktadır.

"inananlar, Yahudiler, Sabitler, Hıristiyanlar, Mecûsîler ve (Allah'a) ortak koşanlar... Allah, kıyamet günü bunlar arasında hüküm verecek(-haklıyı haksızı ortaya çıkaracaktır. Şüphesiz Allah, her şeye şahittir!" (Hac: 88/17) âyetinde Sâbiîlerden ayrı olarak Mecûsîler ve Ortakkoşanlar da anılmaktadır. Burada ilk anılan dört grup ile son grubun yani müşriklerin hükmü diğer âyetlerden belidir. Ancak Mesûsîlerin hükmü belli değildir. Çünkü bu âyet bir hüküm belirtmiyor, kimin haklı olduğunun Kıyamette belli olcacağını bildiriyor. Onun için bizce bu âyetten, Sâbiîlerin ardından anılan Mecûsîlerin, ilk dört gruptan olduğu düşüncesi ağırlık kazanmakta ise de Müşrikler de anıldığından kesin bir şey söylenememektedir. Fakat Müşriklerin hükmü kesin bellidir. Bundan dolayı Mecûsîlerin müşriklerden olmaması düşüncesi ağırlık kazanır. Nitekim Hz. Peygamber'ein de: "Mecûsîlere Kitâb ehli muamelesi yapınız" dediği rivayet edilmiştir[17]. Bunun yanında Peygamber'in, Mecûsîlerin kestiklerinin yenilmeyeceğini, kadın*larıyla evlenilmeyeceğim söylediği rivayeti de vardır[18].

Kur'ân-ı Kerîm, kendisine bağlı müslümanlar yanında Kitâb ehline de ayrıcalık tanımakta; şirk koşan kadınlarla evlenmeyi yasaklamışken, Kitâb ehlinin yiyeceklerini (kestikleri hayvanları yemeyi) ve onların kız veya kadınlarıyla evlenmeyi helâl kılmaktadır.

Ancak Peygamber'den sonra Kur'ân'ın bu hoşgörüsünden biraz ge*riye gidildiği, Peygamber'in, yarıcılık yapmalarına müsâade ettiği Hayber Yahudilerinin, gûyâ Peygamber'in söylediği ortaya atılan: "Cezîretu'l-Arab'da iki dîn birlikte olmaz."'hadîsine dayanılarak Filistin'e sürüldükleri görülmüştür.

Gerçekte mürsel (senedi kopuk) olan bu rivayet, Kur'ân'a ve Pey*gamber'in kendi uygulamasına terstir. Çünkü Peygamber, Yahudileri, kendi topraklarında yarıcılık yapmaları kaydıyla Hayber de iskân ettiği gibi, Necrân Hey'eti ve birçok Kitâb ehli kabîle ve cemâatlerle saldırmazlık ittifakı yapmıştır.

Hz. Peygamber'in temel amacı, Arap Yarımadası'nda şirkin kökünü kazımak ve toplumu tevhîd dininde birleştirmek idi.[19]

Buhârî ve Müslim'in, İbn Abbâs'tan bağlantılı senetle rivayetlerine göre Peygamber (s.a.v.) vefatında üç şey vasiyet etmiştir: "Müşrikleri Arap Ceziresi 'nden çıkarın; bölgeye gelecek delegelere benim izin verdiğim gibi izin verin; üçüncüsünü de İbn Abbâs söylememiş veya unutmuştur."[20]

Arap Cezîresi deyimi ile kasıt da Mekke, Medîne, Yemâme ve çevresidir. Bunların dışında kalana Arap Cezîresi denmez.

Her ne olursa olsun, Peygamber Aleyhisselâm'ın, Arap dilinin konu*şulduğu topraklarda iki dinin (yani tevhîd dini yanında şirk dininin) bulun*masını istemediği anlaşılmaktadır. Mâlik'in çıkardığı mürsel olan rivayette geçen iki dinden maksat, Kitap ehlinin tevhîd dini ve İslâmiyet değil, şirk ile İslâmiyettir. Yani Arap topraklarında Allah'tan başka bir tanrıya tapıl-ması istenmemiştir. "Baskı kalkıncaya ve dîn yalnız Allah'ın oluncaya (özgürce yalnız Allah'a tapılma gerçekleşinceye) dek müşriklerle savaşı*nız."3 âyeti de bunu ifâde etmektedir.

İslâm hukukunda zengin müsliimanlardan baş vergisi olarak zekât, mahsul vergisi olarak öşür alınırken Kitâb ehlinden de baş vergisi olarak cizye, mahsul vergisi olarak harâc alınmıştır.

Müslümanların egemenliğinde yaşayan Kitâb ehline zimmet ehli denilir. Yani bunlar, devletin koRûma garantisi altındadırlar. Cizyelerini verdikleri takdirde kendilerinin savaşa katılmaları gerekmez. Savaşa katıldıkları takdirde cizyeden muaftırlar.

Yasalara uygun yaşadıkları takdirde Kitâb ehli, diğer deyimle zinı-mfler, tam bir dîn ve vicdan özgürlüğü içinde olmuşlardır.

Bir adamın: "Biz, gazada zimmîlerin malı olan tavuk, koyun ele geçiriyoruz. Bunun bize günâhı yoktur, diyoruz" şeklindeki sorusu üzerine Abdullah ibn Abbâs: "Bu söz, 'Ümmîlerin malını yemek bize günâh değil*dir' diyen Kitâb ehlinin sözüne benziyor. Zimmîler cizyelerini verdikten sonra malları size helâl değildir. Ancak kendi gönül rızâlarıyla verdikleri hariç." demiştir[21].

Burada Golziher' in, İslâm Ansiklopedisi 'ndeki makalesinden bir par*ça alıntı yapmakta fayda görüyoruz:

"Hz. Ömer zamanında, yazıldığı ileri sürülen, ama gerçekte ondan sonraki dönemlere âit bulunan eski bir vesîka, İslâm âleminde çiştili dînler hakkındaki hükümlerin temelini oluşturmuştur. Serbestçe ibâdet hakkı hususunda Kitâb ehlinin, ne dereceye kadar yeni mâbedler inşâ edebile*cekleri veya eskilerini onarabilecekleri sorunu, her zaman ilk planda kalmıştır. Çeşitli dönemlerde Kitâb ehli hakkındaki hükümlerde hayli farklar görülmüştür. Bu farklı anlayışlar, özellikle Kitâb ehlinin kestiklerini yemek ile, kadınlarıyla evlenmek hususunda ortaya çıkmıştır.

İslâm âleminde çok erken zamanlardan itibaren Kitâb ehli ta'bîrinin anlamı genişletilmiştir. Peygamber'in, İran kökenli Hacar ve Bahreyn-lilerden cizye aldığı rivayetine dayanılarak müslümanlar, DMecûsîleri Kitâb ehli grupuna sokmuşlardır. Halîfe Me'mûn zamanında (215/830) Harran putperestleri, Kur'ân'da mü'min sayılan Sâbîîler grupundan kabul edil*miştir. XIV. asırda Hindistan'da bir müslüman hükümdar, Çinlilere cizye karşılığında bir pagoda yapma hakkını tanımıştı (İbn Bâtûta, IV,2) Hindis*tan'daki iç siyâsî duRûm, gerçek putperestlerin Kitâb ehli sayılmasına sebebolmuştur (aynı eser, s. 29, 223). Muhakkak ki Kitâb ehli deyiminin böyle genişletilmesi, ancak dînî hoşgörü sayesinde olmuştur."[22]

Kitâb Ehline Sorma

İbn Asâkir'in İbn Mesûd'a dayandırdığı bîr habere göre gûyâ Peygam*ber (s.a.v.): "Kitap ehline bir şey sormayın, korkarım ki onların doğru söyledikleri bir şeyi yalanlarsınız, yahut yalan söylediklerini tasdik eder*siniz. Size Kur'ân yeter. Çünkü onda sizden öncekilerin hikâyeleri, sizden sonrakilerin haberi, aranızdaki mes'elelerin çözümü vardır" demiş. Bey-hakî'nin Şu'ab'de, Deylemî'nin ve Ebû Nasr'ın da Câbir'den rivayet ettikleri bir haberde de peygamber(s.a.v.)in: "Kitap ehline bir şey sormayın, çünkü o sapık kimseler size doğru yolu göstermezler. (Onlardan sorarsanız) Ya bir bâtılı tasdik etmiş, ya da bir gerçeği yalanlamış olursunuz. Eğer Müsâ sağ olsaydı, bana uymaktan başkası ona helâl olmazdı" dediği anlatılır[23].

Bu haberlerin uydurma olduğunda kuşku yoktur. Zîrâ bunlar Kur'ân'a aykırıdır. Çünkü Kur'ân: "Bilmiyorsanız, Zikr (Kur'ân'dan önce inmiş olan Tevrat) ehline sorun"[24]; Yûnus Sûresi'nin 71-93'ncü âyetlerinde Nûh ve ondan sonra gönderilen peygamberlerin, Mûsâ-Hârûn ve İsrâîloğulla-rının kurtuluşu kıssalarına işaret ettikten sonra 94'ncü âyette:

Eğer sen' sana indirdiğimizden kuşkuda isen, senden önce Kitabı okuyanlara sor. Andolsun, sana Rabbinden hak geldi, sakın kuşkulananlardan olma! (Yûnus: 51/94) buyurmaktadır.

43- Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl, çünkü sen doğru yoldasın 44- O (Kur'ân) sana ve kavmine bir Zikir(uyarı, şan ve şerefidir ve yakında (ona uyup uymadığınızdan) sorulacaksınız- 45- Senden önce gönderdiğimiz elçilerimizden sor: Rahmân'dan başka tapılacak tanrılar yapmış Zuhruf

43- Biz senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını elçi göndermedik. Sorun, Zikir ehline; eğer bilmiyorsanız: 44- Açık kanıtları ve Kitâbları. Sana da o Zikr'i indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın, tâ ki düşünüp öğüt alsınlar. (Nahl: 70/43-44)

Bu âyetlerde de, Hz. Muhammed'e gelen vahiylerin gerçekliğinden kuşkusu olan, yahut tapılacak yegâne Tanrı olan Allah'tan başka tanrı olmadığı; ya da daha önce gönderilen elçilerin de melekler değil, birtakım adamlar olduğu hususunda kuşkusu olan varsa, Kur'ân'ın anlattığı bu gerçekleri Kitâb ehline sormaları; onların da Kur'ân'ın anlattıklarını doğrulayacakları belirtilmektedir.

Kur'ân, kuşkusu olanların, kuşkularını gidermek için bilgi sahibi olan Kitâb ehline sormalarını emrederken, bâzı kişilere dayandırılan riva*yetler, Kur'ân'ın tam tersine, Kitâb ehline bir şey sormamayı ve onların söylediklerine hiç güvenmemeyi ifâde etmektedir. Ebûhüreyre'den rivayet edilen bir hadîste şöyle deniyor: "Kitap ehli, İbrânîce Tevrat okur, müslümanlara bunu Arapça açıklarlardı. Peygamber (s.a.v.): 'Kitap ehlini ne doğrulayınız, ne de yalanlayınız, fakat: Biz, bize indirilene de, size indirilene de inandık, Tanrımız ve Tanrınız, birdir, biz de O'na teslim olduk, deyiniz' buyurdu"[25]

Kur'ân, Peygamber(s.a.v.)e vahyedilen haberlerin doğruluğunu anla*mak için, bunları Kitap ehline sormasını emrederken, Peygamber nasıl: "Kitap ehline bir şey sormayın, onlar sapmışlardır" der? Adamların, din konusunda söyledikleri, uydurma, güvenilmeyecek sözler ise Kur'ân nasıl, Peygamber'e kendisine gelen vahiylerin doğruluğunu anlamak için onlara sormasını emreder? Kur'ân'ın, Kitap ehline sormayı emreden âyetlerine tamamen ters ve aynı zamanda sened bakımından da zayıf olan bu âhâd rivayetlerinin hiçbir değeri yoktur. Eğer Peygamber (s.a.v.), Kitap ehline bir şey sormayı yasaklamış, onların söylediklerine inanmamayı öğütlemiş olsaydı, bizzat kendisi onlardan bâzı haberler nakletmez ve kendisinin Ebûhüreyre, İbn Abbâs ve Übeyy ibn Ka'b gibi gözde sahâbîleri Kitap ehlinden sormaz, onların anlattıklarını aynen rivayet etmezlerdi. Oysa tefsirler, bu sahâbîlerin, Kitap ehlinden anlattıkları haberlerle doludur.

Deylemî ve Ebû Nasr'ın Câbir'e dayandırdıkları rivayetin "Mûsâ gelseydi, bana tâbi olurdu" cümlesi de açıkça, Nisa': 26, En'âm: 90'ncı âyetlere aykırıdır. O âyetlere göre Peygamber (s.a.v.), önceki peygam*berlerin metbû'u değil tâbi'idir. Ona, onların izinden gitmesi emredilmiştir. Artık Peygamber'in "Mûsâ gelseydi, bana tâbi olurdu" şeklinde övüngen bir ifâde kullanması âyetlere aykırı olduğu gibi, onun bilinen tevazuuna da aykırıdır.

Kitâb ehlinin kadınlarıyla evlenmek helâldir:

Bugün size iyi ve temiz şeyler helâl kılındı.[26]

Kendilerine Kitâb verilenlerin yemeği, size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir. İnanan, namuslu, hür kadınlar ve sizden önce kendilerine Kitâb verilenlerden namuslu hür kadınlar - zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızm, namuslu bir biçimde (evlenmek üzere) mehirlerini verdiğiniz takdirde-size helâldir. Kim inanmayı kabul etmezse, onun ameli boşa çıkmıştır ve o, âhir ette kaybedenlerdendir. (Mâide: 110/5)

Mâide: 110/5'nci âyete göre Kitap ehlinin yaptığı ve pişirdiği yiye*cekler müslümanlara helâl, miislümanlann yiyecekleri de onlara helâldir. Müslümanlar, namuslu müslüman kadınlarıyla evlenebilecekleri gibi, Kitap ehli olan namuslu kadınlarla da evlenebilirler. Müslümanların bu kadınlarla ilişkisi, yalnız mehirlerini verip evlenmek suretiyle olabilir. Gayri meşru ilişki yasaktır.[27]

Kitap ehli, İlâhî Kitaba sâhibolan milletlerdir. Daha çok Yahûdî ve Hıristiyanları gösteren bu kelime, sabitleri ve doğuda İlâhî bir Kitapları olan ulusları da kapsar. Hz. Ömer, mecûsîlerin Kitap ehli olup olmadığı konusunda tereddüdetmiş, Hz. Alî,onların Kitap ehli olduğunu söylemiştir .

Hindulann, Japonların vaktiyle bir İlâhî Kitaba sâhiboldukları ihti*mali kuvvetlidir. Gerçi onların kitapları bugün asıllarından çok uzaklaş*mıştır ama bu, o milletlerin kitapsız sayılmasını gerekti.mez. Nitekim Tevrat ve İncîl de hayli değişikliğe uğramıştır ama Kur'ân-ı Kerîm, kendi indiği sırada Yahûdî ve Hıristiyanların ellerinde bulunan Kutsal Kitabı İlâhî Kitab ve ona tâbi olanları Kitab ehli kabul etmektedir.

Bazı müfessir ve fâkîhler, yiyeceklerinin ve kadınlarının helâl kılın*dığı Kitap ehlinin, Tevrat ve İncîl'e tahrif girmezden önceki Kitap ehli mi, yoksa genel olarak bütün Kitap ehli mi olduğu konusunda tartışmışlardır. Fakat bu tartışmanın hiçbir anlamı yoktur. Yüce Allah, Kur'ân'ın indiği zamanda Kitap ehlinin yiyeceklerini yemeyi ve kadınlarıyla evlenmeyi helâl kılmıştır. Kur'ân, o zamanki Kitap ehlinin çeşitli fırkalara ayrılmış olduğunu, üçlemeye inandıklarını, kitaplarının bir kısmını unuttuklarını, onu layıkıyla uygulamadıklarını, gerek Mâide Sûresi'nde, gerek başka sûrelerde söylemiştir.

Buna rağmen Kur'ân, üçlemeye inanan veya İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu söyleyen Hıristiyanları kâfir (nankör) kabul etmekle beraber müşrik saymamıştır. Bundan dolayı Kitap ehlini müşriklerle bir tutmak doğru değildir. Bazılarının iddia ettikleri gibi âyetler arasında nesih ve tahsis yoktur.

Kitap ehliyle evlenen sahâbîler olmuş, diğer sahâbiler buna itiraz etmemişlerdir. Bu duRûm, Kitap ehli kadınlarla evlenmenin caiz olduğu konusunda ashabın icmâ'ı (oybirliği) demektir. Ashâbdan Huzeyfe'nin, bir Yahûdî kadınla evlendiği, Hz. Ömer'in, kendisine bu kadını boşamasını yazdığı, Huzeyfe'nin: "Bunu haram mı sanıyorsun?" sorusu üzerine Hz. Ömer'in: "Hayır ama yabancı kadınlarla evlenmenin yaygınlaşıp müslüman kadınlara rağbet edilmeyeceğinden korkuyoRûm" dediği anlatılmaktadır. Câbir de: "Biz Kitap ehlinin kadınlarıyla evleniriz ama onlar bizim kadın*larımızla evlenemezler" dediği, Hz. Ömer'in de benzeri bir söz söylediği rivayet edilmiştir[28].

Mâide 110/5. âyet Kitap ehli kadınlarla evlenmeğe müsâade etmiştir ama müslümanların, Kitap ehli erkeklere kız vermeleri hususunda bir açıklama yapmamıştır. Câbir'in, biraz önce kaydettiğimiz sözü de müslü*man kadınların hiçbir kimse ile evlenemeyeceğini gösterir. Buna göre müslüman bir kız veya kadın, Kitap ehli bir erkekle evlendiği takdirde doğacak çocuklar, küfürle bulanmış bir dine sokulmuş olurlar. Hz. Ömer, toplumu bozar, müslüman kadınlar ihmal edilip başka kadınlarla evlenme eğilimi yayılır endişesiyle Kitap ehli kadınlarla

[29]


Kitâb Ehline Yasal Özerklik:


42- Yalana kulak verirler, haram yerler. Sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir; eğer onlardan yüz çevirirsen, sana hiçbir zarar veremezler. Ve eğer hüküm verirsen, aralarında adaletle hüküm ver. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. 43-İçinde Allah 'in hükmü bulunan Tevrat yanlarında dururken seni nasıl hakem yapıyorlar, ondan sonra da (verdiğin hükümden) dö*nüyorlar. Onlar inanıcı değillerdir. (Mâide: 110/42-43)

49- Aralarında Allah 'in indirdiğiyle hükmet, onların keyiflerine uyma ve onların, Allah 'in indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın! Eğer dönerlerse bil ki Allah, bazı günâhları yüzünden onları felâkete uğratmak istiyordur. Zaten insanlardan çoğu, yoldan çıkmışlardır. 50-Yoksa câhiliyye hükmünü mü arıyorlar? İyi bilen bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir? (Mâide: 110/49-50)


Kitâb Ehlinin İyileri:


önce kendilerine Kitap verdiklerimiz, o(Kur'ân)a inanırlar. 53- Onlara {Kur'ân) okunduğu zaman: "Ona inandık, o, Rabb'imizden gelen gerçektir... Zaten biz ondan önce de müslümanlar idik." derler. 54- İşte onlara, sabretmelerinden ötürü mükâfatları iki kez verilir; onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (hayır yoluna) harcarlar. 55-Boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: "Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm olsun (haydi hoşça kalın), biz cahiller(le sohpet etmey)i istemeyiz" derler. (Kasas: 49/52-55)

Bu âyetlerde önceden kendilerine Kitap verilmiş olanların, Kur'ân'a inandıkları, kendilerine Kur'ân okunduğu zaman onun, Allah katından gelen gerçek olduğunu kabul ettikleri; hem kendi Kitaplarına, hem de Kur'ân'a inanıp imanlarında sebat ettiklerinden, kötülüğü iyilikle savmağa çalıştıklarından dolayı onlara iki kez sevap verileceği belirtiliyor. Onların boş sözlere dalanlara rastlayınca selâm verip geçtikleri anlatılmaktadır.

Bu âyetlerde Kur'ân'in vahiy olduğuna inandıkları belirtilen Kitap ehlinin kimler olduğu hakkında çeşitli rivayetler vardır. Kimine göre bunlar Necrân'dan gelen hmstiyan hey'etidir. Kimine göre bunlar, Hudeybiye Barışından sonra, Ebû Tâlib oğlu Ca'fer ile birlikte Habeşistan'dan gelen otuziki kişilik bir hırıstiyan cemâatidir. Sekiz kişi de Şam'dan gelmiş, böylece sayıları kırka varmıştır. Muhammed ibn İshâk'a göre bunlar, Peygamber'in durumunu öğrenmek üzere Habeşistan'dan gelen ve Peygam-ber'i dinledikten sonra müslüman olan, Necâşî'nin gönderdiği oniki kişilik Habeş Hıristiyan hey'etidir. Mâide: 110/82-85'nci âyetlerin de bunlar hakkında indiği rivayet edilir.[1] Kimine göre de bunlar, Selmân-ı Fârisî ve Abdullah ibn Selâm'ın dahil olduğu bir gruptur.[2] Bu rivayetlere göre bu âyetlerin Medine'de inmiş olması gerekir1. Oysa âyetler, içinde bulunduğu konuya sıkı sıkıya bağlıdır ve Sûre de Mekke sûrelerindendir. Zaten üslûp da Mekke üslûbudur.

54'ncü âyette Sabrettiklerinden dolayı onlara iki kez sevâb verilecektir" denmesi, bu insanların baskı altında bulunduklarını gösterir. Hıristiyan ülkesi olan Şam'dan veya Ha*beşistan'dan gelen Hıristiyanların baskı altında bulunması söz konusu değildi.

O halde bunlar, ne Habeşistan'dan, ne de Şam'dan gelen hey'etler değil, Mekke'de hem kendi Kitaplarına, hem de Hz. Muhammed'e vahye-dilenlere inanan bazı Kitap ehli kimselerdir. Nitekim Mekke'de inmiş olan En'âm: 55/114'ncii, İsrâ: 50/107-109'ncu âyetleri de Mekke'de Kitap ehlinden bazı kimselerin, Kur'ân'ın Allah tarafından vahyedildiğine tanıklık ettiklerini bildirmektedir. Aynı durumu bildiren bu 52-53'ncU âyetlerin de Mekke'de indiği anlaşılmaktadır.

Kur'ân'ı dinleyen bu insanlar, dinlediklerini anlayıp bundan etkilen*diklerine göre, bunlar, yabancı değil, Arap kökenli olmalıdır. Bu takdirde de bunlar eğer, Mekke'de oturan bazı Kitap ehli kimseler değil de başka yerden gelmiş hey'et ise bunun, Şam tarafından, Süryânî-Arâmî gibi Arap soyundan bir hırıstiyan hey'eti olma olasılığı güçlenmektedir.

Musa'ya verilen bir Kitap gibi Hz. Muhammed'e bir kitap verilmediği bahanesiyle onu inkâr eden müşrikleri reddeden bu âyetler, Kitap ehlinin, Kur'ân'ın Allah tarafından gelen gerçek olduğunu kabul etmelerini, Kur'*ân'ın Tanrı vahyi olduğunun kanıtı göstermektedir. Yani: Ey Mekke halkı, siz bunun, Musa'ya verilen Kitap gibi olmadığını iddia ederek buna inan*mıyorsunuz ama Mûsâ Kitabının bağlıları, bunun aynen Musa'ya verilen Kitap gibi Hak tarafından gelen gerçek olduğunu kabul ediyorlar, demektir. Aynı husus: 107- De ki: 'Siz ister ona inanın, ister inanmayın. O, daha önce kendilerine bilgi verilenlere okunduğu zaman onlar, derhal çeneleri üstüne secdeye kapanırlar: 108- 'Rabbimizin şâm yücedir, gerçekten Rabbimizin sözü mutlaka yerine getirilir!' derler. Ağla*yarak çeneleri üstüne secdeye kapanırlar ve Kur'ân. onların derin saygısın: artırır." (İsrâ: 50/107-100) âyetlerinde ifade edildiği gibi, De ki: Hiç düşündünüz mü: Eğer bu Kur'ân, Allah katından olduğu halde siz onu tanımamışsanız; İsrâîloğutlarından bir şâhid de bunun benzerin(in Tevrat'ta bulunduğun)a tanık olup inandığı halde siz inanmağa tenezzül etmemişseniz durumunuz nice olur?" (Ahkâf: 66/10) ma hepsi bir değildir. Kitap ehli içinde, gece saatlerinde ayakta durup Allah'ın âyetlerini okuyarak secdeye kapanan bir topluluk da vardır. 114- Onlar, Allah'a ve âhir el gününe inanır, iyiliği emreder, kötülükten men'ederler; hayır işlerine koşarlar. İşte onlar iyilerdendir. 115- Yapacakları hiçbir iyilik inkar edilmeyecektir. Şüphesiz Allah, koru*nanları bilmektedir. (Âl-i İmrân: 94/113-115) âyetlerinde de Kitap ehli içinde bulunan iyi niyetli insanlar öviilmektedir.

Öyle ise Kur'ân'ın Allah tarafından gönderildiğini kabul eden bu Kitap ehli kimseler, Necrân'dan, yahut Habeşistan'dan veya Şam'dan gelen bir hey'et değil, Mekke'de bulunan bazı Yahûdî ve Hıristiyanlardır. Mek*ke'de bazı Hıristiyanların bulunduğunu çeşitli vesilelerle anlatmıştık. Hz. Hadîce'nin akrabası olan Varaka ibn Nevfel de bunlardan idi. O da Hz. Muhammed'in peygamber, ona gelen vahyin hak olduğunu kabul etmişti. Buhârî'nin, Vahyin Başlangıcı babı, bu rivayetle başlar.

Hattâ Nahl: 70/103'ncü âyette işaret edildiği üzere, Mekke müşrikleri, Peygamber'in, vahiy sözlerini, Mekke'de demircilik yapan, Rum asıllı bir hırıstiyan köleden öğrendiğini iddia etmişlerdi.

Ahkâf: 66/10'ncu âyetten, Mekke'de oturan veya Mekke'ye gelen bazı Yahûdîlerin bulunduğu ve bunlardan bazılarının, Kur'ân'a inanmış olduğu anlaşılıyor. Bunların Kur'ân'a inanmış olması, dinlerini bıraktıkları anlamına gelmez. Kur'ân onları, kendi Kitaplarına bağlı kaldıkları halde Kur'ân'ın da hak olduğunu kabul ettiklerinden dolayı övmekte ama yine onları Kitap ehli olarak tanımlamaktadır. Eğer miisliiman olsalardı, onlara artık Kitap ehli denmezdi. Ama bunların, tevhîd ehli (monofizit) oldukları anlaşılmaktadır ki Kur'ân. bütün tevhîd ehlini miisliiman kabul etmektedir. Onların: "Biz. zaten daha önce Allah'a teslim olmuştuk." sözlerinden de Allah'a tapan Kitap ehlinin miislüman sayıldığını gösterir ki zaten bunun kanıtları pek çoktur.

İnsanlar içerisinde, inananlara en yaman düşman olarak Yahudileri ve (Allah'a) ortak koşanları bulursun. İnananlara sevgice en yakınları da "Biz. Hıristiyanlarız" diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar. 83- Resul'e indirilen(Kur'ân)ı dinledikleri zaman, tanıdıkları gerçekten dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki: "Rabb'imiz, inandık, bizi şahitlerle beraber yaz!" 84- "Biz, Rabb'imizin bizi iyiler arasına katmasını umarken neden Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?" 85- Bu sözlerinden dolayı Allah onlara, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler verdi. Güzel hareket edenlerin mükâfatı işte budur! (Mâide: 110/82-85)

Bu âyetlerde müslümanların en yaman düşmanlarının Yahûdîler ve müşrikler; en yakın dostlarının da Hıristiyanlar olduğu; onların bu dost*luklarının da kendilerini Allah'a vermiş, alçakgönüllü kıssîs ve râhiblerden kaynaklandığı belirtiliyor ve Peygamber'i dinleyen o insanların, duydukları gerçekler karşısında etkilenip ağladıkları, gerçeği kabul eden o haksever insanların: "Hak bize geldikten sonra ve biz, Rabb'imizin bizi sâlihler arasına katmasını isteyip dururken niçin Allah'a inanmayalım?" dedikleri, Allah'ın da bu sözlerinden dolayı onlara, altlarından ırmaklar akan cennetler verdiği; Allah'ın güzel davrananları işte böyle ödüllendireceği belirtiliyor.

Yahudilerin Peygamber'e düşmanlıkları, dünya tutkusundan, ege*menliklerini yitirmelerinden kaynaklanıyordu. Hıristiyanlara gelince: Peygamber'in bulunduğu bölgede, kâh Yahûdîlerin, kâh İranlıların baskısına ma'rûz kalıp hayli ezilmiş olan Hıristiyanlar, inançlarında hatâ olmakla beraber Hz. İsa'nın öğütleri gereği, dünya düşkünü değillerdi, özellikle, dünyadan kendilerini dünyadan soyutlayıp dağlarda, mağaralarda ibâdet ve uzlete çekiliyorlardı. İşte Allah sevgisi ve hak aşkı ile dolu bu insanlar, Peygamber'den duydukları vahiyden etkilenip, onun, melek vahyi olduğunu anlayarak Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu kabul etmişlerdi. Zîrâ peygamberleri Hz. Isâ: "Kötüye karşı koma; ve senin sağ yanağına kim vurursa ona ötekini de çevir. Ve eğer biri seninle mahkemeye gidip senin gömleğini almak isterse ona abanı da bırak. Ve kim seni bir mil gitmeğe zorlarsa onunla iki mil git. Senden dileyene ver, senden ödünç isteyenden yüz çevirme!", "izi lanetleyenlere kutluluk dileyin. Size kötülük edenler \ararına duâ edin....İnsanlar in size nasıl davranmasını istiyorsanız , siz de onlara öyle davranın. Yalnız sizi sevenleri severseniz ne yararınız our? Çünkü günâkârlar bile kendilerini sevenleri severler. Yalnız size iyilik edenlere iyilik ederseniz, ne yararınız olur? Günahkârlar da aynı şeyi yapıyorlar. Yalnız geri alacağınızı umduğunuz kişilere ödünç verir*seniz, ne yararınız olur? Günahkârlar da geri almayı umarak günahlılara ödünç verirler. Ama siz düşmanlarınızı sevin, hiçbir şey beklemeden ödünç verin. Karşılığınız büyük olacak ve sizlere Yüce Olan'in oğulları (kulları) denecek. Çünkü O, iyilik bilmezlere ve kötülere karşı da iyi yüreklidir. Babanız (Rabbınız) sevecen olduğu gibi siz de sevecen olasınız.."[3] diyecek kadar insan sevgisi aşılamıştı. Onun öğütlerinden ve teblîğ ettiği dinin ruhundan ayrılmayan insanların yüreklerinde şefkat olur. Yüce Allah: "Arkalarından Meryem oğlu İsa'yı da gönderdik; Ona İncil'i verdik ve ona uyanların kalblerine şefkat ve rahmet (acıma duygusu) koyduk..."[4] buyurmuştur.

Hz. îsâ'nm bu öğütleri, "Eğer (borçlu) darlık içinde ise, bir kolaylığa çıkıncaya kadar beklemek (lâzımdır). Eğer bilirseniz (verdiğiniz borcu, eli darda olan borçluya) sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır."[5] âyetinde ve benzeri âyetlerde tavsiye edilmektedir.

İşte Hz. Peygamber (s.a.v.) devrinde bu sevgi ruhunu taşıyan bazı kıssîslerin ve rahiplerin de teşvik ve telkinleriyle Hıristiyanlar, müslümanlara dostça davranmışlardır. İçlerinden hey'etler gelip Allah'ın Elçisi ile görüşmüş, Kur'ân dinlemiş, kimileri miislüman olmuş, kimileri hırıstiyan kalmakla beraber Allah Elçisi'nin peygamberliğini kabul etmişlerdir. Nec-ran hey'eti böyledir. Bu âyetlerde anlatılan Kitap ehli insanların da kendi dinlerini bıraktıkları izlenimi doğmamaktadır. Ancak bunlar Hz. Muhammed'e gelen sözlerin vahiy olduğunu kabul etmişlerdir. Eğer müslüman olsalardı, Kur'ân onlara Hıristiyanlar demezdi.

Demek ki Medîne devrinin sonlarına doğru. Allah Elçisi'nin peygambertiği, Arap Yarımadasının her yanında duyulmağa ve kendisine, çeşitli yerlerden akın akın hey'etler gelmeğe başlamıştı. Muhammed İzzet Derveze'ye göre bu hey'etlerin gelmesinde, Allah Elçisi'nin çeşitli bölgelere gönderdiği mektupların da etkisi olmuştur,

Demek ki gerek Mekke, gerek Medîne döneminde Kitap ehlinden bazı kimseler, Hz. Peygamber(s.a.v.)e gelip Kur'ân dinlemiş ve onun peygamberliğine inanmışlardır. Bu da Kur'ân'm, ard düşüncelerden uzak, sağduyu sahibi Kitap ehli üzerinde derin etki bıraktığını gösterir.

Kur'ân âyetlerinden, Hz. Peygamber döneminde Hicaz bölgesinde yaşayan hırıstiyan cemâatinden bazı kimselerin müslüman olduğu anlaşılır. Yahut dinlerini değiştirmeseler dahi Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul ettikleri anlaşılır. Habeş Kralı Eshame ve çevresindeki din adamları da. oraya gitmiş olan miislümanlardan Kur'ân dinleyince, bunun vahiy eseri olduğunu kabul etmiş, yurtlarına göçmüş olan müsllimanlara özgürlük tanımış, iyi muamele etmişlerdi. Peygamber'den kısa bir süre sonra Şam, Mısır, kuzey Afrika fethedilmiş, buralarda yaşayan halktan dileyen kendi dininde kalmış, fakat büyük çoğunluk müslüman olmuştur,

Tabii kiliselerin, manastırların elinde büyük servetler vardı. Din vergisi adı altında kilise örgütlerine akan paralar, din öğütlerini güçlen*dirmişti. Bu serveti kaçırmak istemeyenler, halkın müslüman olmasını engelliyor, müslümanlığı halka ters gösteriyorlardı. "Ey inananlar, haham*ların ve râhiblerin birçoğu, halkın mallarını bâtıl sebeplerle yiyorlar ve Allah'ın yoluna enııel oluyorlar.'[6] âyetinin de işaret ettiği üzere Avrupa'da birçok okulları, hastaneleri ve mağazaları mülkiyetleri altında bulunduran kilise örgütü, bu hazineleri kaçırmamak için İslâmiyet aleyhinde geniş propagandalar yaptırmıştır. Fakat vicdanıyla başbaşa kalıp İslâm'ı düşünen Hıristiyanlar, hakkı kabul etmektedirler. Hakka engel olan, dünyâ tutkusu, bencilliktir.

Kur'ân, İlâhî Kitapları ve onların samimi bağlılarını övgü ile anar. Onlardan istenen, hiçbir hftk söze karşı çıkmamaları, Hakk'a çağırana engel olmamalarıdır, İslâm'a karşı olmadıkları takdirde, kendi şerîatlerinin hükümleriyle de amel etseler, yine cennete giderler, Yeter ki tevhîd çizgisinden ayrılmasın ve Hak sösiine, Allah'ın yoluna engel olmasınlar.

Bu, yalnız Kitap ehli için söylenecek söz değildir, Her hak din sahibinin, daha genel ifade ile tevhîd dini mensuplarının birbirlerine karşılıklı sevgi ve saygı beslemeleri gerekir, l'cvhid (çizgisinde Allah'a ibâdet eden Hıristiyanları cehennem ehli. İncil'i uydurma kabul eden müslüman da Kur'ân'ın düşünce çizgisinden ayrılmış, dinsel egoizm içinde hareket eden sapık düşünceli insandır. Peygamberler birbirinin misyonunu tamam*larken, onların mensuplarının birbirlerine düşmanca bakmaları, Hakk'ın muradına uygun olamaz. Kur'ân tevhîd ehlini birliğe çağırmaktadır:

Pe ki; "Ey Kitap ehli, bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: "Yalnız. Allah'a tapalım. O'na hiçbirşeyi ortak koşmayalım; birbirimizi Allah 'lan başka tanrılar edinme*yelim," Eğer yüz çevirirlerse; "Şâhid olun, biz miislümanlartz!" deyin. (Âl-iİmrön; 94/64)

Son zamanlarda müsliimnn hırıstiyan yakınlaşmasına doğru bazı adımların atıldığı görülmektedir. Kur'ân da zaten bunu istiyor. Bunun için Hıristiyanların, artık İslftm düşmanlığına son verip Hz, Peygamber dönemindeki Hıristiyanlar gibi davranmaları, müslumanların da onlara karşı hoşgörülü olmaları lâzım ve bütün tevhîd dinlerinin gereği olduğu kanısındayız,

Bu konuda Din Birliği maddesine bakabilirsiniz. [7]


Devam edecek
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla