Konu: Nur Suresi
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 8. August 2010, 11:53 PM   #2
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Bu âyet bir haber cümlesidir, bir emir veya yasaklama cümlesi değildir. Âyetteki nikâhlanıyor ifadesini, “nikâhlanamaz, evlenemez” hâline getirmek, cehâletin ötesinde bir cinâyettir. Âyete böyle anlam verenler, işin içinden çıkamazlar, nitekim de çıkamamışlardır. Zira Allah günahkâr [zinâ suçu işlemiş] da olsa bir mü’minin müşrikle evlenmesini yasaklamış, ayrıca günahkâr-günahsız ayırımı yapmadan her mü’minin evlendirilmesini emretmiştir. İşte âyetler:

Ve müşrik kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın. İman etmiş bir câriye, –sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkeklere de iman edinceye kadar nikâhlamayın; iman etmiş bir erkek köle, –sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– müşrik bir erkekten daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar, Allah ise Kendi bilgisi ile cennete ve mağfirete çağırır. O, öğüt alıp düşünürler diye insanlara âyetlerini ortaya koyar. (Bakara/221)

Ve sizden eşi olmayanları, erkek kölelerinizden ve kadın kölelerinizden iyi olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah Kendi fazlından onları zenginleştirir. Şüphesiz ki Allah, vâsi'dir [geniş olandır], en iyi bilendir. (Nûr/32)

11. Şüphesiz bu ifk'i [ağır iftirayı] getirenler, sizden bir gruptur. –Bunu kendiniz için bir kötülük saymayın; bilakis o, sizin için bir iyiliktir.– Onlardan, her bir kişiye, günahtan kazandığı vardır. Onlardan bunun [günahın] büyüğünü söyleyen kimse için de çok büyük bir azap vardır.

12. Bunu duyduğunuz zaman, erkek ve kadın mü’minler, bu iftirayı işittiklerinde kendilerine hayır olduğunu zannetmeleri ve “Bu, apaçık bir iftiradır” demeleri gerekmez miydi?

13. Onların [bu iddiayı ortaya atanların], buna dair dört şâhit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şâhitler getirmediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler.

14. Eğer dünyada ve âhirette Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içine düştüğünüz şeylerde kesinlikle size büyük bir azap isabet ederdi.

15. Hani siz onu [bu iftirayı], birbirinizin dilinden alıyor ve kendisi hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi [bu uydurma haberi] ağızlarınızla söylüyorsunuz ve bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah katında çok büyüktür.

16. Ve onu duyduğunuz zaman, “Bunu konuşup durmamız bize yakışmaz. Sübhâneke! Allahım! Sen münezzehsin, bu, çok büyük bir iftiradır...” demeli değil miydiniz?

17. Eğer siz inanmış kimseler iseniz, onun bir benzerini ebedî olarak bir defa daha tekrarlamamanızı Allah size öğütler.

18. Ve Allah âyetlerini sizin için açığa koyuyor ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır.

19. Şüphesiz, inanan kimseler içinde fâhişenin [aşırılığın, utanmazlığın] yayılmasını seven kimseler; dünyada ve âhirette acı veren bir azap onlar içindir. Ve Allah bilir; siz bilmezsiniz.

20. Ve sizin üstünüze Allah'ın lütuf ve merhameti ve şüphesiz Allah, çok şefkatli ve çok merhametli olmasaydı...

Bu pasajda, Âişe'ye atılan ve “ifk hâdisesi” diye anılan zinâ iftirası konu edilmekte ve bu hâdise ekseninde Müslümanlara ahlâkî ilkeler bildirilmektedir. Pasajın doğru anlaşılabilmesi için önce İfk hâdisesini ansiklopedik düzeyde aktarmak istiyoruz. İfk hâdisesi, târih [Vâkıdî, Megazî; İbn Hişâm, Sîret] ve hadis [Buhârî, Müslim] kitaplarında genellikle, oluş tarzı ve sebepleriyle birlikte Âişe validenin ağzından nakledilir. Biz bunların özetini sunuyoruz:

İFK OLAYI

İfk hâdisesi, münâfıkların Rasûlullah'ı ve mü’minleri yıpratmak, İslâm toplumunu parçalamak, başta Ebû Bekr olmak üzere Rasûlullah ile yakın arkadaşlarının arasını açmak, Muhâcirler ile Ensâr'ı birbirine düşürmek amacıyla Rasûlullah'ın aile mahremiyetini hedef alarak, bölge ve kabile taassubunu kullanmak sûretiyle başvurdukları bir menfî propaganda ve karalama hareketidir. Bu hareket başarılı olmuş, iki Müslüman grubu birbirlerine karşı kılıca sarılacak hâle getirmişti. Olaylar Rasûlullah'ın müdahalesi ile önlenmişti.

Hâdise şöyle olmuştur:

Mustalıkoğulları savaş plânı yapıp Müslümanlar üzerine yürüdüler. Rasûlullah bunu haber alınca, onlara karşı koymak için hazırlık yaptı, asker topladı. Bu askerlerin içinde münâfıklar da vardı. Ve Rasûlullah Mustalıkoğulları'na karşı koymak için yola çıktı. Müslümanlar Mureysi adındaki bir subaşında düşmanla karşılaştılar. Ve onları bozguna uğrattılar. Ganimetler aldılar.

İfk hâdisesi, işte bu başarılı sefer dönüşü esnasında meydana geldi. Ordu, geceleyin bir yerde konakladı. Âişe ihtiyacı için ordugahın dışına çıktı. Döndüğü zaman, boynundaki Yemen boncuğundan dizilmiş, evlilik hediyesi olarak annesi Ümm Rûman'ın hediye ettiği gerdanlığının kaybolduğunu fark etti.

Âişe, gerdanlığını aramak için ihtiyacını giderdiği yere gitti. Bulup döndüğünde ise kendisinin devesi üzerindeki mahfelinde olduğunu zanneden muhafızları da dahil olmak üzere, ordunun oradan ayrılıp gitmiş olduğunu gördü. Geri dönüp kendisini ararlar düşüncesiyle orada otururken olduğu yerde uyuyup kaldı.

İkinci konakta Âişe'nin devesinin üzerinde olmadığı anlaşıldı ve bir süre beklendi. Bu sırada ordunun artçısı Safvan b. Muattal kendisini görerek, onu devesine bindirdi ve orduya yetiştirdi.

Âişe'nin genç bir askerin devesiyle geldiğini görünce, münâfıklar bunu fırsat bilip dedikodu başlattı. Başta Abdullah b. Ubey olmak üzere fırsatçılar dedikoduyu yaydılar.

Münâfıklar dışında bazı Müslümanlar da bu dedikoduya kendilerini kaptırdılar; bunlar, Safvan'dan öç almak isteyen Hassan b. Sâbit, Rasûlullah'ın hanımlarından Zeyneb bt. Cahş'ın kız kardeşi Hamne ve Ebû Bekr'in yardımlarıyla geçinen Mıstah b. Usâse idiler.

20. âyetteki, Ve sizin üstünüze Allah'ın lütuf ve merhameti ve şüphesiz Allah, çok şefkatli ve çok merhametli olmasaydı ifadesinde de, yukarıda tevbeyi konu alan âyette olduğu gibi şart cümlesinin son bölümü söylenmemiştir. Bunun cevabı, “hâliniz nice olurdu” veya hiç biriniz ebediyyen temize çıkamazdı” şeklinde takdir edilebilir.

Âyetlerden açıkça anlaşılan mevzuları şu şekilde sıralayabiliriz:

• Bu iftirayı yayanlar, maalesef Müslümanlardan bir topluluktur.

• Bunlar, Kur’ân'ın verdiği terbiyeye göre hareket etmemiş; yanlış yapmış, suç işlemişlerdir ve bu olaya bulaştıkları ölçüde sorumludurlar.

• Aslında çok kötü görülen bu olay, hayırlı olmuştur.

• İftirayı atanlar-yayanlar, kanıtsız ve tanıksız dedikodu ürettiklerinden yalancı duruma düşmüşlerdir.

• Bu haberi duyanlar, duydukları zaman hüsn-i zannda bulunup, bunun apaçık bir yalan olduğunu söylemeleri gerekirdi.

• Bu iftirayı duyduklarında mü’minlerin, bunun bir iftira olduğunu ve buna bulaşmanın caiz olmadığını idrak etmeleri ve yayılmasını önlemeleri gerekirdi.

• Bu iftiraya alet olan, işin nereye varacağını bilmeden ileri-geri konuşanlar, Allah'ın çok büyük günah saydığı bir işi yapmışlardır. Allah çok merhametli olduğu için azaba maruz kalmamışlardır. İmanlı olan kimseler bunu kesinlikle bir daha yapmamalıdırlar.

11. âyette, Bunu kendiniz için bir kötülük saymayın; bilakis o, sizin için bir iyiliktir buyuruluyor. Daha önce de kötü görülen bir şeyin aslında hayır olabileceği konusunda şu bilgi verilmişti:

Ve savaş sizin için hoş olmayan bir şey olmasına rağmen, size yazıldı [farz kılındı]. Olabilir ki siz, sizin için hayırlı olan bir şeyden hoşlanmazsınız. Yine olabilir ki, siz, sizin için şerrli olan bir şeyi seversiniz. Ve Allah bilir, siz bilmezsiniz. (Bakara/216)

Ey iman etmiş kişiler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmaz. Ve onlara verdiğinizin bir kısmını götürmeniz için, açık bir fâhişe [çirkin bir hayâsızlık; zinâ] getirmedikleri sürece onları sıkıştırmayınız. Ve onlarla ma‘rûf ile muaşerette bulununuz. Ve eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa; siz bir şeyden hoşlanmasanız da Allah onda [sizin hoşlanmadığınız şeyde] birçok hayır kılacak olabilir. (Nisâ/19)

Düşünüldüğünde de ifk hâdisesinde insanlık için, özellikle de mü’minler için ibret alınacak birçok nokta söz konusudur:

• Bu hâdise, zinâ ve zinâ iftirası hakkında hükümlerin gelmesine sebep olmuştur.

• Bilinmeyen konularda dedikodunun nelere mal olacağı insanlara somut olarak gösterilmiştir.

• Bu hâdise, toplumdaki imanı sağlam olanlar ile iğreti olanların ve münâfıkların ayrışmasına, bilinmesine sebep olmuştur.

• Bu hâdise, mü’minlerin daima ihtiyatlı olmaları, dedikodu ve iftiraya meydan verecek hususlardan uzak durmaları gerektiğini somut olarak göstermiştir.

• Sabretmeleri ve musibetler karşısında metanetli olmaları sebebiyle bu hâdisenin mağdurlarının dereceleri yükselmiştir.

• Ve bu konuda inen âyetler, Rasûlullah'ın hakk peygamber olduğuna kanıt teşkil etmişlerdir. Zira bu olayların Kur’ân'da yer alması dünyanın sonuna kadar bu olayın unutulmadan dilden dile dolaşmasını sağlayacaktır. İftira da olsa hiçbir aile reisi ailesiyle ilgili böyle bir olayın şuyûunu istemez, aksine unutulup gitmesini ister. Ama Peygamber'in bunu saklaması mümkün değildir.

21. Ey iman etmiş kimseler! Şeytânın adımlarını izlemeyin. Ve kim şeytânın adımlarını izlerse, şunu bilsin ki o, fahşa [aşırılıkları] ve münkeri [tüm çirkinlikleri] emreder. Ve eğer üstünüzde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, sizden hiçbir kimse ebediyen temize çıkmazdı. Fakat Allah, dilediğini temize çıkarır. Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir.

23. Şüphesiz muhsan [hür, evli], gâfil [hiçbir şeyden haberi olmayan] mü’min kadınlara zinâ isnat eden kimseler, dünya ve âhirette lanetlenmişlerdir [uzak tutulmuşlardır]. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır.

24. O gün onların dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere kendi aleyhlerinde şâhitlik edecektir.

25. O gün Allah, onlara gerçek karşılıklarını tastamam verecektir. Onlar da Allah'ın, apaçık hakkın ta kendisi olduğunu bileceklerdir.

26. Kötü şeyler/kadınlar, kötü erkekler, kötü şeyler/erkekler de kötü kadınlar içindir; temiz şeyler/kadınlar, temiz erkekler, temiz şeyler/erkekler de temiz kadınlar içindir. İşte onlar, onların [iftiracıların] söylediklerinden çok uzak olanlardır. Kendileri için bağışlanma ve saygın bir rızık vardır.

22. Ve sizden fazlalık ve genişlik sahibi kimseler akrabaya, miskinlere, Allah yolunda göç edenlere vermemeye yemin etmesinler; bağışlasınlar, hoş görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah ğafûr'dur, rahîm'dir.

Bu âyet grubunda, yine ifk hâdisesi ekseninde birtakım ilâhî ilkeler konu edilmektedir:

• Mü’minler şeytânın adımlarını izlememelidir. Çünkü şeytân aşırılıkları ve çirkinlikleri, haram yenmeyi, hakksız kazanç elde etmeyi, Allah'ın yarattıklarını değiştirmeyi emreder. Fakirlikle korkutur, kuruntulara düşürür, kandırmak için yaldızlı sözler fısıldar, vesvese verip zihinleri bulandırır, ameller ile şımartıp azdırır, içki/uyuşturucu ve kumarla, insanlar arasına düşmanlık ve kin sokar, Allah'ı anmaktan ve sosyal destekten geri bırakır.

• Hür-evli ve hiçbir şeyden haberi olmayan mü’min kadınlara zinâ isnat eden kimseler, dünya ve âhirette lanetlenmişlerdir. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır. O gün onların dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere şâhitlik edecektir. O gün Allah, onlara gerçek karşılıklarını tastamam verecektir. Onlar da Allah'ın, apaçık hakkın ta kendisi olduğunu bileceklerdir.

• Kötü kadınlar, kötü erkekler, kötü erkekler de kötü kadınlar içindir; temiz kadınlar, temiz erkekler, temiz erkekler de temiz kadınlar içindir. Bunlar, iftiracıların söylediklerinden uzak olup kendileri için bağışlanma ve saygın bir rızık vardır.

• Mü’minlerden imkân sahibi olanlar akrabaya, miskinlere, Allah yolunda göç edenlere vermemeye yemin etmemeliler, bağışlamalı ve hoş görmelidirler. Allah da böyle davrananları bağışlar. Zira Allah gafûr'dur, rahîm'dir.

23. âyette, Şüphesiz muhsan [hür, evli], gâfil [hiçbir şeyden haberi olmayan] mü’min kadınlara zinâ isnat eden kimseler, dünya ve âhirette lanetlenmişlerdir [uzak tutulmuşlardır]. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır buyurularak, yapılan işin ağırlığı ifade edilmiştir, ki daha evvel yalan ve iftirayı kimlerin atacağı açıkça beyân buyurulmuştu:

Yalanı, yalnızca Allah'ın âyetlerine inanmayan kimseler uydurur. Ve işte onlar yalancıların ta kendileridir. (Nahl/105)

26. âyetteki, Kötü şeyler/kadınlar, kötü erkekler, kötü şeyler/erkekler de kötü kadınlar içindir; temiz şeyler/kadınlar, temiz erkekler, temiz şeyler/erkekler de temiz kadınlar içindir ifadesi, “pis sözler, çirkin işler, pis kimselere yakışır. İyi-güzel söz ve işler de, iyi-güzel kimselere yakışır” şeklinde özetlenebilir. Ve ayrıca bu, ifk hâdisesi çerçevesinde Allah'ın hatalı mü’minleri yermesi, diğerlerini ise övmesi olarak da anlaşılabilir.

22. âyetteki, Ve sizden fazlalık ve genişlik sahibi kimseler akrabaya, miskinlere, Allah yolunda göç edenlere vermemeye yemin etmesinler; bağışlasınlar, hoş görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah ğafûr'dur, rahîm'dir ifadesinin nüzûl sebebi hakkında kaynaklarda şu bilgiler nakledilir:

Müfessirler şöyle demişlerdir: Âyet, Hz. Ebû Bekr (r.a) hakkında nâzil olmuştur. Çünkü o artık Mıstah'a infâk etmeyeceğine yemin etmişti. Mıstah ise, onun teyzesi oğlu olup, elinde yetişmiş bir yetimdi. Hz. Ebû Bekr, hem Mıstah'a, hem de onun yakınlarına yardım ediyordu. İfk ile ilgili âyet inince, Hz. Ebû Bekr (r.a) onlara, “Kalkın, defolun. Artık ne siz bendensiniz, ne de ben sizdenim. Hiç biriniz artık yanıma yaklaşmayın” dedi. Bunun üzerine Mıstah, “Allah aşkına, İslâm aşkına... Akrabalık ve sıla-ı rahim hatırına bizi başkalarına muhtaç etme. İşin başında bizim bir günahımız yoktu” deyince, Hz. Ebû Bekr (r.a) ona, “Konuşmadıysan da, güldün” dedi. Mıstah, “Bu, Hassan'ın sözüne şaşmamdan dolayı idi, yoksa bir gülme [sevinç] değildi” dedi ise de, Hz. Ebû Bekr (r.a) onun bu mazeretini kabul etmeyerek, “Haydi gidin, uzaklasın. Çünkü Allah Teâlâ sizin için bir mazeret bildirmedi ve bir çıkış kapısı göstermedi” dedi.

Bunun üzerine onlar, nereye gideceklerini, kime başvuracaklarını bilemez bir şekilde çıktılar. Derken Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ebû Bekr'e (r.a), Allah Teâlâ'nın onları kovmamasını emreden bir âyet indirdiğini haber vermek üzere, ona bir adam gönderdi. Hz. Ebû Bekr (r.a), haberi alır almaz, tekbir getirdi ve buna çok sevindi. Hz. Peygamber (s.a) ilgili âyeti ona okudu. Hz. Peygamber (s.a), Allah'ın size mağfiret etmesini sevmez misiniz? âyetine gelince, o “Evet, yâ Rabbi, beni affetmeni can-ı gönülden arzu ederim” deyip, yaptıklarından vazgeçti. Evine gidince, Mıstah ve yakınlarına haber salıp, onları kabul edeceğini bildirerek, “Allah'ın indirdiği başım-gözüm üstüne... Size yaptığımı ve söylediğimi, Allah size gazap ettiğini bildirdiği için yapmıştım. Fakat Allah sizi affedince, size merhaba hoş geldiniz” diyorum dedi ve Mıstah'a daha önce yaptığı yardımın iki mislini yapmaya başladı.[7]

27. Ey iman etmiş kimseler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu, düşünüp öğütlenmeniz için, sizin için daha iyidir.

28. Sonra da orada kimseyi bulamazsanız, artık size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Ve eğer size, “Geri dönün!” denilirse, hemen dönün; bu, sizin için daha arındırıcıdır. Ve Allah, yaptığınız şeyleri en iyi bilendir.

29. İçinde size ait herhangi bir meta [değerli şey] bulunduğu oturulmayan evlere girmenizde üzerinize bir sakınca yoktur. Ve Allah, sizin açığa vurduğunuz şeyleri ve gizlediğiniz şeyleri bilir.

Sûrenin başında yer alan, zinâ, iftira vs.'ye yönelik ilkeler, ortaya çıktıkları anda bu kötülükler yok etmeye yönelik ilkelerdi. Bu paragrafta ise, kötülüğü daha doğmadan önlemeye yönelik koruyucu ilkeler yer almaktadır. Bu ilkeler şunlardır:

• Mü’minler kendi evinden başka evlere, kendilerini tanıtıp ev halkına selâm vermeden girmemelidir.

• Evde kimse bulunamazsa, izin verilinceye kadar eve girilmemelidir.

• Varılan evde, “Geri dönün!” denilirse, hemen dönülmelidir.

• Oturulmayan, ama içinde malının bulunduğu evlere izinsiz girilmesinde bir sakınca yoktur.

Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında şu bilgiler nakledilmiştir:

Taberî ve başkalarının Adiy b. Sâbit'ten rivâyet ettiklerine göre, Ensâr'a mensup bir kadın, “Ey Allah'ın Rasûlü!” dedi, “Ben evimde babam olsun, oğlum olsun hiçbir kimsenin görmesini istemediğim bir hâl üzere bulunabiliyorum. Ben bu hâlde iken babam gelir yanıma girer, yine ailemden bir başka adam çıkıp gelebilir. Ne yapayım?” Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.

Ebû Bekr (r.a), “Ey Allah'ın Rasûlü! Şam yolu üzerinde hanlar ve meskenler vardır. Oralarda da hiç kimse bulunmuyor, (bu gibi yerlere nasıl girilir?)” deyince, yüce Allah da, Oturulmayan ve içlerinde... evlere girmenizde size günah yoktur (Nûr/29) âyetini inzâl buyurdu.[8]

30. Mü’min erkeklere, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, onların yapıp ürettiklerine haberdardır.

31. Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Zînetlerini de –görünenler hariç– belli etmesinler. Örtülerini de göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. Ve süslerini, kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların avretlerini [cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli etmesinler. Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca Allah'a tevbe edin!

Bu âyetlerde de yine yukarıdaki âyetlerde olduğu gibi toplumu sıkıntıya sokacak, iftiraya, taciz ve tecavüze zemin hazırlayacak davranışlardan uzak durulması emredilmektedir. Bu âyetlerin içerdiği ilkeler hakkındaki yazımızı burada sunuyoruz:
ÖRTÜNME

Örtünme konusu, fıkıh ve ilmihâl kitaplarında “Setr-i Avret” başlığı altında ele alınmış ve namazın haricî şartlarından birisi olarak zikredilmiştir. Hâlbuki, halk arasında ayıp yerlerin örtülmesi olarak bilinen “setr-i avret” hakkındaki talimatlar ile zînet sayılan yerlerin örtülmesi hakkındaki talimatlar namaz için değil, hayatın her anı içindir. Yani, bu talimatlar, Müslümanların yaşadıkları her saatte, her dakikada ve her saniyede uymak durumunda oldukları, hayatlarının her anını ilgilendiren talimatlardır. Öyleyse, bu konunun dinî kitaplarda “setr-i avret” başlığı altında değil, –Kur’ân'ın konuya yaklaşımını kapsayacak şekilde– “avret ve zînetleri açığa vurmama” .başlığı altında ele alınması daha uygun olur.

ÖRTÜNMENİN TÂRİHİ

Örtünmenin târihi, insanlık târihi kadar eskidir. Çünkü örtünme, tabiat şartlarına ve her türlü dış etkiye karşı korunmak için yapılmaktadır:

Ve Allah size evlerinizden bir huzur ve dinlenme kıldı. Ve hayvanların derilerinden yolculuk ve konaklama günlerinizde evler ve yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar, döşeme eşyası ve kazanç kıldı. Ve O [Allah], yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı ve sizin için dağlardan barınaklar kıldı. Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve sizi kendi hışmınızdan koruyan elbiseler kıldı. İşte böylece Allah, Müslüman olasınız diye üzerinize nimetini tamamlamaktadır. (Nahl/80-81)

Örtünmenin zaman içerisinde gösterdiği gelişme ise sadece korunmaya yönelik olarak; yaşanılan bölgeye ve iklim şartlarına göre olmamış; meslek, statü, yaş gibi sosyal yaşam içindeki farklılıklar da örtünmeyi değişik şekillerde etkilemiştir. Bazı kıyafetler belirli işleri yapanlara özgü kılınmış ve kıyafet farklılıkları yasal müeyyidelerle korunmuştur. Meselâ, Osmanlı İmparatorluğu'nda halkın ancak tek sorguçlu sarık sarmasına izin verilmiş, iki sorguçlu sarık sadrazama, üç sorguçlu sarık ise padişaha özgü kılınmıştır. Halkın içinde ayrı dinlere mensup erkek ve kadınlar, saraya mensup kimseler, esnaf… da, hep bu özelliklerini belli eden kıyafetler giymek zorunda bırakılmıştır. Kişilerin mesleklerini, görevlerini gösteren kıyafetler giymeleri, tüm dünyada günümüze kadar sürdürülmüş bir uygulamadır. Nitekim bugün mesleği askerlik, polislik, doktorluk, hemşirelik, hâkimlik, avukatlık, itfaiyecilik… olan kimseler, görevlerini gösteren kıyafetler giymektedirler.

Kıyafet şekillerinde belirleyici olan bir başka sosyal olgu da kölelik müessesesidir. Kölelik, Kur’ân'ın indiği dönemde, dünyanın hemen her tarafında olduğu gibi Araplar arasında da yaygındı. Kölelerin hürlerden ayırt edilmesi için kıyafetlerine bazı kısıtlamalar getirilmiştir. Meselâ, hür erkeklerin sarık sarmaları ve hür kadınların başlarına örtü almalarına karşılık, kölelerin başlarını örtmelerine izin verilmemiştir. Araplar arasındaki başın örtülmesi ile ilgili kıyafet düzeni ise onlara geçmiş kültürlerden intikal etmiştir. Sümer tabletlerinin okunmasıyla Sümer tapınaklarında kadınların örtündükleri ortaya çıkmış, Asur kanunları da evli ve dul kadınları başlarını örtmeye mecbur etmiş, kızların, câriyelerin ve sokak fâhişelerinin ise örtünmesini yasaklamış, bu yasağa uymayanlara da ceza verileceğini hükme bağlamıştır.[9] Yani, Araplardaki, kadınların başlarını örtmesi şeklindeki âdet, bölgede çok eskiden beri uygulanmaktaydı.

Yahûdilikte ise “peçe” şekline dönüşmüş bir örtünme söz konusudur. Ama Yahûdilikteki uygulama, mahiyet itibariyle Sümer ve Asur'dan gelip Araplar arasında devam eden örtünmeden önemli bir farklılık arz eder. O zamanın örfüne göre, fâhişelerin örtündükleri anlaşılmaktadır:

Ve “İşte, kaynatan sürüsünü kırkmak için Timnat'a çıkıyor” diye Tamar'a bildirildi. Ve üzerinden dulluk esvabını çıkardı, peçesiyle örtündü ve Timnat yolu üzerinde olan Enaim kapısında sarınıp oturdu; çünkü Şelanın büyüyüp kendisinin ona karı olarak verilmediğini gördü. Ve Yahuda onu görünce, kendisini kötü kadın sandı; çünkü yüzünü kapatmıştı. Ve yolda onun yanına inip dedi: “Rica ederim, gel senin yanına gireyim.” Çünkü onun kendi gelini olduğunu bilmedi. Ve dedi: “Yanına girmek için bana ne verirsin?”[10]

Ve köleye dedi: “Bizi karşılamak için tarlada yürüyen bu adam kimdir?” Ve köle, “Efendimdir” dedi. Ve Rebeka peçesini alıp örtündü.[11]

Kitab-ı Mukaddes'in, Tensiye, 23. Bab'ında da, İbranilerin içinde kendini fuhuşa vakfetmiş kadınların bulunduğu, İsrâîloğulları'ndan böylelerinin bulunmaması ve fuhuştan kazanılan paranın Allah için harcanmaması istenmektedir.

Hristiyanlıkta da örtünme konusu İncîl'e girmiştir:

Başı örtülü olarak dua eden, yahut peygamberlik eden her erkek, başını küçük düşürür. Fakat başı örtüsüz olarak dua eden, yahut peygamberlik eden kadın, başını küçük düşürür; çünkü tıraş edilmiş olmakla bir nevi aynı şeydir. Çünkü eğer kadın örtünmüyorsa, saçı da kesilsin; fakat kadına saç kesmek, yahut tıraş olmak ayıp ise, örtünsün. Çünkü erkek Allah'ın sûreti ve izzeti olduğu için, başını örtmemelidir. Fakat kadın erkeğin izzetidir.[12]

Özetlemek gerekirse örtünme, İslâm öncesi devirlerde, o günün yaşamındaki sosyal farklılığın bir nişânesi olarak kanunlara girmiş ve üniforma niteliği kazanmıştır. Kur’ân'ın indiği dönemdeki Arap toplumunda da örtünme, hür kadınlar ile câriyelerin ayırt edilmesini sağlayan bir uygulamaydı.

Arapların örtünmeyi, gelenekleri doğrultusunda uyguladıkları başka kaynaklarda da yer almaktadır:

Arap kadınlarının yaka yırtmaçları genişti. Aradan gerdanları, göğüsleri ve göğüslerinin çevreleri görünürdü. Baş örtülerini arkalarına sarkıtırlar, fakat önlerini açık tutarlardı. Boyun ve göğüs kısmındaki açıklıkların kapanması için örtülerini yaka yırtmaçlarının üzerinden örtmeleri emredilmiştir.[13]

Bu ifadeler, Araplarda geleneksel olarak baş örtüsünün bulunduğunu göstermektedir. Zaten âyette de, Hımarlarını yaka yırtmaçlarının üzerine salsınlar denilerek, hımarın [başörtüsünün] Araplar arasında kullanılan bir örtü olduğu vurgulanmıştır.

İbn Kesîr, Arapların İslâmiyet'ten evvel baş örtüsü kullandıklarına yönelik şöyle demiştir:

Başörtülerini, gerdanlarını gizleyecek biçimde göğüslerinin üstüne koymaları emredilmiştir, ki câhiliye kadınları gibi yapmasınlar. Çünkü o dönemde kadın, gerdanı açık şekilde erkekler arasında dolaşırdı. Hatta boynunu, saçının örüklerini, kulağının küpelerini gösterirdi. Allah, inanan kadınlara, heyetlerini ve hâllerini örtmelerini emretti.[14]

Ayrıca, henüz Nûr sûresi inmeden evvelki şu târihî olay da, o günkü kıyafet hakkında dikkat çekici bilgiler vermektedir:

Henüz Müslüman olmadan evvel, babasıyla birlikte Mekke'ye gelip orada insanların, bir zatın başına toplandıklarını gören Hâris el-Ğâmidî'den şöyle nakledilmiştir: Babama sordum:

— Şu topluluk nedir?

Babam cevap verdi:

— Onlar, içlerinde bir Sâbiî'nin başına toplanan kimseler.

Yaklaştık, bir de gördük ki, Allah'ın Elçisi, halkı Allah'a kulluğa ve inanmaya çağırıyor, onlar da o'na eziyet ediyorlar. Nihâyet güneş yükseldi, halk o'nun başından dağıldı. Elinde bir su kabı ve mendil bulunan bir kadın geldi. Ağladığı için gerdanı açıldı. Allah'ın Elçisi kabı aldı, içti, abdest aldı, sonra başını kaldırıp kadına şöyle dedi:

— Kızım! Başındaki örtüyle gerdanını kapat, babanın yenilip ezileceğinden korkma!

Ben sordum:

— Bu kadın kimdir?

Cevap verdiler:

— Bu, kızı Zeyneb'dir.[15]

Ömer'in çarşıda örtüsüz bir kadını tartakladığı, konunun kendisine intikal etmesi üzerine Peygamberimizin Ömer'in bu davranışını onaylamadığı, Ömer'in de, “Ben onu örtüsüz görünce câriye sandım” diyerek kendini savunduğu ve yine Ömer'in hür kadınlar gibi örtünen bir câriyeyi “örtünmemesi, hürlere benzemeye çalışmaması için” azarladığı bildirilir. Bütün bu târihî olaylar Arap toplumunda hür kadınların başlarını örttüklerini, bunun eski bir gelenek olduğunu kanıtlar. Çünkü Ömer, yukarıda zikredilen davranışlarını, o zamanlar örtünmeyle ilgili herhangi bir ilâhî hüküm olmaması sebebiyle sırf toplumun geleneklerine aykırı bulduğu için yapmıştır.[16]

Kısacası târihsel olarak başörtüsü, hür kadınlar ile câriyeleri ayırt eden ve iffetle alâkası olmayan bir câhiliye dönemi simgesidir. Yani, o dönemdeki iffetli veya iffetsiz hür kadınlar, başlarını örterlerdi. Câriyeler ise iffetli veya iffetsiz, müslim veya gayr-i müslim başlarını örtmezlerdi. Kadınlarla ilgili bu uygulama zaman içinde çarpıtılarak değişik kurgulara âlet edilmiştir.

İSLÂM'DAKİ ÖRTÜNME ve AMACI

Erkek ile kadın arasındaki cinsel eğilim yaratılıştan mevcuttur. Yüce Allah bu eğilimi, yeryüzünde hayatın devam etmesi ve insanoğlunun yeryüzünde halifeliğini gerçekleştirmesi için bir sebep kılmıştır. Dolayısıyla bu fıtrî eğilim, fizikî fonksiyonlar tamamen tükenene kadar sürmektedir. Ancak dinimiz, iki cins arasındaki bu fıtrî arzunun gayr-i meşru yollarla kışkırtılmadan, meşru mecrasında gelişmesine ve tatminine yönelik düzenleme yapmış, bu arzuların esiri olmak sûretiyle toplum düzenini çökertecek davranışlardan uzak durulmasını istemiştir. Dolayısıyla da, karşı cinsler arasındaki davetkâr arzularla doğrudan ilişkili olan, taciz, tecavüz ve iftira gibi olaylara sebebiyet verebilen kıyafet konusunda birtakım düzenlemeler yapmıştır.

Demek oluyor ki getirilen esasların amacı, ilkel kanunlar ve kültürlerde olduğu gibi, bireyler arasındaki sosyal farklılığın gösterilmesi değil, toplumda barış ve mutluluk içerisinde bir hayat sürdürmek üzere fitne ve fesadın önlenmesidir. Çünkü bu arzuların çeşitli yöntemlerle uyarılması hâlinde şehvete dönüşmesi, aile düzenini bozacak iffetsiz davranışlara, taciz, tecavüz ve kıskançlık kaynaklı huzursuzluklara yol açması işten bile değildir. Bu özellik sûrenin 60. âyetince de desteklenmektedir. Zira İslâm dini, şehvetin tahrik edilmediği ve bunun et tutkusuna dönüşüp kan dökme tepkileri oluşturmadığı temiz bir toplum amaçlamaktadır. Devamlı tahrik edilen arzular, sönmeyen ve doymayan bir şehvet azgınlığı meydana getirir, toplumda fitne ve fesat çığ gibi büyür. Târihte fuhuş bataklığına düşen ve buhranlar içinde yok olan birçok toplum bulunduğu gibi, günümüzde de bu yolda olan toplumlar görülmektedir.

İslâm'ın insanlar için seçtiği yol-yöntem ise bellidir: İnsan, gücünü hayatın zorluklarıyla uğraşmaya yöneltmeli, fıtratındaki gerek cinsel gerekse diğer bencil arzularını şehvete dönüştürmeden terbiye etmelidir. Nahl/80-81'de görüldüğü gibi, örtünmenin-giyinmenin asıl amacının, sıcak-soğuk gibi tabiat şartlarına ve herhangi bir fiilî müdahaleye karşı bedenin korunması olduğunu bildiren Kur’ân, giyinip kuşanırken nelere dikkat edilmesi gerektiğini de bildirmiştir.

GİYİM-KUŞAMI BELİRLEYEN ÂYETLER

Bu konudaki âyetler Ahzâb ve Nûr sûreleri içinde yer almakta olup, her iki sûre de Medîne'de inmiştir.

O günün şartlarında evlerin içinde tuvalet olmadığı için herkes def-i hacet için yerleşim yerlerinden uzakta, tenha bir yerde ihtiyacını giderirdi. Bu durum ise Medîne'nin berduşlarını-zamparalarını harekete geçirir ve bunlar evli olmayan câriyelere veya fâhişe görünümlü kadınlara (ki câriyeler de fâhişeler de örtüsüz olurdu) sarkıntılık ederlerdi. Kadının evli ve sahipli olduğu belli ise tacizde bulunmazlardı. Yani özellikle, başlarını örtmeleri yasak olan câriyeler ile fâhişe görünümlü kadınlar, bu saldırıların hedefi durumundaydılar.

İşte böyle bir ortamda Peygamberimizin eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına, “cilbab”larını üzerlerine almalarını söyleyen âyet inmiş ve tanınıp sataşılmaması için böyle yapmalarının uygun olacağı bildirilmiştir (bkz. Ahzâb/59).

Âyette açık ve net olarak “cilbab”larını [ev dışı elbiselerini] giyen kadınların tanınacağı-bilineceği, dolayısıyla da incitilmeyeceği söylenmektedir. Yani, bu âyete göre kadınların örtünmelerinin gerekçesi, incinmemeleridir; daha dindar, daha namuslu ve daha takvâlı olacakları değil.

Bu âyetin doğru anlaşılması için öncelikle “cilbab”ın ne olduğunun bilinmesi, sonra da “cilbab” giymenin gerekçesinin Kur’ân'da bildirilenin dışına çıkarılmaması gerekir.

Bazıları “cilbab”ı, Arapların bugün “abâye” dedikleri; baştan aşağı salınan, dış giysiyi önden ve arkadan kapatan bir örtü olarak, bazıları da sadece gözleri açık bırakmak sûretiyle yüzü ve bütün vücudu tepeden tırnağa kapatan bir örtü olarak tanımlarlar. Bunlar, örtünme konusunda ifrata kaçan kesimler tarafından ortaya atılmış görüşler olup, Kur’ân ile bağdaşmaz. Çünkü aşağıda görüleceği gibi kılık-kıyafet konusunu belirleyen diğer âyette, Örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar/salsınlar (Nûr/31)denilmektedir. Eğer cilbab, –bazılarının dediği gibi–vücudu baştan aşağı örten bir elbise olsaydı, göğüslerdeki yırtmaçları da kapatır ve Nûr/31'deki emre gerek kalmazdı. Soğuk, sıcak ve diğer haricî etkilerden korunmak amacı dışında iffet gerekçesiyle üst üste iki örtünün giyilmesi anlamsız olacağına göre, “cilbab” Kur’ân'a göre de vücudu baştan aşağı örten bir örtü olarak kabul edilmemektedir.

Cilbab, Râgıb'a göre “gömlek ve örtünün adı”; İkrime'ye göre de, “boyundan aşağı salınan, dış giysileri kapatan örtüdür.”

Bu durumda cilbab, o günkü Arap kadınlarının hür ve câriyelerin ayırt edilmesi için giydikleri –başlardan aşağıyı değil– boyunlardan/omuzlardan aşağıyı örten, bugünkü ceket, pardösü, manto gibi bir elbise [üniforma] çeşididir.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla