Tekil Mesaj gösterimi
Alt 11. February 2010, 09:03 PM   #13
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Selamun Aleykum! Değerli Müslümanlardan Kardeşim!

Alıntı:
müslümanlardan Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan insanların büyük çoğunluğu kendilerini " MÜSLÜMAN" olarak adlandırmaktadır. Bu "müslümanlık" Allahın vahyine uyan bir "müslümanlık" mıdır değil midir? Tartışılır.[dast1 den ALINTI].

DEĞERLİ KARDEŞİM[ABİM] DOST1,E SAYGILAR.

İşte tamda konumuz bu Türkiyedekiler kendilerini neden müslüman saymaktalar bize göre,ve neden bunların müslümanlıkları bizce tartışılr.

Kendim kanaatimce ve yürekten inandığım sebeb bunu yapanlar,ilk başta insanları harf inkılabı ile bir gecede yeni getirdikleri harflere göre İNSANLARI cahil bıraktılar.Daha sonrada kuranı hayatlarından çıkarıp anlaşılmaz bir PUT haline getirip DUVARLARA ASTIRDILAR.
Bazı insanlar vardır bilirler. Bazı insanlar vardır bilmezler. Bazı insanlar vardır bilmediğini de bilmezler. Bazı insanlar vardır bilmediğini bilmeyenlerden aldıkları bilgileri doğru sanırlar.

Değerli Müslümanalrdan Kardeşim!
Bir gecede insanları cahil bıraktılar dediğiniz tarihte okuma yazma bilenlerin oranı kaçtır biliyor musunuz?

İsterseniz bu konu ile ilgili bilgilerimizi tazeleyelim.

Harf Devrimi
Vikipedi, özgür ansiklopedi

1924'de Türkiye'de Okuma-Yazma oranı
Harf Devrimi, Türkiye'de 1 Kasım 1928 tarihinde 1353 sayılı "Yeni Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkında Kanun"un kabul edilmesi ve yeni alfabenin yerleştirilmesi sürecine genel olarak verilen isimdir. Bu yasayla o güne kadar kullanılan Osmanlı Alfabesi'nin yerine, Latin Alfabesi'nin Türkçe'ye uyarlanmış bir biçimi kabul edildi.

Konu başlıkları
• 1 Tarihçe
• 2 Yazı Reformu Gerekçeleri
o 2.1 Latin Harflerini Benimseme Gerekçeleri
o 2.2 İlk reform önerileri
o 2.3 Atatürk ve Harf Reformu
• 3 Okuma
• 4 Kaynakça

Tarihçe
Türkler 10. yüzyıldan itibaren İslam dini ile birlikte (eskiden İslam kültürünün vazgeçilmez ögesi sayılan) Arap alfabesini de Türkçe ses sistemine uyarlıyarak benimsemişlerdi. Bunu izleyen 900 yıl boyunca Türkçe'nin gerek Batı (Osmanlı) gerek Doğu (Çağatay) lehçeleri, Arap alfabesinin Türkçe'ye uyarlanmış bir biçimi ile yazıldı.


Sene Okur yazar oranı

1923'ler %2,5[1]

19271 %10.5[2] (1927 resmî sayımlar)

19352 % 20.4[3] (1935 sayımları)

1 Harf devrimi yapılmadan 1 yıl önce yapılan nüfus sayımları 2 Yeni Latin harfleri ile 7 eğitim dönemi sonrası
Türkiye'de alfabe reformu önerileri 19. yüzyıl ortalarından itibaren duyulmaya başladı. Öneriler ikiye ayrılıyordu:
• Osmanlıca yazısının düzeltilmesini isteyenler,
• Latin alfabesinin kabulünü isteyenler.

Yazı Reformu Gerekçeleri
1. Osmanlıca yazısının tashihini (düzeltilmesini) isteyenlerin başlıca gerekçesi, bu yazının Türkçe'nin ünlü seslerini ifade etmekte yetersiz kalmasıyldı. Bu problemden doğan imla kargaşası, yazılı basının ve resmi okul kitaplarının yaygınlaşması ile daha çok hissedildi. 1870'lerden itibaren Türkçe'nin standart bir sözlüğünü oluşturma çalışmaları da imla konusunu gündeme getirdi.

Latin Harflerini Benimseme Gerekçeleri
1. Batı kültürüne duyulan hayranlık veya Avrupa'nın üstünlüğüne olan inanç, Latin alfabesinin kazandığı prestijin temeliydi. 1850-60'lardan itibaren Türk aydın sınıfının tümü Fransızca biliyor ve bazen kendi aralarındaki yazışmalarda Fransızca kullanacak kadar bu dili benimsiyordu. Telgrafın yaygınlaşmasıyla birlikte, Türkçenin Latin alfabesiyle ve Fransız imlasına göre yazılan bir biçimi de günlük yaşamın bir parçası haline geldi. Beyoğlu, Selanik, İzmir gibi kozmopolit çevrelerde dükkân tabelaları ve ticari reklamlarda çoğu zaman bu yazı kullanılıyordu.
2. İkinci Meşrutiyet döneminde, Türk ulusal kimliğini İslamiyetten bağımsız olarak tanımlama çabaları, özellikle İttihat ve Terakki'ye yakın aydınlar arasında ağırlık kazandı. Arap yazısı İslam kültürünün ayrılmaz bir parçası sayıldığı için, bu yazının terkedilmesi aynı zamanda Türk ulusal kimliğinin laikleşmesi ve kendi özbenliğini ortaya çıkarması anlamına gelecekti.
3. 19. yüzyılın son çeyreğinde İstanbul ve Anadolu'da Rum ve Ermeni harfleriyle basılan gazete ve kitaplar önemli bir sayı tutmaya başlamıştı. Bu yayınların kazandığı popülerlik, Türkçe'nin Arap yazısından başka yazıyla da yazılabileceği fikrinin benimsenmesine yardımcı oldu. 1908-1911'de Latin esaslı Arnavut Alfabesi'nin kabulü ve 1922'de Azerbaycan'ın Latin alfabesini kabulü Türkiye'de büyük yankı uyandırdı.


İlk reform önerileri
Latin alfabesinin Türkçe'ye uyarlanması görüşü ilk kez 1860'lı yıllarda Azerbaycan'lı Feth Ali Ahundzade tarafından ortaya atıldı. Ahundzade ayrıca Kiril alfabesi kökenli bir de alfabe de hazırlamıştı.[4]
1908-1911 döneminde Latin esaslı yeni Arnavut alfabesinin benimsenmesi, Türk aydınları arasında da yoğun tartışmalara neden oldu. 1911'de Elbasan'da hocaların Latin harflerinin şeriat'a aykırı olduğuna dair fetvasına karşı sert bir polemiğe giren Hüseyin Cahit, Latin esaslı Arnavut alfabesini savunmakla yetinmeyip Türklerin de aynısını uygulamalarını önerdi. [5] 1911'de İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Arnavut kolu Latin esaslı alfabeyi kabul etti.
1914 yılında Kılıçzade Hakkı'nın yayınladığı Hürriyet-i Fikriye adlı dergide çıkan beş imzasız makale, Latin harflerinin yavaş yavaş kullanılmalarını öneriyor ve bu değişikliğin kaçınılmaz olduğunu ileri sürüyordu. Ancak dergi bu makaleler nedeniyle İttihat ve Terakki iktidarı tarafından yasaklandı. [6]
1911 yılında Manastır-Bitola'da Latin harfleriyle basılan ilk Türkçe gazete yayınlandı. Zekeriya Sami Efendi'nin neşrettiği adı Eças (Fransızca imlâ ile çıkan 'esas' diye okunan ve Cumartesi günleri yayınlanan bu gazetenin ancak birkaç sayısı günümüze ulaşmıştır..
Atatürk ve Harf Reformu [değiştir]
Mustafa Kemal de bu konuyla 1905-1907 tarihleri arasında Suriye'deyken ilgilenmeye başladı.[7] 1922 yılında Atatürk Halide Edip Adıvar'la yine bu konu hakkında konuşmuş ve böylesi bir değişikliğin sert önlemler gerektireceğini söylemişti.[8]
Eylül 1922'de Hüseyin Cahit'in İstanbul basın yayın üyelerinin katıldığı bir toplantıda Atatürk'e sorduğu "neden Latin harflerini kabul etmiyoruz?" sorusuna, Atatürk "henüz zamanı değil" yanıtını vermişti. 1923'teki İzmir İktisat Kongresi'nde de aynı yolda bir öneri sunulmuş, ancak öneri kongre başkanı Kâzım Karabekir tarafından "İslam'ın bütünlüğüne zarar vereceği" gerekçesiyle reddedilmişti. Ancak tartışma basında geniş yer bulmuştu.[9]

28 Mayıs 1928'de TBMM, 1 Haziran'dan itibaren resmi daire ve kuruluşlarda uluslararası rakamların kullanılmasına yönelik bir yasa çıkarttı. Yasaya önemli bir tepki gelmedi. Yaklaşık olarak bu yasayla aynı zamanda da harf reformu için bir komisyon kuruldu.
Komisyonun tartıştığı konulardan biri eski yazıdaki kaf ve kef harflerinin yeni Türkçe alfabede q ve k harfleriyle karşılanması önerisiydi. Ancak bu öneri Atatürk tarafından reddedildi ve q harfi alfabeden çıkartıldı. Yeni alfabenin hayata geçirilmesi için 5 ila 15 senelik geçiş süreçleri öngören komisyonda bulunan Falih Rıfkı Atay'ın aktardığına göre Atatürk "bu ya üç ayda olur, ya da hiç olmaz" diyerek zaman kaybedilmemesini istedi. [10] Alfabe tamamlandıktan sonra 9 Ağustos 1928'de Atatürk alfabeyi Cumhuriyet Halk Partisi'nin Gülhane'deki galasına katılanlara tanıttı.[11] 11 Ağustos'ta Cumhurbaşkanlığı hizmetlileri ve milletvekillerine, 15 Ağustos'ta da üniversite öğretim üyeleri ve edebiyatçılara yeni alfabe tanıtıldı. Ağustos ve Eylül aylarında da Atatürk farklı illerde yeni alfabeyi halka tanıttı. Bu sürecin sonunda komisyonun önerilerinde, kimi ekleri ana sözcüğe birleştirme amaçlı kullanılan tirenin atılması ve şapka işaretinin eklenmesi gibi düzeltmeler yapıldı.

8-25 Ekim tarihleri arasında resmi görevlilerin hepsi yeni harfleri kullanımla ilgili bir sınavdan geçirildi.
Sevan Nişanyan'ın Yanlış Cumhuriyet isimli kitabında Harf Devrimi üzerine düşüncelerini istatistikî olarak anlatılmıştır.
Milli bir seferberlik olarak benimsenen ve olağanüstü bir ısrarla sürdürülen okuryazarlık kampanyasına rağmen, 1927-35 arasında yeni okuma-yazma öğrenenler resmi rakamlara göre Türkiye nüfusunun sadece % 10.3'ünü (1927'de okuryazar olmayan nüfusun % 11.2'sini) bulmuştur. Oysa, örneğin 1960-70 yılları arasında okuryazar sayısındaki artış, toplam nüfusun %27.2'si ve 1960'ta okuryazar olmayan nüfusun %40.1'idir. Bu rakamlar, okuryazarlık artışında belirleyici olan faktörün harf devrimi olmadığını düşündürmektedir.Harf devrimini izleyen yıllarda gazete satışlarında görülen ve yaklaşık yirmi yıl boyunca telafi edilemeyen düşüş ise, harf devriminin, okuryazarlık oranını artırmak şöyle dursun, azaltmış olabileceği ihtimalini akla getirmektedir.[12]
Okuma [değiştir]
• Mehmet Ali Ağakay (der.) (1962). Dil Devriminin 30 Yılı. Ankara: TDK.
• Agop Dilaçar (1962). Devlet Dili Olarak Türkçe. Ankara: AÜ.
• İsmail Doğan (der.) (1999). Atatürk’ün Harf Devrimi ve Türk Dünyasına Yansımaları Sempozyumu, 27 Ekim 1998: Bildiriler. Trabzon: KTÜ.
• M. German (1938). 1928 9 Ağustos Harf İnkilabı. İstanbul: Beşiktaş Halkevi
• İsmet Giritli (1989). Harf İnkılâbı ve Atatürk. Ankara.
• Nurettin Gülmez (2006). Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Harfler Üzerine Tartışmalar. Bursa: Aktüel Yayınları.
• Harf devriminin 50. yılı sempozyumu (1981). Ankara: TTK.
• Agah Sırrı Levend (1949). Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Safhaları. Ankara: TDK.
• Sevan Nişanyan, Yanlış Cumhuriyet: Atatürk ve Kemalizm Üzerine 51 Soru, Kırmızı Y.
• İsa Öztürk (1998). Harf devrimi ve sonuçları. Ankara: Kültür Bakanlığı.
• İhsan Sungu (1941). Harf İnkılabı ve Millî Şef İsmet İnönü. Ankara: Maarif.
• Mehmet Tekin (1988). Harf İnkılabı: Türk Ocaklarının Çalışmaları ve Hatay’da Yeni Yazı. Antakya.
• Neriman Tongul (1990). Türk Harf İnkılabı. HÜ. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
• Mehmet Şakir Ülkütaşır (2000). Atatürk ve Harf Devrimi. Ankara: TDK.
• Ruşen Eşref Ünaydın (1943). Hatıralar: Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin Kuruluşundan İlk Kurultaya Kadar. Ankara: Recep Ulusoğlu Basımevi.
• Türkiye'de Latin Harfleri Meselesi (1908-1928) makalesi, Arş.Gör. Selami Kılıç, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, 1991, Cilt:2 Sayı:7, ISSN:1303-5290. (Kâzım Karabekir Paşa ve Prof. Avram Galanti’nin görüşlerini de içermektedir.)
Kaynakça [değiştir]
1. ^ Turgut Özakman daha düşük olduğunu kadınlarda %0,7 ye kadar düşdüğünü söylüyor
2. ^ http://www.so.gen.tr/tarih-inkilap-t...ani-nedir.html
3. ^ http://www.ogretmenlersitesi.com/haber/5382
4. ^ Agah Sırrı Levend (1972) 'Türk Dili'nde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri. Ankara. s. 156.
5. ^ G. L. Lewis (1999). Türk Cumhuriyeti'nde Bir Uygarlık Ögesi Olarak Atatürk'ün Dil Devrimi. Jacob M. Landau (Yay. Haz.) (1999). Atatürk ve Türkiye'nin Modernleşmesi, İstanbul: Sarmal, ISBN 975-8304-18-6 (s. 251-272) içinde. s.254.
6. ^ G. L. Lewis, a.g.e., s.254.
7. ^ Ruşen Eşref Ünaydın (1956). Hatıralar. Ankara. s. 29
8. ^ Halide Edip Adıvar (1962). Türk'ün Ateşle İmtihanı. İstanbul. s. 294.
9. ^ G. L. Lewis, a.g.e., s.255.
10. ^ Falih Rıfkı Atay (1969). Çankaya. İstanbul. s. 440
11. ^ G. L. Lewis, a.g.e., s.257.
12. ^ Sevan Nişanyan, Yanlış Cumhuriyet: Atatürk ve Kemalizm Üzerine 51 Soru, Kırmızı Y., 23. soru
"http://tr.wikipedia.org/wiki/Harf_Devrimi" adresinden alındı.

HARF İNKILÂBI*
Prof. Dr. Zeynep KORKMAZ

Sayın Bakanlar, Sayın Milletvekilleri, Sayın davetliler, değerli meslektaşlarım.
Türkiye Cumhuriyetinin 75'inci, dil inkılâbının 66'ncı, harf inkılâbının da 70'inci yıl dönümü dolayısıyla, kültür inkılâbının ilk yapı taşı niteliğinde olan, hazırlık ve uygulama safhalarındaki çalışmaların bir kısmı bu sarayın muhteşem tarihî tablosunda gerçekleştirilen harf inkılâbı üzerinde durmak ve sizlere bu salondan yine o günlerin heyecan duyguları ile seslenmek istiyorum.
Bildiğiniz üzere "harf inkılâbı" veya "yazı inkılâbı" diye adlandırdığımız bu inkılâp, Arap alfabesi yerine Lâtin alfabesi temelindeki millî bir Türk alfabesini geçerli kılan bir değişimin ifadesidir. Bu inkılâp 1928 yılının 8-9 Ağustos gecesinde, ulu Atatürk'ün Sarayburnu Parkı'ndan halka yaptığı bir konuşma ile müjdelenmiş ve bir iki ay içinde gerekli ön çalışmalar tamamlanarak 1 Kasım 1928 tarihinde, 1353 sayılı kanunla TBMM'nin onayından geçmiş ve yürürlüğe girmiştir.

Harf inkılâbı, niteliği bakımından basit bir yazı değişiminden ibaret değildir. Bu inkılâbın sosyal yaşamımızda, dil ve kültür tarihimizde önemli bir yeri vardır.

Bilindiği üzere Atatürk inkılâplarının dayandığı temel ilke, Türkiye Cumhuriyetini siyasî yapısı bakımından olduğu gibi, sosyal yapısını şekillendiren kültür değerleri bakımından da çağdaş bir devlet hâline getirmekti. Dolayısıyla harf inkılâbı da millî değerlere bağlı bir çağdaşlaşmanın ifadesidir. Ayrıca, sosyal ve kültürel alandaki öteki yeniliklere de temel oluşturan bir özellik taşımaktadır. Türk toplumunun kendi diline, kendi tarihine sahip çıkabilmesi, eğitim birliğine ve millî bir eğitim sistemine kavuşabilmesi, okuyup yazma öğrenmenin kolaylaştırılması ve kültür alanındaki gelişmelerde gerekli hamlelerin yapılabilmesi, her şeyden önce Türk ulusunun kendi dilinin özelliklerine uygun, kolay öğrenilir bir alfabe sistemine sahip olması ile gerçekleştirilebilirdi.

Türkiye Cumhuriyetinin temel ilkeleri ve devlet felsefesi ile bağlantılı olarak, Atatürk'ün yazı inkılâbı konusunda dayandığı gerekçe, Arap dilinin ihtiyaçlarından doğmuş olan Arap yazısının Türk dilinin özelliklerine aykırı düşmesidir. Bu gerçek, ülkede okuyup yazma güçlüğü doğuruyor ve kültür alanındaki gelişmelerin önünü tıkıyordu.

Alfabe temeline dayanan gelişmiş yazılarda alfabeyi oluşturan işaretler veya harfler, dildeki seslerin yazıya yansımış sembolleridir (karşılıklarıdır). Bu nedenle bir alfabenin mükemmelliği, o alfabedeki işaretlerin dildeki sesleri ve dilin ses yapısını karışıklığa meydan vermeyecek biçimde karşılamasına bağlıdır. Oysa, Türkçeye uygulanan Arap harfleri, böyle bir imkânı sağlamaktan çok uzak durumdadır. Çünkü yine hepimizce bilindiği gibi, Arap dili Hamî-Samî diller ailesine giren bükümlü bir dildir. Bu dilde yeni türetmeler ve fıil çekimleri sabit harflere bağlı kök durumundaki kelimelerin iç bünyelerinde meydana gelen ünlü kırılmaları ve bunların "vezin" denilen belli gramer kalıplarına göre genişletilmesi ile yapılır. Klâsik bir örnek olarak, ketebe "yazdı", kâtib "yazan", mekteb "okuyup yazma yeri", mektûb "yazılmış şey" gibi şekiller gösterilebilir. Türkçe ise Altay dil ailesine bağlı, eklemeli (agglutinant, iltisaklı) bir dildir. Bu dilde kelime kökleri sabittir. Yeni türetmeler ve çekimler bu köke eklenen ekler ile karşılanır.

Ayrıca, Türkçe, kendi ses sisteminde ünlülere ağırlık veren bir dildir. Standart Türkçede 9 ünlü vardır. Arap yazısı ise, ünsüz iskeletine dayanan bir yazıdır. Ünlülerinin sayısı üçü geçmemekte ve bunlar da yalnız uzun okunan ünlüler için kullanılmaktadır. Yani yazıda kısa ünlüler yazılmamaktadır. Oysa, Türkçe aynı zamanda kısa ünlülere dayanan bir dildir. Arapçadaki bu ünlü eksikliği dolayısıyla ünsüzlere ağırlık verilmiş ve ünsüzlerinde Türkçenin ünsüz sistemi, ses yapısı ve ses kuralları ile bağdaşmayan bir çeşitlilik ortaya çıkmıştır. Bu durum, dilimize girmiş Arapça ve Farsça kelimelerin doğru okunup yazılması bir yana, Türkçe kelimeler için bile büyük bir sıkıntı doğurmuştur. Söz gelişi q½ yazılışındaki bir sözün gel mi kel mi, kil mi gil mi, gül mü yoksa göl mü okunacağı yalnızca karineye yani sözün gelişine bağlı kalıyordu. Dolayısıyla bu imlâ, ünlülere değer vermeyen, kelimelerin kalıp hâlinde yazıldığı klişeleşmiş bir imlâ idi ve yine ünsüzlerinde Türkçe ile bağdaşmayan uyumsuzluk dolayısıyla, Türkçenin tek bir k ünsüzüne karşı Arap imlâsının kef ( " ) ve kaf ( , ) diye ayrılan iki ünsüzü, Türkçenin tek h sesine karşı ha ( Õ ), hı ( O ) ve he ( ^ ) diye adlandırılan üç h'si, Türkçenin tek s ünsüzüne karşı sat ( ' ), sin ( " ) ve peltek s ( À ) denen üç türü, z ünsüzünün z ( " ), zel ( < ), zı ( ´ ) ve dat ( ÷ ) olarak adlandırılan dört türü, t'nin te ( ® ) ve tı (¹ ) denilen iki türü vardır. Yazıda ünlülerin kalın mı ince mi okunması gerekeceği bu ünsüz türlerine göre ayarlanıyordu. Oysa, Türkçede bu çeşitli ünsüzlere hiç gerek yoktu. Çünkü bir ünsüzün ön sıradan (palatal) mı arka sıradan (guttural) mı olduğu ünlü uyumu kuralı sayesinde kolayca ayarlanabiliyordu. Söz gelişi, bakmak sözündeki k'yi kaf ( , ) ile yazmak, ekmek sözündeki k'yi de kef ( " ) ile yazmak gerekmiyordu.

Türkçede boğumlanma (atikulation) noktalarındaki ayrılık sebebiyle ayrı ses değerleri taşıyan g, ğ, v, ñ, y gibi ünsüzler Osmanlı imlâsında tek bir harf ile kef ( " ) ile karşılanıyordu Bunun okuyup yazmada ortaya koyduğu güçlük çok büyüktü. Söz gelişi, değirmen sözündeki ğ ünsüzü kef ( " = s¦d½o ) ile karşılanırken, bağır sözündeki ğ, gayın ( �= dG� ) ile karşılanıyordu. kovmak sözündeki v, gayın ile yazılırken ( oLG¬ ), övmek sözündeki v kef ile (pL½" ) yazılıyordu. Bu güçlükler için daha nice nice örnekler sıralanabilir. Durum yukarıda belirtilen bütün ünsüz türleri için de aynı idi.

Türkçede birer hançere sesi olan ayın ( Y ) ve hemze ( ¡ ) ünsüzleri bulunmadığı için bunların yazılıp okunması da ayrı bir sorun oluşturmuştur. Bu sesleri taşıyan alıntı sözler, Türkçedeki okunuşlarında söz başlarında hep, söz sonlarında çok kez atılarak a, ı, o, u, ö, ü gibi ünlülere çevrilmiş, kelime içinde de ya atılmış ya da kesme biçiminde okunmuştur: âciz, acaba, ömür, malûm, maruf, memur, mimar gibi. Ancak, bunların imlâda ne zaman elif, ne zaman ayın ve ne zaman hemze ile yazılacağı, her sözün yazılışını teker teker bellemeden öteye bir çözüm getirememişti.

Bu güçlüklere, imlâda yazılıp da okunmayan, Arap dilinde p, ç bulunmadığı için sonradan imlâya eklenmesine rağmen, yazıda karışıklığa yol açan p, ç ünsüzlerinin durumu ile daha başka karışıklıkları da ekleyebiliriz. Bu konu ile ilgili ayrıntılar ve Arap yazısının Türkçenin imlâ sisteminde yarattığı sıkıntılar, birkaç yazımızda ayrıca ele alındığından,1 burada konuşmanın özünden ayrılarak daha fazla ayrıntıya inmek istemiyoruz. Ancak, belirtilmesi gereken önemli husus şudur ki, Arap dilinin ses yapısı ve gramer kuralları ile Türk dilinin ses yapısı ve gramer kural ları arasındaki zıtlık ve uyuşmazlıklara rağmen, Türk yazı sisteminin Arap yazısının kalıplarına sokulması, Türkçede imlâyı klişeleştirmiş; her kelimeyi şekil ve anlam olarak teker teker tanıma ve öğrenme mecburiyeti doğurmuştur. Dilde Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin de fazlasıyla yer almış olması, bu güçlüğü daha da artırmıştır.

Arap yazısının Türk dili açısından getirdiği bu yetersizlik, Tanzimat döneminden başlayarak sık sık Osmanlı imlâsını gündeme getirmiş ve çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Bu tartışmalar sonunda, zamanla iki farklı görüş su yüzüne çıkmıştır. Bunlardan biri Arap yazısı temelindeki Osmanlı imlâsının ıslahı görüşüdür. Ancak, bu görüşle ilgili denemeler olumlu bir sonuç vermemiştir. O hâlde, geriye kalan ikinci görüş, alfabe değişikliğidir.

Bütün bu olumsuz gelişmeleri yakından izleyen ve bilen Atatürk, artık bir yazı inkılâbı yapmanın gereğine inanmış bulunuyordu. Üstelik böyle bir inkılâp dil tarihimizde bir dönüm noktası oluşturacak, sosyal ve kültürel alandaki öteki inkılâplara da temel vazifesi görerek öncülük edecekti. Ne var ki, böyle bir inkılâbı gerçekleştirmek kolay değildi. Bunun için önce Arap alfabesi ile okuyup yazma güçlüğünün getirdiği olumsuzlukların halka açıklanması, sosyal yapının böyle bir değişimi kabule hazır duruma getirilmesi, uygulama için zaman ve zemin şartlarının kollanması, uygulamanın sistemli ve plânlı bir programa bağlanması gibi önemli süreçlerden geçmesi gerekiyordu. Bunda, inkılâbı uygulayacak önderin kimlik ve kişilik yapısının toplumca benimsenmesinin de önemli bir payı vardı.
Biraz önce yazı inkılâbının dil ve kültür tarihimizde bir dönüm noktası oluşturduğuna işaret etmiştik. Öyle ya, Run ve Uygur yazılarından başlayarak -Benden sonra konuşacak olan değerli meslektaşım Prof. Dr. Sayın Osman Sertkaya'nın da üzerinde duracağı üzere- Türk toplumları tarih boyunca çeşitli alfabe sistemlerini benimsemiş ve kullanmışlardır. Türklerin, Anadolu bölgesinde yurt tutan kolu, XI. yüzyıldan başlayarak XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar uzanan 900 yıllık bir dönemde Arap yazısını benimsemiş bulunuyordu. Bu yazı ile binlerce kültür ürünü ortaya konmuştu. Üstelik Arap yazısı İslâm din ve kültürünün bir sembolü gibi de algılanıyordu. Türk toplumunun böyle gelenekleşmiş bir yazı kültüründen koparılıp da Lâtin yazısı temelinde yeni bir alfabeyi benimsemesi elbette kolay değildi. Ama inkılâpların dayandığı temel ilkeler ve Türk milletinin geleceğini ilgilendiren gelişmeler de böyle bir değişikliği kaçınılmaz kılıyordu. Esasen Arap yazısının Türkçe için ne kadar yetersiz kaldığı Tanzimat, Servetifünûn ve Millî Edebiyat döneminde yapılan bilimsel tartışmalarda da ortaya konmuştu. Arap yazısını ıslah yolundaki denemeler de başarısız olduğu için çıkar yol Türkçenin dil yapısına uygun bir alfabe sisteminin kabulünde idi.

Atatürk'ün Türk toplumunda bir yazı inkılâbı yapılması gereğini benimseyen görüşü oldukça eskidir ve Cumhuriyetten önceki yıllara kadar uzanır.2 Türk toplumunun kendi gelişmesini engelleyen bağlardan kurtularak, geleneksel kültürden çağdaş kültüre geçmesinin inkılâpçı atılımlar ile gerçekleştirilebileceği görüşünde idi. Ancak, yukarıda belirtilen sıkıntıların giderilmesi için önce toplumun böyle bir geçişe hazır duruma getirilmesi gereğine de inanıyordu. Onun büyük Nutuk'unda dile getirdiği "Ben milletin vicdanında ve istikbalinde ihtisas ettiğim büyük tekâmül istidadını, bir millî sır gibi vicdanımda taşıyarak peyderpey, bütün heyet-i içtimaiyemize tatbik ettirmek mecburiyetinde idim." sözleri,3 bu görüşün ve inkılâplardaki zamanlama sırasının önemine işaret etmektedir.

Cumhuriyet döneminde, Lâtin alfabesinin kabulü konusundaki ilk teşebbüsler 1923 yılında başlamıştır. Bu tarihte İzmir'de düzenlenen İktisat Kongresi'nde Ali Nazmi ile bir arkadaşı Lâtin harflerinin kabulü konusunda bir öneri vermişlerdi. Ancak, bu öneri tepki ile karşılanmış, hatta en büyük tepki de "Lâtin Harflerini Kabul Edemeyiz" başlıklı yazısı ile4 Kongre Başkanı Kâzım Paşa (Karabekir)'dan gelmiştir. Hüseyin Cahit Yalçın da 1923'te İzmir'de İstanbul gazetecileri ile yapılan bir toplantıda yine böyle bir öneri ileri sürdüğünde bu öneriyi Atatürk bile olumlu karşılamamıştır. Çünkü, memlekette o gün esen hava böyle bir yenilik için daha zamanın gelmemiş olduğunu gösteriyordu. Nitekim Atatürk, bu isteksizliğinin sebebini daha sonraki yıllarda Falih Rıfkı Atay'a "Hüseyin Cahit bana vakitsiz bir iş yaptırmak istiyordu. Yazı inkılâbının daha zamanı gelmemişti." diye açıklamıştır.5 Aynı durum, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki müzakerelerde de göze çarpıyordu. 25 Şubat 1924 tarihinde İzmir Milletvekili ve Millî Eğitim Bakanı Şükrü Saracoğlu, millî eğitim bütçesi dolayısıyla yaptığı konuşmada, yapılan bunca fedakârlıklara rağmen, halkın hâlâ okuyup yazma bilmemesinin Arap harflerinin yetersizliğinden kaynaklandığını dile getirdiği zaman karşılaştığı büyük tepki, Atatürk'ün zamanlama konusundaki duyarlığının ne kadar yerinde olduğunu ortaya koyan bir örnektir. Bu durum bir süre basındaki yazı ve tartışmalarda da devam etmiştir. Atatürk, yenilikleri topluma bir oldubitti biçiminde kabul ettirme yerine, toplumu, duygu ve düşünceleri ile bu yeniliğe hazırlama yöntemini benimsemişti. Bu nedenle 1924-1928 yılları arasındaki süre, yazı ve dil inkılâbına öncülük eden bazı yeniliklerin yapılması (3 Mart 1924'te öğretim birliği ile ilgili, Tevhid-i Tedrisat kanununun, 26 Aralık 1925'te İslâm takvimi yerine uluslar arası takvimin ve saat ölçülerinin kabulü, 24 Mayıs 1928'de çıkarılan bir kanunla Arap harfli rakamlar yerine Lâtin esaslı uluslar arası rakamların alınmış olması gibi) ve yeni Türk alfabesinin kabulü için bir ortam hazırlama süresidir.

Bu geçiş döneminden sonra, artık harf inkılâbına el atma zamanı da gelmiş olduğundan, Atatürk'ün direktifı ve Bakanlar Kurulunun kararı ile daha önce kurulmuş olan Dil Encümeni 26 Haziran 1928 tarihinde resmen çalışmaya başlamıştır. Falih Rıfkı (Atay), Yakup Kadri (Karaos-manoğlu), Ruşen Eşref (Ünaydın), Ahmet Cevat (Emre), Ragıp Hulûsi (Özdem), Fazıl Ahmet (Aykaç), Mehmet Emin (Erişirgil) ve İhsan (Sungu)'dan oluşan bu encümen, Lâtin alfabesi temelinde, ancak, her yönü ile Türkçenin ses yapısına uygun millî bir Türk alfabesi hazırlama görevini yüklenmiş bulunuyordu. Encümen çok dikkatli ve titiz çalışmalar yaparak, bir tasarı hazırlamıştır. Encümen tarafından hazırlanan bu tasarıda ne Arap alfabesindeki harfler yer almış ne de Avrupa milletlerinin yazılarında görülen ch, sch, tsch gibi ikili, üçlü ve dörtlü harflere yer verilmiştir. ç, c, s, j, ğ gibi harfler de başka dillerin alfabesinden alındığı hâlde, ses değerleri bakımından kendi dilimize göre ayarlanmıştır.6 Çalışmalar sırasında komisyon güçlükle karşılaştıkça, Atatürk devreye girmiş ve bu güçlükleri keskin görüşü ile aydınlığa kavuşturmuştur.7

Komisyonun üzerinde durduğu önemli bir nokta da kabul edilecek yeni alfabenin uygulama süresi idi. Üyeler bu yeni alfabenin 5-15 yıl arasında değişen bir süre içinde uygulanabileceği görüşünde idiler. Komisyon üyesi Falih Rıfkı Atay, Komisyon tasarısını Atatürk'e sunduğu zaman, Atatürk'ten aldığı cevap, devlet başkanının bu konudaki derin seziş gücünü bir daha ortaya koyar niteliktedir. Falih Rıfkı Atatürk'le aralarında geçen bu konuşmayı şöyle aktarmıştır:
"Atatürk bana sordu:
-Yeni yazıyı tatbik etmek için ne düşündünüz?
-Bir on beş yıllık uzun, bir de beş yıllık kısa mühletli iki teklif var, dedim. Gazeteler yarım sütundan başlayarak yeni yazılı kısmı artıracaklardır. Daireler ve yüksek mektepler için de tedricî bazı usuller düşünülmüştür.
Yüzüme baktı:
-Bu ya üç ayda olur, ya da hiç olmaz, dedi. Hayli radikal bir inkılâpçı iken ben bile yüzüne bakakalmıştım.
-Çocuğum dedi, gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı zaman dahi, herkes bu eski yazılı parçayı okuyacaktır. Arada bir harp, bir iç buhran, bir terslik oldu mu, bizim yazı da Enver'in yazısına döner. Hemen terk olunuverir. "8

Bu konuşmada geçen ve Enver yazısı denilen yazı, Enver Paşanın Osmanlı imlâsına bir çare bulmak üzere, imlâya, ünlülerin ilâvesi ve her harfin ayrı yazılması ile oluşturduğu bir imlâ biçimidir. Ne yazık ki, hatt-ı munfasıl, hatt-ı cedîd, Enverî yazı veya Enver yazısı denilen bu yazı türü de uygulamada benimsenmemiş ve fıyasko ile sonuçlanmıştır.
15 Ağustos 1928 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yazdığı bir makalede Yunus Nadi de yeni harf uygulamasının aceleye getirilmemesi gerektiği görüşünü savunuyor ve kesin uygulama için kendisince on yıldan fazla bir süreye ihtiyaç olduğunu ileri sürüyordu9. Ancak Atatürk, Yunus Nadi'nin görüşünü de mantıklı bir cevapla geçersiz kılmıştır10.

Esasen Atatürk'ün; 1928 yılının 8-9 Ağustos gecesinde Sarayburnu Parkı'nda yaptığı tarihî konuşmasında, Arap yazısından gelen güçlüğü, halkın bütün emeklerini kısırlaştıran çorak bir yolda yürümeye benzetmesi ve "Bir milletin, bir heyet-i içtimaiyenin yüzde onu okuma yazma bilir, yüzde sekseni bilmez, bundan insan olanlar utanmak lâzımdır. Bu millet utanmak için yaratılmış bir millet değildir; iftihar etmek için yaratılmış, tarihini iftiharla doldurmuş bir millettir. Fakat milletin yüzde sekseni okuma yazma bilmiyorsa bu hatâ bizde değildir. Türkün seviyesini anlamayarak kafasını birtakım zincirlerle saranlardadır. Artık mazinin (geçmişin) hatâlarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hatâları tashih edeceğiz (düzelteceğiz)."11 sözleri, hem tarihî bir zaruretin, hem kendisine güvenilir bir önder olarak millet üzerindeki yapıcı etkisinin, hem de bu işteki düzenli ivediliğinin ifadesidir.

Nitekim bundan sonra 11 Âğustos-29 Ağustos 1928 tarihleri arasında yine bu sarayda, Atatürk'ün başkanlığında milletvekillerinin, yazarların ve dilcilerin katıldığı alfabe uygulaması ile ilgili toplantılar ve dersler başlamıştır. Bu toplantılarda Alfabe Encümeni'nin hazırladığı taslak doğrultusunda kabul edilen ilkeler de Başbakan İsmet Paşa (İnönü) tarafından 3 madde hâlinde basına açıklanmıştır12.
Bundan sonraki günler ve haftalar (23 Ağustos-21 Eylül 1928) Atatürk'ün yeni Türk alfabesini öğretmek için bizzat önderlik ettiği yurt gezilerine ayrılmış ve bir eğitim seferberliği başlatılmıştır13.
Görülüyor ki, gerçekleştirilen dil inkılâbı ile dil ve kültür tarihimizin çetin bir dönüm noktası başarı ile aşılmıştır. Plânlı ve düzenli sosyal değişimin mükemmel bir örneği ortaya konmuştur. Tasarlanan daha sonraki inkılâpların hedeflerine ulaşabilmesi için de sağlam bir temel hazırlanmıştır. Getirdiği sonuçlar bakımından da eğitim ve kültür hayatımızda verimli gelişmeler sağlanmıştır.
Harf inkılâbının 70. yıl dönümünü kutlarken, aziz Atatürk'ün ve bu alanda emeği geçmiş değerli düşünce adamlarının manevî huzurlarında şükran ve saygı duyguları ile eğiliyor, sizleri de saygılarımla selâmlayarak konuşmama son veriyorum.
* "Harf İnkılâbının 70. Yıl Dönümü" dolayısıyla, 26 Eylül 1998 tarihinde Dolmabahçe (İstanbul) Sarayı'ında yapılan konuşma metnidir.
Kaynak: http://www.dilimiz.gen.tr/makaleler/harf_inkilabi.html


Alıntı:
müslümanlardan Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster

TABİKİ BUNU DIŞINDADA BİR ÇOK SEBEBLERDE VAR...

Buda yetmedi dini kendilerinin kontrolune almak için DİNADAMI DENİLEN BİR KAVRAM çıkartıp,DİYANET adı altında kendilerine bağlı olarakk kuklalar[namaz kıldırma memurları]
yetiştirip bunlarada bazı çanakları yalattılar ve istedikleri AYETLERİ GÜNDEME GETİRİP,
İNSANLARDAN İSLAMI SAKLAYIP UYUTTULAR.

Sonuç olarak kendilerini dinlemeyip TEVHİDİ[DİNİ YALNIZ ALLAH A HAS KILMAYI] ANLATIP,

halkı uyandırmaya çalışanlarıda ANAYASANIN 1995 LERE KADAR HALENYÜRÜRLÜKTE OLAN ANAYASANIN 163 MADDESİ GEREĞİNCE 2 yıl hapse attırdılar ve bunlarla DİĞER MEMURLARA VE DİNİ ANLATMAYA ÇALIŞANLARA GÖZDAĞI VERDİLER.Ne oldu halkta kendini aldatan ALLAH ADINA ÇIKIP AMA BU MÜSTEKBİRLERİ KUTSAYAN BELAMLARI hoca,müftü ve dnin diyanet işleri başkanı diye İSLAMIN OLMASSA OLMAZI gördüler.
Dolayısıyla TÜRKİYEDE İNSANLARDAN İSLAMI BU yolla sakladılar.Ve halk ta bunların anlattığı,islam şekline göre ,

BAYRAM NAMAZINA GİDMEKLE MÜSLÜMAN,

CUMAYA GİTMEKLE MÜMİN,

BEŞ VAKİT NAMAZ KILMAKLA MÜTTAKİ OLDUĞUNA İNANMIŞ VE İNANDIRILMIŞ OLDU.

VE TEKRAR ETMEK İSTİYORUM VE HEPDE EDECEM,

TÜRKİYEDE İNSANLARDAN SAKLADIKLARI İSLAM VAR............

Yalnız rabbim rahman bir kısım ilim verdiklerimiz onu insanlardan sakladılar,onlardan daha zalim kim var ve Biz onları çetin bir azapla azaplandıracaz ayetiyle TEHDİD EDİYOR .

İŞTE BUNUN İÇİN GÜNÜMÜZ SİSTEMİNE KARŞYIM...
SAYGILAR....
Değerli Kardeşim!
Uzun olduğu için asmadım aşağıdaki linke tıklarsanız kronolojik olarak olayların gelişimini görebilirsiniz.
http://kutuphane.uludag.edu.tr/PDF/i...8-7(7)/M34.pdf

Sözünü ettiğiniz 163. Madde Anayasa maddesi değil Türk Ceza Yasasının maddesidir.
(765 S.lı (Eski) Türk Ceza Kanunu - Mülga MADDE 163
(MÜLGA MADDE RGT: 12.04.1991 RG NO: 20843 KANUN NO: 3713/23))

Değerli kardeşim! Yazdığınız ve alıntı yaptığınız bütün yazıları dikkatle okuyorum.
Sistem, sistemin oluşumundaki kronojik yapı bilinmeden sağlıklı bir değerlendirmeye tutulamaz.Sistemi eleştirmek farklıdır ki , Dünyanın hiç bir yerinde sistemi eleştirmeyen bir kişi bile yoktur. İçinde yaşadığımız Türkiye Cumhuriyeti Devletine ve Bunu Kuran Büyük Millet Meclisine ve kurumlarına küfr etmek farklıdır.

Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah’ım ilmimizi artırsın ve aklını vahyinin denetiminde işleten kullarından eylesin.

Kusursuzluk sadece Allah’a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah’a emanet olunuz.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 6 Kisi:
Barış (11. February 2010), hiiic (8. October 2010), kamer (12. February 2010), mavera (13. February 2010), Miralay (19. July 2010), snobyx (14. February 2010)