Tekil Mesaj gösterimi
Alt 13. April 2011, 03:03 PM   #8
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

C) HAC VE HARAM AYLAR

Bu konunun Arapların dinsel yaşam ve onun tezahürleriyle da-ıha fazla İlişkili olduğu düşünülerek inanç ve dinler konusunda işlenmesi gerektiği söylenebilir. Fakat biz konunun sosyal hayat bölümünde hîr fasıl olmasını istedik. Zira bununla ilgili geleneklerin çoğunun, Arapların sosyal konumları ve yapılarıyla güçlü ve sağlam ilişkileri vardır. Bu nedenle onlavın sosyal yaşamlarında da büyük etkisi olmuştur. Öte yandan bu konu, inançlarının, ibadetlerinin ve toplumlarının -çevrelerinin- farklılığına rağmen tüm Arapları kapsayan bir özelliğe sahiptir. Arapların hepsi onu sosyal vasıtalarından biri olarak algılıyorlardı. Öyle ki, her köşeden, her bucaktan Mekke bölgesine -Beytü'l-Haram'a- geliyorlardı. Orada Hac mevsiminde ve panayırlarında buluşuyorlar, karşılaşıyorlardı. Haram ayların gölgesindeki havayı teneffüs ediyorlardı. Toplanıyor, tanışıyorlardı. Satacaklarını satıyor, alacaklarını alıyorlardı. Şiirler söylüyor, kendilerini övmek ve problemlerini çözmek için oturumlar düzenliyorlardı. Bu oturumlarda güçlü hatibler konuşmalar yapıyordu... Evet bu olayların ve eylemlerin hepsinde sosyal görüntü ağır basmakta ve güçlü bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bir diğer sebebe gelince, bu konu kendi şartlarında -özellikle de peygamberlikten önceki dönemlerde- bir harekete, ya da ulusal, siyasal, sosyal, fikri ve edebi bir kalkınmaya zemin hazırlamıştır. İsterse bu hareket ve kalkınmaya Öncülük yapan Hac, siyasal, düşünsel ve psikolojik başka etkenlerden yararlanmış ve onlardan destek almış olsun, yine de önemi değişmez.
Bu konu, başlığından da belli olduğu gibi, birbiriyle ilgili de olsa iki temel konudan oluşacaktır. Bu konuların birincisi Hac, ikincisi haram aylardır.

1. Peygamber Asrında Kâ'be'nin Önemi ve Hac:
Kur'an-ı Kerim'de Hac'dan, Haccın pratik uygulamalarından, geleneklerinden ve yararlarından, Ka'be'den, Beytu'l-Haram'dan, ona duyulması gereken saygıdan ve bölgesinin güvenliliğinden söz eden bir dizi ayet Vardır.
Şimdi bunları verelim:

1 Biz, senin, yüzünü çok defa göğe doğru çevirdiğini görüyoruz. Şimdi elbette seni hoşnud olduğun kıbleye çevireceğiz. Arlık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Her nerede bulunursanız yüzünüzü onun yönüne çevirin. (Bakara, 144)

2 Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Şüphesiz bu, Rabbinden olan bir haktır. Allah, yapmakta olduklarınızdan gafil olmayandır. Her nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir (Siz de) her nerede olursanız yüzünüzü onun yönüne çevirin. (Bakara149-l50)

3 Şüphesiz, Safa ileMerve Allah'ın işaretlerindendir. Böylece kim evi (Kâ'be'yi) hacceder veya umru yaparsa, artık bu ikisini tavaf etmesinde kendisi için bir sakınca yoktur.(Bakara, 158)

4 ...Mescid-i Haram'da onlarla savaşmayın ki onlar da sizinle orada savaşmasınlar. Fakat onlar sizinle savaşırlarsa hemen onları öidürün, kâfirlerin cezası böyledir. (Bakara, 191)

5 Sana, hilal halindeki ayları sorarlar. De ki: "O, insanlar ve hac için belirlenmiş vakitlerdir. İyilik, evlere arkalarından gelmeniz değildir, ama iyilik sakınan(ın tutumudur.) Evlere de kapılarından girin. Allah'tan sakının, umulur ki kurtuluşa ererseniz. (Bakara, 189)

6 Haccı.da, umreyi de Allah için tamamlayın. Eğer kuşatılırsanız, artık size-kolay gelen kurban(ı gönderin). Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin. Kim sizden hasta ise ya da başından şikayeti varsa, onun ya oruç ya da sadaka veya kurban olarak fidye (vermesi gerekir.) Güvenliğe kavuşursanız, hacca kadar umre ile yararlanmak isteyene, kolayına gelen bir kurban(ı kesmesi gerekir). Bulamayana da, haccda üç gün, döndüğünüzde yedi (gün) o!mak üzere, bunlar tamı tamına on (gündür) oruç vardır. Bu aiîesi Mescid-i Haram'da olmayan içindir. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah, cezası pek çetin olandır. Hacc, bilinen aylardadır. Böylelikle kim onlarda haccı farz eder, (yerine getirir)se, (bilsin ki) hacda kadına yaklaşmak,'fısk yapmak ve kavgaya girişmek yoktur. Siz, hayır adına ne yaparsanız, Allah onu bilir. Azık edinin, kuşkusuz, azığın en hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl sahipleri! Benden korkun. Rabbinizden bir fazl istemenizde size sakınca yoktur. Arafat'ta hep birlik indiğinizde Allah'ı Meş'ar-i haram'da anın. O, sizi nasıl doğru yola İletüyse siz de O'nu anın. Gerçek şu ki, siz bundan önce sapık olanlardansınız. Sonra insanların akın ettiği yerden, siz de akın edin ve Allah'tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir. (Hac) İbadetlerinizi bitirdiğinizde, artık atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan da kuvvetli bir anış ile Allah'ı anın. İn-sanlardan öylesi vardır ki: "Rabbimiz bize dünyada, ver" der; onun ahirette nasibi yoktur. Onlardan Öylesi de vardır ki: "Rabbimiz bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azabından koru" der. İşte bunların kazandıklarına karşılık nasibleri vardır. Allah, hesabı pek seri görendir, sayılı günlerde Allah'ı anın. Bu günde elini çabuk tutana günah yoktur, geri kalana da günah yoktur. (Bu) sakınan için(dir). Allah'tan sakının ve gerçekten bilin ki. siz O'na döndürüleceksiniz. (Bakara, 196-203)

7 De ki: "Allah doğru söyledi. Öyleyse Allah'ı bir tanıyan Hanifler olarak İbrahim'in dinine uyun, O müşriklerden değİldi.(3) Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan ev, Bekke (Mekke)de, o kutlu ve bütün insanlar (alemler) için hidayet olan (Kâbe)dir. Orada apaçık ayetler ve İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse o güvenliktedir. Ona bir yol bulup güç yelkenlerin haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim de küfre saparsa, kuşku yok, Allah alemlere karşı muhtaç olmayandır. (Al-i imran, 95-97)

8 Onîar, Mescid-i Haram'dan (insanları) alıkoyarlarken ve onun koruyucuları değilken Allah, ne diye onları azablandırmasm? Onun koruyucuları yalnızca korkup sakınanlardır. Ancak onların çoğu bilmezler. Onların. Beyt(-i Şerif) Önündeki duaları, ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. Artık küfretmekte olduklarınız dolayısıyla tadın azabı. (Enfal, 34-35)

9 Hani İbrahim şöyle demişti: "Rabbim bu şehri güvenli kıl, beni ve çocuklarımı putlara kulluk etmekten uzak tut." "Rabbim, gerçekten onlar insanlardan bir çoğunu saptırdılar. Bundan böyle kim bana uyarsa, artık o, bendendir, kim de bana isyan ederse, kuşkusuz, Sen, bağışlayansın, esirgeyensin. Rabbimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Haram (kutlu ve korunmuş ev'in) yanında ekini olmayan bir vadiye yerleştirdim; Rabbimiz, dosdoğru namazı kılsınlar diye (öyle yaptım), böylelikle sen, insanların bir kısmının kalplerini onlara ilgi duyar kıt ve onları bir takım ürünlerden nzıkIandır. Umulur ki şükrederler (İbrahim, 35-37)

10 İri cüsseli (kurbanlık hayvanları) da size Allah'ın İşaretlerinden kıldık, sizler için onlarda bir hayır vardır. Öyleyse onlar, bir dizi halinde (boğazlanırken) Allah'ın adını anın; artık yana doğru düştüklerinde de onlardan yiyin, kanaatkara ve isteyene de yedirin. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirdik, umulur ki şükredersiniz. Onların etleri ve kanları kesin olarak Allah'a ulaşmaz, ancak O'na sizden takva ulaşır. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirmiştir; O'nun size hidayet vermesine karşılık Allah'ı büyüklemeniz için. Güzellikte bulunanlara müjde ver. (Hac. 36-37)

11 (De ki): "Ben, sadece bu şehrin Rabb'ine kulluk etmekte emrolundum. O, burayı saygı değer kıldı ve her şey O'nundur. Ve bana müslümanlardan olmam emredildi." (Neml, 91)

12 Görmediler mi ki, çevresinde insanlar kapılıp yağma edilirken biz Harem (Mekke}i güvenilir kıldık? Yine de, onlar batıla inanıp Allah'ın nimetlerine nankörlük mü ediyorlar. (Ankebut, 67) Ayrıca Bkz: (2/125-129; 5/2; 5/97; 9/3; 9/17-19; 9/28; 22/25-33; 28/57; 48/25; 48/27; 106/1-4)

Okuyucu burada kaydettiğimiz ayetleri çok görmemelidir. Biz bu konuda Kur'an'da yer alanların tümünü kasıtlı olarak naklettik. Çünkü biz bununla Haccın, Arapların yaşamı üzerindeki etkisini tesbit edeceğiz. Ve bu arada Kur'an'ın buna verdiği önemi ve üzerinde yoğunlaştığı noktaları belirtmeye çalışacağız.
Ayetler pek çok konuyu içermekte ve değişik hedeflere yönelmektedir. Bunların çoğu İslam'daki Haccm Menasıkini tesbit eden yasamalar sadedinde indirilmiştir.
Fakat bununla beraber çoğu, Peygamberin Peygamberlikten önceki asrı ve çevresiyle ilgili açık işaretler, güçlü karineler taşımaktadır, hac işleri, Hac menasıki, Ka'be ve Ka'be'ye duyulan saygı, kutsallık, Arapların genellikle O'na hürmet edişleri ve O'nun benzerinin olmadığını kabul edişleri ile ilgili işaretler.

1) Neml 91, Kasas 57, Ankebut 67 ve Kureyş 3-4. ayetleri açıkça işaret ediyor ki, "Harem'in", "Belde-i Haram'ın" ve "Beytu'l-Haram'ın" (bunların hepsi Ka'be'nin kutsallığına bağlı olarak Mekke bölgesinin hürmet duyulması gerektiğini, orada Ka'be'nin yeral-masıyla daha bir farklı olması gerektiğini hedef almaktadır) güvenlik yeri oluşu peygamberlik gelmeden önce de Araplar arasında biliniyordu. Mekke'lilerin bunun aracılığıyla maddi, manevi, ekonomik ve sosyal pek büyük yararlar sağladıkları da ortada olan bir şeydi. Bu son anlam özellikle Maide 97. ayetin içinde gizlidir. Pek tabii olarak bu ayet, asrın ve bu çevrenin insanları olan Arapları içine alıyordu. Çünkü ayet, insanların orada yerleşmesi ve yaşaması için Allah'ın Beytullah'ı güçlü bir etken kıldığına işaret etmektedir.

2) Bakara, 191. ayet, Mescid-i Haram bölgesinde savaşmak, Peygamberin asrında ve çevresinde Peygamberlikten önce de sakıncalı olarak kabu edildiğini gösteren açık bir işaret taşımaktadır. İslam onların bu geleneğini yerinde bırakmış, yalnız bu saygınlığın ve hürmetin önce Müşrikler tarafından ihlal edilmesi halinde kendilerinin de ihlal etmesine müsaade etmiştir. Bu ayetten sonra gelen ayetlerde açıklandığı gibi, müslümanlara orada aynısıyla karşılık verme mubah kılınmıştır.

3) Bakara, 44 ve 149-150. ayetleri Kıble ile ilgilidir. Bunlardan Ka'be'nin, Arapların gönüllerinde büyük bir önemi ve üstün bir saygınlığı olduğu ortaya çıkmaktadır. Peygamber kavminin inkarcılığı ve şirkin görüntüleriyle kuşattıkları için namazda oraya yönelmekten vazgeçmişti. Buna rağmen oraya yönelme arzusu hâlâ içini kemiriyordu. Oraya yönelmekle, işi gerçek rayına oturtmuş olacağını düşünüyordu. Çünkü orası insanların Allah'a ibadet etmesi için ilk belirlenen evdi. Mescid-i Aksa'dan daha eski ve insanları kendi dinine çağıran ibrahim (as.) ile ilişkisi vardı, üstelik bunların hepsini Araplar da biliyordu. Bu nedenle orası yüreklerinin çarptığı ve toptan herkes için feyiz ve bereket kaynağı olarak algılanıyordu. Zaman zaman gözlerini yukarıya kaldırarak Allah'ın ilhamını ve iznini umuyordu. Allah da onun bu umudunu gerçekleştirdi. Onu hoşnud olacağı kıble olan Ka'be'ye yöneltti. "Ta ki insanların size karşı dili uzamasın" ifadesi burada dikkat çekmektedir. Bu cümle, Peygamberin (s.), Ka'be'nin Arapların gönlünde kapladığı büyük yere rağmen, Mescid-i Aksa'ya yönelmesinin insanlarda yani Peygamberin çevresini oluşturan Müslüman ve gayri müslim Arapların üzerinde bir üzüntü ve hayret havası estirdiğine ve bu atmosferin hâlâ sürekliliğini koruduğuna dair güçlü bir delil içermektedir. Hikmet gereği olarak onların bu durumları göz önünde bulundurulmuş ve ne ötekiler ne de berikiler için üzüntüye, eleştiriye, hayrete, sıkıntıya ve dillerinin uzamasına mahal bırakmamak için kıbleleri değiştirilmiştir.

4) Al,i İmran, 95-97. ayetleri, gücü yeten insanın Beytullah'a, Hacc'a gelmesinin daha önceleri insanlardan istenen bir farza süreklilik kazandırdığına dair güçlü bir işareti içermektedir. Bu farz daha önce de insanlar tarafından kabul ediliyor ve bazıları tarafından yerine getiriliyordu. Orası insanlar için ilk belirlenen evdi. Bereket ve hidayet vardı orada. İbrahim'in makamı vardı. Burada "nas" kavramı dikkat çekmektedir. Bu da delilin gücünün daha da sağlamlaştırmaktadır.

5) Hac, 25-33. ayetleri de böyledir. Bunlar da üslubunda ve içeriklerinde -çok açık bir işaret diyemesek de- güçlü deliller taşımaktadırlar.
Birinci olarak: Bu ayetlere göre peygamberlikten önce Araplar tümüyle, ya da en azından büyük bir kesimi, ister yakın ister uzak olsun Mekke'ye geliyor ve o bölgenin yerlileriyle birlikte Hac ile ilgili ibadetleri yerine getiriyorlardı.
İkinci olarak: Onlar genelde Hac ve Hac ile ilgili ibadetlerin İbrahim ile ilişkisi olduğundan haberdardı. Ayetler, Mescid-i haram'dan alıkoydukları için kafirleri suçlamaktadır. Çünkü Allah orayı tüm insanlar için fazilet ve mükafat alma yeri kılmıştır. Hz. İbrahim orayı bina edip, insanların oraya Hac etmek için gelmelerine çağrıda bulunması, köyde ve kentte yaşayan herkesin bu çağrıya kulak vermesi, en uzak yerden yaya ve binekli, kadın ve erkek olarak gelip, onunla ilgili ibadetlerini, üzerlerindeki adaklarını yerine getirmeleri, Beytu'l-Atik'i tavaf etmeleri, Ondan yararlanmaları ve bu mevsimde büyük faydalar elde etmeleri için orayı bir merkez kılmıştır. Burada özellikle 27. ayet dikkat çekmektedir. Çünkü bu ayet, rivayetlerin kaydettiklerini güçlü bir biçimde pekiştirmektedir. Ayetin de desteklediği bu rivayetlere göre, Hac Mevsimine katılanlar, onunla ilgili ibadetleri yerine getirenler ve panayırlarına gelenler yalnız Mekke bölgesinin ve Hicaz ülkesinin ahalisiyle sınırlı değildi. Sonra müşrik Araplara da mahsus değildi. Aksine oraya en uzak bölgelerden, Yemen'den, Necd'ten, Şam'ın yaylalarından sökün edip gelenlerin haddi hesabı yoktu. Yanısıra oraya katılanların içinde Hanif dinine mensup muvahhidler olduğu gibi, sabiiler, Hıristiyanlar ve Yahudiler de vardı. Ticaret, misyonerlik, övünmek, hitabette bulunmak, kasideler söylemek amacıyla gelenlerin yanında, hacc mevsimi ve oluşturduğu güven ortamı dışında hiçbir şekilde çözülmesi mümkün olmayan problemlerin çözümü için gelenler de vardı. Buna ilave olarak çoğunluk, Araplar arasında genel olarak saygı duyulan Ka'be'yi ziyaret etmek ve Hac ile ilgili ibadetleri yerine getirmek için geliyordu.

6) Tevbe, 17,28 ve Enfal, 34-45. ayetler Peygamberlikten önce müşriklerin ya da başka bir ifade ile Arapların, Ka'be yanında bir takım dinsel ayinler yaptıklarını açıkça göstermektedir. Yine gösteriyor ki, bu ayinlerin bir kısmı Ka'be'nin onarımı ve hizmetleriyle ilgiliydi, bir kısmı da Hacılara su dağıtma ile ilgiliydi. Bu da pek tabii olarak, Hac ibadetleri ve geleneklerinin peygamberlikten Önce de yürürlükte olduğunu göstermektedir. Tevbe 28. ayeti, müşrik Arapların Mekke'nin fethinden sonra da, daha önceki uygulamalarının bir devamı olarak Mescid.i Haram'a ve hac geleneklerine önderlik yaptıklarını ve onları yürüttüklerini açıkça göstermektedir.

7) Bakara, 125-129 ve Al-i Imran 95-97. ayetlerinde İbrahim'in makamı ve açık ayetleriyle -açık ve ortada olan alametleriyle- ilgili olarak kaydedilen ifadeler, açık bir işaret olarak kabul etmesek de, en azından güçlü bir delili içermektedir. Şöyle ki: Peygamberlikten önce Araplar, İbrahim'in Ka'be'yi yaptığını biliyorlardı. Ayrıca Ka'be'yi ziyaret ve haccetmekle ilgili gelenekleri ve Ka'be bölgesinin güven ortamı olduğuyla ilgili haberleri biliyorlardı. Tefsir, hadis ve siyer kitapları Makam-ı İbrahim ile ilgili pek çok rivayetler kaydetmişlerdir. Bunlara göre Makam-ı İbrahim üzerinde iki ayak izi bulunan bir taştır- Araplar bu ayakların İbrahim'in ayakları olduğuna inanıyorlardı. Onlara göre Bakara ayetlerinde de sözü edildiği gibi, İbrahim Ka'be'nin duvarlarını yükseltirken bu taşa ayağıyla basıyordu. Neticede ayaklarının izi taşta kaldı, ayette geçen "Açık alametler, işaretlerden de bu konudaki işaretler, yani ayak izleri olduğu söylenebilir. Bu yaklaşım temel esprisiyle Kur'an ifadelerinin özüne uygun düşmektedir. Ayetleri daha derin bir anlayışla incelediğimizde sözü edilen Bakara ayetlerinin genel özü, üslubu ve içeriği Arapların bundan haberdar olduğu şeklindeki yaklaşımı desteklemektedir. Zira ayetlerde anlatılan konu öyle bir uslubla işlenmiştir ki burada ilk muhatab alınan kimselerin bunu ilk defa duymadıklarını, özellikle Peygamberin çevresinde yaşayan Arapların bundan hiç de habersiz olmadığını çıkarmak mümkündür.

Bu ayetlerden başka, İbrahim sûresinin, 35-37. ayetlerinde Beytu'l-Haram bölgesinin güvenli bir yer oluşu ancak İbrahim'in duası ile gerçekleşmiştir, ayetlerin üslup ve muhtevalarından, Arapların, İbrahim ve İsmail'in (a) Ka'be'yi yaptıklarına inanması ve bunu yaygın halde bilmeleri, İbrahim'in üzerinde durduğu taşın hala muhafaza edildiğine ve onun ayak izlerini taşıdığına inanmaları, Arapların peygamberlikten önce de böyle inandıklarını, Beytu'l-Haram'a saygı gösterilmesinin ve güvenli oluşunun ibrahim çağırısıyla gerçekleştiğine inandıklarını söyleme olanağı vermektedir.

2. Hac Bölgesinde Ekonomik Faaliyet

Bütün bunlar hac adetleri, Kâ'be, Ka'be'nin güvenli yer oluşu ve onun önceliği ile ilgiliydi.
öte yandan yine bu ayetlerden Özellikle Mekkelilerin imtiyazları ve önemli bir merkezde oluşları sebebiyle Kâ'be'ye ve Hacc'a karşı görevlerinin bilincinde oldukları gösterilmektedir. Onlar Beytu'l Haram'm çevresinde ve himayesinde kalmakla kendilerinde bir saygınlık ve diğer Araplara karşı bir ayrıcalık görüyorlardı. Enfal 34. ayette gösterildiği gibi onlar kendilerini Allah'ın ve Mescid-i Haram'ın velisi sayıyorlardı. Yanısıra şehirlerinin merkez oluşunu ve Allah'ın oraya bağışladığı saygınlık ve kutsallığı, insanların sevap kazanacağı ve güvenli bir hava teneffüs edeceği yer olarak göstermesi gibi nimetleri de idrak ediyorlardı. Orada kan akıtmıyor, tartışma ve savaşmaya fırsat vermiyorlardı. Hacı gruplarına karşı görevlerini yapmada dayanışma içine giriyorlardı, Şehirlerinde bulunan Beytullah'ın misafirleri olması hasebiyle hacıları hoş karşılamaya, ikram edip, barındırmaya özen gösteriyorlardı. Çünkü onlar kendilerini Beytullah'ın en yakın hizmetçileri olarak görüyorlardı. Onlardan bazısı Hacılara su dağıtmakla bazısı da onun onarımıyla uğraşıyordu, tevbe sûresinin 17-19. ayetleri de bunu göstermektedir. Bazıları ise hacılara mal ve para yardımı yapmak ve onları barındırmakla uğraşıyordu. Nitekim güvenilir rivayetlerde buna işaret edilmektedir. Bu nedenle onlara yöneltilen eleştiriler mükemmel ve sağlam olmuştur. Çünkü onlar genel olan örfe muhalefet etmişlerdi. Zira genel örfe göre, insanların Mekke'ye gelişleri, Kâ'be'yi ziyaret etmeleri, Hac ibadetlerini yapmaları, tam bir özgürlük ortamı içinde gerçekleşiyordu. Buna rağmen onlar Enfal'in, 34, Hac'cin 25 ve Fetih'in 25. ayetlerinde kaydedildiği şekilde, Müslümanları Mescid-i Haram'dan alıkoymuşlardı. Buna ilave olarak Hac mevsimleri ve Panayırlar onlara büyük ekonomik yararlar sağlıyordu. Onların servetlerinin başlıca kaynaklarından biriydi. Ticari faaliyetlerinin önemli kollarından birini oluşturuyordu. Biz bu konuyu birinci bölümün fasıllarından birinde ele almıştık.
4. Hac Ayları
Yine bu ayetlerden hareketle, onların peygamberlikten önceki yaşamlarında uyguladıkları Hac menasık ve ibadetleriyle ilgili uygulamaların bir tablosunu çizmek mümkün olacaktır.

1) Bakara, 197, ve Hac, 28. ayetlerinde Haccın belli bir kaç ayı ya da belirlenmiş günleri bulunduğu kaydedilmektedir. Bakara, 189. ayette ise, Hilallerin Haccın vakitleri olduğu zikredilmiştir. Yani Hac aylarının hilâllerle tesbit edildiği ifade edilmiştir. Bu ayların adlarıyla ilgili Kur'an'da açık bir metin yoktur. Fakat mütevatir rivayetler, onların Haram Aylar'dan üç kamerî ayı olduğunu ve bunların da Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarından oluştuğunu kaydederler. Bazı müfessirler bir takım rivayetlere dayanarak Hac aylarının Şevval, Zilkade ve Zilhicce olduğunu belirtmişlerdir. Eğer onların dayandığı kaynaklar doğru ve sağlıklı ise, haram aylara denkliği gözetilmeksizin yapılacak bir düzeltme kanaatimizce Islamî olur. Her ne olursa olsun, kanaatimiz odur ki İslam'dan önceki Hac ayları, ifade ettiğimiz şekilde, arka arkaya gelen üç Haram Ay'ın içindeydi. Zira Arapların kervanlarını, kafilelerini yola koyarak Hac için Mekke'ye gelmeleri, güven ve huzur içinde yollarına devam etmeleri -ki onlardan bazılarının evleri oradan çok uzaktı- ancak Şevval'i içine almayan ve Zilkade ile başlayan Haram ayların barışçı atmosferinde gerçekleşebilirdi.
Mevsimi ve panayırları bir aydan bir kaç gün fazla süren hac için, üç aylık bir süre ayrılmasının hikmetine gelince; hacıların uzak yerlerden, katedip gelmek zorunda olduğu uzak mesafeler, geliş ve gidiş için yeterli zamana ihtiyaç hasıl ediyordu. Sanırım bunda da, Arapların yarımadanın değişik yerlerinden ve uç taraflarından gelip hac ettiklerine, onun mevsimine ve panayırlarına katıldığına, bu geleneklerin yalnız Hicaz Araplarına özgü olmadığına dair kanıtlar çıkarılabilir.

Bakara, 197. ayeti kendisine hac görevini farz eden kimsenin Hacda kadına yaklaşmasını, günaha sapmasını ve kavga etmesini yasaklamaktadır. Burada "Kim onlarda haccı (kendisine) farz ederse" yani bilinen hac aylarında haccı farz ederse, cümlesi dikkat çekmektedir. Kişinin, hacca niyet ettikten sonra Hac aylarının girişinden itibaren mi Allah'a itaatla ve kendini ona vermek ile uyuşmayan, insanlarla bozuşma ve tartışmaya yanaşmayan bir yükümlülük altına girmesi gerekiyordu yoksa, bu yükümlülüğün kişinin hacca niyetinden, onun için yola çıkışından ya da Harem bölgesine girişinden sonra, isterse hac aylarından biri ya da daha fazlası geçmiş olsun, başlaması mı gerektiğini bilmiyoruz. Bu ayetten onu çıkarma olanağı yok gibidir. Biz bu yasağın Hac aylarının hepsini kapsadığını ya da en azından kişinin Hacca gitmeye azmettiği andan itibaren kendisini bir ibadet zamanı içinde sayması gerektiğini ve bu çerçeveyi aşmamasının lazım olduğuna meylediyoruz. İşte müslümanların Peygamber döneminde, Hac mevsimi ve panayırlarında ticaretle uğraşmaktan geri durmalarına neden olan da bu anlayıştır. Daha önceki bir konuda açıkladığımız gibi, bu ayetten sonra gelen ayet onlara bunun mubah olduğunu açıklamıştır. Fakat biz bunun peygamberlikten,önce ki muttaki insanların kendilerine farz kıldığı bir şey mi yoksa îslami bir uygulama mı olduğunu bilemiyoruz. Biz bu uygulamanın peygamberlikten önce de var olduğunu tahmin ediyoruz. Çünkü Araplar arasında yaygın olan uygulama haram aylarda -ki bunlar hac aylarının kendisidir- ve Harem bölgesinde kendilerine tartışma, dövüşme ve kan dökmeyi, hatta avın kanını dökmeyi bile yasaklamış olmalarıydı. Bunu ilerde ele alacağız, sonra onlardan bazıları Umre ile Haccı yaklaştırıyor yani Haccın tüm ibadetlerini yerine getirene kadar ihramda kalıyorlardı. Hatta asıl olan buydu. Müslümanlar ise, bunları yaklaştırma ile Umre ve hac arasında ihramını indirip bir kurban keffaret vermek, ya da kurban kesmekten aciz olduğu durumlarda oruç tutmak arasında serbest bırakılmışlardır. Şunu da dikkat çekmeliyiz ki, bazı muttaki müslümanlar evlerinden çıktaktan sonra İhrama bürünüyor ve Haccın tüm ibadetlerini bitirinceye kadar onları çıkarmıyorlardı.
Sonra Araplar peygamberlikten önce Nesi bid'atini çıkarmışlardı. Nesi, inşâ', yani Haram Aylar'ı erteleme ya da bazılarını kabul edip başkasını onun yerine haram kılma girişimidir. Nesi nedeni ile bazı zamanlar Hac ayları değişiyordu. Zilkade, Zilhicce yerine, Zilhicce Muharrem yerine, Muharrem, Safer yerine geçerdi. Ya da Şevval, Zilkade yerine, Zilkade, Zilhicce yerine, Zilhicce de Muharrem yerine geçerdi. Birinci durumda gerçek Zilkade Haram aylar'dan olduğu halde haram ay kabul edilmezdi. Safer de Haram Aylar'dan olmadığı halde Şevval haram ay kabul edilir, Muharrem ise, Haram Aylar'dan olduğu halde haram ay sayılmazdı! Bununla beraber ayların sayısı, bazen senenin mevsimlerini kolaylaştırmak bazen de asabiyet ve öfkelerinin tatmini amacıyla hep muhafaza edilirdi. Tevbe 37. ayet bu bid'ata işaret etmiş ve onu beyinsizlik, alçaklık aslî olan haram ayların saygınlığını ve hürmetini kaldırma olarak değerlendirmiştir.

"Nesi (Ertelemek) ancak küfürde bir artıştır. Bununla kafirler şaşırtılıp-saptırılır. Allah'ın haram kıldığına sayı bakımından uymak için, onu bir yıl helâl, bir yıl haram kılıyorlar. Böylelikle Allah'ın haram kıldığını helâl kılmış oluyorlar. Yaptıklarının kötülüğü kendilerine çekici ve süslü gösterilmiştir. Allah, küfre sapan bir topluluğa hidayet vermez." (Tevbe, 37)

Haram Aylar konusunda bununla ilgili bir takım açıklamalar daha yapacağız.

2) Hac günlerinin en görkemlisi Arafat'ta Vakfe günüdür. Bu gün, Zilhicce'nin dokuzuncu günüdür. Bu gün Hacca gelen herkes bir araya toplanır, hepsi bir tek yüksek ve geniş arazide, Arafat yerinde buluşur. Hacılar bu günde Arafat'ta durmadan Hacı olmazlar,(13) Pek çok müfessirin tercihine göre Kur'an bu günü, daha önce verdiğimiz ayetler içinde naklettiğimiz Tevbe 3. ayetinde "Büyük Hac Günü" olarak nitelemiştir. Kesin söylemesek de bu adlandırmanın daha önceden bilindiğini ayetin kabul ettirici üslubundan ilhanı alarak tercih edebiliriz. Sonra Kur'an insanlara ancak kendi kavramlarıyla hitab etmiştir. Özellikle Allah'ın ve Resulünün müşriklerden uzak olduğunun Büyük Hac Günü'nde tüm insanlara bildirilmesi emri vardır ki, bu ancak söz konusu günün onlar tarafından bilinmiş olmasıyla açıklanabilir.
(13) Usdu'1-Gâbe (II; 328)'de "Hacc Arafedır'' anlamında bir hadis vardır.

Arafat gerçekten alabildiğine geniş bir arazidir. Milyonlarca insanı alabilecek, dağlarla çevrili bir alandır. Bazı kenarlarında kayalar ve tepeler vardır. Bakara 198. ayette adı geçmektedir.
Sözü edilen ayet ve ondan sonraki ayetle ilgili olarak ravilerin rivayetlerinden, müfessjrlerin sözlerinden anlaşıldığına göre, Arafat, gününün Arap boylarının birinden bir eve mensub bir başkandı. İnsanlar ancak onun oradan hareket etmesiyle hareket ederlerdi. Muhtemeldir ki, Araplarda liderlik yapanlar ve onların idari işlerini üstlenenler, herkesin katıldığı bu günü bazı şeylerin ilanı ve insanlara duyurulması konusunda bir vasıta olarak kabul ediyorlardı. İnsanlar haclarını bitirdikten sonra, "Nesi"de yetkili adama gidiyor ve onun Haram Aylar'm öne alınması, sonraya bırakılmasıyla ilgili açıklamasını dinliyorlardı.(14) Resulullah Mekke'nin fethinden sonraki senede Ebu Bekir'i (r) Hac başkanı olarak göndermiş ve o da insanlara haclarını yaptırmıştır. Bu olayı kaydeden rivayet (15) kendi konusunda önemli bir haberi de zikretmiştir. İnsanlar o sene de aynen cahiliyede yerlerini aldıkları gibi Hac'da yerlerini almışlardı. Peygamber (s) herkesin katıldığı bu önemli günü, daha önce sözünü ettiğimiz, Allah'ın ve Resulünün müşriklerden beri olduğunu ilan etmek için. bir fırsat olarak gördü. Bir rivayete göre bunu Ebu Bekir, başka bir rivayette ise Peyamberin özellikle bunun için gönderdiği Ali b. Ebi Talib (r), insanlara bu haberi ilan etmişlerdi. Bazı rivayetler bu açıklamanın kesim ya da kurban bayramı günü, Arafat sabahında Mina'da yapıldığını da belirtmektedir. Her ne olursa olsun, bu rivayetler Haccı Ekber gününün önemini, her taraftan gelen milyonlarca insanın orada bulunmasıyla elde edilen fırsatı, oranın önemli işleri bitirme ve ilan etmeye elverişli oluşunu destekler mahiyette bir takım olgular taşımakta ve Mekke'nin fethinden sonra uygulamaya konan ilk resmi îslami Hac'da yapılan uygulamaların Peygamberlikten önce Arapların uygulamalarının bir devamından başka bir şey olmadığını belgelemektedir.
(14) İbn Hişam, I; 43-
(15) İbnHişam. III; 358, 3öl.

3) Bakara 198-199. ayetlerde "Arafat'tan ayrılıp akın ettiğinizde" ve "insanların akın akın yürüdüğü yere siz de akın edin ifadesi yer almaktadır. Ayette geçen ifadenin sözlük anlamı şiddetli itişme, koşmadır. Terim olarak anlamı ise, Arafat'tan, Vakfe süresi bittikten sonra dönüş yapmaktır. Her iki ayetin içeriğinden anlaşıldığına göre ortada iki dönüş vardır. Biri Arafat'tan diğeri de Meş'arı Haram'dan. Bu her iki dönüş de İslam'a girmiştir ve hala pratik olarak yaşanmaktadır. Hacılar Arafat'tan döndüklerinde bugün Müzdelife diye bilinen yere gelirler. Müzdelife Kur'an'ın Bakara 198. ayetinde Meş'ar'i Haram olarak adlandırılan yerdedir. Orada sabaha kadar beklerler. Sonra oradan Mina'ya akın ederler.
Tefsir ve Siyer kitaplarında (16) peygamberlikten önce Hac geleneklerinden olan bu iki dönüş şekliyle ilgili bazı rivayetler bulunmaktadır. Bu rivayetlerden ve 199. ayetin insanların sökün ettiği yerden sökün etmelerini emretmesinden anlaşılıyor ki, bazı insanlar tüm insanların dönüş yaptığı yerden dönüş yapmıyor başka taraftan kendilerine özgü bir yol izleyerek oraya varıyorlardı.

Buradan da anlaşılıyor ki: Kureyş'in üst düzey yetkilileri, burjuva takımına mensub kişiler, kendilerini şerefli bir aileye mensub olma ve Kâ'be'nin hizmetlerini yapma gibi nedenlerle diğer insanlardan daha imtiyazlı görüyorlardı. Onlar bu imtiyazlarının, kendilerine tüm hacıların Arafat'tan veya Meş'ari Haram'dan dönüş için kullandıkları yolu kullanmama selahiyeti verdiklerini sanıyorlardı. Bazı rivayetlerdeki kayıtlara göre onlar -Meş'ari Haram yakınındaki- Müzdelife'de durmakla yetiniyor, insanlarla birlikte Arafat'ta Vakfe'ye katılmıyor ve buradan dönüşleri için de kendilerine özgü bir yol kullanıyorlardı. Bu sınıf "Hums" yani "yiğitler, cesurlar, kahramanlar" diye biliniyordu. Ve insanların Hac ibadetlerini ve geleneklerini belirleyenler bunlardı. Öyle anlaşılıyor ki, o zamanki sosyal çevre bu tür imtiyazları ve farklılıkları rahatlıkla kaldırıyordu. Yalnız "Hums" veya "Ahmas"ın insanlarla birlikte Arafat'ta Vakfe yapmadıkları şeklindeki rivayetten kuşkulandığımızı açıklamak isteriz. Çünkü bu Hac gelenekleri içinde temel bir kaide olarak kabul ediliyordu. Bakara 198. ayette Arafat'tan dönüşü normal bir şey gibi istisnasız bir genelleme şeklinde zikredilmektedir. 199. ayet ise yalnızca Meş'arı Haram'dan insanların sökün edip geldikleri yerden gelmelerini emretmektedir.
(16) Bkz: Ibn Hışam, I, 113-115 ve Hâzîn ve Tabersî tefsirleri

Yine bu kitaplardan anlaşılıyor ki (17) tanınan bazı boylar ve Arap aileleri vardı. Arafat'tan dönüşte insanlara önderlik yapmak onların başkanlarının hakkıydı. Öyle ki, bu boyun ya da ailenin başkanı oradan ayrılmayana kadar kimse orayı terketmezdi. İnsanların önünde bir engeldi onlar. Onun dönüş yapmasını beklerlerdi. Sonra da kendileri onun ardında dönüş yapmaya yönelirlerdi. Başkanın dönüşü "îcaze" diye biliniyordu. Orada iki icaze vardı. Biri ilk dönüş sırasında Arafat'tan Meş'arı Haram'a, ikincisi de Meş'arı Haram'dan Mina'ya dönüş sırasındaydı.

Meş'arı Haram ise, yerde belirlenmiş bir işaretti. Müzdelife'yi Arafat ve Mina bölgesinden ayırıyordu. İhtimal ki, bu yerin iki bölgeyi ayıran bir sınır olarak kabul edilişi ve bu isimle adlandırılması ve insanların orada durması ile, insanlara Hac'daki Önemli görevlerini sona erdiğini bildirmek ve artık hacı olduklarını, bundan sonra bayram yapma haklarının olduğunu anlatmak istemişlerdir. Pratik olarak da, insanlar Meş'arı Haram'dan Mina'ya dönüşleriyle kurban bayramını kutlamış olurlardı. Orada kurbanlarını keserler ve birkaç gün orada dinlenirlerdi. Ya da burası Hacıların ancak orada durmakla hacı sayıldığı Arafat bölgesinin sınırı olduğu için bu adı almış olabilir.

4. İslam'a Geçen Gelenekler4)

Olduğu gibi İslam'a geçen geleneklerden biri de Mina'da şeytan taşlamadır. Bu gelenek Kur'an'da açık anilmamıştır. Yalnız Bakara 203. ayette söz konusu edilmiş ve müfessirler de bu geleneği ve onunla ilgili bazı rivayetleri kaydetmişlerdir.
Peygamber döneminden bu yana Hacılar bayram günlerini Arafat ve Meş'arı Haram'dan dönüşlerinden sonra Mina'da geçirirler. Namazlardan sonra tekbir getirir ve'Allah'ı anarlar. Şeytanı taşlarlar. Bu ayet, hacıların Mina'da tekbir ve şeytan taşlama ile geçirdikleri bu günlere işaret etmektedir.
Ayetin işaret ettiğine göre insanlar bu konuda iki şekilde hareket edebiliyorlardı. Bazıları acele etmede daha hayır ve iyilik görürken, bazıları da daha ağır davranmayı, biraz daha kalmayı iyi olarak görüyorlardı. İslam'dan sonra müslümanlar da bu geleneğe bağlı olarak iki görüşe sahip oldular. Ayet onları bu konuda serbest bıraktı; acele edene günah yazılmıyor, orada kalan da günah işlemiş olmuyordu. Yeter ki her iki tarafın amacı iyilik ve Allah'tan korkma, takva olsun...
(17) İbn Hisara I, 113-115


Ibn Hişam'ın bildirdiğine göre Peygamberlikten önce birtakım hacılar bazı zamanlar Müzdelife'den Mina'ya iniş için izin verilmesinin gecikmesinden rahatsız oluyor ve izin başkanına gelip acele etmesi için ısrar ediyorlardı. Ta ki Mina'ya varıp, şeytanı taşlasınlar ve Hac ibadetlerini bitirsinler. Ayetin Özü ile bu rivayet, görüldüğü gibi, bu geleneğin peygamberlikten önceki haline döndüğünü pekiştirmektedir.

Cemreler ise, çakılların atıldığı yerlerdir. Bunlar ilk cemre, orta cemre ve son cemredir. Hacılar günlük olarak oralara üç gün boyunca çakıllar atarlar, ilk günde son cemreye yedi çakıl atarlar. Sonra her üç cemreye ikinci ve güçüncü günde yedişer çakıl atarlar. Sonra, Mina'dan Mekke'ye geçerler. Bazıları cemreyi üç gün yerine iki gün taşlamakla yetinir.

Bu geleneğin kökeni, rivayetlerden ve görüşlerden anlaşıldığına göre, şeytanın bu üç yerde hac ibadetlerini şaşırtmak ya da oğlunun kurban edilmesiyle ilgili olarak gördüğü rüyayı uygulamaktan vazgeçirmek amacıyla ibrahim'e görünmüş olmasıdır. Her nerede ona göründüyse ibrahim onu taşladığından onlar da İbrahim'in izini takip etmek istemişlerdir. Bazı müfessirler İbrahim'in rüyasıyla ilgili ayetlerin tefsirlerinde bu yaklaşımın daha isabetli olduğunu ifade etmişlerdir. İbrahim'in rüyası Saffat sûresinde hikâye edilmiştir:
"Biz de onu halım bir çocukla müjdeledik. Böylece (çocuk) onun yanında koşabilecek bir çağa erişince (İbrahim ona): "Oğlum" dedi. "Gerçekten ben, rüyamda seni boğazlıyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyorsun" (Oğlu İsmail) Dedi ki: "Babacığım emrolunduğun şeyi yap. inşallah, beni sabredenlerden bulacaksın." Sonunda ikisi de (Allah'ın emrine ve takdirine) teslim olup (babası, İsmail'i kurban etmek için) onu alnı üzerine yatırdı; Biz ona: 'Ey İbrahim' diye seslendik. 'Gerçekten sen, rüyayı doğruladm. Hiç şüphesiz biz, güzel davrananları böyle ödüllendiririz.' Doğrusu bu, apaçık bir imtihandı. Ve ona büyük bir kurbanı fidye olarak verdik." (Saffât, 101-107)

5) Arapların Mina'da başka bir geleneği daha vardı. O da Hac ibadetlerini bitirdikten sonra övünme meclisleri düzenlemeleriydi. Müfessirler Bakara 200. ayetin tefsiriyle ilgili olarak bu geleneği kaydetmişlerdir. Hacılar Hac ibadetlerini bitirdikten sonra Mina'da şiir söylemek, ataların ve kabilelerin övünç kaynaklarını bir bir saymak için oturumlar tertibliyorlardı. Ayetin, rivayetlerin naklettiği bu uygulamayı ilham etmesi mümkündür. Özellikle Mina günlerinin bayram, yeme, içme ve dinlenme günleri olduğunu düşündüğümüzde bu yaklaşım daha da isabetli görünür. Bahsi geçen ayet, kişinin dar kapsamlı asabiyet duygularını güçlendiren cah'iliyye böbürlenmeleri, övünmeleri yerine Allah'ı zikretmeyi ve onun nimetlerini dile getirmeyi emretmiştir.

6) Ka'be çevresini tavaf etme Haccın en önemli geleneklerinden biriydi. İslam'da bu, Haccın rükünlerinden biri olarak kabul edilmiştir. Hac sûresinin 26 ve 29. ayetlerinde buna işaret edilmiştir. Birinci ayetin metni, varlığı bilinen bir şeyi haber veriyor gibidir. Bu da söz konusu meseleyle ilgili kesinlik ifade edebilecek rivayetlere paralel olarak, bu geleneğin peygamberlikten önce de yürürlükte olduğunu söylemeye elverişli Kur'anî bir delil kabul edilebilir.

Tavaf, Ka'be ziyaretinin merasimleri ya da selamlamasıdır. Ka'be ziyareti iki çeşittir. Biri Umre diğeri Hacc'dır. Birincisi Hac mevsimleri dışında ve Hac niyeti olmadan da yapılabilir. Mekke'ye gelen herkesin ilk olarak bir kere Ka'be'yi ziyaret etmesi yani etrafında tavaf yapması gerekir, gelişi ister Hac için olsun ister olmasın. İster Hac niyeti olsun ister olmasın. Geliş Hac mevsimi dışında ya da hac niyeti olmadan gerçekleşirse Umre diye adlandırılır. Buna ilave olarak Mekke'ye gelenin ya da orada ikamet edenin mescid-i Haram'a gidip Ka'be etrafında defalarca Tavaf etmesi hakkı da vardır. Adı geçen iki resmi ziyaret, Bakara, 158 ve 196. ayetlerinde zikredilmiştir. Bu iki ayet tercihe şayan, görüşe göre, Mekke'nin Fet-hi'nden kısa bir süre önce inmiştir. Bu vakit belirlemeye 196. ayette kaydedilen şeyler yardımcı olmaktadır. Çünkü ayette oraya sokulmama, ya da Hac ve Umre görevlerini tamamlamaktan alıkoyan zorunlu bir durum olması olasılığından söz edilmiştir. Buna ilave olarak her iki ayetin üslubu ve özü şunları söylemeye elverişlidir.
Birincisi: Bu iki ziyaret peygamberlikten önce de resmi ziyaretlerdi.
İkincisi: Araplardan bazıları onların her birini ayrı ayrı yapıyordu, bazıları ise onları beraber, bir arada ifâ ediyordu. Şu anda yürürlükte bulunan uygulama ise, Hacılar Mekke sınırlarında ya yalnız Umre niyetiyle yani yalnız Ka'be'yi ziyaret için ihram elbiselerini giyiyorlar ya da onları Umre ve Haccı beraber yapmak niyetiyle giyiyorlar. Birincisi Ka'be'yj ziyaret ettikten sonra ihramını çıkarır ve ihramlı olmadığı zamanlarda kendisine mubah kılınan şeylerden yararlanır. Arafe'de vakfe zamanı gelinceye kadar. Bu sırada tekrar ihrama girer -ihram elbiselerine bürünür-. Ka'be'yi tavaf eder sonra da Arafat'a gider, ikincisi ise, Ka'be'yi ziyaret eder sonra Arafat'ta vakfesini tamamlayıncaya kadar ihramlı kalır. "Umre ile Hac'dan yararlanan" cümlesi birinci durumu kastetmiş bulunmaktadır 196. ayet, Harem bölgesi ahalisinden, olmayanlardan Umre ile Hac arasında yararlananlara bir kurban takdim etmelerini, ya da üç günü Hac'da yedi günü de kendi yurdlarına döndükten sonra tutulmak üzere on gün oruç tutmalarını zorunlu kılmıştır. Bu kurban onların bu sırada nimetlerden yararlanmalarının keffareti kabul edilmiştir. Buradan da anlaşılıyor ki: asıl ve daha faziletli olan, hacca gelenin Haccın tüm ibadetlerini tamamlayıncaya kadar ihram halinde kalması (18) ve Umre ile Hac arasında ihramını çıkarma halinden yararlanmamasıdır. Yine anlaşılıyor ki, Harem bölgesi ahalisinin bu keffaretten muaf tutulması onların orada ikamet etmiş olmalarından kaynaklanıyordu. Onlar diğerleri gibi, dini ibadetlerini yapmak amacıyla yola koyulmuş ve bu mevsimde oraya gelmiş kimseler değildir. Onların sürekli olarak ikamet etmeleri diğerleri gibi kendilerini ibadetlere vermemelerini gerektiriyordu. Bu nedenle onların görevin özünü yerine getirmeleri yeterli görülüyordu. Nafile olarak Tavaf etme ise ihramını çıkarma halinden yararlanarak dışardan gelenlere ve Harem bölgesi ahalisine, ihram elbiselerini giymeden de ifa etme olanağı vermiştir. Biz bu uygulamaların hepsinin ya da en azından çoğunun daha önce de yürürlükte olduğunu tahmin ediyoruz.
İslam'da tavaf ise, Ka'be binası etrafında yedi kere dönmektir. Her bir defasında Haceri Esved'in bulunduğu köşeden başlanır. Tavaf yapan adam taşın bulunduğu noktaya yönelir, Hacer'e ellerini sürer ya da onu öper yahud da işaret eder. Kur'an'da Haceri Esved, onu ellemek ve öpmekle ilgili bir şey olmadığı gibi, bu yedi dönüşe/tavafa ve onların başlangıç noktasıyla ilgili bir açıklama da yoktur. Yalnız bunlar şu ana kadar kesintisiz olarak uygulanan Mütevatir Nebevi Sünnet ile sabittir. Kesin söylemesek de, bu merasimlerin daha önceki şekilleriyle İslam'a geçtiğini tahmin ediyoruz.

(18) Bu konu daha ilerde tekrar açıklanacaktır.

Haceri Esved, peygamberlikten önce de kutsaldı. İslam ona gösterilen saygıyı, ellerin ona sürülmesi ve öpülmesi adetlerini, Tavafın her bir turuna onun bulunduğu taraftan başlama geleneğini öylece bırakmıştır. Haceri Esved siyah, parlak bir çakmak taşıdır. Rivayet edilen Arap geleneklerine göre gökten indirilmiştir. Belki de O, bazı kişilerin gözü önünde yere düşmüş bir göktaşının bir parçasıdır, Araplar onu kutsamış, semavi bir hediye olarak kabul etmiş ve Ka'be'nin duvarlarından birine koymuşlar sonra da tavaf turlarını oradan başlatmışlardır.
Bunun yanında traş olma ve saçları kısaltma ile ilgili bazı ayetler vardır. Ki bunlar, Allah'a hediye olarak sunulan kurban kesme de dahil olmak üzere tüm Hac ibadetlerini yerine getirdikten sonra, Ihram'dan çıkışın bir işareti gibi zikredilmektedir. Bunlar Bakara 196 ve Feth 27. ayetleridir. Birinci ayet, kurbanın kesilmesi, helal yere ulaşmadan ve kurban kesmeden başı traş etmeyi mahzurlu göstermektedir. Yani kurbanı ancak Ka'be yanında ya da onun bölgesinde kestikten sonra traş olmalarını istemektedir. Hac, 33. ayeti de bunu göstermektedir. Ayrıca başını hastalık ya da haşarelerin zorundan traş etmek durumunda kalan kişiye ibadet niyetiyle herhangi bir keffaret vermesini gerekli kılmaktadır: Bir sadaka, bir oruç bir kurban gibi.
Günümüzde de resmi kurban kesme yürürlüktedir. Hacılar Hac ibadetlerini ve Arafat'ta vakfelerini bitirdikten sonra kurbanlarını kesmektedir. Fakat hacıların Ka'be'yi ilk ziyaretlerinden sonra, resmi bir kurban takdim etmeleri yürürlükte değildir. Eğer Umre ile beraber Hacca niyet etmemişse, kıllarını kısaltmak ya da tıraş etmekle ve normal elbiselerini giymekle ihramından çıkmış olur. Sanıyorum, dışardan gelen hacılar için asıl olanın: Arafat'ta Vakfe'den sonraya kadar îhram'dan çıkmamak olduğuna başka bir karinede budur. Her ne olursa olsun, biz kesin söylemesek de traş olma ve kısaltmanın peygamberlikten önce de ihramdan çıkışın alametleri olduğunu ve hacıların bu eylemlere ancak kurbanlarını adadıktan sonra giriştiklerini tahmin ediyoruz.

7) Biz müslümanm, adı geçen iki Ka'be ziyaretini ihram giymiş olarak yani dikili olmayan elbiselerle eda edeceğini söylemiştik. Bunun da peygamberlikten önce bir aslının olduğu ortaya çıkmaktadır. A'raf Sûresi'nin ayetlerinden biriyle ilgili olarak siret ve tefsir kitapları kaydediyorlar ki:

"Ey Adem oğullan her mescidin yanında süsünüzü alın..." (A'raf, 31)

Bazı hacılar, İslam'dan önce, Ka'be'nin çevresini çıplak olarak tavaf ediyorlardı. Ayet bu uygulamayı ayıplamış, elbisenin bir zinet ve saygınlık olmasını, insanların her ibadet anında ve her mescitte saygı ifade eden bir görüntüye bürünmelerini ve kendi süslerini almalarının zorunlu olduğunu belirtmiştir. (19) Bu anlattıklarımıza ve alıntıladığımız rivayetlere göre Araplar, üzerinde normal elbiseleri olduğu halde Ka'be'yi tavaf etmeyi hoş karşılamıyorlardı. Onlar üzerlerinde elbiseleri olduğu halde bazı günahlar ve çirkin işler işlemekten sakınıyorlardı. "Ahmâs" onlara bu elbiseleri indirmelerini ve Ahmâs'ın Hacılara özgü kabul ettikleri ve "Ahmâs'a ait fistanlar" adını verdikleri elbiselerle örtünmelerini yasallaştırmışlardı. Tavaf eden tavafını, Hacı da Hac ibadetlerini bitirince çıkardığı elbisesini tekrar giyerdi. Kendi elbisesiyle tavaf yapanlara gelince bunların tavaftan sonra o elbiselerini giymeleri kendilerine haram olur ve onu atmaları gerekirdi. Buna "Atımlık" adı verirlerdi Ahmas'a ait elbiseleri bulananlar yahut da onu elde etme olanağı olmayanlar, elbiselerini çıkarıp, onları atmakla yitirmek istemeyenler onları tavaftan Önce indiriyorlardı ve kadın olsun erkek olsun orayı çıplak olarak tavaf ediyorlardı.
Çıplak olarak tavaf etme adeti Mekke fethinden sonrasına kadar yürürlükte kaldı. Allah'ın ve Resulünün müşriklerden beri olduğunu bildiren, necis olmaları nedeniyle Mescid-i Haramdın onlara yasak olduğunu ilan eden Tevbe 3 ve 2;8. ayetleri inince ve Hacc-i Ek-ber günü bunlar insanlara tebliğ edilince, tefsircilerin ve ravilerin iki ayetle ilgili olarak kaydettiklerine göre, bu adetin de iptal edildiği tebliğ edilmiştir.
Bununla ilgili bir konu da Bakara 189. ayetin yasakladığı ve müslümanların, hiç bir iyilik ve Allah'a yaklaştırıcı Özelliğinin bulunmadığını ilan ettiği evlere arkalarından girme geleneğidir. Müfessirler bu ayetle ilgili olarak şunu kaydedenler: Araplar -rivayetlerde, yalnız Medine Araplarına özgü kılanlar da vardır- ihrama girdiklerinde (20) ihramlı oldukları sürece herhangi bir tavanın onlara gölge etmesini hoş karşılamazlardı. Amaçları başlarını örtmek ve bozulmakta olan ihramlarının bozulmasını Önlemekti. Bu da Ahmas'ın belirlediği sünnetlerden, yasamalardan biriydi. Bir ihtiyaç için evlerine girmek istediklerinde tavanların ya da örtülerin üstünü kapladığı kapılardan girmiş olmamak için arkalarından ve tavanlarından giriyorlardı. Ayet iptal ettiği şeylerle birlikte bu adeti de iptal etti. Çünkü bunda zorluk ve külfet vardı. Burada dikkatleri, erkekler için başı örtmemenin İslam'daki ihramın da şartlarından biri olduğu noktasına çekmek gerekir. Umarım ki bunda da adı geçen geleneğin ta'dili söz konusudur.

(19) Secdesi olan ibadet ve ibadet mekânına "Mescıd" denir. Rasulullah bir yerde namaz kılmıştı, daha sonra buraya "Rasuİuüah'm mescidi" adını verdiler. Kur'an'da. Yahudilerin Kudüs'teki bir tapmağı için "Mescıd"' adını kullanmış¬tır. Yine Mekke ve Kudüs'ün fethinden önce Kâ'be avlusu 'mescid'' olarak bi¬lmiyordu.


8) Peygamberlikten önceki geleneklerden biri de Safa ile Merve arasını tavaf etmekti. Bakara 158. ayeti bu geleneğe, açıkça onun eski geleneklerden olduğunu gösteren bir uslubla işaret etmiştir.
Safa ve Merve (21) Ka'be'ye yakın kayalık iki tepedir. Birbirlerinden yaklaşık dörtyüz metre uzaklıktadırlar. Rivayetlerde kaydedildiğine göre müşrikler bu iki tepenin yanma bazı putlar koymuşlardı. Onların yanında bazı ayinler yapıyorlar, onlara kurbanlar takdim ediyorlardı. Bu ayinler arasında onları tavaf etmek de vardı. Bu ayetin sebebi nüzulü ile ilgili olarak müfessirler ve ravilerin kaydettiklerine göre Müslümanlar bu iki yeri İslam'dan önceki gibi tavaf etmekten sıkıldılar. Ayet indi ve bu sıkıntılarını giderdi, onları her iki yeri de tavaf etmeyi sürdürmeye teşvik etti. Sa'y diye bilinen Islamî tavaf ise, gidiş-geliş olarak bu iki tepe arasında yedi tur yapmaktır. Hacı bunların birinden sabah erkenden başlayarak yürümeye koyulur. Yol ortasındaki, belirlenmiş alametlerin yanından hızlanarak koşar. Bütün turlarda hep dualar okuyup Allah'ı zikreder. Kesin söylemesek de bu iki tepeyi tavaf etmenin peygamberlikten Önce de var olduğunu, onlar arasındaki turların da İslam'dan sonra yürürlüğe konduğu gibi yedi tane olduğunu tahmin ediyoruz.

9) Bakara 196, Maide 2 ve 97, Hac 28 ve 36, Feth 25. ayetlerde kurbanlıklara ve gerdanlıklara işaret edilmiştir. Ayetlerin içerikleri ve uslubları güçlü ve açık bir şekilde ifade ediyor ki, bunlar da islam'ın kabul ettiği peygamberlikten önceki geleneklerdi. Hedy/kurban, hacıların, Hac ile ilgili ibadetlerini bitirdikten sonra Allah'a şükür kurbanı kesmek için beraberlerinde getirdikleri hayvandır. Arap hacıları kurbanlıklarına gerdan takmayı adet edinmişlerdi. Yani onlar kurbanın boynuna deriden ince kayış ya da ağaç liflerinden yahud da iplerin fitillerinden gerdanlıklar takıyorlardı. Böylece onun kurbanlık olduğunu ilan ederlerdi. Artık bundan sonra o hayvan haram kabul edilir ve ona dokunulmazdı. İşte "Kalâid" kavramından kastedilen de budur. Onları helal kılmanın yasaklanması herhalde kurbanlıkların boynundan gerdanlıklarını almaktır. Çünkü böyle bir hareket onların hürmetine halel getirir ya da onu saldırı ve soymaya maruz kılar. Hedy; kurban edilmek için tahsis edilen her hayvana denir. Eğer bu hayvan deveden ya da sığırdan olursa "Budun" adını alır. Hac 36. ayetinde onlara bu isim verilmiştir. Bir tek bedene de/büyük hayvan, birden çok hacının ortak olması caiz görülmüştür. Böylece büyük hayvan birden çok hacı için kurban olur. Belki de "Hedy" kavramı hediye etmekten türetilmiştir. Çünkü kurban da Hacılar tarafından Allah'a ya da Ka'be'ye bir kurban, sayılır. Bugün müslümanlar kurbanları "Edâhî" ve "Edhiye" diye adlandırmaktadır. Bunun İçin hac bayramı, Kurban bayramı Cidu'l-Edhâ) diye de adlandırılır. Çünkü kurbanlar Meş'arı Haram'dan dönüşten sonra kesilir. Bu gün Zilhiccenin onuncu günüdür ve aynı zamanda bayramın İlk günüdür.

(20) İslâm'da ihram, dikişsiz elbise giymek demektir. Hâzîn'de (I; 493) belirtildiğine göre ihram, haram ayların girişini veya Haram mıntıkaya giriş için kullanılıyor¬du.
(21) Sözlükte, Safa= sert kaya; Merve= Yumuşak kaya demektir.


Ayetlerin ifade biçiminden kurbanların ve kurbanlık hayvanların ne kadar önemli bir gelenekle ilgisi bulunduğunu çıkarmak mümkündür. Kur'an'da, bu durumu takdir etmiş ve onu İslam'da geçerli kılmıştır. Bundan insanların, özellikle açların, yoksulların ve düşkünlerin faydalandıklarına işaret etmiştir. Kurban kesenlerin zenginler ve gücü yetenler olduğunu, bir çok insanın, daha doğrusu insanların çoğunluğunun fakir olduğunu, Hac ibadetlerini yerine getirmek için yola düştüklerini, bu uğurda zorluklara, sıkıntılara ve mahrumiyetlere katlandığını göz önünde bulundurduğumuzda bu geleneğin Hac zamanlarında ve çevresinde peygamberlikten önce ve sonra ne kadar önemli ve yararlı olduğunu kavrayabiliriz.
Araplar bu geleneği özenle ve saygıyla hatta kutsama ve korkuyla yerine getiriyorlardı. Bu gelenek o kadar etkindi ki, bazı hacılar kendi kurbanlarını serbest otlatmaya bırakırlardı. Özellikle eğer bu kurban gerdanlıktı ise, insanlar onu korur, hiç kimse ona kötülük etmez, dokunmazdı.

Kavilerin kaydına göre (22) onların adetlerinden biri de "Develeri sığırları işaretlemeleridir", yani kurban olduğuna işaret olarak sırtında, kanı aksın diye onu hafif şekilde yaralamalarıdır. Onlar bu şekilde yaralanmış büyük hayvana "Şa'îra' işaretli adı veriyorlardı. Bazı müfessirler Hac 32 ve 36. ayetlerinde geçen "Şeâirullah" kavramının belirttiğimiz şekilde yaralanan büyük hayvanlar için kullanıldığını söylemişlerdir. Bizim tahminimize göre bu adet gerdanlıkların yerine geçiyordu. Hemen farkedilebileceği gibi yaralama ve kanın akması, hayvanların boyunlarından çıkarılabilmesi mümkün olan gerdanlıklardan daha kalıcı iki alamettir. İhtimal ki, bazı Araplar kurbanlarına gerdanlık takıyor, bazıları ise, onu işaretliyordu.
Onların adetlerinden biri de kurbanlarının kanını Ka'be duvarına sürmeleriydi. Onlar böylece Ev'in sahibine daha fazla yaklaştıklarını sanıyorlardı. Bazı tefsirci ve ravilerin kaydettiğine göre Hac Sûresinin 37. ayeti buna işaret etmiştir. Ayette kurbanların etlerinin ve kanlarının Allah'a ulaşmayacağı, O'nun insanlardan yalnızca takva ve samimiyet istediği vurgulanmıştır. Bununla söz konusu adet de iptal edilmiştir.
Onlar kurbanlarının etlerinden yemeyi günah sayıyorlardı. Onları fakirlere, yoksullara, yırtıcı hayvanlara bırakıyorlardı. Kur'an kurban sahiplerine dilediklerinde ondan yemelerini, yoksullara ve fakirlere, kanaatkara ve dilenenlere yani istesin-istemesin ihtiyaç sahiplerine yedirmelerini mubah kıldı. (23)
Kurbanlarını Ka'be avlusunda putların ve heykellerin önünde onların adına kesiyorlardı. Hayvanlarla ilgili olarak indirilen Hac 30. ayeti, putların pisliklerinden sakınmanın zorunlu olduğunu emretmiştir. Bu da mutevatir rivayetlere paralel Kur'anî bir delil olarak kabul edilebilir. Pek çok ayet bunu yasaklamada katî bir uslub kullanmıştır. Hayvanların kesimi sırasında Allah'ın adının anılmasının zorunlu olduğu pekiştirilmiş, Allah'ın adı anılmadığı zaman onun bir günah olduğu ifade edilmiştir. Çünkü bu durumda hayvan Allah'ın adına değil başkasının adına kesilmiş olur. Arapların yemekleri konusunda naklettiğimiz ayetlerde bu mesele açıklığa kavuşturulmuştu. Yanısıra Hac mevsiminde kesilen hayvanlarla ilgili olarak indirilen Hac Sûresi ayetleri de meseleye açıklık getirmiş bulunmaktadır.
(22) Usdu'i-Ğâbe, III; 228
(23) Hâzin Tefsiri, I, 431-442 ve III, 287-340.


Ma'butlara kurban kesme adeti eski bir adettir. Bu konuda tüm beşeriyet, toplumlarının, çevrelerinin, dönem ve çağlarının farklılığına rağmen birlikte hareket etmiştir. Fakat rivayetler Arapların kurban kesme geleneklerini İbrahim'e dayandırdıklarını kaydetmektedir. Bilindiği gibi İbrahim oğlunu kurban etme eylemiyle denenmişti. Allah, İsmail yerine, daha önce şeytan taşlama geleneğinden bahsederken naklettiğimiz, Saffât ayetlerinde belirtildiği gibi, büyük bir kurban göndermiştir. Onlar kendilerine ulaşan haberlere dayanarak bunun Zilhicce'nin Onuncu gününde vuku bulduğunu biliyorlardı. Haccı ilk olarak başlatanın İbrahim olduğunu bilip, Haccettikleri gibi, ilk kurban kesenin de o olduğunu bilerek kurban kesiyorlardı. Onlar İbrahim'in Ka'be ile ilişkisini ve Ka'be avlusundaki makamını biliyorlardı.

10) Onların geleneklerinden biri de "ihramlı haldeyken" avlanmayı yasak kabul etmeleridir. Maide 1, 2 ve 94-96. ayetleri ihramlı oldukları halde avlanmayı helal kılmalarını müslümanlara yasaklamıştır. Ayetlerin özü bu geleneğin îslamî olmadığını ifade etmektedir. Bu yasak, İslam'dan önceki bir geleneğin pekiştirilmesi ile ilgilidir. Bu yaklaşımı destekleyen olgulardan biri de Arapların müslümanıyla, müşrikiyle Haram Aylar'da savaşmayı günah saydıklarını ilham eden Kur'an ayetleridir. Onun için burada ele aldığımız geleneği, bu aylarda yani Hac Ayleri'nda savaşmayı yasaklayan geleneğin bir uzantısı olarak görmek mümkündür. Böylece Araplar, bu aylarda kan dökmeyi ve savaşma yasağını o kadar genelleştirmişlerdir ki bu yasağın, avın kanını dökmeyi de kapsadığını kabul etmişlerdir. Ayetlerin üslubu gösteriyor ki; İhramlı halde avlanma yasağı ile ilgili geleneğin etkisi zayıflamış ve artık horlanır hale gelmişti. Tenzil'in Hikmeti onu yeni baştan yerleştirmeyi gerekli gör-müştür. Çünkü Haram Aylar'ın, Hac Ayları'nın, Harem Bolgesi'nin saygınlığını ve hürmet edilmesini sağlamlaştırmış, buralarda savaş¬mayı ve kan dökmeyi yasaklamıştır. Bu geleneğe karşı ilgisizlik ve horlamanın müslümanlardan gelmiş olabileceğini uzak bir olasılık olarak görmüyoruz. Çünkü onlar bu geleneğin kendileri için zorunlu olmadığını sanmışlardır. Zira erken inen Kur'an ayetlerinde bu konuya değinilmemiştir. Özellikle bu ilk inen ayetler, müslümanlara haram Ay'da, Mescid-i Haram'ın yanında saldırıya ve işkenceye uğramalarına karşılık, müşriklerle savaşmayı mubah kılıyordu.

Nitekim bu olgu Bakara 191-194. ayetlerde özellikle de gelecek ayetlerde işlenmiştir.
"Sana haram olan ayı, onda savaşmayı sorarlar. De ki: "Onda savaşmak büyük (bir günahtır.) Allah katında ise Allah'ın yolundan alıkoymak O'nu inkar etmek, Mescid-i haram'a (ziyaretçilerin gitmelerine) engel olmak, halkını oradan çıkarmak daha büyük (bir günahtır.) Fitne ise öldürmeden beterdir. Eğer güçyetirirlerse, sizi dininizden geri çevirinceye kadar sizinle savaşmayı sürdürürler." (Bakara, 217)

Maide 96. ayet önceki bir geleneği, bir ölçüde hafifleten İslamî bir yasamayı ihtiva etmektedir. Burada Müslümanlara deniz avı ve yenmesi sınırsız olarak mubah kılınmakta, ihramlı oldukları sürece kara avı onlara haram olarak kalmış olmaktadır. Bu sözü edilen geleneğin hem kara hem de deniz avına şamil olduğunu, ayetin özünden hareketle bir de, Maide 1 ve 2. ayetlerinde avın genel olarak zikredilmesinden hareketle söyleyebiliriz. İslam'da "Hurum" hali kişinin ihram giyme süresidir. Şöyle ki: Umre ile Hac arasında "hill" halinden yararlanan ihramlı mahzurlu olan herşeyden istifade edebilir. Av da bunlar arasındadır. Bu sure sadece bir kaç gün bile sürmüş olabilir, yani onun Harem Bölgesi'ne girişiyle ilk resmi ziyaretini yapıncaya kadar ki süre, sonra Arafat'a gidişinden Mina'ya dönüşüne kadar. Buna bağlı olarak, Maide 94-96. ayetlerinde geçen "Hurum" kavramı ıstılahi bir anlam ifade etmiş olur. İslam'dan önceki anlamını ve kapsamını tesbit etme ve kesin bir şey söyleme olanağımız yoktur. Fakat şunu söyleyebiliriz ki, o zamanlar bu kavram yeni olan İslami-Istılahi kapsamından daha geniş bir anlama geliyordu. Bizim tahminimize göre bu kavram İslam'dan önce ya Haram Aylar'ın zamanını ya da kişinin Haram Bölge'ye girişini yahut da her ikisini ifade ediyordu. Biz sonuncu maddeyi tercih ediyoruz. Yani Arap olan bir kişi Hac Ayları'nı da kapsayan, Haram aylar girdikten sonra ya da Beytu'l-Haram Bölgesi'ne girdikten sonra artık hurum sayılırdı. Her iki halde de kan dökmesi ve savaşması haram olduğu gibi kara ve deniz avının kanını dökmesi de ona haram olurdu. Hurum kavramının her iki durumda da kara ve deniz avının haramlığını birlikte ifade ettiği şeklindeki tercihi destekleyen olgulardan biri de, deniz avının çoğunlukla ancak Haram Bölge'nin dışında gerçekleşebilmesidir. Sonra Haram Bölge'sinde savaşma ve kan dökmenin mutlak olarak yani Haram Aylar'da da Haram Aylar'ın, dışında da haram olarak kabul edilmesi bu görüşü destekleyebilir. (24)

11) Daha önce bazı Kureyş ailelerinin Mescid-i Haram'm iman ve Hacılara su dağıtılması konusunda özellikle uzmanlaştığına seri bir biçimde işaret etmiştik. Bu konu Tevbe 17-20. ayetlerinde değinilen bir meseledir. Âyetlerin üslubu, bu görevleri yerine getirenlerin onu bir şeref vasıtası olarak kabul ettiklerini, bu nedenle başkasına karşı onunla büyüklük taslayabileceklerini, ve yine Arapların bu işe ne kadar önem verdiklerini göstermektedir. Biz, bu zincirleme açıklamamızda tekrar o konuya dönmeyi uygun, gördük. Çünkü birinci olarak bu iki görevi, ikinci olarak da, Kâ'be ve Hac ile ilgili başka görevleri Haccın önemli gelenekleri arasında saymak sağlıklı olacaktır.
Müfessirler ve raviler bu iki geleneğin başka bir geleneği oluşturan "Rifade" yani hacıları ağırlama ile birlikte, Peygamberin üçüncü dedesi Kusay b. Kilâb tarafından yürürlüğe konduğunu nakletmektedirler. Bu nakillere göre Kusay'ın Kureyş için uygulamaya koyduğu yasalar arasında bunlar da vardı. Böylece onların Allah'ın Haremi'ne ve Hacıları'na karşı görevlerini yerine getirmelerini istiyordu. Zira Allah'ın Haremi'ne en yakın ahalisiydi onlar.
Sikaye, Mekke'ye geldiklerinde, Arafat'a gittiklerinde, oradan Mina'ya döndüklerinde Hacılara su ulaştırma görevini yerine getirmektir. Bu iklim bölgesinde sular azdı ve zorlukla elde edilebiliyordu. Onları hacılara hazırlamak ve ulaştırmak da gerekiyordu Bu görevi yerine getirenler aynı zamanda bir ölçüde tuzlu olan bu suların tadını değiştirmek için, içinde kuru üzüm ya da hurmanın bulunduğu suları da hazırlarlardı. Bu tatlı sular hacıların büyüklerine ve gözdelerine takdim edilirdi. Peygamber döneminde ve Mekke'nin Fethi'nden Önce son olarak bu görevi yerine getiren Peygamberin amcası Abbas b. Abdulmuttalib olmuştur.
Mescid'in imarı ise, Kâ'be hizmetleri, kapılığı ve bekçiliğiydi. Pek tabii olarak bu görevin kapsamına ziyareti kolaylaştırmak, ziyaretçilere yol göstermek, kılavuzluk yapmak, hac ibadetlerini yaparken onlara yardımcı olmak da giriyordu. Bu geleneği elinde bulunduran evin, dini bir niteliğinin olması da uzak bir olasılık değildir. Rivayetler "Hicabe" adıyla bir gelenekten sözetmişlerdir. Yani Kâ'be kapısını açma, kapatma ve anahtarına sahip olma, koruma geleneği. Öyle sanıyorum ki, hicabe ve İmar bir evde toplanan bitişik bir gelenekti. Ayet, yalnız olarak "îmare"yi kaydetmiştir.
(24) Hâzın'de bu goriışû destekleyen husus'lar vardır

Şu ana kadar görebildiğimiz rivayetler içinde birincisi İmare, ikincisi Hicabe olan, iki bağımsız gelenekten söz eden bir rivayet yoktur. Peygamber döneminde ve Mekke fethinden önce bu görevi son olarak üstlenen Talna b. Şeybe olmuştur. Peygamber bu görevi ve geleneği onda ve onun torunlarında bırakmaya karar vermiştir. Şimdiye kadar bu görev onlardadır.
Rifade ise, Arafat ve Mina günlerinde Hacılara yemek takdim etmektir . Mekkeli ileri gelen aileler yemek yedirme noktasında birbirleriyle yardımlaşıyorlardı. Bu boylerden birinin başkanı bu işi üzerine alırdı. Tevbe Sûresi ayetinin Sikaye ve İmare'yi özellikle zikretmesi Rifade'nin diğer iki geleneğe oranla daha az Önemli ve dar kapsamlı olduğunu hissettirmektedir.

12) Mekke'nin ticari faaliyetleri konusunda hac mevsiminde kurulan panayırlardan genel olarak söz etmiştik. Burada o bilgilere ilave olarak şunları da eklemek istiyoruz: Bu panayırların kuruluşunu Hac geleneklerinden biri olarak saymak sağlıklı olabilir. Çünkü bunlar sürekli olarak belli yerlerde ve belli günlerde kurulurdu. Bu panayırlar bir açıdan Mekke'nin ticari faaliyetlerinin alanını oluştururken, diğer bir açıdan da, diğer Arapların çok yararlı gördükleri önemli bir geleneği meydana getiriyordu. Araplar için hac ve Hac Ayları güven ve huzur ortamının egemen olduğu gidişler-gelişler için önemli bir fırsat oluşturuyordu. Hep birlikte bu panayırlarda bulunuyor, eşyalarını değiştiriyor, ihtiyaçlarını temin ediyor, gerekli gördükleri şeyleri satın alıyor ve daha başka pek çok yararlarını görüyorlardı. Tevatür yoluyla gelen rivayetlere göre Araplar Şam'dan, Necd'ten, Irak'tan, Yemen'den, Tihame'den, Bahreyn'den ayrı ayrı kabilelere, çevrelere lehçelere ve inançlara bağlı olmalarına rağmen Hac mevsimine ve panayırlarına geliyor-katılıyorlardı. Daha önce bu noktayla ilgili bir açıklama yapmış ve bu yaklaşımımızda Hac Sûresi ayetlerinden birindeki "Bütün uzak yollardan gelen..." cümlesini eas almıştık. Sonra onların bu panayırlarda özellikle başka fırsatları da oluyordu. -Çünkü hac günleri, onların her problemi için yeterli değildi-. Övünme, şiir söyleme, şairler arasında yarışma meclisleri düzenlemeleri, gece sohbeti halkaları tertiplemeleri, problemlerin çözümü, karmaşık meselelerin sağlıklı biçimde halledilmesi ve bütün bunlar için oturumlar düzenlemelerde ele geçmez olanaklar sağlıyordu panayırlar. Yanısıra, haberleşme kolaylığı, düşüncelerin yayılması ve konuşmaların yapılması için, liderlerin eşrafın, şairlerin ve hatiplerin tanışmalarına güzel bir imkan hazırlıyordu.
Siret kitaplarının tevatürle bildirdiklerine göre, Peygamber bu panayırlar fırsatını ganimet bilip, Arap elçilerini, eşrafını karşılamaya, Rabb'inin Risaleti'ni onlara arzetmeye ve onlara Kur'an okumaya koşuyordu. Nitekim Yesrib elçileriyle buluşması ve kendisiyle onlar arasında antlaşmanın tamamlanması da buralarda gerçekleşmişti. Bu olay neticesinde ancak Büyük Hicret olayı gerçekleşebilmişti. İslam çağrısının başarıya ulaşmasında ve parlak nurunun yükselmesinde bu olayın ne denli büyük etkisi olduğunu burada izaha gerek yoktur sanırım. Biz bu panayırlara gelenlerin sırf müşrik Araplar olmadığını, bunların yanında Hıristiyan Arapların ve Medineli Yahudilerin de bu panayırlara katıldığını sanıyoruz. Bunların bir kısmı misyonerlik faaliyetleri bir kısmı da ticaret için geliyordu. Onlardan Hac ibadetlerinin bir kısmına katılanların olması da düşünülebilir. Kıble'nin Kâ'be'ye tahvili ile ilgili olarak indirilen Bakara Sûresi'ndeki bazı ayetler bu yaklaşımı doğrular. Çünkü bu ayetlerde Ehl-i Kitab'ın bu değişikliğin hak olduğunu bildikleri, oğullarını tanıdıkları gibi bu gerçeğin de farkında oldukları kaydedilmektedir.

"Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Nerede olursanız, yüzlerinizi o yöne çevirin. Şüphesiz kendilerine kitap verilenler, tartışmasız bunun Rab'lerinden bir gerçek olduğunu elbette bilirler. Allah, yapmakta olduklarınızdan gafil olmayandır. Andolsun, sen kendilerine kitap verilenlere her türlü ayeti (delili) getirsen, yine de onlar senin kıblene uymaz, sen de onların kıblelerine uyacak değilsin. (Hatta) onlardan bir kısmı, bir kısmının kıblesine de uymaz. Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların nevalarına uyacak olursan, kuşkusuz o zaman zalimlerden olursun. Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu çocuklarını tanır gibi tanırlar. Buna rağmen, içlerinden bir bölümü bildikleri halde mutlaka gerçeği gizlerler." (Bakara, 144-146)

Sonra Kus b. Saİde ya da Kus beni Saide el-Eyadi'nin Hac mevsimlerinden birinde yaptığı konuşma arap rivayetlerin en meşhurlarındandır. Ve Kus tercihe şayan görüşe göre Hıristiyan bir kişidir.
Tüm bu faaliyetlerin oraya gelen Araplar üzerinde sosyal ve edebî büyük etkileri olduğu söylenebilir. Oraya gelip toplanan, oradan ayrılırken dağarcıkları haberlerle, zihinleri şiirler, konuşmalar ve veciz sözlerle dolu bulunan, zihinlerinde değişik tablolar Ve sahneler canlanan insanlar arasında, yani Arapların birbirlerine yakınlaşmasında, zihinlerinde ortak bir ulusalcılığın anlamının yer etmesinde, dillerinin birleştirilmesi ve arındırılmasında, İslam'dan önce başlamış bulunan gelişme hareketini diriltme ya da güçlendirmesinde önemli rol oynadığında kuşku yoktur. İslam'dan önce başlayan bu hareket ve gelişme neticesinde onlar putperestlik dininden, şirk dinine gelmiş, sonra da şirk koşulan ortakları Allah katında şefaatçi olarak görmeye başlamışlar, Ehl-i Kitap arasındaki ayrılığı, tartışmaları hoş karşılamamışlar ve onları bu yönden ayıplamışlar, kendilerinden bir peygamberin gönderilmesini temenni etmiş ya da bu beklentide olmuşlardır. Kendilerine bir uyarıcı geldiğinde Ehl-i Kitab'ın her iki kolundan da daha doğru bir yola gireceklerine yemin etmişlerdir. Sonra onlar arasından muvahhid bir sınıf çıkmış, kavimlerinin tutum ve davranışlarından tiksinmiş, yeryüzünde dolaşarak İbrahim'in milletine/dinine çağırmışlar ve ona uygun olarak ya da ona uygun olduğunu sandıkları bir biçimde ibadet etmeye başlamışlardır. Yanısıra Araplar Ehl-i Kitab'ın ve başkalarının yanında bulunan dini ve dini olmayan pekçok kültürleri iktibas etmişlerdir.
5. Haram Aylar

Kur'an ayetlerinden, pratik ve açıklayıcı değeri bulunan konuyla ilgili kaydedilen rivayetlerden hareketle Haram Aylar'ın Arapların sosyal yaşamlarında özellikle de peygamberlikten önceki Peygamber çevresinde büyük etkisi olduğu söylenebilir. Savaşların sürekli olarak devam ettiği, saldırganlığın yürürlükte olduğu, insanların kendi keyfi istekleri, kinleri ve asabiyetleri peşinde sürüklendikleri bir ortamda onların gelişiyle herşey onlara duyulan ve hürmet sayesinde güllük gülistanlık oluyordu. Tüm insanlar kapsamlı ve tabii bir huzur ve barış ortamına giriyordu. Bu sırada birbirleriyle düşmanlıkları, aralarında kan davaları bulunan insanlar, haram sayılan Beytullah'ın bölgesinde ve bu bölgenin dışında karşılaştıkları hal¬de aralarında herhangi bir sürtüşme, kötülük ve savaş çıkmıyordu. Hatta daha önce belirttiğimiz gibi, bu ayların hürmetine halel getirir, saldırı ve kan dökme anlamına gelir düşüncesiyle bu aylarda avlanmayı bile yasaklamışlardı. Kur'an'da bu aylarla ilgili bir dizi ayet vardır. Şimdi bu ayetlerden daha önce verdiklerimizin dışında kalanları verelim:

1 Haram ay, haram aya karşılıktır; hürmetler (de) karşılıklıdır. Öyleyse kim size saldırırsa size saldırdığı gibi siz de ona saldırın. Allah'tan korkun ve bilin ki muhakkak Allah, sakınanlarla beraberdir. (Bakara, 194)

2 Haram aylar çıkınca, müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve onların bütün geçit yerlerini tutun. Eğer tevbe edip namaz kılarlarsa ve zekatı verirlerse yollarını açıverin. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. {Tevbe, 5)

3 Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah'ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan hesap (din) budur. Öyleyse bunlarda kendinize zulmetmeyin. (Tevbe, 36) Ayrıca Bkz: (2/217; 5/2, 94-97, 9/37)

Bu ayetlerde Haram Ay'lar'a gösterilen saygının peygamberlikten uzun bir zaman önce, o dönemdeki Arapların başlangıcını bilmeyecekleri kadar eski bir gelenek olduğunu gösteren açık tanıklar vardır. Yine bu ayetlerde söz konusu geleneklerin İslam'da da eskisi gibi kabul edilip korunulmasi gerektiği de belirtilmiş olmaktadır. Tevbe 36. ayeti birinci olarak bu geleneğin eski şeklini bildirip onu ikrar etmekte; ikinci olarak da Haram Aylar'ın belli ve değişmez aylar olduğunu bildirmekte, daha önce belirttiğimiz şekilde, aslında haram olmayan ayı haram kılan ve haram olan ayı da helal kılan, ayları ileri geri alan Nesi' bid'atına karşı saldırıya geçecek olan 37. ayete zemin hazırlamış ve onun için bir giriş olmuştur. Ayetin saldırıya geçişinden anlaşıldığına göre Haram Aylar'm saygınlığı sabittir. Belli ayları vardır. Onlarla oynanamaz. Veya yine anlaşıldığına göre, ayet ona saygı göstermenin Önemini takdir etmeyi amaçlamıştır. Tevbe Sûresi'nin 5. ayeti savaş halindeki ve saldırgan bir tutuma sahip müşriklerle savaşmayı Haram Aylar'ın çıkışma kadar geciktirmeyi emretmektedir. Nitekim Maide 2. ayeti de Haram Ay'ın saygınlığını ihlal etmeyi yasaklamaktadır. Bunların hepsi de söz konusu ayların İslam'da da hürmete ve saygınlığa sahip olduğunu ispat etmektedir. Yanısıra, ayetlerin özü, bu hükümleri yerinde bırakmanın daha önce yürürlükte bulunan bir uygulamanın kabul edildiğine işaret etmektedir. Maide 97. ayeti ile Haram Ay'ın saygınlığının insanlara sağladığı büyük yararlara işaret edilmektedir. Çünkü bunda, Kâ'be'de olduğu gibi, onların yaşamlarının belkemiğini oluşturan bir uygulama söz konusuydu.

Daha önceki bir münasebetle Kureyş müşriklerinin Peygamberin Seriyyeleri'nden birinin Haram Aylar'm ilk gününde düzenledikleri bir saldırıyı nasıl kullanıp-somürdüklerini, nasıl yaygarayı bastıklarını, ihlaslı müslümanların bile bundan bir ölçüde etkilendiklerine dikkat çekmiştik. Bu olaydan sonra Bakara 217. ayeti inmiş ve onların bu eylemlerini temize çıkarmıştı. Çünkü müşrikler daha önceleri müslümanları Haram Aylar döneminde Mescid-i Haram' dan alıkoymuş, onlara bu zamanlarda bile saldırmış, işkence etmiş ve onları dinlerinden döndermeye uğraşmışlardı... Bu yaygara ve onun etkisi, Haram Aylar'a gösterilen saygının Arapların gönülleri üzerinde ne denli büyük bir etkisi, alabildiğine önemli bir kutsallığı bulunduğunu gösteren en canlı delillerdir.
Etkin, egemen herhangi bir otoritenin bulunmadığı, ahali arasında sürekli karşılıklı saldırıların, başkaldırmaların gözlendiği, çeşitli türleriyle asabiyetin katı ve güçlü olduğu, bağnazlığın ve hamiyetin köklü olarak yer ettiği ve aynı zamanda pekçok ihtiyaçları bulunan; müşteri ve tüketici bekleyen ticareti; ürünlerini ve meyvelerini tüketmeleri, değiştirmeleri gereken çiftçileri; iğneden ipliğe, kapkacaktan elbiseye varıncaya kadar her türlü senelik ihtiyaçlarını temin etmek, ellerindeki irili-ufaklı hayvanları, yünleri, kılları ve tüyleri satmak durumunda olan köylüleri bulunan bir çevre/bir toplum için bu geleneğin ne kadar önemli ve büyük bir fonksiyona sahip olduğunu daha fazla açıklamaya gerek görmüyoruz. Eğer bu genel barış havası olmazsa onların hali nice olacaktı? Şu panayırlar onun sayesinde kurulmuş olmasaydı, onlar da buralara gelmemiş olsalardı ne olacaktı? îşte bunların hepsini Maide 97. ayeti apaçık Kur'an icazı ile ifade etmiş bulunmaktadır. Ayetlerin özünden anlaşıldığına göre, Araplar, Haram Aylar'ın saygınlığına, barışına kutsal bir biçim veriyor ve onu dini bir boyayla boyuyorlardı. Kuşku götürmez bir gerçektir ki; onlar bu ayların saygınlığını çiğneyen kişinin, onun kutsallığına hakaret edenin kendileri için kötülük, pislik ve uğursuzluk kaynağı olacağına inanıyorlardı. Çünkü onların dindarlıklarının temelini başka fasıllarda belirteceğimiz gibi bu olgu meydana getiriyordu. İşte söz konusu saygınlığı ve kutsallığı ayakta tutan, onu çiğnenmek ve ayak altına alınmaktan kurtarıp koruyan bu inanç olmuştur.
Görüldüğü gibi, Kur'an'da Haram Aylar belirtilmemiştir. Yalnız kopmayan tevatür onları kesinlik ifade edecek şekilde belirtmiştir. Bunlar, Recep, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem'dir. Son üç ay, aynı zamanda Hac aylarıdır. Daha önceki bir münasebetle bunu açıklamıştık.

Ya da en azından İslam'dan önce böyle olduğunu belirtmiştik. Recep ayma gelince rivayete göre O "Mudar'ın receb'i (25) diye adlandırılıyor. Tercîb yani "Ta'zim" kökünden türetilmiştir. (26) İbn Sa'd'ın Tabakat'ında bildirildiğine göre (27) Mekkeliler receb'te dini bir bayram kutluyorlardı. Receb ayındaki bu bayramın Mudar kabilelerine ya da Hicaz kabilelerine ya da bazılarına Özgü özel bir bayram olması uzak bir olasılık değildir. Bu bayramın söz konusu ayın saygınlık kazanmasında temel etken olabileceği de düşünülebilir. Böylece onlar Mekke'de dini kutsal bir barışın gölgesinde gelip-gidebiliyor ve ibadetlerini rahatlıkla yerine getirebiliyorlardı. Tabii ki bu soz konusu ibadet saygınlığının Mudar ve Hicaz kabilelerine mahsus bir ay olarak kaldığı anlamına gelmez. Aksine biz bu saygınlığın tüm diğer Araplara da yayıldığına ve Recep ayının başlangıcı bilinmeyen bîr zamanda Haram Aylar'ın ayrılmaz bir parçası haline geldiğine eğilim duyuyoruz, saygınlık ve kapsamları açısından hiçbir ayrıma girmeden Haram Aylar'dan söz eden, senenin on iki ay olduğunu bunlardan dördünün Haram Aylar olduğunu mutlak ve genel bir biçimde ifade eden ve Hicaz ülkelerinin Arapların kalblerinin attığı yer, dönüp-dolaştikları yerin merkezi ve hac ettikleri kutsal mekan sayıldığı bir zamanda inen Tevbe 36. ayeti, sonra bu konudaki rivayetlerden de anlaşıldığı gibi, Arapların Haram Aylar arasında ayırım yapmamaları ve bu ayı da saygınlık ve kutsallıkta diğerlerine eşit olarak kabul etmeleri, bizim yaklaşımımızı pekiştirmektedir.

(25) Hâzin, II, 230 da nakledilen bir hadiste
(26) Nesefı, II, 230 Hâzin'ın kenarında. T1 VIII, 9 iıyon baskısı


Şimdiye kadar görebildiğimiz kadarıyla Haram Aylar'ın say¬gınlığını ne zamandan beri kazandığını bildiren bir şey yoktur. Makul olan odur ki, bu saygınlık Hac mevsiminin, geleneklerinin ve panayırlarının oluşumundan ve Recep ayının Mudarlı ya da Hicazlılara göre dini bir mevsim olarak kabul edilişinden, intikam esasına dayalı bir takım olayların meydana gelişinden, bu mevsimler sırasında asabiyet saikleriyle insanlar arasında patlak veren ve kanların akmasına neden olan vak'aların ortalığı kaplamasından, güvenliğin ihlal edilmesinden, Mekke'ye gelen hacıların kesilmesinden, Hac ibadetlerinin yapılamamasından, insanların Hac mevsimleri ve panayırlarında elde ettiği menfaatlerin zedelenmesinden sonra bu aylara verilmiştir. İşte kargaşa ve anarşik durum nüfuz, otorite, ileri görüş ve parlak şöhret sahibi bulunan liderleri, başkanları harekete geçirmiş, insanların Hac ibadetlerini, ziyaretlerini, kurbanlarını kolaylıkla yerine getirmeleri ve ihtiyaçlarını gidermeleri için Haram Aylar ve onların getireceği barış havasını farz kılmıştır. Muhtemelen bu farz koyma eylemi Mekke liderlerinden ve otorite sahiplerinden, kendilerine özgü bazı imtiyazları, dinî yasama yapma yetkileri bulunan, daha önce belirttiğimiz gibi, insanların onların koyduğu kurallar üzerinde yürüdüğü, onların verdikleri direktifleri yerine getirilmesi gereken dini bir görev ve yasa olarak algıladıkları "Ahmas" sınıfından gelmiştir. En azından Ahmas sınıfı da onlara zemin hazırlamış ve onu ikrar ve kabul etmede onlarla birlikte hareket etmiştir. Bu yaklaşımın doğruluğunu gösteren delillerden biri de Mekke'nin o şartlardaki konumudur. O sırada Mekke tüm Araplar tarafından saygı duyulan dini bir merkez olarak kabul ediliyor ve Mekke liderleri Haram Aylar'ın saygınlığına büyük özen gösteriyorlardı. Onu korumak uğrunda, yaptıkları çalışmalar, Bakara 217. ayetinin de işaret ettiği gibi, müslümanlardan meydana gelen olay karşısında müslümanlara ve Peygamber tepkileri ve yaygaraları neticesinde bir çok müslüman hatta bizzat Peygamber'i bile etki altında bırakmaları, bunun üzerine söz konusu ayetin inişi, Kur'an'ın bu ayların saygınlığını korumakla ilgili uyarıları ve onları çiğnemeyi yasaklamakla ilgili emirlerin kesinliği, az önce naklettiğimiz ayetlerde açıkça görüldüğü gibi, bunlarda Arapların pek çok yararlarının olduğuna dikkat çekmesi... Siret rivayetleri ve hadis kitapları Mekke liderlerinin ziyaretçilerinden birine karşı yapılan saldırı karşısında birbiriyle sözleşerek, bundan böyle Mekke'de zulme uğrayan birini gördüklerinde onun hakkını kendisine verene kadar onun yanında, zalimin karşısında yer alacaklarına yemin ettiklerini ve bu antlaşmanın Hilfu'l-Fudûl diye bilinen sözleşme olduğunu Peygamberin onunla ilgili olarak "Eğer onun gibisine tekrar çağırılsaydım kabul ederdim" buyurduğunu kaydetmektedir. Yanısıra Ficar harbini ve günlerini de zikretmektedir. Bu savaşın Haram Ay'da bir kişiyi öldüren bir topluluğa karşı yapıldığı, Peygamberin de genç yaşta ona katıldığı bazı amcalarına ok hazırladığı bildirilmektedir. Bunların hepsi Mekke liderlerinin Haram Aylar'ın saygınlığına özellikle dikkat ettiklerini göstermekte ve bu konuda yapılacak ilk çalışmanın onlardan gelmiş olabileceği ihtimali daha ağır basmaktadır.
Haram Aylar'da kutsal barış yasasını çıkaran liderlerin, sözü geçerli kimselerin ya da Ahmas'm dini mevsimlerin saygınlığını koruma, insanların onlara güven ve huzur içinde katılmalarını sağlamada daha öte bir amaç güdüp-gütmedikleri soruşturulabilir.
Bununla İlgili olarak aklımızda bir görüş şekillenmektedir. Yalnız onun parlak bir şey olduğunu kesin söylemiyoruz. Bize göre bu yasama eyleminde bulunanlar sözü edilen amaçtan daha ileri bir hedefi de amaçlamışlardır: Arapların arasındaki vuruşmaların, savaşların ve kinlerin etkisini azaltmak, aralarında dostluk, sevgi ve birlik bağlarını sağlamlaştırmak... Bu yapı, onlar arasında bir tek düzlemde genel bir dayanışmaya girmeleri, onu savunmaları, meydana gelebilecek tehliki ve kriz durumlarından korunmaları, insanları sarstıkça sarsan büyük olaylara karşı himaye etmeleri için bir kolaylık sağlayacaktır. Çünkü başkanlar bunlara karşı hazırlıklı olmak, zaman zaman başlarını saran felaketleri bertaraf etmenin yollarını bulmak için düşünür olmuşlardı. Muhtemelen Ahbaş'ın (Habeşistanlılar ya da bir sınıf) Yemen'e karşı savaşları bu etkenlerden ve tehlikelerden biriydi, ya da önemli olaylardan biriydi. Ayrıca Arap aylarının isimlerinde bu görüşü pekiştiren bir dayanak bulmamız da mümkündür.
Sağlıklı olduğu kabul edilebilecek rivayetlere göre, bilinen Arap aylarının adlandırılması daha önceleri kabul edilen eski isimler olarak kalmamıştır. Onların herbirine yeniden isimler verilerek bu isimler elde edilmiştir. Ramazan ismini "r[B]emza[/b]" yani aşırı sıcaklıktan kaynaklanan kökünden geldiğini de düşündüğümüzde, ki pek çok kişi bu görüşte olduğunu ifade etmiştir. "Rebiulevvel" ve "Rebiussani" aylarının adlandırılmasında mevsimlik bîr işaret olduğunu değerlendirdiğimizde yeni isimlerin yaz mevsiminde verildiğini söyleme olanağı elde ederiz. O sırada Ramazan ayına denk gelen ay yaz aylarının en aşırı derecede sıcak olanıydı. Onun için bu aya Ramazan ayı adı verildi. Ondan önceki Şaban ayı ve ondan sonraki Şevval ayı Ramazan ayı ile birlikte yaz aylarını oluşturmuştu. Yaz aylarının sıcaklığı insanları eylemlerden, daha tabii olarak da aşırı sıcaklığın ve su kıtlığının egemen olduğu bir ülkede savaştan ve savaşa koşmaktan alıkoyuyordu. Daha sonra Zilkade, Zilhicce ve Muharrem geliyordu. Bunlar aynı zamanda Hac Ayları'ydi. Yeni adlandırma sırasında mevsim sonbahardı. Onlarda da savaşmak yasaklandı. Daha sonra Receb'te de savaşmak yasak kabul edildi. Böylece yedi aydan oluşan bir zincir oluşturuldu. Bu aylarda savaşmaya imkan yoktur. Bu yedi ayın dördü Haram aylardı. Üçü ise aşırı sıcaklığın egemen olduğu yaz aylarıydı. Muharrem'den sonra peşpeşe gelen beş ayda ise, Araplar ot-otlak, mera peşinde dağılıyordu. Böylece kışı ve ilkbaharı geçirmiş oluyorlardı. Ancak Haram Ay-lar'dan Receb'in dönüşüyle onlarda tekrar yerlerine dönüyorlardı ve bu hareket sürekli olarak böyle sürüp gidiyordu. Eğer bir harb ya da bedevilik hayatının, arap asabiyetinin gereği olarak bir savaş ve saldırı yapılması gerekiyorsa beş ay bunun için yeterliydi. Bunlar esnasında insanlar öfkelerini dindirip, asabiyetini köreltebelirdi. Yanı sıra yedi ayda arka arkaya barış içinde yaşamları onlara meselelerin problemlerini çözmeleri için zaman ve zemin hazırlamaya yeterdi. Özellikle bu tür problemlerini Hac mevsiminde, panayırlarında ve toplantılarında gündeme getirme olanakları fazlaydı. Halkın öfkesini dindirmeye ve onları sükûnete kavuşturmaya elverişli bir ortamdı.
Eğer bu görüş sıhhatli olup da kabul görürse, o zaman bu çok değerli, kadri yüce adetin (sünnetin), Arap Yarımadasında bir çok Önemli olay ve perişanlıklardan sonra, toplumsal ve düşünsel kalkınmanın öncülerinin belirmesinde çok etkin bir zemin hazırladığını söylemeye hakkımız olduğunu sanıyoruz.
Az önce bir münasebetle değindiğimiz Haram Aylar'ın ileri geri alınmasını esas olan Nesi bid'atı da bu görüş ve bunun temel esprisi için bir yapıtaşı olabilir. Çünkü Kamerî olan Arap Ayları zamanla dönüyordu. Kış aylan yaz aylarına yaz aylan da kış aylarına geçiyordu. İşte bu bid'atın çıkarılmasıyla senenin mevsimleri takip ediliyor ve Kamerî senenin hesabı Şemsî seneye göre yapılabiliyordu. Sonuçta Hac Mevsimi ve panayırlar sonbahara denk getiriliyor ve yedi ay boyunca savaştan el çekmek geleneği sabit ve yerinde kalıyordu.
Biz bunu söylerken, bir takım rivayetlerin Nesi'in bazı zamanlarda, insanların daha önce başlattıkları bir savaşı ya da intikam talebini tamamlamalarına zemin hazırlaması için onların isteğiyle gerçekleştiğini kaydettiklerini biliyoruz. Ama yine de bu işin aslında senenin mevsimlerini düzenlemek, Hac aylarını zorluk çekmeden gidip-gelme imkânı sağlayacak bir uygunluğa kavuşturmak, düzeltmek için çıkarıldığını tercih ediyoruz. Eğer bu nesi, savaşlar ve intikamlar için de istenir olmuşsa, bu daha sonraları olmuştur. Ya da bu bid'atın kullanılması şeklinde bir uygulama olmuştur. Muhtemelen, Kur'an'ın Nesi Bid'atına karşı saldırısı, onu kötüye kullanma nedeniyledir. Bundan böyle insanlar Haram Aylar'ı çiğnemeye ve yararlı gelenekleri bozmaya cesaret edemesin içindir.

Her ne olursa olsun, bu geleneğin önemi Arapların sosyal hayatındaki etkisi değişik yönleriyle güçlü ve kapsamlı olarak ortaya çıkmaktadır. Sonra bu gelenek ve onun etkisi aynı zamanda onu ilk olarak tesis edenlerin güçlü akıllarını, parlak görüşlerini, geniş nüfuzlarını ve etkilerini de yeterli derecede yansıtmakta ve göstermektedir.
Bu konuda işlenen Kur'an öncesi Araplar arasında yaşatılan ve sonradan Kur'an tarafından da onaylanan bir takım geleneklerin kökenleri ıçin, Peygamberler tarihine ve özellikle Uz, İbrahim (a) in etkilerine dikkat edilmelidir. (Çev.)
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
dost1 Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
ilhandanis (15. April 2011), yeşil (7. November 2011)