Tekil Mesaj gösterimi
Alt 8. August 2010, 10:56 PM   #6
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Rasûlullah (s.a) Zeyd'in hanımı olan Cahş kızı Zeyneb ile evlendiğinde bir ziyafet vermiş ve insanları davet etmişti. Yemeklerini yedikten sonra onlardan bir kesim Rasûlullah'ın (s.a) evinde oturup konuşmaya daldılar. Hanımı ise, yüzünü duvara doğru çevirmiş bekliyordu. Onların bu tutumları Rasûlullah'a (s.a) ağır geldi. Enes dedi ki: “Peygamber'e sohbete dalmış olanların çıkıp gittiklerini ben mi o'na, yoksa o mu bana haber verdi bilemiyorum.” (Enes devamla) dedi ki: “Peygamber gitti ve evine girdi. Ben de o'nunla birlikte girmek istedim. Benimle kendisi arasına perdeyi çekti ve hicab hükmü nâzil oldu. O topluluğa kendilerine verilen öğütler ile öğüt verdi. Azîz ve celîl olan Allah da, Ey iman edenler! Peygamber'in evlerine... girmeyin... Çünkü bu Allah'ın yanında çok büyük bir iştir buyruğu nâzil oldu.”[40]

İsmâîl ibn İshâk dedi ki: Bize Muhammed b. Ubeyd anlattı, dedi ki: Bize Muhammed b. Sevr, Ma‘mer'den naklen anlattı. Ma‘mer'in Katâde'den naklettiğine göre bir adam, “Şâyet Rasûlullah (s.a) vefat edecek olursa, Âişe ile evlenirim” demiş. Bunun üzerine, Sizin Allah'ın Rasûlü'ne eziyet vermeniz de... âyeti ile Onun zevceleri de analarıdır (Ahzâb/6) âyeti nâzil oldu.[41]

Bu âyetin sebeb-i nüzûlünün, insanlardan birisinin –ki bunun Talha ibn Ubeydillah olduğu ileri sürülmüştür–, “Şâyet Muhammed'den geri kalırsam, mutlaka Âişe ile evleneceğim” demesi olduğu ileri sürülmüştür.[42]

Hicabın nüzûl sebebini, gerek Enes'in, gerek Ömer'in (r.anhuma) hadislerine dayanarak açıklamış bulunuyoruz. Ömer (r.a), dışarı çıktığı vakit Sevde'ye –ki uzun boylu bir hanımdı–, “Seni gördük [tanıdık] ey Sevde” diyordu. Bu sözleri hicaba dair hükmün inmesini çokça arzulamasından dolayı söylüyordu. Bunun üzerine yüce Allah da hicab âyetini indirmişti. Bütün bu sebeplerin bir arada oluşu dolayısıyla âyetin inmiş olma ihtimali de uzak değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[43]

Hicab âyeti nâzil olunca babalar, oğullar ve yakın akrabalar Rasûlullah'a (s.a), “Biz de mi onlarla perde arkasından konuşacağız?” diye sordular. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[44]

Bu âyetlerden anlaşıldığına göre Allah, görgü kuralları ve temizlik kültürü henüz gelişmemiş olan o günün Araplarını eğitmeyi murad etmiştir. Kur’ân'da buna yönelik birkaç âyet vardır:

Ey iman etmiş olan kimseler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu, sizin için daha iyidir. Belki siz düşünüp anlarsınız. (Nûr/27)

Ey iman etmiş kişiler! Salâta [eğitim-öğretime, sosyal yardım çalışmasına] doğru kalktığınız zaman, hemen yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı ve iki topuğa kadar ayaklarınızı el ile silin. Ve eğer cünüb [kopuk/şehveti kabarık] iseniz temizlik üstüne temizlik yapın [cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın]. Ve eğer hasta iseniz yahut yolculukta iseniz yahut sizden birisi çukurdan [tuvaletten] gelmişse yahut kadınlarla temaslaştıysanız [cinsel ilişkiye girdiyseniz], sonra da su bulamamışsanız, hemen temiz bir toprağa yönelin. Sonra da ondan [temiz topraktan] yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat sizi temizlemek ve şükredesiniz diye üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. (Mâide/6)

Ey iman etmiş olan kimseler!! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu, sizin için daha iyidir. Belki siz düşünüp anlarsınız. Sonra da orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Ve eğer size, “Geri dönün!” denilirse, hemen dönün. Çünkü bu, sizin için daha temizdir. Ve Allah, yaptığınızı en iyi bilendir. İçinde size ait herhangi bir değerin bulunduğu oturulmayan evlere girmenizde üzerinize bir sakınca yoktur. Ve Allah, sizin açığa vurduğunuz şeyleri ve gizlediğiniz şeyleri bilir. Mü’min erkeklere, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, onların yapıp ürettiklerine haberdardır. Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Zînetlerini de –görünenler hariç– belli etmesinler. Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. Ve süslerini, kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların avretlerini [cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli etmesinler. Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca Allah'a tevbe edin! (Nûr/27-31)

56. Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'i destekliyorlar [yardım ediyorlar]. Ey iman etmiş kimseler! Siz de o'na destek olun [o'na yardım edin] ve o'nun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayın!

Bu âyette, mü’minlerin Rasûlullah'a karşı görevleri bildirilmektedir: Mü’minler de, Allah ve meleklerinin Rasûlullah'ı destekledikleri gibi o'nu destekleyip güvenliğini sağlamalıdırlar.

Çok önemli bir konu içeren bu âyet, târihî süreç içerisinde yozlaştırılmıştır. Şöyle ki:

Rivâyet olunduğuna göre o'na, “Ey Allah'ın Rasûlü! Azîz ve celîl olan Allah'ın, Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'e salât ederler buyruğu hakkında ne dersin?” diye sorulmuş, Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Bu örtülüp gizli tutulmuş ilimdendir. Şâyet siz bu hususta bana sormamış olsaydınız, bu hususu size haber vermezdim. Yüce Allah, benim için iki melek görevlendirmiştir. Bir Müslümanın yanında anılıp da o bana salât getirecek olursa, mutlaka o iki melek, ‘Allah sana mağfiret buyursun’ derler. Yüce Allah ve melekleri de bu iki meleğe cevap olarak, ‘Âmin’ derler. O iki melek, yanında adım anıldığı hâlde bana salât getirmeyen bir Müslüman için de, ‘Allah sana mağfiret etmesin’ derler. Yüce Allah ve melekleri de o iki meleğe ‘Âmin’ diye cevap verirler.”[45]

Bu âyetle ilgili “Salât” yazımız çerçevesinde yazdıklarımızı aynen naklediyoruz:
SALÂVÂT

Kur’ân'a bakıldığında görülür ki, Allah ve melekler, sadece Peygamberimize değil, mü’minlere de –karanlıklardan nûra çıkarmak için– salât etmektedirler:

O, odur ki sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye Kendisi ve melekleri sizin için gerekeni yapıyor/size destek oluyor [yusalli ‘aleykum]. Zaten O, inananlara karşı çok acıyıcıdır. (Ahzâb/43)

Bu âyet, aşağıdaki şu âyetle karşılaştırıldığında, Allah'ın salâtının nasıl ve ne demek olduğu daha iyi anlaşılır:

O, odur ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye kulu üzerine gerçeği apaçık gösteren âyetler indiriyor. Allah size karşı gerçekten çok şefkatli, çok acıyıcıdır. (Hadîd/9)

Göklerde ve yeryüzünde bulunanların, dizi dizi kuşların Allah'ı tesbîh ettiklerini görmedin mi? Hepsi kendi tesbîhini ve salâtını mutlaka bilmektedir. Allah da, onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilir. (Nûr/41)

Görüldüğü gibi Allah'ın salâvâtından, yani yardımlarından, desteklerinden biri de, “kulu üzerine gerçeği apaçık gösteren âyetler indirmesi”dir.

Ayrıca, Allah korku, açlık, mal, can ve ürün noksanlığı ile denediği zaman sabredip, kendilerine bir musibet isâbet ettiği vakit teslim olup, Muhakkak biz, Allah içiniz ve şüphesiz O'na dönücüleriz diyenlere, Rabb'lerinden rahmet ve salâvât (Bakara/157) olduğu belirtilmektedir.

Bunlardan başka yukarıda, “Peygamber'e Salât [destek]” başlığı altında mealini verdiğimiz birçok âyette de Peygamberimizin salâvâtından bahsedilmektedir.

Fakat ne acıdır ki, bütün bu âyetlere rağmen bugüne kadar Müslümanlar arasında “salâvât”ı bir tekerleme şekline sokan anlayış hâkim olmuş, bu anlayışın yarattığı istifhamlar ise düşünülüp sorgulanmamıştır. Meselâ Allah, Peygamber'i ve kulları için kime, niçin, nasıl salâvât getirecektir? Zira yaratan, yaşatan, affedecek olan, mâlik-i yevmi'd-dîn O'dur. Bütün yetkileri elinde bulunduran Allah'ın salâvât getirmesinin mantığı nedir? Yoksa, Allah ve melekler bir salâvât korosu kurmuşlar da bizi de o koroya katılmaya mı davet etmektedirler? İnsanların her gün onlarca defa getirdiği salâvâtın kime ne faydası vardır? Yüce Allah, Peygamberi'ne merhamet edecek ve o'nu affedecek ise, bizi o'nun için yalvarttırmadan doğrudan Kendisi affetse olmaz mı?

Gerçi bu soruların bazılarına kılıf hazırlanmış; salât'ın, Allah'a nisbet edildiğinde “kullarına rahmet etme”; meleklere nisbet edildiğinde “kullar için af dileme”; kullara nisbet edildiğinde “dua” anlamına geldiği söylenmiştir. Ama bunların gerçeklerle ilgisi yoktur ve sırf işin içinden çıkılamadığı için uydurulmuştur. Sonuç olarak da bu tarz hileler, meselenin daha karmaşık hâle gelmesinden başka bir işe yaramamıştır. Çünkü Bakara sûresi'nde, İşte böyleleri üzerine Rabb'lerinden salâvât [destekler, yardımlar] ve bir rahmet vardır (Bakara/157) buyurularak, rahmet ve salâvât'ın ayrı şeyler olduğu ifade edilmiştir.

O hâlde, meselenin esasından uzaklaşmamak için salât sözcüğünün hakiki anlamına dönmek ve ondan sapmamak gerekmektedir.

Ancak iş burada bitmemektedir. Çünkü salât sözcüğü gibi, سلام [selâm] ve تسليم [teslîm] sözcükleri de kültürümüze yanlış anlamla girmiştir. Dolayısıyla, ve sellimû teslîmen (Ahzâb/56) ibaresinin de açıklanıp aydınlatılma zarureti vardır. Mevcut meallerde ibareye –bazı kelime farklılıklarıyla– ve tam bir teslimiyetle selâm verin şeklinde karşılık verildiği görülür. Hâlbuki sözcüklerin gerçek manalarına göre ifadeden bu anlam çıkmamaktadır. Zira âyetteki, سلّموا [sellimû] ve تسليماً [teslîmen] sözcüklerinin kökü, س ل م [s-l-m] harflerinden oluşan ve muhtelif harekelerle de ifade edilebilen selm, silm kökleridir. Hangisi kabul edilirse edilsin bu kökler, “selâmetlik”, yani –eski tabirle– “isâbet-i mekruhtan emîn olmak” anlamını taşır.

Sellimû ve teslîmen ifadeleri ise, mezidattan “tef‘il” babından emr-i hazır ve mastardır. Bu babda anlam; “emîn kılmak, korumak, güvenlik sağlamak”tır. Meselâ, sellemehullâh ifadesi; “Allah onu korudu, onun güvenliğini sağladı” demektir. Dolayısıyla konumuz olan âyetteki ibarenin manası, “ve tam bir güvenlik sağlamak sûretiyle Peygamber'in güvenliğini sağlayın” demektir. Peygamber'in tam olarak güvenliğini sağlamak için ise, o'nun çevresindekilerin canla-başla çaba harcamaları gerekir. Yoksa Peygamber'in güvenliğinin lâfla, birtakım tekerleme şeklindeki temennilerle sağlanması mümkün değildir. Nitekim bu âyetler indiği zaman sahabe-i kiram bir köşeye çekilip, “Allahumme salli ve sellim…” dememiş, varıyla-yoğuyla, canıyla harekete geçip Allah yolunda Peygamberimize destek olmuş, o'nun güvenliğini bu şekilde sağlamışlardır.

Bu izahattan sonra konumuz olan âyetin çevirisi şöyle olmalıdır:

Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'i destekliyorlar [yardım ediyorlar]. Ey mü’minler! Siz de o'na destek olun [o'na yardım edin] ve o'nun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayın! (Ahzâb/56)

Bu âyetin yer aldığı sûrede, Peygamberimizin özel hayatı, aile hayatı, sırları, misyonu, eşlerinin konumu, görevleri ve ayrıcalıkları yer alır. Konumuz olan âyeti doğru anlayabilmek için sûrenin tamamının dikkate alınması gerekir. Sûrenin, konu ve pasaj bütünlüğü bozulmadan okunması hâlinde hem salâvât kavramı daha iyi anlaşılacak, hem de Allah'ın emri doğrultusunda destek ve güvenlik sağlama görevlerini yapmayarak Peygamber'i üzenlerin âkıbeti (57-58. âyetlerde) görülecektir.

Âyette geçen يصلّون [yusallûne] sözcüğü, fiil-i muzâri sîgasıyla vârid olduğundan, ifadeye, Allah ve meleklerin Peygamber için gerekeni, “sürekli yapıp durdukları” vurgusu katar. Dolayısıyla destek olmakla, Peygamber'in güvenliğini sağlamakla, bu işe çaba harcamakla yükümlü olan mü’minlerin, yerlerinde oturmamaları; sürekli görev başında olmaları gerekir. Peygamber bugün aramızda olmadığına göre bu görev [destek ve güvenlik sağlama görevi], toplumda salâtı ikâme eden [zihnî ve mâlî desteği oluşturup ayakta tutan] kişi ve kurumlara karşı yapılmalıdır.

Bu açıklamalardan sonra bir de, Allah'ın bizden istediği bu iken, ya ihânetten ya cehâletten ortaya atılmış olan rivâyetlere uyup, “Padişahım çok yaşa!” benzeri tekerlemeleri söyleyerek salâvât getirdiğini zannedenlerin durumuna bakmakta yarar vardır. Bize göre manzara şudur:

Allah, Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'i destekliyorlar [yardım ediyorlar]. Ey mü’minler! Siz de o'na destek olu [yardım edin] ve o'nun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayınız! buyuruyor, ama onlar; “Allahumme salli alâ muhammed ve sellim… [Ey Allahım! Muhammed'e Sen yardım et, gerekli desteği Sen yap ve o'nun güvenliğini Sen sağla]” diyorlar.

Ne büyük çelişki ve ne iğrenç küstahlık!

Hâlbuki Peygamberimize yapılacak salâtın niteliği, Kur’ân'da gâyet açık olarak belirtilmiştir:

Yine bedevilerden kimi de vardır ki, onlar, Allah'a ve âhiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklar ve Elçi'nin destekleri edinir [sayar]. Gözünüzü açın! Şüphesiz bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları yakında rahmetine girdirecektir. Şüphesiz Allah, gafûr'dur, rahîm'dir. (Tevbe/99)

Ucûbe din kapsamında “salâvât getirmek” diye adlandırılan sözler, İsrâîloğulları'nın, Ey Mûsâ! Onlar orada oldukça biz oraya asla girmeyeceğiz. Hadi sen git, Rabbinle birlikte savaşın. Biz şuracıkta oturacağız (Mâide/24) şeklindeki sözlerine benzemektedir, ki İsrâîloğulları bunun bedelini çok ağır ödediler. Bu olaylar, Kur’ân'da Mâide sûresi'nde ve Kitab-ı Mukaddes'in Sayılar, 13-14. bölümlerinde anlatılır. Müslümanlar, salât ve salâvâtı Kur’ân'daki şekliyle anladıkları takdirde, salât kapsamında olan –Enfâl sûresi'ndeki– şu görevi yerine getireceklerdir:

Ve siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin ve savaş atları hazırlayın ki, onlarla hem Allah'ın düşmanlarını, hem de kendi düşmanlarınızı, ayrıca Allah'ın bilip de sizin bilmediğiniz daha başkalarını korkutasınız. Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz hakksızlığa uğratılmayacaksınız. (Enfâl/60)

Bu sayede, bugün içinde bulunulan zilletten kurtulmak müyesser olacak, aksi hâlde târih tekerrür edip duracaktır.[46]

57. Şüphesiz Allah'a ve Elçisi'ne eziyet verenler; Allah onlara dünyada ve âhirette lânet etmiştir. Ve onlara aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır.

58. Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara yapmadıkları bir şey sebebiyle eziyet eden kimseler de kesinlikle, artık bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.

Bu âyetler, tüm insanlara bir tehdit içermektedir. Burada zikredilen eziyet, yukarıda bahsedilen görgü kurallarına uymamanın ötesinde bir şey olup, 56. âyette konu edilen, Rasûlullah'a destek verme ve güvenliğini sağlama görevini yerine getirmeyip Allah Elçisi'ni yalnız, desteksiz ve korumasız bırakmak, o'na ve yakın çevresine iftira atmak, uygulamalarına karşı çıkmaktır. “Salâvât” ile ilgili yukarıda nakledilen açıklamalardan sonra, mü’minlerin asırlardır Rasûlullah'a eziyet verip vermedikleri daha net anlaşılmaktadır.

Âyette konu edilen Allah'a eziyet, O'na eş, çocuk [oğlan-kız] ve ortak nisbet etmek ve o'nun emirlerine riâyet etmemek, onları yozlaştırmak, Allah adına yeni ilkeler ortaya koymak, Allah ile aldatmaktır. Bunlara dair yüzlerce âyet geçmiş bulunuyor.

Bu paragrafta, sadece Allah ve Elçisi'ni değil, iftiralar ile mü’minleri üzmek de yasaklanmakta ve böyleleri, Allah onlara dünyada ve âhirette lânet etmiştir. Ve onlara aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır. Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara yapmadıkları bir şey sebebiyle eziyet eden kimseler de kesinlikle, artık bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir ifadesiyle tehdit edilmektedir:

Kim de bir hata veya bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, o zaman kesinlikle bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur. (Nisâ/112)

59. Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle, üzerlerine dış giysilerinden örtsünler. Tanınıp da eziyet edilmemeleri için bu daha uygundur. Allah çok bağışlayandır ve çok merhamet edendir.

57-58. âyetlerde, Elçi'ye ve mü’minlere eziyet edenler tehdit edilmişlerdi. Bu âyette ise Peygamber'in eşlerinden, kızlarından ve mü’minlerin kadınlarından, giyimleri nedeniyle incitilecekleri bir açık vermemeleri istenmektedir:

• Üzerlerine dış giysilerinden alsınlar.

• Tanınıp da eziyet edilmemeleri için bu daha uygundur.

Yukarıda, Rasûlullah'ın eşleri ile ilgili bilgi verilmişti. Burada ise Rasûlullah'ın kızları da konu edilmiştir. Rasûlullah'ın kızları ile ilgili bilgiyi Kurtubî ve Mevdûdî'den naklediyoıruz:

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN KIZ ÇOCUKLARI

1) Fâtımatu'z-Zehra:

Annesi Hatice'dir. Kureyşliler Ka‘be'yi (yeniden) bina ettikleri sırada Peygamber Efendimiz'e, peygamberliğin verilişinden beş yıl önce dünyaya gelmiştir. Peygamber Efendimiz'in kızlarının en küçüğüdür. Ali (r.a) onunla hicretin 2. yılında Ramazan ayında evlenmiş, Zilhicce ayında da gerdeğe girmiştir.

Onunla Receb ayında evlendiği de söylenmiştir. Rasûlullah'tan (s.a) kısa bir süre sonra vefat etmiştir. Peygamber Efendimiz'e aile halkından ilk kavuşan o olmuştur. Allah ondan razı olsun.

2) Zeyneb:

Annesi Hatice'dir (r.anha). Teyzesinin oğlu Ebu'l-Asî b. er-Rabî ile evlenmiştir. Annesi Huveylid kızı Hâle, Hatice'nin kız kardeşi idi. Ebu'l-Asî'nin adı Lakît'tir. Hâşim olduğu da söylenmiştir. Huşeym'dir, denildiği gibi Miksem olduğu da söylenmiştir.

Zeyneb, Rasûlullah'ın (s.a) en büyük kızıdır. Hicretin 8. yılında vefat etmiştir. Rasûlullah (s.a), (kabrine koymak üzere) onun kabrine inmiştir.

3) Rukayye:

Annesi Hatice'dir. Peygamberlikten önce Ebû Leheb'in oğlu Utbe ile nikâhlanmıştır. Rasûlullah (s.a) peygamber olarak gönderilip üzerine de, Ebû Leheb'in iki eli kurusun (Tebbet/1) âyeti nâzil olunca, Ebû Leheb oğluna şöyle demişti: “Eğer sen o'nun kızını boşamayacak olursan, benimle senin aranda hiç bir ilişki kalmayacaktır.” Bunun üzerine Ebû Leheb'in oğlu ondan ayrıldı. Henüz onunla gerdeğe girmemişti. Annesi Hatice Müslüman olunca, o da Müslüman olmuştu. Kadınlar Peygamber Efendimiz'e biat ettikleri sırada diğer kız kardeşleriyle birlikte Rasûlullah'a (s.a) biat etmişti. Onunla Osman b. Affan evlenmiştir. Osman (r.a) onunla evlendiği sırada Kureyş hanımları şöyle diyorlardı: “Bir insanın (ya da gözbebeğinin) gördüğü en güzel iki şahıs, Rukayye ile onun kocası Osman'dır.” Rukayye, Osman ile birlikte Habeşistan'a iki defa hicrette bulunmuştur. Osman'dan bir düşük yapmış, ondan sonra da Abdullah adındaki oğlunu doğurmuştu. Osman (r.a) da İslâm'dan sonra onun adı ile künyelenmişti. 6 yaşında iken bir horoz onun yüzünü gagalamış ve bu sebepten ölmüştü. Rukayye'nin bundan sonra bir çocuğu olmamıştı. Medîne'ye hicret etmiş, Rasûlullah (s.a) Bedir'e gitmek üzere hazırlandığı sırada hastalanmıştı. Peygamber de ona bakmak üzere Osman'ı (r.a) bırakmıştı. Rasûlullah (s.a) Bedir'de iken hicretin 17. ayında vefat etmişti. Zeyd b. el-Hârise, zaferi müjdelemek üzere Bedir'den gelip Medîne'ye girdiğinde Rukayye'nin üzeri toprakla örtülüyordu. Rasûlullah (s.a) defnedilişinde hazır bulunamadı.

4) Umm Gülsüm:

Annesi Hatice'dir. Peygamberlikten önce Utbe'nin kardeşi, Ebû Leheb'in diğer oğlu Uteybe ile nikâhlanmıştı. Daha önce Rukayye hakkında belirtilen sebep dolayısı ile babası ondan boşanmasını emretmişti. Uteybe, Umm Gülsüm ile henüz gerdeğe girmemişti. Umm Gülsüm, Rasûlullah (s.a) ile birlikte Mekke'de kalmaya devam etti. Annesi Müslüman olunca o da İslâm'a girdi ve hanımlar Peygamber Efendimiz'e biat ettikleri sırada diğer kız kardeşleriyle birlikte o da Rasûlullah'a (s.a) biat etmişti. Rasûlullah (s.a) Medîne'ye hicret edince, o da Medîne'ye hicret etti. Rukayye vefat ettikten sonra Osman (r.a) onunla evlendi, böylelikle ona “Zunnûreyn” [iki nûr sahibi] adı verilmişti. Peygamber (s.a) hayatta iken hicretin 9. yılı Şa‘ban ayında vefat etti. Rasûlullah (s.a) kabri başında oturmuş, kabrine indirmek üzere Ali, el-Fadl ve Usâme inmişti. ez-Zübeyr b. Bekkar'ın naklettiğine göre; Peygamber'in (s.a) çocuklarının yaşça en büyükleri el-Kâsım'dı. Sonra Zeyneb, sonra Abdullah'tır. Ona Tayyib ve Tâhir de denilirdi. Peygamberlikten sonra dünyaya gelmiş ve küçük yaşta ölmüştü. Daha sonra Umm Gülsüm, sonra Fâtıma, sonra da Rukayye gelir. el-Kâsım Mekke'de iken vefat etmişti, ondan sonra da Abdullah ölmüştü.[47]

Bu âyetle ortaya çıkan başka bir nokta da, Hz. Peygamber'in (s.a) birçok kızının olduğu gerçeğidir. Çünkü Allah bizzat, Ey Peygamber! Eşlerine ve kızlarına emret buyurmuştur. Bu sözler, Allah'tan hiç korkmadan Hz. Peygamber'in (s.a) sadece bir kızı olduğunu iddia eden kimselerin iddiasını boşa çıkarmaktadır. Onlara göre, sadece Fâtıma Hz. Peygamber'in (s.a) asıl kızıdır. Diğerleri ise eşlerinin önceki kocalarındandır. Bu kimseler önyargıları nedeniyle öyle körleşmişlerdir ki, Hz. Peygamber'in (s.a) çocuklarını başkalarına nisbet ederek ne kadar büyük bir günah işlediklerinin ve âhirette kendilerini şiddetli bir azabın beklediğinin farkında değillerdir. Bütün sahih hadislere göre, Hz. Hatice (r.a), Hz. Peygamber'den (s.a) sadece Fâtıma'yı değil, 3 kız çocuğu daha dünyaya getirmiştir. İlk siyer yazarlarından Muhammed b. İshâk, o'nun Hz. Hatice ile evliliğine değindikten sonra şöyle der: “İbrâhîm dışında, Hz. Peygamber'in (s.a) bütün çocuklarının (Kâsım, Tâhir, Tayyib, Zeyneb, Rukiyye, Umm Gülsüm, Fâtıma) annesi Hatice'ydi.” (İbn Hişâm; c. 1, s. 202)

Ünlü neseb bilgini Hâşim b. Muhammed b. es-Sâib el-Kelbî şöyle der: “Allah'ın Rasûlü'nün kendisine peygamberlik gelmeden önce ilk doğan çocuğu Kâsım'dı, sonra Zeyneb, sonra Rukiye, daha sonra da Umm Gülsüm dünyaya geldi.” (Tabakât-ı İbn Sa‘d; c. 1, s. 133). İbn Hazm ise Cevâmi es-Siret (s. 38-39) adlı kitabında Hz. Peygamber'in (s.a), Hz. Hatice'den en büyüğü Zeyneb olmak üzere, sırasıyla Rukiye, Fâtıma ve Umm Gülsüm adlarında 4 kızının olduğunu yazar. Taberî, İbn Sa‘d, Ebû Ca‘fer Muhammed b. Habib (Kitâbu'l-Muhabber adlı kitabın yazarı) ve İbn Abdi'l-Berr (Kitâbu'l-İsti‘âb yazarı) sahih rivâyetlere dayanarak, Hz. Hatice'nin Rasûlullah'la (s.a) evlenmeden önce iki kez evlendiğini, Ebû Hâle Temimî'den Hind b. Ebû Hâle adında oğlu, Atik b. Ayis Mahzumî'den Hind adında bir kızı olduğunu söylerler.

Hz. Hatice daha sonra Hz. Peygamber ile evlenmiştir ve bütün neseb bilginleri onun Peygamberimizden yukarıda adları geçen 4 kızı dünyaya getirdiğinde ittifak etmişlerdir (bkz. Taberî c. II, s. 411; Tabakât-ı İbn Sa‘d, c. VIII, s. 14-16; Kitâbu'l-Muhabber, s. 78-79, 452; el-İsti‘âb, c. 11, s. 718). Bütün bu rivâyetler, Kur’ân'da Peygamber'in (s.a) bir değil, birden fazla kızı olduğunu bildiren ifade ile desteklenmektedir.[48]

Konumuz olan âyetin iniş sebebi hakkında şu bilgiler verilmiştir:

Arap kadınlarının açılıp saçılmak adetleri vardı. Câriyelerin yaptığı gibi yüzlerini örtmezlerdi. Bu ise, erkeklerin onlara bakmalarına ve onlar hakkında çeşitli düşüncelere kapılmalarına sebep oluyordu. Yüce Allah, Rasûlü'ne, hanımlara ihtiyaçlarını görmek üzere dışarıya çıkmak istediklerinde üzerlerine cilbablarını alarak çıkmalarını söylemesini emretti. (Evlerde) tuvaletler yapılmadan önce ihtiyaçları için meskûn olmayan yerlere giderlerdi. Verilen bu emir ile hür kadınlar ile câriyeler arasındaki fark ortaya çıkacak, hür kadınlar tesettürleriyle tanınacaklardı. Böylelikle gençler ya da yaşlılar onlara söz söylemekten uzak kalacaklardı.

Bu âyetin nüzûlünden önce, mü’min kadınlar ihtiyacını görmek için dışarı çıktıklarında bazı günahkârlar câriye olduklarını zannederek onlara laf atarlardı. Kadın sesini yükseltince, o da çeker giderdi. Mü’min erkekler durumdan Peygamber'e (s.a) şikâyette bulundular. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[49]

Âyetteki, Tanınıp da eziyet edilmemeleri için bu daha uygundur ifadesiyle kastedilen, kadınların kimliklerinin; Âişe, Fatma, vs. olduklarının bilinmesi değildir. Burada kastedilen, hür kadın olup olmadıklarının bilinmesi ve böyle tanınarak taciz ve tecavüz riskinden kurtulmalarıdır.

Bu konunun iyi anlaşılabilmesi için o günün toplum düzeninin bilinmesi gerekir.

Burada amaç, dinin henüz tamamlanmadığı o toplumda, ahlâksız kimselerin mü’min kadınları hafif meşrep kadınlarla karıştırarak taciz ve tecavüze yeltenmelerini engellemektir. Çünkü hür kadınlar olarak tanındıkları takdirde hürlük sebebiyle kötü bir davranışla karşılaşmazlar ve kimse onlara umutlanarak bakmaz. Burada maksat, kadının kim olduğunun bilinmesi değildir. Ömer (r.a) başını örten bir câriye gördüğü takdirde, elindeki asa ile ona vururdu. Böylelikle o, hür kadınların kıyafetinin gereği gibi korunmasına çalışırdı.[50]

Âyette açık ve net olarak, “cilbab”larını/ev dışı elbiselerini giyen kadınların tanınacağı, bilineceği, dolayısıyla da incitilmeyeceği söylenmektedir, ki bu durumda kadınların örtünmelerinin gerekçesi, incinmemelerini temin etmektir, yoksa daha dindar, daha namuslu ve daha takvâlı olmalarını değil.

Bu âyetin doğru anlaşılması için öncelikle “cilbab”ın ne olduğunun bilinmesi ve sonra da “cilbab” giymenin gerekçesinin, Kur’ân'da bildirilenin dışına çıkarılmaması gerekir.

Bazıları cilbab'ı, Arapların bugün “abâye” dedikleri; baştan aşağı salınan, dış giysiyi önden ve arkadan kapatan bir örtü olarak, bazıları da sadece gözleri açık bırakmak sûretiyle yüzü ve bütün vücudu tepeden tırnağa kapatan bir örtü olarak tanımlarlar. Bunlar, örtünme konusunda ifrata kaçan kesimler tarafından ortaya atılmış olup, Kur’ân ile bağdaşmayan tanımlardır. Çünkü aşağıda görüleceği gibi kılık-kıyâfet konusunu belirleyen diğer âyette (Nûr/31), örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar/salsınlar denilmektedir. Eğer cilbab, bazılarının dediği gibi baştan aşağı vücudu örten bir elbise olsaydı, o elbise göğüslerdeki yırtmaçları da kapatır ve Nûr/31'deki emre gerek kalmazdı. Soğuk, sıcak ve diğer hâricî etkilerden korunmak amacı dışında iffet gerekçesiyle üst üste iki örtünün giyilmesi anlamsız olacağına göre, “cilbab”, Kur’ân tarafından da vücudu baştan aşağı örten bir elbise olarak kabul edilmemektedir.

Cilbab, Râgıb'ın ifadesiyle, “gömlek ve örtünün adı”; İkrime'nin tarifine göre ise, “boyundan aşağı salınan, dış giysileri kapatan örtü”dür.

Bu durumda cilbab, o günün hür Arap kadınları tarafından câriyelerden ayırt edilmek için giyilen ve boyunlardan-omuzlardan aşağıyı örten, bugünkü ceket, pardösü, manto gibi bir elbise çeşididir.

Âyetten anlaşıldığına göre, cilbab [muhsanlık üniforması; pardösü, ceket] giyenler, göğüs yırtmaçlarını açabilirler ve bu açıklardan da göğüsleri, gerdanları gözükebilir. Yani “cilbab”ın, mutlaka tulum gibi göğüsleri örtecek şekilde olması gerekmez. Zaten o günün Arap kadınlarının bir kısmının gerdanları açıkta dolaştığı bilinmektedir. Hatta İslâm'ın hâkimiyetinden önce putperestlerin Ka‘be'yi çırılçıplak tavaf ettikleri, hem Kur’ân'da hem de târih kayıtlarında yer almaktadır.[51]

Nûr/31 âyetinin, Ahzâb/59. âyeti ile neshedildiğini iddia etmek ve buna dayanarak “cilbab”ın, başı da örten bir elbise olduğunu savunmak, âyetin ahkâmını göz ardı etmektir. Hele bu iddia, âyetleri birtakım yanlış inançlara uydurmaya çalışmak için yapılıyorsa korkunç bir cinâyet olur.

Sonuç olarak Ahzâb/59'un amacı, mü’min kadınların câriyelere veya fâhişelere benzetilmesini ve incitilmesini önlemek, hiç değilse tacizleri asgariye indirmektir.

60-62. Andolsun ki, eğer o münâfıklar ve kalplerinde bir hastalık olan şu kimseler ve Medîne'de ortalığı karıştıranlar, bu yaptıklarından vaz geçmezlerse, mutlaka seni onlara, onlar dışlanmış olarak musallat ederiz. Sonra, onlar, seninle orada az bir zamandan fazla komşu kalamazlar; Allah'ın önceki geçen kimseler hakkındaki sünneti [tutumu-kanunu] olarak nerede bulunurlarsa yakalanırlar ve öldürüldükçe öldürülürler. Ve sen Allah'ın sünneti için asla bir değişiklik bulmayacaksın!

Bu âyet grubunda; Allah'a, Elçisi'ne ve mü’minlere eziyet eden münâfıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar ve dedikodu yaparak ortalığı karıştıranlar tehdit edilmektedir.

Âyetteki, kalplerinde hastalık olanlar tabiri ile, “gerçek mü’min olmayan iki yüzlüler” kastedilmiştir. Aslında zikredilen niteliklerin hepsi bu gruba aittir. Bunlar, Müslümanlar arasında panik yaratmak ve onların moralini bozmak için, “Muhammed öldü, askeri bozguna uğradı” türünden yalan haberler yayıyorlardı.

Âyetteki, Bu yaptıklarından vaz geçmezlerse, mutlaka seni onlara, onlar dışlanmış olarak musallat ederiz. Sonra, onlar, seninle orada az bir zamandan fazla komşu kalamazlar; Allah'ın önceki geçen kimseler hakkındaki sünneti [tutumu-kanunu] olarak nerede bulunurlarsa yakalanırlar ve öldürüldükçe öldürülürler. Ve sen Allah'ın sünneti için asla bir değişiklik bulmayacaksın ifadesiyle, bu tip insanların mücâdele ile etkisizleştirilmesi emredilmektedir.

63-73. İnsanlar sana Sâ‘at'ten [kıyâmetin kopuş vaktinden] soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi, Allah'ın; münâfık erkekleri, münâfık kadınları, müşrik erkekleri, müşrik kadınları azap etmesi; ve Allah'ın, mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların tevbelerini kabul etmesi için ancak Allah'ın nezdindedir. Ne bilirsin belki Sâ‘at [kıyâmetin kopuş vakti] yakında olur. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”

64-66. Kesinlikle Allah kâfirlere lânet etmiş [onları dışlamış] ve içinde ebedî olarak kalmaları üzere, onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Onlar orada, bir velî ve yardımcı bulamazlar. Yüzleri ateş içinde evirilip çevrildiği gün, “Ah keşke Allah'a itaat etseydik, Elçi'ye itaat etseydik!” diyecekler.

67-68. Ve dediler ki: “Ey Rabbimiz! Şüphesiz biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle.”

73. âyet, teknik ve anlam itibariyle 63. âyetin bir parçası olduğundan beraber meallendirilmiştir. 63. ve 73. âyetler Tâ-Hâ/15'in bir tekrarı ve açılımı mahiyetindedir. 73. âyet, لِ[li] edatıyla başlar. Klâsik anlayış sahipleri, âyete ekleme ve çıkarma yapmak ya da لِ[li] edatını ihmal etmek sûretiyle anlam kazandırabilme yolunu tercih etmişlerdir.

Sonra onun yanına geldiğinde seslenildi: “Mûsâ! Ben, senin Rabbin olan Ben'im. Hemen iki nalınını çıkar, şüphesiz sen temizlenmiş vâdide, Tuva'dasın/iki kere temizlenmiş bir vâdidesin. Ve Ben seni seçtim; O hâlde vahyedilecek olan şeye kulak ver. Hiç şüphesiz ki Ben, Allah'ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikâme et. Şüphesiz ki o Sâ‘at [kıyâmet] gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın diye neredeyse gizleyeceğim.” (Tâ-Hâ/11-15)

Bizce, Mushaf tertibinde hata yapılmış, 63. âyetten hemen sonra tertip edilmesi gereken âyet, 73. sıraya yerleştirilmiştir.

Bu âyetlerde, yukarıda dünyada cezalandırılmakla tehdit edilenlere, ağır bir tehdit –ki kıyâmete yöneliktir– daha getirilmektedir. Bu âyet grubunda yer alan ilkeler şöyle sıralanabilir:

• Kıyâmetin kopma vakti, herkesin özgür iradesiyle iman ya da küfrü tercih edebilmesi için gizli tutulmuştur.

• Allah kâfirlere lânet etmiş [onları dışlamış] ve içinde ebedî olarak kalmak üzere onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır.

• Onlar orada, bir velî ve yardımcı bulamazlar.

• Yüzleri ateş içinde evirilip çevrildiği gün, “Ah keşke Allah'a itaat etseydik, Elçi'ye itaat etseydik! Ey Rabbimiz! Şüphesiz biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle” diyeceklerdir.

Âyetlerdeki, Ah keşke Allah'a itaat etseydik, Elçi'ye itaat etseydik! Ey Rabbimiz! Şüphesiz biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle ifadesinde, kötü duruma düşenlerin, önderlerini suçladıkları görülüyor. Burada, önderlerin ve büyüklerin, toplumu nasıl etkileyip yoldan çıkardıklarına dikkat çekilmekte ve insanların yanlışa karşı durmaları, önderlerini sorgulamaları istenmektedir:

Ve o küfretmiş olan kişiler, “Rabbimiz! Cinn ve insten [bildiğimiz, bilmediğimiz herkesten] bizi doğru yoldan saptıranları bize göster. Onlar en aşağıdakilerden olsunlar diye biz onları ayaklarımızın altında kılalım” dediler. (Fussilet/29)

Kötülere itaat edenlerin durumu, burada net bir şekilde ortaya konulmaktadır. Görevlerini hakkıyla yapmayanlara yönelik tehditler birçok defa tekrar edilmiştir:

Şüphesiz indirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti, Biz, kitapta insanlara apaçık gösterdikten sonra gizleyen kimseler; işte onlar; onlara Allah ve lânet ediciler lânet eder. Ancak tevbe eden ve düzeltenler ve (açık delilleri ve hidâyeti) açıkça ortaya koyanlar başkadır. İşte onlar, Ben onların tevbelerini kabul ederim. Ve Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça esirgeyenim. (Bakara/159-160)

Bu âyetlerde verilen mesaj, şu âyetlerde de verilmişti:

Sana, Sâ‘at'ten soruyorlar: “Ne zaman gelip çatacak?” De ki: “Onun bilgisi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun vaktini Kendisinden başkası açıklayamaz. Göklerde ve yerde ağır basmıştır. O size ansızın gelir.” Sanki sen onu çok iyi biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (A‘râf/187)

Sana o Sâ‘at'ten soruyorlar; onun demir atması ne zaman? Onun anılmasından sende ne var ki? Onun sonucu sadece senin Rabbine aittir. Sen ancak ona [Sâ‘at'e/kıyâmetin kopuşuna] haşyet duyan kişilerin uyarıcısısın. Sonra onlar onu [kıyâmeti] görecekleri gün, dünyada bir akşam veya kuşluğundan başka durmamış gibidirler. (Nâzi‘ât/42-46)

Ve o inkâr eden kimseler, “Bize o Sâ‘at [kıyâmetin kopuş anı] gelmeyecektir” dediler. De ki: “Evet (gelecektir). Ğaybı bilen Rabbime andolsun ki, o, iman eden ve sâlihâtı işleyen kimselere –ki işte onlar kendileri için bir mağfiret ve kerim bir rızık olanlardır– karşılıklarını vermek için size mutlaka gelecektir. O'ndan göklerde ve yerde zerre ağırlığı bir şey kaçmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa, hepsi muhakkak açık bir kitaptadır.” Ve şu, âyetlerimi de aciz bırakanlar olarak çalışanlar [mucizelerden uzak tutanlar]; işte onlar, elem verici kötü azaptan bir azap kendileri için olanlardır. (Sebe/3-5)

De ki: “O, sizi yeryüzünde dağıtıp yayandır ve siz O'na toplanıp götürüleceksiniz.” Bir de onlar, “Eğer doğru kimselerden iseniz bu söz verilen (tehdit) ne zaman?” diyorlar. De ki: “Kesinlikle bilgi [onun bilgisi], Allah'ın yanındadır. Ben ise yalnızca apaçık bir uyarıcıyım.” Artık onlar, onu yakınlaşmış görünce, inkâr edenlerin yüzleri kötüleşti. Ve, “İşte bu, çağırıp durduğunuz şeydir!” dendi. (Mülk/24-27)

Hayır, hayır… Şüphesiz, “füccâr”ın kaydı, kesinlikle, siccîn'dedir. –Ve “Siccîn”in ne olduğunu sana kim bildirdi?– O, rakamlanmış/yazılmış bir kayıttır! O gün, yalanlayanların; Karşılık Günü'nü yalanlayanların vay hâline! –Ve onu [Karşılık Günü'nü], kendisine âyetlerimiz okunduğu zaman, “Eskilerin masalları” demiş olan tüm sınırları aşan günahkârlardan başkası yalanlamaz.– Hayır, hayır… Onların kazandıkları, kalpleri üzerine pas olmuştur. Hayır, hayır… Şüphesiz onlar, o gün Rabb'lerinden kesinlikle perdelenmişlerdir. Sonra onlar, hiç şüphesiz cehenneme girecekler. Sonra da, “İşte bu, kendisini yalanlayıp durduğunuz şeydir” denilir. (Mutaffifîn/7-17)

Böylece Biz onu [Kur’ân'ı], günahkârların [suçluların] kalplerine sokarız. Bırak onları; yesinler, yararlansınlar ve emel [boş umut] onları oyalasın. Ama onlar yakında bileceklerdir. (Hicr/2 [12]-3)

Ve o gün, o zâlim kimse ellerini ısırarak, “Eyvah, keşke elçi ile beraber bir yol tutsaydım! Eyvah, keşke falancayı izdaş edinmeseydim. Hiç şüphesiz bana geldikten sonra, beni Zikir'den o saptırdı. Ve şeytan insan için bir rezil edenmiş!” der. (Furkân/27-29)

69. Ey iman etmiş kişiler! Sizler Mûsâ'ya eziyet eden kimseler gibi olmayın. İşte, Allah o'nu [Mûsâ'yı], onların [eziyet edenlerin] söylediklerinden temize çıkardı. Ve o, Allah katında mevki sahibi [değerli] biri idi.

70-71. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a takvâlı davranın ve sağlam belgeli söz söyleyin, ki O [Allah], işlerinizi lehinize düzeltsin, günahlarınızı da bağışlasın. Her kim Allah'a ve Elçisi'ne itaat ederse, artık o, gerçekten çok büyük bir kurtuluş ile kurtulmuş olur.

Bu âyet grubunda mü’minlere, Mûsâ'ya eziyet eden kimseler gibi olmamaları; Rasûlullah'ı üzmemeleri, Allah'a takvâlı davranmaları ve belgesiz söz söylememeleri yönünde direktifler verilmekte ve onlara özel vaatlerde bulunulmaktadır:

• Siz, Mûsâ'ya eziyet eden kimseler gibi olmayın.

• Allah Mûsâ'yı, eziyet edenlerin söylediklerinden temize çıkardı; o, Allah katında değerli biri idi.

• Allah'a takvâlı davranın ve sağlam belgeli söz söyleyin, ki Allah, işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın.

• Allah'a ve Elçisi'ne itaat eden kimse, gerçekten kurtuluşa erer.

Bu âyet grubunda, çevresindekiler tarafından Mûsâ'ya eziyet edildiği, ama o'nun Allah tarafından temize çıkarıldığı bildirilmektedir. Mûsâ'ya yapılan eziyetin ne olduğu burada açıklanmamıştır. Rivâyetlere göre şudur:

İbn Abbâs ve bir topluluk şöyle demiştir: Bu, Ebû Hureyre'nin (r.a) rivâyet ettiği şu hadisin muhtevasında sözü edilen husustur. Buna göre Peygamber (s.a) şöyle demiştir: “İsrâîloğulları çıplak yıkanıyorlardı. Mûsâ (a.s) ise, çokça örtünürdü ve bedenini saklardı. Bir kesim o'nun hakkında, “Onun hayaları şişkindir ve o'nun baras hastalığı vardır, yahut da o'nda bir hastalık bulunmaktadır” demişlerdi. Bir gün Mûsa Şam [Sûriye] topraklarında bulunan bir pınarda yıkanmaya gitti, elbiselerini bir taşın üzerine bıraktı. Taş elbisesi ile birlikte uçup gitti. Mûsâ çıplak olarak taşın arkasından gidiyor ve, “Ey taş, elbisemi ver; ey taş, elbisemi ver” diyordu. Nihâyet İsrâîloğulları'ndan bir topluluğun yanına kadar (bu hâlde) geldi. Ona baktıklarında bir de ne görsünler, Mûsâ aralarında yaratılışı en güzel, sûreti en mutedil birisidir. Söylediklerinin hiç biri o'nda yok. İşte şanı yüce Allah'ın, Allah o'nu dediklerinden temize çıkardı buyruğunda anlatılan budur.” Bu hadisi Buhârî ve bu manada da Müslim rivâyet etmişlerdir.

Müslim'in lafzı şöyledir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: “İsrâîloğulları çıplak olarak yıkanırlardı. Biri diğerinin avretine bakardı. Mûsâ (a.s) ise, tek başına yıkanırdı. Bunun üzerine onlar, “Allah'a andolsun ki Mûsâ'nın bizimle birlikte yıkanmasını engelleyen ancak o'nun hayalarının şişkin olmasıdır” dediler. Bir gün yıkanmaya gittiğinde elbiselerini bir taşın üzerine koymuştu. Taş elbisesiyle birlikte uçup gitti. Mûsâ (a.s) hızlıca taşın arkasından koştu ve bu arada, “Ey taş, elbisemi ver; ey taş, elbisemi ver” diyordu. Nihâyet İsrâîloğulları Mûsâ'nın (a.s) avretini gördüler ve, “Allah'a andolsun ki Mûsâ'nın herhangi bir rahatsızlığı yoktur” dediler. Nihâyet taş durdu ve böylece Mûsâ'ya bakmış oldular. Mûsâ da elbisesini aldı ve taşı dövmeye başladı.” Ebû Hureyre dedi ki: “Allah'a yemin ederim ki, taşta altı ya da yedi darbe izi var. Bunlar Mûsâ'nın taşa indirdiği darbelerin izleridir.”

İbn Abbâs'ın rivâyetine göre Ali b. Ebî Tâlib (r.a) şöyle demiştir: İsrâîloğulları Mûsâ hakkında, “O Hârûn'u öldürdü” demek sûretiyle eziyet etmişlerdi. Şöyle ki, Mûsâ ile Hârûn Tih'in ekin ekilen bir yerinden dağa doğru çıkıp gittiler. Hârûn da orada öldü. Mûsâ geldiğinde İsrâîloğulları Mûsâ'ya, “Onu sen öldürdün, çünkü o bize göre senden daha yumuşaktı ve bizi daha çok severdi” dediler. Böylelikle Mûsâ'ya eziyet ettiler. Bunun üzerine yüce Allah meleklere emretti. Melekler de Hârûn'u alıp İsrâîloğulları arasında gezdirdiler. Böylece Mûsâ'nın doğruluğunu kendilerine gösteren pek büyük bir mucize görmüş oldular. Çünkü Hârûn'da öldürüldüğüne dair hiç bir iz yoktu.[52]

Bazıları, “Bu, onların, o'na bedeninde bir kusur olduğu iftirasında bulunmaları sebebiyle yapmış oldukları eziyettir” derken, bazıları şöyle demişlerdir: “Kârûn, bir fâhişe ile plan yaptı. Buna göre kadın, İsrâîloğulları'nın yanında Mûsâ'nın kendisiyle zina ettiğini söyleyecekti. Kârûn, kavmini topladığında, Allah orada bulunan bu kadının kalbine doğru söyleme fikrini verdi ve böylece kadın, kendisine telkin edilmiş olan o şeyi söylemedi.”[53]

Kitab-ı Mukaddes'te de şu olayları görüyoruz:

Firavun'un yanından ayrılınca, kendilerini bekleyen Mûsâ'yla Hârûn'a çıkıştılar. “Rabb yaptığınızı görsün, cezanızı versin!” dediler, “Bizi Firavun'la görevlilerinin gözünde rezil ettiniz. Bizi öldürmeleri için ellerine bir kılıç verdiniz.”[54]

Mûsâ'ya, “Mısır'da mezar mı yoktu da bizi çöle ölmeye getirdin?” dediler, “Bak, Mısır'dan çıkarmakla bize ne yaptın! Mısır'dayken sana, ‘Bırak bizi, Mısırlılara kulluk edelim’ demedik mi? Çölde ölmektense Mısırlılara kulluk etsek bizim için daha iyi olurdu.”[55]

Çölde hepsi Mûsâ'yla Hârûn'a yakınmaya başladı. “Keşke Rabb bizi Mısır'dayken öldürseydi” dediler, “hiç değilse orada et kazanlarının başına oturur, doyasıya yerdik. Ama siz bütün topluluğu açlıktan öldürmek için bizi bu çöle getirdiniz.”[56]

Ama halk susamıştı. “Niçin bizi Mısır'dan çıkardın?” diye Mûsâ'ya söylendiler, “Bizi, çocuklarımızı, hayvanlarımızı susuzluktan öldürmek için mi?” Mûsâ, “Bu halka ne yapayım?” diye Rabbe feryat etti, “Neredeyse beni taşlayacaklar.”[57]

Halk çektiği sıkıntılardan ötürü yakınmaya başladı. Rabb bunu duyunca öfkelendi, aralarına ateşini göndererek ordugâhın kenarlarını yakıp yok etti. Halk Mûsâ'ya yalvardı. Mûsâ Rabbe yakarınca ateş söndü. Bu nedenle oraya Tavera adı verildi. Çünkü Rabbin gönderdiği ateş onların arasında yanmıştı. Derken, halkın arasındaki yabancılar başka yiyeceklere özlem duymaya başladılar. İsrâîlliler de yine ağlayarak, “Keşke yiyecek biraz et olsaydı!” dediler, “Mısır'da parasız yediğimiz balıkları, salatalıkları, karpuzları, pırasaları, soğanları, sarmısakları anımsıyoruz. Şimdiyse yemek yeme isteğimizi yitirdik. Bu man'dan başka hiç bir şey gördüğümüz yok.” Man, kişniş tohumuna benzerdi, görünüşü de reçine gibiydi. Halk çıkıp onu toplar, değirmende öğütür ya da havanda döverdi. Çömlekte haşlayıp pide yaparlardı. Tadı zeytinyağında pişirilmiş yiyeceklere benzerdi. Gece ordugaha çiy düşerken, man da birlikte düşerdi. Mûsâ herkesin, her ailenin çadırının önünde ağladığını duydu. Rabb buna çok öfkelendi. Mûsâ da üzüldü. Rabbe, “Kuluna neden kötü davrandın?” dedi, “Seni hoşnut etmeyen ne yaptım ki, bu halkın yükünü bana yüklüyorsun? Bütün bu halka ben mi gebe kaldım? Onları ben mi doğurdum? Öyleyse neden emzikteki çocuğu taşıyan bir dadı gibi, atalarına and içerek söz verdiğin ülkeye onları kucağımda taşımamı istiyorsun? Bütün bu halka verecek eti nereden bulayım? Bana, ‘Bize yiyecek et ver’ diye sızlanıp duruyorlar. Bu halkı tek başıma taşıyamam, bunca yükü kaldıramam. Bana böyle davranacaksan –eğer gözünde lütuf bulduysam– lütfen beni hemen öldür de kendi yıkımımı görmeyeyim.”[58]

O gece bütün topluluk yüksek sesle bağrışıp ağladı. Bütün İsrâîl halkı Mûsâ'yla Hârûn'a söylendi. Onlara, “Keşke Mısır'da ya da bu çölde ölseydik!” dediler, “Rabb neden bizi bu ülkeye götürüyor? Kılıçtan geçirilelim diye mi? Karılarımız, çocuklarımız tutsak edilecek. Mısır'a dönmek bizim için daha iyi değil mi?” Sonra birbirlerine, “Kendimize bir önder seçip Mısır'a dönelim” dediler. Bunun üzerine Mûsâ'yla Hârûn İsrâîl topluluğunun önünde yüzüstü yere kapandılar. Ülkeyi araştıranlardan Nûn oğlu Yeşu'yla Yefunne oğlu Kalev giysilerini yırttılar. Sonra bütün İsrâîl topluluğuna şöyle dediler: “İçinden geçip araştırdığımız ülke çok iyi bir ülkedir. Eğer Rabb bizden hoşnut kalırsa, süt ve bal akan o ülkeye bizi götürecek ve orayı bize verecektir. Ancak Rabbe karşı gelmeyin. Orada yaşayan halktan korkmayın. Onları ekmek yer gibi yiyip bitireceğiz. Koruyucuları onları bırakıp gitti. Ama Rabb bizimledir. Onlardan korkmayın!” Topluluk onları taşa tutmayı düşünürken, ansızın Rabbin görkemi Buluşma Çadırı'nda bütün İsrâîl halkına göründü.[59]
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla