Tekil Mesaj gösterimi
Alt 4. March 2010, 12:22 AM   #6
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

NİFAK-MÜNÂFIK

منافق[münâfıq] sözcüğü, “yer altındaki ev, barınak, in” anlamına gelen نفق [nefeqa] sözcüğünden gelir. Kertenkele ve yaban faresinin yer altındaki yuvalarına, نفقة [nüfeqa] ve نافقة[nâfiqa] denir. Yaban faresinin yer altında birden çok yuvası olur; kaçtığı zaman yuvalardan hangisine gittiği bilinmez. O nedenle de yakalanmaz.

Münâfığa bu ismin verilmesinin sebebi, onun birden çok inancının olmasıdır. O, bir bakarsın İslâm'a girmiş, bir bakarsın ondan çıkıp başka bir dine girmiştir.[6]

Dinî bir terim olarak nifaq, “inanmadığı hâlde çeşitli sebeplerden dolayı ve menfaati icabı kendini müslüman göstermek; Allah'a, Rasûlü'ne ve mü’minlere düşmanlığını gizlemek” demektir. Bunu yapan kişiye de “münâfık” denir.

Âyetten anlaşıldığına göre buradaki münâfığın ön plana çıkan özelliği, yükümlülüklerden kolayca sıyrılıp çıkmaya teşebbüs etmesidir. Toplum içinde fesatçı olmaları, akılları sıra Allah'a oyun etmeye çalışmaları, gösterişçi olmaları, salât görevine gönülsüz, üşene üşene katılmaları, döneklikleri, maddî kazanç sağlamak için ahlâk dışı davranışlara başvurmaları, kötü sözlerin müslümanlar arasında yayılmasını istemeleri, yaptıkları kötülüğe sevinmeleri ve övünmekten hoşlanmaları vs. gibi özellikleri de Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ ve Mâide sûrelerinde zikredilecektir.

Bu tipler, tüm toplumların her zaman en büyük problemi, belaları olmuşlardır:

İnsanlardan kimi de vardır ki, onun basit yaşam hakkındaki sözü senin hoşuna gider ve o, kalbindekine Allah'ı şâhit tutar. Ve o, düşmanlığı en yaman olanıdır. (Bakara/204)

10. âyetteki, Onların kalplerinde hastalık vardır da Allah, onlara hastalığı artırdı ifadesindeki hastalık, “onların dünyaya meyledip dünyayı sevmeleri, âhiretten yana gâfil olup ondan yüz çevirmeleri”dir. Allah'ın onların hastalığını artırması da, “onları kendi hâllerine bırakması, onlara mühlet verip hemen cezalandırmaması, geçici başarılara kapılıp kötülüklerini sürdürmelerine imkân tanıyarak kalplerini, kulaklarını mühürlemesi ve gözlerini perdelemesidir. Yani, sağlıklı düşünmemeleri, değerlendirme yapmamaları; bunun neticesi olarak da dine-diyanete eğilmemeleridir.

Kalblerinde bir hastalık olanlara gelince de; onların da pisliklerinin içine pislik ilave etmiştir. Ve onlar kâfir olarak ölmüşlerdir. (Tevbe/125)

Yeryüzünde dolaşmadılar mı ki onların, kendisiyle akledecekleri kalbleri ve kendisiyle işitecekleri kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler kör olur. (Hacc/46)

İki topluluğun karşılaştığı günde size dokunan şeyler de Allah'ın izniyledir. Ve mü’minleri bilsin ve münâfıklık yapanları bilsin içindir. Ve onlara, “Geliniz, Allah yolunda savaşınız veya savunma yapınız” denilmişti. Onlar, “Biz savaşı bilseydik kesinlikle size uyardık” dediler. Onlar, o gün, imandan çok küfre yakındılar. Onlar, kalblerinde olmayan şeyleri ağızlarıyla söylüyorlar. Allah, gizledikleri şeyleri daha iyi bilendir. (Âl-i İmrân/166-167)

A‘râbilerden [ağzı laf yapanlardan] geri kalmış olanlar sana yakında, “Mallarımız ve ailelerimiz bizi meşgul etti [alıkoydu]. Hadi Allah'tan bizim bağışlanmamızı dile” diyeceklerdir. Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: “Allah size bir zarar dilediyse veya bir fayda dilediyse O'na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir? Bilakis Allah yaptıklarınıza haberdardır.” (Fetih/11)

Bedeviler/iyi konuşma bilenler, “İnandık” dediler. De ki: “Siz inanmadınız, ama ‘Teslim olduk’ deyin; inanç henüz kalplerinize girmedi. Eğer Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederseniz, O, yaptıklarınızdan hiçbir şeyi size eksiltmez.” Gerçekten Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir! (Hucurât/14)

Şüphesiz ki münâfıklar, ateşten, en aşağı tabakadadırlar. Sen de onlara bir yardım edici bulamazsın. (Nisâ/145)

Demek ki münâfık, kâfirden daha âdi bir insan tipidir.

11-12. âyetlerde ikiyüzlüler ile ilgili, Onlara, “Yeryüzünde kargaşa çıkarmayın” denildiğinde de, “Biz ancak düzelten kişileriz” derler. Dikkatli olun! Şüphesiz onlar, kargaşa çıkaranların ta kendileridir, fakat bilincine ermiyorlar şeklinde bilgi verilmiş; kargaşa çıkarıp bozgunculuk yapmalarına rağmen düzeltici olduklarını iddia eden münâfıklara karşı uyanık olunması gerektiği bildirilmiştir.

Böylelerini geçmişe hapsetmek yanlış olur. İkiyüzlü bu insan tipleri her çağda ve her yerde mevcut olup, “Düzeltiyoruz, yardım ediyoruz” diyerek, ferdlerin, akrabaların, toplumların ve ulusların arasını bozarlar; ahlâkî, iktisadî ve siyasî açıdan her yeri fesada verirler. Bu tipler hakkında Kur’ân'da birçok bilgi verilmiştir:

Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine ve Elçi'ye gelin!” denince, münâfıkların senden uzaklaştıkça uzaklaştıklarını görürsün. Bak nasıl? Elleriyle yaptıkları yüzünden kendilerine bir musibet isâbet ettiği zaman; sonra “Biz sadece iyilik etmek ve uzlaştırmak istedik” diye Allah'a yemin ederek sana geldiler. İşte onlar, Allah'ın, kalblerindekini bildiği kimselerdir; Sen onlardan yüz çevir ve onlara öğüt ver. Ve kendileri için beliğ [derinden etkileyecek, güzel] söz söyle! (Nisâ/61-63)

Peki, velîler olursanız [yönetimi ele geçirirseniz] yeryüzünde kargaşa çıkarmayı ve akrabalık bağlarınızı koparmayı mı umdunuz? (Muhammed/22)

O, dönüp gitti mi/yetkilendi mi de yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için çalışır. Allah ise bozgunculuğu sevmez. (Bakara/205)

Bu bozguncular Rasûlullah döneminden evvel de mevcuttu. Tedbirli olunması ve ibret alınması için Allah onları da teşhir etmiştir:

Şüphesiz Kârûn, Mûsâ'nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, şüphesiz onun anahtarları güçlü-kuvvetli bir topluluğa ağır gelirdi. Bir zaman kavmi ona demişti ki: “Şımarma! Şüphesiz ki Allah şımarıkları sevmez. Ve Allah'ın sana verdiğinde âhiret yurdunu iste. Dünyadan da nasibini unutma! Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun. Ve yeryüzünde bozgunculuğu isteme. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” (Kasas/76-77)

Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde yüceldi ve ehlini grup grup kıldı; onlardan bir tâifeyi güçsüzleştirmek istiyor; bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını da sağ bırakıyordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan idi. (Kasas/4)

MÜNÂFIKLARIN DİĞER KARAKTERLERİ

Münâfıklara, şüphesiz, çok acıklı bir azabın kendileri için olduğunu müjdele! Öyle kişiler ki onlar, mü’minlerin astlarından küfre sapanları yakın birisi kabul ediyorlar. Onların yanında izzet [onur ve yücelik] mi arıyorlar? Oysa izzetin [onur ve yüceliğin] tümü Allah'ındır. (Nisâ/138-139)

Şüphesiz doğru yol kendilerine açıkça belli olduktan sonra gerisin geri küfre dönenler, şeytân, hoş göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür. Bu, onların, Allah'ın indirdiğini beğenmeyen kimselere, “Bazı işlerde biz size itaat edeceğiz” demeleri sebebiyledir. Oysa Allah onların gizlediklerini biliyor. (Muhammed/25-26)

Münâfıkların karakteri ile ilgili Mücâdele, Tevbe, Enfâl, Haşr ve Mâide sûrelerindeki detaylı pasajlara da bakılabilir.

16. İşte onlar, hidâyet karşılığında sapıklığı satın alan kimselerdir de onların ticaretleri kâr etmedi ve onlar doğru yolu bulamadılar.

17. Onların durumu, bir ateş yakmak isteyen kimsenin durumu gibidir. O [ateş], onun [ateş yakan kimsenin] kenarını aydınlatınca, Allah, onların nûrlarını giderdi ve onları karanlıklar içinde görmez olarak bıraktı.

18. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler! Artık onlar dönmezler.

19. Yahut (onların durumu); içinde karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek olan, gökten boşanan, bir yağmur gibidir. Onlar, ölüm korkusuyla yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar. –Oysa Allah, inkârcıları çepeçevre kuşatandır.–

20. O şimşek nerdeyse gözlerini kapıverecek. O [şimşek] önlerini aydınlattı mı onun [aydınlığın] içinde yürürler, karanlık üzerlerine çöktü mü de dikilip kalırlar. Allah dilemiş olsaydı işitmelerini, görmelerini de giderirdi. Şüphesiz Allah, her şeye en çok güç yetirendir.

Durumlarının deşifre edilmesinin ardından münâfıkların âkıbetleri açıklanmaktadır: “Onlar, hidâyet karşılığında sapıklığı satın alan kimselerdir. Kâr ettiklerini sandılar ama onların ticaretleri kâr etmedi ve onlar doğru yolu bulamadılar. Kısacası onlar, aptalın, iflas etmiş tüccarın ta kendileridir.” Sonra da onlar, etkili iki benzetme ile tasvir edilip uyarılmışlardır.

17-18. âyete göre bunlar, yakınlarındaki ışıktan istifade edemeyen bakar körler ve akıllı geçinen zavallılardır.

Burada ateş yakan “Rasûlullah”, Allah'ın ışıksız bıraktıkları da “Allah'ın kalplerine ve kulaklarına mühür vurduğu, gözlerine perde çektiği aklını kullanmayan kâfirler”dir.

19. âyette ise münâfıklar, “içinde karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek olup gökten boşanan bir yağmura tutulmuş kimseler”e benzetilmiştir. Anlaşılıyor ki münâfığın kalbinde küfür ve cehâlet karanlıkları, korkunç bunalımlar var, beyninde şimşekler çakıyor ve ölüm korkusuyla paniklemiş, kulaklarını tıkıyor. Beyninde çakan şimşekler, iman ışıkları, hakk ve hakikattir. O hakikat şimşeği onun gözlerini yalayıp duruyor. Ama o, bunu değerlendirmiyor, zarar göreceği korkusuyla kulaklarını tıkıyor. Şimşek önünü aydınlattı mı onun aydınlığında yürüyor, karanlık üzerine çöktü mü de dikilip kalıyor. Yani, müslüman görünüp ikiyüzlülük ederek dünyada İslâm'ın nimetlerinden istifade ediyor. (Yukarıda, münâfıkların Allah'ı aldatmaları konusunu hatırlayınız.)

Allah onları başka âyetlerde şöyle örneklendiriyor:

Ve onları gördüğün zaman kalıpları senin hoşuna gider, ve eğer konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Onlar sanki dayanmış keresteler gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandırlar, onlardan hemen sakın. Allah onları öldürmüştür! Nasıl da döndürülüyorlar? (Münâfikûn/4)

Aynı körler geçmişte de vardı; onlar da ayaklarına gelen ışığı değerlendirememişlerdi:

Semûd'a gelince; işte, Biz onlara doğru yolu gösterdik. Fakat onlar körlüğü doğru yol üzerine sevdiler [tercih ettiler]. Bunun üzerine kazandıkları şeyler sebebiyle alçaltıcı azabın yıldırımı onları yakalayıverdi. (Fussilet/17)

Kâfirlerin vahye kulak tıkamaları yeni bir olgu değil, öteden beri süregelen bir tavırdır:

O [Nûh] dedi ki: “Rabbim! Şüphesiz ben, kavmimi gece-gündüz [sürekli] davet ettim. Fakat benim çağırmam, onların sadece kaçmalarını artırdı. Ve şüphesiz ben, onları, Senin onları bağışlaman için her davet ettiğimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ısrar ettiler, kibirlendikçe de kibirlendiler. Sonra şüphesiz ben onları yüksek sesle çağırdım. Sonra şüphesiz onlar için ilan ettim. Onlar için gizli gizli de gizledim [söyledim]. Sonra dedim ki: “Rabbinizin sizi bağışlamasını isteyin. Kesinlikle O, çok bağışlayıcıdır. Üzerinize gökten bol yağmur yağdırsın. Size mallar ve oğullar ile yardımda bulunsun, sizin için bahçeler kılsın, ırmaklar kılsın.” (Nûh/5-12)

Ve ona âyetlerimiz okunduğu zaman sanki kulaklarında bir ağırlık varmış da onları işitmemiş gibi, büyüklük taslayarak sırt çevirir. İşte ona, çok acı verecek bir azabı müjdele. (Lokmân/7)

Âyetlerimizi yalanlayan şu kimseler de karanlıklar içindeki sağır ve dilsizlerdir. Her kim dilerse Allah onu şaşırtır, kim de dilerse onu doğru yol üzerine kılar. (En‘âm/39)

Ve şu kâfirlerin hâli, sadece bir çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyerek haykıranın hâline benzer; sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden akıl da etmezler. (Bakara/171)
20. âyetteki, Allah dilemiş olsaydı… ifadesiyle, gerçekleri görebilme kapısının onlar için açık bırakıldığı mesajı verilmektedir.

21-22. Ey insanlar! Takvâlı davranasınız diye, sizi ve sizden öncekileri yaratan, yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yapan, gökten su indirip de onunla sizin için rızık olarak ürünlerden çıkaran Rabbinize kulluk edin. Artık siz de, bile bile Allah'a ortaklar koşmayın.

Bu âyetlerde tüm insanlığa seslenilerek, Allah'ın güç ve azametine dikkat çekilmiş, ardından da insanlara verdiği nimetler hatırlatılarak şirkten uzak durulması için açık mesajlar verilmiştir.

Şirkten uzak durulması ve uydurma ilâhların hiçliği hususunda yüzlerce âyetle insanlık uyarılmıştır. Bunlardan birkaçını hatırlatıyoruz:

Onlar, Allah'ın astlarından, kendilerine zarar vermeyen ve kendilerine yarar sağlamayan şeylere tapıyorlar ve “Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir” diyorlar. De ki: “Siz Allah'a göklerde ve yerde Kendisinin bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?” Allah, onların ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir ve çok yücedir. (Yûnus/18)

İnsanlardan kimi de Allah'tan başka şeyleri O'na eş tutuyorlar da onları, Allah'ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir. O zulmedenler, azabı görecekleri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke anlasalardı. (Bakara/165)

O [Allah] ki, yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı. Orada doğru yolda gidesiniz diye birtakım yollar da kıldı. (Zuhruf/10)

Biz yeryüzünü bir beşik, dağları da birer direk kılmadık mı? (Nebe/6-7)

(Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, yeryüzünü barınak kılan, aralarında nehirler kılan, onun için sabit dağlar kılan ve iki deniz arasına engel kılan mı? Allah ile beraber bir ilâh mı var? Bilakis onların çoğu bilmiyorlar. (Neml/61)

Ve Rabb'lerinin huzurunda haşr edileceklerinden korkanları, takvâlı davranmaları için onunla [sana vahyedilenle] uyar. Onların O'nun astlarından yakın kimseleri ve şefaatçileri yoktur. (En‘âm/51)

İBÂDET-KULLUK

Daha evvel açıkladığımız bu konuyu, kısaca hatırlatmada fayda vardır: Mastar olan عبادة [‘ibâdet] kelimesi, lügatte “kulluk yapmak, kölelik etmek, kayıtsız-şartsız teslim olmak, itaat etmek ve boyun eğmek” anlamına gelir.

Belirli kişilere, güçlere, ideoloji ve otoritelere gösterilen mutlak itaat ve teslimiyet de bu kapsamdadır. Firavun ile İsrâîloğulları arasındaki ilişki (bkz. Mü’minûn/45-47) de bu anlamı teyit eder niteliktedir.

Dinî açıdan ibâdet ise, “kulun sahibine/yaratanına itaat etmesi, sahibi/yaratanı tarafından verilen görevleri kayıtsız şartsız kabul edip yerine getirmesi” demektir. Allah, Kur’ân adındaki talimatname ile kullarına birtakım görevler yüklemiş ve bunların kayıtsız-şartsız bir itaat ve teslimiyet içinde yerine getirilmesini istemiştir. Seçtiği peygamberler de, verilen görevleri önce kendisi yerine getirmiş, sonra diğer insanlara öğreterek nasıl yerine getirileceğini bizzat göstermiştir.

Başka bir ifadeyle ibâdet, “Allah'ın hoşnut olduğu davranışları yapmak sûretiyle Allah'a gösterilen saygı ve içten bağlılık”tır. Bu anlamıyla ibâdet, ortaya konan güzel iş ve davranışların hepsini birden kapsayan ve hürmetin en yüksek derecesinin sergilendiği genel bir tutumu ifade etmektedir.

Ancak, dilimize aynen geçmesi sebebiyle ibâdet kelimesinin anlam derinliği halk tarafından yeterince kavranamamış, Allah'a gösterilen bağlılıkla ilgili bir süreç ve tutum olduğu algısı yaygınlaşamamıştır. Bunun sonucu olarak da ibâdet denilince belirli bir kaç dinî davranış anlaşılır olmuştur. Oysa ibâdet, tıpkı hayat, sevgi, mutluluk, medeniyet gibi tek bir olgu için değil, içinde aynı türde birçok olguyu barındıran kavramlardaki gibi süreç ifade eden bir anlam içeriğine sahiptir. Bu nedenle de belirli dinî davranışlarla sınırlı değildir. Allah'a ibâdet etmek, “insanın her adımında, her hareketinde, her sözünde O'nun koyduğu kurallara uyması, hükümlerini yerine getirmesi, gösterdiği yoldan severek ve isteyerek yürümesi” demektir.

Âyetteki, yeryüzünü sizin için bir döşek kılan ifadesiyle, insan ile yeryüzü ilişkisine dikkat çekilmiştir. Tüm evrenin insanın rahatı, başka bir ifadeyle faydası için yaratıldığını anlatmak için bu sözcük kullanılmıştır. Ayrıca bununla, dünyanın geçici olduğu, insanın sürekli yatıp durmadığı ve evdeki döşeğine gösterdiği ihtimamı yeryüzüne de göstermesi gerektiği de hatırlatılmaktadır.

Konumuz olan âyetin bir benzeri de Zâriyât sûresi'nde geçmişti:

Ve sema; Biz onu kudretle/sağlamca bina ettik. Hiç şüphesiz Biz, genişleticileriz. Ve yeryüzü; onu Biz döşedik. İşte, ne güzel döşeyenleriz! (Zâriyât/47-48)

O [Allah] ki, yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı. Orada doğru yolda gidesiniz diye birtakım yollar da kıldı. (Zuhruf/10)

Biz yeryüzünü bir beşik, dağları da birer direk kılmadık mı? (Nebe/6-7)

23. Ve eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku içinde iseniz, haydi onun mislinden bir sûre siz getirin, Allah'ın astlarından tüm tanıklarınızı da çağırın. Eğer doğru kimseler iseniz.

24. Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız; öyleyse inkârcılar için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten korunun.

Bu âyetlerde de tüm insanlığa seslenilmeye devam edilmiş, bu kez Kur’ân gündeme getirilmiştir. Burada Kur’ân'ın mucize olduğu gerçeği ön plandadır. Zira, –Kur’ân'dan öğrendiğimize göre– inkârcılar Kur’ân'a dil uzatmaktaydılar:

Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman, “İşittik, dilersek bunun gibisini biz de söyleriz, bu, evvelkilerin efsanelerinden başka bir şey değildir” demişlerdi. (Enfâl/31)

İşte bu inkârcılara bu âyetle meydan okunmuştur. Anlaşıldığına göre bu âyette zikri geçenler Medîne'deki inkârcılardır. Hatırlanacağı üzere Mekkeli müşriklere de meydan okunmuştu:

De ki: “Eğer doğrular iseniz, hemen Allah katından bu ikisinden [bana ve Mûsâ'ya inen kitaplardan] daha çok doğruya kılavuz olan bir kitap getirin de ben de ona uyayım!” (Kasas/49)

Yahut “Onu kendisi uydurdu” diyorlar. De ki: “Öyleyse siz benzeri, bir sûre meydana getirin, Allah'ın astlarından çağırabileceklerinizi de çağırın. Eğer doğru kimseler iseniz.” Bilakis, onlar bilgisini kavrayamadıkları ve te’vîli kendilerine henüz gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar. Bunlardan önceki kişiler böyle yalanlamışlardı. İşte bak zâlimlerin âkıbeti nasıl olmuştur. (Yûnus/38-39)

De ki: “Andolsun ki ins ve cinn [herkes], bu Kur’ân'ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar, onun benzerini, kesinlikle getiremezler.” (İsrâ/88)

Yahut “Onu kendi uydurup söyledi” mi diyorlar? Aslında onlar inanmıyorlar. Peki, onun gibi bir sözü onlar getirsinler, eğer doğru kimseler iseler. (Tûr/33-34)

Yahut [aslında], “Onu kendisi uydurdu” diyorlar. De ki: “Öyleyse, eğer doğrulardan iseniz, uydurma olarak da olsa, benzeri on sûre getirin, Allah'ın astlarından gücünüzün yettiği kişileri de çağırın.” Yok eğer bunun üzerine onlar, size cevap vermedilerse, artık bilin ki, o [Kur’ân] ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. Ve O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Artık siz müslüman oluyor musunuz? (Hûd/13-14)

Bu konuyla ilgili şu âyetler de dikkate alınmalıdır:

Ya da onlar, “Allah'a karşı yalan uydurdu” mu diyorlar? İşte eğer Allah dilerse senin de kalbini mühürler; bâtılı yok eder ve sözleriyle hakkı gerçekleştirir. Şüphesiz ki O, göğüslerde bulunan şeyleri çok iyi bilendir. (Şûrâ/24)

Eğer o [Elçi/Muhammed], bazı sözleri Bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi, kesinlikle o'ndan sağ elini [tüm gücünü] alırdık. Sonra o'ndan can damarını mutlaka keserdik. Artık sizden hiç biriniz o'na siper de olamazdınız. (Hâkka/44-47)

Tüm bunlardan kesin olarak anlaşılan şu ki: Kur’ân'ın, Muhammed tarafından yazılması/söylenmesi şöyle dursun, o'nun tarafından tek bir sözcük dahi ilave edilmemiştir. Zira bir insanın kendi yazdığı kitaba böyle bir tehdit koyması mümkün değildir.

24. âyette inkârcıların inkârlarına karşılık atılacakları ateş, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateş şeklinde nitelenmiştir. Aynı niteleme, Âl-i İmrân ve Tahrîm sûresi'nde de görülmektedir:

Şüphesiz şu küfretmiş kimseler; onların malları ve evlatları, aynı Firavun'un yakınlarının ve onlardan öncekilerinki gibi Allah'tan hiçbir şeyi savamaz. Ve onlar ateşin yakıtıdırlar. Onlar [Firavun'un yakınları ve onlardan öncekiler], âyetlerimizi yalanladılar da Allah onları günahları yüzünden yakalayıverdi. Ve Allah, cezası/yakalaması çok çetin olandır. (Âl-i İmrân/10-11)

Ey inanmış olan kişiler! Kendinizi ve ehlinizi [yakınlarınızı], yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir ateşten koruyun. Onun üzerinde, Allah'a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri yapan çetin ve kaba melekler vardır. (Tahrîm/6)

Müfessirler, burada zikri geçen taş ile; çabuk alevlenmesi, pis kokması, çok dumanlı olması, aşırı yapışkanlığı ve şiddetli ısısı nedeniyle “kükürt” madeni kasdedildiğine kâil olmuşlardır. Oysa bu taş ile neyin kasdedildiği şu âyetten anlaşılabilir:

Kesinlikle siz ve Allah'ın astlarından taptıklarınız, cehennemin odunusunuz [yakıtısınız]; siz oraya gireceksiniz. (Enbiyâ/98)

Bu âyete göre kâfirlerin Allah'ın astlarından taptıkları sözde şefaatçi ortakları; taştan putları, cehennemde yakıt olarak kullanılacak, müşriklerin azabının artmasına sebep olacaklardır.

Bu âyetlerden anlaşıldığına göre müşrik hem cehennemde yanacak, hem de cehennemi yakacaktır.

25. İnanmış ve sâlihatı işlemiş kimselere de, “şüphesiz kendiler için altlarından ırmaklar akan cennetlerin olduğunu” müjdele. Onlar, oradaki herhangi bir meyveden her rızıklandırılışlarında, “Bu, bizim daha önce rızıklandığımız şeydir” derler. Ve onlara onun benzeşenleri verildi. Orada çok temiz eşler de yalnızca onlarındır. Ve onlar, orada sürekli kalanlardır.

Aklını kullanmayanların, çevresindeki Allah'ın sayısız âyetlerini görmezden gelen insanların âkıbetlerinin ne olacağı bildirildikten sonra da inananların durumu ortaya konmuştur: Onlar, altlarından ırmaklar akan cennetlerde olacaklar; oradaki herhangi bir meyveden her rızıklandırılışlarında, ‘Bu, bizim daha önce rızıklandığımız şeydir’ diyeceklerdir. Orada onlar için çok temiz eşler de bulunacak. Ve onlar, orada sürekli kalacaklardır.

Klasik âlimler, burada zikri geçen çok temiz eşler ile, cennette erkeklere verilecek kadınların; hayız-nifastan uzak olup her an cinsel ilişki kurulabilen kadınların kasdedildiğini iddia etmişlerdir. Oysa, söz konusu çok temiz eşler ile, “Allah'ın cennette mü’min kullarına lutfedeceği arkadaşlar” kasdedilmiştir. Buradaki çok temiz/tertemiz ifadesi, “kini-buğzu olmayan, kıskanmayan ve can sıkmayan” demektir. Cennette cinsiyet yoktur. Bu konuyu Vâkıa sûresi'nde detaylı olarak sunmuştuk:[7]

İman edenler ve sâlihâtı işleyenler; –ki Biz hiç kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemeyiz– işte onlar cennet yâranlarıdır ve onlar, orada ebedî olarak kalıcılardır. Ve göğüslerinde gıll'den [kinden, hınçtan, kıskançlıktan, hileden, hâinlikten, garazdan] ne varsa çıkarıp atarız. Onların altlarından ırmaklar akar. (Ve onlar,) “Bize bunun için kılavuzluk eden Allah'a hamdolsun. Eğer Allah bize kılavuzluk etmeseydi biz doğru yola erişemezdik. Şüphesiz Rabbimizin peygamberleri bize gerçek ile gelmiştir” derler. Ve onlara seslenilir: “İşte size cennet! Yapmış olduklarınızla buna vâris oldunuz.” (A‘râf/42-43)

Ve Biz onların [muttakilerin] göğüslerindeki kinleri çıkarıp attık. Onlar kardeşler hâlinde yüz yüze sedirlere otururlar. (Hicr/47)

26-27. Şüphesiz Allah bir sivrisineği, hatta daha üstü [daha küçük] olan bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İşte iman eden kimseler bilirler ki, şüphesiz o, hakktır, Rabb'lerindendir. O küfretmiş olan kimseler de artık, “Allah böyle bir misal ile ne demek istedi?” derler. O [Allah], onunla bir çoklarını şaşırtır, onunla bir çoklarını kılavuzlar. O [Allah], onunla sadece, söz verip andlaştıktan sonra Allah'ın ahdini [verdikleri sözü] bozan, Allah'ın birleştirmesini emrettiği şeyi kesen ve yeryüzünde bozgunculuk yapan fâsıkları şaşırtır. İşte bunlar, zarara uğrayanların ta kendileridir.

Allah'ın rahmet ölçüsünü gösteren bu âyetlerde, insanların iyice öğrenmesi için birçok örnek verilmekte ve bunlar da herkesin anlayacağı seviyeye indirilmektedir:

Ve sen insanları, azabın geleceği gün ile uyar. Artık o zâlim kimseler [müşrikler], “Ey Rabbimiz! Bizi yakın bir süreye kadar ertele de Senin davetine uyalım ve elçilere tâbi olalım” derler. –Daha önce siz, sizin için zeval olmadığına dair yemin etmemiş miydiniz? Hem siz, kendilerine zulmedenlerin yurtlarında oturdunuz. Onlara nasıl yaptığımız size apaçık belli olmuştu. Ve size örnekler de vermiştik.– (İbrâhîm/44-45)

Ve Biz onların hepsine örnekler verdik ve hepsini kırdık geçirdik. (Furkân/39)

Ve andolsun ki Biz, insanlar için bu Kur’ân'da tüm örneklerden kesinlikle örnekler getirdik. Ve andolsun ki sen, onlara bir âyet de getirsen o küfretmiş kimseler, “Siz, sadece, bâtıl şeyleri ortaya koyanlarsınız” diyeceklerdir. (Rûm/58)

Ve andolsun ki Biz, düşünüp öğüt alsınlar diye pürüzsüz Arapça bir Kur’ân [okuma] olarak; takvâlı davransınlar diye bu Kur’ân'da insanlar için her türlüsünden örnek verdik. (Zümer/27-28)

Sebeb-i nüzûlle ilgili nakillere göre[8] 17 ve 19. âyetlerde örümcek ve arı örnek verilince Medîne'deki iki yüzlüler, “Allah misaller vermekten yüce ve azametlidir” dediler. Bunun üzerine Allah, bu âyet indirdi. Âyetlerden anlaşıldığına göre Allah'ın, sinek, örümcek, karınca gibi küçük ve önemsiz varlıkları örnek vermesini müşrikler alaya almışlar; böyle örnekler veren bir ilâha kulluk etmeyeceklerini ifade etmişlerdir. Allah ise, insanların meseleyi iyice anlamaları için ısrarla bu tür varlıklardan örnekler vermektedir.

27. âyetteki, Allah'ın birleştirmesini emrettiği şeyi kesen ifadesi, genellikle “akrabalık bağını kesen” şeklinde anlaşılmıştır. Hâlbuki burada, “amel ile imanın birleştirilmesi” kasdedilmekte; salt imanın yetmeyeceği, imanın mutlaka sâlihatı işlemek ile birleştirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Böylece münâfıkların, “İnandık” demekle yetinerek diğer dinî vecibeleri yerine getirmedikleri beyân edilmektedir:

İnsanlar, fitnelendirilmeden, “İman ettik” demeleriyle, bırakılıvereceklerini mi sandılar? Ve andolsun ki Biz, onlardan öncekileri de fitnelendirmiştik. Artık elbette Allah, doğru kimseleri bildirecektir ve elbette yalancıları da mutlaka bildirecektir. (Ankebût/2-3)

Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yeteneği olan kişiler; Allah'ın ahdini yerine getirirler ve antlaşmayı bozmayan, Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştiren, Rabb'lerine haşyet duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler, Rabb'lerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş, salâtı ikâme etmiş ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak etmiş ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar oraya [adn cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!” (Ra‘d/19-24)

Görmedin mi? Allah nasıl bir misal verdi; güzel bir söz, aslı [kökü], sabit, dalı-budağı gökte olan, Rabbinin izniyle her an ürün veren güzel bir ağaç gibidir. Ve onlar öğüt alsınlar diye Allah insanlara böyle misaller verir. (İbrâhîm/24-25)

Kur’ân'dan öğrendiğimize göre inançsızlar, ikiyüzlüler Allah'ın temsillerine karşı hep itirazda bulunmuşlardır:

Biz cehennem yârânını hep melekler yaptık. Ve sayılarını da küfre sapanlar için bir imtihandan başka şey yapmadık. Ta ki, kendilerine kitap verilenler iyice ve apaçık bilsinler. İman etmiş olanların imanı artsın. Kendilerine kitap verilmiş olanlarla iman sahipleri kuşkuya düşmesin. Kalplerinde hastalık olanlarla küfre sapmış bulunanlar da, “Allah bununla neyi örneklendirmek istiyor?” desinler. İşte böyle. Allah dilediğini/dileyeni saptırır, dilediğini/dileyeni de doğruya ve güzele kılavuzlar. Rabbinin ordularını ancak O bilir. Bu, beşer için bir öğüt verici ve düşündürücüden başka şey değildir. (Müddessir/31)

O [Allah], sana bu kitabı indirendir. Ondan [bu kitaptan] bir kısmı muhkem âyetlerdir [yasa içerenlerdir] ki, bunlar, kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşâbihlerdir [benzeşen anlılardır]. Amma, kalblerinde kaypaklık olan kimseler, fitne çıkarmak ve onu te’vîl yapmak için onun müteşâbih olanlarının peşine düşerler. Hâlbuki onun te’vîlini ancak Allah ve –“Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” diyerek– ilimde uzman olanlar bilirler. Ve sadece kavrama yeteneği olanlar öğüt alırlar. (Âl-i İmrân/7)

Âyette fâsıkların bir niteliği de, O [Allah], onunla sadece, söz verip andlaştıktan sonra Allah'ın ahdini [verdikleri sözü] bozan… ifadesiyle, siyasî, askerî, idarî ve iktisadî alanlarda ahde vefasızlık olarak nitelenmiştir. Ahde vefa konusunda Mü’minûn ve Nahl sûrelerinde detay sunmuştuk. Cennette cinsiyetin bulunmadığı hakkında da Vâkıa sûresi'nde detaylı bilgi vermiştik.[9]

28. Siz Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? Oysa siz ölüler idiniz de sizlere O, hayat verdi. Sonra O, sizleri öldürecek, sonra canlandıracaktır. Sonra da Kendisine döndürüleceksiniz.

29. O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratandır. Sonra da O, semaya istiva etti [egemenlik kurdu]; onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi en iyi bilendir.

Bu âyetlerde insanlığa, Siz Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? Oysa siz ölüler idiniz de sizlere O, hayat verdi. Sonra O, sizleri öldürecek, sonra canlandıracaktır. Sonra da Kendisine döndürüleceksiniz. O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratandır. Sonra da O, semaya istiva etti [egemenlik kurdu]; onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi en iyi bilendir şeklinde bir soru yöneltilerek Allah'ı inkâr etmenin imkânsızlığı ve müşriklerin Allah'ın nimetlerini yanlış yolda kullandığı ortaya konulmuştur.

29. âyetteki ifadeler 28. âyetle ilişkilendirildiğinde, Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı ifadesinden, “bunlarla daha iyi, daha rahat ve daha çok kulluk yapasınız diye yarattı, bunları kötü yollarda tüketesiniz diye yaratmadı” anlamına ulaşılır. Bu anlamı şu âyetlerde görüyoruz:

Ey insanlar! Takvâlı davranasınız diye sizi ve sizden öncekileri yaratan, yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yapan, gökten su indirip de onunla sizin için rızık olarak ürünlerden çıkaran Rabbinize kulluk edin. Artık siz de, bile bile Allah'a ortaklar koşmayın. (Bakara/21-22)

Ve O, göklerde ve yeryüzünde bulunan her şeyi Kendinden sizin hizmetinize vermiştir. Şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için âyetler vardır. (Câsiye/13)

Hayvanları O yaratmıştır. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok faydalar vardır. Siz onlardan bir kısmını da yersiniz. (Nahl/5)

Allah'ın evreni yaratması ile ilgili Kur’ân'da yüzlerce âyet mevcuttur:

De ki: “Siz yeryüzünü iki günde [evrede] yaratanı gerçekten inkâr edip duracak mısınız? Bir de O'na eşler koşuyorsunuz! O, âlemlerin Rabbidir.” Ve O, onun [yeryüzünün] içinde sabit dağlar yarattı. Orada bereketler meydana getirdi. Orada araştırıp isteyenler için eşit olarak [ayırım yapılmadan] rızıkları dört günde ayarladı. Sonra duman hâlinde bulunan göğe yerleşti/egemenlik kurdu da ona ve yeryüzüne, “İsteyerek veya istemeyerek gelin!” dedi. İkisi de, “Biz isteyerek geldik” dediler. Böylece O [Allah], onları iki günde yedi gök olmak üzere gerçekleştirdi ve her göğe kendi işini vahyetti [içine yükledi]. Biz en yakın göğü kandillerle ve korumayla süsledik. İşte bu, Azîz, Alîm'in ayarlamasıdır. (Fussilet/9-12)

De ki: “Allah sizi diriltir. Sonra sizi O öldürür, sonra da kendisinde şüphe olmayan kıyâmet gününde bir araya toplayacaktır. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar. Göklerin ve yeryüzünün mülkü de sadece Allah'ındır. Sâ‘at'in kopacağı gün; işte o gün, bâtıla sapanlar zarara uğrayacaklardır.” (Câsiye/26-27)

Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz yoksa gök mü? Onu [göğü], O [Allah] yaptı; boyunu yükseltti sonra da onu düzene koydu, gecesini kararttı ve kuşluğunu [ışığın parlaklığını] çıkarttı. Ve ondan sonra, sizin ve hayvanlarınız için bir faydalanma olmak [yararlanmak] üzere yeryüzünü döşedi; ondan [yeryüzünden] suyunu ve otlağını çıkardı, dağları da sabitledi [demirledi; sağlam bir şekilde yerleştirdi]. (Nâzi‘ât/27-33)

Ve şu kâfir olan kimseler, gökler ve yer bitişik bir hâlde idi de Bizim onları [o ikisini] ayırdığımızı ve hayatı olan her şeyi sudan kıldığımızı görmediler mi? Buna rağmen hâlâ inanmıyorlar mı? (Enbiyâ/30)

Bu âyette dikkat çeken bir başka nokta da, Oysa siz ölüler idiniz de sizlere O, hayat verdi. Sonra O, sizleri öldürecek, sonra canlandıracaktır. Sonra da Kendisine döndürüleceksiniz ifadesidir. Bununla ilgili Mü’min ve Mülk sûrelerinde detaylı bilgi verilmişti.[10] Kısaca ifade etmek gerekirse, burada bahsi geçen ilk ölüm hâli, insanın ilk toprak [cansız madde] hâlidir.

O, hanginizin amelce daha iyi-güzel olduğunu sınamak için ölümü ve hayatı yarattı. O, azîz'dir, gafûr'dur. (Mülk/2)
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla