Tekil Mesaj gösterimi
Alt 5. September 2013, 05:31 AM   #2
pramid
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Sep 2010
Mesajlar: 764
Tesekkür: 191
507 Mesajina 1.128 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
pramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud of
Standart

KISSALAR: Asa ve İpler
Müfessirlerin Musa kıssası içinde geçen: “cân”, “sü’bân” ve “hayye” kelimelerini yorumlama ve birbiriyle bağdaştırma bağlamında, onların sadece kelimelerin yüzeysel anlamlarına ağırlık verdiklerini ve bu lafızların uyandırdığı reaksiyon ve etkileri gözardı ettiklerini görüyoruz.
Bizim kanaatimize göre; Taha sûresindeki Musa kıssasının tefsirini yaparken Keşşâf yazarı (Zemahşeri) isabet edememiştir.
(Zemahşeri) şöyle söylüyor:
“Eğer, nasıl olur da “hayye”, “cân” ve “sü’bân” kelimeleri farklı lafızlarla zikredilmiş dersen şöyle cevap veririm: “Hayye” kelimesi tür adıdır; eril-dişil, küçük-büyük (hepsi) için kullanılabilir. “sü’bân” ve “cân” kelimeleri arasında ise fark vardır. Çünkü ,“sü’bân” yılanların büyüğü, “cân” ise incesidir. Burada iki ihtimal vardır:
1) (Musa’nın asası) yılan haline gelirken, sarı-ince bir yılan biçiminde değişmeye başlamış; sonra irileşmiş-kabarmış, cüssesi büyümüş sonra “sü’bân” haline dönüşmüş. Bu yüzden “cân” kelimesi ile ilk hali, “sü’bân” ile son hali kastedilmiştir.
2) Bu (yılan) “sü’bân” görüntüsünde ve “cân” süratinde idi. Bunun delili: “Onun çevik bir yılan gibi hızla hareket ettiğini görünce” (27/10) âyetidir. Bu yılanın at yelesi gibi yelesi olduğu; iki çenesinin arasında kırk arşın mesafe olduğu söylenmiştir.”
Keşşâf” yazarı ve onu izleyenler bu tevil ile çelişkiden kurtulduklarını ve Kur’ân’ın da yöneltilebilecek herhangi bir itirazdan kurtulduğunu zannetmişlerdir. Oysa bu boş bir vehmin, ve cennetten çıkış kıssası hakkında, Tevrat ile Kur’ân arasındaki farklılığın yol açtığı bir çelişkidir. (Nitekim) Kur’ân’a göre Adem’in cennetten çıkarılışına İblis, Tevrat'a göre ise yılan sebep olmuştur. (Müfessirler) İki farklı görüşü bağdaştırmışlar ve “cân”ın yılanların bir türü olduğu sonucuna varmışlardır. İnsanlar biraz düşünselerdi, bu tür bir duruma düşmek zorunda kalmazlardı. Kur’ân bu lafızları kullanırken, sadece bu lafızların yol açtığı reaksiyonları, uyandırdığı duyguları anlatmayı hedeflemiştir.
Bu âyetlerde “cân” kelimesi; sadece Musa (a)’dan sözedilirken; Musa’nın, asânın hareket ettiğini gördüğü vakit, korku duyması ve kaçmak istemesini tasvir için kullanılmaktadır. Bu yüzden “cân” kelimesinden sonra, (ayette)
“Arkasına bakmadan kaçtı” (27/10, 28/31) denildiğini görüyoruz.

Gördüğümüz kadarıyla “cân”, korku verici, ondan insanların uzaklaştıkları ve gücü yettikleri kadar kaçtıkları bir varlıktır. Kur’ân “sü’bân” veya “hayye” kelimelerini, Musa ile sihirbazlar veya Musa ile Firavun arasında cereyan eden olayları tasvir etmek amacıyla; başka bir ifade ile, âsânın hareket ettiğini gördüğü vakit, Musa’nın korkusunu tasvir etmek amacıyla kullanmamaktadır.

Necip Fazıl bir şiirinde, "Yüz üstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!" diye seslenir. Sakarya bir ırmaktır ve ırmaklar da ayağa kalkamaz. Ancak Şair burada, Sakarya ile özdeşleştirdiği Anadolu gençliğine seslenmektedir. Bunu, onun dünya görüşünden, gündeminden ve eserindeki söz akışından anlayabiliyoruz.
Acaba değnek kıssasında; bir toplumu esarette tutma görevi bulunan büyücülerin, bıraktıklarında hareketli görünen ipleri ve değnekleri nelerdir? Yine, onlara ilahi yasaları tebliğ etmek için gönderilen elçinin bırakınca hareketlenen değneğinden anlaşılması gereken nedir?
Değnek kıssasında, büyücülerin "ipler"i diye tercüme edilen "hibâl" sözcüğü, sebep ve vasıta gibi uzanan şeyleri anlamlandırır. İp de sebep ve vasıta gibi; özgür kimseye uzanarak onu bağlayan, çaresiz kalan kimseye uzanarak onu kurtaran şeydir.
Kayıtları şifreli olan Tevrat`ta şöyle denir: "Üzerine iki tür iple dokunmuş elbise giyme!" . Sözün, ilahi yasaların uygulanmasının istendiği bağlamda söylenmiş olmasına bakılırsa, iki tür ip, kaynakları farklı olan yasalardır. Kur`ân da, gökten insanlara indirilen kurtarıcı yasaya ip (habl) demiştir:
"Tutunun Allah`ın ipine topunuz bir."
İp, avcıların elinde tuzak olur. Nitekim ipe düşmüş aslan kaçamaz. Bazı toplumların kendi başlarına bağımsız hareket edemeyişleri, onlarla diğer toplumlar arasında uzanmış bağlar (ahitler) dir. Bu nedenle mecaz olarak, iki kabile arasındaki ahit, eman ve misaka ip (habl) denmiştir. Kur`ân`da da toplumsal sözleşme ve ahit için "hablün mine`n-Nâs" tabir edilmiştir.
Üzerinde durulması gereken bundan daha önemli bir husus ise, kıssada geçen "değnek" ve "değnek bırakmak" anlamındaki sözcük ve deyimlerin sakladığı tarihî ve lisanî çağrışımlardır.
Değnek anlamındaki "asâ", güdülenleri bir araya getirme, onları yönlendirme aracıdır. Nitekim kadim sözlüklerde, arkadaşlığı iyi ve siyaseti güzel olan kimse; "değneği yumuşak" diye nitelenmiştir. "Değneğini ehlinden kaldırma!" demek de, ehlini terbiye etmeyi ve bir araya getirmeyi ihmal etme demektir. Bu nedenle yönetilenlere bile mecaz olarak değnek (asâ) denmiştir.
Bırakmak anlamı verilen "l-k-y" kökünün de ilk anlamı ulaştırmaktır. Söz iletmeye "ilkâu kelime" denir. Türkçedeki telakkî ve mülâkât kelimeleri de bu köktendir. Kur`ân üslubunda ise daha çok vahyi ulaştırmayı anlamlandırır.
Kıssanın anlamını tayin açısından, "Değnek bırakmak" deyimi daha da manidardır. Bir yolcu yürümeye başladığında, değneğini omzuna kaldırdı, varacağı yere ulaşıp oraya yerleşince de değneğini bıraktı denir.
Bu durumda değnek, temsili bir üslupta, ipsiz sapsız bir toplumu yönetecek olan yasa, "değnek bırakmak" ise, görev yerine varıp yasayı onlara ulaştırmak demek olur. Toplum mesajla bütünleştiğinde ise, artık o değneğin kendisi olacaktır. Nitekim bu değneğin kıssada anlatılan fonksiyonları da varılan sonucu doğrulamaktadır.
Değnek kıssasındaki anlatımın temsili olduğunu söyleyebiliriz. Ancak temsili olan kıssa değil, anlatımdır. Kur`ân-ı Kerim, Hz. Musa`nın peygamberlikte bulunduğu dönemin bir kısmını, farklı bakışlara anlam verebilen ve birbirini tamamlayan bir değnek temsiliyle ve çok güçlü bir dille anlatmıştır. Kıssada değneğin fonksiyonlarını dile getiren üslup da vardığımız bu sonucu desteklemektedir:
- Şu sağındaki ne!
- Değneğim! Ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak çırparım, benim onda başka ihtiyaçlarım da var."
Bu anlatımın temsili olduğuna işaret eden en büyük gösterge; "Şu sağındaki ne!" seslenişinin, Allah`a isnat edilmiş olmasıdır. Her şeyi bilen ve kullarına şah damarından daha yakın olan Allah, Musa`nın sağındakini de bildiği hâlde, yine de ne olduğunu sormaktadır.
Dikkat edilmesi gereken ikinci husus ise sorudaki "şu" sözcüğüdür. Metindeki karşılığı olan "tilke" kelimesi dişildir. Bu isim, Kur`ân üslubunda ondan fazla yerde ilahi mesajın bölümlerine işaret eder. Yani soran özne, sorulan nesnenin "ne" liğini sorunun içinde zaten tayin etmiştir. Demek ki bu salt bir soru değildir. Amaç başka bir şeye dikkat çekmektir. Amaç, önündeki kalemi göremediği için aranıp duran birisine, "Önündeki ne!" demek gibi bir hatırlatmadır.
Bu durum, anlatımın temsili oluşundan da öte, sorunun, o şeyin "niçin" liğini muhataba hatırlatıp ikrar ettirdiğine de işaret eder. Zaten bu nedenle Musa (a.s.) tek kelimelik bir cevapla yetinmemiş ve değneğin fonksiyonlarını sıralamıştır. Yoksa klasik dönem yorumcularının dediği gibi, ilahi huzurda daha fazla bulunmak için sözü uzatmış değildir.
Değnek kıssasındaki anlatımın temsili olduğuna işaret eden öğelerden bir diğeri ise, sorunun, "Elindeki ne!" yerine "Sağındaki ne!" şeklinde sorulmuş olmasıdır.
Gerçi değnek sağda tutulur. Bu nedenle sağ el yerine, sadece sağ da denebilir. Ancak bu anlamı karşılayan "yemîn" sözcüğünün Kur`ân üslubunda hemen geçilemeyecek derin çağrışımları bulunmaktadır.
İnsan, sağdan ve soldan iki "telakki"ye açıktır. Müminler "sağ", inkarcılar "sol" ashabıdır. Çünkü sol şerrin, sağ ise hayrın kapısıdır. Sağ, kuvvetin ve hakkın geliş yönü, ayrıca kitap yazma cihetidir. Hz. Musa`ya gelen vahyin cihetini simgeleyen ağaç da mukaddes vadinin sağ kıyısındadır. Kur`ân, peygamberlerden birisi, Allah`a iftira edecek olsaydı "sağından" yakalanırdı der.
Bütün bu anlamlar ise, Hz. Musa`nın sağındaki iman, hayır, hak, kitap ve vahye ait şeyleri çağrıştırmaktadır.
Artık üzerinde düşünülmesi gereken şey, bütün bunların koyunlarla ilişkisinin ne olabileceğidir?
Hz. Musa, kendisine iletilen vahyi tebliğ etmiş, böylece ilahi yasalar toplumla bütünleşmiştir. Değnek temsili ile devam edilecek olursa: Değnek bırakılmış ve o yılana dönüşmüştür.
Yılan, gizli hayatı nedeniyle; sinsilik ve düşmanlık seciyesinin, deri değiştirmesi nedeniyle de yeniden doğuşun simgesi olarak biline gelmiştir. Nitekim Tevrat`ta "Aranıza yılanlar, büyüden etkilenmeyen engerekler göndereceğim sizi sokacaklar" denmiştir.
Bu çerçeveden bakıldığında Kur`ân`ın, Hz. Musa`nın değneğinin yılana dönüşmesini üç farklı sözcükle ifade etmesi, özgürleşmenin üç farklı evresine işaret eder ki bunlardan birincisi "cann"dır.
“Cann”, ince, beyaz ve öldürmesinden sakınılan intikamcı bir yılandır. Kur`ân`ın anlatımında Hz. Musa`nın değneği bir “cann” olmamış ama "onun gibi" olmuştur. Kıssada yılanın bu durumunu, dalgalanma anlamındaki "tehtezzü" kelimesi niteler. Bu kök, insan kalabalığında fitne çıkarıcı bir dalgalanmayı da ifade eder. Yani esir toplum, ilahi yasalara kavuşunca; düşmanlık edici, fitne çıkarıcı ve kan dökücü sinsi bir tür gibi görünmüştür. İnsan teki bazında söylenecek olursa, henüz "cann"dır. Hilafeti üstlenmeye ve "âdem" olmaya hazır değildir.
Hz. Musa`nın değneği, büyük buluşma için Firavundan randevu alma zamanında "hayye" ye dönüşmüştür. Kelime, aslında canlı demektir ve yılanın her türüne hayye denir. Değneğin bu durumunu, koşmak anlamı verilen "tes`â" kelimesi nitelemektedir. Bu kökün türevleri Kur`ân üslubunda koşma anlamında değil, çalışmak, iş yapmak, uğraşmak, gayret, şevk ve heyecanla bir şeyin ardına düşmek anlamlarındadır. Bunların hepsini birleştiren temel ise; bir işin peşinde koşuşturmaktır.
Bu kelimenin, kıssanın doğru anlaşılmasına kazandırdığı boyut ise; ilahi tebliğle uyanan bir toplumun, Firavun`a düşmanlıkta daha da istekli, gayretli ve hırslı bir hâle gelmiş olduğunu ifade etmesindedir.
Hz. Musa sonuçtan korkar. Ona korkmaması vahyedilir ve yılanın eski "sireti"ne döndürüleceği bildirilir. Sîret ise bir toplumun bir beldeden başka bir beldeye gitmesidir, gidişat ve sünnet demektir. Yılanın ilk sîretine döndürülmesi, Firavun`un esaretindeki itaatkar hâllerinden çıkarıldıktan sonra, Allah`a itaatkar olma hâline döndürüleceklerine işarettir.
Hz. Musa`nın değneği, Firavunla buluşma sahnesinde "Su`bân"a dönüşmüştür. Sü`bân, vadiyi dolduran sel gibi uzunluğu ve yayılmışlığı ifade eden bir kökten; uzun ve iri yılan, ejderha anlamına gelir. Ejderha, çeşitli hayvanların özelliklerini bünyesinde toplar ve onların niteliklerini topluca sembolize eder. Kadim kültürde tabiat ötesi güçlerin cesaretin ve korkusuzluğun sembolüdür.
Değnek sihirbazların “yaptıklarını” ve “çarpıtmalarını” yutan bir ejderha olmuştur. Kıssada, değneğin ejderha durumunu niteleyen bir kelime yoktur. Çünkü ejderhanın iriliği, özgürlüğünü ifade etmesi için yeterlidir. Temsil göz önüne alınarak söylenecek olursa; esir toplum, iki elçinin tebliği ile diklenmiş ve kendilerine söylenen büyülü sözleri reddederek özgür hareket edecek duruma gelmiştir.
Kur`ân-ı Kerim`de, birden fazla bölümde Hz. Musa`nın elçi olarak Firavun`a gönderildiği anlatılır. Elinde, yere bırakıldığında yılana dönüşen bir değnek vardır. Yılan kıvrak hareketler yapar, koşar ve irileşir. Hz. Musa, bu dönüşümlerden korkar. Bunun üzerine elini cebine sokar. Çıkarınca da kusursuz beyaz görülür. Daha sonra Hz. Musa yine bu değnek sayesinde denizi geçer ve taştan oniki kaynak fışkırtır.
Bir değnek yılan gibi canlanmış, denizi yarmış, taştan su çıkartmıştır. Oysa tabiatta aynı şartlarda, her zaman aynı sonuçlar izlene gelmektedir. O zaman, kuru bir ağacın canlanması, denizin insanlara yol verecek şekilde ayrışması, bir taştan su fışkırması nasıl izah edilebilir?
Bu sorunun muhtemel üç cevabı vardır. Birincisi, bu olaylar harikulade göründüğü için mucize kabul edilmesi gerektiğidir. Çünkü tabiatta izlene gelen olayların işleyiş seyriyle çelişmiştir. Başka bir deyimle, Allah, fiillerinde bulundurduğu adetlerini geçici olarak iptal etmiştir.
Mucize kabulü, akli açıdan çelişkili dursa da iman açısından "mümkün" görülür. Akli bir çelişkidir çünkü bir olayı mucize olarak adlandırmak, evrendeki sebep-sonuç ilişkili düzeni zımnen kabul etmiş olmaktır. Bu da neticede, az deneyle verilmiş bir yargıyı, deneye dayanmayan bir yargıyla iptal etmek anlamına gelir. Mucize kabulü iman açısından ise mümkündür. Çünkü bir ressamın, yaptığı resme her an müdahale edebileceğini kabul etmek gerekir. Eşyayı istediği şeye dönüştürmek, ona ilk özelliklerini dilediği gibi verenin elindedir. Taşı taş olarak yaratanın bir anda onu su yapmaya da kudreti yeter.
Ancak meselenin imani bakışla birlikte düşünülmesi gereken Kur`ânî boyutları vardır. Önce bu tür bir kabulün, Kur`ân`ın genel üslubuna ve ön doğrularına uyup uymadığını düşünmek gerekir.
Mucize, bir anlamda, tabii süreçlere yapılan bir müdahale ile varlığın cezbeye gelmiş olduğunu kabul etmektir. Bu ise eşyayı "meleki" yapısından çıkarır. Ayrıca, aynı sebeplerin bazen farklı sonuçlar vereceği beklentisi, dilediğince faydalanma yetisi (teshir) verilen insanoğlunun halife olarak atanmasıyla ve denenmek için yaratılmış olduğu hikmetiyle çelişir.
Ayrıca Kur`ân, Allah`ın zaten evrendeki işleyişe her daim müdahil olduğunu belirtmiştir. Bu müdahalenin de bir adet üzere bulunduğu izlenmektedir. Kur`ân, bu düzenli işleyişten bir istisna yapmamıştır. Bu şekilde meydana gelen her olaya da ayet demiş, toplumsal olanlarına uygulana gelenlerinin (sünnetullah) değişmeyeceğini de açıkça belirtmiştir. Yaratıcının kudretini daha fazla hissetmek isteyene de, daha fazla akli izah isteyene de; bu ayetlerin açık, açıklayıcı ve kesin kanıtlar olduğunu söylemekle yetinmiş, iman ve inkârı açığa çıkaracak şeyin de bu ayetler olduğunu dile getirmiştir.

Bu ayetlerin dikkat çekilen yönleri de, sarsıcı ve şaşırtıcı oluşları, insanı acze düşürücü oluşları yahut izlenen âdete muhalif oluşlarından daha ziyade yinelenen oluşlardaki ibret verici karakterleridir. Daha önemlisi ise Kur`ân`ın, peygamberliğin mucizeyle ispat edilmesini isteyenlere karşı kullandığı şu üsluptur:
"Yâhut senin altından bir evin olsun yâhut semaya çıkasın, ona çıktığına da aslâ inanmayız, tâ ki üzerimize okuyacağımız bir kitap indiresin! De ki: Sübhanallah! Ben sadece beşer bir elçiyim."
Kur`ân-ı Kerim, elçilerin peygamberliklerini, nesnel ayetlere işaretle ve sözel ayetleri tebliğ ederek ispat ettiklerini söyler. Sarsıcı, hayret verici, meydan okuyucu, acze düşürücü doğal olay anlamında bir mucize sözcüğü kullanmaz. Müminlerin peygamberlere inanmalarının gerekçeleri de mucizeler değil, kendilerindeki sakınma duygusu ve elçilerin ilettikleri vahiydir. Nitekim gerçek peygamber Hz. Muhammed (a.s.) ile peygamberlik taslayanların arasını ayıran şey de bir mucize değil vahiy olmuştur.
Hz. Musa`nın değneğinin dönüşümlerinin nasıl izah edilebileceği konusunda muhtemel ikinci cevap ise şudur. Bunlar, gerçekte fiillerin seyrine uygun olarak cereyan ede gelen; kasırga, volkanik patlama, taş yağmuru, deprem, med-cezir ve benzeri nadir görülen tabiat olaylarıdır. Allah, peygamberlerine tam yerinde ve zamanında vahyederek bu olaylarla onları desteklemiştir. Ancak devrinde izleyenler, sebeplerini kavrayamadıkları için onları mucize telakki etmişlerdir. Haberin bize mucize şeklinde gelmesinin sebebi de onların algılama biçiminden kaynaklanmıştır.
Yukarıdaki sorunun muhtemel üçüncü cevabı da şudur. Bu anlatımda dile getirilen hususlar, gerçekleşmiş doğal hadiseler değildir. Anlatım temsilidir. Bu nedenle üzerinde düşünülmesi gereken de sebep ve sonuçları açısından doğa değil, bu hadiselerin gündemi ve anlatımın edebi açıdan değerlendirilmesi olmalıdır.
Son iki ihtimalin hangisinin daha doğru olabileceğini elbette Musa (a.s.) ın gündeminde ve hadiseleri nakleden metnin üslubunda aramamız gerekecektir.
Değnek" kıssasının doğru anlamını, Hz. Musa`nın gündeminde aramamız gerektiğine işaret etmiştik. Bütün dünyada, peygamberler arasından Musa (a.s.) anılınca akla gelen ilk şey; şeriat, yasalar, on emir (dokuz emir) ve önceki elçilere verilenlerin yazılı bulunduğu Tevrat`tır.
Kur`ân`ın diğer bölümlerinden izleyebildiğimiz kadarıyla, Hz. Musa`nın değnek gibi sıkıca tutması emredilen şey, bu yasaların yazılmış bulunduğu taş levhalar (elvah) dır:
"Haydi bunları kuvvetle tut, kavmine de emret onları en gözeliyle tutsunlar, ileride size o fasıkların yurdunu göstereceğim."
Nitekim tebliğ için seçildiğinde, Hz. Musa`nın; "Rabbim! Kardeşimi bana yardımcı olarak ver" diye dua ettiğini görürüz. Bu duanın sebebi, dilindeki tutukluk (ukdet) ve kardeşi Hârun`un da kendisinden daha açık seçik ve etkili konuşuyor (efsah) olmasıdır. Hz. Harun`un yardımı da elbette gerçek bir değneğin fonksiyonlarını kuvvetlendirmek için olmamış, ama taş levhalardaki yasaların anlaşılır bir dille tebliğ edilmesi için olmuştur.
Hz. Musa`nın gündemini tayin etmemize yardımcı olacak diğer bir husus, "sihir" olgusudur. Firavun`un sihirbazları vardır. Kendilerine elçi olarak gelen iki kardeşi de "sihirbaz" diye karalamışlardır. Sihirbazların sadece el çabukluğu ile aldatmayacaklarını ise izaha gerek yoktur. Onların en etkin aletleri, nutuk, hutbe ve şiir gibi söyleme biçimleridir. Birisi borçludur. Ama sesi hak sahibinden daha çok çıkar. Toplumu konuşmasıyla büyüler ve sonunda alacaklı çıkar. Halk ağzında şöyle söylene gelir; Sihir, söz söylemede olur, bazı sözler sihirdir.
O hâlde; gidiş maksatları fasih konuşma ile yasa tebliği olan iki kardeşin, "sihirbaz" diye karalanmalarının sebebi, değnekli bir harika gösterisi değil de, etkili söz söyleme ve ikna olduğu düşünülmelidir.

Nitekim Firavun ve taraftarlarının Hz. Musa`ya "sihirbaz" yanında bir diğer yakıştırmaları da "cinli" olmuştur. Şiiri, cinlerin yazdırdığına inananlara göre cinli ve sihirbaz arasında tam bir ilişki vardır. Kaldı ki Hz. Muhammed`in de ilk dönemlerde sihirbaz, cinli ve şâir sözcükleriyle reddedildiği bilinmektedir.
Kaldı ki Firavun`un adamları; sihir diyerek karşı çıktıkları şeyi; "uydurma" ve daha önce "duymadıkları bir şey" olarak nitelemişlerdir. "Uydurma" ve "duyma" ile ilişkilendirilen şey ise her hâlde, gerçek bir değnekle ilgili değildir. Aksine yasaları etkili bir konuşmayla dile getirerek halkı kalbinden ve aklından yakalamayla ilgilidir.
Hz. Musa`nın gündemini tayin etmemize yardımcı olacak diğer bir husus, Kur`ân`ın dakik üslubundaki bir ayrıntıdır. Hz. Musa`nın değneği, -yanlış olarak anlatıla geldiği gibi- büyücülerin alet ve edevatını yutmamıştır. Ama onların yaptıklarını –etkilerini- yutmuştur. Kur`ân bunu sarih olarak ifade etmektedir. Bu da, aydınlığın karanlığı yutması gibi, yasaların aydınlığının, sihirbazların karanlığa çağıran davetlerini yutmasını anlamlandırır.
Kıssanın akışı içerisinde, "değneğin bırakılması"ndan hemen sonra büyücülerin iman etmeleri de gündemi tayin etmemizde dikkat etmemiz gereken başka bir husustur. İnanan büyücülerin sözlerinin boyutu, kendilerine büyü türünden bir şey gösterildiğine değil, aksine tevhidî bazı mesajların iletildiğine açıkça işaret etmektedir.
Değnek kıssasının, yasaların tebliğini dile getirdiği hususunda dikkat edilmesi gereken en önemli işaret ise Kur`ân`ın bu kıssayı adlandırmasında saklıdır. Hikmetli Kitap, Hz. Musâ`nın değneğine, elinin beyazlaşmasına ve bunlara bağlı olarak meydana gelen diğer olaylara, "mucize" değil AYET adı vermiştir. "Ayet"in Kur`ân üslubundaki karşılığı ise; evrendeki her bir nesne, onun işleyişi, bunların sonuçları, toplumsal işleyişte uygulanan toplumsal yasalar, ayrıca bu yasaları dile getiren ilahi sözlerdir.
Kur`ân, bu ve benzeri kıssalara, bürhân, beyyine ve sultan da demiştir ki bunlar, gerektiğinde sunulması gereken; açık, kesin ve aydınlık birer "ayet" oldukları içindir. Nitekim Kur`ân kendisine de bürhan, beyyine ve sultan demiştir.
Peki, o hâlde Mukaddes kitapta ve Kur`ân-ı Kerim`de anlatılan bu kıssadaki; Hz. Musâ`nın değneği ile sihirbazların ipleri ve değnekleri ne anlama gelmektedir?
pramid isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
pramid Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
dost1 (5. September 2013), galipyetkin (5. September 2013)