Tekil Mesaj gösterimi
Alt 5. June 2014, 11:44 PM   #9
huzeyfe
Yeni Üye
 
Üyelik tarihi: Apr 2013
Mesajlar: 6
Tesekkür: 1
1 Mesajina 2 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 0
huzeyfe has much to be proud ofhuzeyfe has much to be proud ofhuzeyfe has much to be proud ofhuzeyfe has much to be proud ofhuzeyfe has much to be proud ofhuzeyfe has much to be proud ofhuzeyfe has much to be proud ofhuzeyfe has much to be proud of
Standart

Ebumaruf

1. Videoda kastedilen bütün tarikatların belkemiği olan "Vahdet-i Vücud" inancıdır
oda nedir ? Diyeceğinizi varsayarsak açıklama ekliyorum. Bu konuda hemfikir olursak diğer videolara gerek bile duymayacağız .batıl inançlar bulaşıcı hastalıklar gibidir müdahale yapılmassa yayılır,


Vahdet-i Vücûd

Vahdet-i Vücûd (varlık birliği); tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunan görüştür.

Vahdeti vucudculara göre varlık tektir.
Yani Yaratan ve Yaratılmış ayrımı yoktur.İkisi de biridir.
Bunlarda ikiye ayrılır.
1-Her şey O dur.(Vahdet-i vucud)İbni Arabi
2-Her şey Ondandır.(Vahdeti mevcud.)İmam-ı Rabbani

Halbuki her ikiside batıldır.İslama göre varlık bir değildir.2 türlü varlık vardır.
1.Yaratıcı yani Allah.
2-Yaratılmış yani bütün kainat.

Vahdet-i vücûd inancında tek varlık olarak Allah kabul edilmekte, bunun dışındaki varlıklar ise Allah’ın tezahür ve tecellisi sayılmaktadır. Oysa Allah Teala yarattığı her şeyi ayrı ve gerçek varlıklar olarak yarattığını bildirmiştir. Nitekim birçok ayette “…Göklerde ve yerde ne varsa hepsi onundur…” (Bakara, 2/255, 284; Nisâ, 4/131; Yunus, 10/155; Lokman, 31/26) buyurarak bunların gerçek ve ayrı birer varlık olduğunu söylemiştir. Bizim varlığımız da gerçek bir varlıktır.

“Allah’ın gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları, gerçek olarak ve belirli bir süre için yarattığını kendi kendilerine düşünmezler mi? Doğrusu insanların çoğu, Rablerine kavuşacaklarını inkâr ederler.” (Rûm, 30/8)


[b]“Allah, gökleri ve yeri bir gerçek olarak yaratmıştır. Böylece herkes kazancına göre karşılık görür. Onlara haksızlık edilmez.” (Câsiye 45/22)

"O gökleri ve yeri yoktan yaratandır... O'nun benzeri hiçbirşey yoktur" 42/11

diyerek, kendisinin yaratan ve kendi dışındaki herşeyin yaratılmış olduğunu, üstelik bunların hiçbirinin kendisine benzer olmadığını belirtir. Esasen Kur'an'ın temel mesajı Hâlîk ile mahlukun vasıf ve ilişkilerini, duyurmak ve belirlemek değil midir?

Vahdet-i Vücud denilen kavram ne kadar İslami ?


Tasavvuf denildiği zaman bunun temelinde “ vahdeti vücut “ yani yaratanla yaradılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunan görüştür.bu inanca sahip olanlar,geçici ve fani olanla kalıcı ve ebedi olanı birleştirmektedirler

HULUL: Bir şeyin mevcudiye tinin diğerinin mevcudiye ti ile aynı olması manasındadır. İlahi zat’ın veya sıfatların, yaratıklardan birine, bir kısmına, yahut tamamına intikal edip, onlarla birleşmesi, Allah’ın insan veya başka bir maddi varlık görünümünde ortaya çıkması diye tanımlanmıştır. (İslam Ansiklopedisi hulül-340)

İslam’ın bütün sapık ve hurafe dolu inançları silerek yerleştirdiği tevhid inancı içerisine İslam’dan önceki sapıklıkların tekrar sokulmak istenmesi nin en büyük nedeni saf ve temiz tevhid inancı içerisine batıl inançların sokularak İslam’a zarar verilmek istenmesi dir. Ayrıca bu noktada dosdoğru yol üzerine oturacağını söyleyen şeytanın müdahalesiyle hak zannedilip dalalete düşülen meseleler insanların her geçen gün sapıtmalarına neden olmuştur.

Gelenekse l dinlerden tek tanrılı dinlere kadar geniş bir inanç kuşağında ortaya çıkan hulül kavramı insan üstü ilahi bir kudretin belli bir amaç doğrultusunda, çoğunlukla insan, bazen de hayvan suretinde tamamen veya kısmen yeryüzünde görünmesini (bedenlenme) ifade eder.

Bu tanımıyla Hulül basit bir şekil değiştirmenin ötesinde ilahi iradenin bilinçli olarak kendini göstermek üzere her hangi bir varlığın bedenini seçmesiyle ilgilidir . İlk şekli animistik dinlerde ortaya çıkmış olmakla birlikte, Hulül inancı gerçek önemine özellikle Hinduizm ve Hıristiyanlıkta kavuşmuştur. Bununla birlikte eski Mısır’dan Grek’lere kadar pek çok dinde görülmektedir.Eski Mısır’da firavun genellikl e Tanrı Horos’un bedenlenm iş hali olarak düşünülürdü.


Hulül inancının köklerini esli İran ve Hint dinlerine Zerdüştilik ve Budizm’e dayandıranlar bulunduğu gibi Sâbiler ve firavunlar tarafından ortaya atıldığını kabul edenlerde vardır.

Kaynaklar da Müslümanlar arsında Hulül inancını benimseyen ilk kişinin ilâhi bir cüzün Hz. Ali’ye ve onun soyundan gelen imamlara intikal ettiğini iddia eden Abdullah ibn Sebe’nin olduğu belirtilir.

Bu inanca göre Allah’ın nurdan oluştuğunu ve bu nurun bir birini takip eden imamlara geçtiğini savunan Ebu’l Hattab El-Esedi tarafından geliştirilmiş ve İslam âleminde yayılmıştır. Daha sonra teşekkül eden aşırı Şii fırkalarda Hulül ilkesi ortak bir inanç haline gelmiştir. İbn Haldun Hulül inancının bu aşırı fırkalar aracılıyla bazı sufilere taşındığını ve bu çevrelerde taraftar bulduğunu kaydetmek tedir.(Mukaddime II/809)


Vahdeti Vücud anlayışı, Anadoluda gelişen ilk çağ felsefesinin temel ilkelerinden birisidir. Tanrı ile kainat arasında birlik olduğunu ilk ileri sürenler Herakleites ile Parmenides'tir. Bu görüşü daha sonraki çağlarda Yunan filozofu Eflatun yeniden ele alarak geliştirdi; ondan sonra gelen ve Eflatun'un izinden yürüyen Platines de ayrı bir açıdan yorumladı. İslam dininin doğuşundan sonra özellikle ilk çağ felsefesine bağlı kalan filozoflar ve mutasavvıflar bu görüşün etkisi altında kalarak onu İslam dini ilkeleriyle bağdaştırmaya çalıştılar. Bu bağdaştırmayı yaparken eski İran ve Hint kültüründen, özellikle dini inançlarından yararlandılar. Mansür, Senai, Zunnün-u Mısrı, Şeyh Attar, Şebüsteri, Celaleddini Rumi, Muhyiddini Arabı, Nesimi gibi filozof ve şairler başta gelir. Özellikle Muhyiddini Arabi bütün düşüncelerini Varlık Birliği (Vahdeti Vücud) j üzerinde toplayarak bu görüşlere bir düzenlilik kazandırdı.

Vahdeti Vücud anlayışının en çok tutunduğu ve yayıldığı yer İran'dır. Gerek nitelikleri, gerekse ihtiva ettiği düşünceler bakımından Vahdeti Vücud anlayışı İslam’ın şeriat ilkelerine karşıttır, onlarla bağdaşamaz. Çünkü İslam dininin temel ilkesi kainatın yoktan, Allah tarafından yaratıldığı inancına dayanır. Kainat ile Allah (Yaratılanla, Yaratan) arasında öz (zat) değil, görünüş bakımından bile en küçük bir benzerlik, yakınlık yoktur. Kur'an, Allah insanın düşüncesinin, aklının sınırlarını aşan bir yüce varlıktır; O, insanın düşünebildiklerinin hiçbirine benzemez, eşi ve benzeri yoktur. Bu bakımdan Allah ile Kainatı, bir sayan Vahdeti Vücud anlayışını reddeder.

Bugün hemen bütün müslümanlar arasında derece derece var olan Vahdeti Vücud anlayışı tasavvufun vaktiyle İran'da tutunmakla kalmadığını, bugün müslümanların ezici çoğunluğunu oluşturan İslam’a sonradan giren ve ana dili arabça olmayan müslüman topluluklar arasında yayıldığını göstermektedir.

Tasavvufun oluşumda önemli bir değişiklik (bozulma) Fena inancında görülür. Bu değişiklik zamanla artarak ve genişleyerek, sonuçta Allah-Kul, Yaratan-Yaratılmış ayrımının kaybedildiği bir noktaya ulaşır, işte Mekke müşriklerinde dahi bulunmayan yanlışlık buradadır. Ve bu yanlışlığın mensup ve taraftarları "Müslüman" sıfatına sahip bazı insanlar olmuştur.

Fenafillah
Allah'ta yok olma anlamında tasavvûfi bir tabir. Fenâ; yok olma, varlığın sona ermesi manalarına gelir. Tasavvufta fenâ, Allah'ın zatı hariç onun bütün sıfatları ile muttasıf olmak anlamına gelir. Kul, kulların sıfat ve fiillerini terkettikçe Allah'ın sıfatlarıyla yani Allah'ın görme, işitme vs. gibi sıfatlarıyla muttasıf olur. Fena fillah, ALLAH' *Kulun beşerî vasıflardan ve aşağı arzulardan sıyrılıp ilahî vasıflarla donanmasıdır (Haşa)

Fena gerçekleştiği zaman, bunun tamamıyla Allah'ın rıza ve takdirine uygun yaşamak, davranmak anlamına mı geldiği, yoksa Allah-Kul ayrımını kaldırıp "Bir" olmak anlamına mı geldiği konusu

Bu cevabın açığa çıkmasında ve bunun oluşumunda o günün müslümanların ilgi odaklarından birisini teşkil eden Felsefe'nin önemli etkileri olur. Ancak felsefenin oynadığı bu önemli rol çoğu zaman saklanmaya çalışılır.Hint mistisizminin bazı inançları ise Beka billah inancının oluşumunda diğer önemli esin kaynağı olur.
Şöyleki;

Plotinus, Yeni Platonculuk ;
Plotinus'a (M.270) göre, Tanrıyı bilmek, onunla "Bir" olmak anlamına gelir. Bu bir olmak ise, bilen/bilinen ayrımım tamamen ortadan kaldırır. Hint mistisizmin kaynağı olan Upanişadlar ve Vedantalar'a göre ise varoluşun gereği ve şartı Evrensel Varlık'la (Tanrı'yla) "Bir" olmaktır. Bu ise çoğu zaman Evrensel Varlık'ın insana hulul etmesi şeklinde gerçekleşir. Bu durumun gerçekleşme nedeni ise, insanın arınması, ve yüceleş-mesidir.

Başta İbn Arabî olmak üzere en açık biçimiyle Sadreddin Konevî (673/1274) Celâleddin Rumî (672/1273), Abdulkadîr el-İcî (756/1355), İbn Seb'în (669/1270), İbnu'l Farız (632/1235), Tilimsanî ( ) gibi ünlü sufilerin söz ve yazılarında kolaylıkla bulunabilecek Vahdet-i Vücûd inancı, günümüz araştırıcıları*nın çoğunun zihnin de Batı kökenli Panteizm kavramını çağrıştırır bir şekilde yer etmiştir.

Panteizm (Monizm)

Panteizm ya da Tümtanrıcılık, (Doğatanrıcılık ya da Kamutanrıcılık) her şeyi kapsayan içkin bir Tanrı veya evrenin ya da doğanın Tanrı ile aynı olduğu görüşüdür.Panteistler kişisel ya da antropomorfik bir Tanrıya inanmazlar.
Panteizm genellikle monizm ile ilişkili bir kavramdır. Panteizmde, her şey Tanrı'nın bir parçası olarak kabul edilir, Tanrı her şeydir ve her şey Tanrı'dır. Tanrı doğada, nesnelerde, insan dünyasında vardır.

Monizm, her şeyin bir tek zorunluluğun, ilkenin, madde veya enerjiden olduğunu iddia eden görüştür.

Genellikle monizmin panteizm, panenteizm ve içkin bir Tanrı inanışı ile ilişkili olduğu düşünülür. Ayrıca, saltçılık (absolutizm) ve monad da monizmle yakından ilgilidir. İlk temsilcisinin Parmenides olduğu bilinmektedir. Pisagor'da monist olarak bilinmektedir. "Bir" sayısı Pisagor'a göre mutlak ve kutsaldır. Aynı zamanda Çok'u da içinde barındırmaktadır.

Hinduizm ( Upanişad )

Upanişad, Hinduizm'in felsefi ve daha çok mistik yapıdaki kutsal kitaplarıdır, Şruti kategorisinde yer alırlar. Anlamı "yanıbaşına oturmak"tır. Bu metinler geçmişte Hindu rişilerinin ("peygamberlerin") öğrencilerine öğrettiği gizli bilgilerdi, Vedalar'ın sonu (Vedanta) ve tamamlayıcısı olarak görülürler.

Bütün upanişadlarda üzerine basılarak öğretilen temel öğreti, bütün evrenin Tanrı olduğu, insan ruhunun da (Atman) aslında Tanrı'nın bir parçası olduğu ve öldükten sonra su damlasının okyanusla birleşmesi gibi insanın da Tanrı ile birleşeceği, onda özümlenip Tanrı'da yok olacağı onunla bir olacağı doktrinidir:

advaita vedanta ekolüne göre nihai kurtuluş, ferdî ruhun (atman) evrensel ruhla (brahman) özdeşliğini idrak etmesidir

"Bu Atman benim kalbinin derinliklerindedir ve bir pirinç veya arpa tanesi ya da hardal çekirdeği kadar küçüktür... Kalbimin derinliklerindeki bu Atman dünyadan, gökyüzünden, göklerden ve bütün dünyalardan daha büyüktür. Bütün hareketler, istekler, korkular, tatlar ondadır, kendi içini kapsayan her şeyi tutan odur; o konuşmaz, hiçbir şeyi dert etmez; bu kalbimin derinliklerindeki Atman, Brahman’dır. Bu yaşamdan ayrıldığım zaman onunla birleşeceğim." Çandogya Upanişad

Upanişadlara göre her şeyin özünde Atman vardır. Bir Hindu Rişisi bu konuyu öğrencisine etkili bir örnekle anlatır:

"Hiçbir şey yok ki O özden gelmemiş olsun. Her şeyin içinde bu öz varlıktan vardır, o gerçektir. O, her şeyin özüdür. Sen de O’sun Svetekatu. Atman bir ağaç dalını bırakacak olursa o dal ölür, tüm ağacı bırakırsa tüm ağaç ölür. Atman bedeni terkettiğinde beden ölür, ama o öz Atman ölmez."

Yahudilikde Kabala Ögretileri;

Yahudilik’te de bâtıni geleneğin (Kabala) büyük önemi vardır. Yahudi mistisizminin en erken biçimi olan Merkava mistisizminde, Tanrı’nın görünümünü ya da ihtişamını tecrübe etmeyi ve ruhun bu tecrübe için semavi alana yaptığı yolculuk ve yükselme tekniklerini konu edinen iki mistik tecrübe söz konusudur. Gayr-i Bâtıni olan ılımlı anlayışta esas olan, Kutsal Metin’den hareketle ilahlık (kutsal taht) üzerine tefekkür ve ilahi tezahürün dünyası tutulması esas alınır

Hıristiyanlık Öğretileri
Hristiyanlıkda ise mistisizmin önemini vurgulayan en önemli ifade “Ruhun Karanlık Gecesi” tabiridir. Bu ifade ilk kez 16. yüzyılda İspanyol şair ve Roma Katolik Kilisesi mistiği Aziz John tarafından yazılan ve ruhun Tanrı ile birleşmek üzere yola çıktığı bir gece yolculuğunu konu alan bir şiirde kullanılmıştır. Aziz John çok meşhur olan bu şiirinde ruhani olgunluğa erişip Tanrı ile bütünleşene dek ruhun çektiği ızdırap dolu deneyimden bahsetmektedir. Zaten Hıristiyanlıkta kurtuluş teolojisi “Mesih’e iman etme” ve “Mesih’te olma” (Mesih sırrına vakıf olma) üzerine kuruludur. Aslında kutsal kabul edilen sakramentlerin, örneğin şarap ve ekmek ayininin, temelinde bu “Rab Mesih’te olma” ve onunla bir olma, birleşme arzusu yatar. Teslis öğretisi de akılla kavranabilecek bir öğreti olmaktan ziyade, hissedilebilecek, sezgilere güvenmek suretiyle iman edilecek bir gizemdir. Aslî amaç bu sırra erişebilmektir. Bu bağlamda, Hıristiyanlığın, temel inanç esasları doğrultusunda, başlı başına mistik bir din olduğu söylenebilir. Ayrıca şunu da eklemekte yarar vardır: Hıristiyanlar kendi dinlerini monoteist olarak nitelendirirler, kesinlikle panteist yahut henoteist olduklarını kabul etmezler. Oysa panteist/politeist olarak nitelendirdikleri bir Hindu 1=1=1=1=1=1=1=1…… derken bir Hıristiyan 1=1=1 der

Hıristiyanlığa göre Tanrı insanlığı kurtarmak amacıyla Nasıra’lı İsa’nın kişiliğinde bedene bürünmüştür.

İsa'ya "ALLAH" veya "ALLAH'ın oğlu" denmesi de Mısır'dan, Hind'den, Yunan'dan, Roma'dan gelen bu birleşme teorisinin bir koludur.


Alevi ve Bektaşi şiirlerindeki *Vahdet-i Vücud Yansımaları
Pir Sultan Abdal ve Yunus Emre

Bir ismin Ali’dir bir ismin ALLAH
Şükür birliğine elhamdulillah
Dinimiz kavidir vallah ve billah
Ben Ali’den gayri ala (yüce) görmedim.
....
Anlar birdir, bir oluptur
Hak içinde sır oluptur
Tecellide nur oluptur
Allah bir Muhammed Ali *

Ben kimseden korkımazam, ya bir zerre kayurmazam
Ben imdi kimden korkayım, korktuğum ile bir oldum.

(Pir Sultan Aptal, Bütün şiirleri, Haz: Ayşegül İNCE, Eflatun yayınları, Tarihsiz, sh: 397-398 -sh: 315)

Küntü Kenz ve Sudur Öğretisi

Künt'ü, Kenz inancı Gizli bir Hazine idim bilinmeyi istedim yani dünyadaki bütün varlıkların ve tüm evrenin Tanrı'nın yansımaları olduğu anlamını taşır,

Sudur öğretisine göre, Allah, önce kâinatın tüm bilgi ve sırlarını içerisinde saklayan bir çekirdek idi. O, görünmez alandan, görünür alana çıkmayı diledi de çekirdek çatladı, nur halinde bir ışık oldu. Bu ışık, aynı atom gibi bölünerek, zerre zerre sonsuzluğa yayıldı ve bu zerreler, Tanrı’nın öz cevherinden meydana gelen ruhlar oldu. Sonsuzluğa yayılan bu zerreler, kalp gibi çarpan, ışıl ışıl parlayan evreni meydana getirdiler. Bu zerreler, Tanrı’nın öz nefsinden hasıl olan ruhlar oldu.Bu defa o yüce yaratan, kendi güzelliğine, yüceliğine, sonsuzluğuna ve büyüklüğüne, yani O’nun tüm vasıflarına hayran olsunlar diye bu ruhlara, kendi öz cevherinden emanet olarak sıfatlar vererek, onları farka getirdi. Yani görünmez alandan, görünür alana çıkardı ve böylece insanoğlu ve tüm varlıklar yaratılmış oldu. Dolayısıyla kendisi de farka gelmiş oldu, yani görünmez alandan, görünür alana çıktı.

Tao'dan İbn Arabi'ye Vahdet-i Vücud

Taocu gelenekte Tao’yu anlayabilmek için öncelikli olarak tabiat bilgisini öğrenme aşamasından geçmiş olmak ve ancak ondan sonra varlığa, Hakk’a dair düşünmek gerek. Bu aşkınlık halini yakalamak için “zorunlu koşul” Tao’nun kendisine yani “mutlak bir”e yönelmek gerek. Tao evrenin, nesne ötesinin, ibadetler dahil her şeyin oluş biçimini kapsar. Spiritüel bir sistem olarak ise Tao, zihnin ve gerçekliğin varoluşçu niteliğini idrak etmek, doğanın değişimleriyle uyum içinde yaşamayı öğrenmenin yoludur. Bu yüzden Tao, bir ve bütün olarak, hem amaç, hem yol, hem de yolculuktur.(Taocu Uygulamanın Temelleri) Alevilik de bir “yol” dur. Hem de seçilimli bir yoldur: “Yol bir sürek binbir” koşulunu ve özgürlüğünü güder. Bu kural Taocu ve Yogacı gelenekte de mevcuttur. Herkesin Tao’ya ulaşmak için kişisel yol ve düşünce geliştirme hakkı vardır.

İbn Arabi’de Yetkinleşen Kavramlar

“Vahdet-i Vücud” kavramının geliştirdiği felsefi alanda biçim bulan İnsan-ı Kamil tasarımı bir bütün olarak bilgelik öğretilerinin devamıdır. Bu anlayışın ne ve nasıl olduğu düşüncesini İslam coğrafyasında belirgin olarak tartışan ve dikkat çeken ilk temsilcilerden biri de İbn Arabi’dir. Varlığın ne olduğu düşüncesinden başlayarak Vahdet-i Vücud’u geliştirmiştir. Birliğin ulaşması gereken nokta “Bir” olmaktır. Yani gelişmiş olarak ele alırsak Hak ile birlik olmaktır. Taoculuğa göre ise bu Tao ile birlik olmaktır. Yine İbn Arabi’de “nefsi yok etmek”; olarak ele alınan “fena” Taoculukta “nefsini unutmak” olarak karşılık buluyor. Yine Nefs-i Külli Taoculukta, Tao ile bir olmak olarak ele alınırken, İbn Arabi’de bu kavram Mutlak (Hak) ile vahdet halinde olmak olarak önerilmiştir.

Genel olarak İslam coğrafyasında yapılanan Batınîlik ile Taocu gelenek çizgisindeki öğretilerin coğrafik ve zamanlama olarak doğrudan birbirlerini etkilemeleri mümkün görünmemektedir. Buna rağmen kavramların bazı farklılıklar dışında bu kadar birbirine yaklaşmış bir özgünlük içinde olması olağanüstü bir kavramlaştırma, düşünce kurgusu, akıl ile doğayı ve insanı anlamlandırmayı göstermektedir. Batınîlikteki kavramları yorumlayan düşünür İbn Arabi ile Taocu geleneğin üstatlarından olan Lao-Tzû [Yaşlı (ölümsüz anlamında kullanılmaktadır) Üstat] arasında Hak-Tao’nun yapı ve anlamlar açısından benzer biçimde anlamlandırılmış olması çarpıcıdır

Arapçaya kazandırılan felsefe kitapları ve bilhassa Hallac-ı Mansûr (309/922) gibi bazı sûfilerin Hint'i sık sık ziyaret etmeleri, Bekâbillah inancının oluşmasında etkili olan malzemeyi sağlamış görünüyor. Bu inancın oluşup, kabul görmesi fena inancının aslından oldukça farklı boyutlarda anlamlandırılmasına da zemin hazırlar. Bütün bunlar sonucunda da kendisinden geçilenin ne olduğuna yönelik soruya cevap verilmiş olur;

Sen beni görüyorsan, O'nu da görürsün,
Şayet O'nu görüyorsan her ikimizi de görürsün" (Kitabu'l Tavasin)

Daha çok hulul inancını ifade eden bu ve benzeri ifadelerle de anlaşılmış olur ki, terkedilen, kendisinden geçilen yoktur. Aksine Mutlak Varlık oluşun bilincine varmak vardır. Hallac-ı Mansûr'un (309/922) diğer bir çok şiirinde ifade edilen bu inancın özeti ise "Enel Hakk" sözü olur. O, Hint seyahatleri sırasında öğrendiği Hulul inancını Fena inancının çarpıtılmış biçimi içerisinde ifade ederek bu inancın yaygınlık kazanmasına zemin hazırlar.

lbetteki Mansûr, değiştirilip, çarpıtılan ve bu nedenle Tevhid muhalifi bir özellik kazanan Fena konusunun tek örneği değildir. Daha bir çok sûfi, değişik vesilelerle Mansûr'unkine benzer inançlarını açığa vurmaktan geri kalmazlar. Zamanında zındıklıkla suçlanan
Zü'n Nün el-Mısrî (246/861)

"Harmaniyemin içinde Allah'tan başka birşey mevcut değil." (255,257 Prof.Dr.Erol Güngör,Islam Tasavvufunun Meseleleri, ötüken yy. Ist. 1982)

gibi sözleriyle, söz konusu inancı dile getirirken, bu inancı sistemleştirip, başlıbaşına bir inanç sistemi haline getiren İbn Arabî (638/1240) ise

"O'nun peygamberi O'dur, göndermesi O'dur ve kelimesi O'dur. O kendisini kendisiyle Kendi'ne göndermiş'tir."( Üç Bilge, 120, Çev.Ali Ünal,Insan yy. Ist. 1985)

sözleri ve benzerleriyle aynı inancı bazı ufak farklılıklarla tekrarlar. Daha bir çok örneği bulunabilecek bu şahsiyetlerin bir diğer temsilcisi ise Yunus Emre (20/1320-21) olur.

O, genel kabul görmüş olan şiirlerinin arasına serpiştirdiği ve hulul ile Vahdet-i Vûcud arasında gidip/gelen inancı ile Allah-Kul, Yaratan-Yaratılan ayrımını kaldırmaya yönelik tavırlar sergiler. Örneğin şu şiirinde olduğu gibi;

"Dost yüzin göricek şirk yağmalandı Anunçün kapuda kaldı serî'at"
"Dost yüzin göricek şirk yağmalandı Anunçün kapuda kaldı serî'at"....

Ünlü mutasavvıf-şair Kaygusuz Abdal'ın (848/1444 ifadeleri de aynı inancın bir başka örneğidir;

"Bu cümle eşyaya mevcûd olan sen
Bu mevcûd olana vücûd olan sen
Dohsın yirde gökde her mekânda ...

İbni Fariz'in “Nazmi's-Suluk” adlı kasidesi bunlardan biridir.

“Hiçbir zaman, bana, benden başkası namaz kılmamıştır.
Benim namazım da kendimden gayriye olmamıştır.
Devamlı olarak ben ona, o bana ibadet etmekte, ...

Bütün bu örneklerde anlam bulan ve bazı ufak farklılıklarla ifade edilen inancın en somut tezahürü Şebüsterî'de (725/1324-25) karşımıza çıkar;

"Enelhak, mutlak olarak sırları açığa vurmaktır, Hak'tan başka kim Enelhak diyebilir?
Alemin bütün zerreleri Mansur gibi Enelhak demektedir... Sen, onları ister sarhoş say, ister Mansur!
....Hak'tan başka bir varlık yok...ister o Hak'tır de, ister ben Hak'kım de (Gülşen-i Râz, 37-40 Şebusteri, Gülşeni Raz, Çev. Prof. Abdulbaki Gölpınarlı, MEB Yy. 2. Baskı, Ist. 1968)

Tehânevî, "Mecmaus-Sulûk" adlı tasavvufi eserden yaptığı nakle göre fenâ; Allah'tan başka hiçbir şeyi görmemek, kendini ve bütün eşyayı unutmak, o zamanda her şeyi ona rabb olarak görünür. Artık ondan başka hiçbir şey bilmez ve hiçbir şey görmez olur. Böylelikle ondan başka hiçbir şeyin olmadığına inanır, kendini de "o" sanır ve "Hak benim" der. Varlık aleminde de Allah'tan başka hiçbir şeyin olmadığına inanır (Tehânevî, a.g.e., II 1158).
Böyle bir durum mutasavvıflar, sofistlerin eşyanın hakikatını inkâr ettikleri gibi Cenâb-ı Allah'ın her eşyada teccelli ettiğini zannederler ki bu da Allah'ın eşya ile ittihadı demek olup Allah'ın vahdaniyet ve muhalefetun li'l-havadis sıfatlarına aykırıdır. (Şamil İslam Ansiklopedisi)

“Hakla hak (Allah’la, Allah ) olmak makamına eresin ki, buna mahfiyat ve fena hâli derler, büyük bir mertebedir. Allah hepimize nasip etsin...”
“Sen artık eşsiz bir cevher hâline gelmişsin..
Tekle tek, birle bir olmuşsun... Gizlinin gizlisi, sırrın sırrı oldun; yetmez mi ?..” (Abdülkadir Geylâni’den Fütûh’ül - Gayb. Bahar Yayınları 1983, Yedinci Baskı, çeviren, Abdulkadir Akçiçek, sayfa 17 - 37den alıntılar.)


Onun hiçbir dengi yoktur.(“Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.” [i](ihlas 4)

Bu konuda Tarikat ehlinin kendi güvenilen kaynaklarında konuyla alakalı sapmalar

“ Yaratan,yaratılan,halık,mahluk,hep O’dur.O’nun dışında,O’nun varlığı haricinde hiçbir varlık tassavur edilemez.Çünkü Vücut birdir. “ FİSUS UL- HİKEM : 13.S M.E.B YAYINLARI İST-1992 *İBNİ ARABİ

"Umarım ki ulu Tanrı duamı işitince nidamı kabul ede. Çünkü ben ancak indirilmiş hakikatleri dile getirdim. Halbuki ben Nebi değilim, Resul hiç değilim. Lakin Nebi'nin mirasçısı ve âhiretin koruyucusuyum
Çünkü bu kitap nefis arzularından münezzeh ve içine fesad karışmamış olan en kudsi makamdan indirilmiştir. "FUSÛS ÜL-HİKEM *İBNİ ARABİ *( İstanbul Kitabevi Yayınları, 1981, İst, s. 1-2.).Vay, Kitabı elleriyle yazıp, sonra da onu az bir değere satmak için, “Bu Allah katındandır” diyenlere! Vay ellerinin yazdıklarına! Vay kazandıklarına *(Bakara-79)

“Ey müridim aramızda ahdi koruyucu ol! *Olayların meydana döküleceği gün ben de terazi başında hazır olayım!..Eğer terazi cimrilik yapacak olsa, Allah’a and olsun ki o, İnayetimin ta kendisiyle, hakikat lütfuyla (cömertliğe) nail olacak! *(Füyûzât-ı Rabbaniye, Bedir Yayınevi 1995 baskısı, sayfa 74 - 75 , Abdulkadir Geylani )

Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz. (Enbiya47)

“Benim emrim, Allah’ın emridir; eğer ol! dersem oluverir.”“Hepsi de Allah’ın emriyledir, ama sen benim kudretime hükmet!” “Benim kabrim Beytullah’dır, gelen onu ziyaret eder.”“Ona seğirtir de izzet ve Rıfat ile yüce makama erişir.”
“Benim ocağımı tavaf et yedi defa, emânıma sığın! Her yıl beni ziyâret için meşguliyetten sıyrıl!” “Bana doğru haccedip gelin, evim kurulu bir kâbe.Beytin sâhibi yanımdadır, koruluğu haremimdir.”
“Her KUTUB tavaf eder Beytullah’ı yedi defa.Ben ise Beyt’in kendisiyim çadırımı tavaf ediciyim.”(Alıntılar, Füyûzât-ı Rabbâniyye, Şeyh Abdülkadir Geylâni, Çeviren Celâl Yıldırım, sayfalar, 57-67-68-69. Bedir Yayınevi 1.

“(Veli diye tanımladığı kimseler konusunda) Yer onların hürmetine durur.. Sema onların duasıyla açılır... Ölüm, onların kararıyla olur... Bu salahiyeti onlara Mevlâ vermiştir.” Fütûh’ül - Gayb, Bahar Yayınları, Abdülkadir Geylani S.46). Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır (Münafıkun 11)


“Bana dediler ki: “Ey filan! Namazı terk ettin.” Bilmezler ki ben Mekke’de namaz kılarım...” ( Füyûzât-ı Rabbâniyye, sayfa 73. )

Mûsa Rabbine münacaat ederken beraberinde idim, *Mûsâ’nın ASA’sı benim asamdan medet gördü.” “Yakub’un gözü kapanıp kör olduğunda onunla beraberdim,
Yakub’un gözleri ancak benim nefesimle iyileşip şifa buldu.” ( Füyûzât-ı Rabbâniyye, sayfa 74. )

Nakşibendilerin kendisinden saygı ve övgü ile söz ettikleri, Abdülkerim el-Ciyli, El-insan’ul - Kâmil adlı kitabında
“Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah’a kulluk etmişlerdir. Çünkü, Cenab-ı Hak bütün varlıkların gerçeği (yani özü ve ta kendisi) olduğuna göre-ki kâfirler de varlıkların bir bölümüdürler - öyleyse Cenâb-ı Hak onların da gerçeğidir. (Yani onların da ta kendisidir.) Tabiatıyla O’nun ayrıca bir tanrısı yoktur. Mutlak rab (yani kesin genel anlamdaki ) ilâh O’dur. Dolayısıyla kâfirler, Allah’ın bizzat kendisi oldukları için varlıklarının kaçınılmaz gereği olarak O’na tapmış oldular.”

Sofulara göre kafirler bile (Haşa!) bizzat Allah’ın kendisidirler. Ve bu sözleri bir dil sürçmesi veya eleştirilere karşı kendilerini savunma ihtiyacı hissettiklerinde söyledikleri gibi sarhoşlukla ortaya atılmış iddialar olmayıp, kabul etmiş oldukları Vahdet-i Vücûd inancının gereğidir
“ Ey nefsinde varlıkları yaratan,sen yarattığın şeylerin hepsisin. Varlığı nihayetsiz olan şeyi sen vücudunda yaratırsın. Şu halde sen hem dar hem de genişsin “ FİSUS UL-HİKEM : 55.S – İST- KİTABEVİ 1981 İBNİ ARABİ

“ Bir vakit olurki kul şüphesiz rabb olur.Başka bir vakitte de iftirasız kulluk derecesine iner …. “FİSUSU’L- HİKEM : 57.S – İST- KİTABEVİ 1981

“ Allah beni över, ben de Onu. O bana kulluk eder, ben de Ona,Bir halde ben Onu ikrar eder ve eşyadaki çokluk ve değişikliği görünce de inkâr ederim…. “ FİSUS UL HİKEM : 48.S İST. KİTABEVİ 1981 - FİSUS UL-HİKEM : 13.S M.E.B YAYINLARI İST-1992 İBNİ ARABİ

"Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm. ,"Ol kadiri kün feye kün,lutfedici sübhan benem. Kesmeden rızkı veren cümlelere sultan benem.
“ Evvel benem ahir benem, canlara can olan benem “.... devam ediyor
YUNUS EMRE : KÜLTÜR BAKANLIĞI 1275 KÜLTÜR ESERLERİ 161 SAYFA.361-365

“Senin ruhum benim ruhuma şarabın saf su ile katışması gibi karışmıştır. Sana herhangi birşey dokunduğunda bana da dokunur,
Ey ALLAH'ım, her durumda sen, benimsin. Ben sevdiğim O'yum ve sevdiğim O benim, Biz bir vücudda sakin iki ruhuz Eğer sen beni görürsen O'nu görmüş olursun,,
Ve eğer sen O'nu görürsen ikimizi birliktegörmüş olursun. O yücelikte "Ben, "Biz", veya "Sen" yoktur, " Ben", "Biz", "Sen" ve "O" hep biziz. ”Vahiyden Kültüre - Celaleddin Vatandaş, Pınar yayınları, İst-1991 - Hallacı Mansur'un küfür ve şirk sözleri (S.160-161)


Kendi kitabını vahiy ürünü gibi olduğu iddiasıyla Kur'an'la özdeştirip, Kur'an'ın özellik ve sıfatlarını kitabı içinde kullanan Celâleddin Rûmî şunları yazar:

"Mevlana Şemsin yanına girdi. Şems şahane bir çadırda oturmuş Kimya Hatun ile oynaşıyordu. Mevlana dışarı çıktı. Bu karı koca oynaşmalarına mani olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı.
Sonra Şems (Mevlâna'ya) içeri gel diye seslendi. Mevlana içeri girdiğinde Şems'ten başkasını görmedi. Kimya nereye gitti? dedi.
Şems 'Yüce Tanrı beni o kadar severki, istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya Hatun şeklinde geldi' buyurdu.MENAKIB’ÜL ARİFİN I (Arifler’in Menkıbeleri)Ahmed Eflaki

Şems: "Yüce Tanrı beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya şeklinde geldi" buyurdu, işte Bayezid'in hali de böyle idi. Tanrı ona daha sakalı bitmemiş bir genç şeklinde göründü.Vahiyden Kültüre - Celaleddin Vatandaş, Pınar yayınları, İst-1991 - s.236,237 (Eflaki’den/2/67,70))

Mevlana’dan: “ şarap helal mıdır veya haram mı?” diye sordular.
Onların maksadı Şemseddin’in şerefine dokunmaktı. Mevlana kinaye yolu ile “İçse ne çıkar: Çünkü bir tulum şarabı denize dökseler deniz değişmez ve denizi bulandırmaz. Bu denizin suyu ile abdest almak ve onu içmek caizdir. fakat küçücük havuzu şüphesiz bir damla şarap pisletir. böylece tuzlu denize düşen herşey tuz hükmüne girer. Açık cevap şudur ki, eğer Mevlana Şemseddin şarap içiyorsa, herşey ona mübahtır. Çünkü o deniz gibidir. eğer bunu senin gibi bir kızkardeşi fahişe yaparsa, ona arpa ekmeği bile haramdır.” buyurdu.
MENAKIB’UL ARİFİN II (Arifler’in Menkıbeleri)Ahmed Eflaki - (cilt 2, sf. 72)

Hakkın yüksek sıfatları Ali'nın vasfıdır. hakkın sıfatları zaten ondan ayrı değildir. O Tanrı'nın zatine yapışmış O olmuştur. Hani duyduğun "Lahutun o gizli hazinesi" yok mu; işte O, odur Çünkü , O, Haktan Hakka görünmüştür. O hazinenin nakdi, tükenmez ilimdi. İşte o ilimden maksut, Yüce Ali'dir.Hakkın hikmetini ondan başka kimse bilmez. Zira O hakimdir, her şeyin bilginidir.Cihan var oldukça, Ali var olur
Cihan var, olurken de Ali vardı Cihanın temeli suret buluncaya kadar var olan Ali idi. Yer resmedilinceye, zaman husule gelinceye kadar, var olan Ali idi. Veli, vasiy olan Şah Ali, cömertliğin, keremin, bağışın sultanı idi.
Ali'den ötürü melekler Adem'e secde ettiler. Adem bir kıble idi, secde olunan Ali idi. Adem de, Şit de Eyyub da, İdris de, Yusuf da, Yunus da, Hud da, Musa da, İlyas da Salih Peygamberlerde, Davut da Ali idi.
Mevlana'nın, Hz. Ali Hakkındaki "Divan-ı Kebir" İsimli Kitabındaki Sözleri *Divan-ı Kebir'den secme şiirler, MEB yayınları no: 1148, 1. Cilt,s: 3-4-5, Kültür Bak. Yay., Ankara 1989 (2.baskı), istanbul

Beyazıd Miracı. (S.155-157)
1- Ruhumla miraç yaptım, melekûtu delip geç-tim. Cenneti ve cehennemi gösterdiler ama bunlarla hiç ilgilenmedim. Hz. Peygamber (a.s.) müstesna, uğradığım (ve semada gördüğüm) her Peygambere selâm verdim. Hz. Peygamberin ruhuna ulaşamayışımın sebebi ruhunun çevresinde nurdan bin perdenin bulunması, bundan gelen ışıltının bile neredeyse ilk bakışta her şeyi yakması idi. (Sehlegî, 111, Attar206)
Bâyezîd bu ifadesinde ruhu ile miraç yaptığını açıkça ifade etmiştir:
2- Ceberût'da gâib oldum.melekût deryalarına dâldım, Lâhut'un perdelerini aştım, Arş'a ulaştım.. "Burasını bomboş görünce kendimi onun üzerine attım ve:
"Ey benim Efendim! Seni nerede arayayım? Bunun üzerine perde açıldı ve gördüm ki: Ben benim, ben yine benim, aradığım hususa yöneltiliyo-
rum, yürüyen de başkası değil, ben oluyorum. (Sehlegî, 164)
"Ben benim, O'nun benliğini dile getirişim vahdet halinde hüviyetini dile getirişim gibi.Böylece de sıfatlarım Râblık sıfatlarına dönüştü. Dilim de tevhid dili oldu. "O dur, ondan başka Tanrı yoktur" sıfatlarım oldu. Ne olduysa O'nun varlığıyla ve olan dan oldu. O'nun varlığıyla olan da "olan olur. Artık sıfatlarım Rablık sıfatları, işaretlerim ezeliyet işaretleri, dilim tevhid dilidir." (Sehlegî, 175-178)
«Kendimi tenzih ederim, kendimi tenzih ederim; ben en yüce olan Rabbimin kendisiyim!.»(s62)
Bayezid-i Bistami - Prof.Dr. Süleyman Uludağ, Diyanet Vakfı Yay., Ankara-1994


Allah-u Tealâ Hazretleri füyuzatını evliyâullahından kullarına gönderir. Evliyâullahını, ibâdının mürebbisi kıldığından rüyada nasîhatiarı mürşidi suretinde yapar. Yapan eden hep Allah'tır. Ama mürşidi suretinde olur. Bunun için mürşidinize irtibatı güzel yapın.(S.20-21) (Tasavvufa Giriş, M.Esad Coşan, Gümüş Yayınevi, Konya 1990)

Söylediğim her şeyi, bana Tanrı haber verdi… O, bana imlâ ediyor ve ben (bunları) kendi elimle yazıyordum… Benim lisânım, Hakk’ın lisanıdır, sözüm O’nun
sözüdür (El Futûhât El-Mekkiyye. Muhyiddin-i İbn Arabî. Kültür Bakanlığı/1184 Çev: Prof.Dr.Nihat Keklik divandan nakille s.45
Biz, bütün söylediklerimizde ancak ALLAH’ın bize ilka ettiği (ulaştırdığı) şeye dayanırız (El Futûhât El-Mekkiyye.S.19)

Sufiler delil ikame etmekten münezzehtir. (El Futûhât El-Mekkiyye. S.25)

Ben beni sevenim, beni seven de benim. Bir tek bedende bulunan iki ruhuz biz. Beni gördüğünde O'nu, O'nu gördüğünde de her 'ikimizi görürsün?" ( Muhyiddin İbnu'l Arabi'de Tasavvuf Felsefesi - Ebu'l Ala El Afifi, Kırkambar Yayınları ) (S.165-166)
İNSAN-I KÂMİL'in büyüklüğünü, üstünlüğünü şöyle tasavvur edebilirsin: On sekiz bin âlem; bir havan içinde döğülse, hamur haline gelse, ter* kibi İNSAİN-İ KAMiL olur. Bu insan; on sekiz bin âlemi. on sekiz bin gözle seyreder. Her âleme, o âle*me has olan gözle bakar. Duygular âlemini, duygu gözüyle; akıllara sezilenleri akıl gözüyle, mânalan da kalb gözüyle seyreder. Öbürlerini de buna kıyas et. Duygu "madde" gözüyle, manaları seyredeceklerini sanan gafiller, sadece bir ümit içinde erir; bu, ehline malumdur. (Özün Özü - Muhiddin-i Arabi, Kamer Neşriyat, 3.Baskı, Ter.İsmail Hakkı Bursevi, Sadeleştiren Abdülkadir Akçiçek, İst-1984)(S.50-60)

(Benim şu iğreti kalıbımın içinde Allah'tan başka kimse yoktur) diyen Cüneyd-i Bağdadî[Ömer Ziyauddin Dağıstani, Fetvalar - Sh. 79]
"Bir adam Beyazıd'ın müridlerinden birine: Şeyhin mi büyük Ebu Hanife mi diye sordu. Mürid: şeyhim, dedi. Sonra Ebu Bekir mi büyük senin şeyhin mi? diye sordu, yine Şeyhim dedi. O birer birer bütün sahabeyi saydıktan sonra Muhammed mi büyük şeyhin mi? dedi. Yine Şeyhim büyüktür dedi. *En sonunda Tanrı mı büyük senin şeyhin mi? diye sordu. Ben tanrıyı şeyhimde gördüm, şeyhimden başka birşey tanımam.' dedi. *Başka bir müride de Tanrı mı büyük şeyhin mi? diye sordular. O da 'bu iki büyük arasında hiçbir fark yoktur' dedi. Yine müridlerden bir diğeri de: 'Bu iki büyükten daha büyük biri lazım ki bu farkı ortaya koysun' demiştir" (Ahmed Eflaki, Menakibu'l-Arifin, 1/310-311. Hürriyet Yayınları, İstanbul 1973)

Ben Hazne'de hizmet ederken Şeyh Muhammed Arbavî (K.S.) gelip beraber Hacc'a gidelim dedi. Ben "param yoktur, gelemem" dedim. Dedi ki: «Sen rüyasında Peygamber (A.S.)'i görüp, uyandığı zaman ben sahabe oldum, diyen kişiye benziyorsun.» Ben bu söze üstada hürmeten bir şey demedim. Ama Allah'a yemin ederim ki, ben mürşidimin bir nazarını onun Hacc'ı gibi bin Hacc'a değişmem. Ben çok defa şahit oldum ki, Hacc'a giden bazı kişiler Hazne'ye gelip Şah'ı gördükleri zaman , variyetlerini tekkeye bağışlayıp, Hac farizasından vazgeçip, tövbe-tarikat alarak geri dönerlerdi. * Benim kanaatimce Şah-ı Hazne (K. S.)'nin ekmeğini yiyen cehenneme girmeyecektir. Eğer benim yetmiş senelik amelim olsa Şah-ı Hazne (K.S.)'nin ekmeğini amelinden üstün tutarım. *Seyyid Abdülhakim El Hüseyni ve Nakşibendi Tarikatı , Menzil Kitabevi ((S.32)

Marifet, Allah-u Teala'yı (cc) bilmek ve O'nun ahlakıyla ahlâklanarak sıfatlarının tam olarak hissedilmesidir. Böylece Hakk'ın sıfat ları müride yansır [i]s17-18 Adab-ı Fethullah - Şeyh Fethullahi Verkanisi - Menzil Yayınevi,

Konu huzeyfe tarafından (6. June 2014 Saat 12:07 AM ) değiştirilmiştir.
huzeyfe isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla