Tekil Mesaj gösterimi
Alt 1. January 2011, 01:55 PM   #3
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Tarîkat Öncüleri Tarafından Râbıtanın Ayrıntıları Hakkında Yapılmış Çeşitli Açıklamalar:

Nakşibendîlerce şimdiye kadar gerek yazılı, gerekse sözlü olarak bu konuda ifade edilenlere bakılacak olursa râbıtanın çeşitli tariflerinden özet olarak şu anlamları çıkarmak mümkündür:

1. Râbıta: Mürîdin, şeyhini şeklen ve cismen tasavvur etmesidir. Yani daha açık bir anlatımla, onu fizik olarak zihninde canlandırmasıdır.

2. Bununla birlikte mürîd, şeyhinin kalbinden kendi kalbine nur hüzmelerinin yansıdığını, ya da nurdan çağlayanlar aktığını ayrıca düşünecek ve ondan bereket, himmet ve yardım isteyecektir. [1]

Bunu, tarîkat dilinde «istifâza» ya da «rûhâniyetten istimdâd» diye bazı yakıştırmalarla özet olarak anlatmaya çalışmışlardır.

3. Mürîd kendini, şeyhinin giyim ve kuşam tarzı içindeymiş gibi görmeye çalışacaktır.

Son dönemin Nakşibendî teorisyenlerinden Abdulhakîm Arvâsî'ye ait bu konuya ilişkin bazı açıklamalar sadeleştirilerek şu şekilde verilmiştir:

«Pîrin kıyafet ve heyetine aynen bürünmek, kendini mürşid şeklinde görmek ve hayâl etmek... Bu vaziyette meydanda olan sanki pirdir, kendisi değil... Bu kısım râbıta ibâdetlere mahsustur. Mesela Kur'ân dinlerken gözlerini yumar ve kendisini pîrin vücud ve kıyafetinde görür. Olan, sanki pîrdir, kendisi değil... Keza Kur'ân ve «Delâil» okurken, vaaz ve ders dinlerken, namaz kılarken kendisini mürşidin kıyafet ve heyetinde hayâl eder. Namazda kıyam (ayakta duruş), kuud (oturuş), ve kıraat (Kur'ân okuyuş) fiillerini yerine getiren sanki pîrdir, kendisi değil... »

«Bu son nokta şekline (Telebbüsî râbıta - kılığa bürünme) râbıtası ismi de verilir.»[2]

4. Birçok çeşitleri olan râbıtanın bu farklı şekilleri hakkında da aynı yazar şunları kaydetmektedir:

«Tatbik edile gelen râbıta (Usul bakımından) birkaç türlüdür: »

«Birincisi, Sâlik tarafından kâmil ve mükemmel sıfatlarına lâyık şeyhin sûretini karşısında tasavvur edip hayâl yoliyle iki kaşı arasına bakmak ve suretteki rûhâniyete yönelmek.... Bu bakış ve mıhlanışla kendinden geçme, kaybolma hali başlayıncaya kadar râbıtayı sürdürmek... (...)

«İkincisi, sâlikin, kendisini mürşid kıyafet ve heyetinde görmesidir. (...) Mürşidin suretiyle giyimli olmak bakımından bu râbıta şekline "telebbüs -giyim- râbıtası" ismi verilir.»

«Üçüncüsü, mürşidin suret ve heyetini karşısında görüp, onu kalbinin ortasına indirmek, kalbini uzun ve geniş bir dehliz farz ederek mürşidi o dehlizde yürüyor ve kendisine doğru geliyor hayâl eylemek...» [3]

5. Şeyhin şeklini hayâlde canlandırırken onun «rûhâniyetinden» istimdâd etmek (ondan yardım dilemek) gerekir.

Tarîkatçılara göre yalnızca sağ olan mürşidden değil, aynı zamanda ölüden de yardım beklenir. Yani şeyhin rûhâniyetinden yardım dilemek için onun, sağ ya da ölü olması fark etmez. Bu inanış hemen bütün tarîkatlarda vardır ve «himmet dilemek», «bereket talep etmek», «feyiz almak» «istifâzada bulunmak» ya da «rûhânîyetten istimdâd etmek » gibi çeşitli deyimlerle ifade edilir.

Mehmed Zâhid Kotku bu konuda aynen şunları kaydetmektedir:

«Bu tarikde şeyh, kemâl-i marifet ile mütehakkık olursa, ifâzada (yardım etme konusunda) ölü ile diri müsavi olurlar. » [4]

Aslında müsavi olmaktan da öte, (yine tarîkat rûhânîlerine göre) velî, öldükten sonra bir «tîğ-i üryân» gibi, yani kınından çıkmış olan bir kılıç gibi çok daha keskin olur ve onu çağıran insanın imdadına çok daha çabuk yeti*şir. Nitekim aşağıdaki dörtlük bu inancı açık olarak anlatmaktadır:

«İki cihanda tasarruf ehlidir çünki velî

Deme kim bu mürdedir bunda nice dermân ola

Rûh şemşîr-i Hudâ'dır ten gılâf olmuş ona

Tâ ki â'lâ kâr eder bir tîğ ki uryân ola.» [5]



6. Râbıtayı gerçek anlamdaki mürşide yapmak şarttır.

Peki gerçek manadaki mürşid kimdir ? Bu konuda da yine Kotku şunları söylemektedir:

«İnsân-ı kâmil mirât-ı haktır. Her kim kâmil insanın rûhâniyetine basîret gözüyle bakarsa onda Cenâb-ı Hakkın tecellîsini görür. Sıfatının zuhûrunu idrâk eder. » [6]

Demek ki râbıta sırasında, hayâlde canlandırılan insan tipi Nakşî rûhânîlerine göre «mir'ât-ı hak = Allah'ın aynası» olan ve kendisine «insân-ı kâmil» denilen, insanüstü kişiliğe sahip biri olmalıdır. Râbıta, bu derece yücelmiş ve Allah'a ayna olmuş (?) birine ancak yapılabilir.

7. Sağlara yapıldığı gibi Ölmüş kimselere de râbıta yapılabilir.

Ölüye râbıta yapma konusuna, özellikle son dönem Nakşî şeyhleri tarafından çok önem verilmiştir. Bu cümleden olarak Abdulhakîm Arvâsî'nin, «Mezarlara Râbıta Keyfiyeti» başlığı altında aşağıya alınan sözleri ilginçtir. Arvâsî şu öğütleri vermektedir:

«Mezar ziyaretçisi mürîd, nefsini her türlü dış alâkadan boşaltır. İçini dünya kayıtlarından uzaklaştırır. Kalbini ilimler ve nakışlardan ve hadiselere bağlı duygulardan çekip çıkarır. Ziyaret ettiği mevtânın rûhâniyetini hissi keyfiyetlerden mücerret bir nur farz eder. O kabir sahibinin Feyizlerin*den bir Feyiz ve hallerinden bir hal zuhur edinceye kadar o nuru kalbinde tutar. (...)»

«Feyiz istekçisi ziyaretçi, Feyiz vericinin kabrine yaklaşıp selâm verir. Mezarın ayak ucuna yakın sol tarafına durur. Ona karşı hayattaki tavrını muhafaza eder. Bir fatiha ve on bir ihlas okur. Sevabının mislini mevtâya hediye eder. Sonra çöker oturur. Feyiz almak için kabirdeki mevtânın rûhâniyetine teveccüh eder....» [7]

Arvâsî'nin, ölüye râbıta konusundaki sözleri bundan sonra da epeyce sürmektedir ve Mehmed Zâhid Kotku'nun, bu konuda yazdıkları ile O'nun söyledikleri arasında paralellik vardır.

Kotku'nun, «Mevtâdan râbıta ile feyiz almak keyfiyeti:» başlığı altındaki sözleri ise şöyledir:

«Mürîd nefsini dünya alakalarından sıyırıp, kuyûdât-ı tabi'ıyyeden içini boşaltır ve kalbini ulûm ve nükûşdan ve havâtır-ı kevniyyeden temizler, sonra o meyyitin ruhâniyetinden feyiz alıncaya kadar o nuru kalbinde saklar; muhafaza eder. Eğer râbıta meyyitin kabrinin yanında olursa, o kabrin sahibine selam vermek lazımdır. Kabrin sağ ayak tarafına durur. Bir fatiha üç ihlâs ve bir âyet'ül-Kürsî okuyup sevabını o mevtânın ruhuna hediye eder. Sonra ruhâniyetine teveccüh edip istifâze eder. Nitekim (sav) efendimiz hazretleri "İşlerinizde güçlükle karşılaştığınız; kararsız olduğunuz zaman, kabir ehlinden yardım isteyiniz." buyurdular.» [8]

Yukarıdaki ağdalı anlatım, büyük ihtimalle Abdulhakîm Arvâsî'nin, Râbıta-i Şerîfe adlı kitabından küçük bir değişiklikle ve biraz da sadeleştirilerek neredeyse aynen kopya edilmiştir. Ancak bu izlenimi uyandırmamak için yazı, alıntıyı yapan Mehmed Zâhid Kotku tarafından tırnak içine alınmamıştır. Adı geçen kitapçık, bugünkü nesil tarafından anlaşılmadığı için yazarı, Abdulhakîm Arvâsî'nin mürîdlerinden olan Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilmiştir.

8. Râbıta, yer yer zikirle açıklanmaya çalışılmış ve bazen de onunla karşılaştırılmıştır. Hatta, «Sabit olmuştur ki, râbıtasız zikir erdirici değil, zikirsiz râbıta ise tek başına erdiricidir.» şeklinde ilginç bir ifade kullanılmıştır. [9]

Ancak râbıtanın bir ibâdet biçimi olup olmadığına ilişkin pek açık bir kayda rastlanmamaktadır .

9. Râbıta, tarîkat ulularını gıyâben hayâlde canlandırma alışkanlığıyla onlara benzemeye çalışmak ve onların sahip oldukları fazîletleri kazanmaktır, diye bir yorum daha vardır. Bu görüşü, çağdaş ilahiyatçılardan biri şöyle izah etmektedir.
«Dinler ; “Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanma" veya O'nu taklid -imitatio dio- prensibini hedef almıştır. Bu gayeyi gerçekleştirmek isteyen insan oğlunun, sürüp giden hayatında canlı ve müşahhas bir modele olan ihtiyacı, "insanın insanı taklidi" -imitatio hominis- realitesini ortaya çıkarmıştır.» [10]

10. Yakın tarihin Nakşibendî şeyhlerinden biri de râbıtanın üç türlü olduğunu şu şekilde sıralayıp açıklamaktadır:

a) Râbıta'tül-Huzûr: Mürîdin devamlı olarak Allah ile beraber olduğunu düşünmesi.

b) Râbıta'tül-Mevt: Mürîdin, ölüm anının gelip çattığını, sanki mezara konmak üzere olduğunu, berzah ve ahiret alemlerini devamlı surette düşünmesi.

c) Râbıta'tül-Mürşid: Mürîdin devamlı olarak mürşidini düşünmesi ve onu hayâlinde canlandırması.[11]

İşte buraya kadar anlatılanlar, râbıtanın kısmen tanımları ve bazı yönlerden açıklamaları olarak kullanılmış çeşitli ifadelerdir.





--------------------------------------------------------------------------------

[1]. Muhammed Emîn el-Kurdî el-Erbilî, Tenwîr'ul-Qulûb s. 512

[2]. Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe Risâlesi s. 11

[3]. Age. S. 21, 22

[4]. Mehmed Zahid Kotku (H. 1313/M. 1897-H. 1401/M. 1980) Tasavvufî Ahlâk: 2/272

[5]. Ahmed Yaşar Ocak, Menâkıbnâmeler S.7

[6]. Mehmed Zahid Kotku, Tasavvufî Ahlâk: 2/272

[7]. Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe Risâlesi s. 23 Sadeleştiren N. F. Kısakürek

[8]. M. Z. K. Tasavvufî Ahlâk S. 2/272

Bu yakışıksız sözlerin, Hz. Peygamber (s)'e ait olduğunu ileri sürecek kadar çığırdan çıkmış olanlar, elbette ki bu suretle hem kişiliklerini, hem de öncülüğünü yaptıkları tarîkatın iç yüzünü bütün çıplaklığıyla ortaya koymuşlardır. Burada söylenebilecek tek şey, bu gibi kimselerin peşinden giden insanlara Hz. Peygamber (s)'in şu sözünü hatırlatmaktır: «Kim, benim adıma yalan uydurursa, yerini cehennemde hazırlasın!» (Bk. İmam Buhârî -Muhammed b. İsmail-, Sahîh'ul-Buhârî C. I, İstanbul-1315 S. 36; İmam Müslim -Müslim b. Hajjâj el-Quşeyrî-, Sahhih'u Muslim, C. I, S. 10)



[9]. Bk. Râbıta-i Şerîfe s.7, 8,10, 17, 45

[10]. İrfan Gündüz'ün basılmamış bir çalışmasından...

[11]. Ömer Zıyâuddîn Dağıstânî, Tasavvuf ve Tarîkatlarla ilgili Fetvâlar. S. 149
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
Miralay (2. January 2011)