Tekil Mesaj gösterimi
Alt 4. March 2010, 12:31 AM   #10
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

موت [MEVT/ÖLÜM]

Mevt sözcüğü, genellikle hakikat anlamıyla ele alındığından, ortaya makul olmayan anlamlar çıkmaktadır. Klasik lügat kaynaklarında bu sözcük hakkında bilgileri buluyoruz:

موت[mevt/ölüm], “hayat”ın karşıtıdır. Mecâzen mevt [ölüm], “sükun” [sakinlik, hareketsizlik] demektir. Hareketsiz her şey için, “o öldü” denir. Rüzgâr dindiğinde, “rüzgâr öldü”; şarabın kaynayıp köpürmesi bittiğinde, “şarap öldü”; kişi uyuklayıp kendinden geçtiğinde, “kişi öldü”; ateşin alevi, dumanı ve koru kalmadığında, “ateş öldü”; su toprakta kaybolduğunda, “su öldü” denir.

Ve denilmiştir ki ölüm, Arap dilinde “sükûn” üzerine ıtlak olunur. Yoksulluk, zillet, dilencilik, yaşlılık, câhillik gibi düşkünlük, sıkıntılı, mutsuz hâller de ölüm olarak ifade edilir. Bu anlamlar için şu âyetlere bakılabilir: Fâtır/9; Zuhruf/11; Ankebût/50; Meryem/53; Rûm/19, 52; Neml/8; İbrâhîm/17; Zümer/42 ve En‘âm/60, 122.[26]

Konumuz olan âyette zikredilen mecâzî ölüm ve dirilme olgusu, her zaman olan ve olabilecek hâdiselerdendir:

Kendileri binlerce kişi iken ölüm korkusuyla yurtlarından çıkan, sonra da Allah'ın kendilerine “Ölün!” deyip, sonra da kendilerine bir hayat verdiği kimseleri görmedin mi? Şüphesiz Allah, insanlara karşı bir lütuf sahibidir. Velâkin insanların pek çoğu şükretmiyorlar. (Bakara/243)

56-57. âyetlerdeki, Sonra Biz, şükredesiniz diye sizi ölümünüzün ardından dirilttik. Ve üstünüze o bulutu gölge yaptık ve üzerinize kudret helvası ve bıldırcın/bal indirdik. Ve size verdiğimiz rızıkların hoş olanlarından yiyin ifadesinden anlaşıldığına göre onlara, kendilerini çölün cehennem gibi kavurucu sıcağından koruyan gölgelik bulutlar ve yağmur gönderilmişti. Yağmur ve bulut sayesinde rahatlamışlar ve moralleri düzelmişti. Böylece hem uygun yiyeceklere, hem de huzurlu bir yaşam ortamına kavuşmuşlardı. Bu olay, A‘râf ve Tâ-Hâ sûrelerinde yer almıştı:

Ve Biz onları on iki torun ümmete [liderleri olan oymak topluluğa] ayırdık. Ve kavmi kendisinden su istediği zaman Mûsâ'ya, “Asan ile taşa vur” diye vahyettik. Hemen o taştan on iki pınar kaynayıp akıverdi. Halkın her biri su alacağı yeri iyice öğrendi. Ve bulutu da üzerlerine gölge yaptık. Onlara kudret helvası ve bal/bıldırcın indirdik; size rızık olarak ihsan ettiğimiz nimetlerin temizinden yiyiniz! Onlar Bize zulüm yapmadılar, kendi kendilerine zulmediyorlardı. Ve bir zaman onlara, “Şu kente yerleşin ve oradan dilediğiniz şeyleri yiyin ve ‘Hıtta’ [günahlarımızı bağışla]! deyin ve secde ederek [teslim olmuş olarak] kapıdan girin. Biz suçlarınızı bağışlayacağız, iyilere arttıracağız” denilmişti. Sonra onların içinden bir kısım zâlimler, sözü, kendilerine söylenenden başka söze değiştirdiler. Biz de zâlimlik ettiklerinden dolayı üzerlerine gökten bir ceza gönderiverdik. (A‘râf/160-162)

Ey İsrâîloğulları! Sizleri düşmanınızdan kurtardık ve dağın sağ yanında size söz verdik/dağın sağ yanını size buluşma yeri olarak belirledik. Üzerinize de kudret helvası ve bıldırcın/bal indirdik. –Sizi rızıklandırdığımız şeylerin temizlerinden yiyin ve bunda aşırı gitmeyin, sonra üzerinize gazabım iner. Kimin üzerine de gazabım inerse, muhakkak o iner [düşer, mahvolur]. Ve şüphe yok ki Ben, tevbe eden, iman edip sâlihi işleyen, sonra da hakk yolu bulan kimse için çok bağışlayıcıyım.– (Tâ-Hâ/80-82)

Burada nakledilen olaylar, Kitab-ı Mukaddes'te de [Çıkış; 24:9-11, 33:18-23, 16; 1:7-9, 31-32, Yesu 5:12, Sayılar; 11:7-9, 31-32] yer almaktadır.

58. Ve hani bir zamanlar Biz, “Şu kente girin de onun nimetlerinden dilediğiniz şekilde bol bol yiyin. O kapıdan da secde ederek [teslim olarak; onlara teb’a olarak, taşkınlık, zulüm yapmadan] girin ve ‘Hıtta’ [bizi bağışla]! deyin ki, size, hatalarınızı mağfiret ediverelim, iyilik-güzellik yapanlara nimetlerimizi daha da arttıracağız” demiş idik.

59. Bunun üzerine o zulmeden kimseler, sözü, kendilerine söylenildiğinden başka bir şekle değiştirdiler. Biz de yapmış oldukları fâsıklıkları karşılığında o zâlimlerin üstüne gökten bir azap indirdik.

Bu âyetlerde de, Mûsâ ve kavmi arasındaki geçmiş olaylardan bir kesit, Medîne Yahudilerine hatırlatılarak uyarı ve davete devam edilmektedir.

Allah İsrâîloğulları'ndan, bir kente girip oranın teb’ası olarak nimetlerden bolca istifade etmelerini, “Hıtta!” diyerek bağışlanma dilemelerini emretmiş; onlar ise “hıtta” sözünü değiştirip başka bir forma sokmuşlar. Bundan dolayı da cezalandırılmışlardır.

Kur’ân'da bu kentin neresi ve kapının hangi kapı olduğu bildirilmez. Kentin Kudüs, kapının da bugün Bab-ı Hıtta diye bilinen kapı olduğu kabul edilebilir. Merhum Mevdûdî bu hususta şu açıklamayı yapmıştır:

Şehrin adı henüz belirlenememiştir. Bu olay, İsrâîloğulları, Sina Yarımadası ile Kuzey Arabistan arasında gezindiği sırada meydana geldiği için, büyük bir ihtimalle oralarda bir şehir olması gerekir. Ürdün'ün doğusunda, Erina şehrinin tam karşısında Şittim olması da muhtemeldir. Kitab-ı Mukaddes'e göre İsrâîloğulları Hz. Mûsâ'nın (a.s) son yıllarında bu şehri fethettiler ve sefahate düştüler. Sonunda Allah onlara veba şeklinde bir azap gönderdi ve içlerinden 24.000 kişi öldü.[27]

İsrâîloğulları'nın “hıtta” sözünü nasıl değiştirdikleri hususunda da birçok tahmin yapılmıştır. Buna göre onlar حطّة[hıtta] yerine, حنطة[hınta/buğday] veya “hıttâ sümâsa” [kırmızı buğday] demişlerdir. Böylece onlar yine çıkarlarını kulluğun önüne geçirmişlerdir.

Bu kesit Mâide sûresi'nde şöyle verilir:

Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı mukaddes [temizlenmiş] toprağa girin, geriye dönmeyin, yoksa kayba uğrayanlar olarak dönersiniz. Onlar, “Ey Mûsâ! Şüphesiz orada zorba bir toplum var. Onlar oradan çıkmadıkça da biz oraya asla girmeyiz. Şâyet onlar, oradan çıkarlarsa, şüphesiz biz de artık girenleriz” dediler. Korkanlardan ve Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki adam dedi ki: “Onların üzerlerine kapıdan girin. İşte, oradan girerseniz şüphesiz siz gâlip olanlarsınız. Eğer inanıyorsanız da yalnızca Allah'a tevekkül edin.” Onlar [Mûsâ'nın kavmi], “Ey Mûsâ! Onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Artık sen ve Rabbin gidin de savaşın. Şüphesiz biz burada oturanlarız” dediler. O [Mûsâ], “Rabbim! Ben, kendimle kardeşimden başkasına mâlik değilim [söz geçiremiyorum]. Artık bizimle bu fâsıklar toplumunun arasını ayır” dedi. O [Allah] dedi ki: “Artık o [mukaddes arz] onlara kırk sene harâm kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. O nedenle sen o fâsık kavim için tasalanma!” (Mâide/21-26)

Bu kesit, A‘râf sûresi'nde şöyle yer almıştı:

Ve bir zaman onlara, “Şu kente yerleşin ve oradan dilediğiniz şeyleri yiyin ve ‘Hıtta’ [günahlarımızı bağışla]! deyin ve secde ederek [teslim olmuş olarak] kapıdan girin. Biz suçlarınızı bağışlayacağız, iyilere arttıracağız” denilmişti. Sonra onların içinden bir kısım zâlimler, sözü, kendilerine söylenenden başka söze değiştirdiler. Biz de zâlimlik ettiklerinden dolayı üzerlerine gökten bir ceza gönderiverdik. (A‘râf/161-162)

Bu kesit Kitab-ı Mukaddes'te de [Sayılar, 25:1-9] yer alır.

60. Ve hani bir zamanlar Mûsâ, kavmi için su istemişti de, Biz, “Asan ile taşa vur!” demiştik. Bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmıştı. Her kısım insan kendi su alacağı yeri kesinlikle öğrendi. –Allah'ın rızkından yiyin, için ve bozgunculuk yaparak yeryüzünde taşkınlık yapmayın.–

Bu âyette de geçmiş İsrâîloğulları'nın hayatından bir başka kesit aktarılmaktadır. İsrâîloğulları'nın çölde susuzluk çektiği bir dönemde Mûsâ kavmi için su istemişti. İsteğini kabul eden Allah kendisine, asasını belirli bir taşa vurmasını emretti. Asasını taşa vurunca, taştan, Yahûdi kabilelerinin sayısınca pınar fışkırdı.

Malumdur ki Allah, mucizeleri toplumların en ileri oldukları sahalarda yaratmaktadır. Araplarda Beyan ilmi [edebiyat] çok ileri olduğundan Kur’ân Rasûlullah'a edebî bir mucize olarak verildi. Mısır'da sihir çok geliştiğinden Mûsâ'ya –sihrin gücünü aşması, sihirbazları aciz bırakması için– asâ mucizesi verildi.

Âyette zikri geçen kaya, bugün de, Sina Dağı yakınlarında üzerinde 12 deliğiyle görülmektedir. Kayadan 12 pınarın fışkırması, İsrâîloğulları'nın 12 kabile olması sebebiyle aralarında su kavgası olmaması için olsa gerektir.

Yahûdiler, Ya‘kûb'a nisbetle “İsrâîloğulları” diye anılır ve Ya‘kûb'un 12 oğlunun soyu olarak bilinirler. Bu soylar, ileride “esbât” diye de zikredilecektir.

61. Ve hani bir zamanlar siz, “Ey Mûsâ! Biz tek yemeğe asla sabredemeyiz, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” demiştiniz. O [Mûsâ] da size, “O üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/Mısır'a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır” demişti. Ve üzerlerine zillet ve meskenet damgalandı ve nihâyet Allah'tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş olmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir.

Bu âyette de İsrâîloğulları'nın hayatından Mûsâ dönemine ait utanç verici başka bir kesit aktarılmıştır.

İsrâîloğulları, Mûsâ'ya, Ey Mûsâ! Biz tek yemeğe asla sabredemeyiz, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın demişler. Mûsâ da kendilerine, O üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/Mısır'a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır diye cevap vermiştir.

Mûsâ'nın bu cevabı, kavmine bir azar mahiyetinde olup onlara, “Mısır'a gidip köleliğe, onursuz hayata geri dönün. O hayat düzeni içinde mercimek, sarımsak, soğan, kabak ve benzeri şeyleri bol bol yersiniz. Siz onurlu ve özgür olmayı istemiyorsunuz” demek istemiştir.

Daha sonra İsrâîloğulları, kendilerine gönderilen peygamberleri hakksız yere öldürmeleri, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri sebebiyle zillet ve meskenete maruz kaldılar, Allah'ın gazabına uğradılar.

Bu konuya Kur’ân'da başka sûrelerde de değinilmiştir:

Şüphesiz Allah'ın âyetlerini inkâr edenler ve hakksız yere peygamberleri öldürenler, insanlardan hakkların verilmesini emreden kimseleri öldürenler… Hemen bunları acıklı bir azapla müjdele! (Âl-i İmrân/21)

Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine alçaklık damgası vurulmuştur. Ve Allah'ın ipine ve insanların ipine bağlı kalanlar hariç onlar Allah'ın hışmına uğradılar ve üzerlerine de miskinlik vurulmuştur. Bu, onların Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş olmaları ve hakksız yere peygamberleri öldürmeleri sebebiyledir. Bu, isyan etmiş ve haddi de aşmış olmaları nedeniyledir. Hepsi bir değildirler. Kitap Ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir ümmet [önderi olan topluluk] vardır ki onlar, gecenin saatlerinde secde ederek Allah'ın âyetlerini okurlar. Allah'a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle yarışırlar. Ve işte onlar iyi insanlardandırlar. (Âl-i İmrân/112-113)

Derken, halkın arasındaki yabancılar başka yiyeceklere özlem duymaya başladılar. İsrâîlliler de yine ağlayarak, “Keşke yiyecek biraz et olsaydı!” dediler, “Mısır'da parasız yediğimiz balıkları, salatalıkları, karpuzları, pırasaları, soğanları, sarmısakları anımsıyoruz. Şimdiyse yemek yeme isteğimizi yitirdik. Bu man'dan başka hiçbir şey gördüğümüz yok.” Man, kişniş tohumuna benzerdi, görünüşü de reçine gibiydi. Halk çıkıp onu toplar, değirmende öğütür ya da havanda döverdi. Çömlekte haşlayıp pide yaparlardı. Tadı zeytinyağında pişirilmiş yiyeceklere benzerdi. Gece ordugaha çiy düşerken, man da birlikte düşerdi.[28]

Kitab-ı Mukaddes'e göre İsrâîloğulları'nın târihi, öldürme ve eziyet olayları ile doludur: II. Târihler, 16:1-14; I. Krallar, 19:1-10; I. Krallar, 22:26-27; II. Târihler, 24:20-21; Yeremya, 15:10; Yeremya, 18:20-23; Yeremya, 20:1-18; Yeremya, 20:36-40; Matta, 23:37; Markos, 6:17-29; Matta, 27:22-26.

İsrâîloğulları'nın maruz kaldığı zillet ve meskenet Mâide sûresi'nde açıklanmıştır:

O [Allah] dedi ki: “Artık o [mukaddes arz] onlara kırk sene harâm kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. O nedenle sen o fâsık kavim için tasalanma!” (Mâide/26)

62. Şüphesiz şu, iman etmiş kişiler, Yahûdileşmiş kişiler, Nasrâniler ve Sâbiîler; her kim Allah'a ve âhiret gününe iman eder ve sâlihi işlerse, artık Rabb'leri katında bunlar için ecirleri vardır. Bunlara bir korku yoktur. Bunlar mahzun da olmayacaklar.

Bu âyet, birinci planda, Yahûdilerin iman ve amelleri ne olursa olsun, ebedî kurtuluşun tekellerinde olduğu hususundaki yanlış inançlarını reddetmekedir. Çünkü onlar, kendilerinin Allah'la özel bir ilişkileri olduğunu, inançları ne olursa olsun sadece İsrâîloğulları'ndan olmaları nedeniyle doğruca cennete gideceklerine ve diğer insanların ise cehenneme gideceklerine inanıyorlardı.

İkinci planda, bu âyetin mesajı evrensel olup tüm kitle ve zamanlara yöneliktir. Burada zikri geçen dört grup insandan; mü’min, Yahûdi, Nasrâni ve Sâbiîlerden Allah'a ve âhiret gününe iman eden ve sâlihi işleyenlere âhirette mükâfât verileceği, herhangi bir korku olmayacağı ve onların üzülmeyecekleri beyân edilmiştir.

Bunun bir benzeri de şu âyettir:

Şüphesiz şu iman etmiş kişiler, Yahûdileşmiş kişiler, Sâbiîler ve Nasrânilerden kim Allah'a ve âhiret gününe iman eder ve sâlihi işlerse, artık onlar için bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. (Mâide/69)

Âyetteki, Yahûdileşmiş kişiler ifadesi ile “Yahûdiler” kasdedilmektedir. Yahûdilere bu ismin verilmesi, iki şekilde açıklanabilir:

A) Bu, “Ya‘kûb'un en büyük oğlu olan “Yehûda”ya mensup olanlar, onun soyundan gelenler, onun izinden yürüyenler” demek olabilir.

B) Bu isim, “tevbe etti” anlamındaki hâde fiilinden türemiştir. Ve Yahûdiler altına tapma, aşırı çıkarcı olma ve daha birçok yanlıştan tevbe ettikleri için bu isimle isimlenmiş olabilirler.

Âyetteki, Nasrâniler ifadesi ile de, “Îsâ'nın ashâbı ve Hristiyanlar” kasdedilmiştir. Onlara bu ismin verilmesi de iki şekilde açıklanabilir:

a) Bu sözcük, “yardım etmek” anlamındaki nasara'dan gelebilir. Bu ismin verilmesi birbiriyle yardımlaşmalarındandır. Onlara aynı zamanda ensâr [yardımcılar] ismi de verilir:

Sonra Îsâ, onlardan inkârcılıklarını sezince, “Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?” dedi. Havariler, “Allah'ın yardımcıları biziz; biz, Allah'a iman ettik, bizim şüphesiz müslimler olduğumuza tanık ol” dediler. (Âl-i İmrân/52)

Ey iman etmiş kişiler! Allah'ın yardımcıları olun; nitekim Meryem oğlu Îsâ, havarilere, “Allah'a benim yardımcılarım kimdir?” demişti. Havariler, “Allah'ın yardımcıları biziz” dediler. Sonra İsrâîloğulları'ndan bir zümre inandı, bir zümre inkâr etti. Sonra da Biz, inanmış kimseleri, düşmanlarına karşı destekledik de onlar, üstün geldiler. (Saff/14)

b) Nasârâ isminin verilmesi, Îsâ peygamber ve ilk taraftarlarının, “Nasıra” denilen bir yerde oturmalarındandır. Sözcüğün anlamı, “Nasıralılar” demektir.

SÂBİÎLER

Âyetlerde bir de, الصّابئين'den [sâbiîn'den/sâbiîlerden] söz edilmektedir. Bunların kimliği ötedenberi tartışmalıdır. Bu hususta klasik kaynaklardaki açıklamalar şu şekildedir:

1) Mücâhid ve Hasan Basrî, bunların kestikleri hayvanlar yenilmeyen ve kadınları ile evlenilmeyen Mecûsî ve Yahûdilerden olan bir tâife olduğunu söylemişlerdir.

2) Katâde, bunların meleklere tapan ve hergün beş kere güneşe doğru ibâdet eden kimseler olduğunu söylemiş; sözüne devamla şöyle demiştir: “Beş türlü din vardır. Dördü şeytânın, biri Allah'ın dinidir. Meleklere tapan Sâbiîlerin, ateşe tapan Mecûsilerin, putlara tapan müşriklerin ve Ehl-i Kitab'ın dini şeytânın dinidir.

3) Doğruya en yakın olan bu görüşe göre, Sâbiîler, yıldızlara tapan bir tâifedir. Sâbiîlerin bu hususta iki değişik görüşleri vardır:

A) Kâinatın yaratıcısı Cenâb-ı Allah'tır. Ancak O, bu yıldızlara tazim edilmesini ve onların ibâdet, duâ ve tazim için kıble kabul edinilmesini emretmiştir.

B) Allah felekleri ve yıldızları yaratmıştır. Fakat, âlemdeki hayır, şerr, sıhhat ve hastalık gibi şeyleri idare eden, düzenleyen ve yaratan bu yıldızlardır. Bundan dolayı insanların, onlara tazim etmesi gerekir. Çünkü bunlar âlemi idare eden ilâhlardır. Hem bu yıldızlar da Cenâb-ı Hakk'a ibâdet ederler. Bu mezheb, Hz. İbrâhîm'in (a.s) itikadlarını reddetmek ve iptal etmek için geldiği, Keldânilere âit bir mezhebdir.[29]

Sâbiîler; Mecûsîler, Yahûdiler ve Hristiyanlar arasında bir kavim olup dinleri yoktur. İbn Ebî Nûceyh de böyle rivâyet eder. Keza Atâ ve Sa‘îd ibn Cübeyr'den de böyle rivâyet edilmiştir. Ebu'l-Âliye, Rebî ibn Enes, Süddî, Câbir ibn Zeyd ve Dahhâk, Sâbiîlerin Ehl-i Kitabtan bir fırka olup Zebur'u okuduklarını söyler.

Heşîm Mutraf'tan nakleder ki o şöyle demiş: “Biz Hakem ibn Uteybe'nin yanında bulunuyorduk. Basralının biri Hasan'dan nakletti ki o, Sâbiîlerin Mecûsîler gibi olduğunu söylemiş. Hakem, ‘Ben size bunu haber vermedim mi?’ demişti.”

Abdurrahmân ibn Mehdi de Muâviye ibn Abdulkerîm'den nakletti ki o şöyle demiş: Ben işittim ki Hasan, Sâbiîleri anlatıyordu. “Onlar, meleklere tapınan bir kavimdiler” dedi.

Ebû Ca‘fer er-Râzî dedi ki: “Bana ulaştığına göre Sâbiîler meleklere tapınan, Zebur'u okuyan ve kıbleye doğru ibâdet eden bir kavim imiş. Sa‘îd ibn Arûbe, Katâde'den aynı şekilde rivâyet eder.

İbn Ebû Hatim der ki: Bana Yûnus... Ebû Zenâd'dan nakletti ki o şöyle demiş: “Sâbiîler Irak'ın ötesinde bir kavim olup Kûsâlıdırlar, bütün peygamberlere inanırlar ve her yıl otuz gün oruç tutarlar, Yemen'e doğru günde beş vakit namaz kılarlar.”

Vehb ibn Münebbih'e, “Sâbiîler kimdir?” diye sorulduğunda, o “Allah'ı bir olarak tanıyan, fakat amel edecekleri bir şeriatı bulunmayan ve küfür sözü söylemeyenlerdir” demiştir.[BLOK

Abdullah ibn Vehb der ki: Bana Abdurrahmân ibn Zeyd şöyle dedi: “Sâbiîler dinlerden bir dinin mensubudurlar. Onlar Musul el-Cezire'sinde bulunurlardı ve ‘lâ ilâhe illallâh’ derlerdi. Ancak ne amelleri, ne kitapları, ne de peygamberleri vardı. Sadece Allah'tan başka ilâh bulunmadığını kabul ederlerdi.”

Abdurrahmân ibn Zeyd dedi ki: “Onlar bir peygambere de inanmazlar, bunun için müşrikler Hz. Peygamber ve arkadaşlarına, ‘Bunlar Sâbiîlerdir’ diyorlardı.” Yani, Allah'dan başka ilâh olmadığını söyledikleri için onlara benzetiyorlardı.

Sözlerin en açığı –Allah en iyisini bilir– Mücâhid ve onun ardından gidenlerden Vehb ibn Münebbih'in sözüdür ki buna göre; Sâbiîler ne Yahûdi, ne Hristiyan, ne Mecûsî ne de müşrik olan bir kavimdir. Onlar kendi fıtratları üzere oldukları gibi kalmışlardır. Tâbi olup uyguladıkları bir dinleri yoktur. Bunun için Araplar, müslüman olanlara Sâbiî ismini veriyorlardı. Yani, o gün yeryüzünde mevcûd olan dinlerden dışarı çıkmışlar, diyorlardı. Bazı ilim adamları da dediler ki: “Peygamber'in çağrısının kendisine ulaşmadığı kimselerdir.”[30]

Mücâhid, Hasan ve İbn Ebî Necih de der ki: “Bunlar dinleri Yahûdilik ve Mecûsilikten meydana gelmiş bir topluluktur, kestikleri yenmez.”

İbn Abbâs da, “Onların kadınlarıyla da evlenilmez” demiştir.

Yine el-Hasen ve Katâde şöyle demiştir: “Bunlar meleklere tapan, kıbleye doğru namaz kılan, Zebur'u okuyan ve beş vakit namaz kılan kimselerdir.”

Ziyad b. Ebû Süfyân bunları görmüş ve onların meleklere taptıklarını öğrenince üzerlerinden cizyeyi kaldırmak istemiştir.

İlim adamlarımızın anlattıklarına göre, görüşlerinin hülasası şudur: Bunlar muvahhid kimselerdirler, bununla birlikte yıldızların etkisine ve faal olduklarına inanırlar. Bundan dolayı Ebû Sa‘îd el-İstahrî hakklarında soru soran, el-Kâdir Billâh'a kâfir olduklarına dair fetva vermiştir.[31]

Sâbiîler, Yahûdilik ile Hristiyanlık arasındaki tek tanrılı bir dinî grup olarak bilinmektedir. İsimleri (bu isim, “kendini (suya) daldırdı” anlamındaki Ârâmîce tsebha‘ fiilinden türetilmiştir), onların Hz. Yahyâ'nın takipçileri olduklarına işaret etmektedir, ki bu durumda, bugün hâlâ Irak'ta yaşayan ve Mandeliler diye tanınan bir topluluğa mensup olabilirler. Ancak onları, İslâm'ın ilk çağlarında mevcut olan ve Müslümanlarca bütün tek tanrılı din sâliklerine tanınan avantajları elde etmek için gerçek Sâbiîlerin ismini bilinçli olarak kabullenmiş olmaları muhtemel bir irfânî/bilinirci [gnostic] mezhep olan “Harran Sâbiîleri” ile karıştırmamalıyız.[32]

Biz bu konuya sözcüğün anlamından hareket ederek yaklaşmayı tercih ediyoruz:

صبئين[sabiîn] sözcüğü, “devenin, davarın tırnağının, çocuğun dişinin çıkması, yıldızın doğması anlamlarını ifade eden ص ب ا[s-b-e] kökünden türemiş, çoğul ism-i fâil olup, anlamı “çıkanlar” demektir. Bunlar kendilerinin Nûh peygamberin dini üzere olduklarını kabul eden bir topluluktur. Sıhah'ta ise bunların Ehl-i Kitaptan oldukları, kuzey yönünü kıble edindikleri yer alır. Tehzib'de Leys'in, bunların Hristiyanlara benzedikleri, yalnız güneyi kıble edindikleri ve bunların Nûh dini üzere olduklarına inandıkları, ama yalancı olduklarını söylediği yer alır. Rasûlullah zamanında, Müslüman olanlara Mekkelileler قد صبأ[qad sabe’e/bir dinden başka bir dine geçti] derlerdi. Ebû İshâk ez Zeccâc, Kur’ân'daki Sâbiîlerin, “bir dinden başka bir dine geçenler” olduğunu söylemiştir. Araplar Rasûlullah'ı da Kureyş'in dinini terkedip İslâm'a girdiği için Sâbiî ismini takmışlardı.[33]

Bu açıklamalardan sonra vardığımız kanaat şudur: Bunlar, Allah'ın lütfuna mazhar olmaları hasebiyle şirkten uzak bir gruptur. Hristiyan, Yahûdi ve mü’minlerden ayrı bir grup olarak sayıldıklarından bunların, Rasûlullah'ı tanımayan-bilmeyen bir grup olduğu anlaşılıyor.

Bizce bunlar, akıllarıyla Allah'ın varlığı-birliği ve âhiret hakikatine ulaşan, fakat kendilerine elçi ve vahiy ulaşmayan “doğal dindarlar”dır.

63. Hani bir zamanlar Biz, Tûr'u/dağı da üstünüze kaldırdık ve sizden mîsâkınızı [sağlam bir sözü] almıştık: “Takvâlı olmanız için verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun ve içindekileri hatırınızdan çıkarmayın!”

64. Sonra siz, bundan sonra yüz çevirdiniz. İşte eğer üzerinizde Allah'ın lütfu ve rahmeti olmasa idi kesinlikle siz zarara uğrayanlardan olmuştunuz.

65. Ve siz içinizden sebtte [ibâdet gününde] sınırları aşan kimseleri de elbette bilirsiniz. İşte bundan dolayı onlara, “Sefil maymunlar olun!” dedik.

66. Sonra da onu [aşağılık maymunluğu], önlerindekilere [çağdaşlarına] ve sonrakilere müthiş bir ders ve muttakiler için bir mev’ize [nasihat, öğüt] kıldık.

Bu âyet grubunda da İsrâîloğulları'na ait –Medîne Yahûdilerinin de çok iyi bildiği– târihî kesitler, ibret ve uyarı için nakledilmiştir.

TÛR

Tûr sözcüğü ile ilgili Tîn ve Meryem sûrelerinde yaptığımız açıklamayı burada da sunuyoruz:

الطّور [et-tûr] sözcüğünün aslı, “temel” demektir. Araplar evin temelineطور الدّار [tavaru'd-dar] derler. Ancak bu sözcük, evin üzerine yapıldığı ilk temeli kapsadığı gibi, apartman katlarından her birinin başlangıcı anlamındaki ara temeli [tavr] de kapsar. Nitekim Türkçe'de “kademe, aşama” sözcükleriyle ifade edilen طور [tavr] sözcüğü, وقد خلقناكم اطوارا [ve qad haleqnâkum etvara/sizi aşama aşama yarattık] (Nûh/14) âyetinde de bu anlamda kullanılmıştır.

Temel anlamı ekseninde “kaya” ve “ağaç” için kullanılan tûr sözcüğü, daha sonra “dağ” anlamında kullanılmaya başlanmış ve bu anlamıyla daha meşhur olmuştur. Sözcüğün bu yöndeki gelişimine uygun olarak araştırmacıların bir kısmı tûr sözcüğünün genel anlamda “dağ” demek olduğunu söylemişler, bir kısmı ise Mûsâ peygamberin vahiy aldığı özel dağın adı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Gerçekten de tûr sözcüğü, Kur’ân'da yer aldığı âyetlerde Mûsâ peygamberin vahiy aldığı özel dağın adı olarak kullanılmıştır (Bakara/63, 93; Nisâ/154; Meryem/52; Tâ-Hâ/80; Mü’minûn/20; Kasas/29, 46; Tûr/1 ve Tîn/2).

Bizce de Mûsâ peygambere Allah tarafından ilk hitabın yapıldığı dağın adı olan Tûr, Sina, Sena gibi sözcüklerle birleştirildiğinde “Sina Dağı” anlamına gelir.

“SEBT” GÜNÜ

Halk arasında “Cumartesi günü” olarak bilinen sebt günü, insanların günlük yaşamları ile ilgili [dünyevî] işlerini bir tarafa bırakıp bunları hiç düşünmeden, sadece Tanrı'nın sözlerini dinledikleri ve bunları derin derin düşünmeye vakit ayırdıkları, dolayısıyla hem bedenlerini hem de rûhlarını dinlendirdikleri gündür. İsrâîloğulları'ndan haftanın bir gününü mutlaka kulluk için ayırmaları istenmişti. Onlar bir müddet bunu uyguladılar. Daha sonra o günlerde de çıkar sağlama yolunu tercih ettiler.

İsmi “Şabat Günü” olarak geçen “sebt günü” hakkında Kitab-ı Mukaddes'te ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Biz onları A‘râf sûresi'nin tahlilinde vermiştik.[34]

Bu pasajda nakledilen olaylar, Kur’ân'da birkaç kez tekrarlanmıştır. Kitab-ı Mukaddes'te de detay verilir.

Ve söz vermeleri nedeniyle Tûr'u [dağı] üzerlerine kaldırdık. Ve onlara, “O kapıdan secde ederek girin” dedik. Yine onlara, “İbâdet gününde sınırları aşmayın” dedik ve onlardan sağlam bir söz aldık. (Nisâ/154)

Derken onlardan sonra bir nesil gelip onların yerlerine geçti. Kitab'a mirasçı oldular. (Onlar) bu dünyanın değersiz kazanımlarını alırlar, “Bize ileride mağfiret olunur” diyorlardı. Kendilerine ona benzer değersiz bir meta gelirse, onu da alıyorlardı. –Allah'a karşı hakktan başkasını söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın teminatı alınmadı mı? Hâlbuki onda olanı ders etmişlerdi [okuyup öğrenmişlerdi]. Âhiret yurdu takvâ sahipleri için daha hayırlıdır. Hâlâ akletmeyecek misiniz?– Ve Kitab'a sımsıkı sarılanlara ve salâtı ikâme edenlere [sosyal yardım ve destek kurumlarını oluşturan ve ayakta tutanlara] gelince, Biz o düzeltenlerin [iyileştirenlerin] ödülünü zâyi etmeyiz. Hani bir zamanlar Biz o dağı gölgelik [şemsiye] gibi onların tepesine çekmiştik de onun üzerlerine düşeceğine inanmışlardı. –“Takvâ sahibi olmanız için size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekini hatırınızdan çıkarmayın!”– (A‘râf/169-171)

Bu olay Talmud'da şöyle anlatılır:

O Kutsal Varlık, Sina Dağı'nı büyük bir tekne gibi onların üstüne kaldırdı ve, “Tevrât'ı kabul ederseniz iyi olur, yoksa burası mezarınız olur” dedi.[35]

Üçüncü günün sabahı gök gürledi, şimşekler çaktı. Dağın üzerinde koyu bir bulut vardı. Derken, çok güçlü bir boru sesi duyuldu. Ordugahta herkes titremeye başladı. Mûsâ halkın Tanrı'yla görüşmek üzere ordugahtan çıkmasına öncülük etti. Dağın eteğinde durdular. Sina Dağı'nın her yanından duman tütüyordu. Çünkü Rabb dağın üstüne ateş içinde inmişti. Dağdan ocak dumanı gibi duman çıkıyor, bütün dağ şiddetle sarsılıyordu. Boru sesi gitgide yükselince, Mûsâ konuştu ve Tanrı gök gürlemeleriyle o'na yanıt verdi. Rabb Sina Dağı'nın üzerine indi, Mûsâ'yı dağın tepesine çağırdı. Mûsâ tepeye çıktı. Rabb, “Aşağı inip halkı uyar” dedi, “sakın beni görmek için sınırı geçmesinler, yoksa bir çoğu ölür. Bana yaklaşan kâhinler de kendilerini arıtsınlar, yoksa onları şiddetle cezalandırırım.”[36]

Halk gök gürlemelerini, boru sesini duyup şimşekleri ve dağın başındaki dumanı görünce korkudan titremeye başladı. Uzakta durarak Mûsâ'ya, “Bizimle sen konuş, dinleyelim” dediler, “Ama Tanrı konuşmasın, yoksa ölürüz.” Mûsâ, “Korkmayın!” diye karşılık verdi, “Tanrı sizi sınamak için geldi; Tanrı korkusu üzerinizde olsun, günah işlemeyesiniz diye.” Mûsâ Tanrı'nın içinde bulunduğu koyu karanlığa yaklaşırken halk uzakta durdu.[37]

SUNAKLARA İLİŞKİN YASALAR

Rabb Mûsâ'ya şöyle dedi: “İsrâîlliler'e de ki: ‘Göklerden sizinle konuştuğumu gördünüz. Benim yanımsıra başka ilâhlar yapmayacaksınız, altın ya da gümüş ilâhlar dökmeyeceksiniz. Benim için toprak bir sunak yapacaksınız. Yakmalık ve esenlik sunularınızı, davarlarınızı, sığırlarınızı onun üzerinde sunacaksınız. Adımı anımsattığım her yere gelip sizi kutsayacağım. Eğer bana taş sunak yaparsanız, yontma taş kullanmayın. Çünkü kullanacağınız alet sunağın kutsallığını bozar. Sunağımın üzerine basamakla çıkmayacaksınız. Çünkü çıplak yeriniz görünebilir.’”[38]

65-66. âyetlerde, Ve siz içinizden sebtte [ibâdet gününde] sınırları aşan kimseleri de elbette bilirsiniz. İşte bundan dolayı onlara, “Sefil maymunlar olun!” dedik. Sonra da onu [aşağılık maymunluğu], önlerindekilere [çağdaşlarına] ve sonrakilere müthiş bir ders ve muttakiler için bir mev’ize [nasihat/öğüt] kıldık ifadeleriyle İsrâîloğulları'na özel uyarılar yapılmaktadır. Bu uyarılar, başka âyetlerde de tekrarlanmıştır:

De ki: “Allah katında cezaya çarptırılma bakımından bunlardan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah, kimlere lânet etmiş ve gazabına uğratmışsa; kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytâna tapanlar yapmışsa, işte bunlar, mekanca kötüdür ve düz yoldan en çok sapmışlardır.” (Mâide/60)

Ey kitap verilmiş kimseler! Gelin, Biz birtakım yüzleri silip de enselerine çevirmeden yahut sebt halkını lânetlediğimiz gibi onları lânetlemeden önce yanınızda bulunanı tasdik etmek üzere indirdiğimiz bu kitaba iman edin. Ve Allah'ın emri yerine gelecektir. (Nisâ/47)

65. âyette, İşte bundan dolayı onlara, “Sefil maymunlar olun!” dedik buyurulmaktadır. Kimileri, İsrâîloğulları'nın fizikî olarak maymuna dönüştürüldüklerini ileri sürmüş ve buna dair birçok gayr-ı makul ve mesnetsiz hikaye ortaya atmışlardır.

İlim adamları, meshe uğrayan [insan iken hayvanlara, başka yaratıklara dönüştürülen] kimselerin soylarının devam edip etmediği hususunda farklı iki görüş ortaya atmıştır. ez-Zeccâc der ki: “Bir topluluk, ‘Bu maymunların onların soyundan gelmiş olması mümkündür’ demiştir.” Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî de bu görüşü tercih etmiştir. Cumhur [çoğunluk] ise şöyle der: “Mesholunanın soyu devam etmez. Maymunlar, domuzlar ve diğer hayvanlar, (İsrâîloğulları'ndan mesholunan bu kimselerden) daha önce de vardı. Ayrıca Yüce Allah'ın meshedip hilkatlerini değiştirdiği bu insanlar helak olmuş, onların geriye soyu kalmamıştır. Çünkü Allah'ın azap ve gazabı onlara gelip çatmıştır. Dolayısıyla üç günden sonra dünyada onlardan kimse kalmamıştır.” İbn Abbâs da der ki: “Mesholunan hiçbir varlık üç günden fazla yaşamış değildir. Bu süre zarfında onlar yememiş, içmemiş ve nesilleri olmamıştır.”[39]

Hâlbuki âyetin metninde, “onları maymun yaptık, maymuna çevirdik” denmeyip Sefil maymunlar olun!” dedik buyurulmaktadır k bu, çıkarcı insanların psikolojik durumlarının yansıtılmasıdır. Yani, bu tip insanların çıkar uğruna maymunlaşacağı; her türlü maskaralık ve şaklabanlığı yapacağı, Anadolu tabiriyle üç kuruş için kırk takla atacağı gerçeğine işaret edilmektedir.

67. Ve hani Mûsâ kavmine, “Şüphesiz ki Allah, size bir sığır boğazlamanızı emrediyor” demişti. Onlar, “Sen bizi alaya mı alıyorsun?” dediler. O [Mûsâ], “Ben câhillerden biri olmaktan Allah'a sığınırım” dedi.

68. Onlar, “Bizim için Rabbine dua et, o [sığır] her ne ise onu bizim için açığa koysun” dediler. O [Mûsâ], “O [Rabbim] diyor ki: ‘Şüphesiz o [sığır], pek yaşlı değil, pek körpe de değil, ikisi arası dinçtir.’ Haydi, emrolunduğunuz şeyi yapınız” dedi.

69. Onlar, “Bizim için Rabbine dua et, onun rengi ne ise onu bizim için açığa koysun” dediler. O [Mûsâ], “Şüphesiz O [Rabbim] diyor ki”: “Şüphesiz o [sığır], rengi bakanlara sürur veren, sapsarı bir inektir” dedi.

70. Onlar, “Bizim için Rabbine dua et, o nedir bizim için açığa koysun, şüphesiz ki o sığır, bize müteşâbih geldi ve biz şüphesiz Allah dilerse kesinlikle doğru yolu bulmuşlarız” dediler.

71. O [Mûsâ], “Şüphesiz O [Rabbim] diyor ki”: “O [sığır], zelil olmayan [çifte koşulmayan], arazi sürmeyen, ekin sulamayan, salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırdır.” Onlar, “İşte tam şimdi gerçeği getirdin” dediler. Sonunda onu boğazladılar. Ama neredeyse yapmayacaklardı.

Bu âyetlerde, Mûsâ ve kavmi arasında geçen bir olay müteşâbih olarak, İsrâîloğulları'nın altın tutkuları; temel karakterleri olan çıkarcılık çok farklı ve kalıcı bir anlatımla nakledilmiştir. Bu âyet, müteşâbih âyetlerin te’vîli açısından da çok güzel bir örnek teşkil etmektedir.

BAQARA

Bu sûreye adını veren ve pasajın eksenini de oluşturan بقرة[bakara] sözcüğünün kökü, “yarmak, fethetmek ve genişletmek” anlamına gelen ب ق ر[b-q-r] köküdür. Baqar, cins isim olup evcili ve vahşisi, erkeği ve dişisiyle cinse dahil olan tüm hayvanların adıdır, ki biz buna “sığır” diyoruz. Bu sözcük, “ıyal” [aile; aile efradı ve malıyla mülküyle] anlamındadır.[40]

Sığıra, genellikle toprağı sürmek sûretiyle yeri yarıp toprağı altüst ettiğinden dolayı “baqara” denildiği kabul edilir. Biz ise bu sığıra, sahiplerini zenginleştirdiğinden ve genişlettiğinden dolayı “baqara” denildiği kanaatindeyiz.

Bu pasaj, İsrâîliyâtın etkisiyle yanlış yorumlanmıştır. Âyetlerin tahliline geçmeden bu konuyla ilgili iddialara yer vermek istiyoruz:

Süddî, Hani bir de Mûsâ, kavmine, “Allah her hâlde bir sığır boğazlamanızı emrediyor” demişti... âyeti konusunda şöyle dedi: “İsrâîloğulları'ndan malı çok bir kişi vardı, onun bir kızı ve bir de muhtaç yeğeni vardı. Adam kızını yeğeniyle nikâhlamıştı. Fakat sonra kızını yeğeniyle evlendirmekten vazgeçti. Bunun üzerine delikanlı kızdı ve ‘Allah'a andolsun ki, ben amcamı öldürür, hem onun mallarını alırım, hem de kızını nikâhlar diyetini yerim’ dedi. Delikanlı adamın yanına geldi. O sırada İsrâîloğulları sıbtlarından bir kısmından tüccar gelmişti. Dedi ki: ‘Amcacığım! Benimle gel ve bu topluluğun malından bir şeyler alalım, belki onuna kâr ederim. Çünkü seni benimle görünce bana malı verirler.’ Amca delikanlıyla beraber geceleyin çıktı, ihtiyar o sıbta ulaşınca delikanlı onu öldürdü, sonra kendi ailesinin yanına döndü. Ertesi sabah amcasını arayıp onun nerede olduğunu bilmiyormuş gibi yaparak geldi. Amcasını bulamayınca ona doğru koştu ve söz konusu sıbtın amcasının çevresinde toplanmış olduğunu görünce onları muaheze ederek, ‘Amcamı öldürdünüz, onun diyetini ödeyin’ dedi. Bir yandan da ağlıyor, başına toprak serpiyor, ‘Vay amcacığım’ diye bağırıyordu. Dava Hz. Mûsâ'ya götürüldü. O da o sıbtın mensuplarına diyet hükmünü verdi. Onlar, ‘Ey Allah'ın Peygamberi! Bizim için Allah'a duâ et, suçu kim işlemişse bize bildirsin ki suçlu tutulsun. Allah'a yemin ederiz ki onun diyeti bizim için çok kolay, ama onu öldürmüş olmakla ayıplanmaktan utanıyoruz’ dediler. İşte Allah Teâlâ'nın, Hani siz bir canı öldürmüştünüz de onda şüpheye düşmüştünüz. Allah ise sizin gizlemekte olduğunuzu açığa çıkarandır... kavli buna telmihtir. Mûsâ (a.s) da kavmine, “Allah her hâlde bir sığır boğazlamanızı emrediyor” demişti. Onlar, ‘Biz senden maktul ve katili soruyoruz, sense bize sığır boğazlayın diyorsun, bizimle alay mı ediyorsun?’ dediler. Hz. Mûsâ, Ben, câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım demişti.”

İbn Abbâs der ki: “Eğer onlar bir sığır bulup da kesselerdi, bu kendileri için yeterli olacaktı, ancak onlar bu konuda şiddetli davrandıkları ve Hz. Mûsâ'yı yordukları için Allah da onlara şiddetli davrandı. Dediler ki: ‘Bizim için Rabbine duâ et de onu bize iyice bildirsin.’ Mûsâ da, “Allah, ‘O, ne çok kart, ne de çok körpedir, ikisi ortası bir sığırdır’ buyuruyor. Artık emrolunduğunuz şeyi yapın” demişti. Dediler ki: ‘Bizim için Rabbine duâ et, onun rengini bize iyice açıklasın’. O da Rabbim diyor ki: ‘O bakanları rahatlatacak sapsarı bir inektir’ demişti. Dediler ki: ‘Rabbine duâ et, bize açıkça niteliğini bildirsin. Çünkü bizce inekler hep birbirine benziyor. Allah dilerse biz elbette hidâyete erenlerden oluruz.’ Dedi ki: “Rabbim, ‘o, ne boyunduruğa koşulup arazi sürecek, ne de ekin sulayacak bir inektir, zillete uğramamıştır, bütün kusurlardan uzaktır, onun alacası da yoktur’ buyuruyor.” Onlar, ‘İşte şimdi gerçeği ortaya koydun’ dediler ve o sığırı aradılar, ama bulamadılar. İsrâîloğulları arasında babasına çok iyi davranan bir adam vardı. Adamın biri bir inci satıyordu ve onun yanından geçerken, ‘Bu inciyi 70.000'e satıyorum’ dedi. O adamın babası uyumakta olduğundan ve başının altında da anahtar bulunduğundan adam inci satana; ‘Bekle babam uyansın, onu senden 80.000'e alayım’ dedi. Adam, ‘Babanı hemen uyandır sana 60.000'e vereyim’ dedi. Tüccar her seferinde, onu onar onar düşürüyordu, nihâyet 30.000'e indi. Delikanlı da her seferinde babasının uyanmasını beklemesini ve fiyatı artıracağını söyleyerek 100.000'e çıkmıştı. Ona, bu fazla gelince, ‘Ben senden hiç bir şey almayacağıma, Allah'a and içerim’ dedi ve babasını uyandırmaktan çekindi. İşte Allah Teâlâ bu inciye mukabil olarak ona bu sığırı vermişti. İsrâîloğulları oradan söz konusu sığırı aramak için geçiyorlardı ve sığırı gencin yanında gördüler. Onu, kendilerine bir sığıra bir sığır olmak üzere satmasını istedilerse de o, buna yanaşmadı, iki sığır verdiler yine yanaşmadı, on sığıra kadar yükselttiler, o, yine vermeyince dediler ki: ‘Allah'a andolsun ki onu senden almadan bırakıp gitmeyiz.’ Onu Hz. Mûsâ'nın yanına getirdiler ve dediler ki: ‘Ey Allah'ın nebisi! Biz söz konusu sığrın bunun yanında bulduk, ama o bize vermekten kaçınıyor, hâlbuki biz ona fazlasıyla para verdik.’ Mûsâ ona dedi ki: ‘Sığırını bunlara ver.’ O da, ‘Ey Allah'ın Rasûlü! Ben, malıma daha çok lâyığım.’ Mûsâ, ‘Doğru söylersin’ dedi. Onlara da, ‘Arkadaşınızı memnun edin ve sığırın ağırlığınca altın verin’ dedi. O, yine vermekten kaçındı. Onlarsa verdikleri miktarı kat kat artırdılar ve neticede on kat altın vermeye razı oldular. Adam onlara sığırı sattı ve parasını aldı. Onlar da sığırı kestiler. Hz. Mûsâ, ‘Ondan bir parçayla adama vurun’ dedi. Onunla, adamın omuzları arasına vurulunca adam dirildi. ‘Seni kim öldürdü?’ diye sorduklarında, adam ‘Yeğenim’ dedi. Bunun üzerine yeğeni, ‘Ben onu öldürdüm ki malını alayım ve kızıyla evleneyim’ dedi. Böylece katili tutup öldürdüler.”[41]

Rivâyet edildiğine göre, Benî İsrâîl'in içinde sâlih bir zat yaşıyordu. Onun da bir buzağısı vardı. O buzağısını ormana götürdü ve “Allahım! Oğlum büyüyüp ana-babasına itaat edecek yaşa gelinceye kadar, bu buzağıyı oğlum için emanet ediyorum” dedi. İşte bu buzağı büyüdü ve ineklerin en güzeli ve besilisi oldu. Onu o yetim çocuk ile anası pazara sürdüler. O pazarda bir inek üç dinar ederken, Benî İsrâîl, bu ineği, derisini dolduracak kadar altına satın aldılar. İsrâîloğulları bu vasıfları taşıyan ineği kırk yıl aramışlardı.[42]

Bu ineğin kıssası ile ilgili birtakım rivâyetler vardır. Bunların özeti şöyledir: İsrâîloğulları'ndan bir adamın bir oğlu olur. Bunun da bir düvesi vardır. Bu düvesini bir ormanlığa bırakıp “Allahım! Ben bu düveyi Sana bu çocuk adına emanet bırakıyorum” diye dua eder ve ölür. Küçük çocuğun yaşı ilerleyince annesi ona –ki annesine karşı çok iyi davranırdı–, “Senin baban senin adına, Allah'a bir düveyi emanet vermişti, git onu al” der. Çocuk gider. İnek onu görünce onun yanına gelir. O da bu ineğin –inek evcil değildi– boynuzunu yakalar. İneği boynuzundan tutup annesine doğru götürmeye koyulur. İsrâîloğulları onu görür ve bu ineğin kesmekle emrolundukları ineğin niteliklerine sahip olduğunu farkederler. Onu satın almak üzere onunla pazarlık ettiler, ancak o onlardan oldukça yüksek bir fiyat istedi. İkrime'den rivâyet edildiğine göre, o ineğin değeri üç dinar imiş. Bunun üzerine İsrâîloğulları onunla Mûsâ'nın (a.s) yanına gittiler ve, “Bu adam bize büyük bir hakksızlık ediyor” dediler. Hz. Mûsâ onlara, “Kendisine ait olan mülkte onu razı edin” dedi. Bu ineği ondan ağırlığı bedelinde satın aldılar. Bu görüş Abîde'den nakledilmiştir. es-Süddî ise der ki: “Ağırlığının on katı ile ondan aldılar.” Derisini dolduracak kadar dinarla alındığı da söylenmiştir. Mekkî'nin zikrettiğine göre bu inek semadan inmiştir. Yeryüzündeki ineklerden değildi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[43]
Bu pasaj klasik kaynaklarda, İsrâîloğulları'nın işi fazla detaya boğmaları nedeniyle işlerinin zora koşulduğu, o sebeple verilen emri fazla irdelemeden hemen yapılması gerektiği noktasında açıklanmıştır.
Kitab-ı Mukaddes'te inek kesimiyle ilgili olarak şöyle denilir:

Rabb Mûsâ'yla Hârûn'a şöyle dedi: “Rabbin buyurduğu yasanın kuralı şudur: İsrâîlliler'e kusursuz, özürsüz, boyunduruk takılmamış kızıl bir inek getirmelerini söyleyin. İnek Kâhin Elazar'a verilsin; ordugahın dışına çıkarılıp onun önünde kesilecek. Kâhin Elazar parmağıyla kanından alıp yedi kez Buluşma Çadırı'nın önüne doğru serpecek. Sonra Elazar'ın gözü önünde inek, derisi, eti, kanı ve gübresiyle birlikte yakılacak. Kâhin biraz sedir ağacı, mercan köşk otu ve kırmızı iplik alıp yanmakta olan ineğin üzerine atacak. Sonra giysilerini yıkayacak, yıkanacak. Ancak o zaman ordugaha girebilir. Ama akşama dek kirli sayılacaktır. İneği yakan kişi de giysilerini yıkayacak, yıkanacak. O da akşama dek kirli sayılacak. Temiz sayılan bir kişi ineğin külünü toplayıp ordugahın dışında temiz sayılan bir yere koyacak. İsrâîl topluluğu temizlenme suyu için bu külü saklayacak; bu, günahtan arınmak içindir. İneğin külünü toplayan adam giysilerini yıkayacak, akşama dek kirli sayılacak. Bu kural hem İsrâîlliler, hem de aralarında yaşayan yabancılar için kalıcı olacaktır.”[44]

Tanrınız Rabbin mülk edinmek için size vereceği ülkede, kırda yere düşmüş, kimin öldürdüğü bilinmeyen birini görürseniz, ileri gelenleriniz ve yargıçlarınız gidip ölünün çevredeki kentlere olan uzaklığını ölçsünler. Ölüye en yakın kentin ileri gelenleri işe koşulmamış, boyunduruk takmamış bir düve alacaklar. Düveyi toprağı sürülmemiş, ekilmemiş ve içinde sürekli akan bir dere olan bir vâdiye getirecekler. Orada, derede düvenin boynunu kıracaklar. Levili kâhinler de oraya gidecek. Çünkü Tanrınız Rabb, onları Kendisine hizmet etsinler, O'nun adıyla kutsasınlar diye seçti. Kavga, saldırı davalarına da onlar bakacak. Ölüye en yakın kentin ileri gelenleri, derede boynu kırılan düvenin üzerinde ellerini yıkayacaklar. Sonra şöyle bir açıklama yapacaklar: “Bu kanı ellerimiz dökmedi, kimin yaptığını gözlerimiz de görmedi. Yâ Rabb! Fidyeyle kurtardığın halkın İsrâîlliler'i bağışla. Halkını dökülen suçsuz kanından sorumlu tutma.” Böylece kan dökme günahından bağışlanacaklar. Rabbin gözünde doğru olanı yapmakla, suçsuz kanı dökme günahından arınacaksınız.[45]

Hikayeler böyle devam eder gider. İşin aslında, İsrâîloğulları'nın karakterinin ve Mûsâ'nın onlara yaptığı bir nasihatin müteşâbih ifadelerle anlatımından ibarettir. Ayrıca Allah, bununla, müteşâbih âyetlerin nasıl te’vîl edileceğini de bizzat öğretmiştir. Sözkonusu hâdisenin cinâyet ya da katili meçhul cinâyet ile alakası yoktur. Bu pasaj bundan sonraki pasajla ilişkilendirilerek bu senaryolar üretilmiştir.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla