Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. March 2011, 11:25 PM   #4
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

B) HİCAZ'IN SOSYO-EKONOMİK YAPISI

1. Ekonomik Faaliyetler:

Geçen konuda ekonomik hareketin görüntülerinden arzettiğimiz tablolar Hicaz şehirlerini ve görünümlerini nitelemek türünden girişlerdi. Bu açıklamalar yeterli bir inceleme ve araştırma olarak verilmemişti. Şimdi ise derli toplu bir araştırma ve inceleme ile Hicaz'daki ekonomik hareketliliği sergilmek istiyoruz.
Hicaz şehir ve kasabalarının, düzenli şehir ve kasabalardan farklı ve ayrı bir hayat biçimi göstermeyeceği açıktır. İstikrarlı şehir ve kasabalarda genellikle sanayi ve tarımcılık gibi süreklilik arz eden işlere bağlılık görülür. Kur'an'da yer alan pek çok ayetden hareketle Hicaz halkının ve kasabalarının bu işlerle meşgul olduklarını ve bu alanda nereye kadar vardıklarını çıkarma imkanı vardır.
Mekke halkı, toprakları verimsiz ve suları az olduğundan ziraat ile uğraşamadılar; bunun yerine yerin sırtında rızıklarının peşinde koşturup, yaz-kiş, karada ve denizde ticaret yolculukları için seferber oldular. Malların taşınması ve birbiriyle değiştirilmesi için aracı oluyorlardı. Kuzey, güneş ve doğu yani Şam, Yemen, Irak, Fars, Mısır, Habeşistan, Afrika sahilleri ve Hiııd arasında bir yandan aracı oluyorlar, diğer yandan kendi toplumlarının muhtaç olduğu ticaret eşyasını ve malları satın alıyorlardı.

Kendileri bu seferlere katılmasalar da katılanlara ortak oluyorlardı ya da kendileri hesabına yolculuk edecek ve onların adına ticaret yapacak birilerini tutuyorlardı. Bu hareket sırf zenginlere özgü bir iş değildi. Buna, orta halk kesimi de katkıda bulunuyor, pay sahibi oluyorlardı. Kureyş Sûresi özlü ve kısa oluşuna rağmen Mekke halkının bu konuya ne denli büyük önem verdiğini ve hareketli bir faaliyet içinde olduğunu gösteren bir işareti kapsamaktadır. Yeter ki dikkatli olarak üzerine eğilinsin.

Mekkelilerin servetlerini vurgulamak için kullandığımız ayetler gösteriyor ki, bu servetler ancak onların içinde bulundukları ekonomik faaliyet sayesinde ellerine geçmişti ve bu ekonomik faaliyet birinci derecede, sürekli oan ticari hareketle temsil edilmişti. Sahil bölgesini hatırlatma sadedinde verdiğimiz ayetler de Mekkelilerin deniz ticaret faaliyetini, ticari işler ve alış-veriş alanında geniş ufukların boyutlarını göstermektedir. Zira bu ayetler Mekkidir. Onlarla birinci ve ilk olarak muhatab alınanlar Mekkeliierdir ve yine bu ayetlerde onların bizzat deniz seferlerini gösteren işaretler yer almaktadır-.

Bu ufukların genişliğinin ve deniz ticareti faaliyetinin önemlilerinden biri de ilk müslümanların Mekke'den Habeşistan'a doğru gerçekleştirdiği birinci hicrettir. Bu hicrete nahl sûresinin iki ayetinde işaret edilmiştir:
1) Zulme uğradıktan sonra, Allah yolunda hicret edenleri dünyada şüphesiz güzel bir biçimde yerleştireceğiz. (Nahl, 41)
2) Sonra gerçekten senin Rabbin, işkenceye uğratıldıktan sonra hicret edenlerin, ardından da cihad edip sabredenlerin {destekçisidir)... (Nahl, 110)

Mekkelilerin tanımadıkları ya da bazılarının bilmediği bir ülkeye hicret etmeleri elbette tutarlı olmazdı. İşte onların bu tanımaları da bu ülkelerin Mekklilerin deniz yolculuklariyla ilişki kurduğu ülkelerden olduğunu göstermektedir.
Yine bazı ayetler vardır ki, onların güneyde Yemen, Hadramut ve I. Ad'ın yurtlarına; Kuzeyde Semûd ve Lût'un ülkelerine yani Şam yoluna ve Şam beldelerine, Belkâ'a ve Filistin'e seferler yaptıklarını göstermektedir. Saffat sûresinde: "Lut da gönderilen peygamberlerdendi. Hani biz onu ve ailesini topluca kurtarmıştık. Geride bırakılanlar arasında bir yaşlı kadın dışında. Sonra da geride kalanları yerle bir ettik. Siz onların üstünden muhakkak geçip gidiyorsunuz, sabah vakti. Ve geceleyin. Yine de akıllanmayacak mısınız." (Saffât, 133-138).

Lut beldeleri harabeleri Beytül-Makdis yakınında bulunan Gu-rarîha'daki Lut gölü kenarmdadır. Bunlar Sodom ve Gomore harabeleri diye meşhurdur. Ve şu ana kadar varlıklarını sürdürmektedirler.

Ankebut sûresinde deniyor ki:
"Ad ve Semud'u da (yıkıma uğrattık). Bunu, oturdukları yerler göstermektedir. Kendi yapmakta olduklarını şeytan onlara süsleyip çekici kıldı, böylece onları yoldan alıkoydu. Oysa onlar görebilen kim-seerdi." (38. Ayet)

Bunlara ilave olarak bir takım ayetler daha var ki, bu ayetler, kendilerine söylenenleri ve işarette bulunulan mekanları çok iyi bilen ve tanıyan insanlara hitap ediyor. -Bu insanlar ilk planda Mekkelilerdir- ve onların, kendilerine işarette bulunulan yerleri, harabeleri daha evvel ziyaret ettiklerini ilham ediyor. Gelecek örneklerde bunu görüyoruz:

1) Nice memleketlerin halkını, zulmederlerken helak ettik. Artık tavanları çökmüş, kuyuları terkedilmiş ve sarayları bomboş kalmıştır. Hiç yeryüzünde gezmediler mi ki düşünecekleri kalbleri, işitecek kulakları olsun. Zira gözler kör olmaz fakat göğüslerdeki kalbler kör olur. (Hacc, 45-46)

2) Andolsun, onlar üstüne felaket yağmuru yağdırılmış bulunan o ülkeye uğamışlardır; yine de onu görmüyorlar mıydı? Hayır, onlar dirilmeyi ummuyorlardı. (Furkan, 40)
Ayrıca Bkz: (30/9; 89/6-11)

Ayetlerin içeriklerine göz attığımızda görüyoruz ki, sözü edilen yerler Mekke'den uzak, ma'mur veya imara elverişli ülkelerdir. Orada sağlam saraylar yapılmıştır. Onların kuvvetlerini ve savaş gücünü ortaya koyan medeni/uygar pek çok kalıntı vardır. Bu ülkeler uygarlıkta, güç ve kuvvette Mekke'den çok ileriydiler. Belki de, Firavun'un kazıklar sahibi olarak vasıflandırılmasmda, Mısır ve piramitlerin görünümü ifade edilmiştir. Kazıkların da piramitleri ifade ettiği tercih edilebilir. Mısır'ın başka bir niteliği daha vardır ve bu onun sürekli nitelikler indendir. Muhatab alman Mekkelilerin de bunları gördükleri ilham edilmektedir:
1) Firavun kendi kavmi içinde seslenip dedi ki: "Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?" (Zuhruf, 51)

2) (Allah'da) öyleyse, kullarımı geceleyin yürüyüşe geçir, muhakkak takip edileceksiniz. Denizi durgun ve açık bırak. Çünkü onlar suda boğulacak bir ordudur. Onlar geride nice bahçeler ve pınarlar terk etmişlerdi. (Nice) Ekinler güzel konaklar. Ve kendilerinde "sevinç ve mutluluk içinde" yaşadıkları nimetler. (Duhan, 23-27)

Yine bir takım ayetler de vardır ki, onlardan hareketle, Mekke ehlinin ticari faaliyetinde, Kâ'be'nin varlığının, Medine'deki Hac Menasıkı ve Haram aylardaki barış döneminin önemli rolü olmuş; yahut bu faaliyetin güçlü etkenlerinden biri olmuştur denebilir. Onlardan biri aşağıdaki ayettir:
"Allah, Beyt-i Haram (olan) Kabe'yi insanlar için bir ayaklanma (kıyam evi) kıldı; Haram Ay'ı kurbanını ve boyunlardaki gerdanlıklanda..." (Maide. 97)

Ayetle belirtiliyor ki, Allah bu yerleri Menasıki ve Şeâiri insanların onların vadilerinde ikamet etmeleri; ihtiyaçlarım maslahatlarını, geçimlerini elde etmeleri irin bir vasıta kılmıştır. Çünkü bunların hepsi 'kıyamen Lin-Nas" cümlesinde gizlidir. Yani onların hayatlarının, temel ihtiyaçları ondadır.
Hac aylan Haram aylardı. Bu aylarda savaşmak haramdı. Araplar bu kutsal barışı fırsat bilerek her taraftan Mekke'ye geliyorlardı. Bu münasebetle Hac günlerinden önce ve sonra dinlenme yerlerine ve Mekke yakınında bulunan suların yanında ticaret panayırları kuruluyordu. Hacılar onlara konaklıyor, bir kaç gün orada duruyor ihtiyaçlarını gideriyor, mallarını değiştiriyor, satın alıyor, satıyor, tanışıyor, gece sohbetleri ve eğlenceleri tertipliyorlardı. Bunlara Bakara sûresinin gelecek ayetlerinden anlamak mümkündür:

"Hacc, bilinen aylardır. Böylelikle kim onlarda haccı farz eder (yerine getirir)se (bilsin ki) hacda kadına yaklaşmak, fısk yapmak, kavgaya girişmek yoktur. Siz, hayır adına ne yaparsanız, Allah onu bilir. Azık edinin, kuşkusuz azığın en hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl sahipleri, benden korkup sakının. Rabbinizden bir fazilet istemenizde sakınca yoktur..." (Bakara, 197-198)

Müfessirler ve raviler, İbnu Abbas'ın bu ayetleri her okuyuşun'da 'Rabbiniz' kavramından sonra "Hac mevsimlerinde" cümlesini ilave ettiğini böylece ayetlerden amaçlananları bununla açıklamak istediğini söylemişlerdir. Öyle ki bu ilave cümlenin de, ayetin kendisinden olduğu sanılmıştır. Ayetlerin tefsiriyle ilgili olarak demişlerdir ki: Müslümanlar, hac panayırlarında Islamdan öncekisi gibi ticaret ve kazanç peşinde koşmayı yasak telakki etmişlerdi. İkinci ayet bunun kendileri için caiz, olduğunu bildirdi. "Rabbinizden fazilet aramanız" ve onun türevleri Kur'an'da rızık ve kazanç peşinde dolaşmak, çaba sarfetmekteh kinayedir. Belki de, birinci ayet müslümanlara bu yasağı ilham etmiş, ikinci ayet de cevazı ve izni getirmiştir. Her neyse. Daha önce ifade ettiğimiz gibi adet, insanların Hac mevsimini alış veriş için önemli bir fırsat oarak gördüğünü belirtiyor. Tabii olarak bu mevsimde geniş alanlara yayılan bir ticari faaliyete şahid olunuyordu. "Kendilerine ait menfaatlan elde etsinler" şeklinde Hac sûresinin ayetinde yer alan'cümle:
"insanlar için de haccı duyur; gerek yaya, gerekse uzak yollardan (derin vadilerden) gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler. Kendileri için bir takım yararlara şahid olsun ve kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerinde belli günlerde Allah'ın adını ansınlar. Artık bunlardan yiyin ve zorluk çeken yoksulu da doyurun. Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler, Beyt-i Atik'i (İnsanlar için kurulan ilk evi, özgürlük ve başkaldırı sembolünü) tavaf etsinler." (Hacc, 27-29)

Herhalde bu, hareketin kuruluşunu ve insanların ondan yararlandıklarını ilham etmektedir. Buna birinci ayetin ilham ettiklerini de ilave etmelidir: Hac mevsiminde insanlar her taraftan Mekke'ye gelmekte ve onun mevsimlerinden istifade etmektedir. Bu da yaz önce belirtmeye çalıştığımızı desteklemektedir.

Müfessirler, Bakara 198. ayeti sadedinde İbnu Abbas'tan rivayet ediyorlar ki: Hac aylarında bazı panayırlar kuruluyordu. Bunlar Ukaz, Mecenne ve Zül-Mecaz panayırlarıydı ve hepsi de Mekke'ye yakındı. Sonuncusu Arafat'a yakındı. Araplar orada ticaret yapar¬lardı. Zül-Ka'de ayının yirmi gününde birincisinde duruyorlardı. Sonra ikincisine geçiyorlardı. Orada da onsekiz gün kalıyorlardı. Sonra Arafat'a çıkıyorlar ve üçüncü panayırda da ona yakın bir süre duruyorlardı.

Mekke halkının bu mevsimler ve panayırlarda ticaret için geniş bir alan elde etmeleri, senenin diğer aylarında ona hazırlık yapmaları, karada ve denizde rızık peşinde dolaşmaları, yaz, kış, kuzey, güney ve doğuya açılmaları bunu fırsat bilerek bazı ülkelerden, başka ülkelerde rağbet gören eşyayı ve ticaret mallarını taşıyıp getir¬meleri pek tabii bir gelişmeydi.

Biz şimdiye kadarki açıklamalarımızda sürekli olarak Mekke ve Mekkelileri söz konusu ettiysek de, bu, Hicaz'ın diğer şehirlerinin bundan yoksun olduğu anlamına gelmez.
Mesela limanların ora ahalisi için bir avantaj ve rızık kaynağı olduğu, deniz hareketinin oralarda yoğun olduğu tabiidir. Orada ikamet eden halkın bir takım yolculuklar yaptıkları ve engin denizlere açıldıkları, avından istifa ettikleri, incilerini ve değerli mücevheratını çıkardıkları, irili-ufaklı gemileriyle Kızıldeniz ve başka denizlerin sahillerinde yer alan diğer limanlar ve yerleşim yerleriyle ilişkiye geçtikleri, çeşitli ticaret mallarını oralara götürüp getirdiklerinde kuşku yoktur. Onların bu hareketlerde ve faaliyetlerde başlıbaşına merkezler olduğunu söylemesek de en azından durumun böyle olduğu kuşkusuzdur. Deniz yolculukları ve kazanç peşinde yapılan seferlerle ilgili Mekki ayetler Mekke ehlini kastediyorsa da Hicaz limanlarında yaşayan kitlelerin de bu ayetlerin işaretleri kapsamına gireceği ve orada sergilenen faaliyetin çerçevesine dahil oldukları daha rahat söylenebilir.

Yesrib ve Taif çoğunlukla arazi gelirleri, bostanlar ve üzüm bahçeleriyle besleniyor, toprak zenginliği ve ziraat onları rızık peşinde koşmaktan ve onu elde etme kaygısından genel olarak müstağni kılıyordu. Buna bağlı olarak denebilir ki: Buralar birer şehir olmaları, çevrelerinde köyler ve A'râb bulunduğu için oralarda da ticari bir hareketin gelişmesi ve o iki şehirde de kendilerini sırf ticarete adayan pek çok kimselerin bulunması normaldir. Bir takım medeni ayetlerde yer alan bazı emirler, yasaklar ve yasamaların Medine'de zayıf olmayan bir ticari hareket olduğunu ilham etmesi mümkündür. Bu hareket ve güçlenmenin peygamberin hicretinden sonra oluştuğunu söyleyerek bunları reddetmenin doğru olmayacağı açıktır. îşte ayetler:

1) Az olsun, çok olsun onu süresine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu Allah katında daha adaletli, şahitlik İçin daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir. Yalnız, aranızda hemen alıp vereceğiniz peşin ticaret olursa onu yazmamanızdan ötürü size bir günah yoktur... (Bakara, 282)

2) Ey iman edenler, cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman durmaksızın Allah'ı zikretmeye koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin İçin daha hayırlıdır. Artık namazı kılınca yeryüzüne dağılın, Allah'ın fazlından isteyip-araym ve Allah'ı çokça zikredin, umulur ki felaha kavuşmuş olursunuz. Oysa onlar (kendilerini tümüyle Allah'a ve İslam'a teslim etmeyenler) bir ticaret ya da bir eğlence konusu ve fırsatı gördükleri zaman (hemen) ona sökün ettiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: "Allah'ın katında bulunan, eğlenceden de, ticaretten de daha hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır. (Cuma, 9-11) Ayrıca Bkz: (4/29; 9/24; 24/37)

Dediğimiz gibi, Medine, Mekke ticaret kervanlarının yolu üzerinde yer alıyordu. Medine tüccarlarının, Mekke ehlinin ticaret faaliyetlerinden habersiz olmaları uzak bir ihtimaldir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Medine'de İsrail kökenli büyük bir azınlık bulunuyordu. Onların genelde Hicaz ticaret faaliyetinde, özelde de Medine ticaretinde önemli bir pay sahibi olmadığını söylemek imkansız demesek de aklın alacağı bir şey değildir. Artık onların bu katkılarının ticaret kervanları ya da mahalli ve mevsimlik panayırlarla gerçekleşmesi arasında fark yoktur. Kesin demesek de tercihe şayan görüş odur ki, Medine'deki Araplar da çeşitli şekillerde onların bu faaliyetlerine katkıda bulunuyordu.

Burada belirttiğimiz bir kısmı bizim inancımıza göre Taif şehri için de geçerlidir. Özellikle onun da Irak ve Yemen ticaret yolu üzerinde bulunan başka bir yerleşim bölgesi olduğunu düşündüğümüzde, ora ahalisinin Mekke ve civarıyla, mahalli ve mevsimlik panayırlarıyla sağlam bağlan bulunduğunu ve her iki şehrin de birbirine yakın olduğunu hesaba kattığımızda bu yaklaşımı müsbet algılayabiliriz.

Burada sözü edilmesi uygun düşecek şeylerden biri de herhalde faizin hatırlanmasıdir. Zira faiz ekonomik ve ticari hareketin Öğe¬lerinden biridir. Bu konuda meseleye açıklık getiren pek çok ayetler vardır ki, onlardan hareketle Hicaz'ın şehirlerinde yaşayan Araplar ve Yahudiler birbirinden farksız olarak bu işe bulaşıyordu. Bu onlar arasında köklü bir uygulamaydı, servetlerini çoğaltmada ona büyük ölçüde davranıyorlardı. Gelecek ayetlerde bunu görüyoruz:
1) Faiz yiyenler, ancak şeytanın dokunup çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu onların "Alışveriş de faiz gibidir" demelerinden ötü¬rüdür. Oysa Allah alışverişi helal, faizi haram kılmıştır. (Bakara, 275)

2) Ey inananlar, kat kat faiz yemeyin. Allah'tan korkun ki felaha eresiniz. (Al-itmran, 130)

3) İnsanların mallarında artsın diye, vermekte olduğunuz faiz Allah katında artmaz... (Rum, 39) Ayrıca Bkz: (2/278/279; 4/160-161

Rûm ayeti Mekkidir. Durum bu olduğuna göre ayet özellikle Mekke ahalisine yöneliktir. İlk ayetler medenidir. Yalnız Bakara ayetlerinin Kur'an'dan son inen ayetler olduğu rivayet edilmiştir. Başka bir ifade ile Mekke'nin fethinden sonra inmişlerdir. Eğer bu rivayet doğruysa ayetin ihtiva ettiği saldırı da Mekkeli faizcilere yöneltilmiş olur. Yine rivayete göre Peygamber Aleyhisselam Veda Haccında amcası Abbas'ın faizini kaldırdığını ilan etmiştir. Abbas Mekke'nin zengin tüccarlarındandı. Fakat bu demek değildir ki Medine'nin Arap halkı bu uygulamaya bulaşmadı. Nisa ayeti açıkça Yahudilerin faizle muamele ettiklerini belirtmektedir. Medineli Araplarla Yahudiler bir şehirde oturuyorlardı, ki onlardan etkilenmiş olmaları gerekmektedir. Sonra bu uygulama kendilerinin de uzak kalmadığı ekonomik ve ticari hareketin gereklerinden biri olarak algılanıyordu. Buna ilave olarak Al-i İmran ayeti Mekke'nin fethinden önce inmiştir. Ve burada yer alan yasaklama tabiatıyla Medine'deki müslümanlara yönelikti. 279. ayet gerçekten ciddi bir uyarıdır ve fazi uygulamasının, belirttiğimiz gibi, köklü bir biçimde yerleştiğini ve Hicaz şehirlerinin ekonomik hayatlarını önemli ölçüde etkilediğini göstermektedir. Bakara ve Al-i İmran ayetleri de, bu olguyu ifade edecek şekilde oldukça sert ve kuvvetlidir.
Söylenmesi gereken bir husus da, o dönemde tedavülde olan para birimidir. Kur'an'da bulunan ilgili bazı ayetler vardır:
1) Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona kantarlarca emanet biraksan onu sana Öder, öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan sen, onun tepesine dikilip-durmadıkça onu sana ödemez. (Al-i İmran, 75)

2) Onu ucuz bir fıata. sayısı belli (birkaç) dirheme sattılar. Onlar, kendisi hakkında önemsiz davrananlar idiler. (Yusuf, 20)

Burada para birimi olarak altın ve gümüş olan para birimlerinin ismi geçmiştir. Çok iyi biliniyor ki bunlar Şam, Irak ve Mısır'da kullanılan ve orada basılan sikkelerin isimleridir. Kur'an'ın göstermesiyle bu iki para biriminin, Peygamber asrında ve peygamberlikten önce önemli ölçüde bilindiğini ve kullanıldığını kesin şekilde söyleyebiliriz. Netice olarak denilebilir ki: Bu her iki isim herhangi bir biçimde iktibas edilmiş Hicaz'a ait paraları göstermiyordu. Zira Hicaz'da kendisine özgü para birimi bulunan bir devlet yoktu. Hicaz'da tedavülde bulunan para yabancı dirhem ve dinar idi. Bu yabancı para biriminin kullanılması da herhalde Hicaz ile Şam, Mısır ve Irak beldeleri arasındaki ticari ilişkinin boyutlarını ve genişliğini bir ölçüde ele vermektedir. Hicaz tüccarları ve zenginlerinin Irak ve Şam darphanelerinde kendi adlarına dirhemler ve dinarlar basmaya çalıştıklarını ihtimal dışı bırakmamak gerekir, özellikle İslam tarihi bize öğretiyor ki, bu adet ve gelenek Emeviler ve Abbasiler döneminde geçerliydi.
Altın ve gümüş Kur'an'da değişik münasebetlerle zikredilmiştir. Bazı yerlerde kendilerine karşı şiddetli arzu ve istek beslenen sevimli bir servet olarak işaret edilmiştir. Daha önce naklettiğimiz Al-i İm-ran 14. ayet bunu işlemektedir. Gelecek ayet de bunu ifade ediyor:

"Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar var ya; işte onlara da acı bir azabı müjdele." (Tevbe, 34)

Yine altın ve gümüş dünya ve ahirette kullanılan süs eşyası ve kapkacak sadedinde de defalarca söz konusu edilmiştir. Gelecek ayetlere bakalım:

1) Orada altın bileziklerle süslenirler. (Kehf, 31)
2) Onun üzerine altından bilezikler atılsa ya... (Zuhruf, 53)
3) Onların etrafında altın tepsiler ve kadehlerle dolaşır. (Zuhruf, 71)
4) Çevrelerinde gümüşten billur kaplar, kupalar dolaştırılır. (İnsan, 15)
5) Gümüşten bileziklerle bezenmişlerdir. (İnsan, 21)

Bütün bunlar Peygamberin çevresi ve asrının insanların bu iki madeni, zenginlik, servet ve refahın kriteri olarak aldıklarını göstermektedir. Bu ikisi onların katında arzu edilen ve sevilen madenlerdi. Onlar da çevre ve civar bölgelerin hatta mutlak olarak her medeni ve uygar çevrenin statüsünden olarak bu iki değer ölçüsüne önem veriyorlardı.

Bunun da bazı yazarların "Araplar altını tanımıyorlardı ya da onların gümüşü tanımaları altını tanımalarından daha yaygındı" şeklindeki yaklaşımlarına aykırı olduğu açıktır.

2. Ölçü, Tartı ve Matematiksel İşlemlerin Bilgisi: Kur'an'da çeşitli sayılar, sayıların katları ve kesirleri zikredilmiştir. Birler, onlar, yüzler, binler, onbinler, yüzbinler; yarım, üçte bir, dörtte bir, beşte bir, üçte iki, altıda bir, sekizde bir ve onda bir (öşür) Kur'an'da geçen sayılardır. Aşağıdaki ayetlerde bunları görüyoruz.

1) ... yemin edenler için dört ay bekleme süresi vardır. (Bakara, 226)
2) Boşanrmş kadınlar kendi kendilerini üç hayız veya temizlik suresi beklerler. (Bakara, 228)
3) Dedi ki, Aksine, sen yüz sene kaldın... (Bakara, 259)
4) Rabbinizin size indirilmiş üç bin melekle yardım iletmesi yetmez mi? (Al-i İmran, 124)

5) Size helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere... (Nisa, 3)
6) Çocuklarınız konusunda Allah, erkeğe iki dişinin hissesi kadar tavsiye eder. Eğer onlar ikiden çok kadınlar iseler geride bıraktığının üçte ikisi onlarındır Kadm bir tek ise, yarısı onundur Bir çocuğu varsa, geriye bıraktığından anne ve babadan her biri için altıda bir, çocuğu olmayıp da anne ve baba ona mirasçı ise, annesi için üçte bir vardır. Kardeşleri varsa annesi için altıda birdir; Vasiyet ettiği vasiyetten ya da borçtan sonra! (Nisa, 11)

7) (Allah) buyurdu ki: "Orası onlara kırk yıl yasaklandı..." (Maîde, 26)
8) Sizden yüz kişi olsa kafirlerden bin kişiyi yenerler.. (Enfaî, 65)
9) "Onlar üç, dördüncüleri köpekleridir" diyecekler; "Beştir, altıncıları köpekleridir" diyecekler. Hep görülmeyene taş atıyorlar. Yedidir, se¬kizincileri, köpekleridir" diyecekler. (Kehf, 22)
10) Onu yüzbine ya da daha fazlasına elçi olarak gönderdik.. (Saffat, 147)
11) Mikdarı ellibinyıl süren bir gün içinde... (Mearic,4) Ayrıca Bkz: (2/234; 2/261; 4/12; 8/41)

Biz öyle inanıyoruz ki bunlar o gün için sayılar alanında bilinen şeylerin sınırıydı ve iş hayatını sınırlarının ve ilişkilerinin genişli¬ğine delalet etmekteydi. Bunun yanısıra, bazı yazarların aslında tutarsız olan bir rivayete dayanarak tüm Arapların binden yukarı sayıları bilmediğini göstermeye çalışmalarını da çürütmektedir.

Naklettiğimiz ayetlerde Arapların çarpma, bölme, toplama ve çıkarma gibi matematiksel işlemleri bildikleri anlaşılmaktadır. Yeter ki bu ayetler dikkatle incelensin, özellikle bunların miras ile ilgili olanları tedkik edilsin.
Peygamberin çevresi ve zamanındaki alış veriş ameliyelerinde kullanılan ölçü ve tartı birimlerine -bunların ticari hareketle ilişki¬leri bilinmektedir- gelince, Kur'an'ı bunlardan kantar ve Zira' (Orta parmak ucundan dirseğe kadar el) dışında bir şeyi zikretmemiş ve onların da miktarını kapalı bırakmıştır. Nitekim Al-i İmran'm daha önce naklettiğimiz 14. ve 75. ayetlerinde durum böyledir. Hakka Sûresinin bir ayetinde de durum aynıdır:

"Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu." (Hakka, 32)

Ölçü, tartı ve kıstas (en sağlam ölçü) kavramları pek çok vesilelerle gündeme getirilmiş ve bunlara emanet mallarda, ölçüde ve tartıda dürütlük sadedinde dikkat çekilmiştir. Aşağıdaki ayetlere bakalım:
1) Ölçü ve tartıyı tam adaletle yapın. (En'am, 152)
2) Eksik ölçüp tartanların vay haline. Ki onlar insanlardan ölçerek aldıklarında noksansız alırlar... Kendileri onlara bir şey ölçerek verdiklerinde eksik ölçerler. (Mutaffifîn, 1-3)
Ayrıca Bkz: (17/35; 55/9)

Bu ayetler Peygamberin çevresinde ve zamanında, kullanılan çeşitli ölçü ve tartı aletlerinin bulunduğunu göstermektedir. Her ne kadar bu ölçü ve tartı aletlerinin miktarını ve çeşidini ayetlerden çıkarma olanağı olmasa da bize bir fikir vermektedir. Bunların bir kısmı sağlıklı, bir kısmı ise bozuktu, ki, bu da kullanım esnasında bir takım hile ve sahtekarlıkların yapıldığını göstermektedir. Herhalde bu Kur'anî öğütlerin tekrar edilişi, düzenbazlıklar ve kurnazlıkların ticari çevrelere ve ticari hareketin bir çok alanına yayıldığının işaretidir.

Kâri'a Sûresinin ayetlerinde:
"...Kimin tartıları ağır gelirse, o memnun edici bir hayat içindedir. Kimin tartıları da hafif gelirse onun gideceği yer haviye (uçurumdur." (Kâri'a, 6-9)

Anlaşılan odur ki, Araplarda tartının temelini iki kefe oluşturuyordu. Nitekim bu uygulama her yer ve zamanda bilinen bir uygulamadır. Yukarıdaki ayetin anlamına benzer anlamlan taşıyan başka ayetler de vardır. Biz verdiğimiz ayetle yetindik.

4) Hicaz'da Ziraî Faaliyet:

Toprakları verimli, suları bol olan bölgelere, daha önceki ayetlerin muhtevasından hareketle işaret etmiştik. Bu bölgelerdeki ekinlerin, asma bahçelerinin, gölgelikli bahçelerin, iç açıcı bostanların, çeşit çeşit üzüm, hurma, zeytin, nar ve meyve ağaçlarının ekilip biçilen birbirine katışmış taneii ekinlerin vesairenin yetiştiğine değinmiştik. Bu da gösteriyor ki, bu bölgelerde yaşayan ahali, zirai işler ve bu konudaki teknikler konusunda küçümsenmeyecek bir paya sahipti ve onlar bu alanda sırf mevsimlik, zayıf bir ziraatla yetinecek ibtidaî bir süreçte değillerdi.
Kur'an'da daha önce kaybettiklerimizin dışında kalan başka ayetler de vardır ki, bunlar zirai işlemlerle, sonçlarıyla ve ürün çeşitleriyle ilgili nitelikleri ihtiva etmektedir. Bu ayetler her ne kadar teşbih, temsil ve haber verme sadedinde varîd olmuşlarsa da ayetlerin bu nitelemelerine, ilave olarak şunların da çıkarılması mümkündür: Hicaz'da ziraî bölgelerde yaşayan ahali, ziraat alanında küçümsenmeyecek ölçüde mesafe katetmiş bulunuyordu. Onlar, Kur'an'da geçen isim ve nitelemeleri görmüş, alışmış ve bizzat yaşamıştı. Bu Arapça isim ve vasıflamalarm, peygamberin yakın çevresinin diliyle inen Kur'an'da belirtilmiş olması, bunun en iyi delilidir. Çünkü Kur'an'da kullanılan bütün isimler, sıfatlar, kavramlar ve arapçalaşan sözcükler Rur'an'ın inişinden Önce bilinen ve alışılagelen şeylerdi.

Şimdi bu ayetleri görelim:
1) Bizim için Rabbine dua et de bize yerin bitirdiği sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından çıkarsın. (Bakara, 61)
2) Allah'ın rızasını kazanmak ve ruhlarındaki imanı kökleştirmek için "Mallarını harcayanların durumu da tepe üzerinde bulunan bir bahçeye benzer ki, bol yağmur değince ürününü iki kat verdi. Yağmur değmeseydi bile çisinti olurdu. Allah yaptıklarınızı görmektedir... (Bakara, 265)
3) Her iki bağ da yemişini vermiş, ondan hiçbir şeyi eksik etmemişti. Aralarından bir de ırmak akıtmıştık. O (adam)ın (başka) geliri de vardı. Arkadaşlarıyla konuşurken ona: "Ben malca senden zenginim, adamca da senden güçlüyüm" dedi.16 (Kehf, 33-34) Ayrıca Bkz: (2/261, 264-266)
16 Bazı müfessirler bu temsilin Yemen ya da Hicaz'da gerçekleşen bir olayın hikâyesi olduğunu belirtmişlerdir.

Hurma ağaçları ile çevrili bulunan üzüm bahçeleri ve onların arasında yer alan başka ekinler, gölgelikli bahçeler, güzel bostanlar, meyve veren ağaçların çeşitliliği, tanelilerden baklagillere varıncaya kadar her türlü mevsimlik ekinler -bunların hepsi nakledilen ayetlerde geçmiştir, bir bütün olarak bu bölgelerin ahalisinin çeşitli ziraî eylemlerle uğraştığına ve bu alanda küçümsenemeyecek bir payları bulunduğuna güçlü bir delil olabilir. Bu mıntıkaların, topraklarının verimsizliği ve sularının yetersizliği nedeniyle kendi gıda maddelerini yetiştirmeye güç yetiremeyen Mekke'yi, diğer şehir ve kasabaların beslemiş olmaları gerekir. Bunun yanında kırsal kesimlerde, vahalarda yaşayanların da bu mıntıkalardan muhtaç oldukları gıdalarını ve özellikle hurmalarını temin etmiş olmaları gerekir. Hiç kuşkusuz, ayetlerde hurmanın çokça zikredilişi okuyucunun da gözünden kaçmamıştır.

Hicaz'da özellikle Yesrib ve çevresinde yerleşen Yahudi azınlıkların, aynı şekilde Hicazlıların Şam'a yaptıkları yolculukların, Hicaz'ın ziraî bölgelerinde ortaya çıkan bu gelişme ve tekniklerin üzerinde küçümsenemeyecek etkisi vardır. Şam ülkeleri verimli bir toprağa, bol suya ve muhtelif iklimlere sahip olup, çeşitli ziraî faaliyetlere müsaitti. Hicaz'a göre daha ileri bir medeniyet, uygarlık ve bayındırlığa sahipti. Orada tekniklerin de yüksek bir seviyeye ulaşmış olduğu düşünülebilir. Yahudilerin de oradan Hicaz'a gelirken beraberlerinde teknik ve tecrübelerini getirmiş olmaları tercihe şayandır. Bazı araziler edinip onları bayındır hale getirdiler. Daha önceki bilgilerini ve tecrübelerini burada yaptıkları ziraî işlerde uygulayıp daha teknik halde çalışmalar yaptılar. Daha önce naklettiğimiz bazı Kur'an ayetleri, Yahudilerin Yesrib'te ve çevresinde arazileri, köyleri, malları ve hurmalıkları bulunduğuna, Allah'ın bunları sonunda Rasûlüne bağışladığına işaret etmektedir.

Yahudilerin, bazı Arap işçilerini de ücretle çalıştırdıklarını, zamanla ziraat alanlarında uzmanlaşmış bir işçi sınıfı ortaya çıkmış olduğunu, bunların Hicaz ve özellikle Medine bölgesinde ziraî gelişmelere katkıda bulunduklarını uzak görmüyoruz.
Hatta bazı büyük Arap çiftçilerinin, arazilerinde ve ziraî alanlarında çalıştırmak için, Şam ve Irak bölgelerinden vasıflı uzman tarım işçilerini getirtip, çalıştırmış olabileceklerini de imkân harici görmüyoruz.17
17 İbn Hişam c. II, sh. 30'da Addas isminde bir Irak'lının, Taif liderlerinden birinin bahçesinde çalıştığından söz etmektedir. Biz bu Iraklının satın alınıp getirilmiş uzman bir çiftçi olması ihtimalini uzak görüyoruz. Ve onun gibi daha bir çok kimsenin varlığını tercih ediyoruz.

Arapların onlardan tekniklerini ya da bu tekniklerin bir kısmını öğrenmiş olmaları mümkündür. Buna ilave olarak Araplar, Şam, Mısır, Irak ve Yemen gibi ziraat tekniğinde ileri olan ülkelere yaptıkları yolculuklardan ve kendi içlerinde yaşayan Yahudilerden yararlanıyorlardı. İşte tüm bunlar Peygamber asrı ve çevresinin ziraî faaliyetleri hakkında Kur'an ayetlerinin işarette bulunduğu hususlardır.


5) Hicaz'da Sınaî Faaliyet:

Sınaî hareket açısından meseleye baktığımızda ise, Kur'an'da, Mekki ve medeni pek çok ayetlerin, geçim vasıfları ve şehir hayatı ile ilgili bir çok isimleri, çeşitli adlandırmaları ihtiva ettiğini görürüz.

1) ... ve silahlarını da yanlarına alsınlar... (Nisa, 102)
2) .. Allah sizi, ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği bir avla dener ki...(Maide, 94)
3) Allah'ım Rabbimiz bizim üzerimize gökten bir sofra indir ki... (Maide, 114)
4) Eğer sana kağıt üzerine yazılı bir kitab İndirmiş olsaydık da onu elleriyle tutsalardı. (En'am, 7)
5) Ve halat iğne deliğinden geçinceye kadar (A'raf, 40)
6) Onun düzgünlüklerinde saraylar yapıyordunuz, dağlarında evler yontuyordunuz... (A'raf, 74)
7) (Yusuf'un) gömleğinin üstünde yalan kan getirdiler. (Yusuf, 18)
8) Ve herbırine bir bıçak verdi... (Yusuf, 31)
9) ...Allah(ın emri, onların) binalarına temellerinden gelmiş, üstlerindeki tavan başlarına çökmüştü!... (Nahl, 26)
10) Hurma ağaçlarının mey valarından ve üzümlerden de içki ve güzel rızık elde edersiniz... (Nahl, 67)
11) Allah size, evlerinizde, oturulacak bir yer yaptı ve size hayvan derilerinden göç gününüzde ve ikamet gününüzde kolayca kullanacağınız hafif evler ve yünlerinden ve yapağılarından, kıllarından bir süreye kadar giyecek, döşenecek eşya ve geçimlik yaptı. (Nahl, 80)
12) ... Ve dağlarda oturulacak barınaklar varettİ ve sizi sıcaktan koruyan elbiseler ve savaşta size koruyan elbiseler vareyledi...(Nahl, 81)
13) Orada altun bileziklerle bezenirler; ince ve kalın atlastan yeşil elbiseler giyerek koltuklar üzerine yaslanırlar. (Kehf, 31)
14) Papuçlarını çıkar, çünkü sen kutsal vadide, Tuva'dasın. (Taha, 12)
15) İşte şunlar, Rableri hakkında çekişen iki hasım taraf: İnkâr edenler için ateşten giysi biçildi... (Hac, 19)
16) ...Nice kullanılmaz olmuş kuyu ve nice sağlam köşk vardır... (Hac,45)
17) Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nuru, içinde lamba bulunan penceresiz bir oyuğa benzer. Lamba cam içerisindedir. Cam sanki inciden bir yıldız. Ne doğuya ne batıya mensub olan mübarek bir zeytin ağacından yakılır... (Nur, 35)
18) ... Süslerini göstermesinler. (Nur, 31)
19) Ey ileri gelenler, dedi, onların bana teslim olarak gelmelerinden önce hanginiz onun tahtını bana getirebilir. (Neml, 38)
20) Yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem olsa, denizler de mürekkep, ...(Lokman, 27)
21) .. Örtülerini üstlerine salsınlar... (Ahzab, 99)
22) Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar çanaklar, sabit kazanlar yaparlardı... (Sebe, 13)
23) Fakat Rabb'Ierinden korkanlar için üstüste yapılmış odalar var. (Zümer, 20)
24) Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde sürükleneceklerdir... (Mümin, 71)
25) Ve evlerine kapılar, üzerine yaslanacak koltuklar, kanapeler. (Zuhruf, 34)
26) Onların önünde altun tepsilerle ve kadehlerle dolaşılır. (Zuhruf, 71)
27) Başlarınızı trag ederek ve kısaltarak... (Feth, 27)
28) (Ey Muhammed) odaların arkasından sana bağıranların çokları, düşüncesiz kimselerdir. (Hucurat, 4)
29) Andolsun Tur'a satır satır yazılmış Kitab'a, yayılmış ince deri Üzerine, Ma'mur eve, Yükseltilmiş tavana. (Tur, 1-5)
30) İnsanı ateşte pişmiş gibi kuru çamurdan yarattı. (Rahman, 14)
31) İkinizin de üzerine, ateşten, yalın alev ve eritilmiş bakır gönderilir,kendinizi savunamazsınız. (Rahman, 35)
32) Çadırlara kapanmış Huriler.. (Rahman, 72)
33) Akıp giden içecek kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle. (Vakıa, 15-18)
34) ... Ve kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlara birçok faydalar bulunan demiri indirdik... (Hadîd, 25)
35) Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu. (Hakka, 32)
36) Orada yükseltilmiş tahtlar, konulmuş kadehler, dizilmiş yastıklar, serilmiş haklar vardır. (Mü'minin, 12-16)
37) Boynunda hurma lifinden örülmüş bir ip (bulacaktır). (Leheb, 5)
38) ...Aralarına kapılı bir duvar çekilir... (Hadîd, 13) Ayrıca Bkz: (22/23; 24/60; 34/11; 55/54; 76/16; 85/22)

Şimdi bunların bir kısmını görelim:
Bu ayetlerde, mahalleler, evler, odalar, hücreler, kapılar, çatılar, tavanlar, sütunlar, merdivenler; hayvanların yünlerinden tüylerinden ve kıllarından yapılan çeşitli ev eşyaları, aile için koltuklar, yastıklar, minderler, döşekler, astarlar, çeşitli kapkacaklar, tencereler, büyük kazanlar, yemek tabakları, camdan su bardakları, ibrikler, kadehler, lambalar, cam eşyaları, hayvanların derilerinden yapılan çadırlar, evler, ipek elbiseler, ipek olmayan elbiseler, başörtüsü, yüz örtüleri, gömlekler, iç gömlekler, ayakkabılar, mızraklar, silahlar, savaş kuşamları, zırhlar, zincirler, kelepçeler, yazı aletleri, defterler, kalemler, mürekkep yazı yazmaya yarayan ince deriler; hurma ve üzüm meyvelerinden yapılan içkiler, berberlik, demir,bakır, altın, gümüş madenleri, kuru çamurdan yapılan çömlekler... gibi şeylerden söz edilmektedir. Sözü edilen bu eşyaların bizzat adlarının, kendilerinin, ve niteliklerinin sergilenişi ve bunların değişik biçimlerde Kur'an'da kullanılması gösteriyor ki, peygamberlikten önce bu eşyalar, Peyamberin çevresindeki ahâli tarafından o zaman da bilinmekte ve tanınmaktaydı. Bunların bir kısmı temsil, haber verme ve cennet nimetlerini niteleme amacıyla gelmiş olsa da durum değişmez. Zira Kur'an insanlara ancak anladıkları, bildikleri bir dille hitab eder. Ayetler ilk etapta, Peygamberin çevresini oluşturan Araplara ve Hicazlılara hitâb etmiştir. Ve onlar Kur'an'la muhatab olanlardır. Yine bu ayetlerde sözü edilen eşyaların, muhatap alınan kimseler tarafından kullanıldığını, bilindiğini ve alışılagelen şeyler olduğunu ilham eden İşaretler vardır.
Bu sayılanlara gemicilik alet ve edevatını, çeşitli ziraî alanlarda kullanılan araç gereçlerin de iîave edilmesi gerekir. Çünkü daha önce naklettiğimiz ayetlerin ilham ettiği, gemicilik ve zirai faaliyetlerin varlığı, hiç kuşkusuz bunların da pek çoğunun var olduğunu gösterir. Bir de geçen konuda varlığını nakledilen ayetlerden Öğrendiğimiz, aliş-veriş eylemlerinde kullanılan ölçü ve tartı aletleri¬nin bunlara ilave edilmesi gerekir.
Açıktır ki, bu araç-gereçlerin ve malzemenin çoğu; yapı işlerinde, taş yontmacılığında, demircilikte, marangozlukta, mefruşatçılıkta, boyacılıkta, dokumacılıkta, terzilikte, bakırcılıkta, semercilikte ve şehir hayatının -uygarlığın hangi safhasında olursa olsun-gerektirdiği diğer ihtiyaç alanlarında faaliyet gösteren bir takım insan gruplarının varlığına muhtaçtır. Ki bunların çoğu Kur'an'da, hikmetinin gereği, çevre şartları ve alışkanlıklarıyla uyum sağlayacak biçimde dile getirilmiştir.
Hicazlıların kara ve deniz yolculukları ne ölçüde ve hangi safhada bulunursa bulunsun, muhtaç oldukları çeşitli araç-gereçleri ve diğer ihtiyaçlarını, yapılmış ve hazır olarak dışardan almaları, bunların çoğu genel ve günlük ihtiyaç maddeleri olduğu halde, onların hepsinde dışa bağımlı kalması akıl ve mantık kurallarına uygun düşmez, özellikle uygarlıkta, sanayide kendilerinden ileride bulunan ülkeler ile aralarındaki iletişim ve ulaşım, kolay sağlanan bir şey değildi.
Bunların tümüne binaen diyebiliriz ki -bu konuda Kur'an ayet¬lerinin delaletleri, karineleri ve ilhamları da bizi desteklemektedir.-

Hicaz şehirlerinde bir takım zenaatçı çevreler vardı ve bunlar ihtiyaçlarının pek çoğunu teinin ediyorlardı. Sanayi dalındaki faaliyetin boşluğunu dolduruyorlardı. Hicazlıların dışarıdan aldıkları; ev işlerinde ve geçimlerinde kullandıkları araç-gereçler, onların yapmayı beceremedikleri veya daha güzelini yapamadıkları sanayi ürünleri, lüks, süs ve güzellik malzemeleri, ipek işlemeli kapkacak ve bazı silah ve dokuma çeşitleriyle sınırlı kalmıştır.
Hicaz şehirlerinde Suriyeli, Mısır'lı, Habeşistanlı, Bizanslı, Iraklı, Yahudi ve Hıristiyan yabancı azınlıklar vardı. Başka bir fasılda bunlardan söz edeceğiz. Biz öyle sanıyoruz ki azınlıklar arasında Hicaz şehirlerinde sanayi işlerinin bir çoğu ile uğraşan ve oralarda küçümsenmeyecek bir boşluğu dolduran kimseler vardı. Ve onlar aynı zamanda mahalli zenaatkârların çekirdeği ve bu sınıfın öğreticileri durumundaydı. Siret ve tefsir rivayetlerinde buna bir nebze ışık tutan işaretler vardır. Ekonomik faaliyet sahalarında kazanç ve çalışma yalnız erkeklere özgü değildi. Kadının da buna katkısı ya da en azından bir kısmına şu veya bu şekilde katkısı vardı dediğimizde, herhalde yanılmış olmayız. Bununla beraber, kadının meşguliyet sahasının dar olma ve onun omuzuna binen yükün hafif kalma olasılığı vardır. Bu da, ikinci bölümde açıkladığımız gibi, o zamanki Arap toplumunda geçerli bulunan yaygın zihniyetle uyum sağlayabilecek bir şeydir.

Nisa Sûresi'nin şu ayetlerinde şöyle denmektedir:
"Ey inananlar, mallarınızı aranızda batıl sebeblerle yemeyin. Kendi rızanızla yaptığınız ticaret olursa başka. Ve nefislerinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir. Kim düşmanlık ve zulüm ile bunu yaparsa onu cehenneme sokacağız. Bu da Allah'a kolaydır. Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz veya sizi ağırlanacağınız bir yere sokarız. Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri arzu etmeyin. Erkeklere de kazandıklarından bir pay var. Kadınlara da kazandıklarından bir pay var. Allah'tan, O'nun lütfunu isteyin. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir." (Nisa, 29, 32)

Burada kaydettiklerimizi değişik açılardan destekleyen işaret¬ler vardır. Bunun yanında aynı doğrultuda rivayet edilen ve yakın derecesinde kesinlik kazanan nakiller de vardır. Örnek olarak da; Peygamberin -peygamberlik öncesi- ticarette vekillik ettiği büyük servet sahibi Hz. Hatice'yi verebiliriz.

6. Araplarda Yaşam Tarzı:

Genel olarak Hicazlılarm özellikle de Mekke halkının değişik böl¬gelere yapmış oldukları yolculukların ve ticaret kervanları sevketmelerinin, medeniyette kendilerinden daha ilerde olan, hayatın nimetleri ve rahatından, lüksünden daha fazla yararlanan dünya ile ilişki kurmalarını kolaylaştırmış olması pek tabiidir. Onların da bu hayatın ve bu medeniyetin araç-gereçlerini, vasıtalarını, büyük ölçüde buralardan kopya etmiş olmaları gerekir. Bir taraftan ticari faaliyet sonucunda elde ettikleri mallar, zenginlikler ve servetler, diğer taraftan zirai faaliyetleri, ve değişik alanlarda teknik ve sanayi çalışmaları onları, dünyanın medeni araçlarına yönelmeye itiyordu.

Kur'an ayetlerinin işaretleri ve karineleri bu yaklaşımı, küçümsenmeyecek ölçüde pekiştirmektedir. Kur'an; Mekke liderlerinin lüks bir hayat yaşadıklarını belirtmektedir. Aşağıdaki ayetlerde bunu görebiliriz:

Çünkü onlar bundan önce varlık içinde şımartılmışlardı. Büyük günah işlemekte ısrar ediyorlardı. (Vakıa, 45-46)
Ayrıca Bkz: (17/16: 23/63-64)

Daha önce naklettiğimiz Al-i İmran'ın 14. ayeti her ne kadar genel olarak insan tabiatının eğilim duyduğu şeyleri nitelese de, açıkça görüleceği gibi, bu vasıfların Peygamber çağında ve çevresinde yoğun etkisi ve şöhreti bulunan nitelikler olduğunu da ilham etmektedir. Ayet, gözden kaçmayacağı gibi, lüks ve rahat yaşamın çeşitli vasıtalarını kapsamaktadır.

Bazı liderlerin büyük servet sahibi olduklarını göstermek amacıyla Kehf, 28; Meryem, 73; Taha, 131; Beled, 6 gibi bazı ayetler de, bu liderlerin teknik ve medeni gelişmelerden yararlandıklarını, lüks ve bol nimetler arasında yaşadıklarını göstermektedir.

Bu böyle iken diğer taraftan Kur'an'da, cennet ile ilgili ayetlerde anlatılan nimetler, lüks vasıtalar, kişisel zevkleri anlatan pek çok nitelemeler, muhatab alman kimseler, yani Peygamberin çevresindekiler tarafından biliniyor olmayı gerektirmektedir. Tercihe şayan olan odur ki; onlardan bazı sınıflar, Kur'an'da temsilen cennet hayatına bir Ölçüde uygunluk arzeden bir lüks, rahat ve bolluk içinde yaşıyorlardı. Yüksek odaları, sarayları, atlastan sırmalısına kadar her çeşit ipek türlerini, kat kat yatakları, divanları, ipekle doldurulmuş döşekleri, koltukları, yastıkları, minderleri, altun yaldızlı giyim eşyasını, gümüşü, inciyi, mercanı, büyük-iri incileri, cam eşyaları, kandilleri, lambaları, avizeleri, şişeleri türlü türlü süs eşyalarını çok yakından tanımış olmaları, onları elde etmiş ve kullanmış olmalarını göstermektedir. Bunların hepsi sanayi hareketi konusunda naklettiğimiz bazı ayetlerde zikredilmiş, bir kısmı da şimdi vereceğimiz ayetlerde geçmektedir:

1) Onlar yakut ve mercan gibidirler. (Rahman, 58)
2) (Orada) astarları kaim atlastan yataklara yaslanırlar. (Rahman, 54) Ayrıca Bkz: (56/15-23; 76/12-21)

İşte bu ayetlerde ve öncekilerinde geçen nitelemeleri, sıfatları derinlemesine incelediğimiz zaman kesin kanaat getiririz ki, bunlar dünya hayatında alışılagelen şeylerdir. İlk defa onlarla muhatab, on¬lardan habersiz kimseler değiller. İşte Kur'an'ın üslubu ve gayeleriyle uyum sağlayan, ahenk içinde olan da budur. Zira teşvik ve tehdit için kullanılan yöntemler dinleyenlerin tanıdığı ve alıştığı vasıtalardan seçildiği, acısını ve lezzetini bildikleri ve sonuçlarından haberdar oldukları zaman daha da etkili olur. Bakara sûresinde bu yaklaşıma ışık tutan bir ayet vardır. Bu ayette belirtildiğine göre, cennet ehlinin rızıklandıkları şeylerin, daha önce tanıdıkları ve bildikleri şeylerden olduğu bildirilmekte ve onların; "bu, daha önce rızık olarak aldıklarımızı anımsatmaktadır," dediklerini hikaye etmektedir. Sözü edilen ayet şudur:

"İnanıp, yararlı işler yapanlara, kendilerine altlarından ırmak¬lar akan cennetler olduğunu müjdele. Onlara buranın bir ürünü rızık olarak verildiğinde, "Bu daha önce de rızıklandığımızdır" derler. Bunlar, söylediklerinin benzerleri olarak sunulmuştur. Onlara orada tertemiz eşler vardır ve orada temelli kalırlar." (Bakara, 25)

Açıkça fark edileceği gibi, bazı müfessirlerin daha sonra "Dünya rızıklari ile ahiret rızıklari, tadda ve lezzette birbirini tutmaz, ayrı ayrı olurlar" demiş olmaları bu yaklaşıma aykırı düşmez.
"De ki: "Allah'ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir? Bunlar, dünya hayatında inananlarındır. Kıyamet gününde de yalnız onlar içindir". Bilen kimseler için ayetlerimizi böylece uzun uzun açıklıyoruz." (A'raf, 32)

Yukarıdaki ayette belirtmeye çalıştığımız noktaya bir ışık tutulmaktadır. Çünkü ayet temiz olan rızıklardan ve Allah'ın kullan için çıkardığı süslerden kaçmayı, onları kullanmamayı hoş görmemekte ve onları dünyada müslümanlara da mubah kılmaktadır. Burada diğerleriyle birlikte onlar da yararlanacaklar. Fakat ahirette bu nimetler yalnız onlara özgü kılınacaktır.

7. Hayvancılık ve Avcılık:

Kur'an'da deve, sığır, koyun ve diğer ehil hayvanlardan söz eden, onlardan elde edilen ürünlere, yararlarına değinen, onların yünlerinden, tüylerinden, kıllarından, etlerinden, derilerinden ve sırtlarından yararlanmaya dikkat çeken pek çok Mekki ve Medeni ayet vardır.
Öte yandan onların su ve otlak (mera) gibi gereksinimlerinden, onların kesilmesi, yenmesi, kurban edilmesi, helal ve haram kılınması ve adanması ile ilgili olarak gelişen ve zamanla dini bir kılığa bürünen; alışkanlıklara, geleneklere ışık tutan ayetler de vardır. Bunlardan bir çoğu Kur'an'da çeşitli yerlerde ve değişik üslublarla işlendiğine göre, buradan hareket ederek, Hicazlılarm büyük bir zenginliğe sahib olduklarını, önemli yararlar elde ettiklerini, pek çok uğraş sahalarının olduğunu ve onların bu işlere gerçekten üstün derecede Önem verdiklerini söyleyebiliriz. Aşağıdaki ayetlerde bunlara işaret edilmektedir.
1) Kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılmış altun ve gümüşten, salınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşın düş-künlük, insanlara süslü gösterildi. (Al-i İmran, 14)
2) Ey inananlar, ne Allah'ın işaretlerine, ne haram aya, ne kurbana ne gerdanlıklara ve nede Rabb'Ierinin lütuf ve nzasım arzu ederek Beyt-i Haram'a doğru gelenlere saygısızlık etmeyin.. (Maide, 2)
3) Allah Kabe'yi o saygı değer evi, insanlar için durak yaptı. O kutsal ayı,kurbanı, boynu bağlı kurbanlıkları da (böyle yaptı) (Maide, 97)
4) Allah, bâhîre, sâibe, vasile ve hâm18 diye bir şey yapmamıştır... (Maide, 103)
5) Zanlannca dediler ki: "Bunlar dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar da sırtı(na binilmesi) yasaklanmış hayvanlardır." Bir kısım hayvanların da üzerlerine Allah'ın adını anmazlar... (En'am, 138)
6) Hayvanları da yük ve kesim için yaratan Allah'tır. . (En'am, 142)
18 Bütün bunların detaylı açıklamaları ilerde '"Dinler ve inançlar' bölümünde ele alınacaktır.

7) Hayvanlarda da sizin için ibret vardır. Onların karınlarından, fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından hâlis, içenlere kolay süt içiriyoruz. (NahI, 66)
8) Allah O'dur ki, kimine binmeniz, kiminden yemeniz için size hayvanları yarattı. Onlarda sizin için faydalar var. Onların üstünde gönül-lerinizdekİ arzuya erersiniz; onların ve gemilerin üstünde taşınırsı¬nız. (Mü'min, 79-80)
9) O ki bütün çiftleri yarattı, size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar varetti. Ki onların sırtına binesiniz, sonra onlara bindiğiniz zaman Rabbinİzin nimetini anasınız ve: "Bunu bizim hizmetimize veren (Al-lah)ın şanı yücedir, yoksa biz onu yanaştıramazdık" diyesİniz. (Zuh-ruf, 12-13)
Ayrıca Bkz: (4/119; 6/136; 6/139; 6/143-144; 16/5-7; 16/10; 16/80; 22/28; 22/36-37; 20/53-54; 25/48-49; 36/71-72; 79/31-33)

Bu ayetlerle dikkat çektiğimiz konuya okuyucunun da dikkat etmesi; Kur'an'm yoğun biçimde işlediği hayvanlar ve sürü hayvanların peygamber çağında ve çevresinde büyük bir etki sahibi olduklarını idrak etmesi beklenir. Hemen aklımıza gelen odur ki: Hayvanların ve sürülerin eğitilmesi ve yararlanılır hale getirilmesine, özellikle köylüler büyük önem veriyorlar ve üzerinde duruyorlardı. Hayatları ve geçimleri daha ziyade onlara dayanıyordu. Zira onların yaşamları buna daha müsaitti. Suların ve meraların peşinde dolaşmaları ve bu dolaşma için de sürü hayvanlarına, yük hayvanlarına ihtiyaç hissetmeleri daha bariz olarak farkediliyordu. Sonra onların geçim yaşamları da kendilerini buna zorunlu kılıyordu.
Ancak Kur'anî ayetlerin genel oluşu ve hitabın ilk etapta yakın dinleyicilere yöneltilmiş olması; Hicazın şehirlerinde ve kasabalarında yaşayan halkın da bu açıdan köylülere katıldığını, onlara katkıda bulunduklarını ve onlarla iç içe yaşadıklarını söylemeye müsait olmaktadır. Şöyle ki onlardan da sürü ve binek sahibi bulunan ve aynen köylülere benzeyen kimseler vardı. Onlar da hayvan ve sürülerine çok önem verirlerdi. Ve bir çok yönden bunlardan büyük yararlar elde ederlerdi. Mesela çiftçi olanlarının zirai işlerde develere ve sığırlara büyük ihtiyaçları vardı. Tüccar olanları da develere muhtaçtı. Özellikle zorluklarla dolu uzun yolculuklarında ve kervanlarında bunlara çok ihtiyaç duyarlardı. Ki bu zor ve uzun yolculuklarda, sabırlı ve gayretli develerden başkası onların kahrını çekemezdi.
Kur'an'da bir dizi ayette avdan söz edilmiştir. Buradan da anlaşılıyor ki, bu dönemde av, Arapların önemli uğraşlarından ve ciddi geçim kaynaklarından biriydi. Onlar bu işi at sırtında ok atma ve kovalama (iz sürme) şeklinde gerçekleştiriyorlardı. Bir çoğunun geçimleri buna dayanıyordu. İşte ayetler:
1) Ey inananlar! Akitleri yerine getirin. Size okunacak olanların dışındaki hayvanlar sizin için helal kılındı. Yalnız ihramda iken avı helal saymamak 19 şartı ile. (Maide, 1)
2) İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. (Maide 2)
3) Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: "Size iyi ve temiz şeyler helal kılındı. Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların, sizin için (uttuklarını yeyin ve üzerine Allah'ın adını anın, Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. {Maide, 4) Ayrıca Bkz: (5/94-96)

19 Kur'an ayetleri ve rivayetlerden anlaşıldığına göre "Hıırum" hali İslâmdan ön¬ce iki şey için kullanılıyordu: Haram aylarda ve Haram olan Mekke mıntıka¬sında. Birincisi gelmedi Bu genelleme Muhammedî Sünnet ile tadilata uğra¬mış, haram hali yalnız ıhramîı hal ile sınırlı tutulmuştur. İhram, ziyaret ya da hacc için dikişsiz elbise giyinmektir.

Maide'nin 4. ayetinden anlaşıldığına göre Araplar Peygamber asrında ve çevresinde küçümsenmeyecek ölçüde avcılık sanatında ilerlemiş bulunuyorlardı. Avcılıkta -Şahin, doğan ve kartal gibi-yırtıcı kuşları ve köpekleri kullanıyorlardı. Bu hayvanlara avcılık öğretiyorlardı. Böylece hayvanların istenen şekilde avlanmasını sağlıyorlardı. Yine ayetten anlaşıldığına göre müslümanlar, öğretilmiş yırtıcı hayvanlarla yapılan av etini yemekten sakınıyor ve onları yemiyorlardı. Kur'an onlara bunu normal durumlarda helal kılmıştır -Ihram'da oldukları durumlar müstesna edilerek- Yeter ki silahı atarken ve yırtıcı hayvanı bırakırken Allah'ın adını anmış olsunlar. 96. ayette de deniz avına, yolculukta ve normal durumlarda bunun insan yaşamı üzerindeki yararlarına ve etkisine işaret edilmiştir. Bu da deniz avının, Arapların; yaşamlarında kendisine dayandıkları, bir zenaat ve rızık kazanma yolu olduğunu gösterir.

Maide 1. 2. ve 94-95. ayetlerden Arapların, İslam'dan Önce de ihramlı durumlarda kara ve deniz avcılığını, Haram Aylarda kan dökmeyi ve hayata son vermeyi haram saydıkları çıkarılabilir. Kur'an'la birlikte deniz avcılığı hem ihramlı durumlarda hem de normal durumlarda serbest bırakıldı. Çünkü zaruri bir ihtiyaçtı ve yaşam aşırı olarak ona bağlıydı. Özellikle sahiller boyunca yolculuk yapanlar için bu avcılık hayatî bir öneme sahipti. İhramlı hallerde kara avcılığının haram kılınması, normal hallerde ise serbest kılınması kararlaştırıldı. Her iki durumda da deniz avcılığının serbest bırakılmış olması onun zaruri bir ihtiyaç maddesi olduğunu, aşırı derecede önemli bir gıda maddesi olduğunu kara avcılığından daha geniş alanlarda yayıldığını, kullanıldığını gösterir.

Ayetlerde avcılık çeşitleriyle uğraşanların kimler olduğunu belirten bir malumat yoktur. Durum bu olduğuna göre denebilir ki: Araplar medenisiyle köylüsüyle bu dönemde ava özellikle önem veriyor ve onunla meşgul oluyorlardı, normal olarak akla gelenler ise, köylü olanların kara avcılığıyla daha fazla uğraşmış olmaları ve yaşamlarında ona dayanmış olmalarıdır, öte yandan sahil bölgelerde yaşayanların ise deniz avcılığı ile daha fazla uğraşmaları ve sürekli olarak onunla içli dışlı olmaları, yaşamlarında ona dayanmış olmalarıdır.
94. ayette geçen "elleriniz ve mızraklarınız ona ulaşır" ifadesi Arapların zaman zaman mızraklarla avlandığını gösterirken, 4. ayet onların gerektiğinde ok ile de avlandıklarını göstermektedir. Avı uzaktan ok ile vuruyor sonra da ardına köpekleri ve yırtıcı kuşları bırakıyorlardı.

8. Araplarda Yeme, İçme, Eğlence, Barınma, Giyim-Kuşam:

Kur'an'da daha önceki konularda kaydedilenlere ilave olarak; Peygamberin çevresi ve çağının yeme, içme, eğlenme, ev yapma, ev döşeme, giyinme ve süslenme ile ilgili alışkanlıkları gibi pek çok âdetlerine ışık tutan bir çok ayet vardır. Şunu belirtmeliyiz ki bu bölüm onların ailevi, sosyal, dinsel ve ruhsal/psikolojik alışkanlıklarını, adetlerini, ahlaklarını ve geleneklerini ele almayacaktır. Zira bununla ilgili özel bölümler ilerde gelecektir.

Önce onların yemeklerine bakalım:

A) Deve, sığır ve koyunlarla onların etleri ve sütleriyle ilgili olarak daha önceki bölümlerde bir kısmını naklettiğimiz bir dizi Kur'an ayetinden ilham alınarak denebilir ki: Hayvanların Özellikle koyun, keçi, sığır ve develerin etleri ve sütleri Peygamber çevresinde ve çağında insanların başlıca gıda kaynağıydı ya da başlıca gıda kaynaklarından biriydi. Yemek için etlerin pişirilmesiyle ilgili olarak kaydedilen yalnızca "Haniz" yani kızartılmış kavramıdır. Bu da,İbrahim'in (a) konuklarıyla ilgili olarak gelen ayette şöyle ifade edilmiştir:
"Çok geçmeden kızartılmış bir oğlak getirdi..." (Hud, 69) Onların, etlerin pişirilmesiyle ilgili daha pek çok yöntemlere sahip olduklarında kuşku yoktur.

B) Ölü hayvanın etini, akıtılmış kanı ve domuz etini yemenin haram olduğunu ifade edip pekiştiren bir dizi Mekki ve Medeni ayet vardır. Onlardan bir kaçını aşağıya alıyoruz:

1) Şüphesiz size ölü hayvan etin, kanı, domuz etini, Allah'tan başkası için kesilen hayvanı haram kılmıştır; fakat darda kalana, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere günah sayılmaz. Çünkü Allah bağışlayandır, merhamet edendir. (Bakara, 173)
2) Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilenler, boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanarak ölmüş hayvanlar -henüz canları çıkmadan kesmeniz hariç- dikili taşlar üzerine boğazlananlar ile fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı; bunlar fısktır. (Maide, 3)
3) De ki: "Bana vahyolımanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti, günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum; fakat darda kalan başkasının payına el uzatmamak ve zarureti aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir" Doğrusu Rabb'ın bağışlar ve merhamet eder. (En'am, 145

Bunların aynı zamanda, Tevrat'ta da haram kılındığı, Allah'ın onları -vahiy ile- Tevrat'ta haram kıldığı gibi, Kur'an'da da haram kıldığı doğru olduğuna göre, zor durumda kalanların bağışlanacağı ve "Bugün kâfirler sizin dininizden umudunu kestiler" şeklindeki Maide ayetinde bütün Peygamberlerin çevre halkının bu haramlara yanaştığını ya da en azından onların bir kısmını kullandıklarını söyleyebiliriz. Buna ilave olarak Maide ayetinde yeterli bir açıklama yapılmış ve ölü hayvanların etlerinin yendiği sağlam bir biçimde gösterilmiştir. Sonra En'am sûresinde yer alan bir ayet, Arapların ölü hayvanın etini yeme alışkanlıklarını daha güçlü bir açıklıkla ortaya koymaktadır. Şimdi bu ayete bakalım:
«"Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup, eşlerimize yasaktır. Ölü doğacak olursa hepimiz ona ortaktır" dediler. Allah bu türlü sözlerin cezasını verecektir, çünkü O, hakimdir, bilendir.» (En'am, 139)

Araplardan nakledilen sözlerden biri de şudur: «Biz kendi ellerimizle öldürdüklerimizi yeriz de Allah'ın öldürdüklerini nasıl yemeyiz?»
Kan içme konusu ile ilgili olarak tefsircilerin kaydettiklerine göre Araplar kanı kaynatmak suretiyle terbiye ediyor ve bazı bitkileri onun üzerine ekiyorlardı. Bu sözün sürekli devam eden olaylarla ilgili olması uzak bir ihtimal değildir. Buna bağlı olarak Arapların akıtılmış kanı içtiklerini söylemek mümkündür.
Domuza gelince, Peygamber çevresinin ve asrının onun etini yemeyi alışkanlık haline getirdiğini ya da bu hayvanın Hicaz bölgesinde yaşadığını gösteren hiç bir kayda rastlayamadık. Bu nedenle Arapların bu kesiminin (Resulullah'ın çevresi olarak) domuz etini yemedikleri fikrine eğilim duyuyoruz. Bununla beraber Arapların domuz etini bildikleri, Şam bölgelerine yolculuklarında onu yedikleri ihtimali de vardır. Zira bu bölgede domuzlar yaşıyordu. Halk olarak da Hıristiyanlar hakimdi ve Hıristiyanlar domuz etini yiyorlardı.
Açıktır ki, Kur'an'da kanın, ölünün ve domuzun haram kılınması, hikmet gereği olarak onların pis olarak sayılmasından kaynaklansa da yine de bu haram sayılan şeylerin aynı zamanda Tevrat'ın da haram kıldığı şeyler olmasıyla çelişmez. Şu kadar var ki: Bunların hem Kur'an'da ve hem de Tevrat'ta haram kılınması Peygamber çevresi ve asrında onları kullanmanın yaygınlığına işaret etmekle beraber onların çok eski alışkanlıkları olduğunu da göstermektedir.

C) Kur'an'da ekmekten söz edilmemiştir. Yalnız "biçilecek taneler", "birbirinin üstüne bindirilmiş taneler", "yedi başak veren ve her başağında yüz tane bulunan bir tek tane", "soğan, sarmısak, mercimek, bakla, salatalık", "ekinler"den söz edilmiş ve daha önceki bir konuda ayetlerini nakletteğimiz adı geçen pek çok ağaç zikredilmiştir. Tüm bunların Kur'an'da geçmesi Peygamber çevresinin ve çağının bu hububatı bildikleri, onları ekip-biçtikleri ve gıda maddesi olarak kullandıklarını ilham etmektedir. Bu aynı zamanda bir dizi hadis ve rivayetle de pekişmektedir.

D) Daha önce başka bir münasebetle naklettiğimiz ayetlerde hurma ağacı ve onun kuru ve yaş meyvesi çokça zikredilmiştir. Ayetlerden birinde Arapların hurma ağacı meyvelerinden elde ettiği güzel rızıklanmaya -tercihe şayan görüşe göre güzel yemeğe-işaret edilmiştir. Bu da gösteriyor ki, Peygamber çağında ve çevresinde yaş hurma ve onun kurutulmuşu başlıca gıda maddesiydi.

E) Bazı ayetlerde baldan da sözedilmektedir. Bu ayetlerden birinde, balda insanlar için şifa olduğu belirtilmiştir:
«Rabb'in bal arısına "Dağlarda, ağaçlarda, ve hazırlanmış kovanlarda kendine yuva edin; sonra her çeşit üründen ye; sonra da Rabb'inin işlemek için gösterdiği yollardan yürü" diye öğretti. Karınlarından insanlara şifa olan çeşitli renklerde bal çıkar. Düşünen bir toplum için bunda ibret vardır» (Nahl, 68-69)

Bu ayetlerden birinde de bal, cennetde yer alan büyük nimetlerden biri olarak nitelendirilmiştir:
«Allah'a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen cennet şöyledir: Orada temiz su ırmakları, tadı bozulmayan süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları, süzme bal ırmakları vardır.» (Muhammed, 15)

Buradan rahatlıkla anlaşılıyor ki, bal onların rağbet ettikleri bir gıda maddesiydi. Sonra ilaç olarak da kullanılıyordu. İlaç olarak kullandıklarında süzme balı kullanıyorlardı. Açıkça görüleceği gibi bu, onların üstün medeni bir zevke sahip olduklarını yansıtmaktadır.

F) Bir dizi ayette de zeytin ağacı ve zeytinden sözedilmiş, bazı ayetlerde özellikle onun meyvesini yiyenler için, yağlı ve yemek (katık) olarak gösterilmiştir:
"Ve Tur'i Sina'da çıkan bir ağaç. O yağlı ve yiyenlere bir katık olarak bitmektedir" (Mû'minun, 20)

Buradan hareketle Peygamber çevresi ve asrında zeytin yağının önemli bir gıda maddesi olduğu söylenebilir. Nur suresinin 35. ayetinden Hicazlıların onu aydınlatmada da kullandıkları çıkarılabilir: "Sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğuya da batıya da ait olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir..." Dikkat çeken olaylardan bir de Mû'minun ayetinin, ağacın Tur'i Sina'da çıktığını kaydetmiş olmasıdır. Bununla beraber zeytin, başka ayetlerde nar, üzüm ve hurmalarla birlikte zikredilmiş ve onun da bu ağaçlar gibi Hicaz'da yetiştiğini ilham eden bir uslub kullanılmıştır. Örneğin En'am 99 ve 141 ile Nahl'in 11. ayetleri bu tür ayetlerdendir. Kur'an'dan ilham alarak ve onun ayetlerini bağdaştırarak şöyle bir yaklaşımda bulunmamız bilmem doğru olur mu? Mû'minun ayeti zeytin ağacının ilk olarak yetiştiği ana yurdunu zikretmektedir. Hicazlılar da onun fidanlarını Tur'i Sina bölgesinden alıp getirmiş ve Hicaz'ın bazı bölgelerine Özellikle de iklim yönünden bir ölçüde Şam iklimine benzer bir takım şartlar taşıyan Taife, onu daha da çok dikmişlerdir. Her ne olursa olsun bizim tercihimize göre onlar yemek ve yakmak suretiyle büyük ölçülerde zeytinyağı tüketiyorlardı, ve bu tükettikleri mallarla ilgili ihtiyaçlarını, ya da büyük bir kısmını, Şam bölgesinden temin ediyorlardı.

G) Üzüm ve nar bir kaç defa, incir ise bir defa zikredilmiştir. Başka ayetlerde de meyve ve meyveler kavramı genel olarak kullanılmıştır. Ve hurma ağacı meyvesinden olduğu gibi üzümden de güzel rızık-güzel yiyecekler yaptıklarına işaret edilmiştir. Bu da Peygamberin çevresi ve asrının bu tür bitkileri ve onların familyasında olanları bir gıda maddesi olarak, bir meyve olarak tanıdıklarını göstermektedir. Onların bunları ektikleri de anlaşılmaktadır.
Daha önce Arapların geçim hayatında ve gıda maddeleri arasında kara ve deniz yolu aracılığıyla elde edilen etlerin ne kadar önemli yer tuttuğunu belirtmiştik. Biz bu diziyi tamamlamak amacıyla ona bu şekilde işaret etmekle yetineceğiz.

İkinci olarak, kullandıkları meşrubat ve içkilere işaret edelim:

Kur'an'da bir dizi ayet şarap, içki ve sarhoşluk veren şeylerden söz etmektedir. Bu ayetlerden bazısı sarhoşluk veren şeylerin hurma ve üzüm meyvelerinden yapıldığına, bazısı Allah'ın müminler için cennette hazırlamış olduğu içkileri meşrubatı, her ikisinin çeşitlerini bardaklarını, çanaklarını bu içkiler ve meşrubat ile dünya içkileri ve meşrubatı arasındaki farkları, dünya içkilerinin sebep olduğu nahoş durumların, ahiret içkisi için geçerli olmadığını ve onun bundan arı-duru hale getirildiğine işaret edilmekte; bazılarında içkiden soru sorulmakta sonra da onu yasaklayan emirler yer almaktadır. Şimdi bunlarla ilgili ayetleri gözden geçirelim:

1) Sana içki ve kuman sorarlar de ki: "İkisinde hem büyük günah, hem de insanlara bazı faydalar vardır. Günahları faydasından daha büyüktür. (Bakara, 219)
2) Ey inananlar, sarhoşken namaza yaklaşmayın ki ne dediğinizi bilesiniz... (Nisa, 43)
3) Ey inananlar, şarap, kumar, dikili taşlar, şans okları şeytan İşi birer pisliktir. Bunlardan kaçının kİ kurtuluşa eresinİz. Gerçekten şeytan, iç-kİ ve kumaTİa aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan da alıkoymak ister Artık vazgeçtiniz, değil mi? (Maide, 90-91)
4) Ömrüne andolsun ki, onlar sarhoşlukları içinde kör, sersemdirler. (Hicr, 72)
5) Hurmalıkların ve üzümlüklerin meyvelerinden, ondan hem sarhoşluk verecek içki, hem de güzel bir rızık edinmektesiniz (Nahl, 67ı
6) Onlara istek duyup-arzuladık!arı meyvelerden ve etten de bol bol verdik. Orada bir kadeh kapışır-çekişiiler ki, onda ne boş saçma bir söz, ne de bir günaha sokma vardır. Kendileri için civanlar, etraflarında dönüp dolaşırlar; sanki sedefte saklı inci gibi tertemiz, pırıl pırıl (Tur, 22-24)
7) İyiler de, karışımı kâfur olan bir kadehten içerler. (însan, 5) Ayrıca Bkz: (22/2; 37/44-47; 83/22-28; 56/15-23; 76/12-21)

Ayetlerin ilham ettiğine göre; birinci olarak: İçki yapmak ve kullanmak Peygamber çevresi ve asrında küçük görülemeyecek bir alana egemen olmuştu. İçki kullanmak geniş şekilde yayılmış, köklü olarak yerleşmişti. Buna bağlı olarak içkinin tanıtılması yer yer tekrar edilmiş ve onun ahirette cennet zevklerinden biri olduğu hatırlatılmıştır. Yanısıra cennette onların nehirler kadar bol olduğunun hatırlatılması da gösteriyor ki; artık içki onların vazgeçilemeyecek temel ihtiyaçları haline gelmişti. Kötülüğünün tedrici olarak bildirilmesi, sonra sarhoş hallerde namaza yaklaşmanın yasaklanması, son olarak da birden yasaklanmış olması onun ne derece köklü biçimde yerleştiğini göstermektedir. Eğer böyle olmasaydı hukuki açıdan böyle bir sonuca varılması için, bu şekilde bir tedricin takip edilmesine gerek yoktu. Maide ayetlerinin Kur'an'ın son inen ayetleri olması da dikkat çekmektedir. Bu da gösteriyor ki: Müslümanlar arasında içkinin kullanılması Medine döneminin geç zamanlarına kadar yaygın, köklü ve sürekli olmuştu. Bu da bizim kaydettiğimiz yaklaşımı pekiştirmektedir.

İkinci Olarak: Cennetteki içki meclislerinin nitelikleri, içkinin vasıfları ve yapısıyla ilgili nitelemeler, dünyada tanınan ve bilinen nitelemelerdir, tik olarak Kur'an'ın muhatabı olan bu kimseler, bunlardan habersiz değildi. Onlardan bir kısmı bundan bir ölçüde yararlanıyordu. Çünkü Hicaz şehirlerinde ve özellikle Mekke'de aşırı zengin kimseler vardı. Zira içki meclislerinin ekseriyeti Mekkidir. İçkiden hoşlanıyor ve onun için oturumlar düzenliyorlardı. Koltukları ve masaları, mezeleri diziyorlar etrafını hoş kokulu bitkilerle süslüyorlardı, çeşit çeşit et ve meyve sofraları kuruyorlardı. Bu esnada ipekten elbiselerini giyiniyor, içkilerinin tadlarını ve kokularını zencefil, kâfur ve misk ile güzelleştiriyorlardı. Bu işlerin görülmesinde genç hizmetçileri kullanıyorlardı. Bunlar onların gümüşten tabaklarını, billurlaşan bardaklarını kendilerine sunuyorlardı. Zencefil, kâfur ve miskin özellikle yadedilmesi yaklaşımımızı pekiştirmektedir. Zira içkiyi bu tür ilaçlarla daha güzel hale getirme eylemi eğer bilinen bir şey olmasaydı, hikmet gereği olarak bunların açıklanmasının bir anlamı olmazdı. Özellikle kesin bilgi ifade edebilecek derecede, bu ilaçlar genel olarak tanınıyor ve biliniyordu.

Üçüncü Olarak: Hamr genel bir kavramdır, sarhoş eden içki anlamına gelir. Onun belli bir çeşidini ifade etmez. Durum bu olduğuna göre Arapların bir çok içki çeşidini bilmeleri, kullanmaları ve yapmaları ihtimal dahilindedir. Bu ayette bildirildiğine göre, bu içki çeşitlerinden birinin rengi beyazdı, içkiler yaş hurma ve üzümden yapılıyordu. Pek tabiidir ki, bunlara; kurutulmuş olanları da, yani kuru hurma ve kuru üzüm de dahildir, insanlar bireysel zevklerinin yanında, ekonomik hareketle bağlantılı olarak özel menfaatler elde ediyorlardı.
Sarhoş edici şeylerin yapımı ve kullanılması genellikle -Bu hususta Kur'an'dan bir dayanağımız olmasa da- şehirlerde oluyordu. Zira hurma ve üzüm bahçeleri yalnızca Taif ve Yesrib'te bulunuyordu. İçki için düzenlenen bu meclisler ve alemler ancak şehirlerde altından kalkılabilecek şeylerdi. İçkideki menfaatler, tercihe şayan görüşe göre, şehir hayatının tabiatı gereği gelişen Ticari ve Sınai hareketle ilişkilidir. Pek tabii olarak bazı köylülerin de onu kullanmış olmaları bu yaklaşımı zedelemez.

Üçüncü Olarak: Kumar
Kumardan, önceki konularda naklettiğimiz Bakara, 219 ve Ma-ide, 91-92. ayetlerde söz edilmiştir. Orada kumar içki ile beraber kaydedilmiş onun statüsünde değerlendirilmiş, yararları, günahı ve yasaklanışı beraber verilmiştir. Pis olarak nitelenmiş, kin ve düşmanlığa neden olduğu, kişinin Allah'a karşı görevlerini yerine getirmesine engel olduğu belirtilmiştir.

Bu ayetlerden ilham alarak şu tesbitlerde bulunulabilir.
Birinci olarak, Kumar o sıralarda insanların eğlence için alışkanlık haline getirdiği adetlerdendi.
İkinci olarak, yaygın ve köklü bir halde yerleşmişti. Onun için, ancak Medenî dönemin sonlarına doğru kesin bir üslub ile yasaklanmıştır. Yasağın etkili olabilmesi için o kadar beklenmiştir.
Üçüncü olarak, kumardan kaynaklanan ayrılıklar, anlaşmazlıklar çoğu zaman kin ve düşmanlığa neden oluyordu.
Maide suresinin 91. ayetinde ve aynı sürenin daha önce başka bir ilgiden dolayı naklettiğimiz 3. ayetinde geçen "Ezlâm" kavramının anlamı hakkında değişik görüşler vardır. Bu görüşe göre "Ezlâm" kavramı Hubel Putu yanında Ka'be avlusunda istihare için atılan oklar anlamına gelir: Orada iki çeşit fal okları vardı. Bir çeşidinin üzerinde emir ve yasak yazılıydı. Diğer çeşidinin üzerinde ise soylar ve kanlarla ilgili problemlere ilişkin sözcükler. Bir yolculuk ya da iş yapmak isteyen biri, putun hizmetçisine gelir ve onun için istiharede bulunmasını isterdi. înanç ve dinler konusunda bu konuya tekrar döneceğiz. Başka bir grüşe göre bunlar kumar ve oyun şeklinde atılan oklardı. Bunlar on taneydi. Yedi tanesi kazanç, üç tanesi de zarardı. Gençler toplanır ve bir deve alır kasaba götürürlerdi. Kasab, onu on parçaya bölerdi. Sonra oklar birbirine karıştırılır ve atılırdı. Kazanç oklarının sahipleri eti alırlardı. Zarar oklarının sahipleri ise parayı öderlerdi. Biz tefsirimizde Maide'nin 3. ayetin-deki "Ezlam" kavramının kumar yoluyla kesilen şeyler olduğunu tercih ediyoruz. Çünkü ayet, yenmesi haram olan hayvanların niteliklerini belirtmektedir. 91. ayette geçen "ezlam" kavramıyla ise, istihare okları kastedilmiş olabilir. Çünkü ayet, içki, kumar ve ezlam'ı beraber kaydetmiştir. Buraya kadar söylediklerimizden özetle şunlar çıkartılabilir:

1- Ayette geçen meysir kavramı, genel olarak kumar anlamına gelir ve pek çok çeşitleri vardır.
2- Develerin etleri üzerine oynanan bir çeşit ok vardı. Bunlarda zarar eden parayı Ödüyor, kâr eden de eti kazanıyordu.

Dördüncü olarak: Musiki, sohbet ve eğlence meclisleri
Dikkat çeken noktalardan biri de Kur'an'da musikiyle, musiki meclisleri ve vasıtalarıyla ilgili hiçbir şeyin açık olarak zikredilmemiş olmasıdır. Bazı müfessirlerin musiki olarak açıkladıkları bir ifadeyi istisna edersek, -içkide olduğu gibi- Allah'ın, ahiret gününde iyilik yapanlara hazırladığı şeyler arasında musikiden söz edilmemiştir. Biz bunun hikmetini açıklamaya takat getiremiyoruz. Halbuki musiki ve şarkı yaklaşık olarak beşer hayatında hep tabii bir şey olagelmiştir. Toplum, uygarlık ve medeniyet çizgisine göre nerede bulunursa bulunsun, musiki, bir gerçektir. Sonra musiki meclisleri, sanatları ve vasıtaları, aletleri insanın içini ferahlatan şeylerdir. Bunlarda da içki içme ve hoşa giden meclislerde bulunma gibi zevkler ve lezzetler vardır.
Peygamber çevresinde ve çağında bu tür şeylerin hiç olmadığını farzetmek doğru olmaz. Çünkü bu çevre ve asrın başka alanlarda küçümsenmeyecek bir payı ve katkısı vardı. Rivayetlerin kaydettiğine göre de, bu tür şeyler oluyordu: Ebu Cehil, Ebu Sufyan'ın kervanını kurtarmak amacıyla ordu ile birlikte Bedir kuyusunun başına geldiğinde, develer kesilmeden, içkiler içilmeden ve şarkıcı kadınlar şarkı söylemeden oradan ayrılmayı reddetti. O'nun bu ısrarı müşriklerle müslümanların çarpışmalarının nedenlerinden biri oldu.
Daha Önce işaret ettiğimiz ifade, Cuma sûresinde kaydedilen "Bir ticaret ya da lehv/eğlence gördüklerinde hemen ona üşüştüler" ifadesidir. Müfessirler burada zikredilen lehvden' kastedilen şeyin musikiden kinaye olduğunu söylemişlerdir. Tefsircilerin rivayet ettiklerine göre kaval çalan, tef çalan bir grup eğlence adamı, bir keresinde Mescid bölgesinden geçmişti. Neşelenme ve eğlence amacıyla çoğu kimseler dışarı çıkmış ve ayetin ihtiva ettiği eleştiriye mustehak olmuşlardı.
Her ne olursa olsun, Kur'an'ın musîkiden bahsetmemiş olmasından ilham alarak tercih ettiğimiz görüşe göre peygamberin çevresinde ve asrında musiki gelişmiş değildi. Bu hem Mekke'de hem de Medine'de böyleydi. Peygamber asrının ve çevresinin, medeniyet ve ondan yararlanma alanında elde ettikleri küçümsenmeyecek derecedeki paya uygun düşecek bir musiki gelişmesi ve yaygınlığı yoktu. Dinleyicileri coşturan, hoş karşılanan meclisler, müzik için düzenlenmiyordu. Halbuki içki için düzenlenen toplantılar, meclisler alabildiğine yaygındı ve coşturucuydu. Tabi olarak da insanların içkide olduğu gibi düşkünlük gösterdikleri, önem verdikleri ve ilgilerini çektiği bir yararlanma, zevk ve lezzet duyma olayı yoktu.
Emeviler devrinde, Medine'nin müzik tarihine bakılırsa sözkonusu görüşe delil teşkil ettiği görülebilir. Bu sırada, musiki için gerçekten bir devlet söz konusuydu. Hoş karşılanan musiki meclisleri düzenleniyor, şarkı söyleniyor, çalgı aletleri çalınıyor ve birlikte içiliyordu. Şu kadar var ki şarkıcı erkekler ve kadınlar dışardan getirtiliyordu ve bu dönem İslam'dan önce değil sonraydı.

Gece sohbetlerine gelince Kur'an'da bir ayette bununla ilgili bir kavram geçmektedir ki o da "Samir" kavramıdır:

"Gerçekten benim ayetlerim size okunmaktaydı, fakat siz to¬puklarınız üzerinde geri dönüyordunuz. Bana karşı büyüklük tas¬layarak gece vakti hezeyanlar sergiliyoruz." (Mü'minun, 66-67)

Her iki ayette müşrikler, peygamberi ve konuşmasını sanki sohbet eden, yani kendilerine efsane okuyan hikayeci biri olarak değerlendirip terkettiklerinden eleştirilmekte, ayıplanmaktadır. Sanki peygamber onlar için bir uyarıcı, hakka ve doğru yola çağıran bir davetçi değil de, kendilerine hikayeler anlatan bir masal ustasıydı.
Bu da ilham ediyor ki, Peygamberin çevresinde ve asrında, önceki milletlerin kıssaları ve geçmişte meydana gelen olayların hikaye edildiği gece sohbetleri düzenleniyordu. Belki de "Samir'i akşamcı kavramının kullanılması bu iş ile özellikle meşgul olan ve o konuda uzmanlaşan bir takım insanların bulunduğunu, insanların onların etrafında halkalandığını, zamanlarının bir kısmını ya da gecenin bir kısmını bu şekilde sohbet ederek geçirdiklerini ilham etmektedir.

Beşinci olarak: Evler

Arapların, medenisi ve köylüsüyle kullandıkları evler konusunda ilham alınacak pek çok ayet Kur'an'da bulunmaktadır. Bakara 189; Tevbe, 110 Nahl, 80; Nur, 61; Zuhruf, 33-34; Zumer, 20 ve Tur, 4-5. ayetlerini burada hatırlayabiliriz. Bu ayetlerin hepsini daha önceki ilgilerinden dolayı nakletmiştik. Bunlara göre Hicaz'ın şehirlerinde yaşayanlar evlerini temeller ve sütunlar üzerine yapıyorlardı. Bu evlerden bazıları üst üste katlardan oluşuyordu. Onlara yükselticilerle yani merdivenlerle ya da aşağıdan yukarıya kademe kademe yükseltilen yapılarla çıkıyorlardı. Köylere göç ettiklerinde -bu pek tabii olarak köyde yaşayanları ilgilendiriyor- hayvanların derilerinden evler yapıyorlardı. Ve onlar, çadırları da biliyorlardı.

Altıncı olarak: Ev Eşyası ve Sergiler:

Daha önceki bir münasebetle naklettiğimiz Kehf, 31; Zuhruf, 71; Rahman, 54; Vakıa, 17-23; İnsan, 12-21; Mümin, 13-16; Nahl, 80; Se-be', 13; Zuhruf, 33-34; Maide, 112. ayetleri gösteriyor ki Araplar hayvanların yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından kendilerine ev eşyası yapıyorlardı. Yine onların minderler, koltuklar, yastıklar, sedirler, çeşit çeşit kablar, çanaklar, kazanlar, bardaklar, ibrik, yemek
tabakları, sofralar ve benzeri şeyler kullandıklarını görmekteyiz.

Yedinci olarak: Giyim

Daha önce naklettiğimiz Nur, 31, 60 ve Ahzab, 59. ayetleri gösteriyor ki:
1- Kadınlar baş örtüleri kullanıyorlardı. Giyindikleri elbisenin bazı yırtmaçları (Dekolte) vardı. Buradan boyunları, göğüslerinin ve sırtlarının bir kısmı görünüyordu.
2- Onlar baş örtüsünden ayrı olarak bir üstlük daha giymekte idiler. Belki de bu cilbab denen bir tür aba idi. Ayetlerin ilhamına göre kadının giyimi, şehirdeki kadının giyiniş özelliklerini taşımaktadır. Medeni Arap kadınının namusunu, iffetini, korumada kötü sonuçlara neden olacak açılıp saçılmalardan, süslerini göstermelerden ve dekolte giyinme şekillerinden sakınmaya özen gösterdiklerini göstermektedir. Köylü kadının da şehirli kadınınkine yakın bir giyinişi olduğuna meyletsek de köylü kadının aynı şekilde mi yoksa buna yakın şekillerde mi giyindiğini bilemiyoruz.
Erkeklere gelince, Kur'an'da onlar için, kadınlarınkinde olduğu gibi, belli bir giyiniş şeklini gösteren bir şey yoktur. Elimizdeki tüm bilgiler giyilen elbise, sırta giyilen gömlek, ayakkabı ve elbiseye bürünme gibi şeylerdir. Bunların hepsi erkeklerin giyinişi sadedinde kaydedilmiştir.

Sekizinci olarak: Süslenme ve süsünü gösterme Nur sûresi 31. ayetîndeki: "Gizledikleri süsleri bilinsin diye ayaklarını da yere vurmasınlar" cümlesi Arap kadınının süs olarak ayaklarına halhal taktığını göstermektedir. Yine daha önceleri başka münasebetlerle kaydettiğimiz ve muhteva olarak altun ve gümüş bileziklerden, inci ve mercandan bir süs olarak sözeden bir dizi ayet, tabiatıyla bunların aynı zamanda bir süs eşyası olarak kullanıldığını ifade etmektedir.
Nur sûresinde 60. ayette "Süslerini açığa vurmaksızın örtülerini çıkarmalarında kendileri için bir sakınca yoktur" cümlesi, Nur sûresinde 31. ayette: "Süslerini açığa vurmasınlar, ancak kendiliğinden görüneni hariç. Baş örtülerini, yakalarının üstüne koysunlar, Süslerini de kocaları dışında kimseye göstermesinler." cümlesi ve Ahzab sûresi 33. ayette "İlk cahiliyenin süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın" cümlesi Arap kadınlarının süslenmeye, güzelleşmeye ve güzelliklerini göstermeye hayli önem verdiklerini ilham edebilir. Onların ne tür bir süslenme, nakış ve model kullandıklarını tam tesbit etme olanağı yoksa da bunu tahmin etmek mümkündür.
Ayrıca cennetin niteliklerini belirten ayetlerden harekette, erkeklerin de altın, gümüş ve inci gibi, bilezikler vesaire ile süslendiklerini düşünebiliriz. Buna bağlı olarak Peygamberin çevresi ve asrının erkeklerinin altın, gümüş ve inci bileziklerini süs eşyası olarak kullandıkları sorusu akla gelebilir. Biz bu soruya müsbet yanıt verilmesi taraftarıyız. Zira cennetle ilgili niteliklerin Kur'an'ın hakimiyetiyle uyum sağlayan bir biçimde zikredilmesi bunu gerektirir. Çünkü Kur'an sürekli olarak bilinen ve tanınan şeylerin en güzelini hatırlatmayı esas alır. Bunun şeklini, biçimini belirleme olanağı ise mevcut değildir. Burada kastedilen altun ve gümüşü yüzük olarak, inci tanelerini de Özellikle yüzüklerin içine yerleştirerek kullanmış olabilirler.

Dokuzuncu olarak: Harp silahları ve savaş teknikleri

Bu konuda Öncelikle, Arapların peygamber devrinden önce kullandıkları silahları ve savaş teknikleri üzerinde Kur'an ayetleri ışığında bir değerlendirme yapmayı uygun gördük. Bu arada bununla ilgili olarak Kur'an'da kaydedilenlerin çok olmadığını belirtmek yerinde olur.
1- Silahlarla ilgili olarak ilkin kaydedilmesi gereken Nisa sûre¬sinin aşağıdaki ayetinde geçen "silahlar" kavramıdır:
"İçlerinde olup onlara namazı kıldırdığında, onlardan bir grup, seninle birlikte dursun, silahlarını da alsın; böylece onlar secde ettiklerinde, arkalarınızda olsunlar. Namazlarını kılmayan diğer grup ta gelip seninle namaz kılsınlar, onlar da korunma araçlarını ve silahlarını alsınlar. Küfredenler, size ansızın bir baskın yapabilmek için, sizin silahlarınızdan, emtianız (erzak ve mühimmatınızdan ayrılmış olmanızı isterler. Size, yağmurdan bir güçlük varsa ya da hastaysanız, silahlarınızı bırakmada bir sorumluluk yoktur." (Nisa, 102)

Açıktır ki, bu ifade bir dizi silah türlerini kapsamaktadır. Gelecek ayetlerde bu tür silahlardan bazılarının isimleri kaydedilmiştir:
1) Ey iman edenler, Allah kimin kendisini görmeksizin kendisinden korktuğunu ortaya çıkarmak için, ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği. (Maide, 94)
2) ... sizi sıcaktan koruyacak elbiseler, sizi savaştan koruyacak giyimler de var etti... (Nahl. 81)
3) Ve sizin için, ona, zorlu savaşında sizi korusun diye, giyim sanatını Öğrettik. Ama siz şükrediyor musunuz ki? (Enbiya, 80)
4) Ve ona demiri yumuşattık. "Geniş zırhlar yap, düzenli bir biçime sok; siz de salih amel işleyin. Gerçekten ben sizin yapmakta olduklarınızı görenim." (Sebe, 10-11)
Bu silahların bir kısmı Davud (a.) tarafından yapılan zırhlar da olsa, genellikle müslümanlar muhatab alınmıştır. Ayetlerden anlaşıldığına göre onun yaptığını, kendileri de kullanıyorlardı. Buna bağlı olarak onlar mızrakları, harb gömleklerini, giysileri -be's savaş anlamındadır- yani savaşta giyilen zırhları, miğferleri, eldivenleri vs.yi biliyor ve kullanıyorlardı. Kesinlik ifade eden rivayetler, kılıçların, Arapların başlıca silahı olduğunu ifade etmektedir. Bunların da Nisa, ayetinde geçen "silahlar" kavramının kapsamına girdiğinde hiçbir kuşku yoktur. Hatta denebilir ki birinci derecede kastedilen bu silahlardır. Çünkü bunlar; adamların -zaruret halleri dışında- en tabii ve vazgeçilmez, bırakılmaz -indirilmez- silahlarıydı.

2- Savaşma şekli ve yöntemi ile ilgili olarak, Enfal sûresinde geçen şu ayetler konuyu açıklayıcıdır:
"Ey iman edenler, toplu olarak kafirlerle karşılaştığınız zaman, onlara arka çevirmeyin. Kim onlara böyle bir günde arkasını çevi¬rirse, kuşkusuz o, Allah'tan bir azaba uğramıştır ve onun barınma yeri cehennemdir. Ne kötü bir barınaktır o." (15-16. ayetler)

Saf suresinde de aşağıdaki ayet yer alır:
"Hiç şüphesiz Allah., kendi yolunda, sanki kurşundan kenetlen¬miş bir bina gibi saf bağlayarak, çarpışanları sever." (4. ayet)
Bu ayetler Arapların yürüyüş halinde ve saf saf dizilmiş bir halde savaştıklarını ilham etmektedir. Bununla beraber onların bazı durumlarda gruplara ve topluluklara ayrılarak savaştıkları da oluyordu. Savaşçılar savaş meydanında vur-kaç taktiğini de uyguluyorlardı. Meydan savaşı sırasında bir yerden bir yere geçiyor, bir topluluktan bir topluluğa katılıyorlardı.

3- Savaş seferberliği ile ilgili olarak da aşağıdaki şu ayetler yer alır:

1) Ey iman edenler, (düşmanlarınıza karşı) tedbirinizi kuşanın da sava¬şa bölük bölük ya da topluca çıkın. (Nisa, 71)

2) Hafif ve ağır (gönüllü ve gönülsüz, fakir ve zengin, genç ve ihtiyar, yaya ve süvari) savaşa kuşanıp çıkın ve Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cıhad edin. . (Tevbe, 41)

Bu ayetler müslümanlarm topyekün müşriklerle savaşması ile ilgilidir. Ancak ayetlerin ihtiva ettiği kavramların daha önceden bilinen, kullanılan kavramlar olması, toplu halde seferber olma ve çağrıya katılmanın ne anlama geldiğinin biliniyor olmasını gerektirir. Ek olarak da şunlar anlaşılıyor: Araplar, bir kişi onları savaşa çağırdığında, ya topluluklar halinde ya da hep birlikte savaşa çıkıyorlar ve bu savaşlara; bazen hafif silahlarla ve ağır yükler taşımadan katılıyorlar, bazen de ağır silahlarla ve ağır yüklerle donanmış olarak katılıyorlardı. Belki de bu; onların savaşın ve çağrının durumuna göre, bazan kadınlarıyla birlikte bazan da kadınsız olarak savaşa katılmalarına da ışık tutmaktadır.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
dost1 Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
Miralay (28. March 2011), yeşil (7. November 2011)