Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 11:54 PM   #8
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

Cennet ve cennet ehli ile ilgili anlatım bitince, kâfirler ile ilgili mahşerin ikinci aşaması olan sorgulama süreci açıklanmaya başlamıştır. Dikkat edilirse kâfirlerin azabı, sorgulama sırasında azarlanarak horlanmak suretiyle üç şubeli azabın psikolojik olanından başlamış olmaktadır (psikolojik azabın, Mürselat suresinde konu edilen üç şubeli azabın şubelerinden biri olduğu, o surenin tahlilinde açıklanmış idi.):

Mürselat; 29–33: O kendisini yalanlamakta olduğunuz şeye doğru gidin!
O üç şube (kol, çatal) sahibi, gölgelendirici olmayan ve alevden korumayan bir gölgeye doğru gidin!
Gerçekten o, saray gibi kıvılcımlar atar / yağdırır;
sanki o (kıvılcımlar) sarı erkek develer gibidir.

Duhan; 49: “Tat bakalım! Şüphesiz sen çok güçlü ve çok üstündün.” (!)

Klâsik yorumcular, 59. ayette geçen “ayrılma / seçilme” tabirine; “mezheplere göre ayrılma”, “meşreplere göre ayrılma” gibi anlamlar vermişler ve buna göre değişik açıklamalar yapmışlardır. Ama Kur’an, kendi tefsirini kendisi yapmaktadır:

Rum; 14: Ve Saat’in dikildiği günde, işte o gün ayrılırlar.

Rum; 43: Öyleyse Allah’tan geri çevrilmesi olmayan bir gün gelmeden önce yüzünü dosdoğru dine çevir. O gün onlar bölük bölük ayrılırlar.

Saffat; 22, 23: Toplayın o zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ın astlarından tapmış oldukları şeyleri. (Toplayın da) İletin onları cahimin (cehennemin) yoluna doğru.

Yunus; 28: Ve hepsini toplayacağımız, sonra da o şirk koşanlar için “Yerlerinize! Siz ve ortaklarınız!” diyeceğimiz gün, artık aralarını iyice açtık (açacağız) ve onların ortakları, “Siz sadece bize tapmıyordunuz ki!” dediler (diyecekler).

Duyarsızlaşmış kavmin yukarıda 48. ayette dile getirilen “bu söz verilen (tehdit) ne zaman?” sorusuna cevap olarak onlara cehennemin karşısında oldukları bir anda “İşte bu, sizin vaat olunmuş olduğunuz cehennemdir.” denecek olması ve 64. ayette belirtilen şekilde verilecek cehenneme sevk talimatı, aslında uyarı mahiyetinde birer bilgilendirmedir. Yüce Allah’ın rahmeti gereği bu bilgilendirmeler Kur’an’da sürekli yapılmıştır:
Casiye; 28: Ve her ümmeti diz çökmüş görürsün. Her ümmet, kendi kitabına çağırılır; “Bugün, yapmış olduğunuz amellerin karşılığı size verilecektir.”

Şeytana kulluk


Burada konu edilen “şeytan” İblis’tir. İblis’e kulluk ise onun iğvalarını sorgulamadan uygulamaktır. Acele, ölçüp biçmeden yapılmış işler hep insanın zararınadır. Onun için akla gelmiş bir dürtüyü, ham fikri akletmek ve tefekkür derecesine ulaştırıp ondan sonra uygulamak gerekmektedir. Rabbimiz buna dair uyarıyı Kur’an’da birçok kez yapmıştır.

Meryem; 44: “Babacığım! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan Rahman’a asi oldu.”

Ancak, şeytana kulluk konusunda ilk akla getirilmesi gerekenler, A’râf suresindeki uyarılar olmalıdır:

A’râf; 26, 27: Ey âdemoğulları, size çirkinliklerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Ve takva elbisesi, o, daha hayırlıdır. İşte bu, Allah’ın ayetlerindendir, belki düşünüp öğüt alırlar.
Ey âdemoğulları! Şeytan, ana babanızı, kendi çirkinliklerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sakın sizi de bir fitneye düşürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytanları, inanmayanlara veliyyler (yol gösteren, yardım edenler) yaptık.

Bunların dışında da Allah’ın astlarından kimseye kulluk edilmemesine dair yüzlerce ayet vardır.

65. Ayet:

Bugün Biz onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da kazandıkları şeylere şahitlik eder.

Bu ayetin Hakikat anlamı; “Allah suçluların ağızlarını kapatır ve ellerine ayaklarına konuşma yeteneği verir.” demektir. Mecaz anlamı ise; “Eller ve ayaklar yaptıkları eylemlerin izini taşır. O izler dışa vurur herkes onu öğrenir.” demek olup, bu anlam Türkçede (bir kimsenin yaptığı bir işin veya içinde bulunduğu durumun) “yüzünden okunması” deyimi ile ifade edilmektedir.

Nur; 24: O gün dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere kendi aleyhlerinde şahitlik edecektir.

Bu konuda ayrıca Müminun suresinin 103–108. ayetlerinin de okunmasında yarar vardır.

Suçluların burada anlatılan durumları, “hesap günü”ndeki durumlarıdır. Onların sorgulama sırasında konuşmaları beklenmez. Çünkü suçlulukları her hâllerinden belli olmaktadır. Cehennemde ise suçluların dilleri çözülecek ve istedikleri gibi konuşacaklardır. Hatırlanacak olursa, Rabbimizin “hesap günü”ndeki sorgulamasının, bir öğretmenin öğrencisine soru sorması gibi, öğrenme amaçlı olmayıp teşhire yönelik olduğunu daha evvelki surelerde yeri geldikçe söylemiş idik.

66, 67. Ayetler:

Eğer Biz dileseydik gözlerini üzerinden silme kör yapardık da yola dökülürlerdi. Artık nereden görecekler ki?
Ve eğer dileseydik oldukları yerde kılıklarını değiştirirdik de ileri gitmeye ve geri dönüp gelmeye güç yetiremezlerdi.

Cennetlikler ve cehennemliklere ait tablolar verildikten sonra duyarsızlaşmış kâfirler için yeni bir açıklama yapılmakta ve bu açıklamada, özgürlük tanınmak suretiyle onların dünyada rahat bırakıldıkları ama doğru yola gelebilmeleri için de her türlü fırsatın kendilerine verildiği bildirilmektedir. Yani denilmektedir ki: Biz onları özgür ve rahat bıraktık, gözlerini kör edebilecekken etmedik, etseydik nasıl görebileceklerdi, çevreden nasıl yararlanabileceklerdi? Dileseydik onların yapılarını da değiştirirdik, onları, taş, ağaç, maymun, domuz vs. yapardık ama yapmadık onlara her türlü imkânı fırsatı ve donanımı verdik. Ama değerlendirmediler hepsini suiistimal ettiler.

68. Ayet:

Ve Biz kime uzun ömür verirsek, yaratılışta onu tersine çeviririz (tepesi üste dikeriz). Buna rağmen hâlâ akıllanmayacaklar mı?

Bu ayette de yine fırsatı değerlendirmemeye, akıllı davranmamaya yönelik açıklamalar verilmeye devam edilmekte ve duyarsızlar, insanın belli bir yaştan sonra yaratılışta terse döndürüldüğünü görmelerine rağmen hâlâ akıllanmadıkları için kınanmaktadır.
İnsanın yaratılışının tersine dönmesi; insanın yaşlandıkça hem bedenen hem de zihnen zayıflamasıdır. Çünkü insan yaşlandıkça çocuklaşır; tıpkı çocuklar gibi yürümesi zorlaşır, bazı hareketleri kolayca yapamaz olur, yemesi, içmesi, giyinmesi başkalarının yardımına ihtiyaç gösterir, hatta yatağını bile ıslatabilir. Yaşlılık ve çocukluk dönemleri arasındaki bu benzeşme fizikî yapıda olduğu gibi aklî yapıda da oluşur. Kısaca insan, dünyaya ilk geldiğinde ne kadar zayıfsa, yaşlılığında da aynı zafiyete geri döner.
Buna göre ayetin takdiri şu şekilde yapılabilir: Hadi diğer ayetleri fark etmediler, peki bu geri sayımı da mı, yani kendilerindeki bu ayetlerimizi de mi fark etmediler? Kendilerinin zayıf yaratıldığını mutlaka Bize dönmek için programlandıklarını da mı kavrayamadılar?

Nisa; 28: Allah, sizden hafifletmek istiyor. Şüphesiz insan zayıf yaratılmıştır.

Fatır; 37: Onlar, orada şöyle feryat ederler: “Ey Rabbimiz! Bizleri çıkar, yapageldiklerimizden başka salih bir amel yapalım.” (Onlara): “Size düşünecek olanın düşüneceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı da gelmişti. O halde azabı tadın. Çünkü zalimleri kurtaracak yoktur.” (denir).

Nahl; 70: Ve Allah sizi yarattı, sonra da sizi öldürecektir. İçinizden kimi de, bilgiden sonra herhangi bir şey bilmesin diye, ömrün en kötü zamanına ulaştırılır. Şüphesiz ki Allah çok bilgili ve çok kudretlidir.

Hacc; 5: Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten şüphede iseniz, (bilin ki) -ne olduğunuzu size açıklamak için- şüphesiz Biz sizi topraktan, sonra nutfeden sonra bir alaktan sonra yapısı belli belirsiz bir et parçasından yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkartırız, sonra sizi, olgunluk çağına erişmeniz için bırakırız. Bununla beraber kiminiz öldürülür, kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en fena zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki kupkurudur; fakat Biz onun üzerine su indirdiğimiz zaman, harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir.

69, 70. Ayetler:

Ve Biz ona şiir öğretmedik. Bu onun için yaraşmaz da. O, sadece diri olanları uyarmak ve kâfirlerin üzerine Söz’ün hak olması için bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır.

Bu iki ayet Kur’an’a yönelik olup, ayrı bir necmdir. Klâsik kaynaklarda yer aldığına göre, Ukbe b. Ebi Muayt isimli bir şahıs, peygamberimizi etkisiz kılmak maksadıyla onun bir şair olduğunu ileri sürerek bir karalama kampanyası başlatmış, yukarıdaki ayetler de, peygamberimiz aleyhindeki bu faaliyetler üzerine inmiştir.
Peygamberimiz aleyhindeki bu tarz faaliyetler başka ayetlerde de görülmektedir:

Enbiya; 5: Bilakis onlar: “Bunlar karmakarışık düşlerdir; yok yok, onu kendisi uydurdu; yok yok o bir şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir mucize getirsin.” dediler.

Tur; 30: Yahut onlar: “Bir şairdir, zamanın felâketlerine çarpılmasını gözetliyoruz.” mu diyorlar?

Rabbimiz bu ayetlerde, elçisine şiir öğretmediğini ve Kur’an’ın da şiir olmayıp ÖĞÜT olduğunu beyan ederek, Kur’an’ın şiir ve peygamberimizin de şair olduğu yönündeki yakıştırmaları reddetmiştir.
Burada dikkat çekilen nokta, Kur’an’ın ve şiirin niteliklerinin farklı oluşudur.


Şiir nedir?


Yüzlerce tanımı yapılmış olan şiir kısaca; “bir benzetme sanatı”dır. Şiir hiçbir zaman “gerçek” değildir. Dolayısıyla şiir, bir nesnenin veya olayın gerçeğini değil, benzerinin (taklidinin, sahtesinin) sunumu olan süslü sözdür (zuhrufal gavl). Bu konunun bize göre en iyi irdelemesi, M.Ö. 428/427–348/347 yılları arasında yaşamış olan Platon’un “Devlet” adlı kitabında (10. Bölüm) yapılmıştır. Platon’a göre şairler, gerçekler yerine görünüşle uğraşmakta, kopyanın kopyasını yaparak insanları gerçekten uzaklaştırmaktadırlar. Bu yaklaşıma göre, tıpkı çocukların oyuncaklarla aldatılması gibi toplumlar da şiirle (benzetme ile) aldatılabilir, yanıltılabilir ve ideolojiler de sulandırılabilir. Tarihte, özellikle de İslâm tarihinde bunun yüzlerce örneği mevcuttur. Meselâ, Celalettin-i Rumî bu örneklerden bir tanesidir.
Rabbimiz şiirin bu yönünü Şuara suresinde ortaya koymuştur:

Şuara; 221–226: Şeytanların kime inip durduğunu size haber vereyim mi?
(Onlar) Tüm iftiracı günahkârlar üzerine iner dururlar.
Onlar, kulak verirler hâlbuki onların çoğu yalancıdır.
Şairler; şüphesiz onlara azgın sapıklar uyar.
Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekten yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi?

Kur’an ise şiir (benzetme, taklit, hayal ürünü) değil, “GERÇEK”tir:

Şuara; 192–196: Ve şüphesiz ki bu, kesinlikle âlemlerin Rabbinin indirmesidir.
Onunla, uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbin üzerine Ruh ül emin (sağlam bilgi; vahy) indi.
Ve şüphesiz o, kesinlikle öncekilerin kitaplarında da vardı.

Şuara; 210–212: Onu şeytanlar indirmedi (Muhammed’in kalbine sokmadı).
Bu onlara yaraşmaz, güç yetiremezler de.
Şüphesiz onlar kulak vermekten uzak tutulmuşlardır.

Kur’an’ın bu niteliği Rabbimiz tarafından “Hakk (GERÇEK)” sözcüğüyle yüzlerce ayette belirtilmiştir.

Dirileri uyarmak


Ayetin, Kur’an’ın sadece diri olanları uyarmak için bir öğüt olduğunu bildiren ifadesi, ölülere herhangi bir şeyi ulaştırmanın, duyurmanın, göstermenin mümkün olmadığına işaret etmektedir. Kur’an ile yapılacak uyarının diri olanlara yönelik olduğu, başka bir ayette daha bildirilmiştir:

Enam; 19: De ki: “Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki: “Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi uyarayım diye bana bu Kur`an vahyolundu. Allah’la beraber gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder misiniz?” De ki: “Ben etmem.” De ki: “O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve gerçekten ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım.”

Söz’ün gerçekleşmesine malzeme olmak


Konumuz olan ayetlerde açık ve net olarak beyan edildiği gibi, Kur’an’ın diri olanları uyarmak yanında bir diğer işlevi de; “öğüt” olma niteliğiyle, Allah’ın Söz’ünün gerçekleşmesinde oynadığı roldür. Zira Rabbimiz, uyarı yapmadan, elçi göndermeden, yasa koymadan azap etmeyeceğini bildirmiş olduğundan, yukarıda konu ettiğimiz “Bütün insanlar ve cinnlerden (herkesten) cehennemi elbette tamamen dolduracağım.” Söz’ünün gerçekleşmesi için insanların uyarılması gerekmekte, Kur’an da “öğüt” olma niteliğiyle bu uyarının gereğini yerine getirmiş olmaktadır. Yani, Kur’an’ın indirilişinden sonra hiç kimse “Bana öğüt verilseydi, elçi gelseydi ben bu durumda olmazdım, bana haksızlık edildi.” diyemeyecek ve bu surenin 7. ayetinde açıkladığımız Söz’ün gerçekleşmesi için gerekli şartlar yerine gelmiş olacaktır.

71–73. Ayetler:

Ve onlar görmediler mi ki: Biz şüphesiz onlar için ellerimizin (kudretimizin) meydana getirdiklerinden birtakım hayvanlar yarattık da onlar, onlara sahip bulunuyorlar.
Ve onları, kendileri için zelil kıldık da. Bu yüzden binekleri onlardandır. Onlardan yiyip duruyorlar da.
Ve onlarda daha birçok menfaatler ve içecekler var. Hâlâ şükretmeyecekler mi?

Bu ayetler, duyarsızlaşmış insanların inkâr sözlerini dile getiren 48. ayetin devamı mahiyetindedir. Burada o duyarsızlar, canlıların yapılarındaki ayetlerden ibret almamaları ve çevrelerindeki delilleri görmemeleri sebebiyle kınanmaktadırlar. Onlara denilmektedir ki: “Biz size, kendinizden kat kat güçlü, deve, sığır gibi hayvanları boyun eğdirdik, binit yaptık. Sizi o hayvanların etinden, sütünden dersinden, kılından, tüyünden, gücünden ve gübresinden de istifade ettirdik. Bu hayvanları, yüzlercesini bir küçük çocuğun kontrol edebileceği şekilde zelil kıldık. Bunların nasıl olduğunu hiç düşündünüz mü? Hâlâ şükretmeyecek misiniz?”

Şükür

“Şükür” sözcüğü, nankörlüğün karşıt anlamlısı bir sözcük olup; “bir ihsanın karşılığını eylemli olarak vermek” demektir.
“Şükür” sözcüğü ilk olarak, “deve ve koyun gibi hayvanların yedirilen yem karşılığı semirmesi ve süt vermesi” için kullanılmış, ama daha sonra bu anlam “yapılan iyiliklere karşı nankörlük etmemek ve yapılanın karşılığını herhangi bir şekilde imkânlar ölçüsünde dışa yansıtmak” şeklinde zenginleşmiştir. Burada, sözcüğün ifade ettiği anlama göre çıkarılması gereken çok önemli bir sonuç vardır ve o da şudur: Şükür, lâf ile olmaz! (Şükür sözcüğü ile ilgili daha fazla ayrıntı surenin sonunda bulunan “ŞÜKÜR” başlıklı yazımızda mevcuttur.)
Rabbimizin 73. ayetteki, başta Mekkeli müşriklere, sonra da Rabbimizin ihsanına nail olmuş tüm insanlara bir sitem mahiyetinde olan “Hâlâ şükretmeyecekler mi?” şeklindeki sözlerini şu şekilde takdir etmek mümkündür: “Herkes kendisine sunulan ihsana karşılık şükretsin, yani mallarıyla, canlarıyla nimetlerin karşılığını yansıtsın!”
Bu ayet grubunda geçen ifadelerin benzerleri, başka ayetlerde de yer almıştır:

Mümin; 79–81: Allah, onlardan bir kısmına binesiniz diye sizin için hayvanları kılandır (yaratan, ayarlayandır). Onların bir kısmından da yiyorsunuz.
Sizin için onlarda daha nice menfaatler vardır. Ve (Allah) onların üzerinde gönüllerinizdeki bir arzuya erersiniz diye (hayvanları kılandır; yaratandır, ayarlayandır). Onlar üzerinde ve gemiler üzerinde taşınırsınız.
Ve Allah size ayetlerini gösteriyor. Peki, şimdi Allah’ın ayetlerinin hangisini inkâr edersiniz?

Nahl; 5: Ve hayvanları yaratmıştır. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok faydalar vardır. Ve siz onlardan bir kısmını da yersiniz.

Nahl; 8: Ve kendilerine binesiniz, hem de ziynet olsun diye atları, katırları ve eşekleri yarattı. Ve şimdi bilmediğiniz şeyleri yarattı.

74, 75. Ayet:

Bir de onlar, Allah’ın astlarından kendileri yardım olunurlar ümidi ile ilâhlar / tanrılar edindiler.
Onlar, onlara yardıma güç yetiremezler. Hâlbuki kendileri (ilâhlar edinenler) onlar (sözde ilâhlar) için hazır askerlerdir.

Bu ayetlerde, duyarsız kavmin durumunun anlatımına devam edilerek onların, kendilerine yararı dokunsun diye Allah’ın astlarından basit, işe yaramaz bir takım ilâhlar edindikleri, hâlbuki o basit âciz şeylerin / kişilerin onlara yardıma güçlerinin yetmeyeceği bildirilmekte, o akılsızların aslında, ilâh edindikleri putların ilâhlığını bu davranışlarıyla ayakta tuttukları açıklanmaktadır.
Gerçekten de âciz ve zararlı olan bu sahte ilâhlar, onlara aşırı bağlılık gösteren, onları mal ve canları ile savunan, onların askeri durumunda olan gafiller sayesinde varlıklarını sürdürebilmektedirler. Yani, onları ilâh edinen sapıklar olmasa, bu âciz ve zavallı sahte ilâhların ilâhlıkları da söz konusu olmayacaktır.
Bu ayetteki zamirlerin farklı yerlere gönderilmesi sonucu 75. ayetten, hem “duyarsızların putlara jandarma olduğu” anlamını, hem de “putların duyarsızlara jandarma olduğu” anlamını çıkarmak mümkündür. Biz, pasajdaki söz akışına göre “duyarsızların putlara jandarma olduğu” anlamını tercih etmiş bulunuyoruz. Zira aksi durum, yani “putların duyarsızlara jandarma olduğu” durum, aşağıdaki ayetlerden görülebileceği gibi, ancak ahirette söz konusu olabilecek bir durumdur:

Enbiya; 98, 99: Kesinlikle siz ve Allah’ın astlarından taptıklarınız, cehennemin yakıtısınız; siz oraya gireceksiniz.
Eğer onlar ilâh olsalardı, oraya girmezlerdi. Ve hepsi orada temelli kalacaktır.

Hacc; 73: Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi ona iyi kulak verin: Sizin Allah’ın astlarından şu yakardıklarınız bir araya gelseler, bir sineği bile asla yaratamazlar. Ve sinek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar. İsteyen ve istenen güçsüzdür.

Rum; 16: Şu küfredenlere, ayetlerimizi ve ahiret buluşmasını yalanlayanlara gelince, işte onlar azap içinde hazır bulundurulurlar.
Saffat; 22, 23: Toplayın o zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ın astlarından tapmış oldukları şeyleri. (Toplayın da) İletin onları cahimin (cehennemin) yoluna doğru.

76. Ayet:

O hâlde onların sözü seni üzmesin. Şüphesiz ki Biz, onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını da biliyoruz.

Bu ayet bir parantez içi cümle olup, hem şairlikle suçlanan peygamberimize teselli vermek hem de bu dedikoduları çıkaranları tehdit etmek üzere inmiştir. Bu tip sataşmalar peygamberimize çok kez yapılmış, Rabbimiz de elçisini her defasında teselli etmiş, onun maneviyatını yükseltmiştir.

Yunus; 65: Ve onların sözü seni üzmesin. Kesinlikle güç / şan ve şeref bütünüyle Allah’a aittir. O, en iyi işiten, en iyi bilendir.

77–82. Ayetler:

Ve o insan (o kişi), kendisini bir nutfeden (bir damla sudan) yarattığımızı görmedi mi de şimdi o, apaçık bir hasımdır (düşmandır).
Ve kendi yaratılışını dikkate almayarak Bize bir örnekleme yaptı. Dedi ki: “Kim diriltecekmiş o kemikleri? Onlar çürümüş iken!”
De ki: “Onları ilk defa yaratan, onları diriltecektir. Ve O, her yaratmayı çok iyi bilendir. O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz.
Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir? Evet (elbette kadirdir)! Ve O, çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir.
Şüphesiz ki O bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu / işi o şeye “Ol!” demektir; o da hemen oluverir.

Bu pasaj Rabbimizin, yeniden diriltmeyi ön plâna çıkardığı ve bu konuya ait delilleri gösterdiği bir pasajdır.
77. ayette, “o insan (o kişi)” denilmek suretiyle özel bir insan tipinden bahsedilmektedir. 78. ayetten anlaşıldığına göre de “o insan (o kişi)”; çürümüş kemikleri örnek göstererek yeniden diriltilmenin mümkün olamayacağını ileri sürmüştür. Bu davranışı ile daha çok “o herif” denmeyi hak eden o kişi, nakillere göre Ubeyy b. Halef adlı kişidir. Bu kişi, topraklaşmış kemikleri avucunda ezdikten sonra üfleyerek havaya savurmuş ve peygamberimize “Kim diriltecekmiş o kemikleri? Onlar çürümüş iken!” diyerek bu ayet grubunun inişe sebep olmuştur.
Kâfirlerin, kemiklerin bile çürüdüğünü, dolayısıyla yeniden yaratılmanın akla uzak olduğunu ileri sürmeleri Kur’an’da birçok ayette dile getirilmiştir:

Saffat; 16: Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz tekrar dirilecekmişiz?

Saffat; 53: Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz karşılık göreceğiz?

Kaf; 2, 3: Ama kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da kâfirler, “Bu şaşılacak bir şeydir! Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür.” dediler.

Secde; 10: Ve onlar: “Biz yeryüzünde kaybolduğumuzda mı, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışta olacağız?” dediler. Aksine onlar, Rabblerine kavuşmayı (O’nun huzuruna varacaklarını) inkâr ediyorlar.

İsra; 49: Ve onlar dediler ki: “Biz, bir kemik yığını olduğumuz ve ufalanıp toz olduğumuz vakit mi, gerçekten biz, yeni bir yaratılışla diriltilecek miyiz?”

İsra; 98: Bu, ayetlerimizi inkâr etmiş olmaları ve: “Sahi bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı, yeni bir yaratılışla diriltilmiş olacağız?” demiş olmaları nedeniyle onların cezasıdır.

Müminun; 35: Size, gerçekten siz öldüğünüz, toprak ve kemik olduğunuzda, mutlak surette sizin çıkarılacağınızı mı vaat ediyor?

Ayrıca, Müminun; 82, Vakıa; 47, Naziat; 11. ayetlere de bakılmalıdır.

Peygamberimizin tebliğine karşı yapılan bütün itirazlara ikna edici deliller gösterilerek her defasında cevap verilmiştir. Bu defaki itirazı yapan o kişiye veya bizim tabirimizle o herife verilen cevap, yukarıdaki 79–81. ayetlerdir: “Onları ilk defa yaratan, onları diriltecektir. Ve O her yaratmayı çok iyi bilendir. O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz. Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir? Evet (elbette kadirdir)! Ve O, çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir. ...
Aşağıdaki ayetler de, başka o heriflere verilen cevaplardan bazılarıdır:

Mümin; 57: Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Ama insanların çoğu bilmiyorlar.

Naziat; 27–33: Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz yoksa gök mü? Onu (göğü) O (Allah) yaptı:
Boyunu yükseltti ve onu düzene koydu, gecesini kararttı ve kuşluğunu (ışığın parlaklığını) çıkarttı. Ve ondan sonra yeryüzünü döşedi; yeryüzünden suyunu ve otlağını çıkardı, dağları da sabitledi (demirledi; sağlam bir şekilde yerleştirdi), sizin ve hayvanlarınız için bir faydalanma olmak (yararlanmak) üzere.

Vakıa; 60, 61: Ölümü aranızda Biz takdir ettik Biz. Biz önüne geçilebilenler değiliz.
Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getiririz ve sizi bilmediğiniz bir şeyde inşa ederiz.

81. ayetteki, Allah’ın “yaratmayı çok iyi bilen” olduğuna dair ifade, Rabbimizin yaratıcılığının çeşitliliğine işaret etmektedir. Meselâ, Rabbimiz Âdem’i anasız babasız, İsa peygamberi de babasız yaratmıştır. Ayrıca Rabbimiz Rum suresinin 19–24. ayetlerinde bildirildiği gibi ölüden diri, diriden de ölü yaratmaktadır. Bunlardan başka Rabbimizin topraktan yaratması, sudan yaratması, eşler hâlinde yaratması, gökleri yaratması, yeryüzünü yaratması, farklı diller ve renkler yaratması, bu yaratma çeşitliliğinin örneklerindendir.
80. ayetteki “O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz.” ifadesi klâsik kaynaklarda, Allah’ın gücünü kullanarak yeşil ağaçtan onun zıddı olan ateşi çıkardığı mantığından hareketle, konu edilen yeşil ağacın Hicaz bölgesinde bulunan Merh ve Afar ağaçları olduğu ve bu ağaçların çakmak taşı gibi birbirine sürtülmesiyle ateşin elde edildiği şeklinde anlaşılmıştır. Daha sonraları ise bu iki ağacın sürtünmesinden çıkan ateşle elektriğin kastedildiğini söyleyenler de olmuştur. Hatta bazıları da petrolün kaynağının yeşil ağaç olduğunu ileri sürerek bu ayette petrolden bahsedildiğini iddia etmişlerdir.
Bize göre ise, “yemyeşil ağaçtan çıkan ateş” ile “yemyeşil ağaçtan çıkan oksijen” kastedilmiş ve bu ayette mucizelerin en büyüklerinden biri daha gözler önüne serilmiştir. Ayetin sonundaki “Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz.” ifadesi de sadece Hicaz’daki Arapların ateş yaktığını değil, tüm insanlığın sürekli olarak bu ateşi (oksijeni) yakıp durduğunu vurgulamaktadır.
Bu ayette “Lazımiyyet” mecaz-ı mürsel sanatı uygulanmıştır. “Lazımiyyet mecaz-ı mürseli”, “lazım”ı zikredip “melzum”u kastetmektir. Burada “ateş çıkarır” demek; “oksijen çıkarır” demektir. Çünkü ateş, oksijenin lazımıdır. Oksijen (melzum) olmasa ateş (lazım) olmaz.
Oksijen sadece “yanma” için değil, canlıların yaşaması için de vazgeçilmez bir element olduğundan, 80. ayetteki “O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır.” ifadesi aynı zamanda, canlıların yaratılışlarının olduğu gibi yaşamlarının sürdürülmesinin de Allah’ın kontrolünde olduğu mesajını vermektedir.
Ayetin bu mesajını bilim ışığı altında inceleyen Kuran Araştırmaları Grubu, bu konudaki bir çalışmasını, “Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize” adlı kitabında bizlere aktarmıştır

SOLUNUM VE FOTOSENTEZ

Ve nefes almaya başladığı zaman sabaha.
81-Tekvir Suresi 18

Nefes alıp verme süreci, yani solunum, en basit şekliyle bir canlının oksijen alıp karbondioksit vermesi şeklinde tanımlanabilir. Peki, nefes almayla sabahın ne bağlantısı vardır acaba? Neden bu iki kavram ayette bir araya getirilmiştir? Sabahleyin geceden farklı birşey mi olmaktadır?
Bitkilerdeki fotosentezin bilinmediği dönemlerde bu soruları sorsaydınız, sorularınız cevapsız kalırdı. Bitkiler topraktan aldıkları suyu, havadan aldıkları karbondioksit ile birleştirerek, şeker ve nişasta benzeri karbonhidratlara ve oksijene dönüştürür. Fotosentez denen bu süreçte oluşan yüksek enerjili besinler dokularda depolanırken, oksijen dışarı atılır. Kısacası fotosentez, solunum ile tam ters yönde oluşan bir metabolizma olayıdır. Solunumda karbonhidratlar oksijen ile birleşerek, su ve karbondiokside parçalanır. Demek ki solunum tepkimelerinin son ürünleri, fotosentezin ilk maddeleridir.
Ama bu olay yalnız ve yalnız gündüzleri gerçekleşmektedir. Fotosentez ışık enerjisine bağlıdır ve karanlıkta gerçekleşemez. Yani ayetin ifade ettiği "sabah" vaktinde ışıklar ortaya çıkınca, "nefes almanın" şartı olan oksijen, bitkiler tarafından dışarı verilmeye başlar. Böylece ayetin ifade ettiği "nefes alma" ve "sabah vakti" arasındaki bağlantının mucizeviliği ortaya çıkmaktadır.

FOTOSENTEZ OLMASAYDI NE OLURDU?



Canlıların yaşayabilmesi için mutlaka enerji gereklidir. Vücudumuzda kasların ve kalbin çalışmasını ve vücuttaki kimyasal tepkilemelerin gerçekleşmesini sağlayan bu enerji, hayvansal ve bitkisel besinlerden alınır. Bütün besinlerdeki enerjinin ilk kaynağı ise Güneş`tir. Geceleri Dünya`da bulunduğumuz nokta Güneş ışıklarını alamaz. "Sabah vakti" bu ışıkların alınmaya başladığı zamandır. Üzerine Güneş ışıkları düşen bitki, fotosentezde bu ışık enerjisini kimyasal enerjiye dönüştürür. Bitkinin dokularını yenilemesi ve büyümesi bu enerjiye bağlıdır. Bitki bu enerjiden yararlanarak büyümesini sürdürürken, bir bölümünü de kimyasal enerji biçiminde hücrelerinde depolar. Bir insan veya hayvan bu bitkiyi yediğinde, bitkinin içinde depolanan enerjiyi de almış olur. Böylece kendi vücudundaki kimyasal tepkilemeleri sürdürür ve bu enerjiyi dokularında saklar. Dolayısıyla hayvansal ya da bitkisel yiyeceklerle aldığımız enerji, beslenme zincirinin ilk basamaklarında yer alan bitkiler aracılığıyla ve fotosentez yoluyla Güneş`ten gelmiş olan enerjidir.
Kısacası, gerçekten de Güneş ışıklarının alındığı sabah vakti, fotosentez denen, bizimkinin tersine bir solunum olayı başlar. Bu süreçte karbondioksit tüketilip, oksijen üretilir. Havadaki oksijeni zenginleştiren bu süreç olmasaydı, canlıların solunumu nedeniyle Atmosfer`deki oksijen çoktan tükenmiş olacaktı. Yani sabah başlayan bu süreç sayesinde bizim de nefes alabilmemiz mümkün olmaktadır. Kuran`ın indiği dönemde insanların ne fotosentezden, ne Atmosfer`deki oksijenin ve karbondioksitin dönüşümünden, ne de Güneş`in ışıkları sayesinde tüm bu olayların gerçekleştiğinden haberleri vardır. Kuran, indiği dönemdeki insanların bilgi seviyesiyle bilinememesine rağmen sabah vakti ile nefes alma arasında bağlantı kurarak, mükemmelliğini bir kez daha göstermekte, insanları bir kez daha kendine hayran bırakmaktadır.
Yaşamın temeli olan bütün biyokimyasal süreçler için enerji gereklidir. Bu enerjinin kaynağı da hücrelerde depolanmış olan besinlerin yanması, yani oksijenle birleşerek parçalanmasıdır. Bu parçalanma sırasında besin molekülleri arasındaki kimyasal enerji serbest kalarak açığa çıkar. Bu olay tıpkı yanan bir odun parçasının ısı ve ışık yayması gibi enerji veren bir tepkimedir. Demek ki nefes alıp vermeyi yalnızca oksijen-karbondioksit alışverişi olarak değil, bitkilerin ve hayvanların temel enerji kaynağı olan daha karmaşık bir süreç olarak düşünmek gerekir.
Allah eğer fotosentezin var olması için gerekli birçok şartı yaratmasaydı, örneğin bitkilerin içinde fotosentezin oluşması için gerekli klorofil yaratılmasaydı, bir tek canlının bile var olması söz konusu olamazdı. Kainattaki birçok olay gibi fotosentez de, solunum için oksijenin ve karbondioksitin dönüşümleri de, büyük ve mükemmel bir planın parçalarıdır.
Fotosentez hakkında insanlığın detaylı bilgi sahibi olması çok yeni sayılır. Bu konuda bilim adamları çok yoğun araştırmalar yaptılar. Özellikle ABD`li kimyacı Melvin Calvin başkanlığındaki ekibin çalışmaları söz etmeye değer niteliktedir. Nitekim bu ekip 1961 yılında Nobel kimya ödülünü kazandı.
Sabah vakti başlayan, nefes almamızı ve oksijenin varlığını mümkün kılan fotosentezi şöyle ifade edebiliriz:
Işık enerjisi (Güneşten)+Karbondioksit(Havadan)+Su → Kimyasal enerji + Oksijen
Kimyasal formül olarak ise şöyle özetleyebiliriz:
Işık + 6CO2 + 6H2O = C6H12O6 (Glikoz) + 6O2

83. Ayet:

O hâlde her şeyin melekûtu (tam hükümranlığı) kendi elinde olan (Allah) her türlü noksanlıklardan arınıktır. Siz de yalnız O’na döndürüleceksiniz.

Bu son ayet, Ya Sin suresinin özeti konumundadır ve aynı zamanda dinin özü olan tevhit ve ahiret inancını ortaya koymaktadır.

Allah, doğrusunu en iyi bilendir.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
ÖmerFurkan Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
Miralay (15. June 2010)